22 Eylül 2024 Pazar

SURİYE SELÇUKLULARI-5

  



MUSUL ATABEGLİGi (ZENGİLER.) ( 1127-1233)


Zengiler, Büyük Selçuklu ve Irak Selçuklu devletlerine bağlı olarak kurulmuş bir atabeglik olup, Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra bağımsız hale gelmiş, Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu ve Suriye'de hüküm sürmüş, Mısır'a dahi hakim olmuş büyük bir sülaledir.

Kurucusu İmadeddin Zengi'ye nispetle Musul Atabegliği'ne Zengiler de denilmiştir. Zengi'nin babası Kasimüddevle Aksungur, Sultan Alparslan zamanında Selçuklu sarayına alınmış, Sultan Melikşah zamanında da komutanlığa tayin olunmuş bir memluktur. İbnü'l-Adim'e göre, Aksungur'un babasının adı Turgan olup Sabyu oymağındandır. Sultan Melikşah'ın Suriye Seferine bir komutan olarak katılan Kasimüddevle Aksungur 3 Aralık 1086'da Haleb'i teslim alınca Melikşah, veziri Nizamü'l-Mülk'ün tavsiyesi üzerine şehrin valiliğine Aksungur'u, kale komutanlığına da Nuh et-Türki'yi tayin etti. Sultan Melikşah, Aksungur'a Kasimüddevle ünvanı ile emrine dörtbin süvari verdi.

Halebin ilk Türk valisi olan Aksungur, kargaşa içinde bulunan Halep'te intizamı temin ettiği gibi Halep halkına sağladığı ticari imkanlar ile de onların büyük sevgisini kazandı. Melikşah'ın 20 Kasım 1092 tarihinde ölümü üzerine sultanın oğullarından Berkyaruk ve Mahmud ile kardeşi Suriye Meliki Tacüddevle Tutuş arasında saltanat mücadelesi başladı. Berkyaruk tarafını tutan Aksungur üzerine yürüyen Tutuş, Tellu's-Sultan civarında giriştiği muharebede onu yakalatarak öldürttü (26 Mayıs 1094). Bu sıralarda yedi yaşlarında bir çocuk olan Zengi, Kür-Boga, Musa et-Türkmani, Çökürmüş, Çavlı, Mevdud ve Aksungur Porsuki gibi Musul'a tayin edilen emirler tarafından büyütülmüş ve eğitilmiştir.

Emir Çavlı'nın yerine Musul'a tayin edilen Mevdud zamanında genç yaşlarda bulunan Zengi, Mevdud'un Haçlılar üzerine tertip ettiği 1111 ve 1113 yıllarındaki seferlere iştirak etti. Bilhassa Taberiye muhasarasında büyük cesaret göstererek Mevdud'un itimadını kazandı. Ancak Zengi'nin çocukluk yılları gibi ilk gençlik yılları da talihsizliklerle dolu idi. Emir Mevdud, Dımaşk atabegi Tuğtekin ile Haçlılara karşı çıkmış olduğu bir seferden sonra Musul'a dönmektense Dımaşk'da kışlamayı ve baharda yeniden sefere çıkmayı düşünmüş, bu sebeple geldiği Dımaşk'da Batıniler tarafından öldürülmüştü. Yerine Aksungur Porsuki tayin olundu ve onun emriyle Zengi, komutanlardan Altuntaş ile birlikte Aşağı Irak bölgesinde Selçuklu hakimiyetini tesis için Vasıt'a gönderildi. Abbasi halifesi el-Müsterşid Billah'a (1118-1135) karşı savaş halinde olan Hille emiri Dübeys b. Sadaka kuvvetlerine üstünlük sağlayan Zengi'ye Vasıt ıkta olarak verildi. Arkasından da Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un (1118-1131) emriyle Zengi, Basra'nın ıktasını elde etti (1125) .

Abbasi Halifesi el-Müsterşid Billah'ın dünyevi hakimiyet tesis etmek için asker toplaması karşısında halife ile Bağdat'taki Selçuklu şahnesi Barankuş Zekevi arasında anlaşmazlık çıktı. Durumu öğrenen Büyük Sultan Sencer, yeğeni olan Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'a haber göndererek Bağdat'a gitmesini istedi. Sultan Mahmud, halifeye adamlarını yollayarak kışı Bağdat'ta geçireceğini bildirdi. Esasında Selçuklu sultanları, halifelerin uhrevi işlerle uğraşmasını, dünyevi işleri kendilerine bırakmalarını istemekte ve halifelerin asker beslemelerine mani olmak niyetinde idiler. Fakat Halife el-Müsterşid Billah uhrevi hakimiyetle yetinmek istememiş, Afif ve Nazar adlı adamlarını bir ordu tesis etmeye memur kılmıştı. Halife henüz hazır görmediği ordusuna vakit kazandırmak maksadı ile Sultan Mahmud'dan ertesi yıl gelmesini istedi. Halifenin ileri sürdüğü kıtlık mazeretine aldırış etmeyen Sultan Mahmud, Bağdat üzerine yürüdü. Selçuklu ordusu dıştaki mukavemeti kırdıktan sonra şehir içine girdi. Bağdat sokaklarında cereyan eden çarpışmalar, Selçuklu ordusunu epey zayiata uğrattı. Vasıt ve Basra'dan temin ettiği kayıklarla Dicle üzerinden asker getiren Zengi, şehir içindeki mücadelenin de Sultan Mahmud lehine neticelenmesini sağladı. Zengi'nin askeri kabiliyetini takdir eden sultan, onu Bağdat şahneliğine tayin etti (Nisan 1126). Halifeye de iyi muamele eden sultan, şehirde intizamı sağladıktan sonra İsfehan'a çekildi.

Musul'un Selçuklu valisi Aksungur Porsuki'nin 26 Kasım 1126'da Cuma namazı için gittiği camiin avlusunda Batıniler tarafından öldürülmesi üzerine, yerine oğlu İzzeddin Mesud geçti. Fakat Mesud'un kısa bir süre sonra vefatı (Temmuz 1127) ve onun oğlunun çok küçük yaşta olması, Musul valiliğinde bir boşluğa sebep oldu. Emirlerden Çavlı, Bağdat'a bir heyet yollayarak Sultan Mahmud'dan Mesud'un qğlu adına şehrin idaresinin kendisine verilmesini istedi. Giden heyet, Çavlı'nın yerine Zengi'yi tercih ettiklerini sultana arzedince Sultan Mahmud, oğlu Alparslan'ın atabegliği vazifesini de Zengi'ye vererek onu Musul valiliğine tayin etti (1127) . Çavlı, Musul'a gelen Zengi'ye itaat etmek zorunda kaldı. Musul'da iç kaleye yerleşen Zengi, şehrin dizdarlığına Nasıreddin Çakır'ı, hacibliğe Selahaddin Yağıbasan'ı, başkadılığa da Bahaeddin Şehrizori'yi getirdi.

İzzeddin Mesud, ölümünden önce Haleb'e memlüklarından Kutlu Aba'yı tayin etmişti. Fakat Kutlu Aba'nın idaresinden memnun olmayan Halep halkı, şehrin milis kuvvetlerini (el-Ahdas) de yanlarına alarak ayaklandılar ve Kutlu Aba'yı yakalayıp hapsederek yerine Fadaılıb Bedi'i getirdiler. Buna rağmen şehirde sükunet ve nizam sağlanamadı. İmadeddin Zengi, bu huzursuzluğu fırsat bilerek komutanlarından Sungur ed-Diraz ile Hasan Karakuş'u öncü olarak Haleb'e yolladı. Kendisi de Haleb'e doğru yola çıktı. Atabeg Zengi, yolu üzerinde Artukoğullarından Timurtaş'ın tayin ettiği bir valinin idaresi altında bulunan Nusaybin'i kuşattı. Timurtaş, Hısn-ı Keyfa'da hüküm süren amcasının oğlu Davud'dan yardım talep etti. Buna rağmen yardımın gecikebileceğini ve bunun sonucu çok kan döküleceğini düşünen Nusaybinliler, kapılarını açarak Zengi'ye teslim oldular.

Nusaybin'den Haleb'e gelen Atabeg Zengi, Halepliler tarafından törenle karşılandı. Bir zamanlar babası Aksungur'un valiliğini, kendilerine karşı gösterdiği samimiyet ve iyi idareyi unutmayan şehir halkı, onun oğlu Zengi'ye de büyük sevgi gösterilerinde bulundular.

Atabeg Zengi, Haleb'e hakim olduğu sıralarda Haçlılar Akdeniz'in Suriye sahilini tamamen ele geçirmişlerdi. Halep, Hama, Hıms ve Dımaşk gibi iç kısımlarda kalan şehirler müslümanların elinde bulunuyordu. Dımaşk'dan Rakka ve Rahbe'ye uzanan yolun dışındaki bütün ticari yollar kesilmişti. Haçlılar ile uzun yıllar mücadele eden Dımaşk atabegi Tuğtekin'in ölümü ise Haçlılarla mücadele eden müslümanların aleyhine bir boşluk yaratılmış idi. Zengi bütün Suriye'de kendi hakimiyetini tesis etme düşüncesinde idi. 

Atabeg Tuğtekin'in ölümü, Zengi'nin bu düşüncesine iyi bir fırsat teşkil etti ve onu güney komşusu Dımaşk atabegliğinin üzerine harekete teşvik etti. Fakat Büyük Sultan Sencer'in emriyle Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un Zengi'nin yerine Hille emiri Arap asıllı Dübeys b. Sadaka'yı tayin etmek istemesi ve Zengi'nin Sultan Mahmud'un huzuruna büyük hediyelerle gidip sadakatını arzederek bu tayini durdurması, Dımaşk atabegliği üzerine yapacağı sefere mani oldu.

Ancak bir süre sonra Tuğtekin'in yerine geçmiş olan Tacü'l-Mülk Böri'ye (1128-1132) haber göndererek, ondan Haçlılara karşı açılan cihada yardımcı olmasını istedi. Böri, açılan cihada katılmak üzere beşyüz süvarisini Dımaşk'dan Hama'ya yolladı ve oradaki oğlu Sevinç'e kendi askerini de bu kuvvete katarak Haleb'e gitmesini emretti. Haleb'e Sevinç'in komutası altında gelen Dımaşk atabegliği kuvvetleri, evvela iyi karşılandılarsa da üç gün sonra yakalanarak hapsedildiler. Askersiz kalan Hama şehri üzerine yürüyen Zengi, 24 Eylül 1130'da burayı zaptetti. Bunu takiben Hıms şehrini kuşattı. Atabeg Zengi, kış mevsiminin yaklaşması üzerine Haleb'e döndü.

Atabeg Zengi'nin Haleb'e döndüğü ve Haçlılar ile meşgul olduğu bir sırada Tacü'l-Müluk Böri, Batınilerin bir suikastine uğrayıp ağır bir şekilde yaralandı. Bu sırada Abbasi Halifesi el-Müsterşid Billah ile Hille emiri Dübeys b. Sadaka arasında anlaşmazlık devam etmekte idi. Dübeys, ölen Serhad valisi Fahrüddevle Gümüştekin'in dul karısı ile evlenmek üzere Serhad'a giderken yolunu kaybedip Dımaşk atabegliği kuvvetlerine yakalandı (6 Temmuz 1131) . Böri, halifeye haber göndererek düşmanı olan Dübeys b. Sadaka'ya ne yapması gerektiğini sordu. Halife onu iyi muhafaza etmesini ve göndereceği adamlara teslim etmesini bildirdi. Bu durumdan haberdar olan Atabeg Zengi, Böri'ye eğer Dübeys b. Sadaka'yı kendisine teslim ederse, oğlu Böri ile diğer komutan ve askerlerini serbest bırakacağını, ayrıca ellibin dinar ödeyeceğini bildirdi.

Daha önce Halife Müsterşid Billah'a söz vermiş olmasına rağmen, Atabeg Zengi'nin reddedilmeyecek kadar cazip teklifler ile gelmesi, Böri'nin halifeye verdiği sözden caymasına sebep oldu. Dübeys, şartlarını Böri'nin hazırladığı şehir ve yerde, Musul atabegi Zengi'ye 2 Ekim 1131'de teslim edildi. Atabeg Zengi, Sultan Sencer'in emriyle kendisine rakip olmasına rağmen Dübeys'e silah ve para vererek onu serbest bıraktı.

Irak Selçuklu sultanı Mahmud, oldukça genç bir yaşta ölünce, yerine oğlu Davud (1131- 1132) geçti. Davud'un sultanlığını Vezir Ebu'l-Kasım Dergezini ve Meraga Valisi Aksungur Ahmedili desteklemekteydiler. Buna karşılık Mahmud'un kardeşi Mesud ise Tebriz'i ele geçirmiş ve yeğeni Davud'un sultanlığına karşı çıkmıştı. Buna rağmen, Cibal ve Azerbaycan bölgelerinde hutbe, halen Davud adına okunuyordu. Davud, Tebriz'i kuşatıp sultanlığını amcasına geçici bir süre için de olsa kabul ettirdi. Mesud, bir taraftan Atabeg Zengi'nin kendisini desteklemesini beklerken diğer taraftan da Halife Müsterşid Billah'dan adının Bağdat'ta hutbede okunmasını istemekteydi. Ancak halife, Melik Mesud'a kendisini destekleyeceğini, fakat Büyük Sultan Sencer'in izni olmadan adını hutbede okutamayacağını bildirdi.

Sultan Davud'un diğer amcası olan Selçukşah da saltanat müddeisi olup büyük bir ordu ile Bağdat'a geldi. Halife Müsterşid Billah, Melik Selçukşah ile atabegi Karaca es-Saki'yi çok iyi karşıladı ise de Selçukşah'ın adını hutbede okutmadı. Bu sıralarda Atabeg İmadeddin Zengi'nin Musul'dan Melik Mesud'un kuvvetlerine katılmak üzere hareket ettiği öğrenildi. Atabeg Karaca es-Saki, Selçukşah'ı bir kısım kuvvetler ile Bağdat'ta bırakıp kendisi ana kuvvetlerin başında yola çıktı. Maksadı, Atabeg Zengi'nin Melik Mesud ile birleşmesini önlemekti. Karaca es-Saki'nin gelişinden haberi olmayan Atabeg Zengi, Samerra'da uğradığı baskında mağlup oldu ve Tekrit'e çekildi. Melik Mesud ise, Selçukşah'ın kuvvetleri ile küçük çapta çarpışmalara girişti. Atabeg Karaca es -Saki, Samerra'dan Bağdat'a dönerken yeğenlerinin çıkarmış olduğu huzursuzluğa son vermek maksadı ile Büyük Sultan Sencer'in Rey şehrine geldiği haberi ulaştı.

Melik Mesud, Halife Müsterşid Billah ile Selçukşah'a amcası Sultan Sencer'e karşı ittifak teklif etti. Teklifi uygun görülünce aralarında bir andlaşma yaptılar. Buna göre Mesud sultan, Selçukşah da onun halefi olacak, Irak ise halifenin tayin edeceği bir naip tarafından idare edilecekti. Bu antlaşmayı müteakip Melik Mesud Bağdat'taki Darü's-Saltana'ya, Selçukşah ise Selçuklu şahnelerinin kalmış olduğu konağa yerleşti. Sultan Sencer'in adı hutbeden çıkarıldı. Bunu takiben de birleşik kuvvetler, Büyük Sultan'a karşı harekete geçtiler. Sultan Sencer, Zengi'ye haber göndererek askersiz kalacak olan Bağdat'a yürümesini emretti. Bunun üzerine Halife Müsterşid Billah, hilafet merkezinin tehdit altında bulunduğunu bahane ederek Sultan Sencer yerine Atabeg Zengi'nin üzerine yürüdü. Melik Mesud ile Melik Selçukşah, Sultan Sencer karşısında mağlup oldular. Sencer yeğenlerine şefkatli davrandı; Mesud'a Azerbaycan'ı ıkta olarak verdi. Diğer yeğeni Tuğrul b. Mahmud'u da Irak sultanlığına tayin etti. Bütün bu hadiselerden mesul tuttuğu Atabeg Karaca es-Saki'yi ise öldürttü (Mayıs 1132) .

Atabeg Zengi'ye gelince, halife onun Bağdat üzerine yürüyeceğini Hanakin'de iken öğrenince, yanındaki ikibin atlı ile Abbasiyye'ye geldi ve burada karargahını kurdu. Dübeys b. Sadaka da askeriyle Atabeg Zengi'nin yanında bulunmaktaydı. Üstün gücüne rağmen Musul askeri, halifeye karşı kılıç çekmedi. Zengi, yedibin kişiyi bulan ordusunun Musul'a çekilmesini daha uygun buldu. Galip geldiği muharebe meydanında bir gece kalan halife, ertesi gün Bağdat'a döndü.

Irak Selçuklu sultanı olan Tuğrul'a karşı ilk isyan eden yeğeni Davud oldu. Sultanlığını kaybeden Davud, amcası Mesud ile anlaşıp Tuğrul'u 25 Mayıs 1133'de yapılan savaşta yendi. Hemedan, Mesud tarafından işgal edildi. Halifeyi kendi safına çeken Mesud, Bağdat'ta adına hutbe okuttu. Tuğrul ise, amcası Sultan Sencer'in yanına sığındı.

Halife Müsterşid Billah, Atabeg Zengi'ye karşı sert tavrını sürdürmekteydi. Bir süre önce yanında Nazar, İkbal ve Afif gibi bir kaç komutan bulunan halifeye otuza yakın Türk asıllı komutan katılmış ve halifelik ordusunun mevcudu onikibini süvari olmak üzere otuzbine varmıştı. Böylece büyük bir kuvvet, elde eden Müsterşid Billah, 26 Temmuz 1133'de Musul'u kuşattı. Musul'u Atabeg Zengi'nin komutanı olan Nasıreddin Çakır çok iyi müdafaa ettiğinden halife, bir süre sonra muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı. Atabeg Zengi ise, halife ile zahiri de olsa dostça münasebetler kurmanın yolunu aradı ve Bağdat'a kıymetli hediyeler yollayarak diplomatik bağlantıyı yeniden tesis etti. Fakat Zengi, halifeye bu muhasarada yardım eden Artukoğullarından Hısn-ı Keyfa emiri Davud'u affetmeyip 1134 yılının baharında onun üzerine yürüdü.

Artukoğullarından olmasına rağmen Mardin emiri Timurtaş da Atabeg Zengi'yi destekledi. Amid yakınlarında yapılan savaşta  Davud, ağır bir yenilgiye uğradı (26 Nisan 1134) . Kendisi muharebe meydanından kaçtı ise de çocukları ve komutanlarından bir çoğu yakalandı. Zengi, harekatına devamla Amid'i kuşattı. Ancak veziri Ziyaeddin Kefersudi'nin tavsiyesi ile muhasarayı kaldırdı. Zengi, Musul'a dönerken yolu üzerinde bulunan es-Suvar'ı zaptederek burayı yardımlarından dolayı Timurtaş'a verdi.

Selçuklu imparatorluğunun batı kısmında melikler arasında mücadele devam ederken Irak Selçuklu sultanı Tuğrul, 24 Ekim 1134'de aniden öldü. Kardeşi Mesud, hiç vakit geçirmeksizin Hemedan'a girdi. Onun bu pervasızca davranışından endişelenen bir kısım Selçuklu komutanları, Halife Müsterşid Billah çevresinde toplandılar. Bunların arasında halifenin baş düşmanı Dübeys'in de bulunması, halife tarafından şüpheyle karşılandı. Durumu farkeden Dübeys ise, Mesud tarafına geçmek zorunda kaldı. Melik Mesud'un Hemedan'da sultanlığını ilan etmesine rağmen halife, hutbede Sencer ile Davud'un adlarını sultan olarak okuttu. Mesud'u cezalandırmak maksadı ile de halife, yanına topladığı Türk komutanlar ile birlikte onun üzerine bir sefer tertipledi. Bu arada Halife, Dımaşk'ı kuşatmakta olan Atabeg Zengi'ye de haber yollayarak kendisine katılmasını istedi. Halifenin Zağros üzerinden Hemedan'a yürüyüşü çok yavaş oldu. Onun bu ağır hareketinden faydalanan Mesud, halifenin hizmetine girmiş bulunan Türk komutanların gönüllerini kazanarak kendi tarafına almaya çalıştı. Nitekim bu komutanlar arasında Beyaba Mesud tarafına geçen ilk komutan oldu. 24 Haziran 1135'de Meraga civarında yapılan muharebeyi, diğer Türk komutanların da kendi tarafına geçmesi neticesinde Mesud, çok kolay bir şekilde kazandı. Halife Müsterşid Billah ise Mesud'a esir oldu.. Mesud, halifeye çok iyi davranıp onunla bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre: Halife Bağdat'a dönecek, ancak dörtyüzbin dinar harp tazminatı ödeyecek ve asla asker beslemeyecekti.

Sultan Mesud, Meraga'dan Hemedan'a doğru harekete geçtiği sırada Büyük Sultan Sencer'den kalabalık bir elçilik heyeti geldi. Mesud, bu heyeti karşılamak üzere karargahdan ayrıldığında bir grup Batıni halifeyi öldürdü. Kaynaklar, bu konu hakkında pek açık malumat vermemekle beraber, bir rivayete göre; Batıniler, Sultan Sencer'in gönderdiği kalabalık heyet içinde karargaha sızmışlar ve pek de iyi korunmayan halifenin kaldığı çadıra girip onu öldürmüşlerdir. 

Müsterşid'in yerine oğlu Raşid (1135-1136) halife oldu. Fakat Raşid'in halife olması, Selçukluların öteden beri halifelik ile olan siyasetine uygun düşmedi.

Sultan Mesud, yeni halifeye komutanlarından Barankuş Zekevi'yi göndererek, babası Müsterşid'in savaş tazminatı olarak ödemeyi kabul ettiği parayı istedi. Raşid ise, babasının öldürüldüğünü ve halifelik hazinesinin muharebe meydanında yağmalandığını, bu bakımdan herhangi bir ödeme yapamayacağını bildirdi. Bunun üzerine Barankuş Zekevi, halifelik sarayını aramaya kalkışınca Raşid, onu ve Selçuklu şahnesi Beyaba'yı şehirden çıkardı. Yeni halife, bu davranışının Sultan Mesud tarafından karşılıksız bırakılmayacağını bildiğinden civar emirlerden yardım istedi. Musul Atabegi Zengi'ye de haber yollayarak, yardıma geldiği takdirde atabegi bulunduğu Alparslan'ı sultan ilan edeceğini bildirdi.

Halifeye ilk yardıma gelen Melik Davud oldu. Bunu Atabeg Zengi ile Sultan Mesud'a darılmış olan Türk komutanlar takip etti. Gelenlerin arasında sultanlığa iki namzet bulunuyordu. Atabeg Zengi'ye Alparslan'ın adını hutbeye koyacağına söz vermesine rağmen halife, Melik Davud'un adını hutbede okuttu. Olanları yakından takip eden Irak Selçuklu Sultanı Mesud, Hemedan'dan hareket ederek Bağdat'a geldi ve şehri ellibir gün kuşattı. Şehir içinde huzursuzluklar baş gösterince Davud, Bağdat'ı terketti. Bu durum, müdafileri endişeye sevketti ve yardıma gelen emirler Bağdat'tan çekilmeye başladılar. Atabeg Zengi de burada fazla kalmanın tehlikeli olacağını gördüğünden, Halife Raşid'i de yanına alarak Musul'a gitti (14 Ağustos 1136) .

Halkın büyük endişesine rağmen Bağdat'a giren Sultan Mesud, halka çok şefkatli ve temkinli davrandığı gibi Musul'da bulunan Halife Raşid'e de haber göndererek Bağdat'a dönmesini istedi. Ancak halife bu isteği reddetti. Sultan Mesud, bu durumda Sultan Sencer'e müracaat ederek yeni bir halifenin seçilmesi gerektiğini bildirdi. Bu teklifi kabul eden Sultan Sencer, ayrıca ondan eski halifenin yakın adamlarının da yapılacak değişikliği tasdik etmelerini istedi. Sultan Mesud, eski halife Müsterşid ile yapmış olduğu savaşta yakalayıp hapsettiği vezir Şerefeddin Ali b. Durrat ile İbnü'l-Anbari gibi önemli şahısları serbest bırakarak onları kendi tarafına aldı. Daha sonra da civar valileri, kadıları bir kısım emirler ile devlet adamlarını huzurunda toplayan Sultan Mesud, Raşid'in halifelik vazifelerini yerine getiremediğini belirterek değiştirilmesini istedi. Huzurda bulunan şerefeddin Zeynebi, önceden kararlaştırıldığı üzere, Abdullah b. Mustazhir'in halife olmasını teklif etti. Bunun kabulu üzerine Abdullah el-Muktefi ünvaniyle 18 Ağustos 1136'da halife ilan edildi.

Bağdat'ta yapılan bu değişikliğe rağmen Atabeg Zengi, Raşid'i halife olarak tanımaya devam etti. Ancak Sultan Sencer ile Sultan Mesud'a karşı direnmenin yanlış olacağını düşünerek, elçisi Kemaleddin Şehrizori'yi Sultan Mesud'a göndererek yeni halifeyi tanıdı. Atabeglik topraklarında okuttuğu hutbeden Raşid ile Irak Selçuklu Sultanı olarak tanıdığı Davud'un adlarını çıkararak yerine Muktefi'nin ve Mesud'un adlarını koydurdu. Sultan Mesud, Atabeg Zengi'den Raşid'i kendisine teslim etmesini istedi ve bu maksatla da Musul'a ikibin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu birlik, Musul'a gelmeden Raşid, Atabeg Zengi'nin tavsiyesi ile Musul'dan Azerbaycan'a doğru yola çıktı. Fakat kısa bir süre sonra Raşid, İsfehan'da Batıniler'in karıştığı bir suikast sonucu öldürüldü.

İmadeddin Zengi, Mayıs 1137'de Fırat nehrini geçerek Suriye'ye girdi. Niyeti, güney komşusu olan Dımaşk atabegliğinin topraklarını ülkesine katmaktı. Bu maksatla Dımaşk atabegi Şihabeddin Mahmud'un naibi Muineddin Üner'in idaresi altında bulunan Hınıs'ı kuşattı. Fakat müstahkem bir kaleye sahip olan Hınıs şehri önünde fazla vakit kaybetmek istemeyen Zengi, buradan ayrılarak Haçlıların elinde bulunan Barin (Montferrandus) üzerine yürüdü. Burası Halep ile Hınıs arasındaki irtibatı sağlayan bir üs durumundaydı. Atabeg Zengi'nin bu harekatını haber alan Trablus kontu Raymond, Kudüs kralı Fulk'dan yardım istedi. Kudüs kralı, yardıma gelirken ani bir baskına uğrayarak Barin kalesine güçlükle sığınabildi.

Raymond ve diğer bir kısım şövalye, Atabeg Zengi kuvvetlerince esir edildi. Bu durum üzerine Haçlılar yeni yardım kuvvetlerini yola çıkardı. Urfa kontu II. Joscelin de Barin'e yardıma gelenler arasındaydı. Bu sırada Bizans İmparatoru II. Yohannes Komnenos, ülkesindeki asayişi temin etmek, Anadolu'yu yurt tutmuş Türkleri bir kısım topraklarından çıkarabilmek ve verdikleri sözü tutmayan Haçlı liderlerinin elinden Antakya'yı geri almak için Suriye seferine çıkmıştı.

Atabeg Zengi Barin'i kuşattığı sıralarda, Bizans İmparatoru da Antakya önlerine ulaşmış bulunuyordu. Barin kalesine sığınan Haçlılar, müdafaanın güçlüğü karşısında yardıma gelen kuvvetleri bile bekleyemeden ellibin dinar ödeyerek Atabeg Zengi'ye eman ile teslim oldular. Zengi, bir taraftan Barin ile meşgul olurken diğer taraftan bir kısım kuvvetlerini de Hama'nın kuzeyindeki Maarratü'n-Numan ile Kefertab üzerine yollamıştı. Buraya gönderilen atabeglik kuvvetleri, her iki bölgeyi de kolayca ele geçirdiler. Barin'den sonra Atabeg Zengi, Bizans İmparatoru'nun Antakya'ya girmiş olduğunu bilmesine rağmen yeniden Hınıs önüne geldi. Fakat herhangi bir kuşatmaya girişmedi. Atabeg, belki de devamlı bu şehir önünde görünerek şehir halkını ve idarecilerini etki altına almak niyetinde idi.

Antakya'ya girmiş olan Bizans İmparatoru II. Yohannes, kışı geçirmek için Çukurova'ya çekilmeden önce Haçlı liderleriyle bir andlaşma yaptı. Buna göre baharda Halep, Hama, Hınıs ve Şeyzer gibi müslümanların elinde bulunan şehirlere saldırılacak, zaptedildikleri takdirde bu şehirler Raymond'un idaresine bırakılacaktı. Antakya, ise Bizans İmparatorluğu'na iade edilecekti. Bu maksatla kış boyunca hazırlıklarını sürdüren imparator, 1138 yılı sonlarında yeniden Antakya'ya geldi. Bizans-Haçlı kuvvetleri, ilk olarak Haleb'in kuzeydoğusunda bulunan Buzaa'ya hücum ettiler. Altı günlük bir kuşatmadan sonra Buzaa 9 Nisan 1138'de teslim olmak zorunda kaldı. Ahalisinin bir çoğu öldürüldü. Dörtyüz kadar kişi, tehdit ile hristiyan olmaya zorlandı.

Atabeg Zengi, Bizans-Haçlı ortak harekatı karşısında, Irak Selçuklu sultanı Mesud'dan yardım istedi. Ayrıca komutanlarından Zeyneddin Ali Küçük'ü de bir kısım kuvvetle birlikte Haleb'e göndererek bu şehrin müdafaasını kuvvetlendirdi. Nitekim Bizans-Haçlı ordusu, Buzaa'dan sonra Haleb'e geldi. Hazırlıksız yakalayacağını düşündüğü Halep'te bütün müdafaa tedbirlerinin alınmış olduğunu görünce üç gün sürdürdüğü muhasarayı kaldırarak (18 Nisan 1138). Esarib üzerine yürüdü.

Çok zayıf bir garnizona sahip olan Esarib, 21 Nisan'da teslim oldu. Buradan sarp kayalar üzerine inşa edilmiş ve Munkızoğullarının elinde bulunan Şeyzer kalesine taarruz eden Bizans-Haçlı ordusu şehrin varoşlarına girdi. Ancak iç kale direnmeye devam etti. Yirmi günlük bir kuşatmadan sonra, netice alamayacağını anlayan İmparator, Şeyzer hakimi Ebu'l-Asakir tarafından teklif edilen bir miktar parayı alarak kuşatmayı kaldırdı .

Şeyzer'in kuşatıldığı sıralarda Artukoğullarının Hısn-ı Keyfa emiri Davud, Atabeg Zengi ile aralarındaki siyasi gerginliği bir tarafa bırakarak oğlu Kara-Arslan komutasında Türkmenlerden müteşekkil bir orduyu yardıma gönderdi. Açık bir sahada muharebe etmek niyetinde olduğu anlaşılan Bizans İmparatoru'nun üzerine gitmeyen Zengi, Sultan Mesud'un gönderdiği kuvvetler de henüz gelmediğinden onu sarp mevzilerde sıkıştırmaya çalışmaktaydı. İmparator ise tepelerde bekleyen atabegin kuvvetlerine taarruza kalkışmayarak Antakya'ya, oradan da Çukurova'ya çekildi. Bu haber üzerine Sultan Mesud'un yolladığı onbin kişilik Selçuklu süvari birliği, Fırat nehrini geçmeden geri döndü.

Bizans İmparatoru II. Yohannes'in biraz da tam destek görmediği Haçlı liderlerine kızarak Suriye'den çekilmesinden hemen sonra Atabeg Zengi yeniden Dımaşk atabegliği topraklarına girdi. Fakat bu sefer kuvvet yoluyla almanın zor olacağını gördüğü Hınıs'ı daha kolay bir yolla elde edebilmek için Dımaşk atabegi Mahmud'a elçiler yollayarak annesi Safvetü'l Mülk Zümürrüd Hatun ile evlenmek istediğini bildirdi. Dımaşk'da uzun tartışmalardan sonra Zengi'nin bu teklifi kabul edildi. Düğün 31 Mayıs 1138'de yapıldı. Zengi, kendi kızını da Mahmud ile evlendirdi. Yapılan anlaşmaya göre Zümürrüd Hatun'un çeyizi olarak Hınıs şehri verilecekti. Zengi, gelini Hınıs kalesi kapısında bekleyerek karşıladı. Bağdat ve Mısır halifelerinin elçilerinin yanısıra Bizans İmparatoru'nun da bir elçisi, düğün tebriği için Zengi'nin Hınıs önündeki karargahına geldi. Şehir, kapılarını Musul atabegine açtı ve böylece Hınıs'a sahip olan Zengi, kızının çeyizi olarak da Mahmud'a Barin'i verdi.

Hınıs'ı evlilik yoluyla elde eden Atabeg Zengi, Antakya prinkepsliği topraklarına girerek kısa bir süre önce Haçlı - Bizans harekatıyla kaybettiği Buzaa, Kefertab ve Esarib'i Eylül-Ekim 1138'de Haçlıların elinden geri aldı.

Dımaşk hakimi Şihabeddin Mahmud, kendi adamları tarafından 23 Haziran 1139'da öldürüldü. Başkomutan Muineddin Üner, Mahmud'un kardeşlerinden Cemaleddin Muhammed'i destekleyerek atabegliği ele geçirmesini sağladı. Mahmud'un diğer kardeşi Behramşah ise, Zengi'ye sığındı. Ayrıca Zümürrüd Hatun da Zengi'ye haber gönderip onu Dımaşk üzerine yürümeye teşvik etti. Bütün bu hususları iyi bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen Zengi, Dımaşk atabegliği ülkesine bir kere daha girdi. İlk olarak Baalbek'i kuşattı ve çok geçmeden de şehre girmeye muvaffak oldu (10 Ekim 1139) . Ancak iç kaleyi savunan kırk kadar Türk on gün direndi. Sonunda bunlar canlarının bağışlanması şartı ile teslim oldular Zengi, bunlara verdiği sözü tutmadı, kaçabilen bir-iki kişi hariç diğerleri öldürüldü.

Baalbek'i ele geçiren Zengi, Dımaşk'ı da almak maksadı ile Bika bölgesine girdi. Burada Kadı Kemaleddin Şehrizori'yi elçi olarak Cemaleddin Muhammed'e gönderip, Dımaşk'ı kendisine teslim ettiği takdirde, bütün şartlarını kabul edeceğini bildirdi. Teklifi reddedilen Zengi, Dımaşk'ın 7-8 km. güneybatısında bulunan Darayya'ya gelip karargahını kurdu. Dımaşk'ın bütün ikmal ve yardım yolları kesildi. Bu arada elçisi Kemaleddin Şehrizori vasıtası ile şehir içinde bir kısım taraftar buldu. Bunlar, şehir kapılarını kararlaştırılan vakitte açacaklardı. Ancak Atabeg Zengi, Dımaşk halkının müdafaaya kararlı olduğunu anlayıp, şehrin sokaklarında yapılacak çarpışmaların aleyhine olabileceğini düşünerek bu işe kalkışmadığı gibi muhasarayı da kaldırdı.

Fakat kısa bir süre sonra hastalanan Cemaleddin Muhammed 30 Mart 1140'da öldü. Onun ölümü, Dımaşk'da yeni gelişmelere sebep oldu. Vezir Muineddin Üner, Muhammed'in oğlu Abak'ı Dımaşk hakimi olarak ilan etti. Abak'a muhalif olanların kendisini destekleyeceklerini düşünen Zengi, yeniden Dımaşk önlerine geldi. Vezir Üner, Atabeg Zengi'nin bu taarruzunu önleyebilmek için Kudüs Kralı Fulk'dan yardım istemek zorunda kaldı. Kudüs'e elçi olarak gönderilen Üsame b. Munkız, Kral Fulk'a; yardım ettiği takdirde her ay yirmibin dinar ödemeyi ve Musul atabegliği hakimiyeti altına geçmiş olan Banyas'ı ortak bir harekat neticesi ele geçirdikleri takdirde buranın da Kudüs krallığına verileceğini bildirdi.

Kudüs kralı, Atabeg Zengi'nin kendileri için de büyük bir tehlike arzettiğini bildiğinden, Dımaşk ile anlaşmayı uygun buldu. Bir ihanetin önlenmesi maksadı ile karşılıklı rehineler verildi. Dımaşk atabegliği ile Kudüs krallığı arasındaki bu anlaşmayı haber alan Zengi, Havran'a gelerek muhtemel bir Haçlı taarruzunu burada bir ay kadar bekledi. Beklemekten bir netice alamayan Atabeg Zengi, yeniden Dımaşk yakınındaki Guta'ya geldi. Musul kuvvetleri, Guta'da iken Kral Fulk'un isteği üzerine Kudüs'e doğru gelmekte olan Antakya Haçlı kuvvetlerine taarruz düzenleyen Zengi'nin Banyas valisi İbrahim Turgut, hem muharebeyi hem de hayatını kaybetti.

Atabeg Zengi, Dımaşk önlerinde fazla beklemenin aleyhine olacağını düşünerek Hama'ya çekildi. Onun bölgeden uzaklaşmasıyla harekete geçen birleşik kuvvetler, Banyas'ı kuşattılar. Banyaslılar Zengi'nin kendilerine yardıma gelemeyeceğini anlayınca teslim oldular. Daha önce yapılan antlaşma gereğince Banyas, Haçlılara teslim edildi.

Zengi, kendisine karşı yapılan Dımaşk-Kudüs ittifakının Orta Suriye'de aleyhine bir durum geliştirebileceği düşüncesiyle başta Baalbek olmak üzere bazı stratejik mevkilere Türkmenleri yerleştirmeye başladı. Türkmenleri yerleştirdiği Baalbek'in ıktasını da Selahaddin'in babası olan Necmeddin Eyyub'a verdi. Bunu takiben de Dımaşk'a gelip şehri yeniden kuşattı (22 Haziran 1140). Bütün ikmal yollarının kesilmesi karşısında zor duruma düşen Abak Atabeg Zengi'nin hakimiyetini tanımak zorunda kaldı ve onun adını hutbede okutmayı kabul etti.

Bütün çabalarına rağmen Dımaşk'ı ele geçiremeyen Zengi, adının hutbede okunması ile yetinerek dikkatini Haçlılar üzerine çevirdi. Zaten Urfa kontluğuna bağlı süvari birlikleri; Rakka, Nusaybin ve Amid'e kadar sokulmakta, Mardin civarı ile Harran'ı tehdit altında tutmaktaydılar. Irak Selçuklu sultanı Mesud, kendisine bağlı Musul atabegine Urfa'nın fethini emretti. Zengi, sultanın bu emri üzerine civardaki beylerden yardım istedi. Bu sırada Harran emiri Fazlullah b. Cafer, Zengi'ye haber göndererek Kont II. Joscelin'in askeri ile şehirden ayrılmış olduğunu bildirdi. Zengi, vakit kaybetmeden komutanlarından Yağıbasan'ı öncü olarak Urfa'ya gönderdi. Kendisi de yanına aldığı Türkmenler ile birlikte Urfa'ya gelip şehri kuşattı.

Urfa içindeki askeri birlik zayıftı. Şehrin savunması üç piskoposun elinde idi. Latin asıllı Hugue başkan, Ermeni Yuhannes ile Yakubi Basil Bar Şumana ise yardımcıları idi. Aralarındaki anlaşmazlığın yanısıra askerlikten de anlamayan bu kişiler, Musul atabeginin şehri kan dökülmeden teslim etmeleri teklifini her defasında reddettiler. Şehir büyük mancınıklarla dövülürken, lağımcıların surlarda açtıkları gedikler neticesinde Musul atabeginin ordusu şehre girdi. İki. gün yağmalanan şehirde sükunet temin edilince Zengi, komutanlarından Zeyneddin Ali Küçük'ü vali tayin etti ve ondan şehri imar etmesini, fark gözetmeksizin herkese adaletli davranmasını emretti.

Elli yıla yakın bir zaman Haçlı hakimiyetinde kalmış, müslüman Suriye ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki emirlikler arasında bir köprü vazifesi görmüş olan Urfa'nın fethi Avrupa'da endişe ile karşılanırken İslam dünyasında bir gurur havası esmiş, Haçlıların bütün Suriye ve Filistin'den atılabileceği ümidi yaşanmıştır. İbn Kaysarani, İbn Münir, İbn Kasimü'l-Hamavi ve üsame b. Munkız gibi şairler bu fethi şiirleriyle süslemişlerdir. Abbasi halifelerinden el-Muktefi Billah, Atabeg Zengi'ye Zeynü'l-İslam, el-Melikü'l-Mansur ve Nasırud-Emiri'l-Mü'minin gibi ünvanlar vermiştir.

Urfa'nın fethinden sonra şehirde dört gün kalan Zengi, Seruc'a geldi. Buradaki Haçlıların korkularından kaçmaları sebebiyle Seruc, Ocak 1145'de kolayca ele geçti. II. Joscelin'in elinde kalan son yer, Fırat nehrinin doğu kıyısındaki el-Bira kalesi idi. Burayı iki ay kadar kuşatan Zengi, Musul naibi Nasıreddin Çakır'ın öldürüldüğünü ve atabegi olduğu Melik Ferruhşah'ın isyan ettiğini duyunca Haleb'e gitmek zorunda kaldı. İsyanı bastırmak üzere Musul'a gönderilen Ali Küçük, şehirde sükuneti kısa sürede temin etti. Halep'ten Musul'a gelen Atabeg, Ali Küçük'ü Nasıreddin Çakır'ın yerine Musul naipliğine tayin etti.

Zengi, Musul'daki isyanı bastırdıktan sonra Fırat nehrinin kıyısındaki ehemmiyetli bir mevkie sahip olan Caber Kalesi'ni kuşattı. Kale Ukaylilerden İzzeddin Ali b. Salim'in idaresi altında idi. Bu kişi, Zengi'nin hakimiyetini tanımak istemiyordu. Karadan tamamen kuşatılan kalenin nehirden de bütün ikmal yolları kesilmiş bir halde teslimi beklenirken Zengi kendi hizmetkarları tarafından 14 Eylül'ü 15 Eylül'e bağlayan gece uyurken öldürüldü (1146). Katillerin elebaşlarından olan Frank asıllı Yarınkuş adlı köle Caber Kalesi'ne kaçmayı başardı. Fakat burada fazla kalmayıp Dımaşk'a gitti. Burada yakalanan Yarınkuş, Abak tarafından Zengi'nin oğlu Nureddin Mahmud'a gönderildi ve Musul'da öldürüldü.

Melikü'l-Ümera el-Maşrık ve'l-Mağrib, Şehriyarü'ş-Şam ve'l-lrakeyn, Pehlivan-ı Cihan, Hüsrev- i İran gibi otuza yakın Arapça ve Farsça ünvanların yanısıra Alp, Gazi, İnanç Kutluğ, Tuğrul-Tekin, Ak-Arslan gibi Türkçe ünvanlara da sahip olan İmadeddin Zengi, idari işlerde çok titiz, siyasi ve askeri kabiliyeti çok yüksek bir zattı. Onun Haçlılarla mücadelesi, bilhassa Barin ve Urfa'yı fethetmesi, sadece Türk aleminin değil bütün İslam aleminin büyük gururu olmuştu. 

Rakka'da Sıffin şehitleri yanına gömülen Zengi'nin; Seyfeddin Gazi, Nureddin Mahmud, Kutbeddin Mevdud ve Nusreteddin Emir Emirhan adlarında dört oğlu vardı. zengi'nin Caber Kalesi önündeki karargahında öldürülmesiyle vezir Cemaleddin Muhammed, Nureddin Mahmud'un Haleb'e giderek orada babasına halef olmasını uygun gördü. Caber muhasarasına katılan Emir Selahaddin Yağıbasan ve Esedüddin Şirkuh gibi emirler Nureddin'e katıldılar. Vezir Cemaleddin, Zengi'nin en büyük oğlu Seyfeddin'e haber göndererek Şehrizor'darı süratle Musul'a gelmesini bildirdi. Çünkü Melik Alparslan'ın Zengi'nin oğullarına boyun eğeceği şüpheli idi. Nitekim Melik Alparslan ordusunun veziri desteklediğini görünce el-Cezire'ye çekildi. Neticede Musul atabegliği ülkesi, Habur nehri hudut olmak üzere ikiye bölündü. Merkez Halep olmak üzere ülkenin batısına Nureddin Mahmud, merkez Musul olmak üzere ülkenin doğusuna da Seyfeddin Gazi hakim oldu. 







-   SEYFEDDİN GAZİ  (1146-1149)


Musul'a hakim olan Seyfeddin Gazi, Zeyneddin Ali Küçük'ü eskisi gibi Musul valiliğinde; Cemaleddin Muhammed'i de vezirlikte bıraktı. Bu arada Irak Selçuklu sultanı Mesud'a müracaat ederek, ondan hakimiyetini meşrulaştıran menşuru aldı.

Seyfeddin Gazi, devlet işlerinde babasının takip ettiği siyaseti benimsedi. Kardeşi Halep atabegi Nureddin ile daima anlaşma yolunu seçti. Hatta Musul'a bağlı olan Urfa'da çıkan isyanın bastırılmasına müdahale ederek orayı zapteden Nureddin'e ses çıkarmadığı gibi askeri yardımda da bulundu. Onun bu davranışı iki kardeş arasındaki itimadı kuvvetlendirdi.

Atabeg Zengi'nin ölümünü fırsat bilen Artukoğullarından Mardin sahibi Hüsameddin Timurtaş, daha önce kaybettiği Dara kalesi başta olmak üzere bir kısım yerleri geri almıştı. Aynı şekilde Dımaşk atabegi Abak da Baalbek'i ele geçirdi. Siyasi iktidarını sağlamlaştıran Seyfeddin Gazi, 1147 yılında Artuklular üzerine yürüdü. Hatta Mardin'i dahi kuşattı. Bu durumda çaresiz kalan Timurtaş, Seyfeddin Gazi ile anlaştığı gibi onunla sıhri bağlar dahi kurdu.



Haçlı Seferi:


Urfa'nın Atapeg Zengi tarafından fethi, Avrupa'da büyük yankılara sebep olmuştu. Papa III. Eugenius, Fransa Kralı VII. Louis'ye ve şövalyelere haber göndererek onları yeni bir Haçlı seferine teşvik etti. 1146 yılının ilkbaharında Saint Bernad de Clairvaux, Papa tarafından ikinci Haçlı seferi için taraftar toplamakla vazifelendirildi. Kral VII. Louis, mektubu alır almaz Papa'ya hazır olduğunu bildirdi. Daha sonra ise Hohenstaufen hanedanından İmparator III. Conrad da bu fikri kabul etti.

Fransız ve Alman Haçlı orduları Bizans İmparatorluğu topraklarından geçen eski karayolunu tercih ettiler. İlk harekete geçen ve İstanbul'a varan Almanlar oldu. Türkiye Selçuklu topraklarına giren bu Haçlı ordusu çok yıpratıldı. Arkadan gelen Fransız Haçlı ordusu ise daha şanslı idi. Bunlar, Almanların uğradığı felaketi görerek yollarını değiştirdiler ve Bizans topraklarından çıkmadan Antalya'ya kadar geldiler. Buradan kiralanan gemilerle bir miktar kuvvet Antakya'ya ulaştı. Bir kısmı ise yeterince geminin bulunamaması yüzünden, Anadolu'da kendi kaderlerine terkedildiler. 1148 yılının Nisan ayı ortalarında İmparator III. Conrad, Akka limanına vardı. Yine deniz yolu ile gelen diğer Haçlı birlikleri de Kudüs krallığı topraklarından karaya çıktılar. Haçlı liderleri arasında çıkan tartışmalardan sonra yeni gelen Haçlı ordusunun Dımaşk'ı kuşatmasına karar verildi.

Dımaşk atabegi Abak ile Vezir Üner, bir taraftan şehir surlarını tamir ve takviye ederken bir taraftan da komşu ülkelerden yardım istediler. II. Haçlı ordusu, Dımaşk'ı güneybatı istikametinden kuşatmaya başladı ve ilk günler karşılıklı taarruzlar ile geçti. Dımaşk'a yardım için Halep hakimi Nureddin Mahmud ile ağabeyi Musul hakimi Seyfeddin Gazi harekete geçtiler. Ancak bunlar, Üner'den Dımaşk önünde vaki olabilecek bir mağlubiyet karşısında Dımaşk'a çekilmeleri gerekeceğini, bu yüzden de şehrin geçici olarak kendi adamlarına teslim edilmesini istediler. Üner'in bu teklifi kabul etmesi beklenemezdi. Buna rağmen, çok akıllı bir kişi olan Üner, bu hususu Haçlılara karşı bir koz olarak kullandı. Onlara eğer kuşatmayı kaldırmazlarsa şehri Seyfeddin Gazi'ye terkedeceğini, bunun ise kendileri için son derece tehlikeli olacağını bildirdi.

Latin kaynaklarından Villermus Tyrensis, Vezir Üner'in hristiyan liderlere büyük miktarda rüşvet verdiğini, buna karşılık onların da haçlı karargahının yerini değiştirerek kuşatmayı çıkmaza soktuklarını yazmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, Alman İmparatoru III. Conrad, harp meclisini toplayarak kuşatmanın kaldırılmasına karar verdi. Kuşatmanın kaldırılmasından hemen sonra Nureddin Mahmud ile Muineddin Üner, Baalbek'te buluştular ve haçlılara karşı ortak harekata geçmeye karar verdiler. Onların bu ittifakını, Seyfeddin Gazi, Musul'dan bin atlı yollayarak destekledi. Bu sırada Trablus kontu Raimond, Arima kalesini ele geçiren ve Trablus'u tehdit eden Alfonse'un oğlu Bertrand'a karşı Üner'den yardım istedi. Bu fırsatı değerlendiren Nureddin Mahmud ile Üner, Arima üzerine yürüyerek kuvvetli bir taarruz ile kaleyi ele geçirdiler. Kale içinde işe yarayacak bütün malzemeyi aldıktan sonra kaleyi yıktılar, arazisini II. Raimond'a bırakarak üsslerine döndüler.

Dımaşk atabegliğinin dirayetli veziri Muineddin Üner, Ağustos 1149'da öldü. Bunu daha kırküç yaşındaki Seyfeddin Gazi'nin Kasım 1149'daki ölümü takip etti. Seyfeddin Gazi'nin yerine, kardeşi Mevdud hakim oldu. 







-  NUREDDİN MAHMUD (1146-1174)


Melik el-Adil lakabı ile tanınan Nureddin Mahmud, Şubat 1118'de doğdu. Babası İmadeddin Zengi, Caber kalesini muhasara ettiği zaman Nureddin onun yanında idi. Zengi'nin kendi adamları tarafından öldürülmesinden sonra Musul Atabegliği oğullarından Seyfeddin Gazi ile Nureddin Mahmud arasında paylaşıldı. Seyfeddin Gazi, Musul merkez olmak üzere Fırat nehrinin doğusunda kalan yerleri alırken, Nureddin Halep merkez olmak üzere Fırat nehrinin batısında kalan yerleri aldı. Atabeg Zengi'nin ölümünü fırsat bilen ve bir süre önce kontluk merkezi Urfa'yı Zengi'ye kaptıran II. Joscelin, birkısım hristiyan halk ile anlaşarak Urfa'yı ele geçirmeye muvaffak oldu. Ancak şehir içinde bulunan müslüman halk ile muhafızlar iç kaleye çekilip direnmeye devam ettiler. Nureddin Mahmud, bu haberi duyunca sıkı bir yürüyüş ile Urfa'ya geldi. II. Joscelin, Nureddin Mahmud'un gelmesinden kısa bir süre önce şehri terketmişti. Şehir fazla mukavemet gösteremeyip Nureddin'e teslim oldu. İhanet eden hristiyanlar cezalandırıldı.

Urfa şehri ve civarı Seyfeddin Gazi'nin hakimiyet sahası içine girmesine rağmen, Nureddin'in buraya müdahalesini ağabeyi mesele yapmadı. Hatta onunla birlikte Suriye'ye gelen II. Haçlı ordusuyla mücadeleye girişti.

Atabeg Zengi'nin ölümünü fırsat bilen bir diğer kişi de Dımaşk atabegliğinin ünlü veziri Muineddin Üner idi. Üner de Zengi'nin daha önce Dımaşk Atabegliği'nden almış olduğu Baalbek üzerine yürüdü. Necmeddin Eyyub'un muhafazasında bulunan Baalbek, üç günlük bir kuşatmadan sonra, su azlığı bahanesi ile Muineddin Üner'e teslim oldu (Ekim 1146). Bu sıralarda Urfa'yı ele geçirmekle meşgul olan Nureddin, Üner'in Baalbek'e yaptığı müdahaleye ses çıkarmadığı gibi onunla iyi ilişkiler kurma yoluna da gitti. İki taraf arasında gidip gelen elçiler, sonunda Halep ile Dımaşk arasında bir ittifak sağlamayı başardılar. Ayrıca Üner, kızını Nureddin ile evlendirdi (Nisan 1147).

Nureddin Halep'te hakimiyetini kuvvetlendirmeye çalıştığı sırada ikinci bir Haçlı ordusunun Doğu Akdeniz sahillerinde karaya çıktığı haberi geldi. Nureddin, ağabeyi Seyfeddin Gazi ile birlikte kuşatma altında olan Dımaşk atabegi Abak'a yardımcı olacaklarını bildirdi. Ancak, Haçlı liderleri arasındaki anlaşmazlıklar; Dımaşk'ı, hatta Güney Suriye'yi bir felaketten kurtardı. Dımaşk muhasarası kaldırılıp yeni gelen Haçlılar Kudüs'e çekilince Nureddin Mahmud, Dımaşk atabegliği veziri olan Üner ile birlikte karşı harekete geçip Arima'yı muhasara altına aldı ve kısa bir süre içinde ele geçirip bu kaleyi yıktı.




al Devrindeki Olaylar :


1 -  İnnib Zaferi:


Nureddin Mahmud'un Bertrand'ı mağlup edip Arima kalesini yıktırmasına bir misilleme yapmak isteyen Haçlılar, Halep bölgesine taarruza geçtiler. Nureddin; o sıralarda Havran'da bulunan Üner'den yardım istedi. Üner, Nureddin'in Dımaşk atabegliğine daha önce yapmış olduğu yardımı unutmadığından, komutanlarından Mücahideddin Bozan'ı bir miktar kuvvetle Nureddin'e yolladı. Bu sıralarda Nureddin Yağra'yı Haçlıların elinden yeni almıştı. Dımaşk'tan gelen kuvvetlerin kendisine katılması ile güçlenen Nureddin, İnnib kalesini kuşattı. Kaleye yardıma gelen Antakya prinkepsi Raimond, 29 Haziran 1149'da kale önlerinde müthiş bir bozguna uğradı. Haçlı askerlerinin büyük bir kısmı öldürüldü, çok sayıda esir alındı. Raimond ise ölüler arasında bulunuyordu. Bir kayda göre, Raimond'u öldüren, Nureddin'in emirlerinden olan Selahaddin Eyyubi'nin amcası Şirkuh idi.





2 -  Antakya'nın Kuşatılması ve Famiye Kalesi'nin Fethi:


Antakya prinkepsi II. Raimond'un İnnib'de yenilerek öldürülmesi, müslürnanlar arasında Antakya'nın tekrar İslam topraklarına katılabileceği ümidinin doğmasına sebep oldu. Nureddin, İnnib zaferinden hemen sonra yanında Emir Bozan komutasında Dımaşk atabegliği askeri olduğu halde Antakya önlerine gelerek karargahını kurdu. Şehir muhafızlarına haber yollayarak teslim olmaları halinde can ve mallarının emniyette olacağını bildirdi. Henüz bütün ümitlerini kaybetmemiş olan Antakya içindeki söz sahibi kişiler, bu isteği değişik bahaneler ileri sürerek ve Nureddin'e kıymetli hediyeler göndererek reddettiler.

Şehir önünde fazla vakit kaybetmek istemeyen Nureddin, Antakya'nın bütün ikmal ve haberleşme yollarını buraya bıraktığı bir birlik ile keserek Famiye kalesine doğru yola çıktı. Önden emirlerinden Selahaddin Yağısıyan'ı yollayan Nureddin, kale önüne gelince zaptedilmez gibi görünen kalenin muhafızları, canlarının bağışlanması şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler. Nureddin, onların bu teklifini kabul edip 26 Temmuz 1149'da kaleyi teslim aldı. Buradan tekrar Antakya'ya dönen Nureddin, şehrin düşmesinin pek kolay olmayacağını anlayarak muhasarayı kaldırıp Haleb'e döndü.



3 -  Nureddin Mahmud'un Dımaşk'a Müdahalesi:


Dımaşk atabegliğinin idaresini yürüten Vezir Üner, 28 Ağustos 1149'da öldü. Onun ölümünden sonra Nureddin Mahmud, Dımaşk atabegi Abak'ın komutanlarını kendi safına çekmeye çalıştı. Nureddin de babası Zengi gibi Dımaşk'a sahip olmak ihtirasındaydı. Bu maksatlla Havran'da Haçlıların sebebiyet verdiği bir-iki küçük hadiseyi bahane edip Haçlılar üzerine bir sefer tertipleyerek cihat ilan etmişti. Nureddin, Dımaşk atabegi Abak'a da haber yollayarak bin atlı göndermesini istedi. Ancak Abak, Kudüs krallığı ile bir sulh antlaşması yaptığından, Nureddin'e böyle bir kuvveti yollamak istemiyordu. Bu bakımdan Halep atabeginin isteğini yumuşak bir dille reddetti. Halep'ten cihat maksadı ile yola çıkmış olan Nureddin'in Merc Yabus'a kadar yaklaşması üzerine Abak, o sıralarda Gazze'de bulunan Kudüs kralı III. Baudouin'den yardım istedi.

İki Türk emirini karşı karşıya getirmeyi menfaatlerine uygun bulan kral, vakit geçirmeden öncü birliklerini Banyas'a gönderdi. Lakin Nureddin bundan hiç etkilenmeyip Dımaşk'a doğru yürüyüşüne devam ederek 25 Nisan'da Menazilü'l-Asakir'e varıp karargahını kurdu. Buradan Abak'a bir mektup yollayan Nureddin, gayesinin Dımaşk'ı kuşatmak olmadığını, Havran halkının çektiği çilelere son vermek istediğini, açılan cihada katılmanın gerekli olduğunu, birlikte girişecekleri fetihler sonunda ele geçirecekleri Askalan limanı ile diğer bazı yerleri kendisine vereceğini bildirdi. Abak gönderdiği cevapta meseleyi kılıç kuvvetinin çözeceğini, Haçlıların kendisine yardıma gelmekte olduğunu belirtti.

Beklemediği böyle bir cevap üzerine Nureddin, mektubu aldığının ertesi günü (26 Nisan Çarşamba) Dımaşk'a taarruza geçti. Fakat şiddetli yağan yağmur, Halep askerinin belki de gerçekleştirmek üzere olduğu zapta imkan vermedi. Üstelik Haçlıların yardıma gelmesi Nureddin'i endişelendirdi. Böyle bir durumda Abak ile anlaşmayı uygun bulan Nureddin, adının hutbede okunması ve kesilecek paralara adının yazdırılması şartı ile muhasarayı kaldıracağını Abak'a iletti. Dımaşk'ın düşmesinden çekinen Abak, Nureddin'in karargahına kadar gidip şartlarını kabul edeceğini bildirdi.

Bunun üzerine Nureddin Haleb'e dönmek üzere yola çıktı. Yolda eski Urfa kontu II. Joscelin'in yakalanmış olduğu haberini aldı. Joscelin, bir gece hafif bir muhafız kuvveti ile Antakya'ya doğru giderken Nureddin Mahmud'a hizmet eden bir kısım Türkmen tarafından yakalanarak Haleb'e götürüldü. Joscelin hayatının sonuna kadar Halep kalesinde hapsedilmiştir.

Joscelin'in yakalandığı haberi, Türkiye Selçuklu sultanı Mesud'a da ulaşmıştı. Gerek Sultan Mesud, gerekse Nureddin bu fırsatı değerlendirerek harekete geçtiler. Nureddin, II. Joscelin'in oğlunun idaresi altında bulunan Halep yakınlarındaki el-Azaz kalesini kuşatırken, Sultan Mesud, Tell-Başir'i bir süre muhasara altına aldı. El Azaz çok geçmeden teslim oldu ve Nureddin büyük bir karşılama töreni ile Haleb'e döndü.




4 -  II. Dımaşk Kuşatması:


I. Dımaşk kuşatması sonunda hakimiyetini Dımaşk atabegi Abak'a şeklen tanıtmakla iktifa etmeyen Nureddin Mahmud, 1151 yılının Mayıs ayı başında Dımaşk'ı bir kere daha kuşattı. Meydanü'l-Hassa'da karargahını kuran Nureddin, buradan Abak'a yolladığı mektupta: «Tek isteğim müslümanların iyiliğidir; Haçlılara karşı savaşmak ve onların elinde esir olanları kurtarmaktır. Eğer beni Dımaşk askeri ile desteklerseniz, açtığımız cihatta birbirimize yardım edersek bütün meseleler iyilikle halledilmiş olur» diyerek Abak'ı cihada davet etti. Fakat Abak, Nureddin'in isteğini yeniden reddetti.

Şehre iyice yaklaşan Halep askeri ile Dımaşk askeri arasında her gün ufak çapta çarpışmalar olmaktaydı. Ancak bunlar neticeye tesir edebilecek ölçüde değildi. Abak, Kudüs kralı III. Baudouin ile daha önce yapmış olduğu anlaşmaya dayanarak Haçlılardan yardım istedi. Kudüs kralının yardıma geldiğini öğrenen Nureddin, Zebedani'ye çekilerek Haçlı ordusunu beklemeye başladı. Haçlı ordusu doğrudan doğruya Dımaşk'a gelip şehir dışında Avac nehri kıyısında konakladı. Fakat bu ordu, Nureddin'in çekildiği dağlarda onu takip etmeyip Dımaşk'a geldi. Kral III. Baudouin, askerinin yiyeceğini temin maksadıyla şehre girdi.

Dımaşk atabegi Abak ile Müeyyeddin İbn es-Sufi, karşılık olarak kralı şehir surları dışındaki karargahında ziyaret ettiler. Bu ziyaret esnasında Basra kalesi üzerine beraberce bir harekat yapılması planlandı. Bu maksatla da Kudüs birlikleri, Dımaşk'tan ayrılıp Ra'sü'layn'ya yöneldi. Dımaşk atabegliğine ait bir birlik de onlara katıldı. Bunlar beraberce bir süre önce Dımaşk atabegliğine bağlanan ancak Nureddin ile işbirliği yapan Emir Sirhal'ın idaresindeki Basra'yı kuşatmak istedilerse de muvaffak olamayıp üslerine döndüler. Nureddin Mahmud ise Güney Suriye'den ayrılmadı. Haçlı ordusunun çekilmesinden sonra da yeniden Dımaşk'ı kuşattı. Nureddin'in kararlı tavrı üzerine Abak, Nureddin'in adını hutbeye koyduğu gibi ona istediği zaman şehre girebileceğini de bildirdi. Böylece Dımaşk atabegliğini tabi hale getiren Nureddin Haleb'e döndü (Temmuz 1151) .



5 --  Haçlıların Askalan'ı Zaptı:


Nureddin Mahmud, Mısır Fatımi devletinin bir liman şehri de olsa Askalan'ın Haçlılar tarafından kuşatılmasına kayıtsız kalamazdı. Buraya yardım maksadı ile harekete geçen Nureddin, Abak'ın da birlikleriyle kendisine katılmasını istedi. Halep ve Dımaşk askerinden müteşekkil birleşik ordu, Mayıs 1153'te Haçlıların elinde bir sınır kalesi durumunda olan Banyas önlerine geldiler. Abak, Askalan'a gitmektense Banyas'ın ele geçirilmesini daha uygun buluyor ve çekingen davranıyordu.

Bu sıralarda Sur, Akka, Nezaret gibi gibi bölgelerden yeni Haçlı kuvvetleri, sekiz aydır muhasarayı sürdüren Kudüs kralı III. Baudouin'e yardıma geldiler. Gerek Askalan önündeki Haçlı ordusunun sayıca fazlalığı gerekse Abak'ın Nureddin'i de etkilediği anlaşılan kararsızlığı, her iki ordunun da üslerine dönmelerine sebep oldu. Mısır donanmasının, Askalan limanına girip Haçlı donanma komutanı Sidonlu Gerard'ı yenmesi ve şehre yiyecek ikmali yapması da şehrin Haçlılar eline geçmesini engelleyemedi.


6 -  Nureddin'in Dımaşk Atabegliği'ne Son Vermesi:


Askalan'ın Haçlılar tarafından zaptedilmesi, Dımaşk atabegi Abak'ı endişelendirip kuvvetli olarak gördüğü Kudüs krallığı ile iyi ilişkiler kurmaya sevketti. Bu maksatla Abak, Kudüs kralı III. Baudouin'e haber yollayıp aralarında yaptıkları eski anlaşmaya devam edilmesini istedi. Ayrıca yıllık vergisini de ödemeye hazır olduğunu bildirdi. Abak'ın teklifini kabul eden Kudüs kralı, adamlarını Dımaşk'a vergi tahsili için yolladı. Bu durumdan Dımaşklılar son derece müteessir oldular. Şehir içinde fiatlar artarak, bir çuval buğdayın yirmibeş ve daha fazla dinara satılması, halkın bir kısmının şehri terketmesine sebep oldu.

İşte bu sıralarda (Mart 1154) Halep'ten Sipehsalar Esedüddin Şirkuh, bin kişilik bir kuvvetle Nureddin'in elçisi olarak Dımaşk'a geldi. Abak, tabi olduğu Nureddin'in elçisi Şirkuh'u karşılaması icap ederken bunu yapmadığı gibi onunla görüşmeyi de reddetti. Nureddin kısa bir süre sonra Dımaşk'a geldi. Nureddin'in ordusunu yıpratmak amacı ile Dımaşk askeri birtakım vuruşmalara girdi ise de bir netice elde edemedi. 25 Nisan 1154'de Halep ordusu şehrin surlarına kuvvetli bir hücumda bulundu. Yıkılan bazı kısımlardan içeri giren Nureddin'in askerleri, kısa sürede şehre hakim oldu.

İç kaleye çekilen Abak'a haber yollayan Nureddin, hayatının ve şahsi varlığının emniyette olduğunu bildirdi. Yapabilecek bir şeyi kalmayan Abak, kaderine razı olarak iç kaleden çıktı. Nureddin, onun Hınıs'a gitmesine müsaade etti. Fakat Abak Bağdat'a gitmeyi tercih etti ve ömrünün sonuna kadar (1169) orada yaşadı.



7 -  Nureddin Mahmud'un Haçlılar ile Mücadelesi:


Dımaşk'ın Nureddin'in eline geçmesi, Haçlıları endişeye düşürmüştü. Nureddin'in ise Suriye'de ele geçirdiği yerleri tahkim etmesi için zamana ihtiyacı vardı. Ayrıca Harim'in Antakya prinkepsi Bohemond tarafından ele geçirilmesi, Nureddin'in burayı da kuşatmasına sebep olmuştu. Harim kuşatması devam ederken Kudüs kralı III. Baudouin, Nureddin'e elçi gönderip barış teklif etti. Yapılan andlaşma uyarınca Harim'e bağlı bölgelerin yarısı Nureddin'e verildi (1156). Arada bir barış andlaşması olmasına rağmen Kudüs kralı Baudouin, Şubat 1157'de Banyas civarında konaklamış olan bir Türkmen kafilesine tecavüz ederek bir çoğunu esir aldı ve bütün sürülerini ele geçirdi. Bu hadise üzerine yapılan barış bozuldu.

Nureddin'in Dımaşk'a vali tayin etmiş olduğu Esedüddin Şirkuh Aşağı Fırat boyunda, Nureddin'in kardeşi Nasırüddin, Dımaşk yakınlarında Haçlıları bozguna uğratıp çok sayıda esir aldılar. Bunlar Dımaşk'a getirilip Banyas'ta öldürülen müslümanlara karşılık olmak üzere kılıçtan geçirildiler.

Nureddin bununla da iktifa etmeyerek Banyas'a taarruz etti, şehri ele geçirdiyse de iç kaleyi alamadı. Kudüs kralının yaklaşmakta olduğunu duyan Nureddin, daha münasip bir zamanı beklemek üzere geri çekildi. Banyas'a gelen III. Baudouin, yapılan tahribatı tamir edip bölgenin hububat anbarı olan Taberiyye'ye doğru yola çıktı. Henüz bölgeden ayrılmamış olan Nureddin, 1157 yılının Haziran ayı sonlarında ani bir baskınla Kudüs kralını bozguna uğrattı. Bu sırada ağır bir şekilde hastalanan Nureddin'in öldüğü şayiası yayıldı. Bundan faydalanmak isteyen Haçlılar, yeniden harekete geçip bir süre önce Nureddin'in hakimiyetine geçmiş olan Şeyzer'e taarruza geçtiler. Lakin liderlerinin aralarında çıkan anlaşmazlık, askerleri de etkiledi ve Haçlıların Şeyzer'den çekilmelerine sebep oldu.

Nureddin Mahmud, 1164 yılında Haçlılara karşı yeni bir sefer düzenleyip çevredeki emirlerden bu cihada katılmalarını istedi. Musul atabegliğinden Zeyneddin Ali Küçük ve Artukoğullarından Fahreddin Kara Arslan Nureddin'e yardıma geldiler. Nureddin bu beyler ile beraber, bir süre önce iç kalesini alamadığı Harim önüne tekrar geldi. Şehir muhasara edilip mancınıklarla dövülmeye başlandığı sırada Antakya prinkepsi Bohemond, Trablus kontu Raimond ve Hugues de Lusignan idaresindeki Haçlı ordusu yardıma geldi. İki ordu, Ağustos 1164'de Harim önlerinde çok şiddetli bir muharebeye girdi. Türk kuvvetleri, planlı bir şekilde geri çekilerek düşmanı Ali Küçük'ün kurduğu pusuya düşürdüler. Dört bir taraftan sarılan Haçlılar, ağır bir yenilgiye uğrayıp çok zayiat verdiler. Muharebe meydanından kaçan Ermeni Toros ve kardeşi dışında Haçlı liderlerinin hepsi esir edildi..

Haçlı ordusunun imhasından sonra, Reynald Saint Valery'nin idaresi altında bulunan Harim kolayca ele geçirildi.

Nureddin, Haçlılara karşı kazandığı bu zaferden sonra, onların toparlanmasına fırsat vermeden yanında naibi Ali Küçük olduğu halde, Arka, Arima ve Safisa'yı zaptetti. Harekatına devam eden Nureddin, Ekim-Kasım 1164'de Haçlıları bir kere daha mağlup ederek Banyas ve Hunin'i fethetti.

Nureddin bu son seferini Beyrut üzerine kadar genişletmek istiyordu. Ancak üstüste Haçlılar ile çetin muharebelere giren ordusu çok yorulmuştu. Bu yüzden Nureddin askerlerinin isteği üzerine Haleb'e çekildi. Kendisine bu sefer esnasında yardım eden Musul atabegi Mevdud'a hizmetine karşılık olarak bir süre önce ele geçirdiği Rakka'yı, Sincar mukabilinde iade etti.


8 ----  Musul Atabegi Mevdud'un Ölümü:



Kutbeddin Mevdud, 1149 yılında büyük kardeşi Seyfeddin Gazi'nin ölümü üzerine, kendisini Vezir el-Cevad ile başkomutan Zeyneddin Ali Küçük'ün desteklemesi sayesinde, Musul atabegi olarak tanınmıştı. Mevdud'un hakimiyetinin ilk yıllarında ağabeyi Nureddin Mahmud, Sincar'ı almış ve bu yüzden iki kardeş arasında bir gerginlik çıkmışsa da Hınıs ve Rahbe'nin Sincar'a karşılık verilmesi neticesinde bir anlaşmaya varılmıştı. Hatta Mevdud, Nureddin Mahmud'un Haçlılara karşı açtığı cihada da katılmıştı. Mevdud, 6 Eylül 1170 tarihinde kırk yaşlarında öldü. Yerine oğlu II. Seyfedd:in Gazi geçti (1170-1186) . Onun zamanında atabeglik tamamiyle Nureddin'in nüfuzu altına, girdi.

Nureddin, yeğeni Seyfeddin'e naibi Fahreddin Abdülmesih yüzünden kızmaktaydı. Abdülmesih aslen hristiyan olup sonradan kabul ettiği müslümanlığa pek ısınamamış, etrafındaki alim ve din bilginlerini dağıtmış hatta küçük bir kilise de inşa ettirmişti. Ayrıca Mevdud, büyük oğlu İmadeddin'i halef göstermesine rağmen Fahreddin, onun yerine Seyfeddin Gazi'yi getirmişti. İmadeddin, naibin yaptıklarını Haleb'e gelerek amcası Nureddin'e anlatınca, o da Musul üzerine yürüdü. Yolu üzerindeki Nusaybin'i ele geçiren Nureddin'e Artuklu kuvvetleri de katıldı. Ordusu kuvvetlenen Nureddin, Sincar'ı işgal edip surunu yıktırdıktan sonra burayı İmadeddin'e verdi. Sincar'ı takiben 26 Şubat 1170'de Musul'a giren Nureddin, Halep Atabegi naibi Fahreddin Abdülmesih'in adını Abdullah olarak değiştirip onu Şam'a götürdü. Yeğeni Seyfeddin Gazi'ye dokunmayıp yerinde bıraktı. Ayrıca onu kızı ile evlendirdi.

Musul atabegliğinin doğu kısmına da hakim olmaya başlayan Nureddin, Musul kalesine Sadeddin Gümüştegin'i dizdar tayin etti. Musul ve diğer şehirlerden mükils ile bazı vergileri kaldırdı. Kendi adını taşıyan bir camiin inşasına başladı, Sincar'ı Musul'dan ayırarak İmadeddin'e verdi; Nusaybin, Habur ve el-Mecdel'i de kendi idaresindeki Haleb'e bağladı. Ayrıca II. Seyfeddin Gazi'nin bastırdığı paralara da kendi adını koydurdu.




Nureddin Mahmud ile II. Kılıç Arslan'ın Mücadelesi :


Türkiye Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan, Danişmendliler aleyhine genişleme siyasetine devam ederek Anadolu'da milli birliği kurmaya çalışmaktaydı. Bu maksatla da Malatya'da hüküm süren karışıklıklar dolayısıyla 1171'de burayı ilhak için bir sefer düzenledi. Malatya hakimi Danişmendli Feridun, Kılıç Arslan'a karşı koyamayacağını bildiğinden Suriye, Irak ve Güneydoğu Anadolu üzerinde hakimiyet sağlamış olan Nureddin Mahmud'a sığındı. Nureddin, Malatya'nın Kılıç Arslan'ın eline geçmesi halinde ana yolların ve Fırat boylarının kendi menfaati yönünden tehlikeye düşeceğini görerek müdahale etmeye karar verdi. Böyle bir durumda Kılıç Arslan, Malatya muhasarasını kaldırıp Kayseri'ye dönmek zorunda kaldı.

Nureddin, Kılıç Arslan'ın tutumunun ne olacağını bildiğinden, vakit kaybetmeden ona karşı bir cephe kurarak kendisine sığınan emirleri, Mardin ve Harput Artukluları ile Sivas Danişmendli hükümdarını kendi tarafına aldı. Bütün bunlardan teşkil ettiği bir orduyu da Slvas'a, Melik İsmail'e gönderdi. Ayrıca Sultan Kılıç Arslan'dan da ülkesinden atılan Danişmendli Zünnun ile Malatya'dan sürülen on ikibin kişiyi iade etmesini, Şahinşah'ın hapiste bulunan çocuklarının serbest bırakılmasını istedi. Kılıç Arslan, Nureddin'in bazı isteklerini kabul ettiyse de, eline geçirdiği hiçbir mevkii terketmek istemedi. Kayseri'de bulunan Kılıç Arslan, Nureddin'e elçi yollayıp anlaşma teklif ettiyse de isteği reddedildi. Müttefikler, 1172 yılında Sivas'dan Kayseri'ye doğru yürüyüşe geçtiler. Nureddin de harekete geçerek Merziban Maraş, Göksun ve Behisni gibi merkezleri ele geçirdi. Ayrıca, Sivas'da çıkan kıtlık yüzünden ayaklanan halk İsmail'i öldürmüştü. Yerine Nureddin'e sığınan Zünnun geçti. Bu duruma daha da öfkelenen Kılıç Arslan, Nureddin'in üzerine yürüdü (1173). Şiddetli geçen kışın getirdiği kıtlık yüzünden halk perişan bir halde idi. Üstelik iki Türk hükümdarın karşı karşıya gelmesi, Haçlıların işine yaramaktaydı. Bütün bu hususları gören ilim ve din adamları, araya girerek bir barış yapılmasını sağladılar. Yapılan antlaşmaya göre Nureddin ele geçirdiği bütün yerleri Kılıç Arslan'a iade ediyor, Kılıç Arslan da Zünnun'un Sivas ve havalisinde hakimiyetini tanıyordu.


el Nureddin Mahmud'un Ölümü  ve Şahsiyeti:





Nureddin Mahmud'un saltanatı süresince en büyük ideali, Haçlılar ile komşu olan İslam ülkeleri arasında tam bir işbirliğini gerçekleştirmek ve kendi idaresi altında onlara karşı sağlam bir cephe oluşturmaktı. Nitekim Haçlı gücünü Filistin'de kırmak maksadıyla 1171 yılından itibaren atabeglik topraklarının güney kısmı ve Mısır bölgesini idaresine verdiği Selahaddin Eyyubi ile beraber Kudüs üzerine yürümek istemekteydi. Fakat Selahaddin, Nureddin'in elindeki toprakları almasından endişe ediyor ve Haçlılar ile mücadeleyi geciktirmeye uğraşıyordu.

Nureddin, Türkiye Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan ile bir andlaşma yaptıktan sonra, Haçlılar üzerine yeni bir sefer düzenledi. Musul atabegi II. Seyfeddin Gazi'den yardım isteyen Nureddin Mahmud, hem Haçlıları ezmek hem de Mısır'ı itaatsiz davranmaya başlayan Selahaddin'in elinden almak istiyordu. Lakin hastalanan Nureddin Mahmud, 10 Mayıs 1174'de boğaz iltihabından öldü ve Dımaşk'ta yaptırmış olduğu medreseye gömüldü.

Nureddin esmer tenli, uzun boylu, güzel gözlü, çenesi hafif sakallı, yakışıklı bir zattı. Onun zamanında Musul atabegliği sınırları, Fırat'tan Hemedan'a, Diyarbekir'in kuzeyinden Aden'e kadar genişlemişti. Babasının ölümünden sonra ikiye ayrılan atabegliğin Musul kolunu da kendisine tabi kılarak birliği muhafazaya muvaffak olmuştu.

Adaletli ve dindar bir insandı. Halka iyi davranır, onların refah ve huzur içinde yaşamalarına dikkat ederdi. Bu maksatla Mısır, Suriye, el-Cezire ve Musul'da mükils ve öşrü tamamen kaldırdı. İbnü'l Esir onun için, «Ben daha önceki hükümdarların da ahlak ve yaşayışlarını inceledim. Dört halife ve Ömer b. Abdülaziz'den başka ondan daha güzel ahlaklı, adalet için ondan daha fazla araştırıp tetkik eden birini görmedim» demektedir.

Nureddin, hakimiyeti altındaki Suriye, Dımaşk, Hınıs, Hama, Halep, Şeyzer ve Baalbek gibi şehirlerin hepsinin surlarını tamir ettirmiş, camiler, medreseler, hastahaneler ve kervansaraylar yaptırmıştır.

Dımaşk'ta Melik Dukak'dan sonra hala ayakta kalmış olan ikinci hastahaneyi yaptıran Nureddin Mahmud, ayrıca bu şehirde Darü'l-Hadis en-Nuriye, el-İmadiye, el-Kilase en-Nuriyetü'l-Kübra ve en-Nuriyetü,s-Sugul olarak adlandırılan beş medrese, Halep'te el-Halviye, el-Asrıniye, en-Nuriye ve eş-Şuaybiye adlarında dört medrese, ayrıca Hama ve Hınıs'da ikişer, Baalbek'de bir medrese inşa ettirmiş, bunlara zengin vakıflar tahsis etmiştir.

Harp meydanlarında askerinin takdirini kazanan Nureddin, ilim ve din adamlarına da hürmet ederdi. Onun XII. yüzyıl Yakın Doğu siyasi tarihindeki rolü, bir istisna teşkil eder mahiyettedir. Ölümünden sonra Selahaddin Eyyubi, onun mirası üzerine Eyyubi devletinin temellerini atmıştır.







NUREDDİN'İN  ÖLÜMÜNDEN SONRA ZENGİLER



-   el-MELİKÜ'S-SALİH İSMAİL  C 1174- 1180


Nureddin Mahmud, ölmeden önce onbir yaşındaki oğlu el-Melikü's-Salih İsmail'i kendisine varis göstermişti. İsmail babasının ölümü üzerine, yanında Musul'dan kaçıp Dımaşk'a gelen Sadeddin Gümüştegin olduğu halde Haleb'e geldi. Halep naibi Şemseddin İbnü'd Daye'nin hastalığından istifade eden Gümüştegin, onu ve kardeşlerini hapsedip İsmail'i kendi kontrolü altına almaya çalıştı. Gümüştegin'in bu davranışı Dımaşklıları endişeye sevketti. Onlar da amcasının ölümünü fırsat bilip Nusaybin ile Rakka'yı Musul'a katan Il. Seyfeddin Gazi"ye haber gönderip Dımaşk'ı kendisine teslim edeceklerini bildirdiler. Seyfeddin Gazi, bunun bir hile olacağını düşünüp Dımaşk'a gitmediği gibi, fırsat hazırken Halep üzerine yürüyüp atabegliğin bütün idaresini ele geçirmeye de kalkışmadı.

 Seyfeddin Gazi'nin Dımaşk'a gelmemesi üzerine başta İbnü'l-Mukaddem olmak üzere şehrin ileri gelenleri. Selahaddin Eyyubi'ye mektup yazarak şehri ona bırakacaklarını bildirdiler. Oysa ki Selahaddin, Nureddin Mahmud'un ölümünden sonra İsmail 'e biat etmiş, hatta onun adına hutbe okutup para dahi bastırmıştı.

Selahaddin, Dımaşklıların bu davetini alınca hiç vakit kaybetmeden yediyüz atlı ile Basra'ya geldi.. Buranın hakimi de Selahaddin'i davet etmişti. Selahaddin yanındaki askerin sayıca az olmasına rağmen Basra'dan Dımaşk'a geçti.. Dımaşk'da bulunan muhafızlar, onu karşılamaya çıktılar. Böylece Selahaddin, çok kolay bir şekilde Dımaşk'ı ele geçirdi. Buna rağmen, «Ben el-Melikü's-Salih'in bir memluküyüm, ona yardım ve hizmet maksadıyla geldim, ondan alınan yerleri iade edeceğim diyen Selahaddin, İsmail adına hutbe okutup para bastırmaya devam etti.



al Selahaddin 'in Hınıs ve Hama  Şehirlerini Zaptı:


Selahaddin Dımaşk'ı ele geçirdikten ve buraya Seyfü'l-İslam Tuğtekin b. Eyyub'u naip olarak bıraktıktan sonra, 28 Kasım 117'4de Hınıs üzerine yürüdü. Hınıs, Hama, Barin, Tell-Halid ve el-Cezire bölgesinde yer alan Urfa, Emir Fahred,din el-Muzud'un ıktalarındandı. Ancak halka kötü davranan Fahreddin'i hiç kimse sevmemekteydi. Buna rağmen Hınıs, Selahaddin'e karşı bir süre direndi. Selahaddin, kılıç gücü ile Hınıs'a girdiyse de iç kaleyi ele geçiremedi. Hınıs'da bir miktar asker bırakarak, iç kalenin erzak yollarını kestirip kendisi Hama'ya geldi.. 28 Aralık 1174'de Hama'yı, bir süre sonra da iç kalesini ele geçirdi. Buradan Haleb'e geçen Selahaddin, bir süre Halep kalesini kuşattı. Fakat kaledekilerin İsmail'i desteklemeleri karşısında 2 Ocak 1175'de başlattığı kuşatmayı 26 Ocak'da kaldırarak Hınıs'a geldi. Daha önce ele geçiremediği iç kaleye sahip olup Baalbek'e geldi. Baalbek 29 Mart 1175'de eman ile Selahaddin'e teslim oldu.



bl II.  Seyfeddin  Gazi - Selahaddin Münasebetleri :


Selahaddin önce Dımaşk, daha sonra da Hınıs, Hama ve Baalbek gibi yerleri zaptedince el-Melikü's-Salih İsmail amcazadesi Seyfeddin Gazi'ye haber gönderip Selahaddin'e karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine Seyfeddin, Sincar hakimi olan kardeşi İmadeddin Zengi'ye askeri ile birlikte yanına gelmesini, Selahaddin'e karşı yapılacak sefere katılmasını bildirdi. Fakat İmadeddin, Selahaddin'in kendisini hükümdar yapacağını bir mektupla daha önce öğrenmiş olduğu için sefere katılmayacağını bildirdi. Onun bu davranışını cezasız bırakmak istemeyen Seyfeddin, kardeşi Mesud'u büyük bir ordu ile Suriye'ye gönderdi. Mesud, Sincar'ı muhasara altına aldıysa da Selahaddin'e mağlup olup Musul'a döndü.

Ancak Seyfeddin, Selahaddin ile mücadeleyi bırakmadı. Bu sefer yine kardeşinin emrindeki bir orduyu Haleb'e gönderip İsmail ile birleşti. Selahaddin, Seyfeddin'e elçi gönderip Hınıs ve Hama'yı teslim edeceğini, buna karşılık Dımaşk'ın kendisine bırakılmasını istedi. Kendi kuvvetlerinden emin olan Seyfeddin, Selahaddin'in teklifini reddederek; “Suriye"de aldığın bütün bölgeleri bana teslim edip Mısır'a dönmelisin” dedi. Bu durumda savaşa zorlanan Selahaddin, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 13 Nisan 1175'de Hama yakınlarında Kurün-u Hama denilen yerde Musul ve Halep askeri ile muharebeye girdi. Kesin bir zafer kazanan Selahaddin, Haleb'e doğru çekilen mağIupları takip ederek Haleb'e kadar geldi ve kaleyi kuşattı. Bu zamana kadar hutbelerde okuttuğu, paralarda kazıttığı İsmail'in adını her ikisinden de çıkartarak: müstakil bir hükümdar olduğunu ilan etti.

Zor durumda kalan Halepliler, geri çekilmesi şartı ile yapılan bir anlaşmayla onun Mısır ve Güney Suriye'deki hakimiyetini ve hükümdarlığını tanımak zorunda kaldılar. Selahaddin, ancak bundan sonra; 4 Mayıs 1175'de Halep muhasarasını kaldırıp Hama'ya döndü.

İsmail ile Selahaddin arasındaki bu andlaşma uzun ömürlü olmadı. Seyfeddin Gazi'nin teşviki ile Halepliler andlaşmayı bozdular. Seyfeddin Gazi, büyük bir ordu ile gelerek İsmail'i destekledi. 22 Nisan 1176'da Halep'in güneyindeki Cibab et-Türkman'da yapılan muharebeyi Selahaddin kazandı. Muharebeden sonra Halep ile Musul arasındaki irtibatı kesen Selahaddin, 25 Haziran'da Haleb'i yeniden kuşattı. Halepliler, bir süre mukavemet ettikten sonra iki taraf da ellerinde tuttukları yerlerin olduğu gibi kalması şartını kabul edince, bir anlaşma sağlandı.




el II. Seyfeddin Gazi'nin Ölümü :


Seyfeddin verem hastalığından rahatsızdı. Ayrıca menenjite yakalanınca durumu daha da ağırlaştı. Oğullarından, o sıralarda oniki yaşında olan Muizzeddin Sencerşah'ı veliaht tayin etmek isteyen Seyfeddin'e kardeşi İzzeddin Mesud karşı çıktı. Mücahideddin Kaymaz gibi bazı emirler de Mesud'un hükümdar olmasını tavsiye ettiler. Seyfeddin Gazi, emirlerin isteklerine karşı koymayıp kardeşini veliaht tayin etti. Büyük oğlu Sencerşah'a Ceziret İbn Ömer ile kalelerini, küçük oğlu Nasıreddin Kerek'e de Akru'l-Humeydiyye kalesini veren Seyfeddin Gazi, 29 Haziran 1180'de otuz yaşında iken öldü.



2 -   İZZEDDİN MESUD  ( 1180-1193)


Seyfeddin Gazi'nin ölümü üzerine yerine geçen kardeşi İzzeddin Mesud, Selahaddin'e elçi göndererek ağabeyinin zamanında olduğu gibi, el-Cezire üzerindeki Musul atabegliği hakimiyetinin tanınmasını istedi. Selahaddin ise, el-Cezire, Harran, Urfa, Rakka, Habur ve Nusaybin gibi yerlerin, halife tarafından Seyfeddin Gazi'ye yaşadığı sürece verildiğini, onun ölümünden sonra ise halifenin bu bölgeleri kendisine verdiğini belirterek, İzzeddin'in bu isteğini reddetti.

Bu sıralarda Halep hakimi el-Melikü's-Salih öldü (6 Aralık 1181). O, ölürken ülkenin idaresini İzzeddin Mesud'a bırakarak ikiye ayrılmış olan Musul atabegliğinin yeniden birleşmesini sağladı. İzzeddin Mesud, Musul naibi Kaymaz ile birlikte Haleb'e geldi. Şehir ümerası onları çok iyi karşıladı. Selahaddin, bu sıralarda Mısır'da bulunduğundan, Haleb'e müdahale edemedi. İzzeddin Mesud, Haleb'i Sincar karşılığında ağabeyi İmadeddin Zengi ile takas etti.

Suriye'de bu olaylar gelişirken, Selahaddin de Şam'a gelmişti. Harran hakimi olan Muzaffereddin Gökböri, Birecik hakimi Şihabeddin Mahmud, Hısn-ı Keyfa hakimi Nureddin Muhammed gibi emirler, Selahaddin'in yanında yer alıp onu Musul üzerine gitmeye ikna ettiler. Selahaddin, Halep meselesini geçici bir süre için bir kenara bırakıp, el-Cezire bölgesine girerek buradaki bütün merkezleri kendisine bağladı ve 10 Kasım 1182'de de Musul'u kuşattı. Şehir iyi tahkim edilmiş olduğundan burayı alamadı. Fakat 30 Aralık'da Musul için ehemmiyetli bir yer olan Sincar'ı ele geçirdi. Buradan Diyarbekir bölgesine geçen Selahaddin, 29 Nisan 1183'de Amid'i zaptetti. Daha sonra da Halep önlerine geldi. Haleb'in Selahaddin'e karşı koyacak bir gücü yoktu. Halep ordu komutanı Hüsameddin Toman el-Yarüki, Selahaddin ile anlaşma yapılması için çok uğraştı. Neticede İmadeddin Zengi'nin Haleb'i teslimine karşılık Sincar, Habur, Nusaybin ve Seruc'u alması, buna karşılık Selahaddin'e tabi olması kararlaştırıldı. Yapmış olduğu aracılıktan dolayı da Rakka, Toman'a verildi. 13 Haziran 1183 günü Selahaddin, kapıları açılan Halep şehrine girdi.




al Musul Atabegliği'nin Selahaddin'in Hakimiyetini Tanıması:


Haleb'i ele geçiren Selahaddin, Erbil beyi Zeyneddin Yusuf ile Harran hakimi Gökböri'nin de teşvikleriyle ikinci defa Musul'u muhasara etti. Ancak mevsimin çok sıcak ve Musul'un müstahkem bir kaleye sahip olması sebebiyle muhasarayı kaldıran Selahaddin, Ahlat''a doğru hareket etti. Yolu üzerindeki Meyyafarikin kalesini 29 Ağustos 1185'de alan Selahaddin, Begtemür'ün Ahlat'a hakim olması üzerine buraya gitmekten vazgeçip yeniden Musul önlerine geldi. Selahaddin'in kararlılığı karşısında endişeye kapılan İzzeddin Mesud ile Emir Kaymaz, barış istemek zorunda kaldılar. 3 Mart 1186'da imzalanan andlaşma uyarınca, İzzeddin Mesud, Selahaddin'in yüksek hakimiyetini tanıyıp onun adına para kestirecek ve hutbe okutacaktı. Ayrıca sefer zamanlarında asker gönderip Selahaddin'i destekleyecekti.

Bu andlaşmadan sonra Selahaddin ile bir zamanlar emrinde olduğu Musul atabegleri arasındaki münasebetler düzeldi. İzzeddin Mesud, 1187'deki Taberiyye seferinde, meşhur Hıttin muharebesinde ve Kudüs'ün fethinde hep Selahaddin'in yanında yer aldı.



bl İzzeddin Mesud'un Ölümü:


Selahaddin 1193 yılında Dımaşk'da ölünce İzzeddin Mesud, kaybettiği yerleri geri almak için faaliyete geçti. Fakat Nusaybin'den, Ra'sü'l-Ayn ile Seruc arasında küçük bir kasaba olan Tell Mavzen'e geldiği bir sırada hastalanıp Musul'a dönmek zorunda kaldı. Çok geçmeden de 30 Ağustos 1193'de vefat etti. İzzeddin Mesud ölümünden kısa bir süre önce oğlu Nureddin Arslanşah'ın yerine geçmesini vasiyet etmiş ve Mücahideddin Kaymaz'ı da onun işlerini tedvire memur etmişti.





- NUREDDİN ARSLANŞAH  ( 1193-1210)


Babasının yerine Musul atabegliğine hakim olan Nureddin'in, Sincar hakimi olan amcası II. İmadeddin Zengi ile arası açıldı. Buna sebep de İzzeddin Mesud'un ölümünü fırsat bilip amcasının Nusaybin civarındaki Musul'a tabi bazı köyleri işgal etmesiydi. Musul'da durumunu kuvvetlendiren Nureddin Arslanşah, amcasının ele geçirdiği yerleri geri almak için harekete geçtiği sırada amcasının ölüm haberini aldı (1197) .

İmadeddin Zengi'nin yerine Mansur lakaplı Kutbeddin Muhammed adlı oğlu geçti. Kutbeddin, babasının siyasetini devam ettirmekte ve Musul ile siyasi havayı gerginleştirmekteydi. Nureddin Arslanşah, amcazadesi Kutbeddin'i iyilikle yola getiremeyince Nusaybin üzerine yürüdü ve burayı aldı. Lakin askeri arasında salgın bir hastalık peyda oldu. Üstelik Harran hakimi el-Melikü'l-Adil Ebu Bekr b. Eyyub'un Kutbeddin'e yardım etmesi karşısında Nusaybin'i terkeden Nureddin Arslanşah, Musul'a döndü. Böylece Kutbeddin yeniden Nusaybin'e sahip oldu.

Selahaddin Eyyubi, ölümünden önce Suriye, el-Cezire ve Yemen de dahil olmak üzere bütün ülkeyi ailesi mensuplarına ıkta etmişti. Bu sebeple onun ölümünden sonra Mısır, Şam, Halep, Dlyarbekir ve Yemen'de birçok Eyyubi kolları ortaya çıktı. Bunlardan Mısır hakimi el-Aziz'in ölümünden sonra el-Efdal Mısır'a sahip olunca el-Melikü'l Adil ile anlaşmazlığa düştü. el-Melikü'l-Adil bu sıralarda oğlu el-Kamil ile birlikte Mardin'i kuşatmakta idi. Amcası el-Melikü'l-Efdal'ın Dımaşk'ı tehdit ettiğini duyunca onbir aydır sürdürdüğü Mardin kuşatmasını oğlu el-Kamil'i bırakarak Dımaşk'a doğru yola çıktı. el Melikü'l-Efdal, Nureddin Arslanşah'a haber yollayarak kendisine itaat etmesini istedi. Arslanşah'ın içinde bulunduğu şartlar, el-Melikü'l Adil'e karşı el-Efdal'ı desteklemesini gerektiriyordu. Çünkü Mardin gibi bir yerin el-Adil'in eline geçmesi, Musul'u müşkül duruma düşürebilirdi. Bu sebepten el-Efdal'a bağlılığını bildiren Nureddin, el-Adil'in Mardin'den ayrılmasını fırsat bilerek, buranın yardımına koştu. Yanına amcazadeleri Kutbeddin Muhammed ile Sencerşah'ı da alan Nureddin, 3 Eylül 1198'de el- Kamil'i mağlup ederek Mardin'i Artukoğullarından Yavlak Arslan'a iade ettikten sonra Musul'a döndü.

Kutbeddin Muhammed ile Sencerşah'ın, Nureddin Arslanşah ile olan iyi münasebetlerini kendi aleyhinde bir gelişme olarak gören el-Melikü'l-Adil, Kutbeddin'i kendi tarafına çekerek bu birliğin bozulmasını sağladı. Kutbeddin'in, el-Melikü'l-Adil adına hutbe okuttuğunu duyan Nureddin, Nusaybin'e yürüyerek Nisan 1204'de şehri zaptetti. Nureddin, Nusaybin'i kuşattığı sıralarda kardeşinin ölümünden sonra Erbil'e hakim olan Muzaffereddin Gökböri, Musul atabegliği topraklarına girerek tahribatta bulundu; Ninova'yı yağmalayarak mahsulünü yaktı. Durumu haber alan Nureddin, Nusaybin'den süratle Musul'a geldiyse de Gökböri'nin Erbil'e çekilmiş olduğunu görünce yeniden savaş hazırlıklarına başladı.

Nureddin Arslanşah, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, Sincar Beyliğine ait Tell Afer'i ele geçirdi. Sincar atabegi Kutbeddin, Nureddin'in bu tecavüzüne karşı el-Melikü'l-Adil'den yardım istedi. el-Melikü'l-Adil; Gökböri, Hısn-ı Keyfa Artuklu emiri Nasıreddin Mahmud ile Ceziret İbn Ömer hakimi Muizzeddin Sencerşah'ı kendi tarafına çekerek Musul atabegi aleyhine büyük ve kuvvetli bir ittifak kurdu. Müttefikler, Musul ordusunu Kefr Zemmar yakınındaki Curdik denilen yerde yendiler (Eylül-Ekim 1204) . Musul'a çekilen Nureddin, bir süre önce almış olduğu Tell Afer'i Kutbeddin'e iade ederek el-Melikü'l-Adil ile bir anlaşma yapmaya muvaffak oldu.

Selahaddin'in oğlu Halep hakimi el-Melikü'z-Zahir, 1209 yılının sonbaharında Ahlat'ı tahrip eden Gürcülere karşı el-Melikü'l-Adil'den yardım istedi. Ra'sü'l-Ayn'e kadar gelen ve Gürcülerin çekilmiş olduğunu gören el-Melikü'l-Adil, Nureddin'den asker isteyip Sincar'ı kuşattı. Kutbeddin, Muzaffereddin Gökböri vasıtası ile el-Melikü'l- Adil'in kuşatmayı kaldırmasını istemekteydi. Gökböri, Kutbeddin'in ricasını kabul edip el-Melikü'l-Adil'e kuşatmayı kaldırması için ısrar ettiyse de o, kuşatmayı kaldırmadı. Musul atabegi Nureddin Arslanşah ise çok güç bir durumda kalmıştı. Bir yandan Eyyubi gücünün bölgede azalmasını isteyen Nureddin, yapmış olduğu anlaşma uyarınca da asker göndermek mecburiyetindeydi. Böyle bir durumda el-Melikü'l-Adil'e kızan Gökböri, Nureddin Arslanşah ile anlaşıp Eyyubilere karşı bir ittifak oluşturdu. Ayrıca Halife en- Nasır Lidinillah'a mektup yazarak Sincar kuşatmasının kaldırılması için yardım istediler.

el-Melikü'l-Adil, halifenin tavassutu ile muhasarayı kaldırmaya razı oldu. Fakat Sincar hariç aldığı bütün yerlerin kendisinde kalması şartını müttefiklere kabul ettirdi.


Nureddin Arslanşah'ın Ölümü:


Nureddin Arslanşah, uzun müddetten beri çekmekte olduğu bir hastalık sonucu 18 Ocak 1211'de öldü. Kaynaklar onun için, «güçlü, kuvvetli, son derece cesur, halkını çok iyi yöneten ve reayaya karşı sert tavır takınan bir kişiydi. Halle ondan çekinirdi; zira içlerinden herhangi bir kimsenin diğerlerine zulmetrnesini kesinlikle hoş karşılamaz, bunu engeller, haksızlık edilmesine mani olurdu. Ayrıca o mükemmel bir himmete ve saygınlığa sahipti. Bu saygınlığı ve haşmeti ile kaybolmuş olan atabegler ailesinin haşmetini ve şanını iade etmiş, eski itibarına kavuşturmuştur demektedirler.

Nureddin ölümünden önce oğlu el-Melik.ü'l-Kahir İzzeddin Mesud'un kendisinden sonra yerine geçmesine zemin hazırlamış, bu hususta ordu ve devlet ileri gelenlerini toplayarak oğluna itaat arzetmelerini istemişti Diğer oğlu İmadeddin Zengi'ye de Akru'l-Humeydiye ile Şuş kalelerini ve bunlara bağlı bölgeleri vermişti. İzzeddin Mesud bu sıralarda onyedi yaşında olup fevkalade bir zekaya, mükemmel bir yöneticilik kabiliyetine sahipti. Bu bakımdan, zamanın kuvvetli. Komutanlarından Bedreddin İzzeddin'i desteklemekteydi.



- ---   H. İZZEDDİN  MESUD (1211- 1218)


Babasının ölümüyle Musul atabegi olan II. İzzeddin Mesud, el-Melikü'l Kahir olarak da. tanınmaktadır. IL İzzeddin Mesud'un atabeglik devri. oldukça sakin geçmiş ve devlet işleri daha çok Bedreddin Lü'lü tarafından yürütülmüştür. İzzeddin Mesud ile kardeşi İmadeddin Zengi, Erbil hakimi Muzaffereddin Gökböri'nin damatları idiler. Bu bakımdan da Gökböri, Musul atabegliği ile iyi münasebetlerini sürdürdü. II. İzzeddin Mesud, yedi yıl dokuz ay atabeglik yaptıktan sonra hastalandı ve 23-24 Haziran 1218'de öldü. Ölümünü şüphe ile karşılayan, hatta onu Bedreddin Lü'lü'nün zehirlettiğini rivayet eden kayıtlar mevcuttur.

İzzeddin Mesud, ölümünden önce on yaşlarında bulunan büyük oğlu Nureddin Arslanşah'ı veliaht tayin etti ve hükümet işlerinin yürütülmesi vazifesini de Bedreddin Lü'lü'ye verdi.



·   II. NUREDDİN ARSLANŞAH ( 1218-1219)



Bedreddin Lü'lü, II. İzzeddin Mesud'un ölümü ve isteği üzerine  atabeg ilan ettiği II. Nureddin Arslanşah için asker ve halkdan itaat yemini aldıktan sonra, Halife en-Nasır'dan tasdik ve etraftaki hükümdarlardan ahitlerini yenilemelerini istedi. Kendisi ise hükümetin bütün işlerini eline aldı.

Halife, adına hutbe okutup para bastıran II. Nureddin Arslanşah'ın atabegtiğini, Bedreddin Lü'lü'nün de hükümet işlerine bakmasını uygun buldu.

Nureddin Arslanşah'ın Musul atabegi olmasına amcası İmadeddin Zengi itiraz ederek kayınpederi Muzaffereddin Gökböri'den yardım istedi ve İmadiye üzerine yürüyerek kaleyi ele geçirdi. Muzaffereddin Gökböri, Musul atabegliği ile daha önce yapmış olduğu anlaşmaya rağmen, Bedreddin Lü'lü'nün atabeglik üzerindeki nüfuzunu kırmak maksadı ile damadının isteğini müspet karşıladı ve bu sayede İmadeddin Zengi, Hakkari ve Zuzan'ı zaptetti (1218) . Bedreddin Lü'lü, Gökböri ile Zengi'nin kuvvetlerine tek başına karşı koyamayacağını anladığından, el-Melikü'l-Adil'in oğlu el-Melikü'l-Eşref’ten yardım istedi. Eşref'in Gökböri'ye tehditkar bir mektup yazmasına rağmen Gökböri, damadını desteklemeye devam etti. Ancak Zengi, yanındaki takviye kuvvetlerle Musul'a doğru yürürken Lü'lü ile Eşrefin kuvvetlerine mağlup oldu. Halifenin araya girmesiyle de taraflar arasında uzlaşma sağlandı (1219) .

II. Nureddin Arslanşah, bir yıl kadar atabeglik yaptıktan sonra öldü. Yerine Bedreddin Lü'lü tarafından onüç yaşındaki kardeşi Nasıreddin Mahmud getirildi.



·- - ·   NASIREDDİN MAHMUD (1219-1233)


Nasıreddin Mahmud, kardeşinin ölümüyle Musul atabegi olmuşsa da bütün hakimiyet Bedreddin Iü'lü'nün elinde idi. Nasıreddin'in küçük yaşta olmasını fırsat bilen amcası İmadeddin Zengi, Gökböri'nin desteği ile yeniden atabeglik iddiasında bulunup Musul'a bağlı bir kısım toprakları ele geçirmeye başladı. Lü'lü, yeniden el-Melikü'l-Eşref'ten yardım istedi. Nusaybin'de bulunan Eyyubi kuvvetleri, Emir Aybeg komutasında Lü'lü'ye yardıma geldiler. Lakin 12 Ekim 1219'da yapılan muharebeyi kaybedip Musul'a çekildiler. Halife, bu duruma müdahalede bulunarak yeniden bir andlaşma yapılmasını sağladı. Bu andlaşma İmadeddin Zengi'nin Musul'un doğusundaki Gevaşi kalesini ele geçirmesiyle bozuldu. Lü'lü, el-Melikü'l-Eşref'ten bir kere daha yardım istedi. O da Musul atabegliğinin meselelerini tamamen çözmek için ordusuyla Musul'a geldi. Gökböri, el-Melikü'l-Eşref'e karşı Artukoğullarının desteğini sağladı. Ayrıca hep birlikte Türkiye Selçuklu sultanı İzzeddin Keykavus'un hakimiyetini tanıyıp onun hizmetine girmek istediklerini bildirdiler. Hatta İzzeddin Keykavus adına hutbe okutturup para bastırdılar. Ancak Türkiye Selçuklu sultanı, el-Melikü'l-Eşref meselesini halletmek için Musul'a doğru ilerlerken yolda öldü. Sultanın ölümü ile endişeye düşen Artukoğulları ittifaktan ayrıldılar.

el-Melikü'l-Eşref, ordusuyla önce Nusaybin'e, daha sonra da Sincar'a geldi. Sincar hakimi İmadeddin Şahanşah kendi rızasıyla, Rakka karşılığında Sincar'ı el-Melikü'l-Eşref'e teslim etti. Böylece Sincar atabegliği elli yıllık bir hakimiyetten sonra tarihe karıştı (Temmuz 1220) .

Sincar'ı ele geçiren el-Melikü'l-Eşref Musul'a geldi. Burada, halifenin gönderdiği elçiler, İmadeddin Zengi'nin aldığı yerleri iade etmesi kaydıyla bir andlaşma teklif ettiler. Ancak Gökböri'ye iyi bir ders vermek maksadıyla Musul'a kadar gelen el-Melikü'l-Eşref, herhangi bir anlaşma kabul etmediği gibi, Erbil'e doğru da harekete geçti. Zab suyu kenarında beklemekte olan Gökböri, elçiler yollayarak, el-Melikü'l-Eşref ile bir andlaşma imzalama imkanını buldu. Buna göre; İmadeddin Zengi, ele geçirmiş olduğu yerleri MusuI'a iade edecek, ona ait Akru'l-Humeydiye ve Şuş kaleleri Lü'lü'nün idaresine girecek, ayrıca bu teslim işleri bitinceye kadar İmadeddin, el-Melikü'l Eşrefin yanında rehine olarak kalacaktı.

Bu andlaşma uyarınca İmadeddin Sincar'a giderek el-Melikü'l Eşref'e teslim oldu. Ancak kalelerin bazıları Musul'a bağlanmayı kabul etmeyip direnmeye başlayınca iş uzadı ve İmadeddin, rehin tutulmaktan çok şikayetçi olduğundan, el-Eşref'in kardeşi Şihabeddin Gazi'nin aracılığı ile serbest kalmayı başardı. Fakat kendi ülkesindeki bir kısım halk, İmadeddin'den memnun olmayıp Bedreddin Lü'lü'ye itaatlerini arzettiler. Şuş kalesi de Lü'lü tarafından ele geçirilmiş olduğundan, İmadeddin ülkesinde tutunamayıp Azerbaycan atabegi Özbek Cihan b. Pehlivan'ın yanına gitti ve kendisine verilen ıktalar ile hayatını sürdürdü. 

Muzaffereddin Gökböri, Musul atabegliğini Bedreddin Lü'lü'nün pençesinden kurtarmak için iki defa Musul'u muhasara ettiyse de bir netice elde edemedi. Zengilerin son mümessili olan Nasıreddin Mahmud ölünce de atabeglik, Eyyubilerin himayesinde olan Bedreddin Lü'lü'nün eline geçti. Böylece yüz yıldan fazla hüküm süren Musul atabegliği sona ermiş oldu (1233) .







MUSUL ATABEGLİGİ DEVLET TEŞKİLATI



Diğer atabegliklerde olduğu gibi Musul atabegliğinde de devlet teşkilatı, Selçuklu devlet teşkilatının küçük bir numunesiydi. Ülkeyi, yanında bulunan melik adına idare eden atabeg, merkeze bağlı olup sultanın her emrini yerine getirmekle mükellefti. Atabegler, yanlarındaki melikin ve bağlı bulunduğu sultanın adını zikretmek şartı ile adlarına para bastırabilirlerdi. Yine eğitim ve öğretiminden mesul oldukları melik adına üç vakit nevbet (bando) çaldırabilirlerdi. Atabegler kimi zaman, yanındaki meliği kızı ile evlendirir veya meliğin dul kalmış annesi varsa onunla evlenip hanedan ile akrabalık kurarlardı. Bu suretle kuvvetlerini artıran atabegler, yanlarındaki meliklerin, babalarının ölümünden sonra sultan olmaları için uğraşırlar, herhangi bir şekilde merkezi hükümet çöktüğü veya dağıldığı zaman da kendilerinden sonra soylarına intikal eden müstakil devletler kurma yolunu ararlardı.






A -- SARAY TEŞKİLATI


Selçuklu teşkilatından intikal eden saray teşkilatı içinde naipten sonra en yetkili şahıs haciplerdi. Sayıları birden fazla olduğu zaman bunlardan biri başhacipliğe ( Hacibü'l-Hüccab) getirilirdi. Bu kişi, atabeg ile vezir arasında irtibatı sağlar, halkın durumunu, uğradığı haksızlıkları atabege bildirir ve sarayı teftiş ederdi. Musul atabegliğinde ilk hacip olan kişi Selahaddin Muhammed Yağısıyan idi (1123) . Hacipten sonra gelen Ustadüddar saray işlerini idare etmekle sorumlu idi. Bu vazife, Musul atabegliğinin son zamanlarında tahsis edilmiş olmalıdır. Nitekim Bedreddin Lü'lü, Nureddin Arslanşah b. Mesud'un hacibi idi.

Atabeglik saray teşkilatı içinde muhafız kıtası da bulunmaktaydı. Bu kıta içinden, atabeglerin candarları, silahdarları, alemdarları seçilmekteydiler. Saray içerisinde çeşitli işlerden mesul bir çok vazifeli daha vardı. Ayrıca hademeler, vuşaklar ve ferraşlar (süpürgeci) sarayın hizmetliler sınıfını teşkil etmekteydiler.



B -  HÜKÜMET TEŞKİLATI


Bütün atabegliklerde olduğu gibi, Musul atabegliğinde de Divan-ı Atabegi denilen büyük bir divan mevcuttu. Bunun altında atabegliğin değişik bölgeleri arasındaki idari münasebetlerin, şer'i ve örfi vergilerin, hatta yazışmaların denetim vazifelerini yüklenmiş olan Divanü'r-Resail bulunmaktaydı. Ancak divan sayısı atabegliğin büyüklüğü ve neticede işlerin çokluğu ile değişmekteydi. Mesela İmadeddin Zengi zamanında Musul atabegliğinde bir İşraf Divanı'nın varlığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu divan atabegliğin mali işlerini teftiş ile vazifeliydi. Daha sonra atabegliğin genişlemesi ile yeni divanların kurulduğu görülmektedir. İzzeddin Mesud'un hizmetinde bulunan meşhur tarihçi İbnü'l-Esir'in kardeşi Mecdeddin, Divan-ı İnşa veya Divan-ı Resail'in reisliğinde bulunmuştur. Şair Abdu's-Saadet İbrahim el -Musuli ise Bedreddin Lü'lü'nün inşa katibi olarak çalışmıştır. Yine Lü'lü zamanında Ahmed b. Ali, müstevfilik vazifesinde bulunmuştur. Askeri işler ile ilgili müstakil bir divan; Divanü,l-Ceyş olmadığından bu işlere Emir Hacip riyaset ederdi.





C ·····  İDARl VE ASKERi TEŞKİLAT


İmadeddin Zengi., Musul'a tayininden kısa bir süre sonra, Halep'te de hakimiyetini tesis edince atabeglik topraklarını Fırat nehrinin doğusu ve batısı olmak üzere iki büyük naipliğe ayırmıştı. Musul merkez olmak üzere Fırat'ın doğusunda kalan topraklar, Nasıreddin Çakır'ın; Halep merkez olmak üzere batısında kalan topraklar ise Seyfüddevle Savar b. Aytegin'in idaresi altında bulunuyordu. Bu umumi valilerin hizmetinde Kundn tabir edilen Osmanlılarda kapıkuluna benzetilebilecek yerli askerler ile merkezlerin ve onlara bağlı bölgelerin asayişini temin eden şahneler bulunmakta idiler. Kalelerdeki dizdarlar ile kazalardaki kutvaller de yine bu naiplere bağlı idiler.

Selçuklularda olduğu gibi atabegliklerde de idari teşkilat, askeri bir yapı arzetmektedir. Ikta esasına göre kurulmuş orduyu, atabegliklerde yardımcı kuvvetler hariç bırakılırsa iki ana esas içinde mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan birincisi olan gulamlar, atabegin bir nevi muhafız birliği idi. Bunlar, İslamlaştırılmış ve Türkleştirilmiş gayr-ı müslim asıllı da olabilirlerdi. Daha ziyade saray içi hizmetlerde kullanılan bu gulamlar, atabegin yakın emniyetini de sağlarlardı. İkinci kısım ise tımarlı sipahiler olup ana orduyu bunlar teşkil etmekteydiler. Manevra kabiliyeti yüksek, süratli ve vurucu güce sahip bu sipahiler, bilhassa kuşatmalar esnasında mancınıkları kullanan heccarun, burçları ve surları uçuran neffatun (neftçiler) gibi kuvvetler ile desteklenmekteydiler. Orduda ayrıca doktorlar, cerrahlar, imamlar, sunna adı verilen ustalar da bulunmaktaydı.

Yardımcı kuvvetler ise, cihada veya ücret- ganimet karşılığı seferlere katılan gönüllüler (mutavvian), gaziler ( guzat) ve battalin gibi guruplar idi. Bunlar sefere iştirak eder buna karşılık ücret veya ata (pay) alırlardı.

Musul atabegliği ordusunun harp düzeni, eski Türk usulü uyarıncaydı. Buna göre askerin iki kanadı, (meymene-sağ; meysere-sol) merkez (kalp)den biraz daha ön tarafa bırakılır ve askerin vaziyeti hilal şeklini alırdı. Düşman merkeze hücum edince, merkez geriye çekilerek kanatların derinliğinin artması sağlanır ve düşman üç taraftan çember altına alınmaya çalışılırdı. Kanatlar, her zaman en iyi atlılardan ve okçulardan seçilirdi. Nureddin Mahmud zamanında okçu birliklerinin arttırıldığı bilinmektedir.

  Asker arasında cirit, çöğen gibi oyunlar bir nevi askeri talim sayılırdı. Bunun haricinde kabak vurma oyunu da okçular tarafından icra edilirdi. Okçular, yere dikilmiş bir çubuğun tepesinde bulunan tahta daireye nişan alırlardı. Türkler arasında bu oyuna kabak adı verilmişti. Nureddin, Haleb'in el-Meydanü'l-Ahzar meydanında halkın huzurunda bu oyunu bizzat kendisi de oynamıştır.

Atabegler, ekseriyetle keçe giyer ve sarı külah (börk) takarak saçlarını bunun altından sarkıtırlardı. Sefer esnasında kılıç bele bağlanırdı. Nureddin Mahmud ise daima yanında ok ve yay bulundururdu.



D --  POSTA VE İSTİHBARAT TEŞKİLATI



Büyük Selçuklularda olduğu gibi Musul atabegliğinde de posta ve istihbarat işleri ile görevli bir divan bulunmaktaydı. Bu vazifeyi atabegliklerde Divanü'r-Restail yürütmekteydi. Musul atabegi İmadeddin Zengi zamanında el-Cezire, Irak ve Suriye arasında iyi bir haberleşme sisteminin olduğu, mevcut kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu haberleşme sisteminde at ve hızlı koşan develerin yanısıra güvercin de kullanılmıştır.

Zengi, 1127 yılında Artukoğullarının hakimiyeti altında bulunan Nusaybin'i kuşattığı zaman Timurtaş, Mardin'den Nusaybin'e bir posta güvercini ile haber göndermiş ve beş gün içinde yardıma geleceğini yazmıştır. Ancak güvercin Zengi'nin adamlarınca yakalanmış ve beş gün yerine yirmi gün yazılmıştır. Haberi değiştirilmiş şekilde alan Nusaybin muhafızı, yirmi gün kuşatmaya dayanamayacağını bildiğinden Zengi ile anlaşarak şehri ona teslim etmek zorunda kalmıştır.

Atabeg Zengi zamanında, Irak ve Suriye posta sistemi ile ilgili bir diğer haber de anonim Süryani kaynağında mevcuttur. Urfa'nın 1144 yılında fethinden sonra Zengi, el-Bira'yı muhasara etmiş ve muhasara devam ederken atabegin yanındaki meliklerden biri olan Ferruhşah etrafındakilerin tahriklerine kapılarak isyan etmiştir. Bu anonim Süryani kaynağı, ((gecenin karanlığında deve üzerinde fırtına gibi yol alan bir habercinin Naip Çakırın Musul'da öldürüldüğünü ve Mezopotamya'da isyanın başladığı haberini ulaştırdığını» kaydetmektedir. Bu ve benzeri kayıtlar, İmadeddin Zengi zamanında Musul atabegliğinde en azından askeri ve siyasi maksat ile kullanılan iyi bir posta ve istihbarat sisteminin var olduğunu göstermektedir.

İmadeddin Zengi'den sonra Haleb'e hakim olan, kısa bir süre sonra da hakimiyet sahasını Mısır'dan Orta Fırat bölgesine kadar genişleten oğlu Nureddin Mahmud zamanında ise berid sistemi gelişmiş ve güvercinle iyi bir haberleşme teşkilatının kurulması, o devir için büyük bir yenilik olarak görülmüştür. Her ne kadar D. Sourdel, Zengiler ve Eyyubiler zamanında gerçek manada bir berid sisteminin bulunmadığını The Encyclopedia of Islam'ın “Barid” maddesinde zikrediyorsa da Nureddin Mahmud zamanında, 1517'de Dımaşk-Banyas, daha sonra da Dımaşk.-Kahire, Dırnaşk-Baalbek, Dımaşk-Karyateyn, Dımaşk-Kara-Hınıs-Harna-Maarratü'n-Numan-Halep arasında güvercin ile haberleşme sisteminin bulunduğu bilinmektedir.

el-Menasib denilen ve haberleşmede kullanılan bu güvercinler, Defterü'l-Ensab'a kayıtlı idiler. Varalcü't-Tayr adı verilen özel bir kağıda yazılan mesaj, kuşun kanat teleklerine konurdu. Büyük kalelerde burc adı verilen güvercinlikler bulunurdu. Güvercinler kurye olarak kullanılmazdan önce bu iş lçin eğitilirlerdi.


E --   İMAR FAALİYETLERİ


Musul atabegliği devrinde yapılan bir çok mimari eserden ancak bazıları günümüze kadar gelebilmiştir. Bunlar arasında Dımaşk'ta Nureddin Mahmud'un inşa ettirmiş olduğu hastahane ile en-Nuriyetü'l-Kübrd Medresesi en meşhurlarıdır. Bu medreseye Nureddin Mahmud, her zaman olduğu gibi vakıflar tahsis etmiş ve bunu medrese kapısının üst başlığını teşkil eden büyük bir taç üzerine tebcil ettirmiştir. Taşın üzerinde bulunan kitabe metni şöyledir:


“Bismillahirrahmanirrahim”


Bu medresenin inşasını -Allah rahmet eylesin- adaletli ve zahit hükümdar Nureddin Ebu'l-Kasım Mahmud b. Zengi b. Aksungur emretmiştir. O, bunu ümmetin meşalesi İmam Ebu Hanife'nin (Allah ondan razı olsun) yolundan gidenlere (ashabına) vakfetmiştir. Medreseye ve fukahaya ve orada fıkıh tahsili yapanlara (da şu vakıfları tahsis etmiştir):

Sılku'l-Kamh (buğday pazarı)'ndaki yeni hamamın tamamını, Babü's-Seldme dışında bulunan el-Varraka semtindeki iki yeni hamamı, bu iki hamama yakın evi, Uveynetü'l-Hımd'daki el-Varraka'yı, el Vezir bahçesini, el-Erze'deki el-Çevre bahçesinin 3/4'ünü, Bamü'l-Cabiye'nin dış tarafındaki onbir dükkanı, doğu tarafından bunlara bitişik olan arsayı, Daryd'daki dokuz ekin tarlasını (ecir ve sevabını umarak ve hesap günü hediyesi olmak üzere) vakıf sicillerinde tesbit edilen ve şart koşulan esaslara göre vakfetmiştir.

Artık bunu işittikten sonra, kim onu değiştirmeye kalkışırsa, her halde vebali onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve hakkıyla bilendir. Bunun müddeti 567 (1172) yılının Şabdn ayının sonundadır».

Nureddin Mahmud, ayrıca Darü'l-Hadis en--Nuriye, el-lmadiye, ez.. Kilase, en-Nuriyetü's-Sugra, el- Halviye, el-Asraniye gibi medreseler inşa ettirmiş, ülkesinde ilim ve kültürün gelişmesine ve yaygınlaşmasına büyük gayret sarfetmiştir.

Nureddin'den başka Seyfeddin Gazi b. Zengi, el-Medresetü'l-Atabegiye el-Atika'yı; İzzeddin Mesud, el-Medresetü'l-İzziye'yi; I. Arslanşah el-Medresetü'n -Nuriye'yi ve II. İzzeddin Mesud ise el-Kahiriye medreselerini tesis etmişlerdir.

Netice itibariyle Musul atabegliği ülkesinde yirmisekiz medrese, yüzseksen Darü'l-Hadis'in inşa edildiği kayıtlar arasındadır.



.F ·-   TiCARET


Musul atabegliği öteden beri önemli ticaret merkezleri olan Urfa, Musul, Halep ve Dımaşk gibi şehirlere sahipti. Bu bakımdan, atabegler, öteden beri ülkelerinde canlı olan ticareti devleti iyi idare ederek artırmaya çalıştılar. Nitekim Musul'da Mücahideddin Kaymaz tarafından büyük ve çok güzel bir kapalı çarşı inşa edildi.

Nureddin Mahmud zamanında Dımaşk, Suriye'nin en büyük ticaret merkeziydi. Dımaşk'daki Ümeyye Camii'nin doğusunda kumaşçılar, Rahbetü'l-Halid ile Ceyrün arasında ise halıcılar ile kürkçüler yerleşmişlerdi. Bu semtin Suku'l-Lubbadin denilen büyük bir pazarı 1167'de yanmıştır. Murabbaatü'l-Kazz denilen pazarda ise ipek, pamuk ve iplik ticareti yapılırdı. Dımaşk'da tahıl ticareti Suku'l-Kamh denilen ve şehrin ortasında bulunan pazarda yapılırdı.

Ziraat ve hayvancılığa da önem veren Musul atabegleri, ülkelerinde endüstrinin gelişmesi için cam ve demir eritme fırınları yaptırmışlar, ayrıca Madbaga denilen deri işleme atölyeleri açarak, dericiliğin gelişmesini de sağlamışlardır.



Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ


16 Eylül 2024 Pazartesi

Mem-U Zin Cizre

 


OSMANLI DEVLETİ'NİN DURAKLAMA İÇİNE GİRMESİ

 




15.yüzyılın sonlarına doğru; Osmanlı devlet ve toplum yapısı, bir büyük buhran geçirdi ve meydana gelen bozulmalara bağlı olarak, devletin gelişimi duraklayarak siyasi rakiplerine karşı eski gücünden uzaklaştı.

17.yüzyıla kadar, Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmi milyon kilometre kareyi aşan topraklarında; çeşitli milletlerden farklı din ve mezhep bağlıları, adalet çerçevesinde, hoşgörülü bir yönetim altında, huzur içerisinde yaşamaktaydılar. Osmanlı bu dönemde; siyasi, iktisadi, içtimai gücünü, istikrarını ve düzenini, kendi tebaasını devlete, cemaatlere ve diğer fertlere karşı koruyan ve her türlü uyuşmazlığı halleden; üretimi, tüketimi, dağıtımı nizama koyan, gelenekleşmiş ve müesseseleşmiş şer'i ve örfi hukuk ve adalet anlayışına borçludur. 


Sokullu Mehmed Paşa'nın ölümünden (1579) sonra, devlet nizamında artarak devam eden karmaşa; askeri, mali ve eğitim alanındaki bozulmalar, toplum yapısını ve dengelerini bozduğu gibi dirliği ve düzeni de ortadan kaldırdı. Bu durum, devletin en büyük toprak kaybının gerçekleştiği Karlofça Anlaşması'na (1699) zemin hazırladı. Dönemin içinde bulunduğu şartları anlatan ilim adamlarının değerlendirilmesiyle;

«Nizam-ı aleme ihtilal, reaya ve berayaya infial geldi.»

Osmanlı Devleti'nin duraklamaya geçmesinin başlangıcını Kanuni'nin son dönemleri ve lll. Murad dönemine kadar geri götürenler olmakla beraber, Sokullu'nun ölümüyle (1579) başladığını söylemek, daha gerçekçi görünmektedir. Çünkü, devlet merkezinde zaafların ortaya çıkması bu döneme rastlamaktadır. Ulü'l-emre itaati esas alan yönetimin başına, Halife-Sultan olarak gelenlerin bilgi ve beceri bakımından kifayetsiz kişiler olması, bazılarının çocuk yaşta oluşu; bu muazzam cihan devletini zorluklara sokmuş, merkezi otoritenin zaafa uğramasına sebebiyet vermiştir.

Fatih döneminde devletin bekası ve taht mücadelelerinin önünü kesmek amacıyla caiz addedilen şehzadelerin katli meselesi, 18. yüzyılın başlarında Osmanlı tahtına oturtulacak şehzade sıkıntısını beraberinde getirdi. 1603 yılında benimsenen; «ekber ve erşed» şehzadenin tahta çıkması ve diğerlerinin sarayda sırasını beklemesi ise tecrübeden mahrum kişilerin işbaşına geçmesine yol açtı. Çünkü yükselme dönemi uygulamalarından farklı olarak, artık şehzadeler sancaklara sancak beyi olarak atanmıyorlardı. Bu yüzden sevk ve idare konusunda tecrübeden mahrum hükümdarlar, dünyanın en büyük devletinin başına geçmekteydi.


TOPRAK DÜZENİ ve TIMARLI SİPAHİLER


Osmanlı tımar sisteminin ve toprak düzeninin bozulması; devletin işleyişini sekteye uğratan, halk-devlet ilişkilerini olumsuz etkileyen hususlardan biri olarak kabul edilmektedir. Tımarlı sipahiler, barış zamanında imparatorluğun en önemli gelir kaynaklarının başında yer alan tarım alanlarının güvenliğini sağlıyor ve toprağın düzenli bir biçimde ekilip biçilmesine nezaret ediyordu. Osmanlı'nın taşradaki elini oluşturan tımarlı sipahiler, savaş zamanında da yüz binleri aşan sayılarıyla Osmanlı ordusunun temelini teşkil etmekteydi. Tımarlı sipahiler; cihad ve gaza anlayışına sahip olarak, severek orduya iştirak ediyordu. Ancak 16. asır boyunca doğuda ve batıda devam eden bir türlü sonlandırılamayan seferler sebebiyle, tımarlı sipahiler yorgun düşmüş, evinden-köyünden uzaklarda son derece mağdur olmuştu. Özellikle Kanuni döneminde batıya gerçekleştirilen dört büyük sefer ve İran'a gerçekleştirilen seferler; sadece askeri sınıfı yormamış, ülkenin kaynaklarının fazlaca harcanmasına, devletin mali sıkıntıya girmesine de yol açmıştı. Öte yandan ekilen araziler boş kaldığı gibi, uzun süreli savaşların ağır masraflarından bunalan ve sıkışan devlet, zaten doğru dürüst ekilemeyen arazilerin vergilerini tahsil ederken, alışılmış uygulamalarının dışına çıktı. Bu durum, taşrada dirlik ve düzeni büsbütün ortadan kaldırdı. Gelişmeler Anadolu'daki Celali isyanlarının mantar gibi çoğalmasına yol açtı ve bu isyanlara yer yer halk da destek verdi. Üstelik on yılı, on beş yılı geçen savaşlar sebebiyle asker kaçakları artmış ve bozulan düzenden yararlanan Osmanlı'ya hasmane tutum içerisindeki bazı sıra dışı dini gruplar kendilerine hayat sahası bulmuştu.


YENİÇERİ OCAĞl'NIN BOZULMASI


Öte yandan padişahın has ordusu veya merkez ordusunu teşkil eden Yeniçeri Ocağı da, bozulmadan nasibini aldı. «Devşirme» sistemiyle ocağa gayr-i müslim çocukları arasından asker kaydedilir, İslam terbiyesiyle yetiştirilerek sarayın ve merkezin askeri gücünü oluştururdu. 17. yüzyıldan itibaren sistem bozuldu ve ocağa Türk ve müslüman kökenliler de kaydedilmeye başlandı. Yeniçeri Ocağı'na usul ve an'anelerin dışına çıkılarak adam kaydetme, Osmanlı'nın maaşlı ordusunun sayısını üç-dört kat artırarak 80-90 binlere ulaştırdı. Rüşvet ve iltimasla elde edilen esame defterleri alınır satılır bir meta haline dönüştüğü gibi; «Ocak, devlet içindir.» anlayışı, yerini; «Devlet, ocak içindir.» anlayışına dönüştürdü. Bu durum Osmanlı maliyesini de olumsuz etkiledi. Maaş almaya gelenlerin ancak beşte biri savaşlara iştirak eder hale gelmiş, Yeniçeriler kuruluş felsefelerinin büsbütün dışına çıkarak lstanbuldaki birçok karışıklığın, su-i istimalin hatta üst kademelerdeki entrikalarının aleti olmuşlardı.



OSMANLI'NIN SINIRLARININ GENİŞLEMESİNİN OLUŞTURDUĞU ZAAFLAR


Osmanlı Devleti'nin kontrolü zor, tabii sınırlara ulaşmış olması ve topraklarının aşırı genişlemesi de duraklamaya yol açan bir diğer faktördür.

17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar batıda Balkanlar ve Tuna'ya kadar Orta Avrupa'yı ele geçirmiş bulunuyordu. Bu sınırlar Osmanlı Devleti'ni Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile sınır ülke haline getirmişti. Artık bu yöne doğru daha fazla ilerleme sağlaması imkansız gibiydi. Çünkü böyle bir hamle karşısında, Avrupa Haçlı Birliği derhal harekete geçme kararlılığındaydı.

Öte yandan aynı dönemde Kuzey Afrika fetihleri de tamamlanarak; Afrika ortalarına, çöllere kadar hakimiyet sağlanmıştı. Doğuda Safeviler geriletilerek Irak, körfez ülkeleri ve Kafkaslar büyük ölçüde denetim altına alınmıştı.

17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Osmanlı Devleti karada ulaşabileceği büyük hedefleri gerçekleştirdiği gibi; Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz'de rakiplerine karşı ciddi ve kesin bir askeri üstünlük sağlamıştı. Bu duruma bağlı olarak; Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Kızıldeniz deniz ticareti ve güvenliği de Osmanlı hakimiyetine girdi.

Ancak Osmanlı Devleti; kendilerini yenileyen ve coğrafi keşifler sonucunda zenginleşen batılı rakiplerinin Büyük Okyanus ve Hint Denizi'ndeki hamlelerini yeterince değerlendiremedi. Böylece iç denizlerde gösterdiği performans ve başarıyı, dünyanın en önemli ticari merkezlerini ele geçirme ve bölge ticaretlerini denetim altına alma konularında gösteremedi. Esasen Osmanlı Devleti'nin yönettiği topraklarda uyguladığı ekonomik sistemin genel olarak; kendine yetecek kadar üretim, minimum tüketim anlayışıyla şekillendiğini söylemek yanlış olmaz.


TOPLUMUN KAYNAŞTIRILAMAYIŞI


Yaklaşık 20 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle, denetlenmesi zor bir büyüklüğe ulaşan imparatorluğun daha fazla genişleme şansı kalmadığı gibi; böylesine geniş bir coğrafyada yaşayan, dinleri, örfleri, kültürleri ve milliyetleri farklı toplulukları bir arada tutmak ve bir hedef etrafında barış içerisinde yaşatmak da kolay değildi. İmparatorluğun devasa sınırları dahilinde ata çakılacak bir nalın kaç akçe olması gerektiğini belirleyen devlet, toplumun bir arada yaşamasını mümkün kılacak sosyal kaynaşmayı başaramamıştı. İmparatorluğun kurucu unsuru Türkler, yönetici ve asker sınıfını oluşturmakta ve diğer müslüman unsurlar olan Boşnak, Arnavut, Çerkez ve Kürtlerle birlikte «millet-i hakime» olarak kabul edilmekteydi. Arapların yaşadığı topraklar, imparatorluğun bir parçası haline getirilmesine rağmen Araplar; yönetimde ve askeri alanda kibarca devre dışı bırakılmıştı. Osmanlılar Hicaz bölgesine ve mahalli idarecilerine son derece müsamahalı davranmakta, onları mali yönden desteklemekte, ancak kaynaşma sağlanması için yeterli adımları atmakta ihmalkar davranmaktaydı. Bu tercih, ilerleyen dönemlerde, toplumlar arası kopukluklara yol açtı.

Diğer hıristiyan tebaayı oluşturan Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar ve Romenler; İslami hoşgörü içerisinde, kendi cemaat liderlerinin kontrolünde, huzur içerisinde yaşamaktaydı. Ancak duygu, düşünce ve hayat tarzı bakımından kalplerinin ritmi; müslüman unsurlardan farklı bir biçimde atmaktaydı. Bu durum göz önüne alınarak İslam'ın tebliğ müessesesi yeterince işletilememiş, heyecan kaybedilmiş, dolayısıyla başkent İstanbul'a çok kısa mesafede bulunan Bulgarlar ile Fatih Sultan Mehmed Han'ın eman vererek öncelikli ve imtiyazlı azınlık haline getirdiği Rumlar ve Boşnaklarla aynı dili konuşan Sırplar, İslam medeniyetinin aktif bir parçası haline getirilememişti. Osmanlı hakimiyetini samimiyetle benimseyen ve; «Muhammed -SAS-'in yetimleri» olarak kollanan Ermeni topluluğu dahi İslami tesir sahasına alınamamıştı.


KARADENİZ'İN KUZEYİNDEKİ GELİŞMELERE SEYİRCİ KALINMASI


Osmanlı Devleti'nin, gücünün zirvelerini yaşadığı «Duraklama Dönemi»nde ihmal ettiği bir diğer konu da; Rusya'nın müslüman hanlıkları ele geçirerek Karadeniz'in kuzeyinde ve Kafkaslarda büyük bir güç olarak öne çıkmasını önleyememiş olmasıdır. Oysa Osmanlı Devleti, Altınorda Hanlığı'nın yıkılmasından sonra bölgede çok daha aktif olabilir; kısa, orta ve uzun vadede müslüman toplulukları himaye edebilirdi. Denizlerde ise; okyanuslara dayanıklı, ticari yönü de ağır basan filolar oluşturabilir, ticaret yollarının değişikliğe uğramasının yol açtığı ekonomik depremin sarsıntılarını azaltabilirdi. 


MEDRESELERDE YOZLAŞMA


Medreseler; din bilimleriyle tecrübi bilimlerin birlikte okutulduğu Fatih ve Kanuni dönemindeki uygulamayı terk etmiş, bunun sonucunda da çağının büyük ilim yuvaları olma özelliğinden hızla uzaklaşmıştı.

Eğitim ve öğretim; yürüyen hayata uyumlu, hayatı kolaylaştıran teknolojik yeniliklere çözüm getirecek uzak görüşlülükten mahrum bir hale gelmişti. İlmi seviye düştüğü gibi, doğru dürüst bir eğitim ve öğretim programından geçmeden ilmi payeler verilen, bu sebeple de «beşik uleması» olarak anılan zırcahiller ortalığı kaplamıştı.

Oysa aynı dönemde Avrupa; yüzyılların uykusundan silkinerek ayağa kalkmış; başta fen bilimleri olmak üzere, coğrafya, tıp, ziraat ve mühendislik alanlarında atağa geçmişti. Madenlerin işletilmeye başlanması, deniz ticaretinin gelişmesi, balıkçılık ve diğer zanaatların yaygınlaşması, hayatın kolaylaşmasına yardımcı teknik gelişmelere öncülük yapan üniversitelerin kurulması gibi vakıalar, gelecekteki güç dengesinin ne tarafa döneceğinin işaretini vermekteydi. 17. yüzyılda İspanya ve Portekiz'in ardından özellikle İngiltere ve Hollanda; zenginleşmenin yolunun, güçlü ticaret filoları oluşturmaktan geçtiğini çoktan fark etmişlerdi.

Osmanlı, çağının en büyük ve en güçlü tarım imparatorluğuydu. Fakat Batı Avrupa'daki ve kuzeydeki amansız rakiplerinin inkişaflarına paralel olarak, onlarla baş edebilecek yeni gelir kaynaklarına ihtiyacı vardı. Denizleri ve deniz ürünlerini değerlendirmeyi, deniz aşırı ticaretten pay almayı ve tarım dışı gelir kalemlerini artırmayı sağlayacak yeni açılımlar yapmak zorundaydı. Üstelik tarım alanında; Batı Avrupa'da toprağı yılda üç-dört kez ekmek gibi, daha çeşitli ve daha kısa zamanda ürün elde etmede önemli adımlar atılırken, Osmanlı'da hala Hititler döneminde de uygulanan tarım yöntemleriyle üretime devam edilmekteydi. Tarihçi Samuel Purchas; yeni Avrupayı tarif ederken Avrupa'nın niceliğinin niteliğini aştığını şu küstah sözlerle ifade eder:

"Ölümlü insanlardan ölümsüzlüğe intikal edecek yegane gerçek şeyler olan sanatlar ve icatlardan söz edecek olursam, dünyanın geri kalanı bunlarla kıyaslanabilecek ne yapmıştır? Bir kere özgür sanatlar, Asya ve Afrika'daki okulları çoktandır terk ettikleri ve burada kolejler ve üniversiteler açıldığı için sadece bize mahsustur. Doğudaki bir Atina (ki Avrupa'nın eski şanıdır) artık Türk barbarlığıyla kirletildiyse, batıda onun yerine nice hıristiyan Atina'lar yarattık! Mekanik bilimlere gelince; saatlerde yaratılan yapay labirentleri, büyük gök cisimlerinin ve bunların hareketlerinin bu kadar küçük modellere yerleştirilmesini sayabilirim. Dev okyanusu kim sahiplendi ve koca dünyanın çevresini kim dolaştı? Yeni takımyıldızları kim keşfetti, buzlu kutuplara kim gitti, sıcak bölgeleri kim ele geçirdi? Hepsi bu mu? Avrupa sadece verimli bir tarla, bakımlı bir bahçe, hoş bir tabiat cenneti mi? Sürekli oturulacak bir şehir mi? Güç anlamında dünyanın kraliçesi mi? Özgür sanatlar için okul, mekanik bilimler için dükkan, ordu için çadır, silah ve gemi yapan bir tophane mi? Hayır, bunlar Avrupa'ya kartal kanatları veren ve onu yıldızlardan daha yükseklere çıkaran özelliklerinden en önemsiz olanları.

Osmanlı duraklamasını ele alırken acı fakat gerçek olan başka bir nokta da; Avrupa'nın gelişim dinamiklerinin bugün dahi İslam tarihçileri ve sosyologları tarafından ihmal ediliyor oluşudur. Oysa hıristiyan dünya görüşünün gemleyemediği batılı sömürgeci hırsını görmezlikten gelmeden, Avrupa'nın Allah'ın alemin işleyişine koyduğu fiziki, biyolojik ve sosyolojik kanunları kavrama, eşyanın künhüne varma ve hayatı kolaylaştıran teknik gelişmeleri elde etme konularındaki ısrarlı çabalarını her yönüyle tahlil edip değerlendirmemiz gerekmektedir. İslam coğrafyası bugün hala cehalet ve fakirliğin pençesinde, bir dizi problemle boğuşmaktadır.


DURAKLAMA DÖNEMİ (1579-1699)

CELALİ İSYANLARI

İSYANLAR ÖNCESİ GENEL DURUM


1579 yılından itibaren çoğu yetersiz veya çocuk yaştayken başa geçen padişahların zayıf yönetiminde; Osmanlı devlet merkezinde, büyük bir idari karmaşa yaşanmaya başlandı. Vezirler, saray ağaları ve ilmiye sınıfı arasındaki çekişmeler, taşra yönetimlerini de olumsuz etkiledi ve ülkenin her tarafında başıbozukluk meydana geldi. Adaletsizlik, kanunsuzluk, makam ve mansıp sahibi kişilerin rüşvete bulaşması gibi olumsuzluklar idari mekanizmada o denli yaygınlık kazanmıştı ki; Fuzuli'nin;

"Selam verdüm, rüşvet değüldür deyü almadılar!" şeklinde edebiyatımızda yer alan ünlü ifadesini haklı çıkarmaktaydı.

Avrupa'dan Osmanlı Devleti'ne kaçak yollardan giren gümüş, gümüşten kesilen Osmanlı para birimi akçenin değerinin düşmesine sebep oldu. Mustafa AKDAĞ'a göre; II. Bayezid zamanında 100 dirhem gümüşten 280 akçe kesilirken, 1596 sıralarında aynı miktar gümüşten 950 akçe kesiliyordu. Tabii olarak akçenin itibari kıymeti de ayar düşmesiyle beraber inmiş, bir flori altınının resmi rayici 35 akçeden 120 akçeye çıkmıştı. Bu da Osmanlı ekonomisini etkileyerek o yıllarda' teorisi yeterince bilinmeyen enflasyonu azdırmıştır. Neticede pazar esnafı ve halk, ülkede o güne kadar görülmemiş yüksek bir enflasyonla karşı karşıya kaldı. Huzursuzluk bununla da sınırlı kalmadı, ülkenin değişik bölgelerinde aşırı uç mezhep taraftarlarının da katıldığı sosyal patlamalara yol açtı.

Bu dönemin talihsizliklerinden biri de, Osmanlı topraklarının 1591-1595 yılları arasında yaşadığı kuraklıktır. Bu kuraklık, son 600 yılın en uzun süreli kuraklığıydı. Nitekim Anadolu'da yıkıcı, kavurucu kuraklık afetlerinin ardından ilk Celali isyanı 1596 yılında patlak verdi.

Kısacası padişahlar kifayetsiz, vezirler çapsız ve çıkarcı, esnaf ağır vergi yükü altında bunalmış ve milletlerarası pazarlardan olumsuz etkilenerek yoksullaşmış, yeniçeriler ve eyaletlerden gelen tımarlı sipahiler, doğu ve batıya yönelik ısrarlı ve uzun süren seferlerden dolayı yorgun ve bitap düşmüş vaziyetteydi. Gerek bu durumdan son derece rahatsız reayanın savaş yükü altında ezilmesi, gerekse celali eşkıyalarının Anadoluda dirlik ve düzen bırakmaması, dönemin hazin bir koreografisini oluşturmaktaydı.



CELALİ İSYANLARI


Dünyada Osmanlı Devleti aleyhine ekonomik, askeri ve siyasi birçok değişiklik yaşanırken; İmparatorluğun itici gücü Türklerin yoğun olarak yaşadığı Anadolu'nun birçok yerinde önü alınamayan isyanlar meydana geldi. Yapılan çok sayıda araştırmanın sonucu; bu isyanların, daha çok tımar düzeninin bozulmasından kaynaklandığını gösterir niteliktedir. Savaş döneminde başarıyla askerlik görevini yerine getiren tımarlı sipahiler, barış zamanında da hem halkın güvenliğini sağlamak hem de tarım üretimini gerçekleştirmek gibi hayati bir vazife icra etmekteydi.

1520'li yıllardan itibaren oldukça sık gerçekleşen ve uzun süren savaşlar, mali, idari, sosyal birçok problemin oluşmasına yol açtı. Osmanlı'nın asker kaynağını ve savaş giderlerini Anadoludan karşılama geleneği, tüm toplum kesimlerinde bıkkınlık verecek ve mali bakımdan tahammül edilemeyecek seviyeye çıkmıştı. Mesela III. Mehmed'in 1596 yılının Haziran ayındaki Haçova Seferi piyasalardan daha fazla mal çekilmesine yol açtı. Yola çıkacak yeniçerilerin, hububatı zorla alması; dükkanların kapanmasına sebep oldu ve arpanın kile fiyatını 50 akçenin üzerine çıkardı.

Toprağı ekmek için işgücü bakımından giderek yoksunlaşan halk, çaresiz bir biçimde Anadoluda asker kaçağı başıbozuk sipahi bölüklerinin eline düşmüştü. Sıkıntıların artması üzerine şehirlere göç hızlandı. Öte yandan zavallı reaya, medrese düzenindeki bozulmalara paralel olarak şehirlerde doğru dürüst eğitimlerini tamamlayamayan, işsiz ve istismarcı bir suhte (öğrenci) kitlesinin de yükünü taşımak zorunda kaldı. İsyanların bastırılamayışının bir diğer sebebi de, merkezi yönetimde güç kaybına uğrayan paşa ve yöneticilerin Anadolu'ya geçerek var olan olumsuzlukları siyasi ikballerine dayanak yapmalarıydı. Bu isyanların en büyüğü Karayazıcı isyanıydı. Kalenderoğlu (1607), Muslu Çavuş (1607), Yusuf Paşa (1607), Cennetoğlu (1625), İlyas Paşa (1627), Canbulatoğlu ve Karahaydaroğlu (1647) adlı şahıslar, dirliklerinin ellerinden alınması veya mahalli idarecilerin halka karşı yaptıkları zulümlerden dolayı ayaklanan diğer celaliler olmuştur.


KARAYAZICI İSYANI


Osmanlı Devleti'nde ilk büyük celali isyanı, XVI. yüzyılın sonlarında, Karayazıcı lakabı ile bilinen Abdülhalim tarafından başlatıldı. Resmi bir görevi olan Karayazıcı'nın isyan etme sebebi tam olarak bilinmemekle beraber, Osmanlı Devleti'nin yüzyılın ortalarından itibaren geçirdiği dönüşümün bir sonucu olduğu söylenebilir. 1599 civarında Urfa'da isyan eden Karayazıcı, kısa zamanda gücünü ve nüfuzunu artırdı ve 1,5 yıl süreyle Urfa'ya hakim oldu. Osmanlı Devleti, celali liderine sancakbeyliği makamı vermek suretiyle isyanı önlemeye çalıştı. Ancak Karayazıcı; Amasya ve Çorumda sancakbeyliği yaptığı dönemde de halka baskı ve zulümde bulunmaktan, etrafı tahrip etmekten geri durmadı. Faaliyetlerini Sivas ve Dulkadir eyaletlerini içine alacak şekilde genişleten Karayazıcı ve birlikleri; bölgedeki halkı tehdit ederek ağır salmalarla para topladılar, halkın mal ve erzakını yağma ettiler. İnsanlar; celalilerin korkusundan topraklarını terk ederek, müstahkem şehir ve kasabalara göç ettiler. Üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetlerine karşı zaman zaman başarı kazanan bu celali lideri, son muharebesinde Bağdat valisi ve celali serdarı Hasan Paşa'ya mağlup olmuş ve kaçtığı Canik dağlarında ölmüştür (1602).

Dönemin olaylarını araştıran Mustafa AKDAĞ, celali ayaklanmalarının sosyal yapıyı nasıl etkilediğini kitabında şöyle özetlemektedir:

Celali «mirimiran sekbanları», suhte, sipah zorbası bölükleri gibi türlere ayrılan büyük soyguncu gruplar; azılı başbuğların ardına takılarak köyleri talan etmeye başlamışlardır. Bu olayların yarattığı karışıklıklarda; pek çok halk, çiftini çubuğunu bırakarak köyünden kaçtığı için, bunlardan genç olan erkeklerin gidip ötede başka bir isyancı gruba katılmaları ile sekban bölükleri bir çığ gibi büyümüş, artık pek çok köyler nüfuslarının üçte ikisini kaybettikleri gibi, celalilere ya da öteki soyguncu gruplara kışlak, yazları da şehirlere-kasabalara saldırılarında eğrek olmuşlardır. Bu denli geniş göçmelerin sonucu olarak, bir haylisi ıssız kalan köylerden toprakları verimli olanların büyük çoğunluğunda kapıkulları, ümera, çavuş, müderris ve halktan güçlü olanlar çiftlik kurmuşlardır. Çiftlik sahipleri üretimde; ekinciliği değil, hayvancılığı üstün tuttukları için, kaçan köylülerin kerpiç, harçsız duvar ve başka şeylerden yapılmış harap kılıklı konutları yerine, bu gibi köylerde çiftliklerin haremlik-selamlık bölmeli konakları, ahır. samanlık ve öteki yapılar yükselmiştir.

Celalilerin sorumsuzlukları ve acımasızlıkları gerçekten tam bir felaketi yansıtmaktaydı.

1604 yılında Tavil ve Karabaş adamlarının soyduğu Kayseri Sancağı, 1605 ve 1606da Erzade, Zülfikar Paşa ve Ağaçtanpiri, Ali Gazi adlarındaki dört çetin sekban tarafından sürüler halinde arka arkaya harabeye çevrildi. Hatta bunlar Zamantı Kalesi'ni ele geçirip birçok kişileri acımadan öldürdüler. Celaliler, dirlik sahiplerinin veya mukataa eminlerinin vergi olarak köylüden topladıkları para, erzak ve öteki şeylerini zaptettiklerinden başka; koyun, keçi ve sığır sürülerini; at, katır, öküz, inek ve öteki hayvanları buradan alıp şuna, buna gayet ucuza satıyorlar ya da kendilerine gizlice yataklık edenler eliyle şehir pazarlarına döküyorlardı.


OSMANLI-AVUSTURYA REKABETİ OSMANLI-AVUSTURYA (1593-1606) SAVAŞLARI


Sokullu Mehmed Paşanın 1579 yılında ölümüyle «Duraklama Dönemi»ne giren Osmanlı Devleti'nin bu dönemde en çok savaştığı ülke, Avusturya olmuştur.

1593'ten 1606'ya kadar süren ve Kanije Zaferi'nin de kazanıldığı Osmanlı-Avusturya savaşları; Avusturyalılar tarafından «Uzun Türk Savaşları» ya da «Uzun Savaşlar» diye adlandırıldığı gibi, ilk çatışmalar 1591 de başladığı için, « 15 Yıl Savaşları» olarak da anılmaktadır.

Kanuninin Macaristan'ı fethederek, Orta Avrupa'da kesin bir askeri üstünlük sağlamasını hiçbir zaman içine sindiremeyen Avusturya; yakaladığı her fırsatta sınır ihlalleri yapmaktaydı. Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü büsbütün eriten İran seferleriyle uğraşmasından ve Anadolu'da bir türlü sona erdirilemeyen Celali İsyanlarının bastırılması ile ilgili sıkıntılarından yararlanarak, bölgede inisiyatifi ele geçirmek arzusunu taşımaktaydı.

Papa ve diğer Avrupa devletleri tarafından oluşturulan yeni bir haçlı ittifakının sınırda başlayan saldırılarına karşı Bosna Beylerbeyi Telli Hasan Paşa, 1593 yılında Avusturya topraklarına büyük bir akın harekatına girişti. Ancak bu girişim, beklenmedik ve ağır bir mağlubiyetle neticelendi. Hasan Paşa ve onunla birlikte savaşan çok sayıda Osmanlı askeri şehid düştü. Sınırda yaşanan bu tehlikeli gelişmeler üzerine III. Murad, Avusturya'ya savaş ilan etti. Bu savaşın gerekçesi olarak da Avusturya'nın 1533 yılında yapılmış olan İstanbul Antlaşmasına uymayarak yıllık vergisini ödememesini de gerekçe gösterdi.

Avusturya'ya yapılacak bu sefer için Sadrazam Sinan Paşa komutasında bir Osmanlı ordusu görevlendirildi. Budin Beylerbeyi de emrindeki kuvvetlerle orduya katıldı. Ancak düşmanla girişilen savaşta, Osmanlı kuvvetleri bir kez daha başarılı olamayarak yenildi. Askeri üstünlüğü ele geçiren Avusturya ordusu, Macaristan'daki çok sayıda kaleyi ele geçirdi ve 1594 yılı baharında da Estergon Kalesi'ni kuşatma altına aldı. Ancak Osmanlı takviye kuvvetlerinin yetişmesi üzerine, kaleyi almayı başaramadılar. Cephede bu olumsuz gelişmeler olurken; Osmanlı Devleti'ne tabi olan Erdel, Eflak ve Boğdan Beyleri de Papanın teşvikiyle isyan edip Avusturya tarafına geçtiler. Öte yandan Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü askeri ve siyasi buhrana 1595 yılında Padişah III. Murad'ın beklenmedik vefatı da tuz-biber ekti.


HAÇOVA MEYDAN MUHAREBESİ (1596)


Yeni Padişah III. Mehmed; bu yenilgi haberine ilaveten, Estergon Kalesi'nin de düşmesi üzerine, devlet ileri gelenleri ve ordunun arzusuna uyarak, bizzat sefere çıkmaya karar verdi.

III.Mehmed, 25 Haziran 1596 da İstanbul'dan hareket etti. Erdel ile Avusturya arasındaki haberleşme yollarını kontrol altında bulunduran ve stratejik açıdan önem taşıyan Eğri Kalesi'ni 19 gün süren kuşatmadan sonra 12 Ekim 1596 da fethetti. Burada bir süre konaklayan Osmanlı kuvvetleri, Avusturya ordusu hakkında bilgi almak için Haçova'ya bir öncü kuvvet gönderdi. Öncü birliğin yenilgiye uğraması üzerine derhal harekete geçen Osmanlı merkez ordusu, Haçova meydanında Avusturya kuvvetlerini büyük bir yenilgiye uğrattı. (26 Ekim 1596) Bu zafer, Osmanlı'nın yıpranan imajını biraz olsun düzeltti. Ayrıca bu savaş, Osmanlı tarihinin zaferle sonuçlanan son büyük meydan savaşı oldu. Bu büyük zaferden sonra sınır boylarında Avusturya ile karşılıklı akınlar düşük yoğunlukla devam etti. Oysa Haçova'dan sonra askeri açıdan yüklenilse; bölgede Osmanlı'nın her zaman hedeflemiş olduğu istikrar, sağlanabilir görünmekteydi.


TİRYAKİ HASAN PAŞA


1600 yılında sefere çıkan Sadrazam İbrahim Paşa, Osmanlı-Avusturya sınırında ve Belgraddan Orta Avrupa'ya açılan askeri yol üzerinde stratejik öneme sahip Kanije Kalesi'ni 40 günlük kuşatmanın ardından almayı başardı. Kanije'nin düşmesi, Avusturya için endişe verici bir gelişme olarak kabul edildi. Avusturya Arşidükü Ferdinand, 50.000 kişilik kuvvet ve 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. (1601) Ordusunda; başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere, İtalya, İspanya, Papalık askerleriyle gönüllü Fransız ve Macar birlikleri de yer almıştı.

Osmanlı askerleri 9 Eylül'de topçu atışıyla kaleye saldırıya başlayan müttefiklerin açtığı gedikleri; geceleri bin bir zorlukla, kapatmaya çalışmışlardır. Tiryaki Hasan Paşa; savunma sırasında kalede 100 kadar top bulunmasına rağmen, müttefık kuvvetlere, kalede top olmadığı intibaını vermiştir. Böylece öncü kuvvetleri aldatan Hasan Paşa, esas Avusturya ordusu kuşatmaya başladığında şiddetli bir top ateşi ile düşmana büyük zayiat verdirmiştir. Bundan sonra Hasan Paşa sık sık huruç harekatı yaptırarak müttefik kuvvetleri yıpratmıştır. Diğer taraftan da Sadrazam'a haber göndererek yardım talebini anlatan mektupları, Avusturya ordusunun yol güzergahına bırakarak onları yanıltmıştır. Ancak gerçekten de ihtiyacı olan yardımı alamamıştır. Buna karşılık takviye kuvvetler alan Avusturya ordusu; yeniden hücuma geçmiş, bu şiddetli hücumlar, Hasan Paşa'nın tedbir ve uygulamaları sayesinde bertaraf edilmiştir. 18.000 ölü veren müttefik kuvvetlerin, bir avuç Osmanlı kuvvetine karşı başarısız olması askerin maneviyatını artırmıştır. Kaleyi ne pahasına olursa olsun geri almak isteyen Arşidük; kış bastırdığı halde kuşatmadan vazgeçmemiş, askeri barındıracak siperler ve yer altı mevzileri kazdırmıştır. Hasan Paşa; kalede bulunan askerin bir kısmıyla dışarı çıkıp haçlı güçlerine hücum etmiş, bu karşı saldırıyla şaşkına dönen müttefik kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başlamışlardı. Bu bozgun sonrasında 47 top, 14.000 İtalyan tüfeği ve daha birçok savaş levazımatı ganimet alınmıştır. Bozgundan kaçanlar, Arşidük'ün etrafında yeniden toplanmışlarsa da Hasan Paşa, ele geçirdiği topları Üzerlerine çevirerek Avusturyalıları büyük bir yenilgiye uğratmıştır. ( 15 Kasım 1601)

Bu zafer haberi İstanbul'a ulaştığında; büyük bir sevinç meydana getirmiş, şenlikler yapılmıştır. Müdafaada kahramanca çarpışanların rütbeleri yükseltilmiştir. Padişah III. Mehmed, Tiryaki Hasan Paşaya vezirlik beratıyla birlikte çeşitli hediyeler vermiştir. Sultan III. Mehmed ayrıca gönderdiği hattı hümayunda;

"Sen ki Kanije Beylerbeyi ve tedbirli vezirim Hasan Paşasın. Allahın yardımıyla yaptığın hizmet bana bildirilip, esirgemediğin çalışmaların şükranla karşılandı. Berhudar olasın. Sana vezirlik verdim. Seninle beraber kalede kuşatılmış olan askerlerim ki, manen oğullarım demektir, yüzleri ak olsun:· diyerek kahramanları takdir etmiştir.

Sonuç olarak; bir kahramanlık nişanesi ve askeri sevk ve idarede bir maharet örneği olan bu savunma sayesinde Avusturya askeri hezimete uğratılmaya muvaffak olundu. Tiryaki Hasan Paşanın, Kanijede sergilenen savunmayla birlikte kale çevresinde cereyan eden muharebenin sevk ve idaresinde gösterdiği büyük başarısı, tabii ve suni engelleri aşmadaki üstün zeka ve kabiliyeti, her türlü takdirin üstünde kabul edilmektedir. Ayrıca harp taktiklerini en iyi şekilde kullanarak silah, araç ve gereç bakımından kendisinden kat kat üstün olan müttefik kuvvetlere karşı psikolojik harp yöntemlerini başarıyla uygulayarak üstünlük sağlamıştır. Tiryaki Hasan Paşa ilerlemiş yaşına rağmen, duraklama devrinde, askeri disiplin ve fedakarlık hislerinin zayıflamaya başladığı bir ortamda, kuvvetli şahsiyetinin etkisiyle, emrindeki askerlerden tek vücut bir kitle teşkil edebilmiştir.

Bu bol ganimet elde edilen üstün taktiklerle düşmanı mağlup eden savunmadan sonra, Osmanlı kuvvetleri, bölgede bozulan dengeleri yeniden kurmak amacıyla Macar ve Erdel (bu günkü batı ve orta Romanya) beyliğinde Osmanlı idaresini tekrar kurma girişimlerinde bulundu. Erdel beyinin Avusturya ile gizlice anlaşarak Erdeldeki bazı kalelere Avusturya askerleri yerleştirmesi ve Ortodoks Romen halka çeşitli mezalimlerde bulunması üzerine halk, Boçkayı isimli bir Erdel beyzadesi önderliğinde Avusturyalılara isyan bayrağı açtı. Bu gelişmeler Osmanlı yetkilileri tarafından dikkatlice takip edilmekteydi. Nite¬ kim Vezir-i Azam Lala Mehmed Paşa'ya müracaat ve kendisinden yardım talep edilmesi üzerine kendisine Erdel krallığı beratı, bir taçla beraber gönderildi. Ve her türlü yardımın yapılacağı bildirildi. Bununla da yetinilmeyerek askeri başarıları için fiilen kuvvetler sevk edildi. Estergon Kalesi'ni zaptettikten sonra Sadrazam Lala Mehmed Paşa, Peşte sahrasında on bin civarındaki Macar halkı önünde Boçkayı'ya, Erdel krallık tacını giydirip beline kılıç kuşattı. Böylece Boçkayı Avusturya kuvvetlerine karşı güçlendirilmişti. Öte yandan Eflak bölgesinde de Osmanlı otoritesi nisbeten sağlandıktan sonra, Avusturya ile tarafların uzlaştığı Zitvatorok Antlaşması (Kasım 1606) imzalandı. 


ZİTVATOROK ANTLAŞMASI


Tarafların kesin üstünlük kurmada zorlandığı, kendi iç meselelerinin arttığı bir siyasi durum, iki tarafı da barışa yaklaştırdı.

Anlaşmaya göre; Eğri ve Kanije Kaleleri Türklerde kalacaktı. Ayrıca Avusturya hükümdarı Bec Kralı şeklinde aşağılanmayacak ve Kayser unvanıyla Osmanlı padişahına denk kabul edilecekti. Avusturya'nın her yıl ödediği vergi kaldırılmakta, bir defaya mahsus 200.000 kara kuruş tazminat vermeyi kabul etmekteydi. Barış 20 yıllığına geçerli olacaktı.

Bu antlaşmaya göre, görünüşte Osmanlıların birkaç kale ve şehir almasıyla üstün olarak kazanılmış, fakat hakikatte ise devletin manen sukutunun birinci kademesini teşkil etmiştir. Muharebenin on dört sene sürmesi, Osmanlı ordusunun artık Kanuni devrindeki enerjisini kaybettiğini göstermiştir.


ZİTVATOROK BARIŞINDAN SONRA OSMANLI'DA GENEL DURUM


Osmanlı merkezi yönetiminde var olan siyasi istikrarsızlık, on yedinci yüzyıl boyunca artarak devam etti. 1. Ahmed'in genç yaşta vefat etmesi ve saltanat için yetişkin evlat bırakmaması üzerine; Osmanlı tahtına 26 yaşında dimağen hasta olan biraderi 1. Mustafa, devlet geleneklerine aykırı olarak çıkarıldı. Fakat akli melekelerindeki rahatsızlık saklanamaz hale geldiğinden, devlet ileri gelenlerinin müdahalesiyle tahttan indirilerek yerine 1. Ahmed'in 14 yaşındaki oğlu II. Osman (Genç Osman) hükümdar ilan edildi. Genç hükümdar, dinamik bir kişiliğe ve ıslahatlarla devleti toparlayacak bir vizyona sahipti. Ancak yaşı gereği, devlet tecrübesinden yoksun olduğu gibi, devleti yeniden ayağa kaldıracak kıratta güçlü yardımcı kadrolardan da mahrumdu. İyi niyetle ıslahatlar gerçekleştirmek için teşebbüste bulunmasına rağmen, yeniçerilerin engellemeleri yüzünden buna muvaffak olamadı.


II. OSMAN DEVRİ


Il. Osman, ordunun başına geçerek Lehistan'a sefer düzenledi. Ancak bu seferden; yeniçerilerin isteksizliği, başıbozukluğu ve yer yer savaştan firar etmeleri yüzünden arzulanan, devlete yeni bir ruh verecek sonuç elde edilemedi. Il. Osman; Hotin Kalesi önünde, bu ordunun artık devrini tamamladığını gözlemleyerek, yeni bir ordu kurmak gerektiği kanaatine vardı. Fakat tecrübesizliğinden dolayı, bu durumu açıkça etrafındakilere duyurdu. Her şeye rağmen; genç hükümdarın azmi, cesareti ve kararlılığı neticesinde Lehliler, Kanuni dönemi şartlarını esas alan bir barışı istemek zorunda kaldı.

Nihayet yeniçeri askeri; Genç Osman'ın hacca gitme bahanesiyle Mısır ve Şam kuvvetlerinden yeni bir ordu oluşturacağı söylentisi üzerine, harekete geçti. Tahtan indirilen Il. Osman, tecrübesizliğinin ve devlet erkanındaki insicamsızlığın bedelini; Yedikule Zindanı'nda yeniçeriler tarafından feci bir biçimde işkenceye tabi tutularak, hunharca öldürülmek suretiyle ödemiş oldu.


IV. MURAD DEVRİ


Osmanlı tahtına, 1. Mustafa'nın kısa dönem yeniden çıkarılması garabetinin ardından; Eylül 1623'te, henüz 11 yaşında olan IV. Murad getirildi. Dağıtılacak cülus için hazinede para olmadığından; Enderunda bulunan altın ve gümüş, darphaneye verilerek para kestirildi ve cülus bahşişi olarak dağıtılabildi.

IV. Murad'ın ilk yılları; iç karışıklıklar ve ordunun serkeşliklerinin öne çıktığı, yöneticiler arasındaki mücadele ve saray entrikalarından taşraya yansıyan isyanlarla geçti. Yeni padişah, yaşının olgunlaşması ve devletin işleyişine vukufıyetinin artmasından sonra ipleri ele aldı. Sertlik yönü ağır basan bir dizi ıslahata imza attı. Yeniçeri Ocağı'nı zapturapt altına almak için, hiçbir fırsatı kaçırmadı. Tütün ve içki yasağında aldığı tedbirlerle, sosyal alanda da devletin varlığını yeniden hissettirdi. İçte otoritesini sağlamlaştırıp devlet bürokrasisini bir nizama soktuktan sonra, İran üzerine seferler düzenledi ve Bağdat'ı yeniden ele geçirdi. Uzun mücadeleler sonucunda Safevilerle günümüze kadar kalıcılığını koruyan Kasr-ı Şirin Antlaşması'nı imzaladı. IV. Murad bazı şahsi zaaflarından dolayı vefat ettiğinde sadece 29 yaşında bulunuyordu.


İBRAHİM DEVRİ


Osmanlı tahtına I. İbrahim (1640-1644) çıktığında; içeride devam eden müessese temelindeki çürüme, dışarıda ise vaziyeti idare etme adına mevzii başarılarla geçti. Bu dönemde; bazı komutanların ferdi başarılarının etkisiyle, Kırım'a yapılan saldırılar önlendi. Batıda ise Venediklilerle yapılan mücadeleler sonrasında, Girit adasında bulunan bazı limanlar Osmanlıların eline geçti.


AVRUPA'DAKİ MEZHEP SAVAŞLARI


Sultan Süleyman'ın ölümü üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmişti. Osmanlı Devleti; içeride karışıklıklar, idari ve mali problemlerle boğuşmaktaydı. Avrupa'da artık fetihler dönemi kapanmıştı. Ancak rakip devletlere toprak da kaybedilmiş değildi. Bunun önemli bir sebebi; hem dini hem de siyasi olarak Avrupada reform karşıtı hareketlerin başlaması ve Avrupa devletleri arasında Otuz Yıl Savaşları'nın çıkmasıydı. Avrupa'da bazı devletler; Osmanlı'yla ittifak arayışına girmiş, ancak Osmanlı Devleti böyle bir yardımı verecek durumda olmadığı için, bu çabalar sonuçsuz kalmıştı. Öte yandan, 1648 Vesfalya barışıyla Batı Avrupa'da siyasi dengeler değişti ve yeni bir dönem başladı. 1618 yılından beri devam eden mezhep savaşlarının sonunu getiren bu barıştan sonra, Şarlken'in rüya ve arzusu olan «Avrupa Birleşik Katolik İmparatorluğu» hayali sona erdi. Bu süreçte İspanya askeri açıdan geriledi ve Avrupa siyaseti üzerindeki ağırlığı azaldı. Askeri açıdan güçlenen ve kalabalık bir nüfusa sahip XIV. Louis yönetimindeki Fransa, Elbe Nehri'nin batısında kalan topraklarda üstünlüğü ele geçirdi. Bu arada; gelecekte, Habsburglar'ın Avusturya İmparatorluğu'nu zorlayacak ve güçlü rakibi olacak olan Prusya Krallığı'nın temelleri de, Brendenburg seçici prensliğinin oluşmasıyla atılmaktaydı. Böylece Almanya'daki yüz civarındaki prenslik; zamanla Prusya'nın denetimine girecek, sonra da Alman krallığını oluşturacaktır. İngiltere ve Hollanda, bu dönemde denizaşırı sömürgelerden doğan ekonomik avantajlarını sürdürme ve genişletme gayreti içerisindeydi. Öte yandan Avrupa'yı kasıp kavuran bu mezhep savaşları; batının askeri teknolojisinin, savaş taktik ve tekniklerinin gelişmesine, kendilerini avantajlı kılacak birikimin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu durum Osmanlı Devleti'ni Orta Avrupada rakiplerine karşı zor durumda bırakacak bir gelişmeydi.



KÖPRÜLÜLER DÖNEMİ ISLAHATLARI


Köprülüler; on yedinci asrın en buhranlı dönemlerinde, Osmanlı Devleti'nin gerilemesini, aldıkları sert tedbirler ve yerinde kararlarla durdurmayı başarmış bir vezir ailesidir. Bu ailenin fertleri; Köprülü Mehmed Paşanın vezirliğe getirilişinin ardından, Osmanlı devlet teşkilatının içinde sadece Sadrazam olarak bulunmamış; komutan, Sadaret Kaymakamı ve Kaptan-ı Derya olarak uzun yıllar hizmet etmişlerdir.

Devletin yeniden güçlendirilmesinin, kanun ve nizamların tavizsiz olarak uygulanmasından geçtiğini düşünen bu önemli devlet adamları; devlete çekidüzen vermek için hiçbir sertlikten çekinmemişlerdi. Nitekim kısa vadede devlet nizamında olumlu tesirleri görülen bu katı tavır, köklü ıslahatlarla kalıcı iyileşmeye dönüşememişti. Çünkü duraklamaya ve çürümeye yol açan sebepler, çok daha geniş kapsamlıydı. Kısacası problemler bataklığında, sineklerle başarılı mücadele geçici çare olmuş; ancak devletin nizam ve intizamı için gerek orduda gerek ilmiye teşkilatında gerek de ekonomik ve askeri teknoloji alanında birçok yeniliğin yapılması gecikmiş ve bozulan müesseseler arasında ahenk bir türlü kurulamadığı gibi, sosyal ve kültürel yapıda meydana gelen erozyonlar da önlenememişti. Yine de Duraklama Dönemi'nde Köprülüler, devleti eski ihtişamına döndüren hamleler yapmayı başardılar.

En büyük mesele; ordunun eski gücünden uzaklaşması, rakiplerin yeni disiplinli ve mücehhez ordular kurmasıydı. Osmanlı Devleti'nin Avusturya İmparatorluğu'na ilk yenilgisi, 1644 yılında St. Gothardda olmuştur. Bu savaşın önemi; 17. yüzyılda Osmanlı ordusunun ve askeri bilgisinin, dönemin gelişmelerinin arkasında kaldığını açık bir biçimde göstermesidir. Otuz Yıl Savaşları sonunda, Avrupa ordularının; teşkilatlanma, eğitim, önderlik, taktik ve malzeme açısından çok büyük tecrübeler ve gelişmeler kazandığı anlaşılmıştır. Köprülü'nün ilk başarıları ve iyimserliğine rağmen, Osmanlı ordusunun; atadan kalma yöntemleriyle, çağın gerisinde kaldığı ortaya çıkmıştır.


KÖPRÜLÜ MEHMED PAŞA (1656-1661)


Köprülülerin ilki Mehmed Paşa; Osmanlı Devleti'nin en zor zamanlarında şartlar sürerek üstlendiği Sadrazamlık yılları boyunca, hem ülke içindeki başıbozuk tavır ve isyanlarla baş etmeye çalışmış, hem de çeşitli yerlere düzenlediği seferlerle zaferler kazanmıştır. Mehmed Paşa, Sadrazamlık yıllarında sert tedbirlere başvurdu; evvela ülke içinde kol gezen zorbaları yakalatıp cezalarını verdi. Daha sonra orduya el atarak ocaklarda düzeni sağladı. İstanbuldaki karışıklıklarda; yeniçeri kıyafetine soktuğu hıristiyanlarla müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum Patriği'ni idam ettirdi. İstanbul'daki ulema sınıfı arasındaki kargaşayı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmesini sağladı. Daha sonra Çanakkale Boğazı'nı kapatmış olan Venediklilere karşı harekete geçerek Venediklileri boğazdan attı ve ablukaya son verdi. Venedik işgali altındaki Bozcaada ile Limni adalarını geri aldı. Ardından; Eflak, Boğdan ve Erdel'deki isyanları ve Anadoludaki Abaza Hasan Paşa ve celali isyanını başarıyla bastırdı.

Köprülü Mehmed Paşa, yaşının bir hayli ilerlemesinden dolayı yorgundu. Bu yüzden Padişah'a kendisine halef olarak Halep Beylerbeyi tayin edilen oğlu Fazıl Ahmed Paşayı telkin etti. IV. Mehmed'in kabul etmesi üzerine Fazıl Ahmed Paşa çağrıldı, önce Sadaret Kaymakamlığı'na, babasının Edirnede vefatının ardından da Sadrazamlığa getirildi.



FAZIL AHMED PAŞA ve GİRİT'İN FETHİ (1669)


Girit; Ege Denizi'nde stratejik açıdan önemli bir konuma sahip olması sebebiyle, Osmanlı Devleti için alınması önem arz eden bir kale durumundaydı. Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren Doğu Akdeniz'deki adalara birer birer hakim olan Osmanlı Devleti; Kıbrıs'ın alınmasından (1571) sonra, Afrika'daki toprakları ile İstanbul arasındaki deniz yolları üzerinde bulunan ve Doğu Akdeniz hakimiyetini tehdit eden Girit'in de ele geçirilmesine büyük önem vermiştir.

Venediklilerin hakimiyeti altında bulunan ada; uzun süre Ceneviz ve Venediklilere Adalar Denizi'nde rahat hareket alanı sağlamış ve Osmanlı Devleti'nin Ege'nin tamamına hakimiyetini engellemiştir. Aynı zamanda ada, korsan gemilerine bir üs ve sığınak haline gelmiş, böylece Anadolu ve Ege kıyıları ile Afrika sahilleri arasındaki Osmanlı deniz ulaşımını tehdit eder duruma gelmiştir. Ayrıca Girit'i üs olarak kullanan Venediklilerin; deniz yoluyla Osmanlı kıyılarına sürekli saldırıda bulunmaları, Osmanlı Devleti'nin 1645 yılında harekete geçmesine sebep olmuştur. Bu tarihten 1669'da Kandiye'nin alınmasına kadar süren Girit Savaşları, Osmanlı Devleti'nin on yedinci yüzyıl boyunca yürüttüğü en uzun harplerden biri olmuştur. Fazıl Ahmed Paşanın ısrarlı tutumları sonucunda Venedikliler adayı teslim yoluyla terke mecbur kalmışlardır.

5 Eylül 1669'da Osmanlı Devleti ile Venedik arasında bir teslim ve barış anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre;

1. Kandiye Kalesi bütün cephanesiyle teslim edilecek, 

2. Suda ve Esparlonga (Spirna, Longa) ile Granbusa (Karanbasa) palangası Venediklilerde kalacak,

3. Akdeniz'deki Osmanlı adalarına Venedikliler tecavüz etmeyecek,

4.     Bosna taraflarında Dalmaçya hududundaki Kilis Kalesi Venediklilere bırakılacaktı. 

Böylece Girit, Fazıl Ahmed Paşanın 30 aylık kuşatmasının ardından toplam 245.000 şehid verilerek Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Anlaşmanın imzalanması ve Venediklilerin şehri boşaltmasından sonra kale, 27 Eylül'de törenle Fazıl Ahmed Paşa'ya teslim edilmiştir.

Girit Savaşı, hem Osmanlı tarihi hem de Venedik tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaşla, Venedik devletinin öncelikle Doğu Akdeniz'de hakimiyeti sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise Akdeniz'in stratejik açıdan en önemli adasını ele geçirmiştir.

Girit Savaşları, Osmanlı donanmasını da etkilemiştir. Bu savaşlara kadar Osmanlı donanmasının temelini; zayıf, fırtınaya karşı dayanıksız olan, eski çektiriler oluşturmakta idi. Avrupa'da yaygınlaşan yelkenli kalyonlar ise; daha güçlü, daha fazla personel taşıyabilen, daha modern gemiler idi. Osmanlı donanmasında çektirilerden kalyonlara geçişin yaşandığı dönem, Girit Savaşları ile başlamıştır. On yedinci yüzyıldaki bu büyük zafer sonucunda Ege Denizi'nden Akdenize açılmanın kilidi olan Girit; Osmanlı topraklarına katılmış ve süreç içerisinde, Osmanlı kurum ve kuruluşlarının yerleşmesiyle fetih, kalıcı hale getirilmiştir.



LEHİSTAN ve AVUSTURYA İLE MÜCADELELER


BUCAŞ ANTLAŞMASI (1672)


Genç Osman'ın Hotin Seferi'nin ardından, Lehistan (Polonya) ile Osmanlı Devleti arasında elli yıl süren bir barış süreci yaşandı. Ancak Lehlilerin Osmanlı himayesindeki Ukrayna Kazaklarına saldırması, barışın bozulmasına yol açtı. Sultan IV. Mehmed ve Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, Kazaklara yardım için Lehistan Seferi'ne çıktı. Osmanlı ordusunun üst üste kazandığı askeri başarıların ardından, Lehistan barış istemek zorunda kaldı.

Lehistan'la -Kırım Hanı'nın aracılığıyla- Temmuz 1672 de Osmanlı Devleti'ni kuzeyde en geniş sınırlara taşıyan Bucaş Antlaşması imzalandı. Buna göre, stratejik askeri konumu ve eşsiz güzellikleri bilinen Kamaniçe Kalesi'nin de içinde yer aldığı Podolya bölgesi Osmanlı hakimiyetine girdi. Antlaşmaya göre Ukrayna bölgesi de, Osmanlı hakimiyetini tanıyan Kazaklara bağlı kaldı. Lehler (Polonya) her yıl 220 bin duka haraç ve 70 bin taler tazminat ödeyecekti. Ayrıca Lehler, Kırım Tatarlarına ödemekte olduğu haracı vermeye devam edecekti.

Ancak bir çeşit demokrasiyle yönetilen Lehistan'ın Meclisi; ünlü komutan ve geleceğin Lehistan hükümdarı Jean Sobieski'nin antlaşmanın reddedilmesi yönünde gayret ve tahriklerde bulunmasıyla, antlaşmayı geçersiz saydı. Ve Şansölye Andreas Olsoyski'nin; "Rubicon'u aştık. Artık geri dönmek mümkün değildir." sözü sadece Bucaş Antlaşması'nın yırtılmasına değil; Jean Sobieski'nin siyasi gücünün artmasına, ardından da hükümdarlığa yükselmesine yol açtı. Nitekim hasta, çaresiz ve yorgun Leh Kralı; bu gelişmenin ardından, siyasi sahneden çekilmek zorunda kaldı.

Jean Sobieski, Bucaş Antlaşması'nın bozulmasının ardından güçlü bir orduyla Hotin Kalesi'ne saldırarak kısa sürede ele geçirdi. Podolya bölgesinde bazı askeri başarılar elde etti. Bu tehlikeli gelişme üzerine; Osmanlı Devleti'nde Kuzey Orduları Serdarlığına, Şeytan İbrahim Paşa tayin edildi. Yeni komutan, güçlü bir ordu ve Tatar yardımcı kuvvetlerinin de yer aldığı birliklerin desteğiyle bölgeye intikal etti. Sınırlı askeri gücüyle zor durumda kalan Jean Sobieski, barış arayışlarına girişmek zorunda kaldı. Kamaniçe'nin kendilerine geri verilmesi, Ukrayna Kazakları üzerindeki Osmanlı hakimiyetinin kaldırılması taleplerini içeren Lehlerin barış isteği reddedildi. Türkleri iyi tanıyan ve Türkçe de bilen Jean Sobieski; daha önce akdedilmiş olan Bucaş Antlaşması'nın, maddi yükümlülükleri kaldırılarak yenilenmesini, kabul etmek zorunda kaldı.


İMRE TÖKELİ AYAKLANMASI ve OSMANLILARIN BATIYA YENİ SEFERİ


Kanuni zamanında yapılan Avusturya barışına göre Avusturya hakimiyetine bırakılan Macar topraklarında yaşayan Kalvinistler ve halkın zorla Katolikleştirilmesine karşı çıkan Macar asilzade sınıfı, Almanlardan ve Kayser'in zorba yönetiminden hiç memnun değildi. Hatta yer yer silahlı ayaklanmada bulunmakta, bu amaçla Osmanlı Devleti'nden Erdel beyi Apafi Mihal vasıtasıyla yardım istemekteydiler. 1667 yılında, Fazıl Ahmed Paşa kendisine müracaat eden muhaliflerin yardım taleplerini dinledi ve «Avusturya ile barışın devamı adına»; Avusturya'ya karşı askeri yardım için işbirliği teklifleri reddedildi. Daha sonra müteaddit aralıklarla tekrarlanan bu istekler, Osmanlı Devleti tarafından istikrarın korunması amacıyla yerine getirilmedi. Üstelik 1677 yılında, Bab-ı Ali Macar milliyetçilerine destek vermeyeceğini resmen de açıkladı.

Ancak Macaristan'da huzursuzluk bir türlü sona ermiyor, sınır ihlalleri eksik olmuyor, Avusturya-Alman güçlerine karşı Macar asillerinin ayaklanması ve Osmanlıdan yardım taleplerinin ardı arkası kesilmiyordu.

Fazıl Ahmed Paşadan sonra aynı aileden sadrazamlığa getirilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa döneminde; Macar İmre Tökeli ayaklanması, bazı kale ve şehirleri ele geçirmesiyle ciddi bir boyuta ulaştı. Bu durum Kara Mustafa Paşa'nın sadrazamlığını batıda bir zaferle taçlandırma adına, yeni bir fırsatı ortaya çıkardı. Esasen bu durum; Köprülüler Dönemi'nin bütününde takip edilen; «Avamı gölgeler ve dumanla beslemek» politikasının gereği olarak, bir şehir veya kale ele geçirilerek tabii sınırlarına ulaşmış Osmanlı Devleti'nde «saray hoşnut, halk da zinde tutulmalı» anlayışı için uygun kaçınılmaz özellikteydi.

1681 yılında İmre Tökeli Sazthmar'ı da ele geçirdi. Muhaliflerin birçok Macar vilayetinde inisiyatifi ele geçirmesi, İstanbul'da memnuniyetle karşılandı ve kazanılan başarılar adeta Osmanlı zaferi olarak addedildi ve açıktan yardıma, ardından da fiilen askeri müdahaleye karar verildi.

1682 yılında Budin Beylerbeyi'nin komutasındaki Türkler, harekete geçerek kısa bir kuşatmanın ardından Macaristan ve Slovakya sınırındaki Fülek Kalesi'ni ele geçirdi. Büyük sefer öncesinde bir keşif harekatı niteliği taşıyan bu yürüyüşle beraber, tahkimatlarla Osmanlı askeri varlığı güçlendirildi. Avusturya'ya gözdağı verilerek; Macarların İmre Tökeli önderliğindeki yeni yönetimi, Sultan'a bağlı vassal devlet olarak ilan edildi.

Öte yandan Avusturya ve Jean Sobieski'nin liderliğindeki Lehistan, gizlice askeri dostluk ve işbirliği antlaşması imzaladı.

Artık, Osmanlı ve Avusturya devletleri yeni bir savaşın eşiğine geldi. Nihayet 1683 Nisan'ında Kara Mustafa Paşa büyük bir orduyla yeni bir batı seferi için yola çıktı. Orduya Afrika ve Basra'dan da eyalet askerleri katıldı. Ordu Belgrad'a vardığında, Osmanlı Sultanı IV. Mehmed'in ve ordu komutanlarının huzurunda, Macarların yeni yönetimi için taç giyme merasimi yapıldı.

Belgrad’dan kuzey istikametine doğru, Serasker Kara Mustafa Paşa önderliğinde ilerleyen ordu, stratejik konumdaki Yanıkkale'ye ulaştı. Burada Kara Muslafa Paşa; yazılarıyla, bölgedeki Macar güçlerini İmre Tökeli bayrağı altında toplanmaya davet etti. Yürüyüşünü sürdüren Osmanlı ordusu, Mohaç Ovası'nı aştı. Eflak ve Boğdan kuvvetlerinin katılımıyla, İstolni Belgrad karargahına ulaştı. Kırım Hanı Murad Giray da burada kuvvetleriyle orduya dahil oldu. Ayrıca 150 gemiden oluşan Tuna ince donanması da ordunun mühimmat nakli ve bölgenin güvenliği için Tuna'da hazır bulundurulmaktaydı.


II. VİYANA KUŞATMASI


Temmuz ayında Viyana önüne gelen Osmanlı ordusu, şehri derhal kuşatma altına aldı. Kuşatma sırasında Kara Mustafa Paşanın; karargahında, kuşatma konusunda görüş ve düşüncelerini öğrenmek istediği Erde! beyi Apafı Mihal şunları söyledi:

''Askerlerinize, mühimmat ve cephanenize söz yok. Cümle hıristiyan devletleri bir yere gelse bu cemiyete malik olamaz ve mukabelenize kimse gelemez. Lakin Beç (Viyana) sarp kaledir. Gelindiği gibi eğlendirilmeyip yürüyüş veya vire ile alınması mümkün olaydı güzel iş idi. Ve illa bu teenniye göre (ağırdan alış) fethi gittikçe güçleştirir. Bu kadar insan ve hayvana dağlar dayanmaz. Ganimet elde edenler kaçarlar. Hem kalıt u galaya uğrar ve hem de buralarda erken gelen kıştan çok sıkıntı çekersiniz. Haber aldığımıza göre; İmparator, hıristiyan devletlerden yardım istemiştir. Benim fikrime göre; Yanıkkale'nin zaptına himmet edip kışı orada geçirerek düşman topraklarını vurmuş olsa idiniz, İmparator'u amana düşürürdünüz. Mademki Yanıkkale'yi almadınız, Tuna'nın etrafını vurup sonra Uyvar üzerinden Budin'e gidip kışı orada geçiriniz."

Bu değerlendirmeye karşılık Merzifonlu Kara Mustafa Paşa;

"Sen Nemçe'den (Avusturya) korkuyorsun. Var git Yanıkkale altında zevkine bak." diyerek onu huzurundan kovdu.

Bu arada hezimetten çekinen Avusturya İmparatoru Leopold, kuşatma başlamadan bir hafta önce şehri terk etti ve Viyana'ya 60 saat mesafedeki Lenz kasabasına çekildi. Şehrin savunmasını, 20 bin kişilik ordusuyla Sterhemberg Kontu Ernst yapmaktaydı. Osmanlı ordusu; kenar mahallelerden itibaren, imparatorluk başkentini sıkıştırmaya ve 300 topla dövmeye başladı.

Ancak Papa'nın gayretiyle; Viyana'ya, Avrupa'nın birçok yerinden yardım akmaya başladı. Kuşatmanın uzaması üzerine, Osmanlı ordusunda yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Hayvanlar için de yeterli yemin bulunamayışı, ciddi hayvan telefatına yol açmaktaydı. Öte yarıdan Kara Mustafa Paşa'nın civardaki mevzileri tutmak amacıyla kuvvetlerinin bir kısmını göndermesi de, kuşatmanın derinleşmesini ve zafere dönüşmesini önlemekteydi. Buna rağmen Adana Beylerbeyi Mehmed Paşanın; kuşatmayı yarma harekatına girişen bir Alman ordusunu yenmeyi başarması, şehrin teslim olacağı ümitlerini artırmaktaydı.

Bölgedeki diğer hıristiyan devletler de endişeliydi. Lehistan Hükümdarı Jean Sobieski'nin;

"Bugün Viyana elden giderse Varşova'yı kim koruyacak?" ifade ve anlayışı, kuşatmanın ve savaşın seyrini değiştirdi. «Müttefik Haçlı Güçleri»ne kumanda eden Sobieski; Tuna'yı aşarak, Osmanlı ordusunun sol geri hatlarına sarkmayı başardı.

Öte yandan durumun giderek ağırlaştığını gören Kara Mustafa Paşa; bir büyük saldırı gerçekleştirerek, bazı askeri mevzileri ele geçirdi. Ancak, Budin Beylerbeyi İbrahim Paşanın Sobieski kuvvetlerine yenilmesi, baskınların ardından ordu düzeninin bozulması ve Tuna ağzını tutmakla görevlendirilen Kırım Hanı'nın yeterli gayreti göstermemesi; büyük bir bozgunu beraberinde getirdi.

Nitekim 10 Ekim 1683'te Jean Sobieski, Parkanlar'dan (Ciğerdelen'den) eşine yazdığı mektubunda;

"Bu seferde Tatarlar yine yoktu. Yalnızca birkaç yüz kadar... Görüyorum yeni Kırım Hanı da tıpkı diğer eski han gibi bizimle savaşmak istemiyor:' diyordu.


MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA'NIN İDAMI ve ŞAHSİYETİ


Geri çekilen kuvvetleriyle Belgrad'a dönmek zorunda kalan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, başarısızlığının bedelini; Viyana Kuşatması'nı zamansız bulan Sultan IV. Mehmed tarafından gönderilen görevlilerce idam edilerek ödedi. Oysa ölüm fermanını büyük bir tevekkül içinde karşılayan Sadrazam; mağrur, inatçı ve sert kişiliğinin yanında; sevk ve idare kudretine malik, cesur bir karaktere sahipti. Viyana önünde kahramanca taarruzları, askerin cesaretini artırmak için bizzat çatışmalara katılması, haçlı askeri takviye kuvvetlerinin kıskacından kurtulmak için olağanüstü direnişi; bozgunu önlemeye yetmemişti. Bozgundan sonra da müdebbir bir vezir olarak; dağılan Osmanlı askerini toplaması, bölgedeki kalelerin tahkim ve takviyesi, daha büyük felaketlerin önünü kesmişti.

Viyana Bozgunu, Avrupa'nın ortalarına kadar girmiş olan Türk ordularının son seferidir. Bu dönüş, Kanuni Sultan Süleyman döneminden sonra bir durgunluk dönemi geçiren Osmanlı ordularının, Avrupa'yı telaş ve heyecana düşüren istilalarının sonu olmuştur. 


«KUTSAL İTTİFAK»IN KURULMASI


Papa XI. İnnocent'in isteği doğrultusunda; daha önce gerçekleşen Lehistan ile Avusturya arasındaki ittifaka, Nisan 1684 tarihinde Venedik de katıldı. Buna göre; Osmanlı Devleti'ne karşı Avusturya ve Lehistan karadan saldırırken, Venedik de donanmayla savaşa katılacak ve Dalmaçya kıyılarından Osmanlı kuvvetlerine hücum edecekti. Yapılan işbirliği anlaşması çerçevesinde, hıristiyan aleminin hükümdarları ve özellikle Rus Çar'ı da «Kutsal İttifak»a katılmaya davet edilecekti. Nitekim Ruslar; Lehistan ile aralarındaki anlaşmazlıkların aşılmasının ardından, 1686 yılı Nisan'ında Osmanlı karşıtı cephede yerini aldı. Ardından Kırım ve Azak bölgesine ordu göndererek yeni bir cephe açmış oldu.

Viyana Kuşatması'nı yarmayı başaran «Müttefik Haçlı Güçleri»; İran ile de ittifak yolları aramış, ancak Süleyman Şah, ittifak isteğine ret cevabı vermiştir. Ayrıca Etiyopya hıristiyanları da; «Müttefik Haçlı Güçleri»nin, Osmanlı'ya bağlı Mısır'a saldırı taleplerine olumlu cevap vermedi.


MÜTTEFİK HIRİSTİYAN GÜÇLERİYLE SAVAŞLAR


Jean Sobieski'nin; Viyana Zaferi'nin parıltısından gözleri kamaşmıştı, Osmanlı ordularının çok kısa sürede yenileceğini umarak 1686-1691 yılları arasında Lehler adına Boğdan'a saldırılar gerçekleştirdi. Ancak umduğunu bulamadığı gibi, ısrarlı saldırıları da Osmanlı güçleri tarafından püskürtüldü.

Oysa Avusturya'nın Viyana ablukasını yararak, Osmanlı güçlerine karşı büyük bir zafer kazandıktan sonra, ilk hedefi; Budin'i ve bütünüyle Macaristan'ı ele geçirmek idi. Çok geçmeden, Osmanlı şan ve şeref hatıralarının ebedileştiği Estergon Kalesi düştü. Daha sonra yoğunlaştırılan mücadelelerin ardından; Uyvar Kalesi istikametinde tüm topraklarda, Macaristan ve Erdel bölgesinde askeri üstünlük Avusturya kuvvetlerinin eline geçti.

Charles de Lorraine komutasındaki ittifak güçleri, Budine saldırdı. Budin Valisi Abdurrahman Avni Paşa (Arnavut); tepeleri tutup yardım gelmesini engelleyen düşmana karşı, iki buçuk ay kahramanca direndi. Ancak Eylül 1686'da, askerleriyle birlikte kanının son damlasına kadar direndi ve göğüs göğüse son mücadelelerin ardından şehid oldu. Bu kahraman askerlerin eşsiz direnişi ve düşmana büyük zayiat verdirmesinin ardından, Budin Kalesi Avusturya'nın eline geçti. Bu durum, Macaristan'daki 150 yıllık Osmanlı hakimiyetinin kaybolmasına yol açtı. Budin'deki müslüman halk, kadın ve çocukların iniltileri arasında kılıçtan geçirildi ve kaledeki Osmanlı eserleri yok edildi.

Osmanlı için buhranlı yıllar devam etmekteydi. 1687 yılında; Mohaç Ovası'nda yaşanan mağlubiyet ve 20 bin Osmanlı askerinin şehid olması, Osmanlı sarayında taht değişikliğine yol açtı. Ordu; IV. Mehmed'in devlet işleriyle ilgilenmediği, devamlı av eğlencelerinde gününü gün ettiği gerekçesiyle, İstanbul'a yürüdü ve kendisini tahttan indirerek Il. Süleyman'ın tahta çıkmasını sağladı. Aynı yıl Venedikliler; Atina'yı ele geçirdikleri gibi Avusturyalılar da Eğri Kalesi'ni ele geçirdiler. İstolni Belgrad Kalesi de Habsburgların eline geçerken, müslüman halk kılıçtan geçirildi.


KÖPRÜLÜ FAZIL MUSTAFA PAŞA'NIN DEVLETİ TOPARLAMASI ve ŞEHADETİ


1689 yılında, Köprülü ailesinden değerli bir asker ve devlet adamı olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa sadrazamlığa getirildi. Devlete nizamat verme adına, iç karışıklıkları bastırmakla işe başlayan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa; halkı ezen gereksiz vergileri ortadan kaldırdı. Saraydaki değerli eşyaları darphanede paraya çevirerek, maliyeyi düzeltme yoluna gitmiş ve ordudaki asker sayısını azaltarak orduyu yenilemiştir. Devlet adamlarının padişaha hediye takdimini kaldırmış; böylece devlet adamlarının üstlerine yaranma adına, halkı külfetler altına sokmasının önüne geçmek istemiştir.

Paşanın Avusturyalıların üzerine yürüyerek Niş, Budin ve Belgrad'ı geri almayı başarması; orduya güven verdiği gibi, halka da büyük bir moral oldu.

Bu arada ordunun toparlanmasının etkisiyle, Yunan cephesinde de kısmi bir başarı sağlandı ve Avlonya Kalesi Venediklilerden geri alındı.

1691 yılında Avusturya Seferi'ne çıkan Fazıl Mustafa Paşa, Salankamen'de düşman ordusuyla karşılaştı. Çok yoğun çarpışmalar sonucu, Avusturya ordusunda ilk dağılmalar başladı; bu arada, Kırım Hanı'nın ordusu da Osmanlı ordusunun yanında savaşmak için ilerliyordu. Osmanlı kuvvetleri; Tuna'da, 800 kayık dolusu düşman erzakını ele geçirdi. Osmanlı ordusu, savaşı başarıyla sürdürmekte ve düşmana büyük zayiat verdirmekteydi. Ancak savaş devam ederken, Fazıl Mustafa Paşa; orduyu cesaretlendirmek için ön saflara çıktığı bir sırada, alnına isabet eden kurşunla şehid oldu. Askerlerden saklanamayan bu facia, Osmanlı hatlarının çözülmesine yol açtı. Osmanlı ordusunun bocaladığını gören Habsburg kuvvetleri, tam taarruza geçtiler. Kırım Hanı savaş yerine geldiğinde, dağılmış Osmanlı ordusuyla karşılaştı. Talihsiz bir biçimde yeni bir bozgun yaşanmış ve ordunun tüm ağırlıkları düşmanın eline geçmişti.

Osmanlı'nın askeri gücünü kuzey bölgesine yoğunlaştırmasından yararlanan Venedik de Mora ve Adriyatik'te mevzii başarılar elde etti. Ayrıca Rusya da fırsattan istifade ederek; «Müttefik Haçlı Güçleri»ne katılmanın meyvesini, Karadeniz'in en stratejik kalesi olan Azak Kalesi'ni ele geçirerek topladı.

Osmanlıların, «Kutsal İttifak Devletleri»yle 15 yıl süren ve yer yer bazı başarıların da yer aldığı yorucu ve amansız mücadeleleri; Zenta yenilgisi ile noktalandı. Nitekim Il. Mustafa kumandasında üçüncü kez Avusturya üzerine sefere çıkan Osmanlı ordusu; Zenta'da, Prens Eugene'in kuvvetlerince Tisa Irmağı'nda sıkıştırıldı. Osmanlı ordusu 30 bin kayıp vererek dağıldı. Bu savaşta, Vezir-i Azam Elmas Mehmed Paşa da şehidler arasındaydı. Uzun süren savaştan yorgun düşen Osmanlı Devleti; İngiltere Hükümeti'nin araya girmesi sonucu, Osmanlı Devleti'nin batıda en büyük kayıplara uğradığı Karlofça Antlaşması'nı imzaya razı oldu.

1699 yılında Karlofça Kasabası'nda (Şimdi Sırbistan sınırları içerisinde yer almaktadır.) imzalanan bu antlaşmaya göre; Banal ve Temeşvar hariç bütünüyle Macaristan ve Erdel Beyliği Avusturya'ya bırakıldı. Ukrayna ve Podolya, Lehistan'ın hakimiyetine girdi. Mora ve Dalmaçya kıyıları, Venediklilere verildi.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak