6 Aralık 2024 Cuma

Birinci Fars Devri Saffah'ın Hilafetinden (Hicri 132/749) Mütevekkil'in Hilafetine Kadar (H. 233/837)

 


Bu devir, Abbasilerin hakimiyet devrinin bir kısmını teşkil eder. Bu döneme "Fars Devri" dememizin sebebi devletin halifeler, lisan ve diyanet açısından Arap olduğu halde, siyaset ve idare cihetiyle İranlı olmasından ileri geliyor. Çünkü devletin teşkiline hizmet ve destek olanlar, hükümet işlerini tanzim ve idare edenler İranlılardı. Devletin vezirleri, amirleri, katipleri, mabeyincileri lran asıllı kişilerdi. Aslında İranlıları devlete hizmete sevk eden başlıca etken, Emevilerin Arap olmayan milletlere karşı sergiledikleri ayrımcılık, hakaret, baskı ve zulüm politikalarıydı. Bununla beraber, Şia mezhebine destek olma çabaları da önemli bir unsurdu. İranlılar Hz. Peygamber'in damadı yahut Peygamber'in kızının çocukları namına hilafeti almaya çalışan Şiilerin mesleklerini, mesailerini haklı görüyorlardı. Onun için Emevilerin saltanat merkezlerinden uzak olan Irak, Fars ve Horasan gibi yerlerde bu devlet aleyhinde ve Şiiler lehinde oluşan her faaliyet her zaman büyük taraftar topluyordu.

Arap olmayanların Emevilere düşmanlıklarının yanı sıra, Yemen Araplarının da devlete destek ve yardımdan çekinmeleri, Araplar arasında tefrikanın ortaya çıkması, Emevi devletinin Mudariler dışında yardımcılarının kalmaması devleti ciddi bir zaaf ve düşüşe götüren diğer nedenlerdi. Bu yüzden Abbasiler Ebu Müslim Horasani vasıtasıyla devlet teşkiline teşebbüs edince, asıl unsur olan Araplar bile fitne ve karışıklığa uğrayan bu devletin ortadan kaldırılması konusunda çok fazla sıkıntı ve zorlukla karşılaşmamışlardı. Ebu Müslim aşağıda görüleceği üzere Emevi devletine karşı Yemen Araplarını kendisine destek ve yardımcı yapmıştı.


lslam Hilafetinin Abbasilere intikal Şekli


Şia-i Aleviyye


Emeviler devlet ve tantana ile bir saltanat kurmaya muvaffak olmuşlar ancak Hz. Ali taraftarları da onlara rakip olmaktan, hilafet mücadelesinden hiçbir zaman geri kalmamışlardı. Hz. Ali'den sonra hilafet davasını sürdüren ilk zat oğlu Hz. Hasan'dı. Ancak bu mübarek insan, teşebbüsünün sonuç vermeyeceğini anlayınca, H. 41 yılında Muaviye lehine hilafet davasından vazgeçmiştir. Alevilerin Küfe'de bulunan destekçi ve taraftarları onun bu tavrına kızmış, ihtilal yapmışlardı. O sıralarda Küfe valiliğinde bulunan Ziyad b. Ebih ihtilali şiddetle bastırdı. Hz. Ali taraftarlarından bir mücahit zümresini katlettirdi. Bu suretle şiddetli cezaya uğrayan Şiiler, görünüşte sükun buldular ise de Muaviye'nin vefatından sonra, Hz. Ali'nin çocuklarından birinin hilafet makamına geçmesini ve bu suretle hilafetin Ehl-i Beyt'e intikal edeceğini ümit etmişlerdi. Muaviye'nin hilafeti kendi oğluna vasiyet edeceğini akıllarına getirmemişlerdi. Muaviye umulmadık şekilde oğlu Yezid'i veliaht tayin edince, Şiiler tamamen gayz, kin ve nefrete büründüler. Muaviye'nin lakaytsızlığı, av ile vakit geçirmesi, Şiilerin öfkesini bir kat daha artırıyordu. Hz. Hasan'dan sonra Şia'nın başına Hz. Hüseyin geçmişti. Muaviye'nin H. 60 senesinde vefat etmesi üzerine Yezid saltanat makamına çıkınca, Hz. Hüseyin onun halifeliğini tanımadı ve ona biat etmedi. Diyanet ve takva sahibi olup da o sıralarda her nasılsa Yezid'e biat edenler de kendi 

hareketlerini dine hürmetsizlik saymışlardı. Hz. Hüseyin, Yezid'in hilafetini tanımayınca Medine'yi terk ve Mekke'ye iltica etmeye mecbur olmuştu. Taraftarlarının çoğunluğunu teşkil eden Küfeliler, Hz. Hüseyin'e mektuplar yazarak bütün kuvvetleriyle kendisine arka çıkacaklarını vaat edip oraya gelmesini talep eylediler. Hz. Hüseyin bu davete icabet ederek Küfe'ye gitti. Fakat oraya yaklaşır yaklaşmaz Küfeliler sözlerinden döndüler, Küfe valisi Ubeydullah bin Ziyad tarafından sevk olunan askeri kuvvete karşı Hz. Hüseyin kendi nefsini ve ailesini müdafaa yolunda büyük bir şecaat ve kahramanlıkla mücadele etmiş ancak H. 61 senesinde, aşure günü, yakınlarıyla birlikte hunharca şehit edilmiştir.

Hz. Hüseyin'in şahadeti kuşkusuz Şia üzerinde büyük bir şok etkisi yarattı. Mübarek şehide yardım etmedikleri için çok pişman oldular. H. 84/703 yılında Yezid'in vefatı üzerine Şia, mazlum Hz. Hüseyin'in intikamını alma düşüncesiyle ayaklandı ve kendilerine ''Tevvabin" (tövbe edenler) adını verdiler. Hz. Hüseyin'in şahadet olayı olan Kerbela faciası sırasında Küfe'de vali olan Ubeydullah b. Ziyad, yine aynı görevde bulunuyordu. Bu sefer Şia bu valiyi Küfe'den çıkararak yerine kendi adamlarından birini tayin etti ama neticede yine lbn- i Ziyad galip gelip, Küfe'yi hakimiyeti altına aldı. Fakat isyan ateşi henüz söndürülmemişken, keşmekeş ve buhran esnasında hakimiyet fikriyle ortaya atılan Muhtar b. Ehi Ubeyd Sekafi liderliğinde yeni bir ayaklanma oldu. Muhtar, Hz. Hüseyin'in intikamını alma ve baba tarafından Hz. Hüseyin'in kardeşi olan Muhammed b. Hanefiyye namına hilafeti ele geçirme düşüncesiyle ortaya çıkmıştı. Küfe'ye geldiğinde, Şia'dan kendisine birçok insan da katılmıştı. Muhtar "Allah'ın zabıtası" namını verdiği maiyeti askeriyle Ubeydullah b. Ziyad üzerine yürüdü. Askerini perişan etti ve kendisi ile Hz. Hüseyin'in katillerinden çoğunu öldürdü. Ancak Muhammed b. Hanefiye, Muhtar'ın kendi namına hilafeti ele geçirmek için teşebbüslerde bulunmasına razı olmayarak onu tanımayacağını ilan etti. Bunun üzerine Muhtar, hilafet mücadelesindeki destek arayışını Abdullah b. Zübeyr'den yana çevirdi. Abdullah b. Zübeyr'in babası Zübeyr b. Avvam, Hz. Osman'ın şahadetinin hemen ardından hilafet mücadelesine girmişti. Oğlu Abdullah da Hz. Hüseyin'in hilafet davasına başladığında, kendisi için aynı teşebbüste bulunmuş, Mekke'de kendi adına biat ettirmeye başlamıştı. Fakat Muhtar aslında ne Muhammed b. Hanefiye ne de Abdullah b. Zübeyr için çalışıyordu. O ancak kendi hilafet hayali için çalışıyordu. Abdullah b. Zübeyr, Muhtar'ın asıl amacını fark edince kardeşi Musab'ı bir askeri kuvvetle Irak'a Muhtar'ın üzerine göndermişti. O da H. 67/686 senesinde Muhtar'ı mağlup edip öldürdü.

Aleviler Hz. Hüseyin'in şahadetinden sonra biri hilafetin Hz. Ali'nin Peygamber'in kızı Hz. Fatıma'dan olan çocuklarının hakkı olduğunu, diğeri ise hilafetin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den sonra biraderleri olan Muhammed b. Hanefiye'ye geçtiğini iddia eden iki fırkaya bölünmüşlerdi. Bu ikinci fırkaya "Keysaniye" adı verilirdi. Ancak en aktif ve müteşebbis olanı birinci fırkaydı. Bu fırka mensupları Hz. Hüseyin'den sonra, Zeynelabidin adıyla meşhur olan oğlu Ali'ye biat etmişlerdi. Ondan sonra hilafet yine kendi zürriyetinden devam etmiştir. Bu hanedandan on iki imama biat edilmiştir. Bunlar da Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynelabidin, Muhammed Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed Taki, Ali Taki, Hasan Askeri, Muhammed Mehdi'den ibaretti. Şia fırkasından Zeyd b. Ali b. Hüseyin'e nispetle Zeydiye, İsmail b. Cafer Sadık'a nispetle lsmailiyye ve başka adlarla daha birçok grup türemiştir. Onlar da Hz. Ali torunlarından bazılarına biat etmişlerdir.

Emeviler Hz. Ali taraftarlarından herhangi birinin hilafet davasına kalkıştığını işitince, ne suretle olursa olsun en sert tepkiyi gösterir, idam etmeye gayret ederlerdi. Bu yüzden Hz. Ali'nin torunlarından bazılarını öldürmüş, bazılarını zehirlemiş, bazılarını da idam etmişlerdi. Emeviler tarafından şiddetli baskı ve takibata uğrayan Ehl-i Beyt, yok olmamak için gizli yollara ve yeraltı faaliyetlerine yönelmişti. Hz. Ali hanedanı, Emeviler zamanında tam bir sefalet ve mahrumiyet çekmiş, açlık ve yokluk içerisinde sıkıntılı bir dönem geçirmiş, maişet mücadelesiyle meşgul olmuşlardır. Fakat H. 126'da vefat eden Halid el-Kasri Irak valisi olunca, Hz. Ali hanedanına hoşgörü ve anlayışla yaklaşmış, ileri gelenlerine yardımda bulunmuştur. Böylece biraz kendilerine gelen Şia, tekrar hilafet mücadelesine başladı. Halid Kasri gerçekten şaşılacak tavırları olan bir valiydi. Bir taraftan Hz. Ali ve yandaşlarına hutbelerde lanet okuturken, bir taraftan da Hz. Ali'nin çocuklarına yardım ve destekten geri kalmıyordu. Diğer taraftan da hükümet dairelerinde gayrimüslim memurlar görevlendiriyordu.


Şia-i Abbasiye (Abbasi Taraftarları)


Hilafet mücadelesine kalkışanlar Hz. Peygamber'in amcası Abbas'ın çocukları, Emevi idaresinin otoriterliği nedeniyle gizliden gizliye faaliyetlerini sürdürmekle yetiniyorlardı. Her ikisi de Haşimioğullarından olup lslamiyet'ten önce de Emevilere rakip olan Ali yandaşları ile Abbasiler, Emevioğulları devrinde karşılaştıkları şiddet ve zulümün etkisiyle birbirlerine iyice yaklaşmış, hatta sıkı dost olmuşlardı. Kuşkusuz mağlup ve mazlumların aynı gaye etrafında birleşmeleri, birlikte hareket etmeleri gayet doğal bir sonuçtu. Şam vilayeti hudutlarında Belka'ya bağlı Humayrna kasabasında ikamet eden Abbasiler daha sonra Emevileri yönetim açısından zaaf ve perişan bir vaziyette görünce fırsatı değerlendirmiş, açıktan açığa isyan bayrağını açmışlardı.

Muhammed bin el Hanefiye adına hilafet talebinde bulunan Keysaniye fırkası, söz konusu dönemde lbn Hanefiyye'nin oğlu Ebu Haşim adına mücadele ediyordu. Ebu Haşim ziyaret amacıyla Şam'daki Emevi hükümdarının yanına gelmeyi, yol sırasında Humeyme'den geçmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Bir keresinde Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik'i ziyaret ettiğinde halife Hişam, Ebu Haşim'in geniş düşünceli, bilgili ve akıllı bir adam olduğunu fark eder. Hilafeti elde etmeye çalıştığını düşünerek, ne şekilde olursa olsun onu yok etmenin yollarını aramaya başlar. Ebu Haşim, Medine'ye dönerken yolda Hişam'ın görevlendirdiği bir adam vasıtasıyla sütüne zehir konularak öldürülür. Ebu Haşim zehirlendiğini anlayınca Umayrna bölgesine doğru yolunu değiştirir. Aynı günlerde Muhammed bin Ali bin Abdullah bin Abbas hilafet mücadelesi içerisindeydi. Ebu Haşim onun evine misafir oldu. Bu arada ölmek üzere olduğunu hissedince ailesinden uzak bir yerde vefat etmesinden, biatın kaybolmasından korktuğundan kendisinden sonra hilafetin adı geçen Muhammed'e intikalini vasiyet etti. Yandaşlarını da Muhammed'e emanet edip onlar hakkında lütufkar davranılmasını istedi. Ebu Haşim vefat edince bütün Keysaniye fırkasının desteğini elde eden Muhammed, hilafet mücadelesinde başarılı olacağına artık tamamen inanmış olarak, her bölgeye gizlice memurlar gönderdi. Daha sonra Muhammed de vefat edince kendisinden sonra hilafeti oğlu lbrahim'e vasiyet etti. Bu şahıs daha sonra imam adıyla anıldı.

lbrahim, babasının ölümünden sonra kendisine biat olunması için hemen her bölgeye özel memurlar ve davetçiler göndermekten geri durmadı. Bu işe öncelikle Horasan'dan başladı. Çünkü diğer bölgelerden ziyade buranın halkına güveniyordu. Ali yandaşlarına birçok kez destek çıkan Keysaniye fırkasının çoğu, Horasan ve Irak bölgelerinde ikamet ediyordu. İbrahim, Ebu Haşim'in maiyetinde bulunup kendi babasına özel bir tavsiyeyle emanet olunan Keysanileri, Muhammed ailesine halkın biatını sağlamak göreviyle adı geçen iki bölgeye gönderdi. Ali Muhammed, Peygamber'in hanedanı demek olup bunun içerisinde hem Şiiler hem de Abbasiler vardı. İbrahim bunlardan hiçbirini tayin etmemişti. Horasanlılar o zamana kadar Emevilerden iyice bezmiş olduklarından, hükümetin her iki hanedan arasında pay edileceğini zannederek, Hz. Peygamber'in ailesine kolayca biat etmişlerdi. İbrahim, o esnada büyük komutan Ebu Müslim Horasani'ye destek olmuştu. Ebu Müslim bilindiği üzere yeni devleti kurmuş ve Abbasilere devretmişti.


Mansur'un Şia'ya Biat, ve Halefi


Her ikisi de Haşimi soyundan olan Şia ile Abbasiler Emevilerin yıkılmak üzere olduklarını anlayınca Mekke'de toplanarak Emevilerden sonra Ehl-i Beyt'ten hilafet makamına geçecek şahıs üzerinde müzakerede bulundular. Bu toplantıda Ebu'l Abbas Saffah ile kardeşi Abdullah bin Muhammed bin Ali bin Abdullah bin Abbas -ki Ebu Cafer Mansur denir- ve Abbasilerden daha başka şahıslar da bulunuyordu. Söz konusu müzakereler sonunda Şia'nın ileri gelenlerinden birisi olan ve "nefs-i zekiye" lakaplı Muhammed bin Abdullah hem konum itibariyle önde olması, hem de ilim ve faziletteki üstünlüğü göz önüne alınarak halife seçildi. Ebu Cafer Mansur da diğerleri gibi kendisine biat etmişti. Muhtemelen Abbasilerin hilafeti elde etmek amacıyla çaba sarf ettikleri dönemde Şia'nın sessiz kalmasının nedeni de bu biata güvenmiş olmasıydı. Gerçekten de Abbasiler ne İbrahim'in İmam'ın ne de diğer bir Abbasi'nin adına halifelik talebinde bulunuyorlardı. Hilafeti yalnızca Ehl-i Beyt için istiyorlardı ve bu mücadele ve davet her iki hanedanı da kuşatan bir davetti.

Hilafetin Abbasilere intikalinden önce Şia'nın hilafeti ele geçirmeleri için Irak, Fars ve Horasan bölgesinde mücadele eden liderleri de bu emrivaki karşısında hilafetin Abbasilere geçmesini ister istemez onaylamak durumunda kalmışlardı. Küfe yakınında Hammam Ayan'da oturan lran'ın ünlü zenginlerinden Ebu Seleme el-Hallal, Şia taraftarlığı konusunda tam bir fanatik olmuş, bu uğurda parasını, bütün güç ve kuvvetini sarf etmişti. Kendisi hilafetin Abbasilere geçtiğini işitince bu yeni durumun halk tarafından nasıl karşılanacağını anlayabilmek için bir süre beklemeyi uygun görmüştü. Daha sonra Ebu Müslim Horasani'nin lbrahim lmani tarafından "Her kimden şüphelenirsen öldür!" emriyle Horasan'a gönderildiğini, oradaki bütün rakiplerin kendisine itaatlerini arz ettiğini öğrenince kendisi de bağlılığını bildirmişti. Ancak biatın iki hanedan arasında istişare veya şura şeklinde olacağını ümit ediyordu.  Daha sonra Emevi hükümdarlarının sonuncusu olan Mervan bin Muhammed İbrahim lmam'ı öldürünce Ebu Seleme de tekrar Şia tarafına dönmüştü. Ancak lbrahim lmam'ın kardeşleri ve onlar arasında Ebu'l Abbas Saffah'la kardeşi, ailesi ve halkı kendisinin yanına geldiğinde biatın Saffah adına yapıldığını ve artık diğer bir şahıs adına çalışmanın bir sonuç vermeyeceğini düşünerek gerçek fikrini gizlemiş, onları iyi bir şekilde karşılamış, ikramda bulunmuş ve evinde misafir etmişti. Tam bu günlerde Ebu Müslim Horasani'nin ordusu Fars ve Irak bölgesinde Emevi askerlerini hezimete uğratmışlardı. Horasan'da da Emeviler kaybedince Ebu'l Abbas Saffah Irak'ta halifeliğini ilan etti. Hz. Ali yandaşları bu hususta büyük bir haksızlık yapıldığını görmüşlerse de karışık ve buhranlı dönemde canlarını koruyabilmek için sükünetten başka bir yol olmadığını görerek, sessiz kalmışlardı. Bununla birlikte hilafetin iki hanedan arasında ortak olarak yürütüleceğine de hala inanmak istiyorlardı.

Abbasiler çok zaman geçmeden Ebu Seleme'nin gizli Şia taraftarlığını haber almış, durumu gizlice Ebu Müslim Horasani'ye bildirmişlerdi. Ebu Müslim tarafından görevlendirilen bir adamın eliyle Ebu Seleme gaddar bir biçimde öldürülmüş, ancak cinayetin halk arasında kötü sonuçlar doğurmasını önlemek için de suçu Hariciler üzerine atmışlardı. Abbasilerin hilafeti için çalışanlar Abbasilere bağlılıklarından emin olmadıkları, daha birçok şahsı da aynı şekilde cinayet ve suikastlarla yok etmekten çekinmemişlerdi.

Medine'de kendilerinden biri olan Muhammed bin Abdullah'a biat eden Hz. Hasan bin Ali hanedanı, ki diğer Haşimioğulları, özellikle de Mansur bile ona biat etmişti, Emevilerin yıkılışını ve H. 132 yılında hilafetin Ebu'l Abbas Saffah'a intikalini görür görmez Kufe'ye varmışlar, kendilerine yapılan biat adına Saffah'dan talepte bulunmuşlardı. Saffah bunlara para, maaş ve mukatalar vererek susturmuştu. Bunlarla beraber asıl biat sahibi olan Muhammed'in babası Abdullah bin Hasan da Kufe'ye gelmişti. Saffah onu saygıyla kabul etmiş ve kendisine, "Ne kadar para istersin?" diye sorunca Abdullah, "Bin bin (bir milyon) dirhem isterim. Çünkü bugüne kadar bu kadar çok parayı bir arada görmedim," demişti. Saffah henüz o kadar paraya sahip olmadığından, lbn-i Ebu Mukrin adında bir kuyumcudan borç alarak kendisine vermişti. Adı geçen Abdullah bir gün Saffah'ın huzurunda bulunduğu sırada Abbasi askerleri tarafından son Emevi halifesi Mervan bin Muhammed'den ganimet olarak alınan mücevherler huzura getirilir. Saffah, eline alarak çevirmeye başlar. Abdullah bu mücevherlere bakarken duygulanır ve ağlar. Bunun nedenini soran Saffah, "Mervan'ın kızları bu kadar çok mücevhere sahiptiler. Halbuki amcanın (yani kendisinin kızları) böyle bir saadet görmediler," cevabını verir. Saffah da tüm bu mücevherleri kendisine bağışlar. Daha sonra bir sarraf aracılığı ile bu mücevherleri seksen bin dinara (yaklaşık bir milyon dirheme) satın alır. Abdullah, Küfe'de bulunduğu müddetçe son derece saygı ve hürmet görüyordu. Saffah ondan çekiniyor, hala hilafeti düşünüp düşünmediğini anlamak istiyordu. Hareketlerini gizliden gizliye araştırmak için görevlendirdiği ajanları aracılığı ile hilafet düşüncesinden vazgeçmediğini anlayınca hırs ve tamahını söndürmek maksadıyla kendisine daha çok para ve ihsanda bulunuyor, adeta onu bu şekilde paraya gark ediyordu. Abdullah bu büyük servetle Mekke'ye dönmüş ve hepsini sefalet içinde bulunan aile bireylerine ve yakınlarına dağıtmıştı. Bu vaziyet gerçekten büyük sıkıntı içerisinde yaşayan yakınlarını çok sevindirmiş ve memnun etmişti.

Bununla birlikte Abdullah daha önce yapılan biat gereğince hilafeti kendi oğlu için talep etmekten de vazgeçmiyordu. Saffat da yine aynı şekilde kendisine ve ailesine izzet ve ikramda kusur etmiyordu. Ancak hakimiyetini sağlamlaştırmak uğruna sert ve haşin siyasetiyle ünlü olan biraderi Ebu Cafer Mansur 136/754'te hilafet makamına çıkınca, ilk düşündüğü şey Hz. Hasan ve soyunun hala hilafet düşüncesinde olup olmadıklarını tam manasıyla anlamaktı. Bunun için ajanlar görevlendirdi. Açıkça bir soruşturmaya maruz kalmamak için de Medine valisine, Medine'ye tahsis olunan maaşları gönderdiğinde, "Her kim sana müracaat ederse onun maaşını ver. Bizzat gelmeyenlere bir şey verme. Haşimioğulları'ndan maaş almaya gelmeyenler olursa hemen soruştur. Abdullah bin Hasan'ın çocukları Muhammed ve lbrahim'e karşı uyanık bulun," diye yazdı. Vali de emri uygulamış, başvuranlara maaşlarını bizzat dağıtmıştı. Yalnız Muhammed ve lbrahim maaş için gelmeyince, vali durumu halife Mansur'a rapor etti. Mansur onların bu hareketlerini kardeşinin zamanındaki sessizliklerine rağmen kendi devrinde hilafet mücadelesini başlatacaklarına bir işaret olarak kabul etti. Kardeşinin yaptığı gibi rakiplerini para ve menfaat karşılığında susturma politikasını da uygun görmüyordu. Bu nedenle Hz. Ali'nin soyundan gelen bu iki şahsa baskı yapmaya başladı. Bu yeni siyasetten rahatsız olan ve gönülleri kırılan Muhammed ve İbrahim, Abbasi devleti aleyhine ayaklanma başlatmaya karar vererek Horasan ve diğer şehirlerde bulunan yandaşları aracılığıyla kendi lehlerine propaganda faaliyetlerini başlattılar ve kendi adlarına taraftar toplamaya çalıştılar. Mansur bu durumu haber alınca yollara adamlar yerleştirerek, Muhammed ve lbrahim'le taraftarlar arasında karşılıklı olarak gönderilen mektupları ele geçirdi. Abdullah bin Hasan'a yazdığı bir mektupla da kendisini iki oğluyla beraber yanına davet etti. Abdullah oğullarının nerede bulunduklarını bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Mansur artık nasıl olursa olsun gerek iki oğuldan, gerekse hilafet talebinde bulunan diğer Şiilerden, özellikle de Medine' de oturan Hz. Hasan'ın çocuklarından tamamen kurtulmak amacıyla oradaki valisine bir mektup yazarak, Hz. Ali çocuklarının yakalanıp lrak'a gönderilmesini emretti. Hz. Ali'nin oğlu olan Hüseyin'in çocukları ayaklarında zincirler, boyunlarında demir tokalar olduğu halde, semersiz develer üzerinde lrak'a gönderildiler fakat bunlar içinde esas aranılan kişiler olan Muhammed ve İbrahim bulunmuyordu. Bunlar bir tedbir olarak gizlenmişlerdi. 15- 20 kişiden oluşan Peygamber torunları, Mansur'un huzuruna çıkarılınca, Mansur onların öldürülmelerini emretti. Aralarından yalnızca birkaç tanesi bu intikam kılıcından kurtulabilmişti.

Adına hilafet bayrağı açılan Muhammed tuzağa düşmemişti. Mansur Medine valisine tekrar tekrar sert emirler göndererek yakalanıp gönderilmesini ısrarla talep etti. Sıkı bir şekilde aranıldığını fark eden Muhammed bin Abdullah artık meydana çıkmaktan başka çare kalmadığını anlayarak Medine'de halifeliğini ilan etti. Medine halkı daha önce Abbasi halifesi Mansur'a biat etmiş olduğundan, şimdi de Muhammed bin Abdullah'a biatta bulunup bulunmamak konusunda kararsız kalmıştı. Bu yüzden büyük imam Malik bin Enes'den fetva istemeyi gerekli gördüler. İmam Malik, "Mansur'a yapılan biatın kendi istekleri ile olmadığını, Muhammed'e ise daha önce biat olunduğunu, bu yüzden birinci biatın ikinciden daha doğru ve daha haklı olduğunu" söyledi. Bunun üzerine Medine ahalisi Muhammed bin Abdullah'a yaptıkları biatı yenilediler. Hanefi mezhebi kurucusu İmam Ebu Hanife de aynı fikre katılmıştı. O da Muhammed'i daha faziletli ve daha haklı görüyordu. İşte bu sebepten her iki imam Mansur'un zulüm ve baskısına maruz kalmışlardı. Mansur H. 145 yılında Muhammed'in isyanını bastırarak onu öldürünce bu iki büyük imamın da en büyük hasmı olmuş, bilindiği üzere lmam Malik'i talak konusundaki fetvasını bahane ederek dövdürmüş, lmam Ebu Hanife'yi de kadılık görevini kabul etmediği gerekçesiyle hapsettirmişti.

Daha önce açıkladığımız üzere önceleri bizzat Mansur da Muhammed bin Abdullah'a biat etmişti. Kendisinin birdenbire sözünden dönerek ahdini bozması Ali yandaşları üzerine adeta yıldırım gibi ağır bir etki yapmıştı. Çünkü buna benzer gaddarlık yalnızca Emevilere özgü bir siyaset zannediliyor, Peygamber'in sülalesinden olan Haşimilerden beklenmiyordu. Hiç beklemedikleri zulümlerle karşılaşan Ali yandaşları Emeviler devrine rahmet okumaya, o devrin geri gelmesini arzulamaya başlamışlardı. Rivayete göre, Muhammed bin Abdullah, Mansur'a karşı hilafet mücadelesine kıyam ettiğinde bir şairin ağzından Emeviler hakkında bir mersiye işitince ağlamaya başlar. Amcası kendisine, "Abbasiler aleyhinde kıyam edip onlardan intikam almak istediğin halde Emeviler için ağlamak da ne oluyor? diye sorunca Abdullah da, "Amca! Gerçekten Emevilerden gönlümüz yaralanmıştı. Halbuki Abbasilerde onlardan daha fazla Allah korkusu yoktur. Fazla olarak Abbasiler bize karşı Emevilerden daha çok borçluydular. Emevilerin birtakım güzel huyları, faziletleri ve karakterleri de vardı. Ebu Cafer Mansur' da bunların hiçbiri yoktur," diyerek, Ehl-i Beyt'e karşı yapılan Emevi zulmünü Abbasi zulmünden daha hafif gördüğünü söylemekten kendini alamaz.


Abbasilerin Hakimiyetlerini Kuvvetlendirmede Tatbik Ettikleri Siyaset


Şüphe Üzerine Katl ve İdam


Verdiğimiz izahattan anlaşıldığı üzere Abbasiler hilafet mücadelesine başladıklarında, biri Ümeyyeoğulları ile taraftarlarını mağlup etmek, diğeri de hilafet isteğinde kendilerine rekabet eden Şia'nın çabalarını sonuçsuz bırakmak şeklinde iki büyük tehlikenin ortasında bulunuyorlardı. Geçen zaman ve tecrübe, devlet ve hakimiyetin Hz. Ali evladının istediği gibi Raşid Halifeler dönemindekine benzer bir biçimde, diyanet, salah ve takva üzerine bina olunamayacağını, oysa Şia'nın ölçüsünün bunlar olduğu ve bu yüzden başarılı olamadıklarını göstermişti. Aynı şekilde, Muaviye'nin saltanatı ancak deha, zeka ve hile ile ele geçirdiğini, Abdülmelik b. Mervan'ın da ancak kan dökerek ve şiddet kullanarak hakimiyetini sürdürdüğünü kendilerine öğretmişti.

Ebu Haşim b. Muhammed b. Hanefiye'nin, Muhammed b. ebi b. Abbas'a biatıyla hilafet hakkı Şia'dan Abbasilere geçmiş oluyordu. Muhammed b. Ali'den sonra da oğlu lbrahim lmam'a intikal etmişti. O da Ebu Müslim Horasani'yi bulunca, sert karakteri ile beraber onun zeka ve dehasını görmüş, onu bütün nakip ve serdarlara kumandan tayin etmiş, aşağıdaki emirleri göndermişti. Bu emirler Abbasilerin hakimiyeti temin için tatbik ettikleri siyaset felsefesi ve metodunun temel taşını oluşturmuştur:

"Sen bizim hanedanımızdan bir adamsın. Tavsiyelerime dikkat et. Şu Yemenlilere ehemmiyet ver. Cenab-ı Hak bu işi bunlar ile muvaffak edecektir. Rabia'yı onlara karşı suçlayıcı tut. Mudar'a gelince, bunlar ikametgahları bize en yakın olan düşmanlardandır. Her kimin sadakatinden şüphe edersen onu idam et. Horasan'da Arapça konuşur adam bırakmama pahasına da olsa hiç tereddüt etmeyerek bu hususta her şeyi yap. Beş karış boya ulaşan herhangi bir oğlanın bize sadakatinden emin olmazsan onu da hemen idam et..."

Ebu Müslim Horasani, İbrahim lmam'ın yanından çıktığı zaman işte bu emirleri almış bulunuyordu. Her mevkide bu emirlere uygun hareket ederek, Abbasilere sadakatinden şüphe ettiği kimseleri acımadan idam ediyordu. Ebu Müslim'in -savaş kayıpları dışında- birkaç sene zarfında yalnız bu amaçla idam ettiği insanların sayısı 600.000'e ulaşmıştı. Bu sayıya Şia'nın büyüklerinden birtakım zevat, nakibler ve Ebu Seleme Hallal gibi büyükler de dahildi. Ebu Müslim'in Abbasi devletinin kuruluşunda kılıcı ile yaptığı hizmet gibi, Ebu Seleme de serveti ile öylece hizmet etmişti. Bu yüzden Ebu Müslim'e "Emir-i Al-i Muhammed", diğerine de "Vezir-i Al-i Muhammed" adı verilmişti. Fakat Saffah Ebu Seleme'nin sadakatsizliğini, Şia'ya meylini Ebu Müslim'e söyleyince Ebu Müslim onun katlinde de tereddüt etmemişti. Ebu Seleme ile birlikte çevresindeki adamları ve memurları da idam edilmişti.

Ebu Müslim'den evvel Abbasi devletinin en büyük yandaşlarından olan Süleyman b. Kesir de aynı şekilde cezalandırılmıştı. Süleyman aslında herkesin sevip saydığı muhterem bir ihtiyardı. Abbasi devleti için her türlü fedakarlığı yapmıştı. Ebu Müslim, Ebu Seleme'yi katlettirdikten sonra Süleyman'ın da aynı fikir ve hissiyatta bulunduğu istihbaratını alınca, nezdine çağırmış ve kendisine, '"Her kimin sadakatinden şüphe edersen onu idam et!' şeklinde imamın bana vermiş olduğu emirleri hatırlıyor musun?" demiştir. Biçare ihtiyar bu hitaptan fena halde ürkerek, "Allah aşkına merhamet ediniz!" demişse de, Ebu Müslim, "Hayır, sen bu devlete sadık değilsin!" diyerek hemen idam ettirmiştir. İçlerinde birtakım ümera ve serdarlar dahil olduğu halde, bu uğurda Şia'nın dışında idam olunanlar da vardı. Ebu Müslim, bunların bazılarını hile ile, bazılarını da açıktan açığa gaddarca katletmişti. Kirmani adıyla bilinen, ünlü reislerden ve kahramanlardan Cedi' b. Ali Ezdi ile çocukları, maiyeti, büyükleri ve daha pek çok halk bunlar arasındaydı. Ebu Müslim o kadar çok kan dökmüştü ki, halk onun zulmünden ve gaddarlığından bezmişti. Kendi adamları dahil olmak üzere, Ebu Müslim, kimi huzuruna çağırsa o kişi ailesine vasiyetini yaparak, kefenini hazırlayarak giderdi. Abbasi serdarlarından bu hunharlığı hazmedemeyen bazıları, "Biz böyle kan dökülsün, haksızlık yapılsın diye Al-i Muhammed'e arz-ı itaat ve yardım etmedik," diyerek isyan ilan etmiş, otuz bin adam da kendilerine destek vermişse de, Ebu Müslim isyancılara karşı bir askeri kuvvet göndererek tamamını katlettirmişti.


Mansur ve Abbasi Devleti


Ebu Müslim Horasani bu zalimce siyaseti ile, Abbasilerin hilafeti ele geçirmelerini sağlamıştı. Önce hilafetin Emevilerden Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine intikalini sağlamış, sonra da Ebu'l Abbas Saffah'a biat ve Ümeyyeoğullarının sonuncusu olan Mervan b. Muhammed'in katliyle yetinmeyerek Emevilerden hayatta kalanları öldürmüş, bu uğurda Abbasileri teşvik, tehdit ederek veya şairlerin diliyle kışkırtarak Emevi soykırımına mecbur etmişti. Abdülmelik'in torunu Süleyman b. Hişam, Saffah'ın eman iltifat ve ikramına mazhar olmuştu. Onunla birlikte bazı Emevilere de eman verilmişti. Ancak Ebu Müslim halifenin huzurunda olduğu bir gün şair Sedife Emevilerin katlini teşvik eden bir şiir okutturmuş, halifenin intikam damarlarını kabartmıştı. Böylece Süleyman'ı da öldürtmüştü. Aynı şekilde, Ümeyyeoğullarından yetmiş kadar zat Saffah'ın meclisinde bulunurken diğer bir şair huzura girmiş, birkaç beyitle halifeyi kışkırtmış ve Emevilerin topluca katledilmelerine neden olmuştu. Hatta Saffah bunlardan bazılarını can çekişirken oturduğu minderin altına almış, eziyet ederek öldürmek gibi feci ve gaddar bir eylemde bulunmuştu. Bu arada kendisi de yemeğine devam ediyordu. Fakat herhalde şurası muhakkaktır ki geçen miladi asrın başlarında Mısır'da Kölemenlerin telef edilmelerine benzer bir şekilde Emeviler de emana mazhar olmuşken H. 112 senesinde anlaşmaya rağmen katledilmişlerdi.

Şair Sedif Emevilerin katline Abbasileri sevdiği için değil, ancak Emevilerden nefret ettiği, Hz. Ali ailesi namına intikam almak istediği için vasıta olmuştu. Çünkü kendisi Şia'dan biriydi. Hilafetin iki hanedan arasında ortak bir şekilde yürütüleceğini ümit ediyordu. Sonraları Mansur'un hilafeti büsbütün kendine ve hanedanına hasrettiğini görünce Abbasilere de düşman kesilmiş, onları da şiirleriyle hicvetmeye başlamıştı. Mansur bundan haberdar olunca gazaba gelmiş, Sedifin yakalanıp, diri diri gömülerek öldürülmesini emretmiş, valisi de aldığı emri yerine getirmiş ve şairi idam etmişti.

Abbasiler emanları altında bulunan Emevileri ortadan kaldırdıktan sonra başka yerlerde bulunan Emevileri ele geçirmek için epey gayret sarf etmişlerdi. Abbasilerin intikam kılıcından pek az Emevi canını kurtarabilmişti. Kurtulabilenlerin en meşhuru Abdurrahman b. Muaviye b. Hişam'dı. Bu şehzade, ileride görüleceği üzere Endülüs'e kaçarak orada Endülüs Emevileri Devleti'ni kuracaktır. Emevileri yok etme görevini Saffah'ın amcası Abdullah b. Ali üzerine almıştı. Bu zat Ehl-i Beyt imamları ve bilhassa Zeyd b. Zeynelabidin hakkında evvelce reva görülen Emevi zulümlerinin intikamını almak maksadıyla, Emevilerin mezarlarını kazmak, cesetlerin başlarını kesmek kadar vahşete girmişti. Hatta Emevi hükümdarlarından Hişam b. Abdülmelik'in henüz çürümemiş olan cesedini mezardan çıkarmış, seksen değnek vurduktan sonra da yakmıştı.

Mansur'un Emevileri ortadan kaldırmasından sonra, Ebu Müslim Horasani'nin hedefinde hilaeti Abbasilerin elinden almak isteyen Abdullah bin Ali vardır artık. Abdullah hilafet bayrağını açtığında, Ebu Müslim de Halife Mansur'un emriyle onun üzerine yürümüş ve yapılan savaşta galip gelmiş, ordusunda bulunan erzak, ganimet ve silahları zapt ve müsadere etmişti. Mansur bu suretle Abbasi muhaliflerini teker teker ortadan kaldırırken, Hz. Hasan hanedanını yok etmeyi düşünmüşse de Ebu Müslim Horasani'nin nüfuzundan çekinmiş, Şii rakiplerinden önce Ebu Müslim'in ortadan kaldırılmasının bir zaruret olduğunu anlamıştı. lbrahim lmam'ın, "Her kimin sadakatinden şüphe edersen onu katlet," biçimindeki emrine uyarak Ebu Müslim'i öldürmeyi kafasına koymuştu.

Mansur biraderi Saffah zamanında bile Ebu Müslim'den çekiniyor ve öldürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak kardeşi bunun zamanının gelmediğini söylüyordu. Saffah vefat edip, yerine Mansur halife olunca öncelikle Ebu Müslim'in ortadan kaldırılmasını düşünmüş, ancak bu sırada amcası Abdullah hilafet davasına kalkışınca, Ebu Müslim'i amcası ile mücadelede kullanmak zorunda kalmıştı. Mansur, Ebu Müslim'i amcası Abdullah'ın üzerine göndererek, iki düşmanı birbiriyle savaştıracaktı. Hangisi ölürse diğeri tek bir düşman kalacak, onun öldürülmesi de çok kolay olacaktı. Ebu Müslim Abdullah bin Ali ile yaptığı savaşı sona erdirince Mansur yukarıda açıklandığı gibi, kendisini Horasan'dan huzuruna davet etmişti. Perdeler arkasına silahlı adamlarını saklamıştı. Ebu Müslim'i pek güvenilir bir misafir gibi huzuruna kabul etmiş, silahlarını da kurnazlıkla elinden almış, kendisini önce azarlamış, sonra ikaz etmiş, daha sonra vakti gelince ellerini birbirine vurarak suikastı başlatmıştı. Perde arkasında işareti bekleyen silahlı adamlar hemen meydana çıkarak Ebu Müslim'i öldürmüşlerdi. H. 136/754'da Ebu Müslim'in cesedini bir kilime sardırdıktan sonra ileri gelen adamlarından bazılarını huzuruna çağırmış, katlettiğini onlara hissettirmeksizin öldürülmesi hakkındaki fikrini sormuştu. Adamlarından biri, "Eğer başındaki bir kıla dokunup da intikam hırsını uyandırmışsak, asla fırsat vermeyerek onu öldürmelisin," mütalaasında bulunmuştu. Bunun üzerine Mansur kilimi açtırmış, o yolda görüşünü açıklayan zat, Ebu Müslim'in gerçekten idam edildiğini görünce Mansur'a, "Bu günü hilafet döneminin ilk gerçek günü saymalısın!" demişti.

Mansur bu şekilde Ebu Müslim tehlikesini ortadan kaldırınca, bunun halk üzerindeki olumsuz sonuçlarından çekinmiş, Ebu Müslim taraftarlarının muhtemel isyanını gözlemeye başlamıştı. Gerçekten de çok geçmeden Ebu Müslim'in taraftarlarından "Ravendi" adı verilen bir grup, Mansur'a karşı büyük bir ayaklanma başlatmıştı. Bu kargaşa sırasında ünlü reislerden Muin bin Zaid yetişip de destek vermemiş olsaydı, Mansur'un hayatı tehlikedeydi. Mansur sonunda Ravendiye grubundan olan bütün isyancıları ortadan kaldırmış, ancak arkasından bir başka ihtilal patlak vermişti. Artık hayatının tehlikede olduğunu anlayan Mansur, kendisi için müstahkem bir sığınak olmak üzere Bağdat şehrini inşa ettirmişti. Daha sonra Şia taraftarlarının da hilafet iddialarını tamamen ortadan kaldırmak için üzerlerine asker sevk etmiş, Muhammed bin Abdullah'ı da öldürtmüştü. Mansur bir taraftan Şiilerle mücadele ederken, diğer taraftan özellikle amcası Abdullah'ın da dahil olduğu, hilafete göz diken Abbasilerle de mücadele ediyordu. Ebu Müslim her ne kadar amcası Abdullah'ı mağlup etmişse de öldürmeyi başaramamıştı. Mansur, kurnaz bir siyasetle, Abdullah'a eman verdiğini içeren bir mektubu iki oğlu ile göndermiş ve onu yanına getirmeyi başarmış, hapishaneye atmıştı. Daha sonra amcasının oğlu olup Küfe'de vali bulunan İsa bin Musa'nın da hilafet talebiyle isyan edeceğini gizlice öğrendi. Ama haberi yokmuş gibi davranarak ileri gelen adamlarından bile gizlediği bir tuzağa düşürmek için onu da davet etti. Yanına vardığında olağanüstü bir iltifat ve saygıda bulundu. Huzurunda mevcut olan bütün devlet adamlarını dışarı çıkararak onunla yalnız kaldı. Baş başa onunla konuşmaya başladı. "Ey amcaoğlu! Seninle öyle bir iş için görüşeceğim ki onu yapabilecek ve bana bu hususta yardım edecek senden başka kimse bulamıyorum. Senin ikbalinin devamı benim hilafetimin devam etmesiyle olabilir. Şu halde ikimizin de mevkimizi güçlendirip sağlamlaştırmayı temin edecek bir işin yapımında sana tam güvenebilir miyim?" diye sordu. İsa, "Müminlerin Emiri'nin kuluyum, her ne emrederse yapmaya hazırım!" cevabını verdi. Mansur, "O halde beni dinle! Amcamız Abdullah'ın hakkımızda olan iyi niyeti bozulmuş ... Öyle haince planlar yapıyor ki çoktan idama müstahak olmuştur. Vücudunu ortadan kaldırmazsak devletimiz için rahat yoktur. Onu yanına al, Küfe'ye götür. Sonra gizlice idam et." İsa bu emri yerine getireceğine söz verdiğinden, amcası Abdullah kendisine teslim olunmuş, beraberinde Küfe'ye götürmüştü. Mansur aslında çok gaddarca bir plan içerisindeydi. Önce amcası Abdullah'ı amcasının oğlu İsa'ya katlettirecek, sonra verdiği emri inkar ederek İsa'yı katil ilan edecek, işlediği cinayete karşılık öldürülmesi için Abdullah'ın kardeşleri olan amcalarına onu teslim edecekti. Bu hile ile bir taşla iki kuş vuracak, aynı anda iki düşmanı ortadan kaldırmış olacaktı. İbrahim İmam tarafından şüphe duyduğu anda bile 

adam öldürmeyi mubah gören metot, halk arasında haklı haksız birçok ithama ve birçok cinayete vesile olurken Mansur tarafından Abdullah'ın katline dair bu şekilde sadır olan emir lsa'yı tereddüde düşürmüş ve bu işte kötü bir amaç olduğunu hissettirmişti. Bunun üzerine lsa, karakterine, doğru fikirlerine güvendiği bazı kişilerle bu konuda istişarede bulunmuş ve sonucun çok vahim neticeler doğurabileceği şeklindeki nasihatlere dayanarak amcasının öldürülmesinden çekinmiş, yalnızca hapsetmekle yetinmişti. Bir müddet sonra Mansur kurduğu planın gereği olarak, amcasının kendisine teslimini ister. lsa, Abdullah'ı canlı olarak teslim edince Mansur ne şekilde olursa olsun onun vücudunun ortadan kaldırılmasını gerekli gördüğünden, amcasını bir odada idam eder.

Mansur'un hakimiyetini sağlamlaştırmak amacıyla kullandığı bu gibi hile ve tuzakların, şiddet ve kan dökücülüğün birçok örneği vardır. Amcası Abdullah'a yaptığı gibi, eman verdikten sonra rahatlıkla sözünden dönüyor ve ahdini bozuyordu. Bunun gibi bir ahid de Vasıt'ta bulunan Emevi valisi lbn Hubeyre'ye verilmişti. Saffah'a biat edince kardeşi Mansur'u bu valiye göndermişti. Mansur ile lbn Hubeyre arasında bazı göıüşmeler yapılmış, kendisine Abbasilerce eman verilmiş, anlaşılmış ve bir de emanname verilmişti. lbn Hubeyre emannameyi aldığı halde yine de bir türlü emniyet edemediğinden, kırk gün boyunca bu emanname üzerinde alimlerle istişarede bulunmuş, doğruluğuna kanaat getirince kabul ederek imzalanmak üzere Mansur'a iade etmiş, Mansur da Saffah'tan aldığı izin ve yetkiye dayanarak emannameyi imzalamıştı. Mansur önceleri bu vesikanın hükümlerine saygılı davranmış, verdiği ahdi bozmak istememişti. Ancak o sırada henüz yaşıyor olan Ebu Müslim işe karışarak, "Düzgün bir yola taş koyarsanız, gelip geçmek güçleşir. lbn Hubeyre bu yolda taş oldukça o yol emin ve iyi bir yol olamaz," demişti. lbn Hubeyre elinde eman olduğu halde Mansur'un yanına geldiği bir günde yine de katledilmişti. Bu olayda da yine "şüphe metodu" dairesinde hareket olunmuştu. 

Böylece daha önce de bizzat Ebu Müslim'e de eman verilmişken, "şek ve şüphe kanunu" uygulanarak bunun da idamından çekinilmemişti. Mansur'un ahdinden dönme ve sözünü tutmama özelliği halk arasında da yayılmıştı. Ali sülalesinden Muhammed bin Abdullah daha önce sözünü ettiğimiz şekilde hilafet mücadelesine kalkıştığı zaman Mansur muhtemel bir ayaklanmadan korkarak kendisine emanla birlikte bazı menfaatler de teklif etmişti. Muhammed, "Acaba hangi emanı vereceksiniz? lbn Hubeyre'ye, amcan Abdullah'a ve Ebu Müslim'e verdiğin emanlar gibi mi?" cevabını yazıp Mansur'a göndermişti.

Gerek Ebu Cafer Mansur, gerek Ebu Müslim tarafından hakimiyetlerini sağlamlaştırmak amacıyla kullanılan metotlar, sonraki Abbasi halifeleri tarafından da uygulanması mubah bir kanun olarak kullanılmıştı. Bununla birlikte bu şiddetli baskı ve ahid tanımaz icraat onlara karşı duran şahıslara uygulanıyordu. Oysa Abbasilerin diğer insanlara karşı olan icraat ve davranışları ileride de görüleceği üzere, hakkaniyet ve adalet esasları üzerine kurulmuş bulunuyordu. Abbasi hilafetinin kurucuları veya onlara yardımcı olanlar bağışlanması mümkün olmayan büyük bir suçlu kabul edilir, hayatları daima tehlikede bulunurdu. Bunlardan her kim halifenin yanına davet edilse kendisini ölüme mahkum sayar, gitmeden önce ölüm hazırlıklarını yapardı.

Mansur, Endülüs Emevi devletini kuran Abdurrahman bin Muaviye için de iktidarı ele geçirmenin mubahlığı açısından bir örnek teşkil etmişti. Abdurrahman ölümden kurtulmak üzere lrak'tan firar ederek Şam ve Afrika yoluyla Endülüs'e ulaşmıştı. Oraya varır varmaz kendisine sadık olan adamlarından, bilhassa Bedir adındaki bir azatlısından büyük yardım ve destek görmüş, O da Ebu Müslim Horasani'nin Abbasi devletine yaptığı yardıma benzer bir hizmette bulunmuş ise de, Abdurrahman iktidara gelir gelmez Bedir'in tüm mallarına el koymuş, kendisini hapsettirmiş, daha sonra da sürgüne göndermişti. Bedir hayatının sonuna kadar sürgünde kalmıştı. Abdurrahman aynı muameleyi kendisine destek veren grupların reislerine de uygun görmüştü.

Abbasi halifelerinin iktidarlarını güçlendirmek amacıyla, hizmetlerde bulunup fedakarlık yapanların karşılaştıkları kötü son ve hunharlık halk arasında sanki normal bir olaymış gibi yayılmıştı. Öyle ki, halifeler bile lüzum gördüklerinde bunu itiraf etmekten çekinmiyorlardı. Abbasi halifelerinin 6'ncısı olan Emin, Abbasi devletinin büyük serdarlarından Tahir bin Hüseyin'in Me'mün'a destek verme konusunda fedakar davrandığı için Horasan ordusunun komutanlığını elde ettiğini, Emin'in askerini mağlup ettiğini ve devletinin zevaline ramak bıraktığını görünce, kendisine bir mektup göndererek Abbasi halifelerine her kim büyük bir fedakarlık ve sadakatle hizmet etmişse ölüm ve idamdan başka bir mükafat görmediğini, bu nedenle ya böyle bir sonu göz önüne alarak çabasını sürdürmesini veya bu taraftarlığı terk etmesi lazım geleceğini içeren bir mektup yazıp kendisine göndermişti. Aslında gerçekten de Me'mun sözü edilen Tahir'in fedakarane hizmetleri ile hilafet makamına çıkmış, Mansur'un Ebu Müslim'e yaptığı gibi aynı sebep ve bahane ile Tahir'i idam etmeye çalışmış, yakınında bulunan bir köle vasıtasıyla onu zehirletmekten çekinmemişti.


Abbasilerin Reaya Hakkındaki Siyasi Yöntemleri


İranlı Mevali


Abbasi devleti mevali ve gayrimüslimler de dahil olmak üzere İranlılar ve diğer milletlerin yardımlarıyla kurulmuş bir devletti. Bu kadar geniş bir kitle, Emevi idaresinden usanmış olmanın verdiği intikam duygusuyla Ehl -i Beyt'e yaklaştı. Bu unsurlar arasında en önemlisi İranlılardı.


İslamiyet'ten önce İranlılar ve Araplar


İranlılar siyaset ve hakimiyet sahibi, köklü bir uygarlığa sahip bir millet olup, eski zamanlardan beri devletler kurmuş, idari yetenekleri güçlü, kanun ve nizamlar koyan bir milletti. Devletlerinin egemenliği, şan ve şevketleri çok büyümüştü. Yunan ve Roma uygarlıkları gibi eski dünyanın iki büyük devleti ile uzun yıllar boyu savaşmış, sayısız büyük komutan, alim, filozof ve bilgin yetiştirmiş, eski bilimler ve felsefeyi kendi dillerine tercüme etmişlerdi. Aslında lranlıların tarihin ilk çağlarından beri işgal ettikleri mevki ve önemleri büyüktü. Tarih boyu hakim olan sülale ve idarecilerin dışında lran'ın siyasi hayatında birtakım hanedan aileler şöhret bulmuşlardır ki bunların en ünlüleri yedi hanedandır. Mısır firavunları, Yunanlılar ve Romalıların bıraktıkları kitabeler ve kültürel miras gibi İranlılar da eski başkentleri olan Istahr şehrinin ve diğer kadim şehirlerinin harabeleri üzerinde medeniyetlerini, zengin tarihlerini gösterir bir miras ve birçok tarihi eser bırakmışlardır. Fars ülkesi dahilinde, hudut boylarında, Irak ve Cezire'nin iki ırmağı arasında mevcut olan Arap kabileleri lranlıların himayesi altında bir Arap hükümeti kurmuşlardı. Bu hükümet idare merkezi Hire şehri olan Münzir veya Menazire hükümetiydi. Bu ilişkilerden dolayı İranlılar, hatta hükümdarları bile çoğunlukla Arapça öğrenmekten ve Arapça şiir yazmaktan geri kalmazlardı. Rivayete göre Fars hükümdarlarından Behram bin Yezdicürd bin Sahur burada büyümüş, Arapça'yı öğrenmiş, Arapça şiirler yazmıştı. İranlılar kendi divanlarında yazışma veya -özellikle Kisra Nuşirevan devrinde Yemen bölgesi İranlıların hakimiyetine girdikten sonra- Hicaz, Yemen ve Necd Araplarından Kisra'nın ülkesine gelenlerle kendileri arasında tercüme işi için Arap memurlar görevlendirirlerdi.

İran divanlarında ve bürokrasisinde istihdam olunan Arap katiplerin en ünlüleri Mudar kabilesinden Adiy bin Zeyd ailesiydi. Bu dönemde Araplar arasında yazabilenler pek azken gerek Adiy gerekse babası ve dedesi en usta katiplerdendiler. Adiy'in büyük babası Hammaz bin Zeyd bin Eyüb Hire'deki Münzir hükümdarlarından Numan'ın katibiydi. Bu vesileyle İranlılar nezdinde hatırlı bir mevki sahibi olmuştu. Oğlu Zeyd'i küçük yaştayken dostlarından ve Fars devlet adamlarından bir köy yöneticisinin himayesine emanet etmişti. Zeyd bu köy muhtarının özeni sayesinde iki dili, yani Arapça ve Farsça'yı mükemmel bir biçimde öğrenmişti. Köy muhtarı, terbiyesi, altında olan gencin üstün yeteneğini görünce "Berid"e (posta işleri) memur edilmesini Kisra'dan istirham etmişti. Halbuki lran devletinde bu memuriyete Merazibezadelerden başka kimse nail olamazdı. Zeyd bu makama çıktıktan sonra büyük yararlılık gösterdi. Yeteneği sayesinde önemli mevkilere yükseldi. Hatta Kisra'nın çok önemli devlet işlerini istişare ettiği özel bir danışmanlığa kadar yükseldi. Bu arada kendisinin Adiy adında bir oğlu da olmuştu. Onu mükemmel bir terbiyeyle büyüttü. lran asilzadeleri gibi ona silahşorluk ve süvarilik öğretti. Kisra, Adiy'i en yakınları arasına soktu. Medain'de saray divanında katip yaptı. Adiy yavaş yavaş büyük bir nüfuz sahibi oldu. Kisra onu en ileri gelen adamlarıyla huzuruna kabul ediyor, önemli meselelerin çözümü için Rum imparatoruna özel bir heyet göndermek istediğinde onu da beraber gönderiyor, Araplarla İranlılar arasındaki ilişkilerde bir karışıklık olup da Araplar isyan çıkardığında arayı bulup ıslahat yapması için onu görevlendiriyordu. Hire'deki Arap hükümdarı ölünce kendisiyle istişarede bulunmaksızın onun yerine yeni bir hükümdar tayin etmiyordu. Hire hükümdarları Yemenli, Adiy ise Muzarlı olduklarından, onun bu derece yüksek bir konum ve nüfuz sahibi olması Hire hükümdarlarının kıskançlığını celbediyordu. Hakkında kurdukları komplolar ve iftiralar sonucunda nihayet Adiy, Kisra tarafından idam edildi. Kendisinden sonra yerine oğlu Zeyd, Kisra tarafından Arap hükümdarlarıyla yapılacak yazışmaların katipliğine (münşilik) ve özel müsteşarlığa tayin olundu. Araplar her sene Kisra'ya muayyen bir vergi veriyor, diğer işlerle birlikte bu işi de Zeyd takip ediyordu.

Müslüman Araplar lslam'dan sonra kurdukları devletlerde İranlıları görevlendirdikleri gibi İranlılar da İslam öncesi Arapları kendi hizmetlerinde bulundurmuşlardı. Böylece Arapların daha sonra hakimiyeti ellerine geçirip yönetici grup olarak milliyetçi duygu ve gururlarını her geçen gün yükseltmelerine benzer bir şekilde, İranlılar da eski şanlı devirlerinde aynı duygularla dolu hakim bir devlet olarak yaşamışlardı. Kendilerini hür ve efendi, diğer toplumları da köle ve esir kabul ediyorlardı. Maalesef idareyi ele geçirmeyi başardıktan sonra gurur ve kibir duygusuna kapılan ve yönetimleri altındaki halkları aşağı gören milletlerde bu gibi duygular her zaman olmuştur.

İslamiyet'in zuhuruyla birlikte Kisralıların devleti yerine Raşid Halifelerin devleti hakim olunca, bu yeni durum -özellikle Emevilerden gördükleri baskı ve zilletten sonra- ağır gelmişti. İranlılar her fırsatta Emevi devleti aleyhine isyan çıkarmaktan geri durmuyorlardı. Emeviler de isyan edenlere karşı ordu gönderip isyanı kanlı bir biçimde bastırıyor, onları her türlü zulüm ve zorbalığa layık görüyor, şehirlerini mancınıklarla dövüyor, ahalisini kılıçtan geçiriyorlardı. Bu savaşlarda İstahr şehrine sığınan İran hanedanlarının büyük kısmıyla devlet ileri gelenlerinin çoğu öldürülmüştü. Bu derece üzerine gidilen bir milletin devlete isyan edenlerin arasına karışarak onlara destek vermesi doğal bir sonuçtu. Bununla birlikte verdiğimiz izahlardan anlaşıldığı üzere İranlılar, Abbasiler adına yapılan ihtilalden başka hiçbir isyanda başarılı olamamışlardı. Abbasilere destek vermeleri de Emevilerin zulüm ve baskısından, Arap kavmiyetçiliğinin tahakkümünden kurtulmak için değil, belki daha önce de geçtiği gibi hakimiyeti kendi soylarına kazandırmak düşüncesinden kaynaklanıyordu.


İranlı Mevalinin Devlet Dairelerinde Görevlendirilmeleri


Abbasiler idareyi ele geçirince devletlerinin başkenti olarak kendi taraftarlarının yaşadığı Küfe'yi, daha sonra da Haşimiye'yi tercih etmiş, oradan da Mansur tarafından Dicle Nehri üzerinde kurulan Bağdat şehrine geçmişlerdir. Kendilerine destek olan İranlıları, özellikle de Ebu Müslim Horasani'nin maiyeti altında kendi adlarına hilafet uğruna fedakarca hizmette bulunan adamlara itimat ederek, maiyetlerinde ve önemli devlet makamlarında görevlendirmekten çekinmemişlerdir. Abbasi devletinde büyük makam sahibi olmuş İranlıların en ünlüsü Bermeki vezirlerinin atası olan Halid bin Bermek'tir. Kendisi Ebu Müslim'in emrinde savaşan ordu komutanlarından biri olup, yapılan savaşların hepsinde hazır bulunmuş, Ehl-i Beyt'e büyük hizmetler yapmıştır. Babası Belh Mecusilerinden olan Bermek, söz konusu şehirde Nevbihar adıyla şöhret bulan bir ateşgedenin mütevellisi ve nazırıydı. Hem kendisi, hem de oğulları bu ibadethanenin hizmetini yürütüyorlardı. Bermek, lran halkı arasında da büyük bir makam sahibiydi. Oğlu Halid lslam'ı kabul ederek Ebu Müslim'in emrinde askerlik yaptıktan sonra Abbasilere katılmış, akıl ve basiret sahibi biri olduğundan, kısa sürede onların güvenini kazanmış, Ebu Müslim gibi intikam ateşlerini yakmaya fırsat vermemişti. Saffah, Halid'de gördüğü dirayet ve iktidara dayanarak kendisini vezir tayin ettiği gibi, kendisinden sonra halife olan Mansur da yine bu görevi devam ettirmişti. Ebu Müslim'in öldürülmesinden sonra lran topraklarını işgal eden Kürtler ile yapılan savaşta Halid, halife Mansur'a önemli hizmetlerde bulunmuştu.

Kendisinden sonra vezirlik görevi çocuk ve torunlarından birbirine, önce oğlu Yahya'ya, daha sonra torunu Cafer'e intikal etmiştir. İleride açıklayacağımız nedenlerden dolayı Bermekilerin iktidarının sona ermesi bu sonuncu şahsın vezirliği döneminde olmuştur. Abbasiler kendi özel maiyetlerinde bile İranlıları görevlendirmeye büyük özen göstermişlerdir. İranlı mevali ve gulamları özel maiyetinde ve en önemli işlerinde ilk görevlendiren halife Mansur olmuştur. Öyle ki bunlara Arapların üstünde bir makam ve mevki vermiştir. Kendisinden sonra gelen halifeler de onun yolunu izlemişlerdir. Halife Mansur ölümünün yaklaştığını anlayınca mallarının üçte ikisini mevalisine vasiyet ettiği gibi, onlara saygı duyulmasını, hukuklarının gözetilmesini de tavsiye etmişti. Oğlu Mehdi'ye yaptığı vasiyetinde özetle şu uyarılarda bulunmuştu:

"Mevaliyi nazar-ı dikkatten uzak tutma. Onlara iyi muamele ve iltifat göster, kendine yaklaştır, sayılarını da çoğalt. Çünkü onlar felaket zamanlarında senin kuvvetin ve dayanağındır. Özellikle Horasan ahalisine ehemmiyet ver. Zira bunlar bu devletin kurulması uğrunda mal ve canlarını tüketmekten çekinmeyen en sadık destekçi ve yandaştırlar. Bunların sana olan irtibat ve muhabbetlerini güçlendirmek için daima kendilerine iyilik ve cömertlikte bulun. Kusurlarını affet ve güzel hizmetlerini ödüllendir. Onlardan vefat edenlerin yerine oğullarını ve akrabalarını hizmete al. "

Horasan halkına, Abbasi yöneticilerinin saygı ve şefkatle davranmaları doğal bir şeydi. Ancak Araplar, İranlıların kısa sürede bu derece yüksek mevkilere çıkmalarının sebep ve hikmetini anlayamamışlardı. Araplar halifenin yanına çıktıklarında Horasanlıların tam bir serbestlik içinde gelip gittiklerini, adeta halifenin yakın akrabası gibi huzuruna girip çıktıklarını, Arapların ise bilakis halife kapısında uzun müddet bekletilerek ancak büyük zahmet ve sıkıntıdan sonra huzura kabul edildiklerini görüyor ve çok üzülüyorlardı. Rivayete göre Arap şairlerinden Ebu Nuhayle Mansur'un kapısında uzun zaman beklediği halde halifenin huzuruna girebilmek için izin alamamıştı. Mansur'un huzuruna rahat bir şekilde girip çıkan Horasanlılar halifenin kapısında bekleyen, üstü başı pejmürde bu Arap şairinin haline, kıyafetine bakarak kendisiyle alay etmişlerdir. Tam bu sırada şairin dostlarından biri devletin halini sorunca Ebu Nuhayle, "Eyvah! Meğer devlet köle ve mevalinin devletiymiş," cevabını vermiştir.

Mansur'un oğlu Mehdi önemli bir iş hakkında görüşmek için yakın adamlarından oluşan bir meşveret meclisi kurduğunda, ilk önce mevali söz söylüyordu. İranlılar diğer konularda da bu şekilde ileri bir konuma yükselmişlerdi. Halifenin özel maiyet memurları, devlet adamları ve hükümet İranlılardan teşekkül etmişti. Vezirler, serdarlar, valiler, başkatipler, mabeyinciler İranlılardan seçiliyordu. Söz konusu makam ve mansıplar halifelik gibi çoğunlukla babadan evlada intikal ettiği için, İranlılar bu devlette kendilerini yabancı görmüyor, adeta bir lran devletinde bulunduklarını kabul ediyorlardı. Birtakım lranlı aileler vezirlik veya valilikle şöhret kazanmışlardı. Bermek, Vehib, Kahtaba, Sehl ve Tahir aileleri bunların en önemlileriydi. Bütün devlet işleri vezirlerin görüş ve idaresine bağlıydı. Vezirler istediklerini nasb ve azletmede serbesttiler. Vezaret görevine her çıkan şahıs, valiliklere kendi doslarını veya adamlarını tayin ederdi. Abbasiler bu dönemde memleketin idari sistemini adalet esasları üzerine kurmaya çalışıyordu. Bu ortamda halk emniyet ve güven bulmuş ticaret, sanayi ve ziraata yönelmiş, Emeviler zamanında yaşadıkları baskı ve istibdadı unutmaya başlamıştı. Artık bir söz ve fikir hürriyeti, din ve mezhep hürriyeti devrine girilmiş, Arap şovenizmi ve dar kabilecilik zihniyeti de bir ölçüde ortadan kaldırılmıştı. Bu yüzden her din ve ırktan tüm ahali rahat, huzurlu ve asayiş içinde bir yaşam sürdürmeye başlamıştı.

Daha sonra Türkler, Me'mün'un devrinden sonra devlet yönetimini ele geçirince, İranlılar her ne kadar eski güç ve etkinliklerini kaybetmişlerse de yine de önemli bir mevki ve etki unsuru olarak kalmış, halifenin özel hizmetlerinde ve devletin önemli işlerinde katiplik ve komutanlık gibi memuriyetleri işgal etmeye devam etmişlerdi. Bu tarihten itibaren devlet mansıpları artık yalnızca İranlıların elinde değildi. Artık her makamda her çeşit Müslüman'a rastlanabiliyordu. Bunların hepsi de "mevali" adıyla biliniyordu. Hemen tamamı devlete, halife ve valilere tam bir samimiyet ve fedakarlıkla hizmet ediyorlardı.


Abbasiler Devrinde Gayrimüslimler


İranlılar Abbasi devletini teşkilatlandırırken muhasebe, bürokrasi, kitabet ve vergi memurluğunda yetenekli Irak ve Şam bölgesi gayrimüslimlerine önemli görevler vermiş, dolgun maaş ve atiyelerle devlet hizmetine davet etmişlerdi. Gayrimüslimler, devletin mezheplerine toleransla yaklaştığını, nesep farklılığından dolayı kimseye zorbalık ve baskı yapılmadığını, hangi din veya mezhepten olursa olsun yetenekli insanların takdir edildiğini görünce, gönüllü olarak Abbasilerin hizmetine koşmuşlardı. Öbür taraftan, Abbasiler de bu bilgili ve maharetli insanlara devletin divan ve bürokrasisini çekinmeden teslim etmişlerdi.

Abbasiler devrinde yetişen sarrafların, kuyumcuların çoğu Yahudi olduğu gibi devlet katipleri arasında da birçok Hıristiyan vardı. Bazen bir Hıristiyan, harp nazırı (savunma bakanı) bile olabiliyordu. Hatta bu görevde bulunduğu sırada bazen o kadar önemli bir makam ve nüfuz sahibi oluyordu ki, Müslüman devlet adamları ve ileri gelen idareciler bile onun elini öpmek için yanına koşarlardı. Malik bin Velid, Abbasiler devrinde bu göreve tayin olunan Hıristiyanlardan biriydi. Halife Mutazitbillah tarafından tayin edilmişti. İsrail Nasrani de yine Abbasilerin harbiye nazırlığında bulunan Hıristiyanlardan olup bu mansıbı kendisine Nasırlidinillah tevcih etmişti. Bazı Hıristiyanlar da veziriazamlığa kadar terfi edilmişlerdi. Aynı şekilde Ebu'l Ala Sait bin Sabit, Müttakibillah zamanında veziriazam payesini elde etmişti. Abbasilerde hükümran olan bu itidal ve dini müsamaha, Mısır'da kurulan Fatımileri de büyük oranda etkilediği için, bu devlette de gayrimüslimler büyük mevkiler işgal etmişlerdi. Birçok gayrimüslim veziriazam ve başkatiplik gibi önemli devlet işlerinde mevki ve nüfuz kazanmıştı. Fatımilerden Azizbillah, Hıristiyanlardan İsa bin Nesturas'ı ve Musevilerden Münşa'yı büyük vezir yapmıştı. Gerek Hıristiyanlar gerek Museviler bu iki vezirin devrinde itibar ve güç sahibi olmuşlardı. Hakim bi-emrillah zamanında saltanat naibi ve veziriazam olan Bercivan'ın katibi Fehd bin İbrahim Nasrani, Fatımiler devletinde önemli mevkilere yükselen gayrimüslimlerden bir başkasıydı. Fehd, Bercivan adına fermanlar yazar, kendisine reis adı verilir, geniş yetkilerle devlet işlerine müdahalede bulunurdu. Hıristiyanlar bu adamın zamanında aktif görevlere yükselmiş, neredeyse tüm devlet işleri Hıristiyanların eline geçmişti. Aslında gerek Hakim bi-emrillah gerek Hafız bin Muhammed devrinde devlet Hıristiyan ve Musevilerin kontrolündeydi. Genellikle Hıristiyan ve Museviler, özellikle Şam bölgesi Hıristiyanları tıp, felsefe, mütercim ve bürokrat sınıfındandı. Halifeler tarafından kendi özel maiyetlerinde özel görevler verilen şahısları da gözden uzak tutmamak gerekir. Şam bölgesi Hıristiyanları tüm bilimleri Fars ve Süryani dillerinden Arapça'ya tercüme etmekle lslam uygarlığının yükselmesinde önemli görevler üstlenmişler, büyük hizmetlerde bulunmuşlardı. lslam ülkesinde cari olan, din hürriyeti, halife ve devlet adamlarından gördükleri iltifat ve anlayış sayesinde hemen her dil ve dinden çeşitli unsurlar, bilim ve kültür aşığı halife ve valilerin çevresinde toplanarak, tam bir huzur içinde hayatlarını sürdürmüşler, hem dini hem de pozitif bilimlere değer biçilemeyecek ölçüde katkıda bulunmuşlardı.

Abbasilerin kuruluş yıllarında halifeler ruhani reislere de oldukça saygılı davranır ve onlarla meclislerinde sohbet ederlerdi. Abbasi halifelerinin dördüncüsü olan Hadi, çoğu zaman piskopos Timotheus'u huzuruna davet eder, onunla dini sohbetlerde bulunur, birçok zor meseleyi ona havale ederdi. Hadi ile piskopos arasında cereyan eden uzun münazaralar piskopos tarafından bir kitapta toplanmıştır. Harun Reşid ve diğer halifeler kendisi ile benzer sohbet ve tartışmalar yapardı. Halifeler bu müsamahalı davranışları ile Hıristiyanların yeni kilise inşa etmemeleri, özel günlerde açıkça ayin yapmamaları, devlet hizmetinden men olunmaları gibi Hz. Ömer'in ahidnamesinde yer alan sınırlamaların bazılarını uygulamaktan kaçınmışlar, onlarla daha sıkı ve samimi münasebetler kurmuşlardı. Hatta Hıristiyanlara gösterilen aşırı hürmet ve toleransın bir sonucu olarak, bazen halifelere Hıristiyan azizlerin resimleri hediye edilir, halifeler de bunları kabul etmede bir sakınca görmezlerdi.


Abbasiler Devrinde Gayrimüslimlere Yapılan Baskılar


Tüm bunlara rağmen bazı halifeler Hz. Ömer'in ahidnamesine uygun olarak Hıristiyanlar hakkındaki kısıtlamaları uygulamak için birtakım baskı yöntemlerine yönelmişlerdi. Abbasi halifeleri mutlak bir hakimiyetle hükümlerini yürütüyordu. Yani mutlak otoriteydiler. Hükümdarın emir ve hükümleri onun ahlak ve tavırlarıyla alakalıydı. Bazıları Hıristiyanlara müsamahakar ve anlayışlı davranırken diğer bazıları da Harun Reşid ve Mütevekkil'in yaptıkları gibi tam aksi bir muamelede bulunurlardı. Örneğin H. 247/861 yılında vefat eden Mütevekkil, Hıristiyanlara karşı katı bir halife, belki de Abbasi halifelerinin en sert olanlarından biriydi. Kendisi lslamiyet'in doğuşundan sonra yapılan kiliselerin yıkılmasını emrettiği gibi, Hıristiyanların devlet hizmetinde görevlendirilmelerini ve özel günlerinde haç çıkarmalarını yasaklamış, Hıristiyanların kapılarına tahtadan yapılmış bir şeytan resminin konulmasını, bal renginde sundurma (boyunduruk veya boyunluk) giymelerini, kuşak bağlamalarını, tahtadan yapılmış üzengili eyerlere binmelerini, erkeklerin asıl elbisenin rengine ters, ayrı ayrı renklerde, her biri dört parmak kadar iki yamayı taşıyor olmalarını, Hıristiyan kadınlarının da bal renginde çarşaf giymelerini emretmiş ve Hıristiyanları kemer kuşanmaktan men etmişti.

Bununla birlikte Mütevekkil'in yaptığı bu baskıları çok da tuhaf görmemek gerekir. Zira kendisi bu katı tedbirleri sadece gayrimüslimlere değil, tüm halkına emretmişti. Şia'ya da zalimce davranmış, alimler ve diğer kalem erbabını sürgüne göndermiş, şiddetle cezalandırmıştı. Hıristiyanlar bu halife zamanında çeşitli baskı ve felaketlerle karşılaşmıştı. Kuşkusuz bu davranışlar tamamen sebepsiz değildi. H. 241/855 yılında Hıms'taki Müslüman halk valiye karşı isyan ettiklerinde vatandaşları olan Hıristiyanlar da bu isyanda onlara destek vermişlerdi. Durumu haber alan Halife Mütevekkil, Hıristiyanları şehirden sürmüş, kiliselerinin yıkılmasını emretmişti. Bu isyana katılmaları halifeyi Hıristiyanlar hakkında katı ve sert davranmaya yönelten sebeplerden biri olmuştu.

Aynı şekilde Harun Reşid zamanında hudut boylarında bulunan şehirlerdeki kiliselerin yıkılmasında, gerek elbiseler hakkındaki sınırlandırmalarda gerekse diğer hususlarda yapılan kısıtlamalar, Hıristiyanların olumsuz davranışlardan kaynaklanmıştı. Harun Reşid bu baskıları Sıffin'in batısında bulunan ve günümüzde enkazdan başka bir eser kalmamış olan Herkala şehrinde, Rumlarla yaptığı savaştan döndükten sonra uygulamaya koymuştu. Durumdan anlaşılan o ki, Rum toprakları ile lslam topraklan arasındaki hudut üzerinde bulunan Hıristiyanlar Müslümanların durumlarını tecessüs etmiş, dindaşları olan Rumlara yardım etmiş, kiliseleri de bu işte bir vasıta olarak kullanmışlardı. Bu nedenle Harun Reşid bir dizi katı kural koymak zorunda kalmıştı. Ancak bu emirler yalnız sınır bölgesindeki Hıristiyanlarla sınırlı kalmış, Müslümanların ahval ve hareketlerini araştırmalarını engellemek için de Hıristiyanların Müslüman kıyafetinden ayrı bir kıyafette bulunmaları hususunda müsamahasız davranmıştı. Halife Harun Reşid aslında gayrimüslimlere karşı şefkatli, adil ve toleranslı davranan bir halifeydi. Bunun en önemli delillerinden biri, kardeşi Hadi'nin valisinin Mısır'da yıktığı kiliseleri hilafet makamına çıkınca tekrar inşa ettirmesidir. 

Mısır'da da Hıristiyanlar yukarıda açıkladığımız gibi, din ve mezhep hürriyeti sayesinde nüfuzlu ve hatırlı bir konuma yükselmiş olmakla birlikte, belli dönemlerde zulüm ve baskı dolu yıllar da geçirmişlerdir. Bu baskılara en eski örnek, H. 395 yılında Fatımi hükümdarlarından Hakim döneminde olmuştur. Bunun en önemli sebebi ise söz konusu devirde Hıristiyanların devlet yönetimi ve dairelerinde elde ettikleri yüksek makam, mevki ve prestijlerdi. Zaman içinde büyük servet ve güce kavuşan Hıristiyanlar, gerek lsa b. Nastoros, gerekse Fehd b. lbrahim zamanında hemen her alanda Müslümanlarla yarışmaya, onlarla boy ölçüşmeye başlamışlardı. Öfkelendiğinde adeta cinnet geçirir bir ruh haletine giren Hakim, bir olaydan dolayı çok öfkelenmiş, lsa'nın da, Fehd b. lbrahim'in de öldürülmesini emretmekle kalmamış, tüm Hıristiyanlar hakkında takibat başlatmıştır. Onlara belli tip elbise giyme ve kuşak takma zorunluluğu getirmiş, yortularında ruhani ayin yapmalarını da yasaklatmıştı. Kiliselerinde bulunan gümüş ve altından yapılan eşyalara el koyarak, beytülmale devrettirmişti. Ayrıca onların köle ve cariye satın almalarını yasaklatmış, lslam'ı kabul etmeleri konusunda da baskıda bulunmuştu. Buna benzer daha birçok katı emir verip kısıtlamalar getirdi. Hıristiyanlar hiçbir devirde bu derece baskı ve zulüm görmemişlerdi. Bununla beraber bu tür olumsuz uygulamalar o parlak lslam uygarlığının şan ve ihtişamına bir zarar veremez. Zaten bu tazyik ve zulmü yapan hükümdar da bunu bilinçli ve amaçlı bir eylem olarak değil, bir zorunluluk veya cinnet sonucunda yapmıştı.

Müslümanlar ile Rumlar arasında büyük bir savaşın patlak vereceği, Rumların bazı camileri, özellikle de lstanbul'daki bir camiyi yıktıkları haberi Hakim Biemrillah'ı çileden çıkartmış, yukarıda da açıkladığımız gibi bir dizi katı önlem ve uygulamalarda bulunmaya sevk etmiştir. Cami yıkımına misilleme yapan hükümdar, bazı kiliselerle birlikte Kudüs'teki Kamame Kilisesi'ni yıktırmıştı. Ancak kendisinden sonra gelen Halife Zahir döneminde H. 418/1027 yılında Doğu Roma İmparatorluğu ile bir barış anlaşması imzalanmış, lstanbul'daki cami ile Kudüs'teki 

Kamame Kilisesi'nin karşılıklı olarak yeniden inşası, zorla dinini değiştiren Hıristiyanlann isterlerse tekrar eski dinlerine dönmelerine izin verilmesi anlaşma hükümleri arasına dahil edilmişti. Bunun üzerine birçok kişi eski dinlerine dönmüşlerdi. Fatimi halifesi Hakim'i bu tür katı uygulamlara yönlendiren sebep aslında çok da önemli bir şey değildi. Ancak o taassup ve karakterinin gereği olayı abartmış, kilise yıkma ve adam öldürmeye kadar işi ileri götürmüştü. Aslında kendisinin cinnete varan bazı uygulamaları Müslüman halkı da rahatsız ediyordu. Bazı emir ve yasakları insanları tebessüm ettirecek derecede komikti. Müslümanların meluhya yemeği ve circir (su teresi) gibi bazı sebzeleri yemelerini, bunlardan şerbet yapıp satmalarını yasakladığı gibi, kadınların da dikkat çekecek derecede şık giyinip çarşılarda dolaşmasını yasaklamıştı. Yine bu cinnet eseri olarak, selefe lanet okunmasını, bu lanetlerin cami ve mescitlerin, dükkanların, kabirlerin kapılarına yazılmasını emretmişti. Herhalde bu ve benzeri fiiller Hakim'in akli dengesinin karışık olduğunun bir delilidir. Bununla birlikte tüm bu önlemler, çok mantıklı olmasa bile sebepsiz değildi. Örneğin meluhya yemeğini yasaklamasının sebebi, Şia'nın düşmanı olan Muaviye'nin çok sevdiği bir yemek olmasından ileri geliyordu. Aynı şekilde circir adıyla bilinen sebzenin yasaklanmasının nedeni de müminlerin annesi Hz. Aişe ile ilişkilendirilmesiydi. Halife Mütevekkil'in adıyla anılan bir tür yemek de kendisinin Şia düşmanı olmasından dolayı yasaklanmıştı. Şerbetin imal edilmesi ve kullanımının yasaklanmasının nedeni de Hz. Ali'nin bu şerbetten nefret etmiş olmasıydı. Hakim'in diğer garip uygulamalarını da bunlarla kıyaslayabiliriz. Bununla birlikte Hakim kiliseleri yıktırdıktan bir müddet sonra, bir zorlama olmaksızın bu kiliselerin tekrar inşasını emretmenin yanı sıra, lslamiyet'i kabul etmeye zorlananların tekrar dinlerine dönmelerine de müsaade etmiş, birçok Hıristiyan da dinlerine dönmüştü. Bu izinler aslında oğlu Zahir'in zamanında gerçekleşmiştir. Hakim'in garip uygulamalarından biri de bazı medreseler inşa edip buralara kimi fakih ve meşayih tayin ettikten sonra onları öldürtmesi, bu medreseleri yıktırması, çarşı ve pazarları gündüzleri kapattırarak geceleri açtırmasıydı. Halk bu garip düzenlemelere uzun müddet katlanmak zorunda kalmıştı.

Bununla beraber, Hıristiyan ve Musevilerin karşılaştıkları en kötü baskılar, İslam devletinin duraklama, gerileme döneminde, özellikle de Haçlı Seferleri'nden sonra ortaya çıkmıştır. Haçlı Seferleri her iki millet arasında düşmanlık ve taassup ateşini alevlendiren en etkili sebep olmuştu. Bir taraftan Hıristiyanlar bu vesile ile Müslümanların kendilerinden yüksek bir mevki ve üstün bir konum sahibi olduklarını, Müslüman idarecilerin din ve inançları üzerinde baskı uyguladıklarını hissetmiş, diğer taraftan da Müslümanlar Hıristiyanların lslam düşmanı yabancılarla gizlice işbirliği yaptıklarını göz önüne alarak, onları çeşitli şekillerde cezalandırmış, gerektiğinde sürgüne yollamışlardır. Örneğin Şam ile Hımıs arasında yer alan Kara beldesi, Hıristiyanlarla savaşan Müslüman askerlerin çocuklarını çalıp, gizlice Frenklere satmışlardı. Bu yüzden Melik Zabir H. 664/1265 yılında bir savaştan dönerken bu beldeden geçmiş, bir ceza olarak buranın yağmalanmasını, yetişkin erkeklerin öldürülmesini ve küçüklerinin esir edilmesini emretmişti. Bu şekilde ele geçirilen köleler Mısır'da Türkler arasında büyümüş, daha sonra, Osmanlıların kurduğu yeniçeri askerleri gibi bu çocuklardan asker ve komutanlar yetiştirilmiştir.

Haçlı Seferleri'nden sonra, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki kin ve düşmanlık ateşi tekrar alevlenmeye başlamıştı. İki taraf da diğerine eziyet etmekten ve zarar vermekten başka bir şey düşünemez hale gelmişti. Ülke bir lslam devleti olduğundan, Hıristiyanlar doğal olarak mağlup oluyorlardı. Bir şehrin lslam mahallesinde bir yangın çıktığında Hıristiyanlarla Museviler bu yangını çıkarmakla suçlanıyor, hükümet tarafından misilleme olarak onların da evleri veya kiliselerinin yakılması teşvik olunuyordu. Aslında bu derece katı ve koyu taassup o çağların bir adetiydi. Çünkü Hıristiyanlar, kendi ülkelerinde yaşayan Müslümanlara kötü muamelenin daha şiddetlisini yaşatıyorlardı. Hıristiyanların eline düşen lslam esirleri Hıristiyanlığı kabul etmedikleri takdirde ölümle tehdit ediliyorlardı. Hıristiyanlar kuvvet kullanarak bir lslam şehrini ele geçirdiklerinde camilerde bile çan çalarlardı. Endülüs Hıristiyanları Müslümanlara galebe çaldıkları zaman, onları Yahudilerin taşıdıkları bir özel simgeyi taşımaya mecbur ettikleri gibi, en son galibiyetlerinde de Müslümanları Hıristiyan olmak veya ölümle karşı karşıya bırakmışlar, bunun üzerine onlar da Hıristiyan olmak zorunda kalmışlardı.


Halkın Hıristiyanlara Yaptığı Baskılar


Halifeler ve valiler hakimiyet ve devlet yönetimi konularına önem verdiklerinden, özellikle lslam medeniyetinin yükselme 

devirlerinde eski uygarlıklara ait eserleri Arap diline tercüme ettiriyorlardı. Tıp, muhasebe ve resmi yazışma (diplomatika) alanlarında özellikle yabancı unsurlara ihtiyaç duyduklarından, devletin hemen her kademesinde onlara ciddi görevler veriyor, saygılı ve cömert davranıyor, çoğu kez Müslümanlardan daha fazla iltifat gösteriyorlardı. Emevilerin Arap unsura diğer Müslümanlardan daha fazla önem vererek Arap ırkçılığı yaptıkları gibi, Abbasiler de benzeri ayrımcılığı gayrimüslim devlet görevlileri, mütercimler ve diğerleri için yapıyorlardı. Kuşkusuz bu durum çok geçmeden Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında ciddi bir rekabet ortaya çıkardı. Bu gelişme her iki tarafın da birbirine karşı kıskançlık ve haset damarlarını tahrik etmiştir ki, bunun uzantıları günümüze kadar sürmüştür.

Bu olumsuz davranış, kıskançlık ve düşmanlık hisleri, öncelikle halife ve yakın adamlarının çevresinde toplanmış olan ilim adamları ve sanatçılar arasında başlamıştır. Halkın ileri gelen önderleri olan şerifler, zenginler ve devlet adamları arasındaki rekabet ve taassup ise buna oranla daha nadir görülüyordu. Çünkü bu kesimler, din ve mezhep ayrımı yapmaksızın herkese, yetenek ve becerisine göre değer veriyorlardı. Örneğin mevki ve makamının şeref ve izzetini göstermek için, Abbasi halifesi Kadir'e halifelik dışında kendisinden artı olarak hiçbir şerefi taşımadığını söyleyen Nakibü'l-eşraf Şerif Rıza, meşhur edebiyatçılardan Ebu lshak Sabi'yi -saibeden olduğunu bile bile-, parlak bir kaside ile medhetmekten çekinmemişti. Bununla birlikte halkın içinden bazıları, peygamber torunlarından birinin, saibeden bir adamın ölümüne mersiye yazmasını şeriflik makamının yüksekliğiyle bağdaştıramamıştı. Fakat Şerif Rıza bu serzenişe karşılık, "Ben onun dinine değil, ancak irfanına mersiye söyledim," cevabını vererek fazilet ve irfan nerede görülürse görülsün ona saygı duyulması gerektiğini vurgulamıştı.

Sıradan halk ve benzerleri, Hıristiyanlara karşı mutaassıp davranıyor, onları devlet idarecilerinin gözünden düşürmek istiyorlardı. İşin başında bulunan idareci gerçekten ehil ve dirayetli birisi ise bunların fesatçılıklarına kulak asmıyordu. Rivayete göre H. 284/897 yılında Bağdat'taki Müslüman halk bir Hıristiyan'ı Hz. Peygamber'e sövmekle suçlamıştı. O dönemde halife Mutazıd'ın veziriazamı olan Kasım bin Abdullah'tan bu Hıristiyanı cezalandırmasını istemişlerdi. Ancak vezir o kişinin suçlu olmadığına inandığı için, halkın isteğini ciddiye almamıştı. Daha sonra mesele halifeye ulaştırılmış, olay büyümüştü. Aynı şekilde H. 3. yüzyıl başlarında Endülüs Emevi hükümdarlarından Hakem, bir valisini gayrimüslimlere kötü davrandığından dolayı idam ettirmişti.

Abbasilerin çöküşüne yaklaşıldığı yıllarda, mezhep ve din taassubu, ülkenin aydın sınıfı arasında da ortaya çıkmaya başladı. Çünkü söz konusu dönemde menfaat elde etmenin yolu başarılarla idarecilerin dikkatini çekmek değil, münafıklık, dalkavukluk, fitne ve fesat çıkarmaktan geçiyordu. Abbasilerde din ile devlet işleri birbirinden ayrı olmadığından, amaçlara ulaştıracak araçların en etkilisi din ve ona bağlı olan dini duygulardı. Bununla birlikte bazı münafıklar kendilerini dindar gösterebilmek için diğer dinlere karşı tavır alıyor, onları kötülüyor ve alay ediyordu. İdareci mevkiinde bulunan şahıs safdil ve cahil biri ise genellikle yanıltıcı bu telkinlere aldanarak diğer din mensuplarına karşı baskı gösteriyor ve zulmediyordu. Ortaçağda yapılan Haçlı seferlerinin hemen ardından diğer dinlere karşı gösterilen bu taassup artık yeni bir biçim aldığından, hükümet adamları, ulema ve diğer üst makam sahipleri bu devirden itibaren gayrimüslimleri hor görmeye, onlara adeta düşman muamelesi yapmaya başlamışlardı. Dinen farklı ancak vatanları ortak olan iki taraf arasında kin ve düşmanlık zamanla iyice artmıştı. Artık Hıristiyanlar, ne şekilde olursa olsun yaşadıkları devletten kurtulmayı istiyorlardı. Bu yüzden H. 657 /1258 yılında Moğol (Tatar) ordusu Bağdat'a saldırdığında gayrimüslimler Moğolları desteklemiş ve onların hakim olmasını istemişlerdi. Bu nefret ve düşmanlık, özellikle son değişiklikten, yani bir küsür yüzyıldan biraz önce, özellikle de medeniyetten uzak olan bölgelerde, hatta devletin resmi yazışmalarında bile açıkça belli oluyordu. Diyarbakır'da vefat eden bir Hıristiyan'ın defin izni için bölgenin şer'i mahkemesinden verilen bir izin belgesini ulemadan bir dostun aracılığı ile görüp inceledik. ilginç olduğu için buraya kaydediyoruz: "Diyarbakır'da şer-i şerif tarafından Süryani keferesi temsilcisine: Ey görüş ve itikatça mekruh olan kişi! Nefret edilen grubunuzdan Yakup adındaki lanetli kafir geberip helak olduğundan, çirkin cesedinin yeraltına konulması için mahallesinin muhtarı tarafından yapılan müracaat üzerine haracı affolunmuş ve her ne kadar yerin altı bile, adı geçenin pis bedenini kabul etmekten kaçınıyor ise de toprak üzerinde bırakılması da havayı bozacağı için caiz görülmediğinden, kendi mahallenizde batıl mezhebinize göre cehennem zümresine gömüldüğünde kimse tarafından engel olunmamak için işbu ruhsatname i'ta kılındı. 26 Cumade'l-üla 1203"



Hıristiyanların Birbirlerine Karşı Kıskançlık ve Rekabetleri


Bununla beraber İslam uygarlığının parlak devirlerinde Hıristiyanlara reva görülen eziyet ve baskıların gerçek nedenlerini araştıracak olursak, birçoğunun arkasında lrak'taki Nesturi ve Yakubi gibi Hıristiyan mezheplerinin birbirleri aleyhinde yaptıkları iftira ve düşmanlıklar olduğunu görürüz. Hatta çoğu kez bizzat Hıristiyanlardan yüksek makamlarda olanlar kendi mezhebinde bulunan dindaşlarına karşı Müslümanlardan daha çok zulmediyorlardı. Nitekim halife Mansur'un doktoru aslen Hıristiyan olan İsa bin Şehla bu yüksek makama geçer geçmez metropolit ve piskoposların mal ve mülklerine el atmış, onları soymaya başlamıştı. Nusaybin Metropoliti'ne yazdığı bir mektupta kilisede bulunan çok değerli eşyaların kendisine verilmesini ısrarla talep ederek, "Sen bilmiyormusun ki padişahın hayatı bile elimdedir. İstersem onu hastalandırır, istersem sıhhatte bırakırım," diyerek tehdit etmişti. Ancak metropolit mektubu halifenin mabeyncisine göndermişti. Durumdan haberdar olan halife tabibi saraydan kovdurmak suretiyle cezalandırmıştı.

Abbasiler devrinin ünlü hekimlerinden Bahtişu bin Cebrail ile ünlü mütercim Huneyn bin İshak arasında cereyan eden bir olayda, bu alandaki en kötü örneklerden biri sayılır. Huneyn, Halife Mütevekkil'in yanında oldukça hatırlı ve nüfuzlu bir mevkidedir. Bahtişu, onun bu itibarlı konumunu hazmedemediğinden, kıskançlık duygusuyla onu bu makamdan düşürmek ister. Amacına ulaşmak için de kucağında Hz. İsa'yı taşıyan Hz. Meryem'in yağlıboyadan bir resmini yaptırarak daha önceden belirlediği bir zamanda, halifeye hediye etmek üzere adamlarından birine emanet eder ve halifenin huzuruna çıkar. Uşak, tabloyu halifenin huzuruna götürünce Bahtişu da orada hazır bulunmaktadır. Tabloyu kendi eliyle alır ve halife Mütevekkil'in önüne koyar. Halife resmi çok beğenir. Bahtişu, tam bu sırada resmi birbiri ardınca öpmeye başlar. Mütevekkil bunu niçin yaptığını sorunca Bahtişu, "Alemlerin seyyidesi olan (Meryem) resmini öpmezsem başka hangi resmi öperim?" der. Mütevekkil, "Bütün Hıristiyanlar böyle senin gibi yapar mı?" diye sorar. Bahtişu, "Evet, belki de daha fazla hürmet gösterirler. Huzurunuzda bulunduğum için ben çok ileri gidemedim. Ancak biz Hıristiyanlar bu tasvire bu kadar saygı gösterirken sizin ekmek ve lütfunuzla yaşayan bir adam vardır ki buna karşı saygısızlık gösterir, resmin üzerine tükürür. Böyle bir zındık ve dinsizdir. Allah'ın birliğine inanmadığı gibi ahiretin varlığına da inanmaz. Din, peygamber tanımadığı halde Hıristiyan adını taşır," der. Mütevekkil: "Bu dediğin adam kimdir?" diye sorar. Bahtişu bu kişinin Huneyn bin İshak olduğunu söyler. Mütevekkil, "Huneyn'i yanıma çağıracağım, olay doğruysa kendisini zindana atıp işkence yaptıracağım," der. Bahtişu, onun hemen değil de bir saat sonra çağnlmasını istirham eder. Mütevekkil de bunu uygun görür. Bunun üzerine Bahtişu halifenin huzurundan ayrılarak Huneyn'in yanına gider ve halifeye bir mukaddes resim hediye ettiğinden, halifenin bu resmi çok beğendiğinden, resim halifenin yanında kalacak olursa ikide bir "işte bu sizin ilahınızın annesi değil midir?" diyerek Hıristiyanları tahkir edeceğinden söz ettikten sonra, halife bu resim hakkında ne düşünüyorsunuz, diye sorduğunda, bu gibi resimler hamamlara, kiliselere ve benzeri yerlere konulur. Bunlar hiç önem vermeyiz, cevabını verdiğini, halifenin de, 'O halde üzerine tükür!' demesi üzerine resme tükürdüğünü söyler ve eğer kendisi de halifenin yanına çağrılıp aynı teklifle karşılaşırsa, benzer harekette bulunmasını tavsiye eder. Huneyn onun dediklerine inanır ve halife kendisini huzuruna çağırıp resme tükürmesini emredince tereddüt göstermeksizin denileni yapar. Halife hemen Huneyn bin lshak'ı yeraltındaki zindanına gönderir. Daha sonra dönemin patriği olan Teyodosyos'u huzuruna çağırır. Patrik, Hz. Meryem'in bu resmini görür görmez ağlayarak uzun uzadıya öpmeye başlar. Daha sonra resmi eline alarak halifenin ömrünün ve gücünün uzaması için uzun bir nutuk atar. Halife ondan yanına oturmasını isteyince patrik kucağındaki resimle birlikte oturur ve resmin kendisine hediye edilmesini talep eder. Halife bu resim üzerine tüküren bir kimsenin hangi cezaya müstahak olacağını sorunca patrik, "Bunu yapan kimse akli dengesi yerinde bir Hıristiyan ise onu kiliseye girmekten, yemeden içmeden mahrum ettikten sonra Hıristiyanların onunla münasebette bulunmalarını da yasaklarım," cevabını verir. Halife bir hediyeyle birlikle resmi de patriğe bağışlar. Ceza olarak Huneyn'in değnek ve kırbaçla dövülmesini, evinin yıkılmasını ve zindana atılmasını emreder. Huneyn uzun müddet zindanda kalır. Nihayet Mütevekkil'in hastalığını tedavi için kendisine ihtiyaç duyulması üzerine zindandan çıkartılır.


Din ve Vicdan Hürriyeti


Gerek Hıristiyanlara gerek diğer din mensuplarına karşı katılık ve müsamahasızlığıyla şöhret bulan Mütevekkil dışında, gayrimüslimlerin din ve ayinlerine müsaade eden ve saygı duyan birçok halife de vardı. Halifeler Hıristiyanları İslam'ı kabule zorlamak şöyle dursun, onların kendi dinlerine sıkı sıkı bağlanmalarını arzular ve Hz. lsa'nın doğumu gibi büyük bayramlarda icra olunan ayinlere katılarak onlarla aynı mezheptenmiş gibi samimi davranırlardı. Bu tolerans yalnızca Irak ve Şam bölgeleriyle sınırlı değildi. Mısırlılar da Hıristiyanların kutsal günlerine onlar kadar önem verirlerdi. Halifeler Hz. lsa'nın doğumu ve yortularda halka hediyeler dağıtır, bütün Mısır halkı birlikte bayram yaparlardı.

Halifeler hastane vb bir hayır müessesesi inşa ettirdiklerinde, sosyal yardım kurumlarından Müslümanlar kadar gayrimüslimler de yararlanırdı. Fakat her ikisi için yeterli olmayan kuruluşlarda Müslümanlara öncelik verilirdi.

Bununla beraber Müslümanlar güçlü oldukları devirlerde hangi din ve mezhepten olursa olsun kendi halkları arasında din ve vicdan hürriyeti kuralına çok dikkat etmişlerdi. Emevilerin fazla gelir elde etmek uğruna yaptıkları şiddet ve baskı devrinde bile dini taassup etkisiyle hiç kimseye lslam'ı kabul etmesi noktasında zor kullanıldığı işitilmemiştir.

Tam aksine Irak valisi Halid Kasri ve diğerleri hakkında verdiğimiz malumattan anlaşıldığı üzere, gayrimüslimler özel bir ilgi ve iltifata mazhar oluyorlardı. Abbasi devrindeki halifeler diğer halifelerden daha fazla din ve vicdan hürriyetine taraftar olduklarından, kendi dönemlerinde Mecusiler ve diğer din mensupları tarafından telkin edilen birçok dini bidat ortaya çıktığı gibi çok sayıda da İslami ekol türemişti. Özellikle din hürriyeti konusunda en önde bulunan halife Me'mün'un fikir hürriyetinin genişliğine bakınız ki, kendisi Şia taraftarı iken veziri Yahya Sünni, diğer veziri Ahmed bin Ebi Davut da Mutezile idi. Söz konusu halifenin Kur'an'ın mahluk olduğunu kabul eden Mütezile'ye destek çıkması dini hürriyete verdiği önemi de gösterir. Kur'an'ın mahluk olduğunu lslam dünyasında ilk ortaya atan şahıs Hz. Peygamber'i sihirlediği rivayet olunan Lebid Asam adında bir Musevi'ydi. Bu adam Tevrat için mahluk, yani sonradan ortaya konulmuştur diyordu. Daha sonra aynı iddiayı Kur'an için de ileri sürmüştü. Bu iddia Lebid'den kardeşinin oğlu Talut'a, ondan lbn Seman'a, ondan da Hişam bin Abdülmelik zamanında yaşayan Ca'd bin Dirhem'e intikal etmişti. Bu son kişi Kur'an'ın mahluk olduğunu, insanlığın üstünde bir şeyi kapsamadığını, fesahat ve belagatine karşı insanların aciz bulunmadıklarını, insanların bu belagatte, belki de onun üstünde düşünce ürünü eserler yazabileceğini söylemekten çekinmemişti. Hişam bu adamın cüretkarca iddialarına karşı öfkelenerek, onu öldürülmesi için Irakeyn valisi Halid'e gönderir. Ancak vali onu katletmeyip hapsetmekle yetinir. Bunu haber alan Hişam mutlaka öldülmesi gerektiğini hatırlatır. Vali Halid kurban bayramında Ca'd'i hapishaneden çıkartır. Namaz kıldıktan sonra, "Bugün Ca'd bin Dirhem'i kurban kesmek istiyorum. Çünkü Cenab-ı Hak'ın Hz. Musa'yı muhatap, Hz. lbrahim'i yar ve dost edinmediğini iddia ediyor," diyerek, onu kurban keser gibi boğazlar. Son Emevi halifesi Mervan bin Muhammed de Kur'an'ın mahluk olduğunu iddia ediyordu. Abbasilerden Halife Me'mun'un Kur'an'ın mahluk olduğu fikrine katılarak Mütezile'ye destek vermesine benzer bir şekilde, kendisinden sonra gelen Vasık da aynı yolu takip etti. Büyük ihtimalle Me'mün'u Mütezile'ye yaklaştıran veziri Yahya'nın telkinleri olmuştu. Vasık'ın bu davranışları halk tarafından hoş görülmemiş, Müslümanlar tarafından Me'mün'a "Emiru'l-kafirin" adı verildiği gibi, ona da "kafir" lakabı takılmıştı. Rivayete göre ünlü nüktedanlardan Ubbade-i Muhannes bir gün Me'mun'un huzuruna çıkarak, "Efendimizin başı sağolsun," der. Bunun üzerine Me'mun, "Kim vefat etti?" diye sorunca Ubbade, "Kur'an-ı Kerim vefat etmedi mi? Onun için mahluk demiyor musunuz?" cevabını verir. Me'mun yalnızca bir şaka ve nükte olan bu cüretkarlığı hoş görmez ve Ubbade'yi kapı dışarı eder. Mütevekkil zamanında ise tam aksine bu gibi düşünce ve anlayışlar şiddetle cezalandırılmaya başlanmıştı. Söz konusu dönemde Müslümanlar iki fırkaya ayrılmışlardı. Halifeler Mutezile'nin, halk ise Kur'an'ın mahluk olduğunu iddia edenlerin aleyhinde olağanüstü bir şiddet ve sertlik gösteriyordu. Artık Kur'an'ın mahluk olduğunu kim iddia ederse kafir kabul ediliyor, ağır cezalara çarptırılıyordu. Velhasıl Abbasi devletinin ilk yıllarında özellikle İslam uygarlığının yükseldiği dönemlerde din ve vicdan hürriyeti konusunda halk oldukça esnek ve hoşgörülüydü. Hiç kimse sahip olduğu bir dinden veya düşünceden dolayı kınanmaz veya cezalandırılmazdı. Bazen bir ev içinde farklı dinlere mensup kardeşler kavga etmeksizin güzel güzel geçinebiliyorlardı. Örneğin Ebu Cad adında birinin altı oğlundan ikisi Şii, ikisi Mürcii, diğer ikisi ise Harici mezhebindeydiler. Herhalde Abbasi devletinin gerek Müslim, gerek gayrimüslim tüm reaya hakkındaki siyaseti herkese hoşgörü, adalet ve anlayışla davranmaktı. Abbasiler İranlılara, özellikle de nüfuz sahibi olan mevaliye hoşgörü ve anlayışla davranıyorlardı. Bunları her çeşit iltifat ve ikrama layık görüyor, hükümet işlerinde geniş yetkiler veriyorlardı. Fakat bir fesat veya kıskançlık sebebiyle olsun onlardan birinin sadakatinden kuşkulanınca Bermekilere yaptıkları gibi şiddetle karşılık veriyor ve onları yok etmekten çekinmiyorlardı.


Abbasiler Devri'nde Arap Şovenizmi


Ayrılık Politikası


Halife Mansur Arapların asabiyet sahibi olduklarını, ittifak oluştururlarsa devleti istedikleri gibi yönlendirebileceklerini, zulme karşı durma ve hakkı talep etme konusunda çok cesur olduklarını, haksızlıklara tahammülleri olmadığını göz önüne aldığı için, onlara büyük önem veriyordu. Kendisi saltanatını güçlendirmek amacıyla gaddarlığa varan faaliyetlerden geri kalmamıştı. Adalet duygusu ve şahsi onur sahibi olanlar doğal olarak bu icraattan memnun olmuyorlardı. Arapların haksızlık ve zulüm karşısında sessiz kalmadıklarını iyi bildiğinden, onları zaman zaman uyarıyor, bu da kendisini endişelendiriyordu. Mansur bir hac mevsiminde geceleyin Kabe'yi tavaf ederken birinin, "Allahım! Yeryüzünde ortaya çıkan azgınlık ve fesat, Hak ile ehli arasında hırs ve tamah sahipleri tarafından konulan engellerden dolayı sana şikayetimi arz ederim," dediğini işitir. Oradan mescit tarafına geçer ve bu duayı yapan kişiyi yanına çağırarak kendisinden açıklama ister. Şikayetini ilan eden şahıs Mansur'dan güvence aldıktan sonra, "Hakka engel olan sizsiniz!" cevabını verir. Mansur, "Her çeşit mal ve mülke, mutluluk sebebi olacak bolluk ve lükse sahibim. Zenginlik için gereken vasıtaların hepsi elimdeyken bende tamah bulunmasını nasıl düşünebiliyorsun?" diye sorar. Şikayetçi, "Cenab-ı Hak Müslümanlar ile onların mallarını elinize emanet etmiş iken, siz kendinizle onlar arasında engel olması için taş duvarlar, demir kapılar ve silahlı yasakçılar koydunuz. Onlara huzurunuza yalnız belli şahısları almalarını emrettiniz. Mazlumların, hak sahiplerinin, aç ve çıplakların, zayıf ve fakirlerin huzurunuza girmelerine izin vermiyorsunuz. Oysa her Müslüman'ın elinizdeki paradan bir hakkı vardır," cevabını verir.

Müslümanların cesaretli ve cüretkar tavırları Mansur'un dikkatini çekiyor, onu endişeye sevk ediyordu. Bu nedenle onların etkinlik ve ağırlıklarını azaltmak amacıyla çeşitli hileler yapmaya yöneldi. Arapların Yemenli ve Muzarlılar olmak üzeri neseplerine, rütbe ve makamlarına göre maaş listesinin bulunduğu devlet dairesinde özel bir divanları vardı. Mansur, Şia ile Haricileri mağlup ederek, Bağdat'ı inşa edip güçlendirdikten sonra şehrin içinde asker için de kışlalar yaptırıp devletini iyice sağlamlaştırmış, tüm bunlardan sonra artık Arap meselesini ele alma lüzumunu görmüştü. Söz konusu dönemde asker Yemenli, Muzarlı ve Horasanlı olmak üzere üç bölüğe ayrılmıştı. Tesadüfen askerin bir kısmı H. 151 yılında bir ihtilal çıkarmış ve Bağdat'taki Babü'z-zeheb sarayı önünde halifeye başkaldırmıştı. Mansur devletin asker kuvvetiyle kurulduğunu, bir araya gelecek olurlarsa hilafetin elden gideceğini, askeri bölüklerden her birinin hilafet mücadelesinde bulunan Şiiler ve benzeri bir gruba meyletmeyi düşündüğünü, genel bir ittifak oluşursa Abbasi hilafetini yıkmanın çok zor olmadığını anlamış, benzer isyanların bir daha ortaya çıkmasından endişe duymuştu.

O dönemde Abbasilerin en yaşlısı olan Kusam ibn Abbas ibn Ubeydullah ibn Abbas, Abbasi hanedanı üzerinde yer alıyor, otoritesi herkes tarafından kabul ediliyordu. Mansur, askerin itaatsizliğinden, bunların devlet aleyhine muhtemel bir isyan yapabileceklerinden bahsederek, ne gibi tedbir alınması gerektiğini sorunca Kusam, "Bir tedbirim var, onu uygulamadan önce sana söylersem yarardan fazla zarar görülür. Sana söylemeden uygulanmasına izin verirsen, hem hilafet makamın güçlenir hem de asker senden korkmaya başlar," şeklinde görüş bildirir. Mansur, "Benim devrimde bana malumat vermeksizin bir şey yapmayı uygun görür müsün?" diye sorunca Kusam, "Ya bana emniyet edersin ya da etmezsin. Güvenmiyorsan benimle istişare etmemelisin. Güveniyorsan o halde istediğimi yapmam için bana izin ver," der. Mansur Kusam'a bu konuda istediği izin ve yetkiyi verir. Kusam halifenin huzurundan çıkar ve kendi hanesine gider. Kölelerinden birini yanına çağırarak, "Yarın benden önce halifenin sarayına git... Benim saraya girip de rütbe ve makam sahiplerinin bulunduğu mevkinin ortasına vardığımı görünce hemen yanıma gel, bindiğim katırın gemine asıl ve, 'Peygamber başı için, Abbas'ın başı için, müminlerin emirinin başı için benim maruzatımı dinleyiniz,' diye bağır. Ben ise sana bağırıp çağıracağım, azarlayacağım ve vuracağım. Sen yine aldırma. İsteğinde ısrar et, 'Hangileri seçkin ve şereflidir? Yemenliler mi Muzarlılar mı?' diye sor. Bu sualin cevabını alıncaya kadar ısrarını sürdür. Cevap verirsem o zaman bırak git. Sana verdiğim bu görevi güzelce yaparsan kendini azat edilmiş kabul eyle" talimatını verir. Köle verilen talimata göre hareket eder. Sonunda Kusam, 'Tabii ki Muzarlılar daha mümtaz ve şereflidirler. Çünkü Hz. Peygamber Muzarlılardan idi. Kabe Muzarlılann içinde bulunur. Allah'ın halifesi de Muzarlılardandır ," cevabını verir. Doğal olarak Yemenliler bu cevaba oldukça gücenirler. Çünkü Kusam onların hiçbir üstünlük ve meziyetini dile getirmemiştir. Yemenli komutanlardan biri, "Yemenlilerin hiçbir meziyetleri olmasın? Gerçek hiç böyle değildir," diyerek tepkisini gösterir. Kölelerinden birine, "Kalk şu ihtiyarın katırının dizginini çek!" emrini verir. Köle katırın dizginini kuvvetle çekince hayvanın arka ayakları üzerine düşmesine ramak kalır. Bunu gören Muzarlılar hep bir ağızdan, "Bizim en büyüğümüze bu çirkin hareketi yapıyorsunuz!" diyerek tepki gösterirler. İçlerinden biri kölesine emreder, köle de dizgini çeken diğer kölenin eline vurarak yaralar. Bunun üzerine iki taraf arasında büyük bir nefret ve düşmanlık hasıl olur. Bu olaydan itibaren Arap askeri, biri Muzar diğeri Yemen grupları olmak üzere birbirine düşman ve rakip iki bölüğe ayrılır. İranlılardan oluşan Horasan bölüğü ise tabiatı ile ayrı bir bölüktür. Kusam, Mansur'un huzuruna girerek, "İşte amaca ulaştık. Askerini darmadağın, bölük bölük yaptım. Herhangi bir bölük bir kötülük yapmak veya isyan çıkarmak isteyince emredersin, diğer bölüğün gücü ile yok edilmekten korkarlar," der. Bu tefrika ve denge politikası ile Arapların gücü birbirine zıt, ancak dengeli iki grup haline getirilir.

Söz konusu dönemde Mansur'un oğlu Mehdi Horasan'dan dönüyordu. Akraba ve yakınları Şam, Küfe ve Basra'dan gelerek kendisini karşılamış, dönüşü için tebrik etmiş, bağış ve hediyeler almışlardı. Aynı ihsanlar Mansur tarafından da dağıtılmıştı. Kusam bu fırsattan yararlanarak, "Şimdi almamız gereken bir tedbir daha var. Oğlun Mehdi ile Dicle'nin öbür tarafına geçmeli ve orayı oğlun için ikametgah olarak seçmelisin. Ordunun bir bölüğünü de oraya geçirmelisin. O bölge de bu taraf gibi bir şehir halini almalı. Oradaki asker bir ihtilal çıkarırsa onları buradaki askerle, buradakiler isyan ederse oradaki askerle bastırırsın. Kabilelerden asilik yapan olursa onları da diğer kabilelerle itaat altına alırsın," diyerek, ayrılık ve denge politikasının bu şekilde tamamlanmasını tavsiye eder. Mansur bu düşünceleri de uygun görerek ona göre hareketlerini uygular ve böylece saltanatını güven altına almış olur. Mehdi de Dicle'nin diğer tarafında Rasafe şehrini kurarak hakimiyetini yine aynı denge politikasıyla güçlendirmede başarılı olur. Ancak Abbasilerde bu şekilde bölünerek parçalanan Arap gücü zaman içinde iyice zayıflıyor, buna karşılık İranlı kuvvet ve nüfuz da her geçen gün artıyordu. Nihayet Harun Reşid devrinde devlet biri Arap, diğeri İranlı olmak üzere iki büyük nüfuzun altına girdi. Bunlardan her biri hakimiyeti kendi eline geçirerek tek hakim unsur olmaya çalışıyordu. Halifenin saray ve özel maiyet memurları biri Harun Reşid'in oğlu Emin'den dolayı Araplara, diğeri, öteki oğlu Me'mun'u destekleyenler de İranlılar olmak üzere iki gruptan oluşuyordu. Emin'in annesi Zübeyde Haşimi soyundan bir Arap, Me'mün'un annesi ise İranlı bir cariyeydi. Zübeyde'nin geç hamile kalması Harun Reşid'i telaşlandırmış, bir an önce çocuk sahibi olmak için söz konusu cariyeyi satın almıştı. Ancak bu cariye Me'mun'u doğurduktan bir süre sonra Harun Reşid'in asıl eşi Zübeyde de Emin'i dünyaya getirmişti. Bir zamanlar Hz. İbrahim'in eşleri Sare ve Hacer arasında ortaya çıkan haset ve kıskançlığa benzer bir durum, bu iki kadın arasında da şiddetli bir rekabet oluşturmuştu. Söz konusu haset, kıskançlık ve rekabet bu iki kadınla sınırlı kalmamış, saray memurları ile devlet adamlarına kadar yayılmıştı. Haşimilerle diğer Araplar Emin'i, İranlılar ve onlara yakın olan diğer devlet adamları da Me'mün'u destekliyorlardı. Arap grubunun başkanı ve önde geleni Rebi bin Yunus'un ailesiydi. 

Rebi'in soyu Hz. Osman'ın azatlısı olan Hars'ın azatlısı Keysan'a ulaştığından, dedesi bir azatlının azatlısı oluyordu. Rebi, Mansur tarafından bir azatlı olarak önce baş mabeynci sonra da veziriazam yapılmıştı. Halife Mansur ona olağanüstü bir meyl, muhabbet ve itimat gösterirdi. Bir gün kendisine, "Dile benden ne dilersen!" demiş ve Rebi de, "Oğlum Fazıl'ı sevmeni dilerim," demişti. Mansur'un, "Niçin ona muhabbet göstermemi her şeyden üstün tuttun?" diye sorması üzerine Rebi, "Eğer onu seversen en küçük iyiliğini büyük ve en büyük fenalığını küçük görürsün," cevabını vermişti. Rebi H. 170 yılında halife Hadi devrinde vefat etmişti. Daha sonra Harun Reşid halife olup İranlı Bermeki ailesini kendisine vezir yapınca Rebi'in oğlu Fazıl'ın ikbali sönmüş, nezaret görevinin başkalarına geçmesinden dolayı eski saygınlığını yitirmişti. Fazıl eski itibarlı günlerini tekrar kazanabilmek için Bermekiler gibi mert ve cömertçe icraatte bulunmaya çalışmış, ancak güç ve zenginlikte onlara yetişemediği için hırs ve kıskançlık duygularının yönlendirmesi ile Bermekilerin katı bir düşmanı olmuş, Harun Reşid'in yanında onların aleyhinde konuşmaktan asla geri kalmamıştı. Neticede Bermekiler'in felakete uğramalarında büyük etkisi olmuştu.



Emin Devrinin Bitimiyle Birlikte Arap Şovenizminin de Yıkılışı


Me'mun anne tarafından İranlı olmakla birlikte daha sonra kendisinin veliahtlığı için mücadele eden Cafer ibn Yahya Bermeki'nin terbiyesinde yetişmiş, bu da İranlılara duyduğu sevgi ve meylini iyice güçlendirmişti. Nitekim Emin'in veliahtlığı da Fazıl bin Rebi'in gayretleriyle elde edilmişti. Bermekilerin gözden düşürülüp öldürülmelerinden sonra ve Harun Reşid'in ölümüyle birlikte oğlu Emin halife olunca, kardeşi Me'mun'u veliahtlıktan uzaklaştırması için Emin'e tesir eden de yine Rebi olmuştu. Bu gelişmeler sonunda iki kardeş arasında ateşli bir hilafet mücadelesi başlamıştı. Bu yıllarda Me'mün, Horasanda dayılarının yanında, Emin ise Bağdat'ta akraba ve yandaşları olan Araplar arasında bulunuyordu. İki kardeş arasındaki ihtilaf kısa sürede kanlı savaşlara neden olmuştu. Ancak gerçekte bu savaşlar iki kardeş arasında değil, devlette birbirine rakip olan iki unsur yani Araplarla İranlılar arasında yapılıyordu. Abbasi topraklarında yaşayan Arapların büyük kısmı Emin'i destekliyor, Horasanlılar ise Fazıl bin Sehl'in teşvik ve yönlendirmesi ile Me'mün'a arka çıkıyorlardı. Buna karşılık Bağdat'ta bulunan Emin de Fazıl aracılığı ile askerin desteğini temin ediyordu. Arap askeri o zamana kadar şehir hayatı ve uygarlığın getirdiği rahata alışmış, eski savaş ve mücadele duygularını kaybetmiş, Mansur'un zamanından itibaren de içine düştüğü ayrılıkçılık ve kargaşa ortamıyla bir kat daha zayıflamıştı. Bu yüzden iki ordu karşı karşıya geldiğinde Araplar iyi savaşamamışlardı. Emin savaş sırasında iyice çaresiz kalıp, yeni asker ve silah için elinde para kalmadığını görünce, Bağdat'ın düşük karakterli insanlarının yardım ve desteğine başvurmak zorunda kalmıştı. Yankesiciler, hırsızlar ve her çeşit suça bulaşmış düşük karakterli bu insanların (ayyarlar) sayısı da bir hayli fazlaydı. Emin yeni askeri birlikler kurmak amacıyla servet sahiplerinin mallarına devlet adına el koymuş ise de, bundan ciddi bir yarar sağlamamış ve sonunda savaş, kardeşi Me'mün'un zaferiyle sona ermişti. Horasanlılar daha önce hilafeti Emevilerden alıp Me'mün'un dedesi olan Abbasilere verdikleri gibi bu kez de onlardan alarak Me'mün'a teslim etmişlerdi.

Arapların mağlubiyeti ve İranlıların galibiyeti sonunda hilafet makamına çıkan Me'mün'un devrinde İranlılar oldukça güçlenmişler, devletin idaresini ellerine geçirmişlerdi. Her geçen gün devlet yönetiminde itibarları daha da azalan Araplar, zaman zaman Me'mün'un geçtiği sokaklarda onu durdurarak, "Ey Müminlerin Emiri! Horasanlı İranlılara iltifat ettiğin gibi Şam Araplarına da şefkat ve iltifat göstermekten geri kalma" gibi şikayetlerde bulunuyorlardı. 

Daha sonra H. 218/833 yılında hilafet makamına çıkan Mu'tasım'ın Türk ve Ferganalılardan yeni askeri birlikler teşkil etmesi, Abbasi devletinde Arap nüfuzuna tamamen son vermiştir. Mu'tasım, devletin defterlerinde kayıtlı olan Arapların isimlerini iptal ettirmiş, onlara verilen maaş ve tahsisatın kesilmesi konusunda tüm valilerine emirler göndermiş, valiler de çaresiz bu emirleri uygulamışlardı. Vilayetlere artık Arap valilerin tayin olunması da yasaklanmıştı. Arapların en son valisi olan Mısır valisi Utbe bin lshak da, H. 242/856'da görevinden azledilmişti. Arapların bu derece önemsiz bir hale düşmeleri, lranlıların devlet yönetiminde tamamen tek söz sahibi olmalarına ve Arap unsurunu devlet yönetiminden tamamen soyutlamaya sevk etmişti. Bu duygu ve düşüncelerle lsfahan'da Merdaviç bin Ziyar Bağdat'ı ele geçirip lran hakimiyetini sağlamak üzere H. 322/933 yılında Abbasilere karşı isyanını ilan etmiş, ancak başarılı olamamıştı. Bununla beraber devlet işlerinde kontrol lranlıların elinde kalmış, zaman içinde devlet, saray ağalarıyla, cariye ve hizmetlilerin kontrolüne geçmişti.



Şuübiler (Şuübiyye) ve Araplar


Şuübiler, Arapların doğuştan gelen üstün yeteneklere sahip olduklarını iddia edenlere karşı tepki olarak ortaya çıkan bir gruptur. Yapılanmaları oldukça eski olan grup üyeleri, yoğun baskılar nedeniyle, faaliyetlerine ancak Me'mün ve ondan sonra gelen halifeler zamanında cesaret edebilmişlerdir. Me'mün bu Arap muhaliflerine yakın ilgi gösteriyor, iltifatta bulunuyor, çeşitli memuriyetlerde görevlendiriyor, bağış ve hediyelere layık görüyordu. Hilafet kütüphanesi demek olan

 

"Darü'l- hikme" müdürü olan Sehl bin Harun herkesten daha fazla Arap muhalifliği ve düşmanlığıyla meşhur olmuş biriydi. Onun dışında ünlü edebiyatçılardan Ebu Ubeyde-i Nahvi, Allan Şuübi bu grubun en önde gelen adamlarındandılar. Şuübiler Arapların eksiklik ve ayıpları, diğer milletlerden üstün olmadıklarına dair çeşitli kitaplar da yazıyorlardı. Ayrıca tüm insanların aynı fıtratta eşit olarak yaratılmış olduklarını iddia ettikleri için kendilerine "ehl-i tesviye", "erbab-ı müsavat" (eşitlik ehli veya erbabı) adı veriliyordu. Araplara karşı ileri sürdükleri düşünceler arasında şunlar dikkat çekicidir: Bizzat Hz. Peygamber'in sözlerine göre, "Müslümanlar kardeştir!" Soy sop açısından eşittirler. En aşağıdakiler en yukarıdakilerle hukuk önünde eşittirler. Müslümanlar birleşerek ortak bir güç oluşturmalıdırlar. Veda Hutbesi'nde de, "Hiçbir Arap'ın Arapların dışında birine takva ve iyilikten başka bir özellik ve üstünlüğü yoktur" diyerek, hangi ırk olursa olsun Müslümanlar arasındaki eşitliği ilan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de de, "Allah'ın yanında lütfa erecek kimseler dindar ve iyilik yapan insanlardır," denilmiştir. Şuübiler bu düşünce ve kanaatleriyle, Araplar dışında tüm milletlerin sözcüsü ve savunucuları konumundaydılar. Kendi hükümdarlarıyla övünmek istediklerinde firavunları, nemrutları, amelikaları, kisraları, kayserleri hatırlatırlar; Hz. Süleyrnan'la, Büyük lskender'le ve Hint hükümdarlarıyla övünürler, kıvanç duyarlardı. Araplar Şuübilere karşı aralarından çıkan peygamberleri gündeme getirip iftihar ettikçe, Şuübiler de karşı bir savunma olarak Hz. Adem zamanından kendi devirlerine kadar gelip geçmiş olan peygamberleri sayarak, bunlar arasında Hud, Salih, İsmail ve Hz. Muhammed dışında kimsenin Arap olmadığını iddia ederlerdi. Aynı şekilde Araplar ilim, sanat ve felsefi alanda üstünlüklerini ileri sürdüklerinde, Şuübiler satranç oyununu, kantar topunu ve üsturlopu hatırlatarak Yunan felsefesi, şiir ve diğer bilimleri, Hint, Fars ve diğer milletlerin bilim ve kültürüyle iftihar ederlerdi. Ancak Şuübilerin bazıları ölçüyü kaçırıp, "Araplar ne ile övünebilir? Arap milleti birbirini yiyen, birbirini ezip yağmalamakla vakit geçiren bir güruhtan, tecavüzcü kurtlardan, vahşi canavarlardan başka bir şey midirler? Erkekleri zencir içinde eşkıya, kadınları ise develere yüklenmiş esirlerden ibaret değil midir?" demeye kadar gitmişlerdi.

Araplar arasında ırz ve namus duygusunun zayıf olduğuna delil olarak eski Arap şiirinden bazı beyitleri bulup çıkararak iddialarına şahit göstermişler, "Bir Arap beraberinde bir peygamber bulunmazsa hiçbir işi beceremez ve halledemez," demişlerdir. Bundan öte Arapları daha da kötüleyip alçaltmak için bazı şiirler de söylemişlerdi. Ünlü şairlerden Hassan bin Hani, Beşşar bin Bürd ve diğerleri Arapları küçük düşürücü ve alay edici şiirler yazan şairlerdendiler. Bununla birlikte Beşşar'da tam bir istikrar yoktu. Bazen Arapların lehine bazen de aleyhlerinde şiirler söylerdi. Tüm bu çabalar karşında elbette Araplar da sessiz kalamazdı. Onlar da Şuübilerin iddia ve hücumlarını boşa çıkaracak çeşitli eserler kaleme almışlardı. lbn Kuteybe'nin Tafdilü'l-arab adındaki kitabı bu alanda yazılan en ünlü eserlerdendi. Şuübiler bu kitap aleyhinde birçok eser yazmışlardır.

Kısaca özetlemek gerekirse, siyaset ve uygarlaşmanın doğası ve getirdiği değişim ve başkalaşım, katı ve dar sınırlarla çevrelenmiş, bu durum da koyu milliyetçilik esası üzerine kurulmuş Arap devletinin sona ermesine yol açmıştı.


lranlı Vezirlerin Gözden Düşmesi


Bermekilerden Önce İranlı Vezirler


İranlılar Abbasi devletinin önemli makam ve mansıplarını ele geçirince Kisralar döneminde olduğu gibi, devleti tamamen lranlılaştırma düşüncesine kapılmışlar ancak ülkenin hemen her köşesinde kök salmış lslami kültür karşısında düşündükleri devrimin hilafet bayrağı dışında başka bir araçla mümkün olamayacağını anlamışlardı. lranlıların Emeviler devrinde Ehl-i Beyt'e taraftar olmaları ve onlar adına hilafet mücadelesine destek olma nedenlerinden biri de, muhtemelen ileriye dönük Farslılaştırma planlarıydı. Halifeliğin Şia'dan Abbasilere intikalinden, Hz. Hasan torunlarının ve Ebu Müslim ile yakınlarının öldürülmesinden sonra Mansur'un intikamından korkarak belli bir müddet suskunluğu yeğlemişlerse de, Şia mezhebi içinde faaliyetten ve devlete Fars kültürünü hakim kılmak veya yeniden lran asıllı bir hükümet kurmak için fırsat kollamaktan vazgeçmemişlerdi.

Bununla birlikte halifeler de onların bu ırkçı ve milliyetçi temayüllerinden gafil değildiler. Onların bu meyillerinin farkında oldukları halde İranlıları devlet işlerinde istihdam eder fakat onlara karşı sürekli uyanık bulunurlardı. Herhangi birinde bu niyetin bir uzantısı veya izini gördüklerinde hemen onu azleder veya öldürürlerdi. Bu nedenle İranlı vezirler Şiiliklerini son derece gizli tutarlardı. Halifeler ise onların evlerine ajanlar yerleştirerek hal ve hareketlerini gözetim altına alırlardı. Nitekim Mehdi, aslı Arap mevalisinden olan veziri Yakup bin Davud hakkında bu şekilde bir tahkikat yaptırmıştı. Yakup Medine'de hilafet iddiasında bulunarak Mansur tarafından öldürülmüş olan Muhammed bin Abdullah'ın biraderi lbrahim ibn Abdullah'ın katibiydi. Muhammed ile beraber Mansur'a isyan etmiş daha sonra pişmanlık duyanlar arasında olarak hükümete iltica etmişti. Şiilere olan meyil ve yakınlığını gizleyerek Mehdi'nin ekibine katılmış, Mehdi de onu kendi maiyetine almış, çok sevmiş ve onunla kardeşlik akdi yapıp, hükümet dairelerinde ilan edecek kadar hakkında itimat ve muhabbet göstermişti.

Zamanın halifesinin bu derece ilgi ve itimadına mazhar olan Yakup, zamanla devlet idaresinde de büyük nüfuz kazanmıştı. Mehdi'yi istediği gibi yönlendirmeye başlamış, israfa yöneltmiş, devlet işlerinden başka şeylerle meşgul etmiş, kendi başına devleti yönlendirmeye başlamıştı. Devletin kontrolünün Yakup'un eline geçmesini hazmedemeyen Araplar gerek hicivle gerekse başka yollarla şikayette bulunmaktan geri kalmamışlardı. Fakat halife Mehdi bu şikayet ve uyarılara önem vermiyordu. Rivayete göre hacca gitmek üzere bir yerden geçerken bir kitabe görmüştü. Kitabede şunlar yazılıydı: "Yakup ibn Davut'u görevlendirmeseydin ne büyük ne yüce bir halife olacaktın! " Mehdi beytin altına, "Bunu yazan hasetliğine rağmen Felah bulmasın ..." Yakup'un düşmanları bu tür hilelerle onu Mehdi'nin gözünden düşüremeyeceklerini anlayınca halifenin mutlak nazarı dikkatini çekecek hassas bir damarı üzerine basarak, gammazlamaktan başka çare görememişlerdi. Yakup'un Şiilere meyli olduğundan, Mansur'a karşı isyanını ilan eden Şiilerle bir zamanlar beraber hareket etmiş bulunduğundan söz ederek, halifenin itimadını bozmaya çalışmışlardı. Halife Mehdi vezirin bu gibi bir meylinden daha önce haberdar olmadığı için endişeye düşerek işin aslını bizzat anlamaya çalışır. Bir gün lacivert bir elbise giyerek yine aynı renkte örtülerle döşenmiş bir salonda oturur. Yanı başında da çekici bir cariye bulunmaktadır. Yakub'u bu salonda kabul eder. Onun hizmetlerinden son derece memnun olduğundan bahseder. Tüm salonu bütün örtüleriyle ve cariyeleriyle beraber kendisine bağışlar. Bu iltifat ve ihsandan sonra ona önemli bir görev teklif eder. Hz. Ali'nin torunlarından olan bir zattan kurtulmak istediğini, onun öldürülmesini kendisinden ister. Yakup o adamı öldüreceğine söz verip yemin ettikten sonra evine gider ve söz konusu Şii'yi yanına çağırtır. Şii oldukça faziletli ve güzel konuşan bir zattır. Canına kıyılmaması için yalvarır yakarır. Yakup merhamete gelir ve onun öldürülmesinden vazgeçer, hemen kaçıp kaybolmasını söyler, ayrıca kendisine para yardımında bulunur. Aslında bu işte casusluk etmesi amacıyla hediye edilen cariye de o sırada odanın bir köşesinde saklanmıştır. Yakup ile Şii arasında geçen bu konuşmaları dinler ve olayı olduğu gibi halife Mehdi'ye nakleder. Mehdi adam göndererek Şii'yi yakalatıp getirtir ve bir tarafta gizledikten sonra Yakup'u da davet eder. Yakup olayı olduğu gibi itiraf eder. Bunun üzerine Mehdi Yakup'u görevden alarak birkaç sene ceza için yeraltındaki zindanına atar. Harun Reşid'in hilafetinin altıncı yılına kadar zindanda kalan Yakup, nihayet Yahya ibn Halid Bermeki'nin şefaat ve iltiması ile serbest bırakılır. Yakup artık yıllar görmüş bir pir-i fani haline gelmiş olduğundan, Harun Reşid onun istediği yerde ikamet etmesine izin verir. O da Mekke'de yaşamayı arzu eder ve Mekke'de H. 187/802 yılında vefat eder. Bu yıl aynı zamanda Bermekilerin gözden düşüp, ikballerinin söndüğü yıla denk gelmektedir.


Bermeki Vezirler


Mehdi ile Hadi'den sonra hilafet makamına Harun Reşid çıktı. Bermekilerin dedesi olan Halid, Ebu Müslim'in ordusunda komutanlık yapmış, Abbasilerin galibiyeti için cansiperane çalışmış, halife Saffah tarafından vezirliğe tayin edilmiş, ayrıca çeşitli savaşlarda komutan olarak görevlendirilmişti. Halid dirayetli, ileri görüşlü, sabırlı ve metanet sahibi bir zattı. Onun soyundan gelenlerden hiçbiri cömertlikte, basirette, cesaret ve teşebbüste, ilim ve dirayette ona yetişememişti. Oğlu Yahya da keskin akıl ve isabetli görüşleriyle şöhret bulmuş, halife Mehdi'nin teveccüh ve itimadına mazhar olmuş, özel müsteşarı olmuştu. Mehdi'nin hanımı Hizran, Harun Reşid'i doğurmadan yedi gün önce, Yahya'nın H. 148 yılında Fazıl adını verdiği erkek evladı doğmuştu. İki çocuk beraber büyümüş, Hizran ikisini de emzirmiş, sütkardeş olmuşlardı. Daha sonra Harun Reşid çocukluk yaşına erince Mehdi onu Yahya'nın terbiyesine vermişti. Böylece Harun Reşid, Yahya'nın talim ve terbiyesinde büyümüş ve ona daima "Babacığım!" demişti. Mehdi H. 169 yılında vefat ettiği sırada devletin en büyük ve en nüfuzlu adamları Yahya bin Halid ile Rebi bin Yunus idi. Babasının vefatı sırasında Masebzan'da beraber bulunan Harun Reşid, halifenin vefat haberinin asker arasında duyulmasının kötü sonuçlar doğurmasından korktuğu için Yahya'dan görüş ve tedbir istemiş, o da o nazik durumda çok isabetli kararlar almıştı. Bağdat'a dönünce halkı heyecan içinde görmüşlerdi. Harun Reşid ve Hadi'nin Bağdat'ta bulunan annesi Hizran bu duruma karşı alınması gereken önlemleri görüşmek üzere Yahya ve Rebi'yi yanına çağırmış, ancak yalnızca Rebi davete icabet etmiş, Yahya ise Hadi'nin kıskançlığını göz önüne alarak Hizra'nın yanına gitmemişti. Hadi, Yahya'nın bu şekilde hareket etmesinden çok memnun olmuş, babası Mehdi'nin devrinde olduğu gibi onu Harun Reşid'in yanında bırakmış, Rebi'ye de tembihatta bulunmuştu.

Hadi idareyi ele alır almaz ilk düşündüğü şey kardeşi Harun Reşid'i veliahtlıktan çıkararak onun yerine kendi oğlunu tayin edip, diğer halifelerin yaptıkları gibi, halifeliği kendi soyuna döndürmekten ibaret olmuştu. Hadi, bu azmini devlet erkanına açıklamış, onlar da bunu uygun görerek Harun Reşid'i hal' edip, Hadi'nin oğlu Cafer'e biat ettikleri gibi, Harun Reşid'in aleyhine dönmüşlerdi. Veliahtlar bir yerlere çıkınca önlerinde bir harbedar (mızraktar) yürümesi devletin alışılmış törenlerinden biriydi. Hadi, Harun Reşid'e tören yapılmasını engellediği için halk Harun Reşid'le görüşmekten, kendisine selam vermekten çekinmiş, Harun Reşid de buna mecburen katlanmıştı. Fakat Yahya bu haksızlığa razı olmamış, Harun Reşid'i hakkını araması konusunda cesaretlendirmişti. Bazıları Yahya'nın bu hareketini hemen Hadi'ye ihbar etmişlerdi. Hadi Yahya'dan, "lcraatıma niye karşı duruyorsun?" diye sorunca o da, "Bir kul velinimetine karşı ancak kulluk ve sadakat duygularıyla beslenebilir," cevabını verir. Hadi tekrar, "O halde benimle kardeşimin arasını bozup onu niçin bana karşı itaatsizliğe teşvik ediyorsun?" diye sorar. Yahya, "Ben kimim ki aranızı bozayım. Mehdi, beni Harun Reşid'in kethüdalığına tayin etmişti. Daha sonra bu görevde kalmamı siz emrettiniz. Bunun için bugün efendimizin maiyetinde emrine tabi bir memur sayılırım," der. Hadi'nin bu cevaptan memnun kaldığını gören Yahya fırsatı kaçırmayarak, "Ey müminlerin emiri! Siz halkı ahdi bozmaya alıştırırsanız sonra onlar da yeminlerini tutmamaya başlar. Kardeşinizi veliahtlıkta bırakarak ondan sonra oğlunuz Cafer'in veliahtlığına halka biat ettirirseniz oğlunuza daha kuvvetli bir veliahtlık temin edersiniz," görüşünde bulunur. Hadi, "Görüşün gerçekten doğru," diyerek kendisini gönderir. Daha sonra Harun Reşid'i hal' eden komutanlarla görüşünce bunlar Harun Reşid'in hal'inde sebat olunmasını tavsiye ederler. Hadi de ceza olarak Yahya'yı hapseder. Yahya hapishanede iken "Nasihatim var," diyerek Hadi'ye haber gönderir. Hadi de onu huzuruna çıkartıp nasihatin ne olduğunu sorunca Yahya, "Arzu etmediğimiz ve ondan önce kendi ölümümüzü arzuladığımız büyük emir (Hadi'nin vefatı) vaki olur ise halkın henüz rüşde ermeyen oğlunuz Cafer'i hilafet makamına uygun göreceklerini, namaz ve hacda, savaşlarda onun kumandasına razı olacaklarını sanıyor musunuz?" diye sorar. Hadi, "Sanmıyorum," deyince Yahya, "Hanedanınız büyüklerinden filan kişilerin hilafete göz dikmeyeceklerinden, diğerlerinin de aynı tamah ve hırsa düşmeyeceklerinden, halifeliği babanızın zürriyetinden almayacaklarından da emin misiniz? Gerçek şu ki babanız Mehdi, Harun Reşid'i veliaht tayin etmemiş olsaydı açıkladığım mahzurlara dayanarak bu tayini sizin yapmanız gerekirdi. Oysa siz bu sakıncaları göz önüne almayarak babanız tarafından yapılan gayet isabetli bir kararı bozmak istiyorsunuz. Oğlunuz büyüyünceye kadar kardeşiniz Harun Reşid'i veliaht olarak bırakmanız gerekir. Oğlunuz büyüdüğü, halifeliğe layık bir yaşa geldiğinde o zaman Harun Reşid'i çağırırsınız, kendisini hal' eder ve oğlunuza da biat eder." Halife Hadi, Yahya'nın bu görüşünü isabetli görür ve bu yolda hareket eder. Ancak halife Hadi, bu olaydan sonra bir yıldan daha fazla hakimiyette kalamamış, vefat etmiştir. Bunun üzerine Harun Reşid halife olmuş, hilafetin kendine geçtiği müjdesini ve saltanat mührünü uykudayken Harun Reşid'e getirip teslim eden de Yahya olmuştur. Harun Reşid, Yahya'nın hüsnü tedbirini ve gayretini takdir eder ve kendisine "Babacığım! Sen uğur ve bereketinle, hüsnü tedbirinle beni bu mevkilere çıkardın. Devlet işlerini sana emanet ediyorum," demiş, mührü de ona teslim etmiştir. Ayrıca Harun Reşid, Yahya'ya olağanüstü saygı gösterir ve ona hitap ederken "Babacığım!" derdi.

Yahya'nın birkaç evladı vardı. Ancak onlar arasında cömertlik ve nezahatte Fazıl, güzel yazı yazma ve etkili konuşmada Cafer, gayret ve himmette Muhammed, şecaat ve ikdamda ise Musa önde geliyordu. Hemen hepsi en yüksek devlet mansıplarına yükselmiş, hükümet işlerinde özellikle Cafer ve Fazıl büyük bir nüfuz sahibi olmuştu. Cömertlikte şöhreti her tarafa yayılmıştı. Babaları da kendileri gibi kerem ve sehavet sahibi bir kişiydi. Bu ailenin cömertlikleri de, halkın dilinde deyim haline gelmişti. Herhangi biri aşırı cömertlik gösterdiğinde "Filan kişi Bermekileşmiştir," deniliyordu. Harun Reşid Yahya'ya gösterdiği büyük saygının bir tezahürü olarak, oğlunu da en üst devlet görevlerine tayin etmişti. Ülkeyi ikisinin kontrolünde olmak üzere ikiye ayırmış, Anbar'dan lfrikiye'ye kadar bütün batı bölgesi valiliğine Cafer'i, Şirvan'dan Türk memleketinin son hududuna kadar doğu valiliğini de Fazıl'ın emrine vermişti. Fazıl, H. 176 yılında Horasan'a gitmiş, bölgede düzeni sağlamış, birçok mescit, kervansaray, tekke, hudut boylarında karakollar kurdurmuş, yeni mali düzenlemeler yapmış, bekaya defterlerini yaktırmış, askerin sayısını artırarak hükümet memurlarını ve komutanlarını cömertçe ödüllendirmiş, onlara iltifatlarda bulunmuş ise de burada uzun süre kalmamış, H. 1 79/795 yılında yerine bir başkasını tayin ettikten sonra Bağdat'a dönmüştü. Harun Reşid, Fazıl'a da izzet ve ikramda bulunarak veziriazamlığa tayin etmişse de, kısa müddet sonra bu görevi kardeşi Cafer'e havale etmek istemiş, babalarına, "Vezirliği Fazıl'dan Cafer'e devretmek istiyorum. Fakat Fazıl'a bunu bildirmekten utanıyorum. Bu konuyu kendisine siz bildiriniz," demişti. Yahya da oğlu Fazıl'a, "Emiru'l Müminin efendimiz saltanat mührünü sağ elinden sol eline geçirmeyi emretmiştir," diye yazmış; Fazıl da cevaben, "Emiru'l-Mü'minin efendimizin biraderim için verdiği emri tam itaatle karşılıyorum. Biraderime geçen bir nimet, ona nasip olan bir rütbe benden uzaklaşmış sayılmaz," cevabını vermişti.

Cafer Bermeki, Harun Reşid devrinde devletin kontrolünü tamamen eline geçirmiş, halife yanında kimsenin yetişemediği bir imtiyazlı mevki kazanmıştı. Harun Reşid iki kişilik bir elbise yaptırır ve onu Cafer'le beraber giyerdi. Cafer devlet işlerini dilediği gibi idare ediyor, neyi uygun görürse, devletin yarısını bağışlamak veya halifenin kızını birisine vermek gibi bir iş bile olsa yine, Harun Reşid tarafından tasdik olunuyordu. Haşimioğullarından Abdülmelik bin Salih'in hikayesi Cafer'in ne derece geniş yetkilere sahip olduğunu açıkça gösteren bir örnektir.

Harun Reşid'in amca çocuklarından olan Abdülmelik, halifeliğe göz dikenlerden biriydi. Bu yüzden Harun Reşid ona kırgındı. Abdülmelik bir gün Cafer'in şarap meclisinde bulunurken Cafer ona Harun Reşid'le arasındaki kırgınlığın ortadan kaldırılmasını, dört bin dirheme ulaşan borcunun silinmesini, oğlu lbrahim'in Harun Reşid'in kızı Aliye ile evlendirilerek Mısır'a vali tayin olunmasını -Harun Reşid'den izin almaksızın vaat etmişti. Daha sonra Abdülmelik, Cafer'in yanından ayrıldığında mecliste hazır olanlar Cafer'in bu kadar önemli şeyleri kendi kafasına göre vaat etmesini şaşkınlık ve hayretle karşılamış, Harun Reşid'in gazabına uğramasından korkmuşlardı. Ancak Vezir Cafer, Harun Reşid'in huzuruna çıkmış, açıklanan konuları arz etmiş, hepsi hakkında da halifenin muvafakatını almıştı.

Cafer'in devlet hazinesinden yaptığı harcamaların sınırı olmadığı gibi hükümet işleri ve halkla ilgili konularda da tam yetkiliydi. Ancak bu geniş nüfuz ve otoritesine rağmen Harun Reşid onun sadakatsizliğini hissedince hemen öldürttüğü gibi, tüm hanedanını da ya sürdürmüş ya da kaybettirmişti. Bermekilerin başına gelen bu felaket, ilginç ve ibretlik bir olay olmakla birlikte sebepleri hakkında da birçok şey yazılmıştır.


Bermekilerin Gözden Düşmeleri ve Felaketleri Harun Reşid ve Şia


Bermekiler Ehl-i Şia'dan oldukları gibi, büyük babaları Halid de diğer Horasan ve Fars halkı gibi zamanında Şiilere biat etmişlerdi. Halid Abbasilerin zaferlerini, hilafetin Hz. Ali sülalesine intikal etmesini arzu eden Ebu Seleme ile Ebu Müslim ve diğerlerinin başına gelen felaketleri görünce bu düşünceden vazgeçmeyi daha uygun bulmuş, önce Saffah'a daha sonra da halife Mansur'a bağlılık göstermiş, üstün hizmetlerde bulunmuştu. Oğlu Yahya ve torunları da aynı politikayı sürdürmüşler ancak Şia'ya meyletmek ve yakınlık göstermekten de kendilerini alamamışlardı. Özellikle Şia ve yandaşlarına karşı oldukça katı davranmaktan çekinmeyen Harun Reşid zamanında Şia'ya olan meyillerini çok gizli tutuyorlardı. Harun Reşid çocukluğu zamanında bile Şiilerden nefret ediyor, Şiiler de onun bu olumsuz duygularından çekiniyorlardı. Nitekim halife olur olmaz Bağdat'ta bulunan Talibilerin tamamını Medine'ye sürdürmüş ve zorunlu ikamete mecbur etmişti. Harun Reşid'in Alevilere karşı olan bu kin ve düşmanlığı herkesçe bilindiğinden, şairler onun gözüne girmek ve iltifatına mazhar olabilmek için Alevileri kötüleyen ve hakaret eden kasideler yazar ve kendisine sunarlardı. Buna karşılık Alevi şairler de Harun Reşid'e karşı hicviyeler yazmaktan geri kalmazlardı. Ancak yaşadığı müddetçe ortaya çıkmaya da cesaret edemezlerdi. Ne zaman ki Harun Reşid vefat edip defnolunduğunda, Du'bel bin Ali gibi Alevi şairler Harun Reşid hakkında ağır hicivler yazmışlardır. Bermekiler ise Harun Reşid'in Şia'ya karşı olan politika ve düşmanlığından nefret ediyor, yapılan baskıları haram sayıyor, engel olmaya güçleri yetmediğini görünce çaresiz bir biçimde susuyorlardı. Bununla birlikte Şia'ya fırsat buldukça gizliden gizliye yardım etmekten de geri kalmıyorlardı. Şia'nın önde gelenleri Bermeki ailesinin lideri ve Harun Reşid'in yanında büyük nüfuz sahibi bulunan Cafer'in yanında toplanırlar, Harun Reşid tarafından kendilerine yapılan baskı ve zulümleri bildirirlerdi. Cafer de onlarla yaptığı bu görüşme ve ilişkilerini Harun Reşid'e ulaştırılıp ihbar edilmesini önlemek için gerekli tüm tedbirleri titizlikle alıyordu. Fakat tüm bunlara rağmen bazı saray adamları, çoğunlukla Arap asıllı veya onlara bağlı olan hasetçileri, bu ilişkileri gizliden gizliye araştırarak anında Harun Reşid'e ulaştırmakta gecikmiyorlardı. Cafer'in en büyük ve en güçlü düşmanı bizzat Harun Reşid'in eşi ve oğlu Emin'in annesi Zübeyde idi. Çünkü Cafer onun kumasının oğlu Me'mün'u kendi oğluna tercih etmişti.

Emin ve Me'mün'un veliahtlıklarını ilan eden biat mektubunun Kabe'nin içine asıldığı günlerde Zübeyde, Cafer'e çok kırılmıştı. Emin alışıldığı üzere yemin ettikten sonra Kabe'den ayrılacağı zaman Cafer onu çevirmiş ve "Kardeşime hiyanet edersem Allah beni kahretsin!" anlamında bir yemini üç kere tekrar ettirmişti. Annesi Zübeyde bu olaydan çok gücenmiş ve Cafer'e kin beslemeye başlamıştı. Daha sonra görevden alınıp cezalandırılması için Harun Reşid'i teşvik edenlerin arasına katılmıştı.  Zübeyde ile Cafer arasında var olan soy sop düşmanlığının etkisi ise ayrı bir noktaydı. Özellikle Rebi ailesi, Mezid Şeybani ailesi gibi Bermekilerin Arap emirlerinden de birçok hasetçi düşmanları vardı. Bermekiler bu emirlerin güç ve mevkilerini azaltmış ve Harun Reşid'i aleyhlerine çevirtmişti. Bunlardan başka Bermekilerin amcaları Muhammed bin Halid dahil olmak üzere İranlılardan da birçok düşmanı vardı. Muhammed bin Halid de Bermekileri kıskanan ve onlara düşmanlık yapanlardan biriydi.

Bunlar Cafer'i Harun Reşid'in gözünden düşürebilmek için bazen Şia yandaşlığından, bazen de devletin gücünü kendi ellerine geçirdiğinden veya kendisinin ve yakınlarının devlet mallarını yağmaladıklarından söz ediyorlardı. Harun Reşid bu söylentileri dinliyor, ancak Yahya'nın kendisine yaptığı büyük hizmeti, oğullarının da yıllar boyu ortaya koydukları çaba ve gayretleri takdirden geri kalmıyor, Cafer'in bazen Şia'ya verdiği destek gibi olumsuzluklarına rağmen bu emektar aileyi perişan etmeye kalkışmıyordu. Ta ki Cafer'i Mağrip valiliğine tayin edip de Cafer de kendi yerine vali vekili olarak bir Şii'yi görevlendirinceye kadar bu müsamaha devam etmişti. Harun Reşid, Cafer'in tüm bu icraatlarına tahammül gösteriyor, ancak her geçen gün hakkındaki iyi düşünceleri değişiyor, onu cezalandırmak için uygun bir fırsat çıkmasını bekliyordu.


Horasan Bölgesinde Şiiler


Abbasiler hilafet mücadelesine başlamadan önce Hz. Ali yandaşları olan Horasanlılarla onlara destek veren Taberistan ve Deylem ahalisi, Abbasilerin halifeliğini ancak Ebu Müslim'e takiyye yapmış veya ondan korktukları için tanır gibi davranmışlardı. Fakat çok zaman geçmeden Ebu Müslim haksızlığa uğrayıp hile ile katlolunduğu gibi, arkadaşları olan Ravendiler de perişan edildiği halde Horasanlılar intikam için fırsat bulamamışlardı. Daha sonra Mansur da Bağdat şehrini kurdurmuş ve içine sığınmıştı. Ancak Horasanlılar fırsat kollamaktan vazgeçmiyorlardı. Mansur ise Şiilerle mücadelesini sürdürüyor, yakaladıklarını ya öldürüyor veya sürgüne gönderiyordu. Bu yüzden Hz. Ali'nin soyundan olup hayatta kalanlar lslam ülkesinin en uzak bölgelerinden biri olan Horasan ve Mağrip bölgesine firar etmiş, oralarda halkı gizliden gizliye hilafet mücadelelerine katılmaya davet etmeye başlamışlardı. Horasanlıların Ebu Müslim'in intikamını almak için Mansur'a karşı besledikleri kin ve nefret, kendilerini Şiilerin en büyük destekçisi yapmıştı.

Abbasiler kendi iktidarları için en büyük tehlike olarak Horasanlıları görüyorlardı. Çünkü bu bölge halkı Şia olmanın ötesinde son derece cesur ve savaşçı bir toplumdu. Hilafeti Emevilerden alıp Abbasilere teslim ettikleri günden beri herkesin gözünde saygın bir konuma yükselmiş insanlardı. Harun Reşid devrinde bölgenin Şia reisi, Mansur'un öldürttüğü Muhammed bin Abdullah'ın kardeşi Yahya idi. Bu zat H. 176 yılında Deylem ülkesinde halifeliğini ilan etmiş, birçok taraftar toplamış ve önemli bir güç sahibi olmuştu. Harun Reşid bu gaileden kurtulmak için Fazıl bin Yahya komutasında bir ordu göndermişti. Fazıl kendisi ile görüşmeler yaptıktan sonra Harun Reşid tarafından bir emanname getirterek onu sulh yoluyla itaat altına almış ve Bağdat'a beraber getirmişti. Harun Reşid de ona saygı ve sevgi göstermiş, kendisine maaş bağlamıştı. Daha sonra korku ve endişenin etkisiyle veya Şia düşmanlarının yönlendirmesiyle Yahya'yı hapsettirmeyi düşünmüşse de, daha önce vermiş olduğu emannameden dolayı bunu mümkün görmemiş, önde gelen Islam hukukçularının görüşlerine başvurmuştu. Hukukçulardan biri emannamenin hükmünün devam ettiğini ve geçerli olduğunu iddia etmiş ise de, Harun Reşid bunu kabul etmemişti. Diğer bir fakih olan kadı Ebu'l Buhteri ise bunun bazı hususlardan dolayı geçersiz bir emanname olduğunu iddia etmiş, bu fikre katılan Harun Reşid de emannameyi yırtarak Yahya'yı Cafer'e teslim etmiş ve onun eliyle zindana göndermişti. Cafer ise Yahya'nın haksız bir şekilde cezalandırıldığını, onun emannameye güvenerek teslim olduğunu, Harun Reşid'in ahdinden döndüğünü biliyordu. Bu yüzden kendisinin devlette sahip olduğu nüfuz ve kuvvete güvenerek, Harun Reşid tarafından daha sonra herhangi bir soru sorulmayacağını düşünerek Yahya'yı salıvermeyi uygun görmüştü. Cafer bir adam vasıtasıyla Yahya ile görüşmüş, Şia olmanın dışında herhangi bir suçu olmadığını anlayınca haline üzülerek uzak bir yere sığınması için serbest bıraktırmış, yolda kendisine bir zarar gelmemesi için de güvenilir bir yere ulaşıncaya kadar yanına bir de adam vermişti.


Harun Reşid ve Cafer


Babası Rebi'nin vefatından sonra vezirlik makamına geçmeyi beklerken Acem asıllı Bermekilerin bu makamı işgal etmelerini hazmedemeyen Fazıl bin Rebi başta olmak üzere, Bermekilerin düşmanları Cafer'in tüm hareketlerini sürekli tecessüs ediyorlardı. Cafer'in Yahya bin Abdullah'ı hapisten salıverdiğini haber alınca hemen Harun Reşid'e ihbar etmişlerdi. Harun Reşid vezirinin kendi kendine böyle bir cürette bulunmasından hayrete düşmüş, ancak işin aslını tam öğrenmeden kendini ve vezirini küçük düşürmemek için Yahya'nın kendi emri üzerine serbest bırakıldığını söyleyerek Fazıl'a sert cevaplar vermişti. Daha sonra Harun Reşid Cafer'i yemeğe davet etmiş, sofraya beraber oturmuş, ona kendi elleriyle lokma yedirerek sohbete başlamış ve bu sırada Yahya'nın durumunu sormuştu. Cafer de, "Hapishanede bildiğiniz haldedir," cevabını vermişti. Harun Reşid bunun üzerine, "Başım hakkı için doğru söyle," deyince Cafer hemen işin farkına vararak durumu olduğu gibi anlatmış, Yahya'nın hiçbir kötü düşünce veya amacının olmadığını fark ettiği için serbest bıraktığını itiraf etmişti. Bunun üzerine Harun Reşid de, "Çok güzel yapmışsın. Ben de böyle düşünüyordum," demişse de, o andan itibaren Cafer'e karşı bir nefret hissetmeye başlamış, görevden alınıp aleme ibret olacak şekilde cezalandırılmasını düşünmeye başlamıştı. Hatta Cafer meclisten ayrıldığı zaman kendi kendine, "Eğer seni öldürmezsem Allah beni öldürsün!" demişti. Harun Reşid artık Cafer'i yok etmenin fırsatını kolluyor, onun için planlar yapıyordu. Çünkü Bermekiler halkın her sınıfına hatta bizzat Haşimi sülalesine de büyük cömertlik ve ihsanda bulundukları için olağanüstü bir güç ve kuvvete sahip olmuşlardı. Fakat Harun Reşid zamanı gelmeden önce Cafer'e planı konusunda bir şey hissettirmemek için, Horasan'a vali tayin edeceğini bahane ederek vezirlik mührünü kendisinden alarak babası Yahya'ya teslim etmiş, sonra Horasan ve Sicistan valiliğine nasbetmiş ise de yirmi gün geçmeden bu görevden azletmişti.

Cafer'in bu tayini ya sadece bir manevraydı ya da iyi niyetli bir atama olmakla birlikte hareketinden endişe edilerek yapılan bir azildi. Bermekileri kıskanan ve onlara düşmanlık yapanlardan biri de Ali bin İsa idi. Sürekli onların aleyhine çalışmaktan geri durmamış, Cafer'in kardeşi Musa bin Yahya'yı Horasan vilayetini isyana teşvik etmekle itham etmişti. Harun Reşid ise Musa'yı önce hapsetmiş, sonra da serbest bırakmıştı. Ancak artık Harun Reşid tüm Bermekiler hakkındaki iyi niyetini kaybetmiş, bunu gösteren bazı uygulamalarını da açıkça göstermeye başlamıştı. Örneğin daha önce kendisine "Babacığım" diye hitap ettiği Yahya bin Halid izin almaksızın halifenin huzuruna girip çıkabiliyordu. Harun Reşid bu hareketinin çirkin olduğunu kendisine ihtar etmiş, o da artık izinsiz girip çıkmaktan vazgeçmişti. Aynı şekilde Harun Reşid'in huzuruna girdiğinde gulamlar ayağa kalkıyorlardı. Harun Reşid hademe ağası Mesrur'a emrederek gulamların bu hareketini yasaklatmıştı. Harun Reşid'in icraatındaki bu değişiklikleri Yahya da hissetmişti. Halk arasında bile dilden dile aktarılmış, Bermekilerin başına er veya geç büyük bir felaketin geleceği anlaşılmış ise de, hiç kimse onları uyarmaya cesaret edemiyordu. Hatta bazı şarkıcılar Bermekilerin yakın bir zamanda büyük bir musibete uğrayacaklarını ima eden şarkılar bile söylüyorlardı.

Harun Reşid, Bermekileri cezalandırdığında taraftarlarının bir direnciyle karşılaşacağından endişe ettiği için saray adamlarının ve devlet ricalinin bu husustaki düşüncelerini, böyle bir olayın halk üzerinde ne gibi bir tesir uyandırabileceğini anlamayı uygun görmüş ve halk ile en fazla içli dışlı olan şarkıcıların kamuoyunu anlama konusunda herkesten fazla şansları bulunacağını, bu şarkıcıların sarhoşluk halinde her şeyi itiraf edeceklerini göz önüne alarak, amacını belli etmeksizin onları konuşturmayı düşünmüştü. Şarkıcı İshak Musuli bir gün halifenin huzurundayken Harun Reşid ona, "Halk ne diyor?" diye sormuş, o da, "Bermekileri cezalandırıp Fazıl bin Rebi'yi vezirlik görevine tayin edeceğinizi söylüyorlar," cevabını vermişti. Harun Reşid sanki bu cevaptan güceniyormuş gibi görünerek lshak'a, "Habis herif! Böyle şeylere ne diye karışıyorsun!" diye bağırmıştı.

Halife Harun Reşid, Bermekilerin evlerinde, divanlarında özel ajanlar da görevlendirmişti. Onların tüm hal ve hareketleri halifeye ihbar olunuyor ve haset dürtüsüyle kışkırtılıyordu. Halife tarafından terbiye edilip Cafer'e hediye edilen Hazarlı iki uşak da bu hafiyeler arasındaydı. Bunlar her gün Cafer'in meclisinde ne oluyorsa onu harfiyyen Harun Reşid'e ihbar ediyorlardı. Cafer'in haftada bir gün topladığı bir meclisi vardı. lran asıllı büyük devlet adamları burada toplanır, onun takdim ettiği tek renk elbiseleri giyerek Cafer'le sohbet ederlerdi. Bir gün bu eğlence meclisinde konuşulurken Ebu Müslim Horasani'den, lslam devletini yalnız başına bir hanedandan diğer bir hanedana nasıl nakledebildiğinden söz açılmış; Cafer de, "Bunu büyük bir şey kabul etmemelidir. Çünkü bu başarıyı ancak altı yüz bin adam idam etmekle sağlayabilmişti. Büyüklük, maharet kan dökmeksizin bir devleti bir milletten diğer bir millete nakledebilmektedir," sözünü ağzından kaçırmıştı. Casusluk yapan bu iki Hazarlı köle, bu sözleri hemen Hanın Reşid'e rapor etmiş, bununla devletin yönetimini Abbasilerden İranlılara veya Şiilere nakletmeyi amaçladığını anlatmışlardı. Bu durum Hanın Reşid'in Cafer'den daha fazla korkmasına ve endişelenmesine neden olmuştu.

Bermekilerin ortadan kaldırıldıkları H. 187 yılında Harun Reşid, Cafer'in öldürülmesine kesin karar vermiş olarak hacdan dönüyordu. Ancak kararını belli ettirmeksizin Cafer hakkında sevgi ve saygılı görünmüş, hilafet mührünü alabilmek amacıyla onu Horasan'a vali tayin ederek hilatlar giydirmiş, ihsanlarda bulunmuş, yardımına da askeri bir kuvvet vermişti. Cafer'in en seçkin taraftarlarını içine alan bu askeri kuvvet Nehrivan'da ordugah kurmuş ve sefer hazırlıklarına başlamıştı. Cafer de onlara katılmak üzere yine sefer hazırlıkları için Bağdat'ta kalmıştı.

Cafer'in Haşimilerden İsmail bin Yahya adında samimi ve vefalı bir dostu, Harun Reşid'in Bermekiler hakkında düşündüğü karardan haberdar olduğu için olası bir kötülükten sonra iki tarafın arasını ıslah amacıyla aracılık yapmayı uygun görerek Cafer'in huzuruna çıkmış, onunla gizlice birçok şey konuştuktan sonra, "Efendim! Gelirleri pek çok, çevresi pek geniş bir memlekete gidiyorsunuz. Malik olduğunuz bazı çiftlikleri Emir'ul Mü'minin'in oğullarına terk etseniz halifenin nazarındaki mevkiniz daha da büyür," demişti. Cafer bunları işitir işitmez -Harun Reşid'in Bermekiler hakkındaki gizli düşüncelerini aklına getirmeksizin- öfkelenerek karşısındaki adama, "Vallahi İsmail! Senin amcaoğlun Harun Reşid bir ekmek yediyse onu da benim sayemde yedi. Bu devlet ancak bizim gayret ve himmetimizle ayakta durdu. Onu kendi nefsi, oğulları, yakın adamları ve halkı için rahat, hazinelerini de para ile dolu bir halde bırakmak, devletin en önemli işlerini üzerime almak yetmiyor mu ki çoluk ve çocuğum için biriktirdiğim servete göz diksin. Haşimioğullarının ahlakında olan kıskançlık hissi, tamahkarlık ve azgınlığa düçar olmaktan kurtulmasın. Harun Reşid eğer benden böyle bir şey isterse başına felaket olur," cevabını vermiş; bu sözleriyle Harun Reşid'i Horasan'ın bağımsızlığı ile tehdit etmek istemişti. İsmail, Cafer'in bu tehdit ve hiddetini görünce hemen yanından çıkmış, hem Cafer'den hem de Harun Reşid'den gizlenmişti. Çünkü her ikisinin gözünde de töhmet altında kalmıştı. Ancak Harun Reşid'in gizli ajanlarından biri bu konuşmayı anında Harun Reşid'e iletmiş, onun intikam hislerini alevlendirmişti. Belki de Harun Reşid yalnızca Cafer'i görevden alarak hapsetmekle yetinecekti. Fakat bu tehdidi işitince öldürülmesine karar vermişti. Ancak son kararından önce zevcesi Zübeyde ile istişare etmiş ve ona, "Bunların Horasan'da kuvvet toplarlarsa hilafeti elimden almalarından korkuyorum," demişti. Zübeyde de vakit kaybetmeksizin öldürmesi için Harun Reşid'i cesaretlendirmişti. Rivayete göre Cafer'in, halifenin harem dairesinde kız kardeşi Abbase ile yaşadığı birtakım fenalıkları da Harun Reşid'e ihbar etmişti. Harun Reşid, Cafer'in Nehrevan'daki orduda bekleyen adamlarından uzak bir mevkide, Bağdat'ta bulunmasını büyük bir fırsat bilmiş, aynı zamanda özel celladı olan Mesrur'u göndererek kellesini kestirmiş, aynı gece de Yahya'nın oğullarının ve Fazıl'ın evlerini kuşattırarak hepsini hapsettirmiş, mal ve mülklerini müsadere etmişti. Aynca her bölgeye emirler gönderen Harun Reşid, Bermekilere ait ne kadar mal mülk ve köle varsa cümlesine devlet adına el koydurmuştu. Yahya'nın kardeşi Muhammed bin Halid, kardeşinin ve kardeşi oğulları aleyhinde bulunan düşmanlarından biri olduğu için Bermekilerin karşılaştığı bu felaket ona ilişmemişti. Harun Reşid Bermeki ailesini bu şekilde aleme ibret olacak biçimde cezalandırıp perişan ettikten sonra vezirlik makamına Fazıl bin Rebi'i tayin etmişse de, Bermekilere yaptığı bu fena muameleden dolayı sonraları pişman olmuştu. Hatta onları andıkça gözlerinden hasret gözyaşları dökülürdü. Cafer'in hayat hikayesi daha evvel Hüsrev Perviz'in veziri olan Bezer Cemher'in hikayesine benzemektedir. O da vezirini zındıklıkla suçlamış, öldürdükten sonra da yaptığına pişman olmuştu.

Halife Harun Reşid, Bermekilerin hilafete el koymalarından endişe ettiğinden, "her kimin sadakatinden şüphe olunursa katlini vacip gören" kanuna uygun olarak Cafer'i öldürmüş, Bermeki ailesini de sürdürmüş ve perişan etmişti. Bununla birlikte Abbasilerin halka karşı gösterdikleri muamele biçimi ve yönetim tarzları böyle değildi. Halka çoğunlukla şeriat hükümleri dairesinde hak ve adalet, nfk ve mülayemet, ihsanperverlik ve hatırbilirlilik ile muamele olunurdu. Özellikle Harun Reşid bu hususta özel bir mevki işgal ediyordu. Etkili vaaz ve nasihatleri dinlerken kalbinin inceliğinden gözleri yaşam, af ve merhamet dileyenlere karşı dayanamaz, lütuf ve ihsanına ihtiyaç duyulunca büyük cömertlik gösterirdi. Bunun örnekleri oldukça çoktur. Sadece Şia'ya, onlara destek ve yardımcı olanlara karşı fevkalade şiddetli ve katı davranırdı.


Emin ve Me'mün veya Araplarla İranlılar


Bermekilerin bu şekilde cezalandırılmaları Horasan halkının Abbasilere karşı olan düşmanlık ve intikam duygularını iyice körüklemiş, ilk fırsatta birlikte hareket ederek öç alma planları yapmaya başlamışlardı. Me'mün aslen İranlı olan bir kadından doğmuş, Cafer Bermeki'nin terbiyesinde Şiilere meyilli olarak büyümüştü, bu nedenle Horasanlılar kendisinin hilafet makamına çıkmasını dört gözle bekliyorlardı. Söz konusu dönemde Şiilik günümüzdeki halinden farklı olarak dini özellikten öte, Ali ve yandaşlarının ve bunlara destek veren İranlıların oluşturduğu siyasi bir hareketti. Me'mün küçüklüğünden itibaren İranlılar ve onların siyasi emellerine yatkın bir şekilde büyümüştü. Halid ibn Yahya, onun hizmetine Fazıl bin Sehl Serahsi'yi tayin etmişti. Bu zat aslında Horasanlı bir Mecusi idi. İslam'ı ancak H. 190/805'te Me'mün'un yol göstermesiyle kabul etmiş ve Şiiliği de Horasanlı İranlılara destek çıkma düşüncesiyle seçmişti. Fazıl, işbilir becerikli bir adam olduğu için Yahya onu kendi maiyetinde devlet hizmetine almış ve kendisine vekilharç yapmıştı. Fazıl, Me'mün'da parlak zeka ile birlikte mümtaz özellikler görünce eninde sonunda hilafetin onun eline geçeceğini tahmin etmiş, bu nedenle hizmetinde bulunmayı arzulamış ve kısa sürede teveccüh ve itimadını kazanmıştı. Me'mün da Fazıl'a aşırı saygı gösterir, Me'mün'un hilafeti devrinde en azından vezirliğe ulaşacağını düşünürdü. Rivayete göre Me'mün'un şehzadeliği döneminde hocası olan zat onun Fazıl'a karşı ilgisini görünce Fazıl'ı tebrik etmek için, "Bu sayede bir gün bir milyon dirhemin sahibi olacağını uzak görmem," demişti. Fazıl öfkelenerek, "Az veya çok para kazanmak için onun hizmetine girmedim. Bu mührümün hükmü doğuda ve batıda geçerli olsun diye girdim," cevabını vermişti.

Harun Reşid kendi oğullarını veliaht olarak tayin ettiğinde kendisinden sonra hilafet makamına gelecek olan Emin'e, Irak ve Mağrip'e kadar olan Şam valiliğini; diğer oğlu Me'mün'a da kardeşi Emin'den sonra halifelik yapmak şartıyla Horasan ve diğer doğu memleketleri valiliğini tevcih etmişti. Bu tayin ve tevcih Cafer'le birlikte, Şii fırkalarından önde gelenleri ve Fazıl bin Sehl'in çabaları ile gerçekleşmişti.

Harun Reşid H. 192 yılında Horasan bölgesine ziyaret etmeyi düşününce, dönünceye kadar oğlu Me'mün'a Bağdat'ta kalmasını emretmişti. Harun Reşid bu tarihlerde hastaydı. Fazıl, Harun Reşid'in yolculuk sırasında ani olarak vefat etmesiyle tüm mesaisinin boşa çıkmasından korktuğu için Me'mün'un huzuruna çıkarak, "Baban Harun Reşid'in başına ne haller geleceğini bilemezsin, Horasan senin vilayetindir. Emin'in senden önce hilafet makamına çıkması da şart koşulmuştur. Zübeyde gibi bir valideye, Haşimioğulları gibi dayılara, Zübeyde'nin servetine malik olduğu için böyle bir halde kolaylıkla seni veliahtlıktan ihraç edebilir. Harun Reşid'le beraber gitmeyi talep et," tavsiyesinde bulunmuştu. Bunun üzerine Me'mün babasına refakat etmeyi dilemiş, Harun Reşid önce kaçınmışsa da sonra bu fikri onaylamıştı. Harun Reşid'in bu çekimserliği kuşkusuz sebepsiz değildi. Ecelinin yaklaştığını hissediyor, çevresinde oğullarına bağlı birtakım hırslı ve şöhretperest adamların ve ajanların kendi soluklarını sayıp hayatını bir yük görürcesine dolaşıp durduklarını görerek üzülüyordu.  Me'mün, babası ve Fazıl ile beraber Horasan'a doğru hareket etmişti. Fazıl yolculuk sırasında Me'mün'un halifeliği lehine büyük çaba sarf etmiş, tüm kumandanlara onun veliahtlığını tasdik ettirmiş, zapturabt konusunda da Harun Reşid'in tasvibini kazanmıştı. Me'mün, Merv'de, Harun Reşid de Tus şehrinde bulundukları bir zamanda Harun Reşid'in hastalığı iyice şiddetlenmişti. Emin ise o esnada Bağdat'ta bulunuyordu. Harun Reşid'in etrafında oldukça nüfuzlu adamlar bulunuyordu. Bunların en gayretlisi Bermekilerden sonra vezaret makamına çıkan Fazıl bin Rebi idi. Emin babasının hastalığının şiddetlendiği haberini alınca, Rebi'nin oğlu ve diğerlerine kendisine biat olunması için mektuplar göndermiş, bunu takiben H. 193/808 yılında Harun Reşid'in vefat etmesi üzerine Rebi'nin oğlu Me'mün'un Merv'de bulunmasından yararlanarak, hemen Bağdat'a dönüş için askeri teşvik etmişti. Bağdat'ta aileleri bulunan askerler de bir an önce ailelerine kavuşmak arzusuyla Bağdat'a yönelmiş, Me'mün'a verdikleri söz ve ahidlerini tamamen unutmuşlardı. Harun Reşid'in ordusunda bulunan tüm mal ve eşyalar tamamen evine götürülüp teslim edilmiş, hemen herkes Emin'e biat etmek için yarışmıştı. Daha sonra Fazıl bin Rebi, kardeşi Me'mün'u veliahtlıktan düşürmesi için telkinlerde bulunmuş, Emin de bu telkinlerin etkisinde kalarak kardeşini veliahtlıktan uzaklaştırmıştı.


Fazıl ibn Sehl ve Ali Rıza


Me'mün babasının öldüğünü, devlet adamlarının orduda bulunan hazineler ve mallarla beraber kardeşine geçtiğini, veliahtlıktan çıkarıldığını haber alınca kendi hayatı için endişelenmeye başlamış, Merv'de yakın adamlarını toplayarak, kendi durumu ve biraderinin gücünden söz ederek onlara fikir ve görüşlerini sormuş, onlar da ümitsizliğe düşmemesini tavsiye etmişlerdi. Fazıl bin Sehl de, "Dayılarının yanında bulunuyorsun. Boyunlarında biat hakkın var. Biraz sabret. Halifeliği senin ellerine teslim edeceğim," demişti. Me'mün, Fazıl'ın verdiği bu açık teminata güvenmiş, gönlü rahat bir biçimde tüm devlet işlerini, yani başvezirliği ona teslim etmiş, ayrıca hem kılıç hem de kalem reislikleri elinde olmak üzere ona "zü'l-riyaseteyn" (iki reislik sahibi) lakabını da vermişti. Me'mün'a destek çıkarak hem kendi nefsi hem de vatan ve millete arka çıktığına inanan Fazıl ibn Sehl, Me'mün'un zafere kavuşması için tüm nüfuzunu sarf etmiş, halkın desteğini kazanamasa da, hedefe ulaşmıştı. İki kardeş arasındaki düşmanlık ateşi iyice alevlenmiş, Bağdat'la Horasan arasında tüm haberleşmeler ve ilişkiler kesilmiş, her biri kardeşinin ismini hutbeden çıkartmıştı. İki tarafın orduları arasında yapılan çeşitli savaşlar ve kanlı mücadeleler sonunda Tahir bin Hüseyin'in komutası altında bulunan Me'mün'un ordusu kesin olarak galip gelmiş, savaş H. 198/813 yılında Bağdat'ın fethi ve Emin'in katli ile sona ermişti. Daha sonra Emin'in kesik başı Horasan'da bulunan Me'mün'a götürülmüştü. Me'mün daha önce Fazıl tarafından verilen her sözün bir bir gerçekleştiğini görünce ona karşı saygısı iyice artmış, her konuda ona itaat etmiş, elinde adeta bir oyuncak olmuştu. Fazıl da bu fırsattan istifade ile devletin dümenini istediği yöne çevirmeye başlamış; Cibal, Irak, Fars, Ahvaz, Hicaz ve Yemen valiliğini Bağdat'ta ikamet etmek üzere kardeşi Hasan ibn Sehl'e tevcih ettiği gibi, bu nüfuz ve kuvvetine dayanarak hilafeti Abbasilerin elinden Şiilere nakletmeyi de düşünmüştü. Söz konusu dönemde Horasan'da Şiilerin daisi, Ali Rıza adıyla bilinen Ali ibn Musa el Rıza ibn Cafer ibn Ali ibn Hüseyin idi. Fazıl, Me'mün'dan sonra adı geçen Ali Rıza'nın veliaht olarak tayini, yani hilafetin Abbasilerden Hz. Ali'nin torunlarına intikali için Me'mün'a teşviklerde bulunmuş, elinden gelen çabayı sarf etmişti. Muhtemelen Fazıl, Me'mün'la yıllar önce hilafet mücadelesi yaparken bunu şart koşmuş veya sözünü almış, Me'mun da ya bu şartı yerine getirmek ya da daha sonra Fazıl'dan intikam almak düşüncesiyle bu düşünceyi kabul eder gibi görünmüştü. Belki de Şiilere karşı olan hüsnü zan ve sevgiden dolayı hilafetin kendisinden sonra onlara geçmesinde bir sakınca görmemişti. Çünkü Me'mun çocukluğundan beri Şia muhabbetiyle büyümüş, Şiiliğini ortaya koymaktan da çekinmemişti. Velhasıl Me'mun 201 yılında Ali Rıza'ya biat ve kendisinden sonra hilafete namzet eylediği gibi ona, "el Rıza min Ali Muhammed" lakabını vermiş, Abbasilerin özel renkleri olan siyah elbiseyi çıkarıp yeşil giymelerini emretmiş, bu kararlarını da her tarafa resmen bildirmişti.

Me'mun'un bu kararını Bağdat'takiler işitir işitmez, tüm Haşimilerle onların yandaşları birlikte ayaklanmışlar, Ali Rıza'nın veliahtlığını tanımadıklarını ilan etmişler ve "Hilafet Abbasilerden alınamaz," diyerek, yapılan biatın Fazıl bin Sehl'in tertip ettiği bir fitne olduğunu ilan etmişler, kardeşi Hasan bin Sehl'in Bağdat valiliğini tanımadıkları gibi nihayet Me'mün'un da hal'ine karar verip, yerine amcası İbrahim bin Mehdi'yi oturtarak kendisine "mübarek" lakabını vermişlerdi. Ayrıca bundan öte eğer inadında devam edecek olursa kendisini öldürecekleri tehdidini iletmek için Me'mün'a özel bir heyet göndermişlerdi. Fazıl bin Sehl, Me'mün'un olaylardan haberdar olduğunda Ali'yi veliahtlıktan hal' edeceğinden ve bu yüzden o güne kadar yaptığı tüm çabaların boşa gideceğinden korktuğu için ona bu konuda herhangi bir bilgi vermemişti. Bağdat'ta patlak veren olaylardan bütünüyle haberdar olan Ali Rıza ise kendisi yüzünden olayların bu feci noktaya ulaşmasını ve bundan Me'mün'un haberdar olmamasını vicdanına sığdıramamış, bizzat Me'mün'un huzuruna çıkarak Bağdat'ta cereyan eden olayları, İbrahim Mehdi'nin halife ilan edilmiş olduğunu anlatmıştı. Me'mün bu sözlere inanmamış, "İbrahim'i benim yerime geçici olarak vekil koymuşlar. Fazıl bana böyle söyledi," demişti. Ancak Ali Rıza, "Fazıl size yalan söylemiş!" deyince Me'mün Fazıl'ın bu konudaki oyununu anlamış, kendisine gösterdiği sadakatin bu amaç için olduğunu düşünerek onun öldürülmesini vacip görmüş, görevlendirdiği adamlarla Serahs'ta hamamda bulunan Fazıl'ı ansızın öldürttükten sonra katillerini de güya onun intikamını alıyormuş gibi idam etmişti.  Daha sonra Ali Rıza'ya yapılan biatı tekrar düşünmeye başlamış, sözünden dönmeyi içine sindiremediği gibi böyle bir karar halinde Horasanlıların isyan etmeleri ve kendisini öldürmelerinden de korktuğu için gadr ve itlaf politikasına sapmaya lüzum görmüş, görevlendirdiği bir adam aracılığı ile zehirli üzüm yedirerek Ali Rıza'yı da öldürmüştü.  Bağdatlıları Me'mün'un aleyhine tahrik eden sebepler İmam Ali Rıza'nın ölümüyle ortadan kalkmış ve lbrahim bin Mehdi hemen hal' olunarak, eskiden olduğu gibi Me'mun'a tekrar biat edilmiş, İbrahim ile Fazıl bin Rebi ve Emin'e destek çıkan diğer liderler firar etmişlerdi. Halife Me'mün H. 204 yılında Bağdat'a ulaşmış, hilafet başkentine yerleşmiş ve Ebu Talib hanedanı fertlerine olan eski muhabbetinin düşmanlığa dönüştüğünü göstermek üzere, hanedan hakkında katı davranmaya başlamış, onları kendi huzuruna çıkmaktan men ve siyah elbise giymeye mecbur etmişti.

Bütün güç ve nüfuz Şiiliklerini gizleyen İranlıların elinde, bu tarihten Vasık'ın hilafetinin sonuna kadar olan dönemde Bağdat'ta olmuş, Şiilik oldukça perişan bir vaziyete düşmüştü. Şamlı şairlerden Ali bin Cem, Emevioğulları mevalisinden olup Şiileri hicvederek Harun Reşid'e yaranmaya çalışan ünlü şair Mervan bin Ebi Hafsa'nın oğullarından Ebussamt gibi Arap asabiyetiyle mütahassis ve İranlılarla Şia'dan nefret eden adamlar arasında büyümüş olan Mütevekkil, H. 232 yılında hilafet makamına çıkınca Şiilere karşı şiddetli ve katı bir politika izlemişti. Bu adamlar Mütevekkil'i Şia'dan sakınması ve onların cezalandırılıp sürgüne gönderilmeleri konusunda teşvikle yetinmeyip, dini açıdan saygın bir mevkide bulunan ecdatlarına da hakarette bulunmaya yönlendiriyorlardı. Me'mün'un Bermekilerin elinde büyüyerek Şia sempatizanı ve yandaşı olması gibi, Mütevekkil de aldığı terbiyenin aksine, Şia'ya ve kendisinden önce hilafet makamına geçen Şia destekçisi Me'mun, Mu'tasım ve Vasık'a da düşman olmuştu.

Mütevekkil iktidara gelir gelmez Hz. Hüseyin'in kabriyle çevresinde bulunan binaları yıktırarak, halkı burayı ziyaretten men etmiş, Hz. Ali ve yandaşlarına düşmanlık ve nefrette haddi aşarak bizzat Hz. Ali'yi diline dolayıp alay etmeye başlamıştı. Rivayete göre Mütevekkil'in nedimleri arasında bulunan Ahbade adında bir muhannes (kadınlaşmış erkek) elbisesinin altına karnının üzerinde bir yastık koyarak ve kel olan başını açarak Mütevekkil'in huzurunda dans eder ve "Karnı büyük, başı kel olan Müslümanların halifesi geliyor," diyerek Hz. Ali ile alay eder ve bu sözlerini sürekli tekrarlardı. Mütevekkil de buna bakarak içip eğlenirdi. Bu tarihten itibaren Sünnilik mezhebi Türklerin arka çıkmasıyla bütün İslam mezheplerine baskın gelmiş, Bağdat'ta Şiiliğin sükutü ile İranlıların gücü de sona ermişti. Birinci Fars Devri Mütevekkil'in halifeliği ile sona erer.


Abbasilerde Sır Gizleme Geleneği


Abbasiler, özellikle sır saklama ve niyetlerini kimseye hissettirmeme konusundaki huy ve yetenekleriyle şöhret bulmuşlardır. Azatlılarını, kölelerini ve saray halkını da sır saklama ve ketumluk husunda sık sık ikaz ederlerdi. Mansur'la, bizzat amcaları ve Ebu Müslim ve diğerleri Harun Reşid'le Bermekiler, Me'mün ile Fazıl ibn Sehl, Ali Rıza ve Tahir bin Hüseyin arasında cereyan eden olaylarda gördüğümüz gibi, hususiyle devlet yönetimi ve hakimiyeti ile ilgili meselelerde fevkalade ketum davranmak bu devletin kuruluşundan itibaren geçerli olan bir adetti. Kusum bin Abbas'ın, Mansur'a söylemek istemediği bir tedbirle asker arasında tefrika ve fitne çıkarması gibi, önemli bir fikri tatbikata koymadan önce gizli tutmak, o işte başarılı olmanın esas şartı sayılıyordu. Halifelerin maiyetinde bulunan vezirler, kumandanlar ve diğer devlet ileri gelenlerinin hal' ve 

hareketini anlamak için ajanlar görevlendirirlerdi. Uşaklar ile cariyeler casusluk işinde büyük rol oynarlardı. Halifeler kendi oğulları ve kardeşlerini takip etmek için hafiyeler kullandıkları gibi, -Emin'le Me'mün'un kendi babaları Harun Reşid'e yaptıkları gibi- veliahtlar da halifelerin çevresine casuslar yerleştirirlerdi. Mesrur, Me'mün hesabına, tabip Cebrail bin Bahtişu da Emin hesabına Harun Reşid'in hareketini en yakından tecessüs ederlerdi. Bunlar Harun Reşid'in ölüm haberini anında ulaştırabilmek için, gece gündüz yakınında bekliyorlardı.

Me'mün Bağdat'ta halifeliğini ilan eder etmez, İbrahim bin Mehdi ciddi veya şaka her ne söylerse kendisine olduğu gibi bildirilmek üzere bir casus tayin etmişti. Diğer halifeler özellikle devletin son döneminde aynı yöntemi kullanmışlardı. Bunun nedeni casusluk ve gammazlığın devletlerin düşüş, gerileme ve yaşlılık dönemlerinde oldukça çoğalıyor olmasıdır. Vezirler tarafından halifeleri gözetlemek üzere casuslar kullanıldığı gibi halifeler de valileri tarassut etmesi için berit reislerinden resmi casuslar kullanırlardı. Uşaklar, köleler, şarkıcılar ve cariyeler de casusluk işinde en çok görevlendirilen gruplardı. Halifeler bu sayede hakimiyetlerini daha da güçlendiriyor, bu bilgileri ve ileriye dönük planlarını son derece gizli tutuyorlardı. Me'mun devlet adamları ve ileri gelen nüfuz sahibi kişiler için ayrı ayrı hafiyeler tayin etmişti. Kendi saltanatı, ırz ve şahsiyeti aleyhindeki sözleri, sır ifşa etmeyi asla affetmezdi. Sır saklanması konusunda bu derece katı davranıldığı için, o devirlerde cereyan eden birçok olayın gerçek sebepleri tamamen gizli kalmıştır. Örneğin, Bermekilerin gözden düşmesi ve cezalandırılmalarını yazan tarihçiler, bu karanlık olayın sebebi olarak biri diğerine uymayan görüşler ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Abbasi tarihinde nice katl olayları vardır ki, bunların failleri ve nedenleri meçhul kalmıştır. Kaynaklarda hapishanede veya diğer bir yerde üzüm, hurma gibi şeyler yiyerek vefat eden birçok şahsiyet kaydedilmiştir. Bunlar herhalde sıradan ölümler değildi. Halifeler, kumandanlar, veliahtlar tarafından birer desise ile özel hekimleri veya yardımcıları aracılığı ile bunların zehirlendiklerine kuşku yoktur.


İslamiyet'ten Sonra Neseplerin Karışması Cariyelerden Doğan Çocuklar


Araplar nesep konusuna büyük ehemmiyet verdiklerinden, Arap bir anneden doğmuş olmayanları hakir görüyor, babası Arap olmayana "muzraa", annesi Arap olmayana da "hecin" adını veriyorlardı. Annesi cariye olan çocuklardan necabet ve iktidar gösteren olursa onu evlatlığa kabul ediyor, diğerlerini de köle olarak bırakıyorlardı. Araplar hecine miras da vermiyorlardı.

Ancak İslamiyet'in zuhurundan sonra fetihler sırasında İran, Türk ve diğer milletlerden müteşekkil doğu milletleri mağlup olup, savaşlar sonunda kadın erkek birçok esir ganimet olarak ele geçirilince kadınlardan bir kısmı daye ve sütanne olarak kullanılmış, cariyelerden de odalıklar alınmıştı. Araplar özellikle Arap şovenizminin merkezi olan Hicaz bölgesinde önceleri bu tür kız ve kadınlarla evlenmekten çekinir, onların neslinden gelen çocuklara hakaret gözüyle bakarlardı. Zamanla en güzide şahsiyetlerden olan Ali ibn Hüseyin, Kasım bin Muhammed ve Salim bin Abdullah gibi üç büyük zat, cariye çocukları olarak yetişip, fıkıh ve diğer ilimlerde, vera ve takvada bütün Medine ahalisi üzerinde mümtaz bir mevki kazanınca halk da cariyelerle evlenmeye rağbet etmeye başlamıştı.

Bununla birlikte Emeviler Arap olmayanların aleyhinde, Arap ırkı konusundaki taassupları nedeniyle, cariyelerden doğan insanları aşağı görmekten tamamen vazgeçmemişlerdi. Abdülmelik ibn Mervan, Hz. Hüseyin'in oğlu Ali'nin bir cariyeyi azat ederek nikahı altına aldığını haber alır almaz hemen ona bu hareketini eleştiren bir mektup yazmıştı. Ali de ona, "Cenab-ı Hak soy sop üstünlüğünü İslamiyet'le ortadan kaldırmıştır. Bir Müslüman'ın bir cariyeyle evlenmesinde hiçbir ayıp yoktur. Bizzat Hz. Peygamber kendi cariyesi ve kölesinin zevcesi ile izdivaç eylemişti," cevabını verdi. Abdülmelik bunu okuyunca, "Hüseyin'in oğlu Ali herkesi aşağı düşüren bir şeyle şereflenmek istiyor," demişti. Bununla birlikte Araplar neseple validelere çok fazla önem vermeyip baba tarafını esas kabul ettiklerinden, İslamiyet'ten sonra da validesi Arap olmayanlara biraz müsamaha ile bakmaya başlamışlardı. Ancak bu durum Emevilerin yıkılış tarihine kadar bastırılmış, bu anlayışlarını açıkça gösterememişlerdi. Bu yüzden Abdülmelik'in oğlu Hişam zamanında Ali'nin oğlu Zeyd hilafet talebiyle mücadeleye başladığında Hişam onu ayıplarken, "Bir cariyeden doğmuş olduğun halde halife olmak sevdasına düşüyorsun, bu nasıl şey!" demiş ve Zeyd de buna karşılık, "Ey Emiru'l-Mü'minin! Valideler insan için yücelmeye ve yükselmeye engel değildirler. Hz. İsmail'in validesi Hz. lshak'ın validesinin cariyesiydi. Bu hal Hz. İsmail'in Cenab-ı Hak tarafından şanlı bir peygamber olarak gönderilmesine, Arapların pederi olarak sulbünden insanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed'in gelmesine mani olmamıştır," cevabını vermişti. Bundan da anlaşılıyor ki Şiiler Emevilerin Araplık konusundaki taassuplarından çekindikleri için Arap olmayanlarla kolayca karışıp kaynaşamıyorlardı. Mevalinin çoğunun Şia'dan olmasının sebebi de budur.

Anlaşılan İslam'ın doğuş yıllarında Araplar bu hususta iki gruba ayrılıyorlardı. Halkın bir kısmı başta Emeviler olmak üzere cariyelerden doğanları hakir görüyorlardı. Diğer kısmı ise, valide yönüne önem vermeyerek cariyeden doğanları herhangi bir ayrım yapmaksızın diğer Araplar gibi kabul ediyorlardı. Ancak uygarlaşmanın tabiatı olarak Emevilerin bu husustaki taassupları çok etkili olmamış, Arap olmayanlarla karışıp kaynaşma Arap soyunun muhafazasına imkan bırakmamıştı. Nesepler zamanla o derece karışmıştı ki, cariye çocukları saltanat hanedanı arasında bile gittikçe çoğalmıştı. Emevi devletinin son zamanlarında hilafet makamına cariye çocukları çıkmaya başlamıştı. Bunun ilk örneği H. 126 yılında halife olan Velid bin Abdülmelik'tir. Annesi bir cariye değildi. Fakat Fars meliklerinden Yezdicürd bin Kisra neslinden bir kadındı. Kuteybe onu Safed topraklarında savaş ganimeti olarak ele geçirmiş daha sonra Haccac'a göndermiş, Haccac da Velid bin Abdülmelik'e yollamıştı. Velid onunla nikahlanmış, ondan da Yezid doğmuştu. Bir diğer görüşe göre, cariyelerden doğan çocukların saltanat makamına geçmelerine Emevilerin engel olması, bu çocukları hakir görmekten ziyade devletlerinin bir cariyezadenin eliyle yıkılmasına neden olabileceği endişesiydi. Yezid hilafet makamına geçince onun eliyle devletin son bulacağını zannetmişlerdi. Ancak Yezid yedi aydan fazla yaşamamış, ondan sonra annesi Kürt bir cariye olan Mervan bin Muhammed saltanat kürsüsüne çıkmış ve bunun zamanında Emevi devleti tarihe karışmıştır.


Anneleri Arap Olmayan Halifeler


Abbasi devleti mevali, yani Arap olmayanların omuzlarında ve desteğinde kurulmuştu. Devletin zamanla diğer milletlerle kaynaşmanın etkisiyle Arap asabiyeti eski gücünü kaybettiğinden, artık hanımların Arap olup olmamasına önem verilmiyordu. İbrahim İmam'dan itibaren bu devlette iktidara gelen halifelerin çoğunluğu İranlı, Türk, Rum, Kürt, Berberi, Habeş, zenci ve diğer milletlerden gelen cariye çocuklarıydı. Cariye çocuklarından olan Abbasi halifelerinden bazıları şunlardır: Halife İbrahim İmam ve Mansur'un anneleri Berberi; Harun Reşid'in annesi Haraşi (Musul bölgesinde oturan Hareşoğulları kabilesinden); İbrahim Mehdi'nin annesi Zenci; Me'mün'un annesi İranlı; Muntasırbillah'ınki Habeşli; Mühtedi'ninki Rumi; Muktedir, Müktefi ve Nasır'ınki Türk; Müstazi'nin validesi ise Ermeni asıllıydı.

Diğer halifelerin de anneleri bunlardan farklı değildi. Fatımi halifelerinden Müstansırbillah'ın annesi zenci bir cariye olduğu gibi Endülüs Emevi Devleti'nin kurucusu olan Abdurrahman Dahil'in validesi de Berberi asıllı bir cariyeydi. lslamiyet'in ilk yıllarında ve sonraki dönemlerde hilafet tahtına oturmamış halife çocuklarını da unutmamak gerekir. Örneğin, Muhammed ibn el Hanefiyye'nin annesi Sindli siyah bir cariyeydi.

Halife ailelerinin nesepleri bile bu kadar karışırsa halk sınıflarının soy ve soplarının ne kadar karışacağını anlamak zor olmasa gerek. Aslında Arap soyu yalnız cariye devrinde ve İslamiyet'in ilk yıllarında ve Emevi devletinin hakimiyetinin ilk yarı yılına kadar korunabilmişti. Ondan sonra neseplerin yalnızca baba tarafı muhafaza edilmiş ise de valide tarafı oldukça karışmıştı. Bugün herkesin kabul ettiği bir husus şudur ki bir çocuk babasından nasıl varis oluyorsa annesinden de öylece varistir. Tam aksine ahlak ve huylarını babadan çok anneden alır. Hicret'in ikinci asrından sonra Araplar arasında saf Arap kanı oldukça azalmıştı. Yalnızca çöllerde, yabancılarla karışmanın mümkün olmadığı sarp yerlerde saf Arap kanı kalmıştı. Kısacası hicretin üçüncü yüzyılında yaşayan şehirli Araplar lslam'ın ilk dönemlerinde yaşayan Araplardan farklıydılar. Bu gerçeği göz önüne alarak bunca karışıklık ve uzlaşmadan sonra günümüzdeki medeni Araplar konusunda ne gibi bir hüküm verilmesi gerektiğini bununla kıyaslamak gerekir. Nesepler kaybolduktan sonra Arap değilken zamanla Araplaşarak Arapların içine karışanları da unutmamak gerekir. Nesepler bu şekilde karıştığı gibi nesep şovenizmi de vatan şovenizmine dönüşmüştü. Örneğin Şam, Mısır, Irak ve Mağrip bölgeleri halkı Arap sayılır. Gerçekte bunlar Arap, Türk, Deylemli, Çerkez, Rum, lranlı, Ermeni, Gürcü ve benzeri ırklarla karışmışlardır. Bir yabancı bu ülkelerden birine geldiğinde önceleri ecnebi sayılır. Buraya yerleşerek çoluk çocuk sahibi olursa oğulları müvelled olur. Zürriyeti üzerinden asırlar geçince artık büsbütün Arap adını alır.




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak