10 Kasım 2024 Pazar

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-26

 



İbn-i Rüşd



Endülüs’te yetişen meşhur filozof, doktor, astronomi bilgini ve matematikçi.

İsmi, Muhammed bin Ahmed’dir. Babası, Kurtuba kâdısıydı. Ehl-i sünnet âlimi olan Muhammed ibni Rüşd dedesidir. Dedesine nisbetle İbn-i Rüşd diye meşhur olmuştur. Avrupa’da Averroes adıyla tanınır. 1120 (H.514)’de Endülüs’ün Kurtuba şehrinde doğdu. 1198 (H.595)’de Merrâkûş’ta vefât etti.

İbn-i Rüşd, küçük yaşından itibâren ilim tahsil etmeye başladı. Önce kelâm ve fıkıh ilimlerini, daha sonra zamanının ilim merkezi olan Kurtuba’daki büyük âlimlerden fizik, tıp ve astronomi ilimlerini tahsil etti. Bu ilimlerle ilgili birçok eser yazdı. Edebiyat ve felsefeye karşı ilgi duymaya başladı. Filozof İbn-i Tufeyl ile dostluk kurdu. Onun vâsıtasıyla Fas’a giderek, felsefecilere karşı aşırı sevgi duyan Fas Hükümdarı Ebû Yâkûb Yûsuf’un iltifatlarına kavuştu. Ebû Yâkûb Yûsuf, Aristo’nun eserlerini şerh etmesini istedi ve onu İşbiliye kadılığına getirdi. İbn-i Rüşd; Fârâbi ve İbn-i Sinâ ile İmâm-ı Gazâli’nin ve batı filozoflarının eserlerini inceledi. Aristo’nun görüşlerini inceden inceye tetkik edip, şerhler yazdı. Aristo ile Eflâtun’un felsefi görüşlerini uzlaştırmaya çalıştı. Yunan filozoflarının yanıldıklarını söyleyen Imâm-ı Gazâli hazretlerine karşı bu filozofları müdafaa etti.

İmâm-ı Gazâli’nin, felsefecilerin tutarsızlığını, sapıklığa ve küfre sebeb olan fikirlerini çürüten Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eserine Tehâfüt-üt-Tehâfüt adlı reddiye yazdı. Hükümdâr Ebû Yâkûb Yûsuf onu kendine şahsi hekim tayin etti. Az zaman sonra da Kurtuba kadılığına getirildi.

Felsefecilerin eserlerini inceleyip, Aristo’nun tesirinde kalan İbn-i Rüşd, her şeyin akıl ile anlaşılabileceğini ileri sürdü. Din bilgilerini kendi akıl ve görüşüne göre izah etmeye kalkıştı. Fikirleri, kısa zamanda yayılıp tehlikeli olmaya başladı. Hükümdâr Ebû Yâkûb Yûsuf’un ölümünden sonra yerine geçen oğlu El-Mansûr’un da iltifatlarına kavuşup, Kâdılkudât, yâni kadılar kadısı oldu. İleri sürdüğü fikirlerin İslâm dininin esaslarına ters düşmesi, Müslümanlar arasında hoşnutsuzluklar çıkardı. Âd kavminin helâk olmasına dâir bilgilerin hayâl mahsulü olduğunu söyledi. Ehl-i sünnet olan hakiki Müslümanlar, Kur’ân-ı kerimde bildirilen bir hususun efsane olduğunu iddia eden bu sözleri üzerine, ona karşı iyice cephe aldılar. Halkın şikâyetleri üzerine hükümdar, Kurtuba âlimlerinden bir meclis topladı. Toplanan âlimler, onun, İslâmiyetin imân esaslarına uymayıp görüşlerinin çoğunun sapıklık, bir kısmının ise dinden çıkmaya sebep olduğuna karar verdiler. Bunun üzerine vazifesinden alınan İbn-i Rüşd hapsedildi. Bilâhare Sultan Mansûr, Kurtuba’ya gelince onu affetti ve iltifatlarda bulundu. Fakat son seneleri keder ve sıkıntılarla geçti. Serveti elinden alındı. Lucene şehrine sürüldü. 1198 (H.595)de Merrâkûş’ta vefât etti.

Her türlü gerçeğin yalnız akıl ile bulunabileceğine inanan ve bunu müdafaa eden İbn-i Rüşd, rasyonalist bir filozoftur. Fikirleri de buna göre şekillenmiş, dini konularda vahy ve nakil esasını bırakarak akla sarılmıştır. Pervasız sözlerinden ve görüşlerinden dolayı Hıristiyanlar tarafından zamanının Voltaire’i kabul edilmiştir. İbn-i Rüşd; Allahü teâlânın varlığı, irâdesi, ilmi, kudreti ve yaratıcılığı hakkında ileri sürdüğü akla dayanan sözleri ile İslâm dininin imân ve itikâd esaslarından ayrılmış, uzaklaşmış ve bazı konularda Aristo ile aynı görüşlere sahip olduğunu açıklamaktan çekinmemiştir.

İslâm âleminden daha çok Avrupa’da meşhur olan İbn-i Rüşd’ün, Averroism adı verilen felsefi fikirleri uzun müddet devam etmiştir. On sekizinci yüz yılın ortalarından itibaren eski önemini kaybeden fikirleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tekrar ilgiyle karşılanmaya başlanmış, hakkında incelemeler yapılarak eserleri Avrupa dillerine tercüme edilmiştir.

Felsefede şöhrete kavuşan İbn-i Rüşd, zamanının en büyük doktorlarından birisi olup, tıp sahasında on altı eser yazmıştır. Bunlar arasında “Külliyât fit-Tıb” en meşhur olanıdır. Bu kitabında hastalıkları tek tek ele alarak incelemiş, hiçbir insanın hayatında ikinci defa çiçek hastalığına yakalanmayacağını belirterek sebeplerini izah etmiştir. Ayrıca gözdeki retina tabakası ve çalışma tarzı hakkında da dikkate değer açıklamalar yapan İbn-i Rüşd, tıp tarihinde gözdeki retina tabakasının fonksiyonunu ilmi olarak izah eden ilk tıp bilgini olmuştur. İbn-i Sinâ’nın “Kânûn” adlı eserine ve Galen’in tıpla ilgili eserlerine şerhler yazmıştır. Diğer eserlerinde de tedavi, zehirler ve ateşli hastalıklarla ilgili bilgileri yazmıştır. İbn-i Rüşd’ün tıpla ilgili eseri Avrupa üniversitelerinde ders kitabı kabul edilmiştir.

Matematik, coğrafya ve astronomi ilimlerinde de söz sâhibi olan İbn-i Rüşd bu konularda eserler yazmış, zamanından sonraki birçok ilmi gelişmelere kaynak olmuştur. Dünyayı dolaşan Kristof Kolomb bile onun fikirlerinden etkilenmiştir. 1498 (H.904) senesi Ekim ayında yazdığı bir mektupta; Averroes=İbn-ür-Rüşd adlı bir yazarın, yeni dünyanın, yâni Amerika’nın varlığı hakkında kendisine fikir verdiğini bildirmektedir.


Eserleri:


Külliyât fit-Tıb,

Mukaddemât,

Nihâyet-ül-Müctehid,

Et-Tahsil,

Kitâb-ül-Hayevân,

Zarûri,

Telhisü Kütübi Aristotales,

Telhisü İlâhiyyât-ı Nikolavus,

Tehâfüt-üt-Tehâfüt,

Şerhü Kitâb-ün-Nefs li-Aristotales,

Şerhu Kitâb-üs-Semâ vel-Âlem li-Aristotales,

Makâle fil-Kıyâs,

Muhtasar-ı Mecisti,

Fasl-ül-Makâl vel-Keşf an Menâhic-il-Edille,

Kitâbü Mâbâdet-Tabia,

Şerhul Urcûze fit-Tıb,

Makâle fi Cevher-il-Felek eserlerinden bazılarıdır.

İbn-i Rüşd’ün hayatını Fransız Ernest Renan yazmış ve kitabı 1856’da Pâris’te basılmıştır.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

9 Kasım 2024 Cumartesi

ESKİ YUNAN ve ROMA'DA TARİH KAVRAMLARI

 



Eski Yunan'da hayat, tabiata bağlı sade bir yaşantı içinde sürüp giderdi. Yunanlılar, tabiatın da bir iç hayatı olduğuna inanıyorlardı. Bu, kişinin kendi varlığında hissettiği ruhsal hayattan farksızdı. Yunanlılar, hayatlarının ruhlarla bir alış veriş içinde olduğunu da düşünüyorlardı. Bu ruhların en büyüklerini de “Tanrı” diye adlandırıyorlardı. Din, toplumsal yaşantının en önemli unsuruydu. İnsanların Tanrılarla olan ilişkilerinin belirtisiydi. Homeros'un yüzyılların unutturamadığı efsanesi, başka bir hayata olan inancı dile getirmektedir. Fakat bu eserde en başta gelen kavram, Homeros'un “karanlıklar beldesi” adıyla nitelendirdiği ölümdü. Homeros efsanesi az da olsa, büyük kahramanların gölgelerinin dinleneceği mutlu bir aleme olan inançtan dair söz etmektedir. Aşil, son nefesini verirken şöyle bağırmıştı: “Yoksul ve güçsüz bir köylü olup başkasının toprağında çalışmayı, ölüler dünyasının hakimi olmaya tercih ederim.”

Yunanlılar, 'dünyevi' hayata çok bağlıydılar. Ancak bir kaç düşünür ve bazı düşünce akımları, bu hayatın değişik ve daha iyi olan başka bir hayata hazırlık olduğunu ya da bu hayatın sonsuz biri tarafından yönetildiği fikrini savunuyorlardı. Homeros efsaneleri ve büyük ölçüde Yunan dini, tanrıların insan tarihini derleyip denetledikleri inancını devirler boyu yaymıştır. Zaman zaman, tanrıların da insanlar gibi, kişisel olmayan bir kadere bağlı oldukları kabul edilirdi. İnsan, belirli sınırlar içinde hareket etmek zorundaydı. İnsanlar, dua ile tanrılara yaklaşıp onlarla konuşabilirdi. Bilgeler de tanrıların 'mesaj'ını insanlara ulaştırırdı. Devleti idare eden büyüklerin, tanrısal bir soydan geldiklerine inanılırdı. Bu inanış kişinin tarih içinde etken olduğu kavramının kabul edildiğini düşündürebilir. Tanrılar ile ilişki, çoğunlukla bir dış ilişkiden ibaretti. Tanrılar, insanın günlük hayatında pek az yer tutardı. Ancak olağanüstü hallerde lütuflarıyla insanları huzura kavuştururdu. İlk Yunanlılar ruhsal ve vicdani suçluluk kavramına sahip değildiler.

Yunan trajedisi cinayeti bir davranış tarzı, cezayı bir acı ve mutsuzluk deneyi olarak tasvir eder. Yunan'ın ölümü korkunç diye nitelemiş olmasının nedeni ölümden sonranın korkusu değil, bütün dünya zevklerinden sonsuzluk boyu yoksun kalmak endişesiydi. Perikles'in ünlü ölübaşı söylevi bir başka hayattan hiç söz etmez; yalnızca teselli edebilmek, düşüncesiyle ölümden sonra pek çok günün zevk içinde geçeceğinden ve acıların çok kısa süreceğinden söz eder. Genellikle Yunanlılar, -hayatın özellikleri üzerinde fazla düşünmeksizin, özgürlükle ve bütünüyle hayatı yaşamaya _ koyulmuşlardı. Müzikle yakından ilgilenirlerdi. Şiir ve trajedileri çok yüksek bir seviyeye ulaşmış, mimarlık ve heykelcilik mükemmelliğe varan bir gelişme göstermişti. Sözgelişi binalarındaki efrizler insan bedenine verdikleri önemi belirtir. Toplumsal ve siyasal örgütlenmeyle büyük ölçüde ilgilenmişler ve bu kuruluşlara düşünce ve davranışlarıyla katkıda bulunmuşlardır. Giderek tabiat, tarih ve felsefe ile de meşgul olmaya başladılar. Bütün Yunan uygarlığı, tarihin, Yunanlılar gözünde “dünyevi hayat” anlamında olduğunu göstermektedir. Bunun karşısında olan Yunan düşüncesi, daima zayıf ve etkisiz kalmıştır.

Hesiod'un (M. Ö. VIII. ci. yy.) iler ve Günler adlı eseri, insanlık tarihini dört devire ayırır: İlk devir olan Altın çağ, Kronos'un hükümdarlık ettiği devirdir: insanlar hastalığı ve yorucu işleri bilmezler ve tanrılar da yeryüzünde 'insanlar arasında yaşarlardı. Zeus devri olan Gümüş Çağda, İnsanlar arasında anlaşmazlık başlar: insanlar, tanrıları ihmal etmeye yönelir, Bunu izleyen Bronz: çağ bir barbarlık ve vahşet devridir. Fakat bu çağ, büyük ve değerli insanlarla dolu olan Kahramanlık çağını doğurur. Son olarak. bencil kişisellik devri olan Demir çağ başlar, Hesiod, kendi yaşadığı devrin Demir çağ olduğunu söyler: .Şimdi sürüp giden Demir Çağ'dır, insanlar, gün boyunca çalışıp acı çekmekten ve geceleri yıkıcının eline düşmekten kurtulamayacaklar; Tanrılar insanlara vahşice davranacak. Kuvvetin kanunu uygulanacak. İnsanoğlu yardım için uzanan elleri kıracak, kindar ve sert olacak, kötülükte zevk bulacaktır, Hesiod, süreç fikrinden söz etmemektedir. Fakat bu düşüncesi, belki de şu sözlerin ardında gizlidir:  Keşke insanların beşinci devrinde yaşamasaydım keşke daha önce ölseydim ya da daha sonra doğsaydım. 

Hesiod, kötülükten söz ederken Prometheus ve Pandora'nın eski mitlerini hatırlatır. Bu yol ile Hesrod tarih içindeki kötülüğün tanrıya karşı gelmek ve tanrının emirlerini dinlememek yüzünden meydana geldiğini anlatmaktadır.

Hesiod. çalışmayı yüceltiyor ve büyük önem veriyordu. Çalışma, zenginliklerin ve şerefIerin kaynağıydı.

Yoksulluk, yalnızca tembelliğin bedelidir, insanlar, çalışma hırslarının ya da boş durmalarının, geç de olsa, sonuçlarına katlanırlar. Hesiod şöyle der: "Başkası için iyi çalışmayan, kendisi için de iyi çalışmıyor demektir.

Tarihin akışı bir doğruluk ilkesinin etkisindeydi ve doğruluk, bencilliği yenecektir, bir deli bile bunun böyle olduğunu bilir. Zeus, sonunda dürüst olmayan davranışları yüzünden kötüyü cezalandıracaktır. İnsanları hayvanlardan ayıran doğruluk hissidir. Tarih “Zeus'un kızıdır", bu nedenle tarih özüyle tanrısaldır. Daha sonra Sofokles en çok yaygın olan bu düşünceyi ahlak kuralları Göklerin emridir sözüyle tanımlayacaktır.

İlk Yunan düşünürlerinden bazıları, varoluş süreçlerinin bir dönüm ilkesine uyduğunu açıkça belirtmişlerdir. Herakles de aynı fikri tekrar etmektedir: İnsancıl ve tanrısal olan herşey, yukarıdan aşağıya aşağıdan yukarıya doğru bir 'değişim içindedir. Tarihin, tek bir gerçek içindeki geçici değişimlerden ibaret olduğunu düşünen Parmenides: Başlamak önemli değil, nasıl olsa aynı yere defalarca döneceğim- diyordu. Gerçeğin iki etkin ilkesini aşk ve kin ile sembolize eden Empedokles bu iki ilkenin zaman içinde sırayla ön plana geçtiğini, birbirlerine dönüştüğünü ve sıraları geldikçe geliştiklerini savunuyordu: “Bazan böyle bazan şöyle oluyorlar ve sonsuza kadar aynı kalıyorlar.” Etrüskler, her ırkın bir "Büyük Devri” olduğu, bu devirde ilerleyip geliştiği ve sonra gerileyerek yok olduğu düşüncesindedir. Fakat Orfe ve Pitagor kavramları açısından bakıldığında. Eski Yunan'ın tarih karşısındaki bu genel tutumu. değişik bir anlam kazanır. Orfist öğretisinin yeri ve zamanı konusunda kesin birşey söylenemez. Yalnızca küçük bir azınlığın düşünce sistemi olduğu bilinmektedir. Bu akımın. daha sonraları Yunan düşüncesinde bazı etkileri olmuştur. fakat temel kavramlarda bir değişiklik yaratamamıştır. Orfizm. ruh ve bedenin aynı şeyler olduğu fikrini ileri sürer. Tarihin gerçek anlamı. bedene oranla ruhun gelişmesindedir.

Ruh, geçmişte sayısız yaşantılar geçirmiş olabileceği gibi, gelecekte de sayısız yaşantılar geçirebilir. Bedendeki bazı kusurlar doğmadan önceki bir günahın kefareti olabilir. Çeşitli yaşantılar arasında ruh. Cehennemlerde kalabilir. Orfist düşünce bu dünyanın ötesindeki ruhsal bir dünyanın varlığı fikrine dayanıyordu. Bunun yanında, ayrıca psikofizik hayatın uyumluluğuna çok dikkat eden Yunan tutumundan oldukça değişik bir asetizmi ileri sürüyordu. Yaygın politeizme karşı. orfizm, panteist bir öğretiydi.

Bir tek Zeus ... Herşeyde ve her yerde bir tek tanrı ... diyen orfizm, amacın, sonsuz tanrısalla birleşmek yerine, ruhsal gerçekle karıştırıldığı inancındadır. Pitagor düşüncesi orfizmden, ruh göçü fikrini ve bazı pratik kurallar almış olabilir, Pitagorcular, ruhsalı savunan orfistlere karşılık Zekacıydılar, Eleusis  şehrinde temsil edilen dinsel oyunlar bazı Yunanlıları ölümden sonraki bir hayatı düşünmeye yöneltti.

Yunan tarihçileri içinde Herodot ( M . Ö. 184 – 125) ile Tükidites'den (M.Ö, 451 – 400) özellikle söz edilmelidir. Herodot'un eseri, coğrafya serileri yanında çeşitli toplumsal örgütlenmeler ile pek çok sayıda milletin geleneğini ele aldığı için yüzyıllar boyu ününü sürdürmüştür, Herodot bütün milletlerin kendi yaşayış tarzlarının en üstün olduğuna inandıklarını yazmaktadır. Fakat bütün bu çeşitli yaşantılara rağmen, insanın her yerde aynı ilkelere uyduğunu, ·bütün insanların ortak İlkesini uyguladığını da belirtiyordu. Herodotun bu düşüncesi: Roma'lı stoisyenler ile Ortaçağ skolastiklerinin tabii kural .. kavramının ilk ifadesiydi. Herodot, Pindar'ın _kanun her yerde hükmünü sürdürüyor sözüne hak vermektedir. Olayları ve eşyayı bu açıdan görmeyi, insanların tarihine tanrıları karıştıran bilgelere, özellikle Delf şehri bilgesine sık sık başvurmayı tercih ediyordu. Eserinin bir bölümünde Kserkes'e, Tanrı'nın bizi yönettiğini ve onun emirlerini yerine getirerek huzura kavuşabileceğimizi söyletir.

Herodot, mutlak kader fikrini benimsemişti. “Kaderin hükmünden bir tanrı bile kurtulamaz." Doğruluk ilkesi, tarihte gerçekleşmeliydi. Kişiye bağlı gelecek nesiller, kişinin davranışlarının iyi ya da kötü sonuçlarına katlanmak zorunluluğunda kalabilirlerdi. Kişiler sürekliliği boyunca, toplumun sevincine ve üzüntüsüne katkıda bulunurlardı.

Bu fikir Doğu'nun karma fikrinden farklıdır; çünkü, içermeleri tam anlamıyla kişiselcidir. Herodot, insan ömrünün kısalığını da belirtiyordu. Fakat bunun yanında, gelecekteki bir hayat fikrinde teselli aramıyor; -insanlar mutluluğa ulaşabilirler, fakat hiç biri arzularından vazgeçmeyi düşünmemiştir diyordu. Tükidites, Herodota kıyasla daha dar bir tarih dönemini hikaye etmektedir. Daha sistematiktir ve tarih karşısındaki tutumu; tarihi yöneten güçler fikri ile Herodot'unkinden değişik kavramlar getirmişti. Tanrıların etkisini bütünüyle reddetmiyordu. fakat onlardan da şu ya da bu şekilde söz etmiyordu:  Tam anlamıyla emin olmayan kişiler, görünmeyene, bilgeye. gaipten gelen habere yöneliyorlar. -Fakat, diye ekliyordu Tükidites: -Bu kavramlar, kendilerine dayananları mahva sürüklemekte gecikmez.-

Tükidites'teki siyasal iktidar ve ekonomık İhtiyaçlar meselelerine bağlı nedenlerin çokluğu, Herodot'un Nemesis'inin karşılığıydı. Tükidites'e 'göre; -biz farketmesek bile- doğal nedenler daima  vardır. Tarih, herşeye rağmen, belirli süreçlerin basit ve doğrudan akışı değildir. Olayların akışı bazan. insan düşüncesi kadar kaprisli ve anlaşılmaz olur. İşte bunun için hesaplarımızı altüst eden olayları rastlantıya bağlamaktayızdır.

Tükidites. İnsan iradesinin tarihin bir unsuru olduğunu ileri sürmekte, fakat insan iradesinin gücünün sınırlı olduğunu da belirtmektedir. Hermokrat'ın ağzından diyor ki: İrademin efendisi olduğum için, dizginlerini elinde tutmadığım bir kaderin de efendisi olamam. Bunu İddia edecek kadar deli değilim.« Tükidites'in eserinde. onun tarihin anlamını sonsuzlukta ve yücelikte ya da daha üstün bir uygarlığa doğru yönelen bir gelişimde aradığını gösteren hiç bir iz yoktur.. Tarihin akışı içinde, herşeyin bir gelişme herşeyin bir düşüş devri vardır." Tarihin sürüp giden macerası içinde yer alan değerler konusundaki düşüncelerini Perikles'e söylettiği bir konuşmadan çıkarabiliriz. Atina'lılar. -güzele aşıktılar.- Bilgilerini arttırırken yiğitliklerini ihmal etmezlerdi. Herkese karşı aynı doğrulukla hareket ederlerdi Tarih, anlamını, yine tarihin kapsadığı değişiklikler içinde bulmaktaydı.

-Atinalı'nın kişiliğinde en değişik eylem şekillerine büyük bir kolaylıkla, 'intibak' edebilme yeteneği vardır- diyen Tükidites etken bir değerin varlığını kabul etmekle beraber, tarihin temel ilkelerindeki çeşitliliği insan ruhunda buluyordu. Davranışlardaki farklılığın nedeni Tükidites'e göre; -İnsanlar arasındaki düşünce farkıydı. Tarih isimli eserindeki sayısız söylevler, varılacak sonuçlar konusunda değişik fikirler ileri sürmekte ve bunların gerçekleşmesi için kullanılacak vasıtalardan söz etmektedir. Fakat Tükidites. tarihe ait ya da tarih içinde bir amaç ya da amaçlar kavramı fikri ortaya atmamıştır.

Sofistlerin, Yunan'ın tarih karşısındaki tutumuyla olan ilişkisi, layık olduğu şekilde değerlendirilmemiş olabilir. Sofizm, bir düşünce okulu olarak kabul edilmiyordu. Sofistlerin, olağan deneyi aşan bir bilgiye sahip olma çabası, daima şüphe ile karşılanmıştır. Sofistler, Yunan'ın hayat karşısında sürdürdüğü tutumu savundular. Sofistlerin ön planda tuttukları bazı İlkeler, önemli felsefe tartışmalarına konu oluyordu. Eflatun'un Dialoglar'ı bunun en açık örneğidir. Sofist öğretilerin aksi yönünde gelişen Yunan felsefe akımına oranla. Sofistlerin hümanist ve pragmatist öğretilerinin Yunan yaşantısıyla daha büyük ölçüde uyuştuğu iddia edilemez. Doğrudan bir deney olarak tarihsel hayatla yakından ilgilenen sofistler, tarihin anlamı içinde dinsel değerlere yeterince önem vermiyorlardı. Sofistlerin şiddetle reddedilmelerinin. Protagoras'ın mahküm edilmesinin ve kitaplarının yakılmasının nedeni, belki de buydu. Eflatun'un Dialoglar'ı. Yunan edebiyatının en tanınmış bölümüdür. Yunan'ın tarih karşısındaki tutumu, Dialoglar'ın ileri sürdüğü bazı fikirlerle uyuşmaktadır. Yunan'ın tarih karşısındaki tutumu çoğu zaman, yanlışlıkla dünyanın kurtuluşunu , sonsuzluğun seyri içinde aramak. anlamında ifade edilmiştir. Platonizm terimi, Dialoglar'ın ileri sürdüğü çeşitli düşünce sistemlerini tanımlamak için kullanılmıştır. Bu arada, Eflatun'un sistematik felsefesi özellikle Akademi'de konferanslarını izleyenlere hasredilmiş olabilirdi. Bu açıdan Dialoglar, Yunan düşüncesinin çeşitli yönleri üzerindeki tartışmaların, şartların şekillendirdiği yazılar içinde belirlenmesinden ibaret olabilir. Bu tartışmalar sistematik değildir ve yazılar da daha geniş bir kitleye seslenir. Dialoglar'ın ünü, bir ölçüde, eserin üslubuna da bağlıdır. Eflatun, şiirden mitolojiye kadar her tür konudan yararlanarak çeşitli kişileri tatmin edebilecek bir eser meydana getirmiştir. Bunun yanı sıra Dialoglar. en ciddi konuların tartışmasını da yapmaktadır. Fakat. Dialoglar Yunan düşüncesinin bütününü yansıtmamaktadır. Dialoglar tabjat ve tarihin anlamı konusunu sistematik olarak işlemez, fakat dolaylı olarak bu konulara gönderme yapar. Devri süreç olarak evrensel süreçten söz ettiği de olmuştur. Fakat konu yalnızca çok kısa bir bölümde ele alınmıştır. Öte yandan. zamanı aşan .. tek ve son gerçek.. olarak “İde” teriminin anlamı açık olmaktan uzaktır. Yüce ide (fikir) yalnızca duralmıdır (statik)? Yüce fikir iyiyle, Tanrı'yla bir midir? Ya da Tanrı tarihe tesir eden etkin bir ruh mudur? Kişisel ruh, sonsuz ruh idesinin yalnızca geçici bir ifadesi midir? Gerçekten Dialog ruhun ölumsüzlüğü konusunda sonsuzluk fikrinin dışında bir şeyden bahsediliyormuşcasına --eğer ruh ölümsüz olsaydı bu deliller gereksiz olurdu- delillerle doludur. Anı -tarih bir anlamda anıdır- hatırladıklarımız,. idelerden değişik bir gerçekliğe sahip olan kişilerin bir fonksiyonu mudur?

Bütün bu ve buna benzer sorular, Eflatun'un eserinden çıkarılmak istenen akla yakın bir tarih kavramının ne kadar sayısız güçlüklerle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Dialoglar bir yandan kabul etmeyi, öte yandan reddetmeyi öğütleyerek, yaşadığımız dünya konusunda çok çelişik görüşler İleri sürer. Theetet'e göre: -Kişi sonsuza dek iki örnekten birine uymaya mahkumdur: Biri tanrısal ve kutlu kılınmış, diğeri ise tanrısız ve zavallı._

Timeus, Tanrının iyi olduğu için dünyayı yarattığını bu nedenle dünyanın da iyi olduğunu söylüyor. Philebus zevkin dünya ölçüleri İçindeki bir iyinin deneyi olduğunu, fakat bu iyinin, bütün iyiye katılan ya da onu meydana getiren bölümlerden biri olan En yüce _iyi- olmadığını ileri sürüyor, Phedrus'da Pan'a ve diğer Tanrılara yinelenen bir yakarış var:

Bana ruh güzelliği verin, İnsanın içinin ve dışının bir olmasını sağlayın .  Sympoalum'un (Şölen) ileri sürdüğüne göre ilkel bitkilerle hayvanlardan, rasyonel varlıkların savunduğu en yüksek gerçeklik görünümlerine kadar, herşeyin içinde aşk vardır. Dünya, hissedilebilen her yönüyle yücelmeyi mümkün kılar. Aşk; güzellik ve gerçek, yetkinlik ve bütünlük olarak belirlidir ve maddi dünyadan bütünüyle ayrılmıştır. Buna rağmen, tarih içinde "güzel ruhlar», "güzel şekiller.. ve -güzel ilimler ardında gerçekleşmektedir. Yine Symposium'da şu satırlar okunur: -Aşka vardıran düzen, dünyevi güzelliklerden başlar ... Bu düzenin varacağı «gerçek güzel yolunda, dünya güzellikleri birer aşamadır.

Bu düşünceden, Eski Yunan'ın genel tutumuyla bağdaşan olumlu bir tarih görüşü çıkmaktadır. Tanrı'nın şekillendirdiği iyi bir dünyada, insanlar iyinin, doğrunun ve güzelin değerini gerçekleştirerek tatmin olurlar.

Tarih konusu bakımından, Eflatun'un Dialoglar ve diğer eserleri değişik görüşleri dile getirmektedir.

Tarihsel deneyin alanı olan zaman, insanın düşmanıdır. Beden ruhu hapseder. Maddi dünya yoluyla yükselmek yerine, bütün çabalar, bu dünyanın terkedilmesi yönünde olmalıdır. Cumhuriyet adlı eser, ancak nefsinin arzularını susturmasını bilenlerin felsefi biIgiye ulaşabileceklerini ileri sürer. Phaedo'ya göre gerçek bilge, ten zevklerinden uzaklaşır, ruhu, bedeninden kurtulur ..; yalnız kalmak ve kendisini gerçekleştirmek ister. Bu davranış. bütün toplumsal görevlerden uzaklaşma anlamını da taşıyabilir . . Gözler. ve kulaklar .. , diğer bir ifade ile bütün beden, eğlenceye yatkındır. ruhun gerçeğe yükselmesine engel olur.

Eğer bütün insanlar için ölüm herşeyin sonu olsaydı, bedenlerinden kurtuluşları mutluluk olurdu.

Savunma (Apalogial) adlı eser, ölümden sonra bilinç olmadığını ..fakat ölümün sakin bir uyku olduğunu ileri sürerken «ölüm. paha biçilmez bir kazançtır.. demeye kadar varıyor. Tarih karşısındaki bu tutum Theetet'in şu sözlerine uygun düşmektedir: -Teodor! kötülükler hiç bitmeyecek; çünkü iyilik, karşıtı olan bir kavramla son bulmak zorundadır. Kötülüğün göklerde. Tanrılar arasında yeri yoktur. Onun için kötülük ölümlülerin dünyasında gezinir. Theetet -işte bu nedenle, ilk imkanda dünyadan göklere kaçmalıyız, Kaçmak Tanrı ile bir olmaktır. Tanrı gibi kutsal. Doğru ve bilge olmaktır- diyordu.

Aristo Eflatun'un Akademisini terketmiş ve kendi Use 'sini kurmuştu, Çağdaş araştırmacılardan bazıları bu iki düşünürün ifadefeleri arasındaki benzerliğe işaret etmişlerdir, Buna karşılık, yüzyıllar boyu, İkisi arasındaki farklara da dikkat çekilmiş ve önem verilmiştir. Hayat konusunda Aristo. Yunanlıların genel eğilimi olan . bu dünya yaşantısı- düşüncesine taraftardı. Açıkça, Eflatun'un iyi Idesinden esinlenip .. Evrensel olarak. genel anlamı içinde iyi'den çıkan bir çeşit iyi varsa ya da apayrı ve bağımsız şeklide varolan bir iyi olsaydı dahi, İnsanlar buna varamaz ya da bunu uygulayamazdı. Biz ise, erişebileceğimiz bir şeyi arıyoruz- diyordu. Aristo, çeşitli _iyiIerin özgül niteliği üstünde duruyordu. Sözgelişi, doktor 'iyinin kendisi ile' İlgilenmez, 'kişinin sıhhati' ile ya da 'daha doğrusu, özellikle bir kişinin sıhhatiyle İlgilenir: Bunlar iyileştirdiği kişilerdir . Aristo, insandaki özelliklerin hayvanda da olduğunu söylüyordu. İnsanı hayvandan ayıran tek şey, akıldı. Beşeri mutluluk. İnsandaki hem hayvansal hem de ruhsal varlığın tatminindedir. Dört sebep öğretisi tarihe uygulanabilir. Aristo, insan iradesini etkin bir neden olarak kabul eder. Yaratılmış olan her şeyin gaye nedeni_ ya da temel amacı, kendine öz tabiatının gerçekleşmesindedir. İnsan için tarihin amacı, kişiliğinin ve özellikle aklının gerçekleşmesi olarak kabul edilmektedir.

Aristo, bütün Yunanlıların genellikle bir terimle özetledikleri ölçülü tutumlarda ısrar etmektedir, Fakat iki üç arasındaki ortanın kişiye ve sürüp gitmekte olan şartlara uygun çizilmesi zorunluluğuna da İşaret ediyordu, insan, tabiatı bakımından «toplumsal bir hayvan olduğu için, tarihi de siyasal örgütü kavrayabilecek niteliktedir. Aristo, bu düşünceden giderek, o devre kadar gerçekleştirilmiş ve daha sonra gerçekleştirilebilecek olan siyasal yönetim şekillerini incelemiştir. Bu araştırması boyunca, insana, bütün özelliklerinin gelişmesini ve bunların gerçekleşme ortamını hangisinin sağlayabileceğini bulmaya çalışmıştır. Politika, bize kadar ulaşmış şekliyle tamam değildir. Anlaşıldığı kadarıyla Aristo için en iyi yönetim şekli, yönetme yetenekleri olan ve bu yetenekleriyle yönetime katkıda bulunabilecek olan herkesin bu ödeve katıldığı sistemdi. Sözgelişi köleler, Aristo'nun gözünde bu yeteneğe sahip değildi.

Aristo en yüksek değeri aklın felsefi düşünce yolunda kullanılmasına veriyordu. Fakat bu noktada, diğer yetenekleri reddedecek derecede ısrarlı değildi. Kişinin evrensel unsuru olarak aklın, metafizik anlamda, bedenden sonra da varolmaya devam ettiğini kabul ediyordu, Fakat buna karşılık, öğretilerinde, gelecekteki hayatı dünyadaki hayatın bir gerekçesi olarak gösteren bir _kişisel ölümsüzlük .. öğretisine yer vermemiştir.

Eski Yunan'da, Aristo'dan sonra çeşitli felsefe akımı doğmuştur, Bunlar arasında' özellikle sayılabilecek olan Epikürizm, Stoacılık ve Yeni Platonizmden ileride söz edilecektir.

Romalılar, entellektüel ve ruhsaldan çok, pratik hayatın adamıydılar, M.Ö. II. yüzyılın yarısından sonra Roma'da. Yunan etkisiyle felsefi düşünce doğup gelişmeye başladı. O zamana kadar Romalılar, özellikle aile hayatları ile çok yakından ilgiliydiler. Yaşantılarında, aile dini törelerinin değişmez ve başta gelen önemi vardı. Romalıların meydana getirdiği toplum, bütün unsurlarıyla bütün olarak kaynamış bir komünüteydi. Aile hayatında olduğu gibi toplum hayatında da, insanüstü güçlerin ya da tanrıların etkisi vardı. Fakat bu tanrısal güçler o devirde çağımızın onlara verdiği anlamı taşımıyordu. Romalılar, tanrılarının mitolojik tarihini önemsemiyorlardı. Fakat tarihsel olgulara karşı ilgileri büyüktü. Roma tarihi, sayısız yazarlar tarafından ele alınmıştır. Eserimizin anlamına en uygun düşeni bir Yunanlının, Polibius'un (M.C. 204 · 122) yazdığı Roma tarihidir.

Polibius, kendi açısından “evrensel tarih” olarak gördüğü tarihi yazmaya girişmiştir. Tam bir tarih görüşüne varmak için Polibius, bütünü ve bu bütüne katkıda bulunan herşeyin incelenmesi gerektiğini savunuyordu. Polibius gözünde en önemli sorun, Romalıların o devirde bilinen bütün ülkeleri nasıl “egemenlik” leri altına almış olduklarıydı. Polibius tarihsel olgulara pragmatik bir değer veriyordu. İnsanların davranışını düzeltmek konusunda hiçbir şey geçmişi tanımak kadar etkili değildir. Ayrıca bütün Yunanlılar gibi, batıl inançları reddediyor ya da onlara karşı ilgisiz davranıyordu. Pek çok Romalının düşündüğünün aksine, Polibius için rastlantı, tanrısal bir olay değildi. Rastlantı, yalnızca «eşyanın özelliği»ydi; şu zamandaki ve şu yerdeki gerçek şartlardı. Bu şartlar çıkarlara uygun olabileceği gibi, uygun olmayabilirdi de. 'Uygun olmadığı hallerde, insanlar buna karşı koyabilirler ve yarattığı etkileri de kısıtlayabilirlerdi.

Polibius, tarih içinde, insanın kişiliğine ve düşüncesine önem veriyordu. Olayların akışı İçinde çok ender olarak bazı olaylar “şansa ya da rastlantıya” bağlanabilirdi. Poliblus, Romalıların dünya egemenliğini Tanrı'nın iradesi olarak kabul etmiyordu. Romalılar, bu imparatorluğa «geniş ve tehlikeli deneyler içinde kendi kendilerini yetiştirerek» sahip olmuşlardı. Romalıların sözlerine çok büyük bir sadakat gösterdiklerini defalarca tekrarlayan Polibius, onların bu tutumunu, dinsel davranışlarının bir yönü olarak niteliyordu: _Bence Roma'nın, üstünlüğünü sağlayan ve Romalıları diğerlerinden ayıran, dinsel inançlarının özelliğidir. Polibius, korku ve şatafat dekoru içinde işlenmiş Rama mitolojisinin ve dinsel törelerinin yalnızca -halka- ait olduğunu söylüyordu. Hikmet sahibi kişilerden meydana gelen bir devlet kurmak mümkün olsaydı, din, gereksiz olurdu. Tarihsel olaylar ancak illi bir çözümleme ile anlaşılabilir diyen Polibius bir neden aramak zorundayız: Çünkü her olayın, muhtemel olsun olmasın bir nedeni vardır- diye ekliyordu.

Polibius, ilk sebepten en son neticeye kadar uzanan illiyet zincirini bulmak için çaba harcıyordu. Polibius, Roma egemenliğinin gelişmesini tasvir etmiştir. Devri bir sürecin varlığına inandığı için, egemenliğin sonuç olarak hangi noktaya varacağını da söylemiştir: .. Çünkü siyasal gelişmenin devri budur. Tabiatın düzenlediği akışta şekillenmeler değişir, kaybolur ve sonunda tekrar çıkış noktasına gelir. Bunu açıkça görebilenler, bir devletin geleceği konusunu tartışırken, o devletin bu sürece ne kadar zaman tanıyacağı noktasında belki yanılabilirler. Hükümleri çıkarcı ya da hesapsız değilse, devletin gireceği yeni şeklin niteliği konusunda çok ender olarak hata yaparlar. Özellikle Roma devleti konusunda, bu yol bize devletin doğuş kaynaklarını, gelişimini, yetkinliğin doruğuna çıkışını açıklayacak, bunun yanında da bir gün gerçekleşmesi mukadder olan düşüşe yöneten değişimlerin anlaşılmasını sağlayacaktır. Daha önce de söylediğim gibi bu devlet, diğerlerinden daha güçlü ve daha üstün olarak meydana gelmiş ve gelişme yoluna girmiştir. Bu yükselişin devamı olarak bir gün gelecek, düşecek ve ilk çıktığı noktaya varacaktır.

Polibius'dan sonraki devirlerde yaşayıp ondan daha çok ün kazanan şair Virgil ( M.Ö. 70 - 19) Roma'nın büyüklüğü karşısında etkilenmiş, vatanının gerileme ve düşüşünden hiç söz etmemiştir. Virgil, Polybe'nin ileri sürdüğü gibi Roma tarihinin bir tabii devir içinde akıp gideceğini düşünüyordu. Roma'nın kaynakları tanrısal, kaderi sonsuzluktu.

Virgil. Aeneid eserinde, Roma'nın dünya yüzündeki büyük görevinden söz etmektedir. Bazı yazarlara göre, Aeneid o devir Romalılarının İnancının bir çeşit ifadesidir. -Romalılar,  Yaratıcının, Tanrısal iradenin: Akıl'ın (stoacıların kavramı) ya da Virgil'ın eserinde anlatıldığı gibi, Parklar tarafından desteklenen Jüpiter'in, Devleti, ilk günlerinden beri yüceliğe ve imparatorluğa doğru yükselttiğine inanıyorlardı.- Bu büyük eserin devam etmesini isteyen bütün Romalıların bu kadere layık olmak için çaba harcamaları gerekiyordu.

Bu olağanüstü tema, eser boyunca sürüp gitmektedir. "Kader bir ölçüde kişinin gücünü aşar, fakat buna rağmen kişi, bir anlamda özgürlüğe sahiptir. Kaderin deli ettiği Dido kader nedeniyle değil, ani bir nöbet yüzünden ölmüştür. Tanrıların en büyüğü, Olimpos dağındakilere şöyle sesleniyordu: .İtalya’nın Truva ile savaşmasını yasakladım. Bu savaş benim emrime kafa tutmak değil de nedir?"

Virgll'in şiiri, Roma'nın büyüklüğünün, Yaratıcının desteği yanında, Romalıların güzel huylarına ve dine olan bağlılıklarına da çok şeyler borçlu olduğunu ifade etmektedir. Tarihteki başarı, ahlakın tanrısal ilkelerine karşı duyulan saygıya dayanıyordu. Jüpiter diğer krallardan farksızdı ve yukarıda, adalet terazisinin iki kefesini dengede tutuyordu. Aeneid'de .. Kişinin çabaları, sonunda, kazanç ya da büyük zenginlik getirir- deniliyordu. Aeneas, kişiliğini arındırmak ve güçlendirmek için, Cehennemlere indirilmişti Bu, ölçümden sonranın tasvir olarak da kabul edilebilir. Tarihçi Warde Fowler'e göre bu indiriliş, "insan ruhunun bu hayat ötesindeki bir hayata olan sonsuz özlemini bu hayatı o diğer hayatın hazırlığı olarak nitelendirmek arzusunu" tanımlar. Bu açıklamaya rağmen, Aeneid'ın son altı kitabı Roma'nın düzenini ve dünya üzerinde kurmuş olduğu egemenliği ele almaktadır.

Roma, sonunda gerileme devrini yaşadı ve düştü. Tarihçiler, bunun nedenleri üzerinde çok tartışmışlardır. En önemli sebep olarak, patricilerin lüks hayata olan sonu gelmez düşkünlükleri gösterilebilir. Bu çeşit bir yaşantıya olan güçlü eğilim, Yunan' dan Roma'ya gelen ilk felsefe akımlarından biri olan epikurizmden doğuyordu. Hayat karşısında daha öncelerde de buna benzer bazı tutumlar görülmüştü. Fakat, bunu bir düşünce akımı halinde şekillendiren Epikür (M. O. 341 - 270) olmuştur. Yunan'da, epikürizmin küçük bir zengin topluluğundan başka tarafIısı yoktu.

Epikürizmin Roma'da daha geniş çapta tutulmuş olmasının nedeni, büyük savaşlar sonucu büyük zaferler kazanan Roma'nın, bu zaferler yoluyla daha büyük zevk ve eğlence aracına sahip olabilmesiydi. Tarih açısından, epikürizmin vardığı sonuçlar çok basitti: Epikürizm, insanı yalnızca fizik bir yaratık olarak kabul etmektedir. Bilinç denen şey, ölümle son bulmaktadır. İnsan için geçerli olan tek tarih, hayatı boyunca süren kendi tarihidir. Garip olmakla beraber Epikür, tanrıların varlığını kabul ediyor, fakat onların insanların tarihiyle ilgilenemiyecek kadar uzakta olduklarını söylüyordu. Bu görüş açısı içinde kişinin mutluluğunda ya da mutsuzluğunda en büyük payı olduğuna inanılan iki büyük korku değerini kaybediyordu: Ölüm sonrasının korkusu ve tanrıların hiddetine kurban olma korkusu.

Tanrılar, insanın kaderine karşı ilgisiz olduğu için ölümden sonra bilinçli bir hayat yoktur. Epikür'e ait olduğu söylenen bir bölümde: .. Biz var oldukça ölüm yoktur. Ölüm geldiği zaman da biz yokuz- deniliyordu.

Aynı anlamı taşıyan bir başka görüş de lucretius'un (M.O. 99 - 55) De Rerum Natura isimli eserinde ele alınmıştır.

Bir çok Romalı, insanın yalnızca duyulara kapılıp gitmesini isteyen Epikür felsefesini hoşgörmemiş olabilir. Fakat Epikür, duyulara esir olmanın acılar doğuracağını, zevk peşinde koşulacağına, duyulara aşırı olarak kapılmaktan geri durmaya çalışmak gerektiğini de söylemektedir. Epikürcü ideal sadece neşeye yönelmiştir; arzulardan uzak durulmasını diler. Buna varmak için Epikür, bir çile hayatı sürülmesini değil, bir dinlenme yaşantısı içinde, arzuları susturmayı öğütler. Erdemli bir hayat, kişiyi acı ve üzüntüden uzaklaştırır. Başkalarına yaptığı iyilik kişiyi mutlu kılmaya yeterlidir. Epikürcülerin görüşünde tarih, tabii süreçlerin bir bütünüydü. Tarihsel olaylara karşı pragmatik. bir ilgi duymaktaydılar: Tarih, düzenli ve hoş bir hayata götüren olaylar ile acı doğuran olayların yaşanan hikayesiydi. Epikürcüler, geleceğin tarihiyle ilgilenmiyorlardı. Gelecek kuşakların yararlanacakları daha gelişmiş bir uygarlığa ulaşmak çabasında da değildiler. Herkes, tarihin anlamını hayatı boyunca huzura kavuşmakta bulacaktı.

lucretius'un bu konudaki şiiri çok şey anlatmaktadır; ölümden sonra olabilecek şeyler korkusunun çağdaşları arasında yaygın olup olmadığını soruyordu. Yalnızca Güney italya'da yaşayan pitagorisyenler, ruh ve bedenin aynı olduğuna inanarak, gelecekteki bir hayat çerçevesi içinde ruh için mutluluk dolu huzurlu bir hayat olabileceği düşüncesindeydi.

Stoacıların ilk temsilcileri diyebileceğimiz Kinikler de, bu huzur amacından söz etmektedir. Fakat kinikler, daha sonra yerlerini alacak olan stoacıların derin düşüncesine sahip değildi.

Stoacılık, Zenon ve Chrysippe öğretilerinden esinlenerek M. Ö. IV. yüzyıl sonu ile III. yüzyıl başında doğmuştur. Bu düşünce akımı rasyonalist olmakla beraber, özüyle pratik eğilimdeydi. Stoacılık, içgüdüleri ve arzuları şiddetle kontrol altında tutmak, iradeyi akılla yönetmekle Roma karakterinin oluşmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Stoacılık, tarihi doğrudan bir deney olarak kabul ediyordu. Bu noktada Roma ve Yunan düşüncesinden farksız olarak, dünyevi yaşantının terkedilmesinin karşısındaydı. Bu nedenle, Stoacılık, Eflatun'un Dialoglar'ında açıkça ifadesini, bulan dünyadan çekilme öğretisinden daha çok tutulmuştur.

Stoacılar, fizik dünyanın görülebilen düzenliklerini aklın bir eseri olarak kabul ederler. Tanrı, Bütünü kapsayan evrensel akıldı. Stoacılar tanrıcı sistemlerin Tanrılık kavramına benzer bir yaratıcı kavramından da söz ederler. Evrensel akıl olarak Yaratıcı, olaylar içinde, özellikle bütün ile olan ilişkilerde kendini gösterirdi. Bütün kavramı açısından bakıldığında olaylar, gereklilik niteliğinde, yani belirlenmiş olarak görünebilirlerdi. Bu arada stoacılar, kişiye akılcı (rasyonel) özgürlük tanıyarak, ahlak ve sorumluluk kavramlarına da bir yer verme çabasındaydılar. Gereklilik ve özgürlük kavramlarını bir öğreti içinde birleştirmiş olmak, stoacılara büyük zorluklar çıkardı. Tanıdığımız dünyanın bir başlangıcı vardır, bir sonu da olacaktır. Bu devir tekrar başlayacak, gelişmesini tamamlayacak ve bitecektir. Bu hal sonsuza dek böylece sürüp gidecektir. Stoacılar genellikle, bu hayatın başka bir alemdeki bir başka hayata hazırlık olduğu fikrini benimsememişlerdir. Onlar için bu hayatın değeri, yine bu hayattaydı.

Cicero (M. Ö. 106 - 43) eserinin büyük bir kısmını, yunan felsefesinin ileri sürdüğü fikirleri açıklamaya hasretmiştir. De nature dearum adlı eserinde belirttiğine göre; bütün Yunan düşünce akımları içinde gerçeğe en yakın olanı Stoacılıktır. Fakat Cicero'nun yeni baştan ele aldığı Stoacılık: stoacı okulun panteizmine oranla daha tanrıcıdır. Dünya ve bütün insanlar, tarih içinde kendilerine düşen sorumlulukları yüklenen Yaratıcı bir Ruh'a bağlıdır. İnsanların Tanrı ile bağını devam ettirmek bakımından din, tarihin sürekli yönüdür. Cicero'nun De senectute-Yaşlılıkının bazı bölümleri, tarih konusunda Marcus Aurelius'ünkine benzer bir tutumu İfade etmektedir: «Kişinin çocukken bazı amaçları vardır: Delikanlılık bunları düşünmez bile. Delikanlılıkta insanın bazı amaçları vardır: Olgunluk çağı bunları unutur gider. İlerlemiş yaşın erişmek istediği amacı, yaşlılık düşünme bırakır. Sonunda ihtiyarlığın da bazı amaçları vardır. Hayatın geçen devrelerinde beslenen İstek ve zevkler, kaybolup gitmeye mahkumdur. Yaşlılık saati gelip çalsın ve kişi sürüp getirdiği hayattan hoşnut olsun! Artık onun geçip gitme zamanı gelmiştir ... » insanlık tarihinin anlamı, tarihin kendi akışı içindedir. Saatler, aylar ve yıllar eriyip gitti. Geçmiş bir daha gelmez ve biz geleceğin ne olduğunu bilemeyiz. Bize yaşamak için verilen süre ne olursa olsun bununla yetinip doymalıyız» diyen Cicero hayat belki zaman olarak kısadır ama, güzel ve şerefli bir hayatı sürdürecek kadar uzundur. diye ekliyordu ayrıca. Herşeye rağmen Cicero düşüncesi, sonunda, hayatın ötesinde birşey olduğu İnancına varmıştı. Tusculanes adlı eserinin sonunda şöyle yazıyordu: .Doğumumuz ve yaratılışımız, kör bir rastlantı ya da bir kaza değildir. İnsanlığı koruyan bir kudretin olduğu muhakkak. Fakat bu kudret, bütün bir ırkı destekleyip geliştirdikten sonra onu ölümün karanlığında yokolmaya iten bir kudret olamaz: Bu kudreti çekilebileceğimiz ve sığınabileceğimiz şefkatli bir kucak olarak kabul edelim.

Bu fikrin Roma'da Cicero devrinin aydın Romalılarınca ne ölçüde paylaşılmış olduğunu kesinlikle bilmemize İmkân yoktur.

Latin tarihçilerinin ele aldıkları konu: kaynakları, büyük yöneticileri, kudretinin yayılması ile bütün Roma tarihiydi. Diğer milletlerden Roma ile ilişkileri ölçüsünde söz edilirdi. Burada bu tarihçilerden ikisinden Titus Livius (M,Ö. 57 - M.S. 19) ile Tacitus'den(M.S. 54 - 117) kısaca sözedilecektir.

Titus livius'ün Roma Tarihi, uzun bir devri bütün incelikleriyle anlatır.

Önsözü şöyledir: «Tarihin incelenmesini yararlı ve gerekli kılan şudur: Gözlerinizin Önünden çeşitli örnekler geçer, bunlar arasında kendiniz ve memleketiniz için yararlı olanları seçebilirsiniz, Titus livius, Roma devletinin büyüklüğünü. vatandaşlarının meziyetlerine borçlu olduğuna inanıyordu. Eserinde Romalı'nın hasletlerini belirtirken düşüşlere ve yenilgilere sebebolan kusurlarından da söz ediyordu, Bunların dışında Roma Tarihi, yaralara ve mucizelere de yer veriyordu: tabiatüstü etkilerden bahsediyordu. Romalılar Tanrıların bağışladığı bütün meziyetlere sahipti. Fakat en sonda "tanrıların bile üstesinden gelemiyeceği" bir zorunluluk da vardı.

Titus livius eserinin başında “bence, böylesine büyük bir sitenin ve Tanrıların kudretine eş kudretteki bir imparatorluğun yaratılışının kaynağı kaderdir” diyerek bu konudaki inancını belirtiyordu: Kader bazan İnsanın sağduyusunu bütünüyle kör eder.- Fakat bütün bu sözlere rağmen, Titus Livius, Roma tarihinin tanrıların koruduğu Roma halkının eseri olduğu düşüncesini koruyordu.

Tacitus, Titus Livius'ün aksine, Roma tarihinin kısa bir devrini ele almıştır. Bu "savaşlarıyla korkunç, ayaklanmlarla parçalanmış, barışta bile zalim olan, felaketler dolu" bir devirdi. Tacitus, eseri boyunca her ne kadar "Tanrıların gazabı - gibi deyişlere yer veriyorsa da tarihi teolojik ve dinsel bir görüş açısından ele alınıyordu. Tacitus, yoraları hesaba katmakla beraber, tarihsel nedenlerin "tabii ya da beklenmedik» olduğuna inanıyordu. Yoralardan birinden söz ederken şöyle diyordu: Vitellius'ün varlığı yoraların en kötüsüdür.

Tarih ve Yıllıklar adlı eserlerinin ilginç yönü, tarihi, özellikle insanın kişisel değerlerine, kişiliğinin kudretine ya da zayıflığına, görüşünün genişliğine ya da bilgisizliğine, meziyetlerine ya da kusurlarına bağlı bir olgu şeklinde nitelendirmiş olmasıdır. Tacitus, yalnızca imparatorların ve diğer idarecilerin eksikliklerini değil, halkın dengesizliğini ve kanunlara boyun eğmeyişini de belirtiyordu. Töre bilimcisi olarak, tarihteki sonuçları göründükleri gibi naklediyor, felsefi bakımdan önemsiz olan meselelerle fazla ilgilenmiyordu: insanlara özgü işlerin akışını kader mi, yoksa kaçınılmaz bir zorunluluk mu yönetiyor? Yargım bu noktada duruyor.

Gerçekte, en eski düşünürler ile bunların öğrencileri buna karşıt görüşlere sahipti. Sayısız teoriler, Yaratıcı Kudret'in hayatımızın ne başlangıcı ne de sonuyla diğer bir ifadeyle bütün insanlıkla hiç ilgilenmediğini ileri sürer. Onların görüşüne göre, iyilerin mükafatı acıdır. Mutluluksa kötülerin payına düşer.

Başka teoriler de kader ile olaylar arasında bir uyum olduğunu ileri sürer. Fakat bu uyum, yıldızların hareketine değil, tabii nedenlere ve önemli unsurlara bağlıydı: Kişi, hayatını seçmekte özgürdür. Fakat bu seçimden sonra olaylar belirli bir düzen içinde oluşur. İyi ve kötü, yalnızca boş bir inanç değildir: Birçok insan mücadele içinde mutluluk bulur. Pekçok kişi de büyük zenginlikler içinde zavallıdır diyen Tacitus'a göre; mevsimler nasıl bu düzene bağlı olarak değişime uğruyorsa, töreler de buna benzer bir devir içinde değişiklikler gösterebilirdi.

Agricola'nın Hayatı eserinin sonunda Tacitus, bir rastlantıdan söz edermişçesine gelecekteki hayattan "meziyetli ruhlar için bir dinlenme yeri" söz ediyordu. lacitus, kişiyi dünyadaki hayat şartları açısından ele almaktaydı. Titus Livius'ün ya da Tacitus'un eserlerinde, Romalıların günahtan arınmayı tarihsel bir amaç olarak kabul etmiş olduklarını gösteren bir ifadeye rastlanmaz. Dünya hayatının “geçici” olarak nitelendirilişi ve sonsuz yücelik adına bu hayattan çekilme fikri de görülmez.

M.S. 94 Yılında imparator Domitianus vatandaşları arasında fikir bağımsızlığının yaygın hale gelişinden endişe duyarak, Roma'daki bütün düşünürlerin sürgüne gönderileceğini ilan eden bir buyruk çıkardı. Bu düşünürler arasında azat edilmiş bir köle olan Epictetus de vardı. Bize kadar gelen yazılarına göre, tarih karşısındaki tutumu Stoacıydı.


"Unutma ki sen kurulmuş bir oyunda bir oyuncudan başka birşey değilsin. Görevin de yöneticinin verdiği role uymaktan ibaret. Rolün, o uzun olmasını isterse uzun, o kısa olmasını isterse kısadır ...

İnsanlar bu rolün uzun ya da kısa olduğunu düşünürler, gerçekte bu rol kısadır: “Ben bir ölümsüz değilim” bir İnsanım. Saat nasıl günün bir parçasıysa ben de, bütünü meydana getiren herşeyden bir parçayım diyen Epictetus insanların evrensel aklın bir parçasını meydana getirdikleri için rasyonel olduklarını ileri sürüyordu. Epictetus, İnsanları, yaşantılarını, Yaratıcının hayırsever denetimi altında görmeye çağırıyordu. Bu inanış, iyi, Tanrı'yı şevkle övmeye götürecekti: “ben eğer bir bülbül olsaydım bir bülbül gibi; bir kuğu olsaydım bir kuğu gibi hareket edecektim. Fakat ben, düşünen bir yaratığım ve bana Tanrı'yı övmek yaraşır; bu benim görevimdir. Ne olursa olsun, bunu hiçbir zaman ihmal etmemem gerekir. Hepinizi benimle aynı şükran şarkısını söylemeye davet ediyorum".

Bütün Romalılar içinde, Tabiat ve Tarihin anlamı konusunda en güzel düşünce ve fikirleri Marcus Aurelius  (M.S.  121 - 180)  ifade etmiştir.  Marcus Aurelius, Roma tarihinin en büyük ve en bilgili imparatorlarından biridir. Düşünceler isimli eseri, hem kişi olarak Romalı mizacını, hem de Romalının stoacı felsefe anlayışını aksettirmektedir. Marcus Aurelius, Evren'in devri bir sürece bağlı olduğuna inanıyordu.

Bu inancını tarih konusunda da sürdürüyordu. Bütün sonsuzluk içinde herşey benzer niteliktedir ve aynı devirlerden defalarca geçer... Dünya, unsurların ve bu unsurlardan oluşan şeylerin devamlı kuşaklar ve sürekli arınmalar devri akışı içinde, bitmez bir değişim boyunca oluşumunu sürdürmektedir. Tarihin akışı içindeki değişimler, daima bir tekrarın ifadesidir.

Tarih, özellikleri içinde hep aynıdır. Bir devri gören kişi, bütün geçmişi ve bütün geleceği sonsuza dek görmüş demektir. Çünkü olaylar her zaman aynı şeklide sürüp gitmiş ve aynı şekilde sürüp gidecektir.

Marcus Aurelius: -Yaşadığın şu anda oluşan olayların geçmiştekilerden farksız bir şekilde oluştuğunu gör. Gelecekte de yine böylece oluşacaklarından şüphen olmasın .. der. Hiçbir şey yeni değildir:-Sözgelişi, Handrianus'un. Augustus'un, Philippus'un, İskender’in, Krezüs'ün saraylarını düşün! Bütün bu oyunlar, birbirlerine benzer, yalnızca oynayanlar değişiktir. Hayatın uzun olmasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü yüzyıl iki yüzyıl ya da sonsuza dek aynı oyunu seyretmek daima aynı şeydir.

Başka bir hayat fikri, bu düşünce ile bağdaşamazdı. Dünya hayatının güçlükleri karşısında, bu çeşit bir fikir ümit verici bir temel kavram olamazdı. Başka bir hayat, yeryüzündeki hayatın tekrarından ibaret bir hayat olacaktı. Marcus Aurellus ölümden sonraki bir hayatı bütünüyle reddetmiyordu. Ölüm ile beden .. kaynaktaki unsurlarına dönecek, .. ruh ise ya sönecek ya da başka bir varoluş şekline bürünecektir. Marcus Aurelius'ün temel düşüncesi şuydu: . Bütün ruhsal varlıklar evrensel Ruh ile birleşecektir. Herşeyin hatırası da aynı çabuklukla Zaman uçurumunda kaybolup gidecektir. 

Tarihin anlamı ne günün hazırladığı geleceğin şartlarında aranmalı, ne de bu anlam, ölümden sonraki daha yüce bir hayata giriş olarak alınmalıdır. Aurelius, Tanrı her yaratığa gereken hayat süresini bağışlamıştır - diyordu. Buna göre kişi, Tarihin anlamını yaşadığı anda bulacaktır: Şu ya da bu yol ile sahip olmak istediğin her şeye, eğer kendi kendinin düşmanı değilsen, hemen sahip olabilirsin. Demek istediğim şu: Bütün geçmişi bir kenara bırakarak, gelecek için Tanrı'da destek bul. Yaşadığın anı dindarlık ve dürüstlük üstüne kur. Tabiatın sana bağışladığı ve sana ait olduğu belirlenmiş olan hayatın, bu büyük kazancın kıymetinin bilincine varmak için dindarlık gereklidir. Çekinmeden ve özgürlük içinde doğruyu söyleyebilmek için de, dürüstlük şarttır...

Ruh, zevke ve üzüntüye karşı ilgisizdir ve ilgisiz kalmalıdır. Mutluluğun temeli, kişinin kendisine olan saygısıdır: -Çekil, erdemini derinliğine hisset ve kendi kendinin efendisi ol. Akıllı bir yaratık, kendi mutluluğuna yeter ve sonsuza dek huzur içindedir.

Marcus Aurellus'ün düşüncesinin temel kavramı olan kişiselcilik, bu niteliğine rağmen onu, kişinin tabiata karşı olan borçlarını ve toplumsal görevlerini tanıyıp değerlendirmekten uzak tutmuyordu, Herkes "ne görev ile dünyaya gelmiş ise", o görev yolunda dikkatle hizmet etmek zorunluğundadır: İnsan tabiatına aykırı olan şeyi yapmam, Ne sebeple olursa olsun, durumumla ve görevimle uyuşmayan hiçbir davranışta bulunmam, Kişinin ilk ve temel ödevi topluma hizmettir, çünkü; -biz hepimiz aynı dünyanın vatandaşlarıyız.

Marcus Aurelius özgül tutumu ile tam bir Romalıydı, fakat görüşleri bütünüyle evrenseldi. Şöyle diyordu: -Antoniunus olarak, benim için vatan Roma'dır, İnsan olarak, benim için vatan Evren'dir.

Ruh, kendi içinde "yenilmezdir, kendi iradesine rağmen bir zorunluluğu kabul etmez. Ruh, kendi aleminde "mutlak hükümrandır".Büyük bir mutluluk eseri olarak, yaşama gücü Ruh'tadır, Marcus Aurelius'e göre; sonuç olarak olayların üç kaynağı vardı: Herşey rastlantıya bağlıydı, herşey .. kadere bir zorunlulukla belirlenmişti, kişi özgürlüğünden doğanın dışındaki herşey, affedici bir Tanrı'ya bağlıydı. Marcus Aurelius, bu sonuncu fikre değer veriyordu, Tanrı'ya inanma, hazcı tarih kavramlarının bütününü bir kenara atıyordu, Gerçekten bu inanca bağlı olanlar " Tanrı'nın, kötü huylulara da iyi huylulara olduğu gibi değerlerini ölçmeksizin lütufta bulunduğundan, kötünün sık sık zevk ve sefaya; iyinin ise, aksine acı ve gözyaşına boğulduğundan şikâyetçi olabilirlerdi.

Oysa Tanrı'ya inanmak herşeyin yüce bir tarafsızlık ve eşitlikle idare edildiği" fikrini kabul etmektir. Bu noktada, Marcus Aurelius'un, tarihteki kötüyü ne anlam içinde kabul ettiğini bilmemiz gerekir. Bu noktada tutumu açık değildir. Marcus Aurelius, Evren'in uyumlu bir sistem» olduğunu ileri sürerken, bunun yanında sık sık kötülerin varlığından da söz ediyordu. Hayattaki yoksunluklar ve acılar konusunda ise «hiç kimseye taşıyamayacağı yük yüklenmemiştir.. der.

Düşünceler, hayatın duygulu bir anlatımı içinde sona ermektedir. Marcus Aure!ius hayatı bir drama benzetir. Burada Epiktetos tarafından ileri sürülen fikirleri hatırlatan pek çok söz vardır: Dostum, bu büyük sitenin vatandaşıydın ... ister üç yıl ister beş yıl olsun, ne değişir? Tek bir egemen ya da bir tiran tarafından değil de, seni bu düzen içine sokan Tabiat'ın yine seni bu düzenden çıkarmış olduğunu düşün. Bunda şaşılacak ne var? Bu, bir oyun için çağrılan bir oyuncunun, sonradan oyundan çıkarılmasından farksızdır." Ama ben beş bölüm oynayamadım! Yalnızca üç bölüm oynadım! Çok doğru! Hayatta üç bölüm, oyunun bütünü demektir. Dramın sonunu, çok eski geçmişte senin varlığını meydana getirmek sorumluluğunu alan ve şimdi bu varlığı yoketmek isteyen kudret belirlemiştir. Senin için ne burada ne de orada hiç bir sorumluluk yoktur. Seni bağımsız kılan isteğe karşılık vermek için, istekle çekil, git!.

Roma'nın siyasal kuruluşunun çöküşü yüzyıllar boyu sürdü. Toplumsal karışıklık, Romalıların olduğu gibi Yunanlıların da yaşayış tarzını bozdu. Bu çok yaygın hale gelen hoşnutsuzluk ve sıkıntı, Doğu Akdeniz'in çeşitli bölgelerinde yeni kurtulma ya da kurtuluş yoluna varabilme öğretilerinin doğmasına sebep oldu. Sonuçta, hristiyanlık üstün geldi. İtalyan rönesansında, Yunan'ın hayat karşısındaki tutumuna bazı noktalarda dönülmek istendi. Saint Ambroise ve Saint Augustine, Yunan düşüncesinde geçerli olabilecek kısımları tekrar işlediler. Yunan düşüncesinin kaynak olduğu son düşünce akımı; Plotinos'un Yeni Platonizmidir. Plotinos felsefesi, hristiyan aleminde İsevi olmayan yönleri nedeniyle büyük ayrılıklara sebep olmuştur.

W. R. inge (M.S. 1860 · 1954) bu konuda şöyle yazmaktadır: Yeni Platonizm yedi yüz yıllık sömürünün intikamını almıştır. Yeni Platonizm tam anlamı ile bir felsefe öğretisi olmakla beraber, taraftarları onu, kaynağını ..akıl .. dan alan bir düşünce tarzı olarak kabul etmiyordu. Yeni Platonizm, daha çok mistik deneyden çıkmış bir bilginin sembolik ifadesiydi.

Sonuçta varılan gerçek. herşeyi içine alan ve yetkin olan Bir'dir, Mutlak'tır. Yeni Platonistler için Ruh, Gerçekten var olan herşeydir. Yeri geldikçe, yeni Platonistler. Bir'i Ruh'un ötesinde olarak niteliyorlardı. Ruh, kişinin ruhu ile karışmaz. birleşmez. O, bilinçüstüdür. Plotinos, «Evreniei Ruh.. ve kilsel Ruh» terimlerini kullanmaktadır. Evrensel ruh kendi bünyesindeki hiyerarşide, bütünün temelidir. Evrensel ruh, geçici üretim anlamında bir sebep olarak nitelendirilemez. Zira «Bir., sonsuzdur. Sonsuzluk da. geçmişten geleceğe uzanan bir aşamalar silsilesi değildir. Sonsuzluk, herşeyi içine alan bir bütündür; bir _zamandır. Bu görüş ile karşılaşan Inge, sık sık yaratılmış. terimini kullanır. Bununla Inge, Zaman'ı değişimleri bütünüyle içine alan ve tarihin temel özelliği olan bir kavram olarak ileri sürüyor. Plotinos ise geçen zamanı açıklamak ya da zaman ile ilgili bir teori kurmak çabasında değildir.

Plotinos zamanı, deneyin bir olgusu olarak kabul ediyordu. «Zaman tabiidi"., Plotinos'un Zamanın sonsuzlukla ilişkisi konusunda yürüttüğü fikir, şüphe uyandıracak nitelikteydi. İnge, kendi açısından Plotinos için _zamanın, sonsuzluğun aksi .. olduğunu, zamanın mümkün olduğu kadar sonsuzluğa benzediğini ileri sürüyordu. Geçici olan her şeyde sonsuzdan bir parça vardır. Bu düşünce, insanın tarihi açısından bazı sonuçlara götürüyordu. İnge bundan, evrensel eyleme konu olan ya da konu olmaya layık olan her şeyde sonsuza ait bir nitelik olduğunu çıkarıyordu.

Plotinosa göre evren yaratıkların yaşayan bir zinciri. Çözümü olmayan bir değerler sürekliliği ve inip çıkan bir varlıklar dizisidir. Bunlar uyumlu bir bütün meydana getirirler, "Bir ruha sahip olan" yaratıklar yeryüzüne çıktığı kaynağın özlemiyle dolu olarak. o: tanrısal kaynağın  bir benzerini şekillendirebilsin diye gönderilmiştir. -En bilinçsiz kişide bu varolan bu arzu, insanın ahlaki, aydın ve estetik hayatının temelidlr. Bütün'ün içinde  her ruhun zamanı, yeri ve görevi vardır .. diyen Plotinos, -Dünya Tarihi sonsuz sayıda  geniş,  fakat  kısıtlı  taslaklardan oluşmuştur.  Her taslağın bir başlangıcı, bir ortası ve bir sonu vardır diye ekliyordu. Böyle bir tarih içinde kişinin tabiatında bazı belirsizlikler vardır. Inge, Plotinos'un "insanın kişiliğinin korunması" görüşünde olduğunu söylüyordu.

Plotinos. _Her kişi kendi kişiliği içinde olmak zorunluluğundadır diyordu. -Ancak bedenini terk ettikten sonra bütün olarak kendisine sahip olabilmekle beraber her kişi özel bir nedendir. Kişide ruhun gerçekliğini kapsayan bilinç üstü bir nitelik vardır. Fakat buna rağmen, tarihte göründüğü şekliyle kişi tam anlamıyla gerçek değildir. İnsan ruhunun kişinin bilincine varacağı bir geleceği olamaz. Beşer ruhu için tarihin anlamı dünya hayatları süresince. “sonsuz varlık”ın değerlerine katkıda bulunabilmektedir. Dialoglarda ifadesini bulan Platonizmde, kişinin beden ve dünya ile ilişkisi konusundaki tutumu noktasında beliren iki karşıt görüş, Yeni Platonizm içinde de vardır. Bildiğimiz kadarıyla tarih madde ile ilişkilidir. Yeni Platonizmin madde kavramı açık değildir: Madde hem vardır hem de yoktur.

Inge:  Maddenin gerçekliği konusunu şüphe ile karşılamamız onun yok olduğunu kabul etmemiz anlamına gelmez" demektedir. Madde, Bütün içinde değer ve “gerçeklik derecesi” bakımından düşük bir unsurdur. Porphyry, Plotinos'un bir bedene sahip olmaktan dolayı utanç duyduğunu söylediğini nakleder. Plotinos. “Bu hayattan çabuk kurtulmaya bakalım. Bizim için bir mutsuzluk kaynağı olan bu bedenden elimizden geldiği kadar uzaklaşmaya çalışalım” derken ayrıca şöyle de diyordu: “Bu dünyadaki hayatımız yalnızca bir düşüş ve bir sürgündür” Ruh. «İyiyi, kötüyü ve herşeyi kendisinden uzaklaştırmalı, yalnızca Mutlak'dan aldıklarını korumalıdır." Ruhun düşüş ve yükselişleri "evrensel ahenge kaynaşmış olan gerekli unsurlardır."

Plotinos, zaman zaman değişik bir görüş de ifade etmiştir. Dünyayı “göğün iyi bir kopyası” olarak nitelendirmiştir: “Bu dünya ruhsal dünyadan ayrı olabilir mi? Ruhsal dünya ile böylesine sıkı sıkıya bağlı olanı reddedenler, ruhsal dünyanın adından başka birşey bilmiyorlar demektir.” Dünyevinin, geçicinin olumlu bir anlamı ve değeri vardır: Bunlar sonsuz Mutlak'ın yetkinliğinin bir parçasıdır. inge yukarıda belirttiğimiz iki güçlüğü yenebilmek için çaba harcamıştır. inge, Plotinos'un gerçeği, “duyular alemine ait olan ve bizim bir yana attığımız bazı şeylerin, değişmiş ve olgunlaşmış olarak tekrar döndükleri Ruh'un zenginlik ve zafer dolu hayatı”nda bulduğunu ileri sürmüştür. Fakat burada “değişmiş ve olgunlaşmış”ın anlamı tam olarak bir açıklığa kavuşmuş değildir. Inge, gerçeklik öğretisinin Plotinos'da değerler alemi anlamı içinde açıkça ifadesini bulmadığını kabul etmektedir. Öte yandan ise, Yeni Plotanizm felsefesinin tarihin anlamını, Doğru, iyi ve Güzel'in sonsuz değerlerinin deneyinde bulduğunu savunuyordu!  Kendi içine gir ve kendini incele. Eğer orada güzelliği bulamazsan, eserine güzelliğin bütün niteliklerini kazandırmak isteyen bir heykeltraş gibi ol, düzelt, parlat. Fazla olanı at, çarpık olanı düzgün yap, gizlide kalanı aydınlat!.., Gözlerinin önünde erdemlerin ışığı parlayana kadar, heykelinin üstünde çalışmaya devam et... Gönlünde itidalin aziz saflığı belirene kadar çalış!.

Bir hristiyan papazı olan inge, kendisini Plotinos'un öğrencisi olarak ilan ediyordu. Düşüncesi, özüyle Yeni Platonist idi, fakat hristiyan öğretilerini hatırlatacak nitelikteki çizgilerden kaçınıyordu. inge, Yeni Platonizmi, zamanımızda da geçerli olabilecek bir felsefe haline getirmek istemişti. Bu noktadan hareket eden inge, Batı'nın kişisel gelişme fikrini şiddetle reddediyordu. Plotinos Felsefesi adlı eserinin üçüncü baskısı için yazdığı önsözde, «çağdaş düşüncenin Plotinos için "hiç bir ilgi duymadığından" yakınıyor, onu "dünya hayatına ve uygarlık sorunlarına İlgisiz davranmakla suçladığını ileri sürüyordu. inge, Plotin'in tarih kavramına sayısız geçici ve sınırlı taslaktan meydana gelmiş bir küme anlamını veriyordu:

Bu görüş, her bakımdan bugün Avrupa ve Amerika'da çok yaygın olan ve sürekli gelişmeyi konu alan temelsiz pek çok teoriden daha üstündür. Sonsuz bir amaç sözü, terimler içinde bir çelişmeyi ifade etmektedir. Böyle bir amacı tasarlamak imkansızdır. Bunu gerçekleştirmek de imkansızdır. Bir bütün olarak alınan ve dünya düzeni anlamında olan yaşadığımız anda bir amaç olabilir. Fakat bu dünya düzeninin bir başlangıcı olduğunu ve bir sonu olacağını kabul etmek gerekir. İnsanlığın yaptıkları üzerinden, bir gün bir sünger geçecektir... Ruhsal bir alemin varlığı ile alay edenler, hem felsefe hem de ilim alanında boğulup kalmaya mahkumdur... İnsan, önüne geçilmez kaderinin tesellisini ne hiçlikte, ne de bütün değerleri Sonsuza ait olan bir alemde bulabilir."




ALBAN G. WIDGERY

Tarih Boyunca BÜYÜK ÖĞRETİLER

Türkçesi : Gülçiçek SOYTÜRK 

2 Kasım 2024 Cumartesi

RUSYA TARİHİ -20

 


PETRO'NUN HALEFLERİ (1725-1762)


Petro'dan sonra tahta geçenler Petro vasiyetnâme ile halefini tayin etmeden  ölmüştü.  Menşikov'un ve hassa alayı zabitlerinin istekleri üzerine, tahta Petro'nun karısı çıkarıldı ve I.  Katerina adiyle, 1725 den 1727 ye kadar hâkimiyet sürdü. 1726 da "Yüksek Gizli Hey'et,, tesis edilmiş, buraya Petro zamanının en mühim şahsiyetleri alınmıştı; Senato bu "Hey'et„e tabi olduğundan, bu meclis devlet işlerinde en yüksek makam oluvermişti; mamafih fîlen bütün idare Menşikov'un elinde idi. Katerina'nın bıraktığı vasiyetnâme mucibince, ölümünden sonra, Petro'nun torunu, Petr Alekseyeviç  tahta geçti, ve II. Petro  (1727-1730) adiyle hâkimiyet sürmeğe başladı. Çar çok genç bir yaşta olduğundan, devlet idaresi  tamamiyle  Menşikov'un elinde bulunuyordu. Fakat, II. Petro, bir müddet sonra knez Dolgoruki'ler ailesini kendine yaklaştırdı ve 1727 eylülünde Menşikov sürgüne gönderildi. Menşikov'un nüfuzu kırılınca bu defa Dolgoruki'ler ve Golitsın'ler  yükseldiler, ve istedikleri  gibi hareket  etmeğe başladılar. II. Petro, 1730 da çiçek hastalığından ölünce, tahta Büyük Petro'nun kızı Anna geçirildi (1730-1740). Anna, o sıralarda, Kurlândiya dükünden dul kalmış bulunuyordu. Tahta geçirilmesinden önce, birkaç  devlet erkânının tanzim ettiği, "tahtın salâhiyetlerini  tahdit» vesikasını imzalamıştı. Bu vesika veya "şartlar„ın en mühim maddeleri: Anna, ikinci defa evlenmeyecekti;  sekiz kişiden mürekkep "Gizli Şura„yı muhafaza edecek, ve bu "Şura„nın muvafakati olmaksızın harb ilân  etmeyecek, barış akdetmeyecek, yeni vergiler konmayacak, mahkeme yapılmaksızın asilzadeler öldürülmeyecekler, ve bunların malikâneleri ellerinden alınmayacak, İmparatoriçe kendiliğinden kimseye çiftlik tahsis  edemeyecekti.  Anna, bu şartlara riayet etmediği takdirde, tahtından indirilecekti.  Anna bu şartları kabul etmiş ve Moskova'ya gelmişti; fakat yüksek devlet erkânı ile "dvoryan,, lar ve subaylar arasında ihtilâf çıkmış ve Anna bundan faydalanarak, tahtı tahdid eden şartları yırtmış, ve hükümranlık haklarını istediği gibi kullanmak imkânını bulmuştu. 1736 da çıkarılan bir fermanla, dvoryanların mecburî devlet hizmeti 25 yıl olarak tesbit edildi, bu müddet sona erince, "dvoryan„lar tekaüde çıkabiliyorlardı. Anna'nın hâkimiyeti zamanında I. Petro'nun koyduğu ekonomik prensipler devam ettirildi, sanayi müesseseleri devlet tarafından korundu, ve o nisbette köylü zümresinin durumu daha sıkı bir hal aldı.



Belgrad barışı; Azak kalesinin Türklerin elinden çıkması   


Anna'nın saltanatı yıllarında, dış politikada da Büyük Petro'nun çizdiği yoldan gidildi. Lehistan'daki rus nüfuzu büsbütün kuvvetlendirildi, Karadeniz'e ulaşmak politikası yeniden ele (1739) alındı: bu maksatla, İran'dan, 1722-23 te alınan Hazer denizinin güneyindeki eyaletler geri verildi ve İran'ın dostluğu temin edildi. Diğer taraftan Avusturya ile de bir anlaşma yapıldı ve 1736 da iki devlet Türkiye'ye karşı sefer açtılar. Alman menşeli general Minich, rus ordularına kumandan tayin edildi; Ruslar Türk kuvvetlerinin Balkanlarda meşgul olmasından faydalanarak, Özü (Oçakov) kalesini zaptettiler, Kırım'a girdiler. Hotin yanındaki Osmanlı kuvvetleri mağlûp edildi ve Azak kalesi Ruslar tarafından alındı (1 temmuz 1736). 1739 da, Belgrad'da akdedilen barış gereğince: Babıâli Azak kalesini tamamiyle yıkmasını taahhüt ediyordu. Belgrad barışı ile Rusya, Karadeniz'e çıkmak için, ilk esaslı şartları ve imkânları bu suretle elde etmiş oldu.


VremenşçikIer


Anna, devlet işlerinde, Baltık eyaletinden getirdiği Almanları istihdam eder, en büyük mevkileri bunlara verirdi.   Kurlândiyalı von Biron birinci mevkii kazandı, sonra iç idarede Ostermann ve orduda Minich birinci rolü oynamağa başladılar. Böylelikle Rusya'nın idaresinde Baltık Alınanlarının ehemmiyetleri çoğaldı. Biron'un yükselmesiyle, Rusya'da "Vremenşçik,, (geçici nüfuz sahibi) ler devri başlanmış oldu. Biron'un ve Baltık eyaletlerinden getirilen ve yüksek mevkilere geçirilen Almanların hâkimiyeti, Anna'nın ve Anna'dan sonra tahta çıkarılan VI. İvan zamanında devam etti.

Anna, ölmeden önce, teyzesinin henüz yeni doğan oğlu İvan Antonoviç'i kendine halef tayin etmişti, ivan ( VI. ) 1740 ve 1741 de tahtı işgal etti, devlet idaresi ise, naib sıfatiyle, tamamiyle Biron'un eline geçti. Fakat, yine bir Alman olan Minich, Biron'u tevkif ettirdi ve Sibir'e sürdü. Bu sıralarda devlet işlerinde tam bir karışıklık başgösterdi. Almanların nüfuzunu çekemeyen yüksek rus subaylarından bir kısmı, 1741 kasımında, bir hükümet darbesiyle, Büyük Petro'nun kızı Elizaveta'yı tahta geçirdiler.

Elizaveta'nın saltanatı ( 1741 - 1761 ) , Anna devrine karşı tam bir reaksiyon mahiyetinde idi. Almanlar tamamiyle iş başından uzaklaştırıldılar, bütün mühim mevkilere Ruslar getirildiler. Elizaveta, Anna zamanında kurulan "Nazırlar Heyeti,, ni (kabine) kaldırdı ve 12-15 halis rus menşeli azadan mürekkeb olan Senato'yu yeniden canlandırdı. Bir müddet sonra, Almanya'da "Yedi sene harbi,, başlayınca, dış politika meselelerini görüşmek üzere, İmparatoriçe ile yakın bir temas halinde bulunan bir "konferans,, hey'eti ihdas edildi. Hükümetin en mühim tedbirlerinden biri de devlet gelirini çoğaltmaktı. Bu maksatla "tuz,, vergisi artırıldı ve daha birçok vergi kondu, yine aynı maksatla devlete ait birçok fabrika ve imalâthane hususî şahıslara satıldı; bu münasebetle, devlet idaresinde nüfuzu olan birçok kimse, gayet büyük fabrikaları ele geçirdiler.


«Yedi sene harbi»nde Ruslar 


Elizaveta zamanının dış vakalarından en ehemmiyetlileri: Biri isveçle harb, diğeri, Rusya nın "Yedi  sene  harbleri,, ne karışmasıdır.  İsveçliler,  I.  Petro zamanında ellerinden giden yerleri geri almak maksadiyle, 1741 de Rusya'ya karşı harb açmışlardı. Fakat İsveç'in içinde vukubulan ayaklanmalar, harbin yenilgi ile bitmesine sebep oldu. 1743 de Abo'da imzalanan muahede mucibince, İsveç, Finlandiya'dan bir parça araziyi Rusya'ya bırakmak zorunda kaldı. Rusya ile Avusturya arasındaki ittifak icabı, Ruslar, Büyük Friedrich'e karşı harbe karıştılar. "Yedi sene harbleri,, (1756-1763) adiyle bilinen bu harpte, rus kıtaları Doğu Prusya'ya girdiler, 1760 yılında Oder nehri üzerinde, Prusya kralının kuvvetleri yenilgiye uğratıldı ve 1760 da Ruslar kısa bir zaman için Berlin şehrini işgal ettiler. Elizaveta'nın âni olarak ölmesi ve tahta III. Petro'nun geçmesi, Rusya'nın harpten büsbütün çekilmesini mucib oldu.


III. Petro  Elizaveta (1761-1762)  


 Büyük Petro'nun neslinden birinin tahta çıkarılması için lâzım gelen tedbirleri almıştı. Petro'nun neslinden ancak kızı Anna tarafından küçük  bir  prens  vardı: Anna'nın ve Holştein  dükünün  oğlu Kari - Peter Ulrich. Tamamiyle bir alman olarak yetişen prens, Rusya tahtının varisi ilân edildi ve 1742 de Petersburg'a getirilerek Ortodoksluğa geçirildi. 17 yaşını bitirince, Prusya kralı Büyük Friedrich'in tavsiyesi üzerine, küçük bir alman prensliği olan Anhalt-Zerbst beyinin kızı Sophia-Augusta ile evlendirildi. Prenses Ortodoksluğa geçirilerek Katerina Alekseyevna adını aldı (sonraki II. Katerina). 1745 te düğün yapıldı. Veliaht ve karısı, Elizaveta'nın nezareti altında, sarayda kapalı bir hayat sürüyorlar, devlet işlerinden uzak tutuluyorlardı. Petro tahsilini ikmal etmekte, askerlikle meşgul olmakta ve karısı ile anlaşamadığından, onunla fazla düşüp kalkmamakta idi. Katerina, yalnızlığın verdiği sıkıntıyı gidermek için, vaktini kitap okumakla geçirmekte idi. Bunun neticesinde Katerina devrinin en mühim ve ciddî eserlerini esaslı bir şekilde mütalâa etmiş ve gayet etraflı malûmat edinebilmişti. 1754 te Katerina bir oğlan doğurdu (I. Pavel); mamafih prens, annesinin elinden alındı ve Elizaveta tarafından terbiye edildi. Elizaveta ölünce tahta III. Petro geçti (1761-1762). III. Petro, gayet hafif meşrep bir adam olup, hiçbir ciddî işle meşgul olamıyordu. Büyük Friedrich'i taparcasına takdir eder, rus ordusunu tamamiyle Prusyalı'larınkine benzetmek emelini güderdi; alkole çok düşkündü; resmî kabuller esnasında bile kabalık ve hafiflikler yapmaktan çekinmezdi, Rusya'yı ve Rusları istihfaf ettiğini gizlemezdi. Buna mukabil, karısı Katerina anadan doğma bir rus imiş gibi hareket eder ve rus erkânının, zabitlerin gönlünü kazanmağa çalışırdı. III. Petro, her fırsatta, Katerina'ya hakaret eder, fakat karısından hiçbir mukabele görmezdi. Bütün bunlar, rus yüksek saray erkânı ve hassa alayı zabitlerinden bir kısmının, gizlice, Petro'yu düşürmek ve Katerina'yı tahta çıkarmak için hazırlık yapmalarını mucib oldu. 28 haziran (1762) tarihinde hassa alayı zabitlerinden Orlov biraderler, Katerina'yı Petersburg'a getirerek imparatoriçe ilân ettiler. Paytahttaki kıtalar hemen biat getirdiler. Bunun üzerine Petro tahttan vazgeçmek zorunda kaldı ve birkaç gün sonra Aleksey Orlov ve diğer subaylar tarafından boğularak öldürüldü. Rusya tahtına da II. Katerina geçti. 




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

ROMA İLE ROMA İTALYA'SININ DİNİ

 



Görünüşe göre, tarihten önceki çağlarda İtalya, iki ayrı insan grubunun işgali altındaydı: Bunlardan birincisi Giritlilerle Kıta Yunanistan'ının Pelasg'larına yalan ve daha durağan olan Akdenizliler; ikincisi de Hindistan'ı, İran'ı ve Yunanistan'ı işgal edenler gibi kuzeyden gelmiş olan göçebe Hint-Avrupalılardı.

Roma'nın ve İtalya'nın dini eski bir yerli din olarak ortaya çıkmaktadır: fakat buna Hint-Avrupalılar, Etrüskler, Yunanistan ve son olarak Doğu tapınışları da bir şeyler katmışlardı. Sırası gelmişken, zaten kendileri de daha önce Hellen etkisi altına girmiş olan Etrüsklerin Roma'ya buyruklarını dinleten tek kavim olduklarını; Yunanistan'ın ise, gelişiminin çeşitli çağlarında Roma ve İtalya dinine etki yapmış olduğunu belirtelim.

Kutsal metin olarak elimizde ArvaTürküleri ile Salius Türküleri'nin eski parçaları vardır. (Arva'larla Salius'ler topluluk halinde toplanmış rahiplerdi). Ayrıca elimizde Sibylle Kehanetleri de vardır, ama bunların Mağrur Tarquinius'un Cumae'li Sbylle'den satın aldığı söylenen Sibylle Kitapları ile bir ilgisi yoktur. Tarquinius'un Sibylle Kitapları, M.Ö. 82 yılında, Roma yangını sırasında yanmıştır; bunların yerine, Yunan tapınışını benimsemiş putatapar Yahudiler tarafından yapılan sahteleri geçirildi. Salomon Reinach'a göre elimizde bulunan sahte nüshalar "Yahudiler tarafından yapılan sahte nüshaların Yahudi-Hristiyan taklitleridir."

Sırası gelmişken Sibylle'lerin Apollon'un hizmetinde cezbeli falcı kadınlar olduklarını söyleyelim. Bunların yaptıkları kehanetler Yunanlılar ve Romalılar tarafından olduğu kadar Doğulular ve İsrailliler tarafından da iyi karşılanıyordu. Bunların Sibylle olan adları, 

İbranicede tanrının mahpusu anlamına gelen Şebonel sözünden gelmedir.

Roma dini hakkındaki bilgilerimizi özellikle Latin edebiyatı · yazarlarına ve bu arada bilgin Varro'ya (M.Ö. 116 -27) -ki kendisi De rebus divinis (Tanrısal nesneler üzerine) adlı bir kitap yazmıştır Tarihçi Titus Livius'a (M.Ö. 59 - M.S. 19) ve son olarak "Fastes" adlı yapıtında bayramların takvimlerini yorumlayan ozan Ovidius'a (M.O. 43 - M.S. 16) borçlu bulunmaktayız.

Bu dinde birtakım Totemik kalıntılar vardır ki bunlar en başta (incir ağacı, bakla gibi) kutsal bitkilere ve kimi kutsal hayvanlara beslenen inançtır ve sonraki efsaneler de ayrı nedenlerle bunların üstünlüklerini kanıtlamaktadır. Bu hayvanlar, kendilerine yerleşecek toprak arayan Samnit'lere kılavuzluk eden kurt; Romulus'la Remus'u emzirmiş olan dişi kurt; Capitolium'u kurtarmış olan kazlar; birer falcılık hayvanı olan piliçlerdir.

Kimi aileler hala Totemik adlarını korumaktadırlar; (domuz anlamına porcus'tan gelme) Porcii'ler; (bakla anlamına faba'dan gelme) Faba'lar gibi. Lejyonların bayrakları üzerinde kurt, yabandomuzu, kartal tasvirleri vardır. 

Hem kutsal, hem kirli anlamına gelen Latince sacer sözü, tabu sözünün tam karşılığıdır. Kimi uğursuz günler vardır ki bunlarda tapınışla ilgili kutsal sözleri kesinlikle söylememek gerekmektedir; ayrıca uğurlu günler vardır. Bazı tanrıların adını söylemek, savaş sırasında ganimetlere dokunmak yasaktır.

Roma Animizmine göre insanın çevresinde çok büyük sayıda ruhlar vardır. Fakat hayal gücü zengin olmayan bu Animizm, bu ruhların yaşamlarına hiçbir şiirsellik eklememektedir. Yalnızca dakik bir takım tapınışların tıpatıp uygulanmasıyla bunları hoşnut ederek kullanma çarelerini araştırmaktadır.

Bu kişilikdışı güçler numen (çoğulu: numina) sözcüğü ile gösterilmektedir. Bunlar ilkel insanların mana diye adlandırdıkları nesnenin belirtilerini andırırlar ama dünyaya yayılmış bulunan maddenin birliği üzerindeki bir genel görüşe bağlı gibi değildirler. Ya maddi nesnelerin içinde yer almışlardır, ya da kesin olarak belirtilen bir takım eylemlere uygulanırlar. Örneğin tarlanın işlenmesine bir ruh, gübrelenmesine bir başka ruh, ikinci kez sürülmesine, tırmıklanmasına, zararlı otlarının ayıklanmasına hep ayrı ayrı ruhlar göz-kulak olurlar. Varro sınırlı yetkileri olan bu ruhları kuşkulanılmayacak tanrılar saymakta, bunları sahici tanrılar (Dei certi) diye adlandırmaktadır.

Her insanın kendi daemon'u özel genius'u vardı. Daemon'lar ikinci derecede tanrılar; iyi ve kötü ruhlardı. Genius'lar ise ömrü boyunca insandan ayrılmazlardı. Her kadında döl bereketini sağlayan bir güç (juno) vardı.

Mülkleri birbirlerinden ayıran bir sınır ruhu (tenninus); bir kapı ruhu (janus); bir ocak ruhu (vesta) vardı. Toprakla evi koruyan ruhlara lar, yemek dolabını koruyan ruhlara penus adı verilirdi. Evden taşınıldığı zaman lar'lar başkalarına bırakılır, fakat penus'lar birlikte götürülürdü. Penus'lar aile bireylerini korurlar, köleleri korumazlardı; daha halkçı olan lar'lar ise köleleri de korurlardı.

Romalılar ölümden sonraki yaşama inanmaktaydılar. İlk çağlarda ölüler, ocağın altına gömülüyorlar ve onu koruyorlardı. Ölülerin ruhlarına saygı göstermiş olmak için bunlara (manes) yani iyi'ler adı veriliyor, armağanlar sunuluyordu. Düşman ölüleri (lemures'leri) yatıştırabilmek için kimi törenler yapılıyordu.

Animizmin yanısıra büyücülük de vardı. Romalı tasvirler, davranışlar, sözcüklerle ortaya çıkmasını arzuladığı gerçeği yaratmak düşüncesindedir. Yeni kurulan kentlerin savunmasını sağlamak için bunlar büyülü bir çemberle kuşatılır; örneğin, geleceğin Roma'sı olan Romulus için bu, böyledir; bu çemberin sınırını aşma yasağına uymadı diye de Remus'u öldürür.

Bazılarını Arval (bu söz, tarla anlamına mva'dan gelmedir) rahipleri topluluğunun yönettiği tarım bayramları bitlcilerin üremesine, hasadın ve bağbozumunun başarılı geçmesine yardım eder. Başka rahipler olan lupercus'ların (kurt anlamına lupus ve itmek, sürmek anlamına arcere'den) ilkin başlıca görevleri, lupercalia diye adlandırılan bayramlarda bir çember çizecek tarzda koşmaktı. Bu çemberi kurtlar hiçbir zaman geçemeyeceklerdi, bayramın amacı da buydu. Rahipler büyülü gücün yayılışını hiçbir şey engellemesin diye, çıplak olarak koşarlardı. Sonradan lupercus'lar özellikle kadınlarda döl bereketinin harekete getirilmesi işinde çalıştılar: Doğum yapmaya elverişli hale getirmek için kısır kadınları teke derisinden kırbaçla döverlerdi.

Başka bir topluluk olan Salius (sıçramak anlamına safire' den) rahipleri zıplayıp sıçrayarak, şarkılar söyleyerek kutsal danslar yaparlar, bir yandan da silahlarını gürültüyle birbirlerine çarparlardı: Böylece savaşların gürültüsünü taklit ederek, düşmanın bozgununu hazırlarlar; ayrıca mızraklarla kalkanları da büyülü güçle doldururlardı.

Yavaş yavaş ruhlar da tanrı haline gelmeye başladı. Fakat bu tanrılardan kimileri ruhen edinmiş oldukları tarafsız karakteri korudular. Romalılar bazen, tanrı ya da tanrıça olduklarını bilmeksizin, bunlara dua ederler, o zaman: sive Deus, sive Dea (ister tanrı ol, ister tanrıça) derlerdi.

Kadınları koruyan bütün ruhlar, belki de çok eski bir anaerkil dönemden başlayarak, tanrıça Juno'da toplanmışlardı (Nitekim, Roma da dişil bir addır). - Tanrı Terminus, mülkleri ayıran sınır taşlarının ruhlarını kendinde toplardı. - Kapıların çok sayıdaki ruhları Janus'ta toplanırdı. Bu, ulusal bir Janus'tu ki, forum'un üzerine yerleştirilmişti. İki yüzlü olarak betimlenirdi. Bir yüzü kente; öteki yüzü de hiçbir yabancı giremesin diye, dışarıya göz-kulak olurdu. Bu tanrının tapınağının barış zamanında kapalı olan kapıları, savaş sırasında açık dururdu: Çünkü savaşçılara kentlerine girme olanağını vermek gerekti; kapının kapalı olması ise korkunç bir kehanet demek olurdu: Bu, hiçbir savaşçının ölümden kurtulamayacağı anlamına gelirdi. - Yine çok sayıda olan ocak tanrıları da Vesta adlı bir tek tanrıça haline geldiler: Bunlara kulübe gibi yuvarlak bir tapınakta tapılırdı. Bu, Roma'nın en eski tapınağıydı, buradaki ayinler, el değmemiş, afif Vestal'ler tarafından yapılır, bunlar aynı zamanda kutsal ateşin de aralıksız olarak yanmasını sağlarlardı. Bütün ilkel ruhlardan yalnız erkeklerin genius'u, her kişiye özel olarak kalmıştır; bu da belki erkeklerin kadınlarınkinden bambaşka görevleri olmasından ileri gelmekteydi. 

Bir de köy tanrıçası vardı ki adına İyi tanrıça (Bona Dea) denirdi ve Roma yakınındaki kutsal bir ormanı korurdu; Arval rahipleri topluluğu bu tanrıça onuruna ayinler yapardı. Yunanlıların Herakles'i ile ancak çok sonra kaynaşacak olan Hercules adlı tanrı ise aile babalarının koruyucusuydu.

Epey eski olan bu tanrılara sonradan yenileri de katıldı. Zafere tek bir şefle ulaşan Hint-Avrupalılar bu büyücü ve savaşçı şefi belki de tanrılaştırmış olsalar gerek. Başarılı bir general tanrılar gibi saygı görür, tanrı urbası giymiş ve dört atlı bir tanrı arabasına binmiş olarak halka görünürdü. Buna karşın, büyücülük gücünün yetersiz olduğu anlaşılan şef de öldürülürdü. Nitekim J.G. Frazer, tüm Roma krallarının acıklı biçimde öldürülmüş olmalarında, dinsel bir adetin yerine getirilmiş olmasını neden olarak görmektedir.

Kesin olan şu ki Hint-Avrupalılar Yunanlıların Zeus'larına kıyaslanabilecek olan çok güçlü koruyucularını, halkın yüce tanrısı, Evrenin yüce tanrısı Jüpiter'i de birlikte getirmişlerdir.


Jüpiter'le birlikte Mars ve Quirinus bir üçlü halindeydiler: Mars savaşçı (milites) vatandaşların; Quirinus da barışçı (quirites) vatandaşların, barışın tanrısıydı. Dumezil'e göre Mars adı, (ölüm anlamına mors'a yakın görünmektedir ve bir savaş tanrısına yakışanı da budur. Bununla birlikte rençberler de çoğu zaman Mars'a yalvararak tarlalarını tehdit eden afetlerle savaşmasını isterlerdi. Tersine olarak, Quirinus'un da az-çok askeri bir rolü vardı. Çünkü savaşçının başarısı için, cephe gerisinin de iyi işlemesi şarttı. Quirinus Mars'ı besleyip bütünler, özellikle ona, milites haline sokması için, kendi quirites'lerini verirdi.

Ayrıca Roma Pantheon'u (Tanrıevi) çok geçmeden yabancı tanrıları barındırmaya başladı: Bunların başında Faleria'nın antik tanrıçası olup Etrüsk'ler tarafından benimsenerek Roma'ya da kabul ettirilen Minerva vardı; sonradan bu tanrıça, Athena ile eş tutularak işçilerin tanrıçası oldu, fakat hiçbir zaman politik ya da savaşçı bir tanrıça haline gelmedi; eski Jüpiter-Mars-Quirinus üçlüsünün yerini Jüpiter-Juno- Minerva üçlüsü aldı; tapınağı Nemi gölünün yakınında olan Diana da Etrüsk'lerin kabul ettirdikleri bir tanrıçaydı, sonradan Artemis ile eş tutuldu; Nemi tapınağının rahibi ruhani görevinin başına kendinde öncekini öldürerek gelirdi; - Fortuna, kader ve kehanet tanrıçasıydı; Ardea tanrıçası olan Venus, Roma'daki Juno gibi, döl bereketi sağlayan ruhları kendinde toplamıştı ama bu ruhlardan her biri, ilkin bir kadında yerleşmiş bulunmaktaydı; sonradan Venus Athena ile eş tutuldu.

Athena, Artemis ve Aphrodite ile birlikte Yunanistan'dan başka tanrılar da gelmişlerdi ki şunlardı: Apollon; Poseidon, Neptunus'a bağlanır; eskiden akarsuların tanrısı olan Neptunus, bunun üzerine Okyanus tanrısı olur; Herakles, Hercules'le eş tutulur; Hermes, Mercurius'a bağlanır vd. (Mercurius, adını mal anlamına nwx'ten alır; bir ticaret tanrısına yakışanı da budur).

Hellen efsanelerinin gelişinden önce, hayal güçleri çok kısır olan Romalıların kendi tanrıları ile ilgili efsaneleri yoktu; bunun üzerine Yunan efsanelerini benimsediler.



Tapınış ailevi ve ulusaldı.



Dindar Romalı ailesini, hatta kölelerini evin ortasında, ocakta toplayıp dua eder ve evcil tanrılara yiyecek öteberi sunardı.

Resmi tapınış ise politik yaşamla sıkı ilişki halinde bir yol ve yöntem zinciriydi. Rahipler kamu tapınışını yaptırmakla görevli Devlet memurlarıydılar.

Rahiplerin başında eskiden kral bulunmaktaydı, sonradan onun yerini kurbanlar kralı denen kimse aldı. Kralın hemen arkasından üç flanün yani üfleyici gelirdi ki bunlar kutsal ateşi yakmakla görevliydiler ve Jüpiter'in, Mars'ın, Quirinus'un hizmetindeydiler. Onların ardında pontifex'ler vardı: Adlarından da anlaşılacağı üzere bunlar başlangıçta köprüleri yapmakla görevliydiler, sonradan da tüm ulusal tapınışı yönetir oldular. Krallığın kaldırılmasından sonra Büyük Pontifex (Pontifex maximus), tüm rahiplerin en güçlüsü haline geldi.

Augur'lar, kuşların uçuşlarını inceleyerek tanrıların buyruklarını bildiriyorlardı.

Roma dini antik çağdan başlayarak ateşli düşmanlarla karşılaştı. Bunların en güzel konuşanı Yunan filozofu Epikuros'un bağımsız öğrencisi olan büyük ozan Lucrecius (M.Ö. 98-55) du. Lucrecius De natura renını (Nesnelerin niteliği üzerine) adlı yapıtında, mutsuz insanlığa karşı dinin işlediği cinayetlere, döktürdüğü gözyaşlarına saldırarak şöyle diyordu:

"Dindarlık, başını örterek sık sık bir taş heykel önünde secdeye kapanmaktan ibaret olmadığı gibi ..., mezbahaları hayvanların kanlarıyla doldurmaktan da ibaret değildir; asıl sofuluk, bütün olayları yatışmış bir ruhla seyretmeye denir."

Lucrecius aynı yapıtında, tanrı tanımayan bu şiirini biraz da alaylı bir biçimde, bir tanrıçaya, Venus'a yalvarmak için yazdığını söylüyordu: O Venus ki, insanların ve tanrıların şehvet kaynağıdır, ... doğanın tek hükümdarıdır ..."

Resmi dinin artık doyurmadığı başka insanlar ise kaygılarını felsefi düşüncelerden değil de, mistik duygulardan medet umarak yatıştırmaya çalışıyorlar, bir takım Doğu tapınışlarına yöneliyorlardı. M.Ö. IV. ve III. yüzyıllardan itibaren Roma'ya girmeye başlayan ve tutucuların direnmelerine karşın da ülkede, özellikle kadınlar, köleler ve yabancılar üzerinde gittikçe artan bir etki yapan bu tapınışlar şunlardı: Kibele ve Attis kültü; Oziris, Izis, daha sonra Serapis kültü; Suriye'den gelme Güneş kültü (Bu kült özellikle Suriyeli imparatorlar tahta çıktıkları zaman yayıldı. Aurelianus yenilmez Güneş (Sol invictus) için bir tapınak yaptırdı); Mithra kültü. Çoğu zaman bu tapmışlar birbirleri içinde eriyerek bir çeşit mistik senkretizm meydana getirirlerdi.

Bu tapınışların herbiri ve tümü ruha bir takım doyumlar veriyorlardı ki bu, pek çorak olan resmi dinde yoktu. Geçitler, şarkılar, müzik insanın duyularını büyülüyordu. Evren üzerindeki yüce görüşler, insanın ruhunu vecde getiriyordu. Müminleri birbirine bağlayan tatlı kardeşlik, tanrısal nesneye bu dünyadan başlayarak ulaşmayı mümkün kılan cezbe ve ahrette sürülecek mutlu yaşamın umudu yüzünden, insanın gönlü hoş bir heyecanla dolmaktaydı.

Kimi lehte, kimi aleyhte olan birçok belgeler, bu tapınışların ruhlar üzerinde yarattıkları derin etkiyi bize göstermektedir. Bu gözlemlerin pek dokunaklı olan kimileri bize Latin ozanlarından gelmektedir. Sevgili Delia'dan ayrılmış olan Tibullus (M.O. 54 -19) onun "sırtında keten urbalarla, saçları çözük ve dağınık olduğu halde" İzis tapınağında bu tanrıya boş yere iffetli geceler ayırmasından sızlanmaktadır. Juvenalis, (M.S.42-125) ise kadınlar üzerine yazdığı ünlü Yetgi (hiciv) de alaylı değil de öfkeli bir eda ile "hoşgörür bir tanrı olan İzis'in tapınağındaki gizli buluşmalara, Kibele'nin hadım rahiplerinin gördükleri büyük saygıya, bu rahiplerin sofu kadınlara kimi büyük günlerde sevişmekten sakınmak için verdikleri buyruklara çatmaktadır: Eğer sofu kadın bu buyruğu dinlemezse, rahipler Oziris'i yatıştıracaklarına söz veriyorlardı: "Çünkü bu tanrı semiz bir kaz ve küçük bir çörekle kolayca kandırılabilmekteydi..."

Tutucu Romalılar bu dinlerin yaptıkları etkiden kaygılanmaya başladılar. Bu hal karşısında bir tepki olarak, Roma tapınışını göklere çıkardılar. İmparatorluk döneminde bu tapınış, hükümdarlara tapınış halini aldı. Uzun zaman döne dolaşa, iş yine ilk çağlardaki hükümdara tapınış haline girdi. Horatius (M.O. 64-8) de Virgilius (M.Ö. 70-19) adlı ozanlar dünyaya barış gibi eşsiz bir nimet bahşetmiş olan imparatoru övmektedirler. Halikarnas'taki bir yazıt, savaşlara son verip her yanda dirlik düzenliği egemen kıldığı için Augustus'u övmektedir; yazıtta "bizim ve bizden sonrakilerin kurtarıcısı, tüm insanların kurtarıcısı" dendikten sonra şunlar eklenmektedir: "Tanrının doğum günü, dünya için onun getirdiği müjdelerin başlangıcı oldu." Bu yazıtta müjde, iyi haber anlamına kullanılan Yunanca evangelion sözü ise büyük bir geleceğe adaydı: Evangile yani İncil adı bundan çıkacaktı çünkü.

Bununla birlikte, öteki Doğu tapınışlarıyla birlikte Roma'ya girmiş olan bir din, imparatorlara tapınışın karşısına dikilecekti; başarılı olduğu anda da hem imparatorlar kültüne, hem de öteki "putperestçe boş inançlara" son verecekti: Bu din, Hristiyan diniydi.

Söderblom Roma dininin "yoksulluğuna" karşı çıkmamakla birlikte, "bir itaat ve ahlaki güç okulu" olduğu için bunu övmektedir. Romalılar yalın, çekici ve içten dindarlığı en çok evcil tapınışta meydana çıkmaktaydı. "Öte yandan, İmparatora tapınışla birleşen Jüpiter kültü, "büyük bir evrensel imparatorluk içinde, bir çeşit evrensel din haline geldi." Bu bakımdan Roma dini kendisine üstün olan bir dinin, Hristiyanlığın yayılmasına yardım etmiştir. 



Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu


Habur Gümrük Kapısı / Silopi / Şırnak

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak