13 Ocak 2024 Cumartesi

İLMİHAL-11 / NAMAZ-6

 


CEMAATLE NAMAZ


A) CEMAATLE NAMAZ


a) Cemaatle Namaz Kılmanın Fazileti


İslâm dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada eda edilmesinin teşvik edilmesi, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının topluca kılınmasının gerekli görülmesi, müminlerin görüşüp halleşmelerine, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir anlam taşımaktadır. Bu bakımdan cemaatle namaz esprisi, oluşturulmak istenen birlik ruhunun hem bir göstergesi ve hem de o birlik ruhunun sağlamlaştırıcısı ve devam ettiricisi olmaktadır.

"Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir bölümü seninle birlikte namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar" (en-Nisâ 4/102) âyetinde Allah Teâlâ cihad sırasında korkulu anlarda bile cemaatle namaz kılmayı söz konusu etmektedir. Korkulu anlarda cemaatle namaz kılmanın teşvik edilmesi, normal zamanlarda cemaate riayet edilmesinin daha öncelikli ve önemli olduğunu da belirtmiş olmaktadır. Savaş durumunda namazın, normal kılınış biçiminin dışında farklı bir şekilde kılınması, cemaatin önemi ve güvenlik gibi sebeplerle açıklanabileceği gibi, bunda sahâbenin Peygamber'le birlikte namaz kılma iştiyakının da rolü bulunmaktadır. İnsanlar Hz. Peygamber'in arkasında, iki ayrı grup halinde nöbetleşe namaz kılınca, hem cephe terkedilmemiş, hem de herkes Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılmış olmakta ve bu suretle Hz. Peygamber'in belli bir grupla namaz kıldığı takdirde ortaya çıkması muhtemel olan yanlış anlamanın önüne geçilmiş olmaktadır.

Hz. Peygamber cemaatle namazı teşvik sadedinde cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi veya yirmi beş derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir (Buhârî, "Ezân", 30; Müslim, "Mesâcid",)

O, Kendisi de hayatı boyunca cemaate namaz kıldırmış, hastalandığında ise cemaate katılarak Ebû Bekir'in arkasında namaz kılmıştır. Cemaatle namaz, içerdiği dayanışma ve yardımlaşma anlamı nedeniyle İslâm'ın bir şiarı ve sembolü haline gelmiştir ve vazgeçilmez bir uygulama olarak öylece devam etmiştir.

Cuma namazı dışında en kuvvetli cemaat, sabah namazının cemaati, sonra yatsı namazının cemaati, sonra ikindi namazının cemaatidir. Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi" (Buhârî, "Ezân", 9, 32; Müslim, "Salât", 129, 131). Bir başka hadiste de "Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış sevabını alır. Sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibi sevap alır" (Buhârî, "Ezân", 34; Müslim, "Mesâcid", 260) buyurmuşlardır.

Safların en faziletlisi en ön saftır. Bu fazilet imama yakınlık derecesindedir. Fakat imama en yakın duran kişiler imamlığa ehil olan kişiler olmalı ki imamın abdesti bozulduğunda, hemen birini yerine geçirebilsin.


b) Cemaatle Namazın Hükmü


Cemaat fazileti her ne kadar bir kişiyle de olabilir ve hâne halkıyla dahi cemaatle namaz kılınabilirse de bu, camiye çıkmanın ve daha kalabalık bir cemaatte bulunmanın sevabına denk olmaz. Farz namazların cami ve mescitlerde cemaatle kılınışı İslâm dininin bir sembolü ve şiarı olduğu için bunun terk ve tatil edilmesi asla câiz görülemez.

Cemaatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber "Üç kişi bir köyde veya sahrada bulunur ve cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer" buyurmaktadır (Ebû Dâvûd, "Salât", 47). Bir diğer hadiste ise "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm" (Buhârî, "Ezân", 29, 34; Müslim, "Mesâcid", 251-254) diyerek cemaatin topluca terkedilmesinin en ağır müeyyide uygulanmasını gerektiren yanlış bir davranış olduğunu ifade etmektedir.

Cemaatle namaz kılmanın önemine dair bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler, cemaatle namaz kılmanın erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler de farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre ise, cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir. Kadınların, hastaların, çok yaşlı kimselerin ve kötürümlerin ise cemaatle namaz kılmak için mescide gitmesi gerekmez.

Hanefî ve Şâfiîler'e göre, cemaatin en az sayısı imam ve ona uyan olmak üzere iki kişidir. Hatta uyan kişi çocuk da olabilir. Çünkü Hz. Peygamber, teheccüd namazında çocuk yaşta olan İbn Abbas'a imamlık yapmış ve bir hadisinde "İki kişi ve daha fazlası cemaattir" (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 198) buyurmuştur.


c) Kadınların Mescidlere Gitmeleri ve Saf Düzeni


Hz. Peygamber kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Bu konuya ilişkin hadislerden bazıları şöyledir:

"Kadınların mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır" (Müslim, "Salât", 134-137; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 148-149).

"Kadınlarınız gece mescide gitmek için sizden izin istediklerinde onlara izin verin" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 944-945; Müslim, "Salât", 139).

"Kadınlar cemaate katılmak istedikleri zaman, koku sürünmesinler" (Müslim, "Salât", 141-142).

Hz. Peygamber döneminde kadınların sabah namazına gittiklerine dair rivayetler yanında, Hz. Peygamber'in kadınları bayram namazına katılmaya teşvik ettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 98-99; II, 222-223, 311, 510-511, 891). Bu hadislerden birinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Henüz kocaya gitmemiş genç kızlar, perde arkasında yaşayan kadınlar (zevâtü hudûr) ve hayızlı kadınlar evlerinden çıksınlar; hayır ve müminlerin duasına (davet) şahit olsunlar.

Hayızlı kadınlar, namaz kılınan yerden uzak dursunlar" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 234-235).

Farz namazların camide cemaatle kılınması daha faziletli olmakla birlikte, klasik dönemde fitne endişesiyle kadınların camiye gitmesine pek sıcak bakılmamıştır. Ebû Hanîfe serkeşlerin, kötü niyetli kimselerin uykuda olması sebebiyle güvenlikli vakit olduğu düşüncesiyle, yaşlı kadınların sabah, akşam ve yatsı namazlarında camiye gitmelerinde bir sakınca görmemiştir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise yaşlı kadınlar bütün vakit namazlarında camiye gidebilirler. Sonraki Hanefî fakihlerine göre ise zamanın bozulması ve fıskın ortaya çıkması sebebiyle yaşlı da olsalar kadınların cuma ve bayram namazlarına gitmeleri mekruh görülmüştür. Şâfiî ve Hanbelîler ise, ister genç ister yaşlı olsun güzel ve gösterişli kadınların, Mâlikîler'e göre de erkeklerin ilgi duymadığı yaşlı kadınların bile cemaatle namaz kılmak üzere camiye gitmeleri mekruhtur.

Günümüzde ve ülkemizde sokaklar örtülü, örtüsüz kadınlarla dolup taşmaktadır. Bu durumda örtülü kadınların camiye gelmeleri fitneye sebep gösterilemez. Aksine cemaatle namaz, çocukların eğitiminden birinci derecede sorumlu olan annelerin ve anne adaylarının dinî bilgi ve şuurlarını takviye eder.


Saf Düzeni ve Kadının Namazda Erkeğin Hizasında Bulunması


Kadınların cemaatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veya hizada olması, ilmihallerde "muhâzâtü'n-nisâ" terimiyle ifade edilir.

İmama uyacak kişi sadece bir erkek kişi ise imamın sağına durur. Soluna ve arkasına durmak sünnete aykırı olduğu için mekruhtur. İmama uyanlar birden çok iseler imamın arkasına dururlar. İmama uyacak kişi tek kadın ise imamın arkasına durur. Cemaat çoğalıp saf teşkil edilecek ise saf düzeni, önce erkekler safı, onun arkasında çocuklar safı ve onun arkasında kadınlar safı olacak şekilde yapılır.

Kadınların cemaate katılmaları durumunda saf düzenine riayet edilmesi gerektiği hususunda âlimlerin görüş birliği vardır. Buna göre kadınların, safın en gerisinde, erkeklerin varsa çocukların arkasında namaza durmaları gerektiği söylenmiştir.

Bu şekildeki uygulamanın, kadınların aşağılandığı ve "ikinci sınıf" konumuna indirgendiği anlamına alınması doğru değildir. Bu uygulama ile kadınlar camilerin dışına atılmış olmadığı gibi Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış da değildir. Namaz nerede kılınırsa kılınsın namaz kılan kimse Allah'ın huzurundadır. Sadece herkesin anlayabileceği tabii, fıtrî birtakım sebepler yüzünden kadınların arka saflarda durması önerilmiştir. Bu şekildeki saf düzeni hem kendilerinin, hem de camideki erkek cemaatin daha huşû ve sükûn içerisinde namaz kılması için oldukça yerinde bir uygulamadır. Bu durumda kadınlar emre itaat etmiş olmaları sebebiyle ilk safın sevabından mahrum da olmazlar. Zaten cemaatle namazda ilk safın daha faziletli görülmesi, biraz da cemaatin dağınıklığını önlemeye, saf düzeninde disiplini sağlamaya mâtuf bir tedbirdir.

Hz. Peygamber'in uygulamasına uygun olarak erkeklerin selâm verir vermez kalkmamaları, biraz beklemeleri yerinde olur. Ümmü Seleme'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber selâm verince kadınlar, Hz. Peygamber selâmı tamamlar tamamlamaz kalkarlar; Hz. Peygamber de ağırdan alır, kalkmadan önce birazcık beklerdi (bk. Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 891).

Özellikle Hanefî bilginler, saf düzenine uyulmasını sağlamak ve uygunsuz durumların ortaya çıkmasını engellemek için, cemaatle kılınan namazda, kadının erkeğin hizasında durarak namaz kılması durumunda, erkeğin namazının sahih olmayacağını söylemişlerdir. Daha açık söylemek gerekirse bir kadın erkek safları arasında namaz kılacak olsa kadının iki yanındaki birer erkeğin ve kadının tam arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur, ötekilerin namazı bozulmaz. Hanefîler'e göre bu durumda namazın bozulmasının nedeni, duruş düzeni (tertîbü'l-makam) farzının terkedilmiş olmasıdır. Nitekim imama uyan kimse imamın önüne geçecek olursa, duruş düzenini ihlâl ettiği için namazı bozulur.

Cenaze namazı, mutlak namaz olmadığı için cenaze namazında kadınların erkeklerle aynı hizada bulunması namaza zarar vermez. Namazda kahkaha ile gülmek abdesti bozduğu halde, cenaze namazında gülmenin abdesti bozmaması, cenaze namazının bu özelliğiyle de bağlantılıdır. Ancak cenaze namazında da sünnet olan saf düzeni, kadınların arkada olmalarıyla gerçekleşir.

Yine yönelinen cihetlerin farklı olması durumunda, Kâbe'nin içerisinde de muhâzât sorunu yoktur. Çünkü farklı yönlere yönelme durumunda muhâzât söz konusu olmaz.

Duruş düzeninde kadınların yerini belirleyen "Kadınları Allah'ın koyduğu yere, arka saflara yerleştirin" (ahhirühünne, haysü ahharahünnellâh [bk. Zeylaî, II, 36]) ve "Kadınların saflarının en şerli olanı ilk saftır" (şerru sufûfi'n-nisâ evvelüha [bk. Müsned, II, 336]) gibi hadisler rivayet açısından kuvvetli olmadığı gibi, konuya delâleti de açık ve kuvvetli değildir. Hanefîler prensip olarak namazın farzlarının ancak yakîn ve kesinlik ifade eden yollarla sabit olabileceğini kabul ederken, bu muhâzât meselesinde, yani cemaatle namaza duruş düzeninin belirlenmesinde, yakîn ifade etmeyen haber-i vâhidlerle amel etmişlerdir. Çünkü duruş düzeni, cemaat namazının farzlarındandır ve cemaat namazının kendisi sünnetle sabit olmuştur. Bu bakımdan onun farzlarının kesinlik ifade etmeyen sünnetle sabit olması mümkündür.

Şâfiî ise kadının erkek hizasında namaza durmasının (muhâzât) erkeğin namazına zarar vermeyeceği görüşündedir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en ileri nokta, kadınların aynı hizada bulunmaları durumunda, saf tutmanın gerçekleşemeyeceğidir. Saf tutmanın, farz değil sünnet olduğu düşünülürse, bunun da fazla bir önemi olmadığı görülür.

Mezheplerin bu konudaki görüşleri ve gerekçeleri incelendiğinde kadınların erkeklerle aynı safta bulunup bulunmayacakları konusunun esas itibariyle dinî bir mesele olmayıp, doğal ve örfî nedenlere dayandığı ve namazda huzurun sağlanmasının hedeflendiği görülmektedir.


Cemaate Gitmemek İçin Mazeret Sayılan Haller 

Cemaate katılmamak şu durumlarda mubah olur:


Hastalık. Cemaatle namaza katılmamayı mubah kılan mazeretlerin başında hastalık gelir. Âlimler, cemaate katılmamayı mâzur gösteren hastalık için, teyemmümü mubah kılacak derecede olması şeklinde bir ölçü getirmişlerdir. Hastalık için getirilen bu ölçü, cemaatin önemini göstermesi bakımından oldukça yerindedir. Fakat bu ölçü, hastalığı sadece hasta olan kişi açısından, yani onun ayakta durmaya, yürümeye güç yetirip yetirememesi açısından değerlendirmektedir. Hastalık için ölçü getirilirken başkalarına verilecek rahatsızlık ve hastalığın yayılma riski de dikkate alınmalıdır. Meselâ nezle veya grip olan kişi, yukarıda getirilen ölçüye uymaz. Bununla birlikte nezle, grip gibi hastalıklara yakalanmış kişilerin bu halde cemaate katılmaları mekruhtur. Bu şekilde hasta olan kişilerin camiye, mescide gelmeleri, hastalık mikrobunun bulaşması riskini taşıması sebebiyle hem sağlık açısından sakıncalıdır, hem de bu şekilde hasta olan kişiler sürekli olarak öksürmek, burnu akmak, burnunu silmek gibi davranışlar göstereceğinden cemaate katılan öteki kişilerin namazda olması gereken kalp huzurunu ve sükûnunu bozarlar.

Bu bakımdan, hem kendilerini hem başkalarını rahatsız edecek durumda bulunan kişilerin mescide gelmeyip, namazlarını tek başlarına kılmaları daha uygundur. Nitekim Hz. Peygamber, aynı gerekçeyle "Soğan veya sarımsak yiyen kimse evinde otursun, bizden ve mescidimizden uzak dursun" (Buhârî, "Ezân", 160; Müslim, "Mesâcid", 73) diyerek soğan ve sarımsak gibi ağzı kokutan ve başkalarını rahatsız eden şeyler yiyen kimselerin mescide gelmelerini yasaklamıştır. Bu yasak sadece soğan ve sarımsakla sınırlı olmayıp, cemaate rahatsızlık verecek her şeyi içine almaktadır.

Cemaate katıldığı takdirde hasta olması veya mevcut hastalığının artması ihtimali bulunanlar da cemaate katılmayabilir.

Ayrıca ilgilenmek durumunda olduğu ve yanından ayrıldığı takdirde durumunun kötüleşebileceğinden endişe ettiği bir hastası bulunmak da bir mazerettir.

Korku. Mescide gittiği takdirde malına, canına veya namusuna bir zarar gelmesinden korkan kimse de cemaate gitmemelidir. Hz. Peygamber, korku ve hastalığı cemaate katılmamayı mâzur kılan sebepler arasında saymıştır.

Olumsuz hava şartları. İnsanı meşakkate sokacak derecede yağmur, çamur, şiddetli soğuk, kar, ayaz, şiddetli sıcak, zifiri karanlık ve geceleyin şiddetli rüzgâr gibi hava şartları, vakit namazlarına olduğu gibi cuma namazına katılmamak için de bir mazerettir.

Abdestin sıkışık durumda olması. Böyle bir kimsenin cemaate katılması uygun değildir. Bu durum namazın huşû ve huzur içinde yapılmasına engel olduğu için esasen bu durumda iken tek başına namaz kılmak da mekruhtur. İnsanı, kalp huzurundan ve huşûdan alıkoyacak başka durumlar da aynı hükümdedir.

Yolculuk hazırlığı yapmakta olma, karnın aç olup arzu edilen bir yemeğin hazır olması gibi durumlarda da, gerekli iç huzurunun sağlanması ihtimali zayıfladığından cemaate gidilmeyebilir.

Herkese veya toplum için yeterli olacak sayıda kimseye farz olan ilmî araştırma ve eğitim öğretimle meşguliyet de cemaate katılmamak için mazeret kabul edilmiştir. Fakat bilimsel çalışma yapan kişilerin, cemaati büsbütün terketmemesi ve mümkün oldukça cemaate katılması uygun olur.

Ayrıca hazır bulunmalarını fırsat bilip, istifade etmeyi arzuladığı kimseler ile ilmî ve dinî görüş alışverişinde bulunmak da bir mazeret sayılır.

Bedenî ârızalar. Gözlerin görmemesi, kötürümlük, düşkün ihtiyarlık gibi haller de cemaate gitmemeyi mubah kılar.


Bir Mescidde Cemaatin Tekrarlanması


Belli bir imamı ve cemaati bulunan mahalle mescidinde ezan ve kametle birlikte cemaatin tekrarlanması mekruhtur. Çünkü normal şartlarda bir mescidde iki ayrı cemaatin oluşturulması ve bu şekilde namaz kılınması, İslâm'ın öngördüğü genel anlamdaki birliğe aykırı olduğu gibi, özelde cemaat namazıyla sağlanmak istenen cemaat şuuruna da aykırıdır.

Bu anlamı içermemek ve bölünme, parçalanma ve kopma izlenimi uyandırmamak şartıyla ve ikinci defa ezan okumaksızın yeniden cemaat oluşturulup namaz kılınabilir. Her ne kadar, iki üç kişinin bir araya gelip cemaat oluşturabilecekleri söylenmiş ise de, bu izin mazeret sahiplerinin cemaatle namazın faziletinden mahrum kalmamaları için olup aslolan büyük çoğunlukla birlikte cemaat namazını kılmaktır ve asıl cemaat budur.


f) Cemaatle Namaz Kılmanın Âdâbı


Camiye giderken vakarlı olunması gerekir. Hem gösteriş izlenimi vermemek için hem de vakarın bir gereği olarak koşmadan normal bir şekilde yürünmesi uygun olur. Pek hoş olmamakla birlikte acele yürünebilir. En iyisi, cemaate katılmanın hazırlığını daha önceden yapmak ve ona göre davranmaktır. Müezzin kamet getirmeye başladığı veya namaza durulduğu sırada camiye gelen kişi, vaktin sünneti de olsa hiçbir nâfile namaz kılmadan hemen cemaate katılmalıdır. Bunun istisnası sadece sabah namazının sünnetidir. İmam selâm vermeden cemaate yetişebileceğini tahmin eden kişinin, sabah namazının sünnetini kılıp sonra imama uyması uygundur.

Öğle veya cuma namazının sünnetine başladıktan sonra cemaatin farza durması veya hatibin minbere çıkması halinde iki rek`at tamamlanınca selâm verilir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler cemaatle kılınan farzın kaçırılmasından endişe edildiği takdirde nâfile namazın hemen kesilebileceğini söylemişlerdir. Hanefîler'e göre yalnızca bir rek`at kaçıracağını tahmin eden kimse namazı kesmeyip iki rek`at kılarak selâm verir; üçüncü rek`ata başlamış olan kimse de aynı şartla dört rek`atı tamamlar.

Dört rek`atlı bir farz namazı tek başına kılmakta olan kimse, cemaatle namaz için kamet getirildiğinde henüz bir rek`atı tamamlamamışsa hemen namazını keserek cemaate katılmalıdır; birinci rek`atın secdesini yapmışsa, bu takdirde ikinci rek`atı tamamladıktan sonra selâm vermek suretiyle namazını keserek cemaate katılır.


B) İMAMLIK


Fıkıh literatüründe imamlık (imâmet) terimi, hem devlet başkanlığını hem de namaz imamlığını ifade eder. Bu iki farklı konumu ayırmak için, devlet başkanlığına büyük imâmet anlamında "imâmet-i kübrâ", namaz imamlığına da küçük imâmet anlamında " imâmet-i suğrâ" denilmiştir. İlmihal dilinde ise imâmet terimi namaz imamlığını ifade eder.


a) İmamlığın Şartları


İmamın ergin (bâliğ), belli bir aklî olgunluk düzeyine ulaşmış (âkıl) ve tabii ki müslüman olması şarttır. Küfrü gerektirecek bir inancı bulunan, bid`at ve dalalet ehlinin arkasında namaz kılınmaz.

İmam olacak kişinin erkek olması şart görülmüştür. Kadın, erkeklere imam olamaz. Bununla birlikte kendi aralarında cemaatle namaz kılmak istediklerinde içlerinden biri imam olabilir. Yine bir cenaze namazında sadece kadınlar bulunuyorsa, bu takdirde içlerinden biri imam olup cenaze namazını kıldırır.

İmamlık yapabilmek için namaz sahih olacak kadar Kur'an'ı ezbere okuyabilmek (kıraat) şart olduğu gibi özürlü olmayıp sağlam olmak ve namazın sıhhat şartlarından birini yitirmiş olmamak da şarttır. Özürlü olan kimse, özürsüze imam olamayacağı gibi, necâsetten tahâret şartını veya setr-i avret şartını yerine getirmemiş kimse, bu şartları yerine getirmiş olan kişiye imam olamaz.


İmamlığa Ehil Olma Sıralaması


Geleneksel olarak İslâm toplumlarında, namaz da dahil olmak üzere birçok konuda insanlara önderlik etmek yöneticilere ait kabul edildiği için namaz imamlığı da teorik olarak onlara bırakılmış ve bu bakımdan kitaplarımızda imamlığa en lâyık kişiler sıralanırken en başta o bölgenin üst düzey yöneticileri sayılmıştır. Bu sıralama şimdiki idarî yapıya göre yapılacak olursa imâmete en lâyık kişiler vali, kaymakam, emniyet müdürü ve hâkimler olur. Fakat günümüzde artık, imamlık ve müezzinlik bir meslek haline geldiği için, mülkî âmirlerin sembolik öncelikleri devam etmekle birlikte, camide namazı artık o caminin resmî görevlisi olan imam, o yoksa müezzin kıldırmaktadır.

Cami dışında veya görevlisi olmayan bir mescidde namaz kılınacaksa bu takdirde imamlığa kimin geçeceğini belirlemek için bazı nitelikler aranabilir. Bir evde cemaat yapılacaksa evin sahibi veya onun izin verdiği kişi imam olur. Bunun dışında şöyle bir sıra takip edilebilir: Namaz hükümlerini en iyi bilip Kur'an'ı daha güzel okuyan, daha müttaki olan, yaşça büyük olan, ahlâkça daha üstün olan, daha yakışıklı olan, sesi daha güzel olan, elbisesi daha temiz olan, insanlar arasında itibarı daha fazla olan.

Cahil kişinin, gösterişçinin (mürâi) ve ilim sahibi bile olsa fâsık yani büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması mekruh görülmüştür.

Daha üstün bir kimse bulunduğu takdirde gözü görmeyenin imâmeti de mekruhtur.



b) İmama Uymanın Geçerlilik Şartları


Cemaatle namaz kılınırken imama uymaya iktidâ, imama uyan kimseye de muktedî denilir. Bir kimsenin imama uymasının fıkhen geçerli (sahih) olabilmesi için bazı şartlar aranır.

Muktedî namaza dururken hem namaz kılmaya hem de imama uymaya niyet etmelidir.

Muktedî imamdan geride durup, hizasına veya önüne geçmemelidir.

Kılınan namazın nevi itibariyle imam muktedîden aşağı olmamalıdır. Nâfile kılan muktedî, farz kılmakta olan imama uyabildiği halde, farz namaz kılan (müfteriz) muktedî, nâfile namaz kılan (müteneffil) imama uyamaz. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre böyledir. Fakat Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre farz kılan kişi, nâfile kılana uyabilir. Bunların gerekçelerinden birisi Muâz'ın Hz. Peygamber'in arkasında yatsı namazını kıldıktan sonra, gidip kendi kavmine yatsı namazını kıldırdığına ilişkin rivayettir. Şâfiîler'e göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse, yeniden başkalarına aynı vakit için imamlık yapabilir. Kendi kıldığı nâfile olur.

Dört rek`atlı bir farzın kazâsı için teşkil edilen cemaatte imam yolcu, muktedî mukim olursa, imam muktedîden durumca daha aşağı olmuş olur. Şöyle ki; iktidâ, ya ilk iki ya son iki rek`atta olacaktır. Birinci şıkka göre ka`de hususunda, ikinci şıkka göre kıraat hususunda, farz kılan nâfile kılana iktidâ etmiş olur.

İmam ve muktedî, aynı farzı kılıyor olmalıdır. Meselâ biri öğle namazının farzını kazâ ediyor, öteki ikindi namazının farzını eda ediyor ise veya birisi bugünün öğle namazını, diğeri dünün öğle namazını kazâ ediyor ise birbirlerine uyamazlar.


İmam lâhik veya mesbûk olmamalıdır. Yani bir kimse, imama öğle namazının son rek`atında uymuş olsa ve imam selâm verdikten sonra geri kalan üç rek`atı tamamlarken, bu durumdan habersiz birisi gelip kendi başına farz kıldığını zannederek ona uysa sahih olmaz. İktidânın sahih olması için imamın imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmadığı için tek başına farz namaz kıldığı bilinen bir kişiye gidip iktidâ edilebilir. O kişi kendisine uyulduğunu ister farketsin ister farketmesin durum değişmez. Kendine iktidâ edildiğini farkederse sesini biraz yükseltmesi uygun olur. Farz kılmakta olduğunu belli etmek için intikal tekbirlerini yüksek sesle almasında yarar vardır.

İmam ile muktedî arasında, kadın saffı bulunursa iktidâ sahih olmaz.

İmam ile muktedî arasındaki mesafenin mâkul uzaklıkta olması gerekir. Aksi takdirde meselâ aralarında bir ırmak veya yol bulunması gibi, aşırı uzaklıkta iktidâ sahih olmaz.

Farz dışındaki namazlar binek üzerinde kılınabildiği gibi cemaatle de kılınabilir. Farz olmayan bir namaz cemaatle kılınacaksa, birinin binek üzerinde ötekinin yaya olması veya farklı bineklerde olması durumunda iktidâ sahih olmaz.

İmamın intikal tekbirlerini duymaya engel olacak bir perde, duvar bulunmamalıdır. Aradaki duvar, hoparlör ve aradaki aktarıcılar sayesinde imamın intikallerinden haberdar olmayı engellemiyorsa bu takdirde iktidâ konusunda herhangi bir problem olmaz.

Bir kimse başka mezhepten birine uyabilir. Onun kendi mezhebindeki şartlara aykırı bir davranış içinde bulunup bulunmadığını araştırması gerekmez. Olağan durum budur. Fakat uyduğu kişide, kendi mezhebine göre abdesti bozan bir durumun ortaya çıktığını bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Meselâ Şâfiî bir imamın elinin kanadığını gören, daha sonra onun gidip abdest tazelemediğini de yakînen bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Çünkü kan akması Şâfiî mezhebine göre abdesti bozmaz, fakat Hanefî mezhebine göre bozar. Bu durumu kesin olarak görüp bildikten sonra, ona uyması sahih olmaz. Uyacak kişi bu durumu yakînen bilmiyorsa, tahmine göre davranmayıp uyabilir. İsterse uyulan kişi, Hanefî mezhebine göre abdesti bozan bir şey yapmış olsun.

Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre imamın namazı kendi mezhebine göre sahih olursa başka mezhepten olan ve ona uyarak namaz kılan cemaatin de namazı kendi mezheplerine uymasa bile sahih olur.

Abdestli kişinin teyemmümlüye; abdest uzuvlarını yıkamış olan kişinin, meselâ mest üzerine veya sargı üzerine meshetmiş olan kişiye; ayakta duranın oturan kişiye iktidâsı da, bunun tersine bir iktidâ da sahihtir.

Nâfile kılan farz kılana uyabilir, fakat aksi sahih değildir. İma ile namaz kılan kişiye, kendi durumunda olanlar uyabilirler.

Mukim ile seferînin (yolcu) cemaatle namaz kılmaları câiz olup mukimin imam olması daha uygundur. Yolcunun imam olması halinde, kendisinin seferî olduğunu söylemesi şart olmamakla birlikte, onların yanılmamaları için önceden duyurması iyi olur.


c) Cemaatle Namaza İlişkin Bazı Meseleler


Cemaatle kılınan namazda, imama uymuş kişilerin namazı imamın namazına bağlı olduğu için, imamın namazının bozulması durumunda ona uyanların da namazları bozulur. Dolayısıyla bir rükün veya şartın ihlâli gibi bir sebeple imamın namazı bozulacak olursa imamın o namazı iade etmesi gerektiği gibi cemaatin de iade etmesi gerekir. İmam namazının bozulduğunu farkettiğinde bu durumu cemaate bildirmelidir.

İmama uyan kişi (muktedî), namazdaki fiilleri yaparken imama uygun davranmak durumunda olup bu fiilleri imamla birlikte yapması gerekir. Rükû ve secdede imamdan önce başını kaldıramaz, yine rükû ve secdeye imamdan evvel gidemez.

Kıraati sadece imam yapar. İmamın okuması, cemaatin okuması yerine geçer. İmam okurken cemaat susar ve dinler; açıktan okunan namazlarda Fâtiha'nın bitiminde âmin der; kıraat dışında okunacak zikir ve tesbihleri kendisi okur.

Muktedî rükûda üç kere "Sübhâne rabbiye'l-azîm" ve secdede üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" demeden imam başını kaldırırsa, muktedî bunları tamamlamaya çalışmadan başını kaldırır.

Birinci oturuşta muktedî Tahiyyât'ı bitirmeden imam üçüncü rek`ata kalksa, muktedî isterse Tahiyyât'ı tamamlar, isterse imama uyarak kalkar. Tahiyyât'ı okumak vâcip olduğu gibi imama uygun davranmak da vâciptir. Muktedî bu iki vâcipten hangisini isterse onu yapabilir. Fakat uygun olan imama uyum göstermektir. İmam bayram tekbirlerini, birinci oturuşu, tilâvet ve sehiv secdesini ve kunut duasını okumayı terkederse ona uyanlar da terkeder.

Son oturuşta muktedî Tahiyyât'ı bitirmeden imam selâm verecek olursa, Tahiyyât'ı tamamlayıp sonra selâm verir. Eğer Tahiyyât'ı bitirmiş ve geriye salavat ile dualar kalmışsa bu takdirde imamla beraber selâm vermelidir.

Namazın aslında bulunmayan bir hususta muktedî imama uymaz. Meselâ imam namazda fazladan bir secde daha yapsa veya son oturuşu yaptıktan sonra selâm verecek yerde sehven kalksa bu durumlarda muktedî ona mütâbaat etmez, yani ona tâbi olmaz ve imamı uyarmak üzere "sübhânallah" der. Eğer imam son oturuştan sonra sehven yaptığı kıyamı secdeye varmadan önce farkedip hemen geri oturursa, birlikte selâm verir ve sehiv secdesi yaparlar. İmam son oturuşta selâm verecek yerde yanlışlıkla kalktığını farketmeyip, kalktığı bu rek`atı secde ile tamamlayacak olursa, muktedî artık imamı beklemeyerek kendisi selâm verir.

Eğer imam son oturuşu unutarak fazla bir rek`ata kalkarsa, muktedî bir müddet bekler ve "sübhânallah" diyerek imamı uyarmaya çalışır. İmam durumu farkedip hemen oturursa ne âlâ; beraberce selâm verip sehiv secdesi yaparlar. Bu durumda muktedî imamı beklemeyerek kendi kendine selâm veremez. Çünkü iktidâ durumunda iken kendi başına hareket etmiş olacağından kıldığı namazın farzlığını iptal etmiş olur. İmam son oturuşu yapmadan kalktığını farketmeyip kalktığı rek`atı secde ile tamamlayacak olursa, imamın namazının farzı son oturuşu terkettiği için fâsid olduğu gibi ona uymuş olanlarınki de aynı şekilde fâsid olur.

Muktedî son oturuşta, Tahiyyât'ı okuduktan sonra, imamın selâmını beklemeden selâm verebilir. Fakat bu davranış, vâcip olan mütâbaatı terketmek anlamına geldiği için böyle yapması mekruh olur.


C) İMAMA UYANIN HALLERİ


Namazı yalnız kılana münferid, imama uyarak kılana muktedî denilir. İmama uyan kişi (muktedî) için üç ayrı durum söz konusu olabilir. İmama uyan kişi ya "müdrik" ya "lâhik" ya da "mesbûk"tur. Şimdi bunları kısaca açıklayalım.


a) Müdrik


Müdrik "idrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş" gibi anlamlara gelir. İlmihal ıstılahında, namazı tamamen imamla birlikte kılan kimseye müdrik denir. İmama en geç birinci rek`atın rükûunda yetişen kimse o rek`ata yetişmiş sayılır ve müdrik adını alır. İftitah tekbirini almış ve imam rükûda iken kendisi rükûa varmış ise o rek`atı tam kılmış sayılır.

Namazı cemaatle kılmanın ecri, tek başına kılmaktan yirmi yedi derece daha fazla olduğu için şu durumlarda tek başına kılınan namaz bırakılarak imama uyulur:

Bir kimse tek başına bir farz namazı kılmaya başladıktan sonra, bulunduğu yerde o farz cemaatle kılınmaya başlansa, tek başına kılan eğer henüz secdeye varmamış ise namazı hemen keserek imama uyar. Cemaate muhalefet görüntüsü vermemek için böyle davranması müstehap sayılmıştır. Bu durumda selâm vermesine gerek yoktur. Edeben sağ tarafa selâm vermesi uygun olur diyen de vardır. Tek başına kıldığı namazda secdeye varmış ise bakılır: Eğer kıldığı namaz sabah ve akşam namazı ise yine bırakır ve imama uyar. Fakat bunların ikinci rek`atı için secdeye varmış ise, artık bırakmayıp namazı kendisi tamamlar ve selâm verdikten sonra cemaat devam ediyor bile olsa imama uymaz. Çünkü imama uyması halinde, imamla birlikte kılacağı namaz nâfile hükmünde olacaktır. Halbuki, sabah namazının farzından sonra nâfile kılınamadığı gibi, üç rek`atlı bir namaz da nâfile olarak kılınamaz. Eğer başladığı ve ilk rek`atın secdesine vardığı namaz öğle, ikindi ve yatsı namazı gibi dört rek`atlı bir farz ise, bu takdirde kıldığı bir rek`ata bir rek`at daha ilâve eder, teşehhütte bulunur, selâm verip imama uyar. Kendisinin kıldığı iki rek`at namaz nâfile olmuş olur.

Böyle bir namazın üçüncü rek`atında bulunup da henüz secdesine varmamış ise, hemen ayakta veya oturarak selâm verip namazdan çıkar, imama uyar, tek başına kıldığı iki rek`at, nâfile olmuş olur. Fakat bu namazın üçüncü rek`atının secdesini de yapmış bulunursa, artık bunu tamamlar, farzı yerine getirmiş olur. Ancak bu namazı öğle veya yatsı namazı olursa tek başına kıldığı bu farzdan sonra imama yine uyabilir. İmamla kılacağı namaz nâfile olur. Fakat bu durumda ikindi namazı olursa imama uyamaz. Çünkü ikindi namazından sonra nâfile namaz kılmak mekruhtur.

Nâfile bir namaza başlamış olan kimse, yanında cemaatle namaza başlansa, bu nâfileyi iki rek`at olmak üzere kılar, bundan sonra selâm verip cemaate katılır. Üçüncü rek`ata kalkmış ise, onu da dördüncü rek`at ile tamamlamadıkça namazını kesmez. Ancak nâfile namaza başlayan kimse, kılınmaya başlanan bir cenaze namazını kaçırmaktan korkarsa, nâfile namazı hemen bırakır, cenaze namazı için imama uyar, sonra nâfileyi kazâ eder. Çünkü cenaze namazının telâfi imkânı yoktur.

Cemaatle sabah namazının kılındığını gören kimse, cemaate yetişeceğini zannederse hemen sabah namazının sünnetini kılar ve gerek görürse Sübhâneke ile eûzüyü ve sûre ilâvesini bırakarak yalnız Fâtiha ile, rükû ve secdelerde de birer tesbih ile yetinebilir. Bundan sonra imama uyar. Ancak imama yetişeceği kanaatinde olmazsa sünnete başlamayıp imama hemen uyar, artık bu sünneti kazâ da etmez. Eğer sünnete başlamış ise bunu tamamlar.

Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının cemaatle kılınmaya başladığını gören kimse, bunların sünnetini kılmadan doğruca imama uyar, sonra öğlenin dört rek`at sünnetini kazâ eder. İkindinin sünnetini ise vaktin kerahati dolayısı ile kazâ edemez. Yatsı namazının dört rek`at ilk sünneti, gayr-i müekked bir sünnet olduğu için dilerse kazâ eder, dilerse etmez.


b) Lâhik


İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, namaz esnasında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan kimseye lâhik denir. İmamla birlikte namaza başladığı halde uyku, gaflet, dalgınlık, abdestinin bozulması gibi mazeretler sebebiyle namaza ara vermek durumunda kalan kimse, namaza ara vermesini gerektiren durumun ortadan kalkmasından sonra konuşmadan, dünya işleriyle meşgul olmadan ve şayet abdesti bozulmuşsa, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek, bıraktığı yerden namazına devam eder. Şayet imam namazı bitirmişse, bu kişi sanki imamın arkasında namaz kılıyormuş gibi namazını tamamlar. Yani imama uymuş bulunan kimse gibi kıraat etmez, yaklaşık olarak imamın okuyacağı sure kadar bekler. Sadece rükû ve secdedeki tesbihleri, bir de oturuştaki dua ve salavatları okur. Bu arada sehiv secdesini gerektirecek bir iş yapsa, imama uyan kimse kendi hatasından ötürü sehiv secdesi yapmadığı için, kendisi de sehiv secdesi yapmaz. İmam sehiv secdesi yapacak olsa, lâhik olan kimse, imamla kılamadığı kısımları telâfi etmeden imama uymuş ise, bu secdeleri yapmaz ve hemen ayağa kalkıp namazını tamamlar ve imamla birlikte yapamadığı sehiv secdesini namazı tamamladıktan sonra yapar. Seferî bir imama uyan mukim bir kimse de kendisinin tamamladığı kısımlarda, lâhik gibidir.

Lâhik mümkün olursa, önce kaçırdığı rek`atları veya rükünleri kazâ eder, sonra imama tâbi olarak onunla selâm verir. Meselâ imama uyan kimse birinci rek`atın kıyamında uyuyup da imamın secdeye vardığı anda uyansa hemen rükûa varır, sonra secdeye vararak imama yetişir. Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur ve yetişemediği rek`at veya rükünleri imam namazdan çıktıktan sonra kazâ eder. Meselâ dördüncü rek`atta iken burnu kanasa saftan ayrılır, namaza aykırı düşecek bir şey ile uğraşmaksızın hemen abdest alır, yetişmiş olduğu yerde imama tâbi olur. İmam selâm vermiş olursa, bu dördüncü rek`atı kendi başına hiçbir şey okumaksızın imamın arkasında kılıyormuş gibi tamamlar. Çünkü lâhik, imamın arkasında namaz kılıyor hükmündedir.

İmama uyanın abdesti üçüncü rek`atta bozulsa abdest aldıktan sonra dördüncü rek`atta imama yetişse, önce kıraatsız olarak üçüncü rek`atı kılar. Bundan sonra imama uyar, onunla dördüncü rek`atı kılarak selâm verir. Fakat imama bu şekilde yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur, imam selâm verince kendisi kalkar, üçüncü rek`atı kıraatsiz olarak kılar ve selâm verir.

Bir kimse yukarıda sayılan mazeretler dışında da lâhik durumuna düşebilir. Meselâ imamla birlikte namaz kılarken imamdan önce rükû veya secdeye varan kimse ya da imamdan önce rükû veya secdeden kalkan kimse yahut da bir veya birkaç rek`atı imamla birlikte kılamayan kimse de imam selâm verdikten sonra tek başına tamamlayacağı kısımlarda lâhik durumundadır.

Bir kimse imama birinci rek`ata yetişemezse, yetişemediği rek`atlar bakımından mesbûk olduğu gibi, yetiştiği rek`atlardan birinde ârız olan durum sebebiyle de lâhik konumuna düşebilir ve böylece bir kişi aynı anda hem lâhik hem mesbûk olmuş olur.

Cemaat sevabından mahrum kalmamak için lâhikin hükümlerini yerine getirmekte yarar olmakla birlikte, bu ayrıntılara dikkat etmekte bazı güçlükler bulunduğu için, bu durumda kalan kimselerin namazlarına yeniden başlayıp kendilerinin kılması daha uygun görülmüştür.


c) Mesbûk


İmama namazın başında değil, birinci rek`atın rükûundan sonra, ikinci, üçüncü veya dördüncü rek`atlarda uyan kimseye mesbûk denir. Son rek`atın rükûundan sonra imama uyan kimse bütün rek`atları kaçırmış olur.

Mesbûkun hükmü, kaçırdığı yani imamla birlikte kılamadığı rek`atları kazâya başladıktan sonra, tek başına namaz kılan kimse gibidir. Sübhâneke'yi okur, kıraat için eûzü besmele çeker ve okumaya başlar. Çünkü bu kimse kıraat bakımından namazın baş tarafını kazâ etmektedir. Bu durumda eğer kıraati terkederse namazı fâsid olur.

Sübhâneke duasını okuma yeri, eğer kılınan namaz öğle ve ikindi namazı gibi gizli okunan namaz ise iftitah tekbirinden sonradır. Eğer açıktan okunan namaz ise ve imam kıraat etmekte iken yetişmiş ise, sağlam görüşe göre Sübhâneke'yi okumayıp imamın kıraatini dinler, Sübhâneke'yi kendi kazâ edeceği rek`atlarda okur ve tek başına namaz kılanlarda olduğu gibi Sübhâneke'den sonra eûzü besmele çeker.


Mesbûkla ilgili uygulama örnekleri:


Sabah namazının ikinci rek`atında imama uyan mesbûk, tekbir alıp susar, imam ile birlikte son oturuşta yalnız Tahiyyât okur, imam selâm verince kendisi ayağa kalkar, kaçırdığı ilk rek`atı kılmaya başlar. Sübhâneke ve eûzü besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar Kur'an okur, rükû ve secdelerden sonra oturup, Tahiyyât ile Salli-bârik ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.

Akşam namazının ikinci rek`atında imama uyan kimse de birinci rek`at için bu şekilde hareket eder.

Akşam namazının son rek`atında imama uyan kimse, Sübhâneke'yi okur, imamla beraber o rek`atı kılıp teşehhütte bulunur, bundan sonra kalkar. Sübhâneke'yi okuyup eûzü besmele çeker ve Fâtiha ile bir sûre veya bir miktar âyet okur; rükû ve secdelerden sonra oturur, sadece Tahiyyât okur, sonra Allahü ekber diyerek ayağa kalkar, besmele çekip Fâtiha ile bir sûre veya birkaç âyet okuyarak, rükû ve secdeleri ve son oturuşu yapar ve selâm ile namazdan çıkar. Bu durumda üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla birlikte mesbûk, ikinci rek`atın sonunda yanılarak oturmayacak olsa, kendisine sehiv secdesi gerekmez; çünkü bu rek`at bir yönüyle birinci rek`at mesabesindedir.

Dört rek`atlı namazın son rek`atında imama uyan kimse imam ile teşehhütte bulunduktan sonra kalkar, Sübhâneke, Fâtiha ve bir sûre okuyup oturur ve Tahiyyât okuduktan sonra kalkar. Geri kalan iki rek`atı tamamlar.

Dört rek`atlı namazın üçüncü rek`atında imama yetişen kimse, kendisinin birinci oturuşunu imamın son oturuşuyla birlikte yapar, kalkınca ilk iki rek`atı kaza edeceği için, kendisi bu ilk iki rek`atı nasıl kılacak idiyse öylece kılar.

Dört rek`atlı bir namazın ikinci rek`atında imama uyan kimse, üç rek`atı imamla kılmış olur, teşehhüt okuduktan sonra kalkar, kılamadığı ilk rek`atı kılıp oturur ve selâm verir.

İmama ilk rek`atın rükûunda yetişen kimse, mesbûk değil müdrik sayılır. Fakat imama rükûdan sonra yetişen kimse o rek`atı kaçırmış olur ve mesbûk durumuna düşer.

Teşehhüt miktarı oturduktan sonra imam daha selâm vermeden önce mesbûkun ayağa kalkması mekruh sayılmıştır. Ancak abdestinin veya vaktin sıkışık olması durumunda mesbûk imamın selâm vermesinden önce kalkıp namazını tamamlayabilir.

Ebû Hanîfe'ye göre, tek başına namaz kılan kimse teşrik tekbirleri ile yükümlü olmadığı halde, mesbûk kurban bayramında teşrik tekbirlerini imam ile birlikte alır, daha sonra ayağa kalkıp kaçırdığı rek`atları tamamlar.

İmam selâm vermeden önce Tahiyyât'ı okuyup bitirmiş olan mesbûk, isterse kelime-i şehâdeti tekrar eder, başka bir görüşe göre ise susar. En doğrusu Tahiyyât'ı yavaş yavaş okumaktır.

İmam dördüncü rek`atta oturup yanlışlıkla beşinci rek`ata kalksa, mesbûkun namazı bu kıyam ile fâsit olur. Fakat dördüncü rek`atta oturmadan beşinci rek`ata kalkmış ise, secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-10

 


Battani



Ebu Abdullah Muhammed bin Cabir bin Sinan er-Rekki es-Sabi el-Battani (858,Harran-929, Samara yakınlarındaki Kasr el-Cis kazası) Latince Albategnius, Albategni ya da Albatenius olarak bilinen, Kürt astronom, astrolog ve matematikçidir. Şu anda Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Urfa şehrinin bir ilçesi olan Harran’da doğmuştur. Dünyanın sayılı en büyük kütüphanesi o devirlerde Harran’da bulunmaktaydı. Rivayete göre bir çok peygamber burayı ziyaret edip, burada kaldıktan sonra ülkelerine gidip peygamberliklerini ilan etmişlerdir. Lakabı olan es-Sabi soyunun, yıldızlara ibadet eden Sabi dinine mensup olduğunu göstermektedir.


Astronomi çalışmaları


Battani’nin astronomideki en çok bilinen başarılarından biri Güneş Yılını 365 gün, 5 saat,46 dakika ve 24 saniye olarak ölçmüş olmasıdır.

Battani’nin “Zij” adı verilen çalışması Johannes Kepler, Tycho Brahe gibi Avrupalı astronomlar üzerinde büyük bir etki yaratmıştır.Nicolaus Copernicus, “Zij” üç defa Latince’ye çevrilmesine rağmen, O’ndan yaklaşık 700 yıl önce yaşamış Battani ne yazdıysa eserlerinde tekrar etmiştir.

Modern dünya, Battani’ye bilim dünyasına katkılarından dolayı hürmetini, saygısını göstermiş ve Ay’daki bir bölgeye Alba-tegniusolarak ismini vermiştir.

Battani, Suriye’de Rakka ve vefat ettiği şehir olan Şam’da çalışmalar yapmıştır. Battani, Batlamyus’un bazı yanlışlarını düzeltmiş ve yeni Güneş ve Ay tablolarında derlemiştir. Uzun süre bilim dünyasında otorite olarak kabul edilmiştir. Güneş’in enberi hareketlerini keşfetmiş, gök kürenin bölümleri üzerine çalışmalar yapmış ve muhtemelen 5.yüzyılda yaşamış olan Hintli astronom Aryabhata’dan bağımsız olarak, sinüsün ve kısmi olarak da tanjantın hesaplamadaki kullanımınlarını açıklamış ve böylece modern trigonometrinin temelini atmıştır. Battani bunlardan başka astronomide, ekinoksların devinme hareketlerinin değerlerini ve ekliptik eğimi çok yakın bir oran bularak hesaplamıştır. Battani, tablolarında devinim için tekdüze değerlendirmeler kullanmıştır.

O’nun en önemli çalışması olan “Zij” ya da ayarlı astronomik tablolar, Plato Tibirnitus tarafından 1116 yılında “De Motu Stellarum” olarak Latince’ye çevrilen 57 bölümden oluşan “el-Zij es-Sabi” adlı eseri Avrupa astronomisinde büyük bir etki bırakmıştır. “Zij”, biraz Hintli etkisi görülen Batlamyus teorisi üzerine bina tesis edilmiştir. Bu eserin bir yeni baskısı 1645 yılında Bologna’da ortaya çıkmıştır. Plato’nun orijinal el yazısıyla yazdığı nüshası Vatikan’da; ve Battani tarafından yazılmış bir el yazma tezi ise Escorial Library’de astronomik kronoloji bölümünde muhafaza edilmektedir.

Battani, gelişmiş ay ve güneş tabloları kullanarak yaptığı gözlemler boyunca, Güneş’in dış merkez kuvvetinin değiştiğini, modern astronomide Dünya’nın Güneş etrafındaki bir eliptik yörünge üzerindeki hareketinin eşitliğini keşfetmiştir.

Kopernik, Kopernik Devrimi’ni başlatan “De Revolitionibus Orbium Coelestium” adlı kitabında Battani’ye olan minnetini dile getirmiş ve birçok yerde O’ndan alıntılar yapmıştır.


Matematik


Battani, matematikte trigonometride günümüzde kullanılan formüller üretmiştir:

Ayrıca sin x = a cos x eşitliğini buldu, formül:






Battani,el-Mervezi’nin tanjant fikrini, tanjant ve kotanjant hesaplamaları amacıyla denklemler geliştirmek için konu hakkındaki matematiksel tablolarını derleyerek kullanmıştır. Bundan başka sekant ve kosekantın işteş fonksiyonlarını keşfetmiş ve O’nun gölgelerin tablosu olarak adlandırdığı, kosekantlar hakkındaki ilk mateamtiksel tabloyu,1’den 90’a kadar her bir dereceyi içerecek şekilde hazırlamıştır.


Önemi


Aydaki Albategnius kraterinin adı O’nun adına ithafen verilmiştir.

Star Trek: Voyager filminde Excelsiorclass starship USS Al-Batani [sic] NCC-42995 adlı uzay gemisi Kathryn Janeway’in ilk uzay görevi olarak O’nun adıyla adlandırılmıştır.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Ertuğrul Gazi Türbesi / Söğüt / Bilecik

 


12 Ocak 2024 Cuma

İRAN TARİHİ-10

 


PERS İMPARATORLUĞU-2



Kuraş , II den sonra Ahamaniş İmparatorluğu


Eski tarihin en  büyük simalarından biri sayılan  Kuraş,  öldüğü  zaman,  doğuda  Yaksart (Seyhun) boylarından, Batıda Akdenize, kuzeyde Hazer kıyılarından güneyde Basra körfezine, güney-batıda Mısır sınırlarına kadar uzayan büyük bir imparatorluk bırakmıştı.

Sağlığında, büyük oğlu Kambis II (Kambujiya529-522) yi veliahd göstermiş, Babil’e kral tayin etmiş, son savaşlara giderken yerine bırakmıştı. İkinci oğlu Bardiya’yı da Kambis’den sonra tahta geçmek üzere, Kirman, Baktriyan, Partya ve Harezm gibi doğu eyaletlerinin idaresine atamıştı. Bu suretle kendisinden sonra oğulları arasında taht kavgası çıkmasını önlemek istemişti. Bisütun yazıtında Darius, Kuraş’ın yerine geçen büyük oğlunu Kambujiya adiyle anmıştır. Yunan müellifleri bunu Kambyıe şekline sokmuşlardır.

Fakat, öldükten sonra vasiyeti yerine getirilmedi. Kambis , tahtına oturur oturmaz, bir takım isyanlarla karşılaşmış, bastırmak için uğraşmak zorunda kalmıştı. Halk tarafından çok sevilen Bardiya'nın da, günün birinde idaresinde bulunan memleketlerdeki orduya dayanarak taht iddiasına kalktığı takdirde, hoşnutsuzların da onunla birleşmeleri ihtimali vardı. Bu ihtimal belki tahakkuk etmiyebilirdi. Fakat yaratılışında zalim bir adam olan yeni kral, gizlice kardeşini öldürtmek suretiyle herhangi bir tehlike ihtimali bırakmak istemedi.

Cinayet o kadar itinalı ve gizli yapıldı ki, halk şöyle dursun, saraydakiler bile öldürüldüğünü öğrenemediler. Halk arasında onun  Medya'nın ücra şatolarından birinde hapsedildiği haberi yayıldığından, herkes bir gün buradan kurtularak meydana çıkacağını umuyordu.

Kambis imparatorluğunda baş gösteren isyanları bastırdıktan, memlekette bulunmadığı zaman, tahtı için tehlikeli olacak bir rakiptende kurtulduktan sonra, imparatorluk için tek rakip kalan Mısır üzerine yürümek hazırlığına koyuldu.

Bu sıralarda Firavunlar tahtında oturan Amasis, kudretli ve tecrübeli bir hükümdardı. Ergeç, Ahamanişlerin hücumuna uğrayacağını takdir ediyordu. Vaktiyle Kuraş aleyhindeki ittifaka girenlerden Lidya ve Babil krallıkları yıkıldığından, sıranın kendisine gelmiş olduğuna şüphe etmiyordu.  Bunun  için, yalnız Kıbrıs’ta  Mısır’ın eski hâkimiyetini  yeniden kurmakla yetinilmiş, diğer komşu kavimlerle çarpışma vesilesi çıkarmaktan çekinmişti. Bu suretle Iranlılarla vukuunu kesin gördüğü bir savaşa karşı ordusunu sağlam tutmak istemiş, memleketinin refahını artırmağa çalışmıştı. Kuraş II. nin doğuda uğraşmasını fırsat bilerek kanalları onartmış, genişlettirmiş, ziraat ve ticaretin gelişmesini temin edecek teşebbüslere atılmıştı. Bu sayede Mısır ziraati o zamana kadar görülmemiş bir gelişme göstermiş, Nil'den hakkiyle faydalanan tarımcılar zengin olmuşlardı. Ürünlerin bolluğu, ticaretin gelişmesine ve genişlemesine yardım etmiş, Menfis başta olmak üzere deltadaki şehirler, hem zenginlemiş, hem de kalabalıklaşmıştı. Amasis, hazine gelirlerinin artmasından faydalanarak Karnak anıtlarını itina ile tamir ettirmiş, her tarafta kabartmalarla süslenen yeni anıtlar belirmeğe başlamıştı. Menfis’de Herodotos’un görülmeğe değer diye vasıflandırdığı muazzam bir tapınak kurdurmuştu. Sonra Sais’te Nith tapınağına bir takım ilâveler yaptırmış, buraları cesim sütunlar ve Sphinx’lerle tezyin ettirmişti.

Amasis bütün bu işlerle uğraşmakla beraber, İran tehlikesini kesin görmekte devam etmiş, Kuraş II’nin ölüm haberi bile onu ferahlandırmamıştı. Çünki genç oğlunun babasının başlayamadığı işi, behemehal başarmağa çalışacağını biliyordu. Bu sırada başgösteren iç kargaşalıklar, bütün gayretlerini savunmak tedbirlerine hasretmesine engel olmakla beraber, müdafaaya hazırlandı. Parsaların tabaası olan Fenikelilerle lyonyalıların donanmalarına karşı Yunan adalariyle ve bilhassa Sisam adası hâkimi Polikrates ile andlaştı. Amasis bu suretle savunma tedbirleri alırken, babasının ölümü üzerine imparatorluğun türlü bölgelerinde başgösteren isyanları bastıran Kambis de yeni fetihlere hazırlanıyordu.

Herodotos, Kambis’ın Mısır'a karşı harp açmasını anlatırken Kuraş II zamanında Mısır’dan İran’a gönderilmiş olan bir göz tabibine büyük rol vermektedir Fakat, harbin hakiki sebebi az zamanda Yaksart (Seyhun) ve İndüs (Sind) boylarından Çanakkale’ye, Fenike ve Filistin'e kadar uzayan geniş alana hâkim olan Ahamaniş’lerin karşılarında tek rakip devlet gördükleri Mısır’ı da ortadan kaldırmak azmi olduğu şüphesizdir.

Kambis ordusu, Mezopotamya ve Suriye’yi çiğneyerek Filistin’e indiği zaman, Mısır’a gitmek için iki yol ile karşılaşmıştı. Ya Fenike donanmasının yardımiyle denizden Deltaya gidecek veya Filistin ile Nil arasındaki çölü geçecekti. Halbuki Delta’yı çeviren bataklık ile çöl, uzun zamandanb eri Asya'dan gelecek akınlara karşı Mısır’ı korumuşlardı. Filistin'in en son kalesi olan Jemisos (bugünkü Hani Yunus) ve Serbon gölü bölgesi ile Delta arasında uzunca bir çöl bulunuyordu .

Asur’lularla Babil’lilerin  buralarda  yaptıkları tahripler Vahalardaki halkı dağıtmış, ıssız çöl alanını genişletmişti. Büyük bir orduyu gemilerle denizden götürmek ne kadar güç ise karadan bu çölü geçmek de o kadar müşküldü. Kambis, Gazze önlerinde bu endişede iken Amasis'in Yunanlı komutanlarından Halikarnaslı (Bodrumlu) Fanes, (Phanes) Amasis'in hizmetini bırakarak gemileriyle Gazze'ye geldi ve Iran hükümdarına sığındı. Ona karadan Mısır'a girebilmek için çöl çevresindeki bedevi şeyhleriyle anlaşmağı tavsiye etti.

Bedevi şeyhleri, Iran ordusunun güzergâhına su tulumları yüklü binlerce deve gönderdiler. Bu sürede ordunun çölü geçebilmesi için gerekli olan su ve yiyecek maddeleri temin edilmiş oldu. Mısır'a yönelen Kambis, Pelus önüne geldiği zaman Amasis’in öldüğünü ve yerine oğlu Psammetik III ün geçtiğini öğrendi.

Mısırlılar kendilerine ve tanrılarına güvenleri olmakla beraber, kahraman bir asker ve iyi bir idareci olan Amasis’in ölmesinden çok endişe ediyorlardı. Çünkü üzerlerine gelen ordu, eski zamanlardaki gibi Dicle-Fırat bölgesi halkı değildi. İndüs’ den Çanakkaleye kadar uzayan geniş ülkelerde yaşayan kavimleri kapsıyordu. Bundan baska Amasis’in güvendiği müttefiklerden Sisam diktatörü Polikrates ile Kıbrıslılar da İranlılarla birleşmişlerdi.

Yabancı istilâsı korkusiyle titreşen Mısırlılar, her şeyi,. hatta tabiat olaylarını şeamet nişanesi sayıyorlardı. Bazan yıllarca yağmur düşmeyen Teb’e, Psammetik III'ün tahta çıkmasından bir iki gün sonra bir kaç damla yağmur düşmesinden, teşe’üm etmişlerdi. Mısırlıların bu kadar korkmaları pek de yersiz değildi. Yeni kralda babasının meziyetleri yoktu. Pelüs önünde harp başladığı zaman Psammetik III, kabiliyetsizliğini göstermekte geç kalmadı. İranlıların amansız hücumlarına karşı, Mısır ordusu, büyük bir mukavemet görterdi. Iranlılara iltica eden Farnes'in Mısır hizmetindeki eski askerlerinden Karyalılar ve İyoynalılar, Mısırda bırakmış olduğu çocuklarını babalarının karşısında boğazladılar, kanlarını yarı şarap dolu kadehlere koyarak içtiler. Kudurmuşcasına İran ordusu üzerine atıldılar. kanlı savaş akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. Fakat karanlık çökerken Mısır cephesi sarsıldı. Psammetik III liyakatsizliğini meydana vurdu. Ne yapacağını şaşırdı. Ordusundaki sarsılma, bozgun şeklini aldı. Psammetik III kaçan askerlerini Kanal bölgesinde toplayarak düşmanın ilerlemesine karşı bir mukavemet seddi kuracağına, askerlerinden önce kaçarak Menfis kalesine sığındı (525). Arkasından hiç bir mukavemet görmeden ilerleyen İranlılar firavunu burada muhasara ettiler. Kambis'in teslim teklifinde bulunmak üzere gönderdiği adamlar, halk tarafından parçalanınca, İranlılar kaleye hücuma başladılar. Bir kaç gün sonra şehir, kapılarını açmak zorunda kaldı.

Menfis’in sukutundan sonra yukarı Mısır, mukavemetsiz teslim oldu. Libya’lılar, Sirenayka’lılar, hücuma uğramağı beklemeden vergilerini getirerek tabiiyetlerini arzettiler (525). Esir düşen Firavun, önce hayatı bağışlandıysa da sonradan ihtilâl teşebbüsünde bulunduğundan öldürüldü. Ariandes adında bir Iranlı Mısır’ı idareye memur edildi.

Asırlardanberi, şarkın istilâ ordularına meydan okuyan, yenilmez Asur ordularına karşı uzun zaman mukavemet eden bir devletin bu kadar sür’atle çökmesi, sanki tahta ancak yıkılmak için çıkmış olan Firavun Psammetik’in feci âkibeti, çağdaşlarını hayret ve acı içinde bırakmıştı. Çünkü Psammetik’in düşmesi olayı, Mısır istiklâlinin sonu oldu.

Mısır’ın zabtından sonra ilk defa olarak eski dünya, tek imparator idaresi altına girmiş oluyordu. Fakat türlü adlarla anılan ön TuranlIlarla Mısırlıları, Parsalarla Sâmileri Grekleri, uzun zaman tek bir bayrak altında yaşatabilmek imkânsızdı. Ahamaniş imparatorluğu ne kadar süratle kurulmuş ise o kadar çabuk da dağılacaktı.

Bu sebeple babasının siyasetini takip eden Kambis, Mısır'da Firavunların protokolünü, adetlerini benimsedi. Firavunlar gibi giyindi. Yeni tabaasına kendisini sevdirmek için gereken her şeyi yaptı. Mısırlılar, bu hareketi sebebiyle kendini Apries'in meşru halefi saydılar.

Kambis,  bir müddet sonra Sais şehrine gitti. Amasis'in mezarını açtırarak mumyasını yakdırdı. Bu suretle ondan kendinin ve Apries'in intikamını almış oldu. Fakat, Amasis'in  karısı Ladike'ye saygı gösterdi ve onu ailesinin yanına gönderdi. İran askerleri Nith tapınağına yerleşmiş, bir çok hasarlara sebep olmuşlardı. Kambis askerlerini bu tapınaktan çıkarttı, Hasarlarını tamir ettirdi. Kahin Uzaharrisniti'den Mısır dini hakkında malûmat aldı. Ayinleri öğrendi. Babasının Babil tanrılarına gösterdiği hürmeti kendisi de Mısır tanrılarına gösterdi.

Bu suretle Mısır halkını kendine bağlamak, Menfis ve Deltayı hareket üssü yaparak kuzey Afrikayı fethetmek için tasavvur ettiği plânı tahakkuk ettirmek istiyordu. Barka (Cyrene) prensi Arkhesilasili 'ün vassallık borcu olarak göndermiş olduğu gümüş minaları azımsayarak bunları avuç avuç askerlerine dağıttı. Libya Grekleri o kadar zengin değillerdi. Fakat Kartaca'nın zenginliği bütün doğu illerinde dillere destan olmuştu. Bu sıralarda azametinin son haddine erişen Kartaca, Fenikeli'lerin Sicilya, Afrika ve Ispanya’daki eski sömürgelerine varis bulunuyor, gemileri batı Akdeniz'de rakipsiz dolaşıyorlardı. Kartaca tacirleri Avrupa'nın en uzak yerlerine kadar yayılmışlardı.

Kambis, Kartaca'ya denizden hücum etmek istedi. Fakat emrine girmiş olan Fenike donanması mürettebatı ırkdaşları üzerine yürümek emrine itaat etmediler Kambis, bunları tedibe kalkışarak yeni bir gaile çıkarmaktan çekindi.

Karadan yani çölden gitmek mecburiyeti hasıl oldu. Ammon vahasını işgal etmek üzere Teb'den 50 bin kişilik bir ordu gönderdi. Bu ordu, yolları Mısır ordusu  bakiyelerinden temizleyecek ve vahayı alacaktı. Fakat, büyük çöle girdikten sonra ordudan bir haber alınamadı. O zamanlar söylendiği gibi bu ordunun yolda kum dalgaları altında kalarak mahvolduğu sanılmaktadır (524). Bu seferin muvaffakiyetsizlikle neticelenmesine rağmen bilinmiyen bir tarihte Ammon vahasının İran imparatorluğuna katıldığı, ve Ahamaniş hükümdarına vergi vermeğe başladığı muhakkaktır.

Nubya'nın zabtı daha kolay görünüyordu; Nil boyunca ilerlenerek buralara ve daha sonra da Habeşistan’a gidilebilecekti. Napata Mısır’dan ayrılmış müstakil bir krallık olmuştu. Fakat önceleri mamur olan bu memleketin kuzey tarafları harap olarak çöl haline gelmişti. Kararını veren Kambuziya, ordusunun başına geçerek , Nil boyunca Korosko'ya gitti. Sonra Napata istikametinde çöle daldı. Yolun dörtte birini almadan, orduda yiyecek, içecek tükendi. Bir çok asker açlıktan susuzluktan telef oldu . Kambis, geri dömek zorunda kaldı. Büyük zayiata mal olan bu sefer de neticesiz kalmış oldu. Kambis, çocukluğundan beri sar’a hastalığına mübtela idi. Nöbet geldiği zaman deli gibi olur, ne yaptığını bilmezdi. Ammon ve Nubya seferlerinin büyük zayiata karşı neticesiz kalmış olmaları âsabını büsbütün bozdu. O vakte kadar göstermiş olduğu siyasi ihtiyat ve mülâhazaları bıraktı Tabiatındaki kesmek, öldürmek, zulmetmek meyli, büsbütün kabardı Azgın bir deli haline geldi. Kambis Nubya seferinde iken Mısırlıların tapındıkları Apis öküzü ölmüş, halk günlerce ağlamış, matem tutmuş, nihayet Kambis perişan ordusunun geri kalanı ile dönerken, Mısırlılar da yeni bir Apis öküzü bulmuş, şenlik ve bayram yapmağa başlamışlardı. Kambis Menfis'e girerken şehirde bayram yapıldığını görünce bunu mağlubiyetine karşı Mısırlı’ların bir sevinç tezahürü sandı Sorup anlamağa lüzum görmeden, bütün hâkimleri, rahipleri toplatarak hapse attırdı işkence yapılması emrini verdi. Sonra mukaddes öküzü getirterek kendi eliyle hançerledi. Hayvan aldığı yaradan birkaç gün sonra öldü. Mecnun hükümdar bu kadarla da kalmadı. Menfis'te Ptah tapınağına giderek bu tanrıyı temsil eden putu tahkir etti. Mumyaları gözden geçirmek üzere eski mezarları açtırdı. Nâaşları dışarı attırdı. Kambis'in Mısır’a geldiği zaman takınmış olduğu tavrın tamamiyle tersine olarak dinlerine karşı reva gördüğü bu gibi hakaretler, Mısırlı’larda yalnız kendisine değil, bütün Iranlı'lara karşı sönmez bir husumet uyandırdı. Nüfuzunun kırılmasına sebep oldu.

Kambis’in bu delice hareketlerinden maiyetindekiler de kurtulamıyorlardı. Bir buhran esnasında kız kardeşi Roksan’ı öldürdü. Ana baba bir kardeşlerin birbirleriyle evlenmelerini men eden kanuna muhalif olarak bununla evlenmişti. Bir başka defa sebepsiz yere Preksaspes’in oğlunu bir okla yere serdi. Maiyetinden on iki kişiyi diri diri gömdürdü. Beraberinde Mısır'a kadar getirdiği eski Lidya kralı Krezüs'ün bilinmeyen bir sebepten öldürülmesini subaylarına emretti. Sonra bu emri geri aldı. Fakat ilk emrini yerine getirmedikleri için bu subayları yoketti. Bu hallerini gören Mısırlılar, yaptığı hareketler yüzünden tanrıların kendisini delirttiğini söylüyorlardı.

Bu duruma düşen Kambis'i artık hiç bir şey Nil boylarında durduramıyordu. Asya yolunu tuttu (522). Fakat bu sırada Kambis'in ordunun büyük bir  kısmını çöllerde yok yere mahvettiği, âsabı büsbütün bozularak bir takım mecnunluklar yaptığı, etrafındakileri öldürttüğü haberi Iran’da yayılmıştı.

Tahta çıktığı gündenberi muvazenesiz hareketleri, haksız yere bir çok insanları öldürtmesi gibi sebeplerle kendisinden soğumuş olan Iran’lılar, Mısır’dan gelen bu haberler üzerine ondan ümitlerini kesmiş, gözlerini hayatta sandıkları Kuraş’ın ikinci oğlu Bardiya’ya çevirmişlerdi.

Kambis’in Mısır’a giderken memleket idaresini emanet ettiği kâhin Patizeites, halkın öldürülen Bardiya’nın sağ olduğu yolundaki kanaatinden ona olan sevgisinden faydalanarak yakınlarının bile ayırd edemiyecekleri kadar Bardiya’ya benzeyen kendi kardeşi Gomata'yı tahta geçirmeğe karar vermiş, bu neticeyi temin için gizliden gizliye çalışmağa başlamıştı.

Gomata, kardeşinin ısrarı üzerine birçok tereddütlerden sonra M. ö . 522 martının ilk günlerinde Pasargad'da Kuraş II'nin ikinci oğlu Bardiya (Semerdis) adiyle taht dâvasına atıldı. İmparatorluğun dayandığı Matalarla Parsalar, Gomata'yı hayatta sandıkları hakiki Bardiya diye karşıladılar, 522 temmuzunda onu Kuraş II’ nin tahtına çıkardılar.

Kambis, kuzey Suriye’ye geldiği zaman, Patizeites'in göndermiş olduğu bir münadi, ordu içine dalarak, yüksek sesle Kuraş II'nin oğlu Kambuziya'nın saltanatının sona erdiğini şimdiye kadar ona hükümdar sıfatiyle itaat edenlerin bundan sonra, Iran tahtına çıkan Kuraş II’ nin diğer oğlu Bardiya'yı tanımalarını resmen ilân etti.

İran’dan gelen münadinin ordu içinde yaydığı bu ilân, Kambuziyayı şaşırttı. Evvelce kardeşini öldürmeğe memur ettiği Prekaspes’in ihanetine hükmetti. Fakat bu adamın hükümdarın emrinin yerine getirilmiş olmasında ısrarı, münadinin de kendisini Patizeites'in gönderdiğini açıkca itiraf etmesi Kambuziya’ya bir sahtekârlık karşısında bulunduğu kanaatini verdi. Kendisine sadık kalan askerlerin başında İran'a yürümeğe hazırlanırken mahiyeti kesin olarak bilinmeyen esrarengiz bir surette öldü (522).

Bisütun yazıtı ye'sinden intihar etmiş olduğu intibaını vermektedir. Fakat, Herodotos ölümünü, atının sırtına sıçradığı sırada kını düşen kılıcının bağrına saplanması suretiyle izah etmektedir. Kambis, yirmi gün sonra varis bırakmaksızın ve halef göstermeksizin Suriye'deki Agbatana şehrinde ölmüştür.


Gomata veya (Semerdis)  Sahte Bardiya 522- 521



Gomata önce İran'ın Medya ve Pars bölgelerinde hükümdar ilan edilmiş, Kambuziya'nın  ölümünden  sonra  da imparatorluğun  diğer kısımlarında kral tanınmıştı. Halk kendisini Kuraş ll'nin ikinci oğlu Bardiya sanıyordu. Bu genel inanç, ona herkesin hürmet ve itaatini temin etmişti. Gomata'nın ilk işi, Bardiya'nın öldüğünü bilen adamları birer bahane ile yok etmek oldu. Onun bu yoldaki amansızlığı, hadiseyi bilenlerden hayatta kalanları ağızlarını tıkamalarına mecbur etmişti. Bu sebepten ne Matalar, ne de Parsalar arasında hatta ne de Akhamaniş hanedanından olanlar içinde Gomata'ya rakip olmağı düşünecek kimse bulunmuyordu. Çünkü Kuraş II 'nin oğluna karşı saltanat davasına kalkacak herhangi bir adamın halk tarafından hüsnü kabul görmesine ihtimal yoktu.

Gomata, mevkiini kuvvetlendirmek, umumun sevgi ve bağlılığını kazanmak için imparatorluk içindeki kavimlerden üç yıl için vergiyi ve askerlik hizmetini affetti. Bu tedbirler sayesinde hiç kimse sahte bir saltanat gâsıbı olduğunun farkına varmaksızın altı ay hüküm sürdü. Fakat, zaman geçtikçe, ihtimalki Bardiya'nın akibetini bilenlerin gizli fısıltıları sonucu olarak yavaş yavaş, memlekette şüpheler uyanmağa başladı.. Kambis'in, Gomata'nın isyanını haber aldığı zaman Suriye’de bu adamın bir sahtekar olduğu yolundaki ifşasını, kendisine rakip çıkan kardeşine karşı beslediği kin ve rekabet icabı sayanlar, simdi ona hak vermeğe başlamışlardı.

Herodotos, Gomata'nın yalancı bir saltanat gasıbı olduğu şüphesine düşenlerin başında İran asilzadelerinden Pharnaspes’in oğlu Otanes’in bulunduğunu haber vermektedir. Gomata’ nın saltanatının sekizinci ayına kadar Medya’da oturduğu kaleden bir gün bile dışarı çıkmaması, asılzidelerden hiç kimse ile görüşmemesi, Otanes’in şüphesini arttırmış, onun mahiyetinin meydana çıkmasına sebep olmuştur.

Otanes’in Pheadina adındaki kızı Kambis’in karıları arasında bulunuyordu. O zamanki kanun ve teamüle göre, Gomata taht ile beraber saltanatın haremine de vâris olduğundan Onates’in kızı da zevceleri arasında bulunuyordu. Otanes gizlice kızıyle muhabere ederek, haremdeki kadınların ayrı ayrı hücrelere kapatıldığını, ne biribiriyle ne de hariçle temas edemediklerini öğrenince şüphesi büsbütün arttı.

Kahin  Gomata’nın vaktiyle işlediği bir suçtan dolayı, ceza olarak kulağı kesilmişti. Eğer hükümdar  hakikaten Bardiya ise kulağı yerinde  olacaktı. Otanes kızına  hayatı bahasına da olsa, bu hususu anlayarak kendisine bildirmesini yazdı. Aldığı cevap, hükümdarlık eden adamın kulaksız kâhin Gomata olduğunu teyit ediyordu. Bu cevap, Otanes’i şüpheden kurtarmıştı. Yapılacak  şey, bu sahtekârı  ortadan kaldırmak için bir hareket hazırlamaktı. Parsaların yedi büyük aile şefi sahte hükümdarı  devirmek  için  aralarında  anlaştılar. Bunların  arasında Parsua  veya  Hirkanya  ve Partya  satrabı Teispes’in (Histasp) oğlu Darius da bulunuyordu "

Müttefik şefler, gereken tertibatı aldıktan sonra Gomata’nın, oturduğu Medya'daki Sihiyavatiş kalesini çevirdiler. Kapı bekçileri kendilerine müşkülât göstermeden kapıları açtılar. Gomata'nın hususi dairesine gitmelerini önlemek istiyen harem ağalarını bertaraf ederek içeri girdiler. Gomata'yı yanındakilere beraber öldürdüler (521 Mart-Nisan). Bundan sonra şefler, Gomata’nın başını halka teşhir ederek onları ayaklandırdılar. Taraftartarı olan bütün Muğbetleri (Majları) öldürdüler. Bu katliâmın hatırasını her yıl yenilemek üzere Mogofoniya denilen bir bayram günü tesis edildi,

Bu tafsilât Medyalı maj’ların yıkılan Med krallığının intikamını almak ve teokratik bir devlet kurmak maksadiyle Gomata (sahte Semerdis) nın etrafına toplanmış olduklarını anlatmaktadır.

Herodotos'un rivayetine göre, Gomata öldürüldükten sonra yedi şef aralarında, güneş doğduktan sonra hangisinin atı ilk defa kişnerse onun kral olmasına karar vermişler. Bu rivayet o zamanlar İran’da kuşların uçmasiyle yapıldığı gibi atların kişnemeleriyle de talihin tayini âdetinin bulunduğunu göstermektedir.

Yine Herodotos’tan öğrendiğimize göre, bu kararı öğrenen yedi şeften Darius’un seyisi, efendisinin atını önceden tayin edilmiş olan yere götürerek orada ona bir kısrak göstermiş, sabahleyin güneş doğarken Darius'un atı o yeri tanıyınca kısrağı hatırlıyarak neşe ile kişnemeye başlamış, seyisin bu hilesi sayesinde Darius I de Kuraş II nin tahtına oturmuştur.

Yunan kaynaklarında sahte Semerdis denilen Gomata’nın soyu konusu hayli tartışmalara yol açmıştır. Başta Herodotos (II, LXI) Platon (Lois, İli, 604-695) olmak üzere eski müelliflerden çoğu Gomata’nın bu hareketini Mataları Parsalar tahakkümünden kurtarmak , Keyaksar krallığını yeniden kurmak gibi milli bir amaca yönelmiş bir ihtilâl olarak tasvir etmişlerdir. Medya maj (mubed = muğ) larının kendisine taraftar olmalarını da bu tasvirin hakikate uygunluğunu göstermektedir.

Bunun içindir ki çağdaş tarihçilerden Niebuhr, Grote ve Spiegel gibi şöhretli bilginler de bu görüşe katılmışlardı. Halbuki George Rawlinson, Gomata'nın Fars bölgesindeki Pisyaouvada (Pasargades) şehrinde doğmuş olduğu rivayetine dayanarak onun isyanında milli bir mahiyet görmemekte, buna delil olarak da Gomata'nın Parsların idare mekanizmasında bir değişiklik yapmadığını ileri sürmektedir.

Fakat Gomata'nın Farsla r bölgesinde doğmuş olması, onun Matalardan olmadığına delâlet edemiyeceği meydanda bir hakikattır. Babasının Medya'dan Pasargad'a göçmüş, Gomata'nın da burada doğmuş olması pek mümkündür. Halbuki bütün kaynaklar onun iktidar mevkiini elde ettikten sonra Parsalar arasında değil, Medya'da oturduğunu, muhafızlarının da Medli ask er olduğunu söylemekte müttefik bulunuyorlar. Gomata'nın öldürülmesinden sonra bütün Mata majlarının da kılıçtan geçirilmiş olması, bunlarla Gomata arasında soy birliği bulunduğuna delâlet etmektedir.

Herodotos'un , Kambis'in Mısır seferine çıktığı sırada İran idaresini ve bütün hazinelerini Gomata'nın kardeşi kâhin Patizeites'e bıraktığı yolundaki haberi de eski müellifleri teyit etmektedir. Memlekette bulunmadığı zaman saltanat dâvasına kalkışması ihtimali endişesiyle kardeşini gizlice öldürten vehmi kuvvetli Kambis'in, uzun sürecek bir sefere çıkarken yerini Parsua şeflerinden birine bırakamıyacağı şüphesizdir. Halbuki tahtını Mata'lardan birine emanet ettiği takdirde memleketten endişesiz olarak ayrılabilirdi. Çünkü Medyalının Parsua şefleri önünde tahtını elde etmek gibi bir hevese düşemiyeceği muhakkaktı. Buna karşı Parsua şefleri arasında Kambis'e karşı çıkarılacak bir isyanı Patizeites'in Matalara dayanarak önleyeceği de şüphesizdir. 

Parsa şeflerinin Gomata'nın Bardiya olmadığını kesin olarak anladıkları halde onu bertaraf etmek için açıktan açığa üzerine yürümekten çekinerek hile yolunu tutmaları da kardeşi Patizeites'in Matalar tarafından kuvvetle tutulmasından ileri gelmişti.

Gomata'nın hüviyeti anlaşıldıktan sonra, Medyalıların uzun zaman ölümünün matemini tutmuş olmaları da onun kendilerinden olduğunu göstermektedir.


Darius (Dareloa) 521-486 İhtilal yılları.


Afrika seferlerinin  felâketlerle neticelenmesini takip eden Gomata isyanı, buna karşı yapılan ihtilâl, devlet  otoritesini  sarsmış imparatorluğun her tarafı isyanlara, kargaşalıklara  sahne olmuştu.  Devletin başına kudretli bir komutan olduğu kadar müstesna bir teşkilâtçı, azimli bir hükümdar olan Darius geçmemiş olsaydı, dağılmağa yüz tutan imparatorluğun kurtarılması mümkün degildi. Keyaksar tarafından kuvvetle kurulan, Kuraş II'nin parlak zaferleriyle genişleyen bu imparatorluk Asur imparatorluğu gibi feodal mahiyette türlü kavimlerden mürekkep bulunuyordu. Kral, bu geniş memlekette mutlak surette hüküm sürüyordu.

Fakat İran politikası, Asurluların güttükleri politikadan esaslı surette ayrılıyordu. Asurluların imparatorluğu fatih kavmin sömürgesi telâkki eden siyasetleri yerine, iranlılar büyük bir birlik imparatorluğu fikrini ikame etmişlerdi. Fakat, bu birlik henüz, kuvvetli sarsıntılara mukavemet edecek kadar metin değildi. İmparatorluk yarı müstakil valiler tarafından idare edilen eyâletler, vassal krallıklar, tamamiyle itaat altına alınmamış kabileler merkeze pamuk ipliği ile bağlı sitelerden teşekkül etmiş, her fırsatta dağılmağa hazır bir birlik idi. Kuvvetle boyunduruk altına alınmış olan ırkları, dilleri ayrı kavimlerin istiklâllerini kurtarmak teşebbüsüne baş vurmaları pek tabi! idi. Bu sebepten Kambis’in ölümüyle bu birliğe karşı feodal ruh tekrar uyanmış, Darius, birlik fikrini yerleştirmek için yeniden büyük gayretler sarfetmek, hatta pek çok kan akıtmak mecburiyetinde kalmıştı. İlk kargaşalıklar üzerine ihtilâl, aynı zamanda iki bölgede yani Susiyana (Elâm) ile Babilonya'da patlak verdi.

Elâm'da başgösteren ihtilâlin başında Bura’nın son milli kralları soyundan Umbadaranma’nın oğlu Atrina bulunuyordu, Atrina’nın mensup olduğu hanedan Ahamanişler tarafından Anzan tahtından mahrum edilmiştir. Darius daha az kuvvetli gördüğü Susiyana ihtilâlini bastırmak vazifesini komutanlarına bıraktı. Sus şehri üzerine gönderilen kuvvetler Atrina'yı esir ettiler. Zincire vurarak Darius'a gönderdiler. O da öldürttü.

Tehlikeli ihtilâl Babil'de baş göstermişti.

Burada Nabu-naid’in ikinci oğlu olduğunu iddia eden Nidintu - Bel büyük kuvvetler toplamış kendisini Nabû.kudur-Usur III unvaniyle kral ilân etmişti. Darius büyük bir kuvvet ile Babil üzerine yürüdü. Fakat kuvvetli bir ordu ile takviye edilen donanmanın tuttuğu Dicle ırmağını geçemedi. Çünkü Babil kralı, hasmının süratli hareketine rağmen hazırlıklarını yapmış, İran kuvvetleri eski Asur sınırlarını aştıkları zaman askerlerini Dicle’nin sağ kıyısında çok elverişli mevzilere yerleştirmeğe muvaffak olmuştu. Kuvvetli bir filo da yan tarafını koruyordu. Bu durum karşısında Darius cepheden hücuma cesaret edemedi. Ordusunu bir takım gruplara ayırdı. Bazı grupları atlara, bazı grupları da develere binmiş olarak ve sık sık vaziyetlerini değiştirterek düşman gözcüleri karşısında mütemadiyen hareket ettirdi. Bu suretle düşmana İran ordusunun çokluğu kanaatini verdi. Onların manevî kuvvetlerini sarstı. Sonra türlü yerlerden Dicle’yi geçmiş gibi hareketlerde bulunarak düşmanı şaşırttı. Süratli bir hareketle en uygun gördüğü bir geçitten Dicle'nin karşı tarafına geçmeğe muvaffak oldu. Babil askerleri bunları Dicle’ye dökmek için beyhude uğraştılar. Altı gün sonra Fırat kenarında Zazmanu'da vukubulan ikinci bir çarpışmada (521 Aralık) Babil askeri büyük bir hezimete uğradı. Nabu - Kudur - Usur III, maiyetindeki suvarilerle kaçarak güç belâ Babil surları arkasına sığındı. Darius I Babil'i muhasara altına aldı.

Bu sıralarda imparatorluğun her tarafında isyanlar birbirini takip ediyordu. İran şehirlerinden Kuganaka'da yetişen Parsalardan Martiya, Susiyana’da yeni bir isyan çıkardı. Fakat bu teşebbüs Susiyana’lılar tarafından neticesiz bırakıldı. Martiya yakalanarak öldürüldü .

Medya’da Keyaksar'ın torunu olduğu iddiasiyle ortaya atılan Fravartis (Fraort) Medya ordusu tarafından tutulmuş ve Kşatrita adiyle kral ilân edilmişti. Astiyag’ın bütün İran’a hâkim olduğu devir, henüz unutulmamıştı. Medya asilzadeleri Kuraş'ın zaferiyle yıkılan Medya hegemonyasını yeniden kurmak ümidine düşmüşlerdi. Kşatrita, Medya halkı tarafından büyük bir sevinç ve bağlılıkla karşılanmıştı. Darius’un Gomata’nın ölümünden biraz sonra Babillilere karşı ordu toplamak üzere Medya’dan uzaklaşmak zorunda kalması, Matalara bu ihtilâlı çıkarmak için meydanı boş bırakmıştı. Bu sırada bazı göçebe kabileler Darius'a sadık kaldılarsa da, şehir ve köylerde oturan Matalar Kşatrita'yı kral tanımışlardı. Medya’da patlayan bu ihtilâl yavaş yavaş Zagros bölgesine, eski Asur iline kadar yayıldı.

Darius, tehlikeli gördüğü Fravartis’e karşı değerli komutanlarından ve yedi şeften biri olan Vidarna’yı gönderdi. Fakat çarpışma bir sonuç vermedi. Telaşa düşen Darius komutanına emniyetli bir mevkie yerleşerek kendisini beklemesini emretti. Kşatrita’nın Vidarna’ya karşı kazandığı başarı, Hirkanya ile Partlar bölgesinin kendi tarafını tutmalarına yol açtı. Zagroslara kadar ulaşan Medya ihtilâlinin Küçük Asya’ya yayılması Darius için iyi bir talihti. Bu sıralard a Küçük Asya’da bir isyan olmamıştı. Yalnız Lidya satrabı Oroetes, durumu elverişli görerek istiklâl sevdasına kapılmak, ileride belki tehlikeli olmak istidadını gösteriyordu. Darius tarafından Sardes’e gönderilen Bagaeos kralın bir valiye itaat etmemeleri yolundaki iradesinin buradaki İranlılar üzerinde tesirli olduğunu görünce, Oroetes'in öldürülmesi hakkındaki gizli fermanı meydana çıkardı. Askerler kılıçlarla üşüşerek Oroetes’i öldürdüler (519).

Darius, Küçük Asya gailesinden kurtulmakla beraber imparatorluğun diğer bölgelerinde durum henüz tehlikeli idi. Fakat, Babil’i muhasaradan vazgeçerek buralara yürümek kötü sonuçlar verebilir, hatta Nabu-Kudur-Usur lll'ün eski Asur ve Elam memleketlerini yeniden istilâ etmesine yol açardı.

Bu sebepten Darius bir taraftan muhasaraya devam etmekle beraber, diğer taraftanda ihtilâle başlayan bölgelere kuvvetler göndermek yolunu tuttu. Bu maksat için hazırladığı bir orduyu da maiyetindeki komutanlardan Dadarşiş adında bir ermeni idaresinde, bir zamandanberi Zagros bölgesinde yurtlaşan ve imparatorluktaki kargaşalıktan istifade ederek isyan eden Ermeniler üzerine gönderdi (510).

Dadarşiş, âsileri üç yerde bozdu. Fakat kesin bir sonuç alamadı. Darius ermeninin sad akatinden şüphe etmiş olacak ki yerine Parsalardan Valomiza adında bir komutan gönderdi Fakat, bu da asileri iki defa dağıtmakla beraber, tamamiyle inkiyat altına alamadı. Dağılan kuvvetler, dağlık arazide sarp yerlere çekiliyor, tekrar kendilerini toplayabiliyorlardı. Ermenilerin de kesin olarak ezilmesi ve itaat altına alınması için Darius’un buralara gelmesi gerekiyordu.

Bu zamanlarda Erbil bölgesindeki dağlarda yaşayan halk da isyan etmişti. Bunların başında Keyaksar torunlarından olduğunu iddia eden Çitranrakhma adında biri bulunuyordu . Darius bunu tenkil etmek üzere Takhma -Spâda idaresinde Mata ve Parsalardan mürekkep bir ordu gönderdi. Mağlûp ve esir edilen Çitrantakhmada Fravartes'e tatbik edilen işkencelerle cezalandırıldıktan sonra Erbil'de asıldı.

Daha uzakta, doğuda Partlar ili ile Hirkanya bölgeleri buraların satrabı olan Darius'un babası Histasp tarafından yola getirildi (519). Marjiyana bölgesi Frada adında birinin başbuğluğu altında isyan bayrağını açmıştı. Bu isyanı bastırmağa memur edilen Baktriyan satrabı Dadarşiş, ilk çarpışmada âsileri perişan ederek Marjiyana'yı krallığa bağlamağa muvaffak oldu (518).


Bu sıralarda uzun zamandanberi muhasara edilen Babil'in düşmesi Darius’a geri kalan veya yeniden başgösteren is yanları bastırmak için bütün kuvvetlerini kullanabilmek imkânını vermişti. Babil'in uzun müddet karşı koyabilmiş olması, halk muhayyilesinde geniş menkıbeler yaratmağa vesile  olmuştur, Rivayet edildiğine göre Darius Babil önüne geldiği zaman şehri  her ne  bahasına olursa olsun, teslim olmamak  azminde bulmuştu. Mahsurlar kanalları kapatmış, mağazalarını anbarlarını doldurmuş, faydasız boğazlardan kurtulmak maksadiyle, ekmek yapmak için gereken bir miktari alıkonularak bütün kadınlar öldürülmüştü. Parsalar, yirmi ay sıkı muhasaradan sonra ancak ilk günlerdeki mevzilerinde bulunuyorlardı. Orduda herkesin cesareti kırılmış, zafer ümidi sarsılmıştı. Gomata'ya karşı isyan eden yedi şeften biri olan Zopirus, lran’lıları bu zelil durumdan kurtarmak için, cesaret ve fedakârlık örneği olan bir teşebbüse girişti: burnunu, kulaklarını kesti. Saçlarını kırptırdı. Çıplak bedenini kırbaçlatarak yara bere içinde bıraktırdı. Darius ile anlaştıktan sonra düşman tarafına kaçtı. Onlara kendisini bu hale sokan Darius’un zülmünden kaçıp geldiğini, ona harp ederek intikam almak istediğini anlatarak kaleye alınmasını rica etti. Haline bakarak, sözlerinin doğruluğuna inanan Babilliler, kendisini müdafiler arasına aldılar. Gösterdiği yararlıklar ona karşı emniyet ve itimadı arttırdı. Nihayet onu kalenin muayyen bir kısmını müdafaa eden kıtanın komutanlığına geçirdiler. Babillilerin kesin emniyetini kazandıktan sonra Darius ile aralarında kararlaşan zamanda kalenin kapılarını açtı. Hücuma hazır olan İran askerini içeri aldı, şaşıran Babilliler bir şey yapamadan teslim oldular. Bu suretle uzun bir muhasaradan sonra Babil şehri İranlıların eline düşmüş oldu.

Bu menkıbede hakikat olan şey, muhasaranın uzun sürmüş olmasıdır. Nabû -Kudur-Usur III idam edildi. Şehri müdafaa eden üç bin adam kazığa vurularak öldürüldü. Kale duvarları yıkıldı. Şehre yeni bir halk yerleştirildi.

Serbest kalan Darius Parsalardan Artavardiya'yı sahte Bardiya üzerine gönderdi. Kendisi de Medya’daki Kşatrita'ya karşı gitti. Matalarla Parsalardan mürekkep bir kuvvet başında bulunan Artavardiya hasmını birbiri arkasından iki defa hezimete uğrattı. Yakalanan Vabyaşdata iie taraflılarından ileri gelenler asıldılar.

Kşatrita üzerine giden Darius da Kerend geçidinden Medya'ya girdi. Cainbaden’de komutan Vidarna ile birleşti, Kuraş Il ile Kambis'in tecrübeli askerleri durumu birdenbire değiştirdiler. Medya'lılar, mukavemet edemediler. Kşatrita dağlara sığınmak üzere kuzeye doğru kaçtı. Fakat, şiddetli takip neticesinde yakalandı (519). Akbatana'ya götürüldü. Burada burnu, kulakları, dili kesildi. Gözleri oyuldu. Zincire vurularak saray kapısında teşhir edildi. Nihayet kazığa vurulmak suretiyle öldürüldü. Taraftarlarından ileri gelenler de bu vahşice işkencelerle öldürüldüler. Geri kalanlar da esir edildiler.

Imparatorluk içindeki kavimlerin Darius'a karşı isyan bayrağını açtıkları bu zamanda İran halkı, Kambis'in ölümüyle Kuraş neslinin söndüğüne inanmıyorlardı. Başta parsalar olmak üzere bir çok halk, Kuraş'ın ikinci oğlu Bardiya’nın yaşadığına inanıyorlardı. Gomata'nın sahteliğinin anlaşılması bu kanaati kuvvetlendirmişti. Bu sebepten Darius'un tahta çıkması bile bu kanaati sarsmamış, bilâkis onun muvaffak olacağını şüpheli gören Parsalar, Vahyaşdata adında birinin Kuraş Il nin küçük oğlu olduğu iddiasiyle sahneye çıkmasını şevk ve heyecanla karşılamışlardı. Bu ikinci sahte Bardiya'nın Parsalar tarafından kral tanınmış olması Darius'un Kuraş Il ile bir soydan indikleri iddiasındaki şüpheyi bir kat daha artırmıştır.

Vahyaşdata başlangıçta ordusunu ikiye ayırarak bir kısmını Arahosya'ya göndermek hatasında bulunmuştu. Darius'un Artavardiya komutası altında gönderdiği Mata-Parsa kıtaları bu hatadan faydalandı. Sahte Bardiya'yı önce Raşa'da sonra da Paraga'da iki büyük hezimete uğrattı (519-518). Savaş alanından kaçan Vahyaşdata sığındığı Uvadeşaya şatosunda çevrilerek esir edildi. Bu sırada Arahosya satrabı Vivana da buranın istilâsına gönderilmiş olan kıtayı perisan ederek dağıttı (518). Gerek Vahyaşdata ve gerek taraftarları astırıldılar.

Bir taraftan bu isyanlar bastırılırken, diğer taraftan yenileri zuhur ediyordu. Babil'de Arakha adında bir ermeni son Babil kralı  Nabu -naid’in oğlu olduğu iddiasıyle ortaya  çıktı.

Fakat Darius’un adamlarından Medya'lı Vindafrana, şehri geri almağa muvaffak olarak asileri öldürttü, Bu kargaşalıklar sırasında Mısır'ın durumu da Küçük Asya’ya benzeyen  bir şekil almıştı. Burada  vali  bulunan Argandes, istiklâlini ilân etmek için fırsat bekliyordu. Darius’un karşılaştığı  isyan yangınlarını  bastırıp bastırmıyacağı kesin olarak belli olmadan evvel kralın unvanlarından daha üstün unvanlarla adına gümüş para bastırmış olması, Iran sarayında büyük bir endişe uyandırmıştı.

Darius, belli başlı ayaklanmaları bastırdıktan sonra Mısır’a gitti. İsyana hazırlanan vali Argandes’i öldürttü. Mısır’lıların sevgisini kazanmak üzere halk üzerindeki eski nüfuzları hâla devam etmekte olan kâhin ve rahiplere pek çok iltifatlar ve ihsanlarda bulundu. Bunları teşkilatlandırdı. Kendisine bağladı (517).

Darius, yedi yıl süren iç savaşlar esnasında ya ordunun başında bulunmak veya emniyet ettiği komutanlar idaresinde kuvvetler göndermek suretiyle 17 savaş kazanarak iç sükûnu temine muvaffak oldu. Kendilerini müstakil hükümdar ilân etmiş olan dokuz kralı mağlup ve esir ederek Kuraş ll’nin kurduğu ve Kambis’in büyüttüğü imparatorluğu yeniden tesis etti.

Bu imparatorluk o zamana kadar Ön Asya’da kurulmuş olan imparatorlukların hepsinden genişti. Yaksart’tan (Seyhun) Nil ötelerine, Hindukuş'dan Akdenize kadar uzayan geniş memleketler bu imparatorluk sınırları içinde bulunuyordu. Kuraş Il ile oğlu Kambis’in  bıraktıkları geniş imparatorluk, İran satrablariyle idare edilen memleketlerle beraber vassal krallıkları, müstakil siteleri, serazad göçebeleri ihtiva ediyordu . Göçebeler doğrudan doğruya hükümdarın şahsına bağlı bulunuyor, dolaştıkları bölgelerin satrablarından emir almıyorlardı. Gomata devrinde birliğin sarsılması Darius'a çok müşkül ve acı savaş yılları yaşatmıştı. Fakat, sarsılmaz iradesi nisbetinde azim ve kudreti de üstün olan Darius nisbeten çok kısa bir zaman içinde bu birliği yeniden kurabilmişti.

Bu kadar karışık unsurları kapsayan bir imparatorluğun temeli ancak monarşik bir iktidar olabilirdi.  Halbuki Darius tahta feodal bir kral olarak çıkmıştı. Bu krallığı büyük bir maharetle kudretini Tanrıların idare ve korumasından alan irsi bir imparatorluk yapmak maharetini gösterdi. Kendisi İran'da Ahuramazda'nın, Babil'de Marduk'un, Mısır'da Ammon'un Küçük Asya'da Kübele'nin mümessili idi. Bu telâkkiye göre Darius, kuvvetle saltanat kuran bir fatih değil, tanrılara ait hükümranlığın meşru bir varisi oluyordu.

Darius bu sıfatla mahalli hanedanları ortadan kaldırmağa lüzum görmemiş, tebaasının dillerini, ahlâk ve geleneklerini, dinlerini, kanunlarını, hususi müesseselerini muhafaza etmek hakkını tanımıştı. Kudüs'e dönen Yahudiler, bu müsaadeye dayanarak yeniden mâbedlerini kurmuşlardı. Asya Grekleri steterini, Fenikeliler krallarını, hakimlerini, Mısırlılar geleneklerini muhafaza etmişlerdi.

Fakat bu mahallî teşekküller üzerinde hepsine faik ve her tarafta aynı olan tek bir otorite yani Ahamanişler hanedanı bulunuyordu. Çeşit çeşit kavimler, teşekküller arasında birinci plânda yer alan hanedandan başka bir bağ yoktu. imparatorluk arazisi, büyük idarelere ayrıldı. Zamana göre sayısı değişecek olan bu mülki ve askeri idareler, bidayette aşağıdaki '23 satrablıktan ibaretti.

1-Parsa: Pers satrabalığı. Pasargad ve Persepolis (Istahr) burada idi.

2-Uvaja: Elâm, Darius’un çok defa merkez yaptağı Sus şehrine nisbetle Susiyana da deniliyordu.

3. Babirus: Kaide satrablığı.

4. Athura: Asur. Bu satrablık Habur’dan Zagros dağlarına kadar uzanıyordu.

5. Arabaya: Habur -Fırat arasındaki bölge ile Suriye, Fenike ve Filistin satrablığı.

6. Mudraya: Mısır. 

7. Deniz halkları satraplığı: Buraya Kilikya ile Kıbrıs giriyordu.

8. Yauna: Likya, Karya, Pamfilya ile sahil Yunan kolonileri, lyonya, Eolyayı ihtiva ediyordu.

9. Çparda: Lidya ve Misya

10. Medya:

11. Armeniya:

12. Katpaluka: Küçük Asya'nın Toros’lardan Karadenize kadar uzayan kısmı: Kappadokya

13. Parthava: Hirkanya ve Partya

14. Zarangiye: Zaranka

15. Haraiva: Ariya

16. Uvarazmiya: Harezm

17. Bakhtris: Bakteriyana

18. Sughda: Sugdiyana

19. Gandara: Kandahar

20. Saka’lar: Seyhun ötesindeki Türk illeri

21. Thatgus’lar: Sattagide'ler: Helmed'in yukarı havzası

22. Harauvatis: Arakhosya

23. Maka’lar: Hormuzd geçidi bölgesi.


Darius’un sonraki fetihleriyle imparatorluk sınırları daha çok genişlemiştir. Saltanatının son zamanlarına doğru satrablık sayısının 33 ü bulduğunu yazıtlarından öğreniyoruz.

Bu satrablıklar, kralı temsil eden bir zat tarafından idare ediliyorlardı. Darius, mülki otorite ile askeri komutanlığın tek adamda olmamasına itina etmiş, bu suretle satrapların zamanla istiklale yönelmeleri ihtimalini önlemiştir. Her satrablıkta birbirlerinden müstakil ve her biri Ahamanişler sarayından tayin edilen ve doğrudan doğruya oradan emir alan üç büyük memur bulunuyordu :


1 Khşatrapa = Satrap

2. Khşatrapan = Genel katip

3. Khşatrapava = Komutan.


Satraplar kral tarafından, tabaası arasından seçiliyordu. Bunlar zadegandan olduğu gibi, liyakati takdir edilen fakir sınıftan hatta, Parsalardan ayrı kavimlerden de olabiliyorlardı. Fakat önemli satraplıklar Darius ile birlikte Gomata’yı yıkan yedi şef ailelerinden kanla veya izdivaçla hanedana bağlı şahsiyetlerden seçiliyorlardı.

Satraplar, muayyen bir zaman için atanmazlardı. Hükümdarın hoşuna gittikleri müddetçe, uzun zaman bu mevkide kalabilirlerdi. Sivil idare görevini tam bir yetki ile görürlerdi. Sarayları, parkları, kalabalık maiyetleri, muhafızları bulunurdu. Vergiler salar toplatır, adalet işlerini görür, idam hükümleri verebilirlerdi.

Satrabın yanındaki genel kâtip, resmen kral vekili olarak satrabın başvekili idi. Hakikatte ise onun hareketlerini gözetliyerek hükümdara haber vermekle ödevlenmiş bulunuyordu.

Kumandan ise, eyâletteki İran ve yerli askerlere kumanda ederdi. Çok kere satrab ve genel kâtip ile araları açık olurdu. Birbirlerine rakip olan bu üç adamın birleşerek hükümdara karşı isyan etmeleri imkânsız gibiydi. Darius bununla yetinmiyerek, her yıl eyaletleri teftiş ederek rapor vermek üzere "Kral gözü,, ve "Kral kulağı,, denilen bir takım subaylar da istihdam ediyordu. Bunlar hiç beklenilmedikleri bir zamanda gelir, her işi inceler, genel durumu teftiş eder, hükümdara bildirirlerdi.

Darius’un askerlikteki mahareti kadar devlet kuruculuğundaki dirayetini de belirten bu tedbirler, geniş imparatorluğun kendisinden sonra da kudretsiz ve enerjisiz haleflerinin kötü idarelerine, ataletlerine rağmen, uzunca bir zaman için yaşamasını temin etmiştir. Büyük İskender gibi müstesna bir asker çıkmamış olsaydı, bu imparatorluğun kuruluşundaki metanete göre, daha çok yaşayabileceği şüphesizdi.

Darius ile seleflerinin parlak zaferlerle sınırlarını mütemadiyen ileri sürükledikleri imparatorluk için yalnız iki genişleme yolu kalmıştı. Bunlardan biri doğuda Hindistan’a, diğeri de batıda Trakya ve Yunanistan’a yönelmişti. imparatorluk sınırlarının diğer cihetleri ya denizlerle veya büyük orduların geçip gidebilmelerine elverişli olmayan manialarla çevrilmiş bulunuyordu. Bu manialar kuzeyde Karadeniz. Kafkas dağları, Hazer denizi ve Türkistan istepleri güneyde Umman denizi kumlu Arabistan platosu ve nihayet Afrika çölü idi.

İmparatorlu  Darius  M. ö. 512  tarihlerine  doğru  doğudaki yoldan Hindistan’a  inmeğe karar  verdi.  Yuktana doğru Iran  yaylâsı,  doğu  batısında,  uzaklardaki  geniş Heptahendu (Pencap) ovasına hâkim bulunuyordu. Darius, büyük bir ordu ile Pencap’a indi.

Burayı istilâ etti. Sonra Ganj boylarına doğru ilerledi. Güney bölgeleri hakkında malumat topladı. İndüs havzasının Pers imparatorluğuna eklenmesi, son derece önemi olan politik bir durum yaratmıştı. Darius’un orta Asya ve Uzak Doğu ile Akdeniz ekonomisi arasında bir bağlılık yaratmak yolundaki ekonomik politikası Hint seferinde açıkca belirmektedir. Kendisinden önce Kuraş Il, Yaksart (Seyhun) ırmağı üzerinde Kiropolis şehrini kurmak suretiyle Orta Asya üzerinden Çin’e giden kervan yoluna hâkim olmuştu. Darius İndüs boylarına inmekle Hindistan’ı da imparatorluk ekonomisi içine almış oluyordu.

Darius, İndüs’e hâkim olunca, Pencap’ta ekonomik hayatı yeniden canlandırmağa teşebbüs etti. Çünkü burada gerileme çok belirmiş, nehir üzerinde her türlü seyrü sefer kesilmişti. Darius lndüs ırmağının hangi denize aktığını aramağa Yunanlı amirallerden Skillaks (Scyllax) ı memur etti. Pökela'da bir filo hazırlanarak lndüs boyunca ilerlendi. Yolda ırmağın her iki kıyısında oturan kabileleri itaat altına alan filo, sonra nehir boyunca Umman denizine indi. Scyllax nehrin denize döküldüğü yerde bir liman kurdu. Buradan Basra körfezine bir kaç gemi gönderdi. Kendisi de Arabistan'ın güney kıyısı boyunca ilerleyerek Kızıldenizi buldu. Bu deniz boyunca seyahatine devam ederek nihayet Mısır'a çıktı. Bu suretle Yunanlı amiral otuz ay seyahatten sonra amacına ermiş oldu (ileride görüleceği gibi Darius Mısır'a gittiği zaman, Kızıldenizi 45 metre yükseklikte bir kanal ile Nil ırmağına bağlayarak Iran ve Hindistan'la Akdeniz arasında denizden yeni bir ticaret yolu açtı. Kanalın bitirilmesinden sonra Akdenizdeki gemilerden küçük bir filo, İran sahillerine gitmek üzere Darius'un huzurunda Mısır'dan hareket etti).

İranlılar Hindistan'a girdikleri zaman önlerinde zengin bir ülke bulmuşlardı. Darius I'in ilk başarısını ilerleterek Hindistan zabtına niçin devam etmediği ve ne gibi âmiller tesiriyle buradan dönerek yüzünü Ege denizine çevirdiği bilinmiyor. İhtimal ki buna sebep, Küçük Asya'nın Ege denizi kıyısındaki Grek sitelerinde başlayan kaynaşma olmuştu. Bu kaynaşmayı imparatorluk için bir tehlike görmüş olması mümkündür.



Avrupa  Karşısında Pers  İmparatorluğu


Lidya'nin fethi, Ege denizi  kıyılarındaki Grek siteleriyle sahil  adalarının İran hegemonyası altına alınmaları, imparatorluğa  çalışkan unsurların karışmasını temin etmiş olmakla beraber, daima kargaşalık çıkarmağa meyyal insanlar da katmıştı.

Sanat ve ticaretteki kabiliyetleriyle sulh zamanındaki faydaları kadar harp işlerinde de becerikli olan bu unsurlar imparatorluğun küçük Asya, Suriye, Mısır ve hatta Babilonya belgelerine yayılmışlardı. Fakat, kazanç hırsiyle çırpınan bu atılgan unsurlar, ateşli mizaçları, gururları ve sıkı kontrola karşı tahammülsüzlükleri, particilik gayretleri, ihtilâl meyilleri ile imparatorluk içinde sadakatleri şüpheli, idareleri müşkül bir zümre teşkil ediyorlardı. İran imparatorluğuna dağılan bu Grekler ana yurtlarındaki ırkdaşlariyle münasebetlerini devam ettirdiklerinden, Yunanistan Küçük Asya’da ve imparatorluğun diğer bölgelerindeki Grekler üzerinde tesirler yapıyor, entrikalar çeviriyordu. Bu yoldaki müdahaleler bazan Sus sarayını rahatsız edecek, kızdıracak kadar ileri götürülüyordu. Çünkü Yunanistan'daki sitelerle İran imparatorluğu tebaası olan Grekler arasında  haberleşme devam ediyor, orada hazırlanan entrikalar Anadolu kıyılarında oynanıyor, İran istilâsından evvel yapıldığı tarzda siyasi faaliyetler devam ediyordu. Bunun neticesi olarak Ege'nin öte tarafındakilerin tertip ettikleri suikasdlar, İhtilâller bu tarafında, İran imparatorluğu hegemonyası altındaki Küçük Asya'da patlak veriyorlardı. Darius iç iğtişaşları bastırmakla meşgul iken bu hale gözyummak zorunda kalmıştı. Fakat belli başlı gaileleri bastırdıktan ve çok kuvvetli bir ordu vücuda getirdikten sonra, Yunanistan Greklerinin ırkdaşlık vesilesiyle her an Asya'daki tebaasının işlerine karışmalarına tahammül etmesi müşküldü..

Çünkü bu durum kendisinin prestijini, memurlarının nüfuzunu sarsıyordu. Bu hallere son vermek için Yunanistandaki Greklere kesin bir darbe indirerek onları da İran hegemonyası altına sokmaktan başka yol görünmüyordu. İhtimal ki Darius Hindistan seferinde iken Ege kıyılarındaki bu faaliyet artmış, onu fetihlere devam etmeyerek dönmeğe, batıya yürümeğe icbar etmişti.

Darius, Grekleri anayurtlarında ezdikten ve Ege kıyılarını zaptetmek için Asya kıyılarında olduğu gibi Avrupa kıyılarında ve Yunanistan’da satraplar hâkimiyetini kurduktan sonra bu kavgacı gürültücü insanların entrikalarına isyan teşebbüslerine son vermiş olacağını ümit ediyordu.

Bu da gösteriyor ki Darius’un Trakya ve Yunanistan'ı istilâ etmek teşebbüsü, yani Med muharebelerinin başlaması, sanıldığı gibi mutlak bir despotun fütuhat kaprisi icabı değil, imparatorluğun huzurunu düşünen geniş görüşlü bir devlet başının varacağı bir netice idi.

Çünkü kuvvetle kurulmuş olan bir imparatorluğun emniyeti korumak zarureti, sınırları üzerinde kaynayan siteler veya dolaşan kabileleri birbiri arkasından zorla inkiyat altına almağı zaruri kılıyordu.

Her halde Trabzon'dan Barka'ya kadar yayılan Grek dünyasının hemen hemen üçte birine hâkim olan Darius, metrepolü de zabtederek Avrupa Grek dünyasını Asya'ya ilhak etmek hırsından ziyade, ihtilâl ve isyanları önlemek amacını güttüğü kabul edilebilir.

Çünkü imparatorluk tabii sınırlarına dayanmıştı. Hazer denizi, Kafkaslar, Karadeniz kuzey sınırını teşkil ediyordu. Batı Ege denizi ve Akdeniz ile çevrilmişti. Mısır'ı genişletmeği düşünmek için makul hiç bir sebep yoktu. Belki böyle bir teşebbüs felâket getirirdi. Kambis zamanında Ammon ve Nubya seferlerinin acıklı sonuçları henüz unutulmamıştı. Kuzey doğuda Yaksart'a dayanan sınır ötesi, payansız bir istepti. Güney doğuda ise lndüs yatağına, hatta Ganj boylarına kadar inilmişti. Basra körfezi, zengin Hint sahillerinden gelen gemilere kucağını açmıştı.

Bir çöl ile çevrilmiş olan Arabistana tamah etmek için ciddi hiç bir sebep yoktu. Açık kapı olarak yalnız Ege denizi kalıyordu. Yunanlılar da hareketleriyle Darius'u üzerlerine çekiyorlardı.

Yunanistan'a gitmek için iki yol vardı: Biri lyonya kıyılarından Attik'e giden deniz, diğeri de Trakya ve Makedonya üzerinden geçen kara yolu. Bu yollardan birincisi en kısa yoldu. Fakat, deniz yolu büyük orduları aynı zamanda nakledebilmek için pek çok gemiye ihtiyaç gösteriyordu. Bu kadar çok geminin yolda birdenbire düşman hücumuna uğraması ihtimal dahilinde idi. Böyle bir durum karşısında asker yüklü gemileri korumak için bir filoya da ihtiyaç vardı. Ancak bu sayede asker yüklü gemiler lyonya kıyılarından Yunanistan kıyılarına kadar, bir hücuma uğrasa bile, müdafaa edilebilirdi. Bundan başka, denizden gönderilecek askeri karaya çıkaracakları yerde dost olarak karşılayacak, limanlar, şehirler temini lâzımdı. Halbuki deniz yoluyla gidecek askerin çıkacakları Attik köprü başı lran’lılara karşı büyük bir husumet besleyen Pesistrat'ların elinde idi. Bunlar, İran askerinin Hellas'ın göbeğine ayak basmalarına asla müsaade edemezlerdi.

İşte bu gibi mahzurlar Darius’u, kara yolunu tercihe mecbur etmişti. Trakya ve Makedonya sahillerinden giden bu uzun yolda da güçlükler az değildi. Bu yoldan Yunanistana gidebilmek için Traklarla Iskitlerle çarpışmak lâzımdı.

Iskitlerin cesaret ve kahramanlığı hatıraları İran’da canlı bir surette yaşıyordu. İşgal ettikleri geniş alandaki dağlarda bitip tükenmeyen altın madenleri bulunduğu ve bu yüzden çok zengin oldukları yolundaki rivayetler de masal halinde ağızdan ağıza naklediliyordu .

Darius I, Türkistan’daki Asya İskitleriyle Yaksart (Seyhun) boylarında, Kafkaslarda karşılaşmış, tehlikelerini kavramıştı. Büyük kuvvetlerini Yunanistan’a gönderirken Avrupa İskitlerinin yandan yapmaları ihtimali olan hücumlarını hesaba katmaması ihtiyatsızlık olurdu. Bu sebeplerdendir ki Darius I Yunanistan üzerine yürümeden önce İskitleri en iyi keşif merkezleri olan Karadeniz kuzeyindeki topraklarda perişan ederek hem Asya sınırlarından imparatorluğa yapabilecekleri akınları önlemek, hem de Yunanistan'a göndereceği orduların yandan bir hücuma uğramaları ihtimalini bertaraf etmek için, Iskitler üzerine yürümeği kararlaştırdı. Bu suretle onların büyük altın stoklarını da elde etmiş olacaktı.


Darius I’in İskitya Seferi


İskitler Karadeniz ve merkezi Rusya steplerinden  Türkistan’a kadar uzayan   bölgeyi  işgal ediyorlardı.  Rusya’nın  büyük  nehirleri  boyundaki havzalarda yerleşik ve tarımcı olan İskitler, Hazer denizi çevresinde ve Avrupa steplerinde göçebe bir hayat sürüyorlardı. Büyük ordusiyle küçük Asyaya giren Ahamaniş imparatoru, Kappadokya satrabı Ariaramnes’i birkaç bin askerle Karadeniz’in kuzey sahillerine giderek, malûmat alınabilecek İskit esirleri getirmeğe memur etti. Getirilen esirler arasında mahallî şeflerden birinin kardeşi olan Marsagetes de bulunuyordu. Bunlardan Iran generalleri için çok faydalı olacak esaslı malûmat alındı,

Darius gereken malûmatı edindikten sonra sekiz yüz bin kişilik bir ordu ile Küçük Asya'yı aşarak, İstanbul boğazına geldi. Önceden verilen emir üzerine Küçük Asya sahillerindeki Yunan siteleri, burada gemilerden bir köprü kurmuş, bekliyorlardı. İran ordusu Boğazdan geçtikten sonra Trakya'nın doğusuna doğru ilerledi, buralardaki kabileleri hükmü altına alarak Tuna boylarına çıktı. Burada da yine lyonya siteleri tarafından nehir üzerine ikinci bir köprü kurulmuştu. İran ordusu, bu köprüden Tuna'yı geçti (508).

Fakat, İskitler Darius I’in hareketini öğrenerek mahsulleri ve otları yakmış, kuyuları doldurmuş, hayvanları beraberlerine alarak içerilere doğru çekilmişlerdi, İran ordusu ucu bucağı gelmeyen ıssız bir steple karşılaştı. Düşmanı bulabilmek için beyhude yere iki ay Tuna ile Don nehirleri arasındaki geniş ovalarda dolaşıp durdular. Yiyecek ve içecek bulamadıklarından pek çok sıkıntı çektiler. Hastalıklar baş gösterdi. Ölenler çoğaldı. Bu durum karşısında buralarda kalmanın daha çok zararlı olacağını gören Darius I İskitler kralına itaat teklifinde bulundu. İskit kralı bir taraftan müphem bir cevap verirken, diğer taraftan da İran ordusunun ricat hattını kesmek teşebbüsüne girişti. Yunanlı şeflere Tuna üzerindeki köprüyü tahrip ederek şehirlerine dönmelerini teklif etti. Kersones Tiran ’ı Miltiyades bu teklifi kabule mütemayil gördüyse de Milet'li Histiaeus muvafakat etmedi. Neticede İskit kralının teklifi redolundu. Bu sayede İran ordusu emniyetle geri dönebildi. Komutanlarından Megabisos idaresinde seksen bin kişi bırakarak kendisi geri kalan kuvvetlerle Küçük Asya üzerinden İran'a döndü.

Megabisos birbiri arkasından Trakya'daki kabileleri ezdi. Buradaki Yunan şehirlerini aldı. Makedonya kralı Amyntas'ı vergi vermek zorunda bıraktı (506).

Darius l'in bu seferi Iskitleri yıldıracağına onların cüretlerini artırdı. Birtakım İskit kabileleri Kersones şehrine kadar sokularak burasını yağma ettiler.

Bu seferde Iskitler tenkil edilmemiş olmakla beraber büsbütün de neticesiz kalmadı. Iranlılar Trakya’da yeni bir satraplık kazanmışlar, Makedonya’nın da itaat altına alınmasiyle kuzey Yunanistanla da doğrudan doğruya temas etmişlerdi.

Karayolu artık Darius l'in hükmü altında bulunuyordu. Fakat bu sırada Atina'da Yunanistan'da başgösteren siyasi olaylar, Küçük Asya kıyılarında da tepkiler yaptığından Iran hükümdarı için bu yoldan hemen faydalanmak mümkün olmamıştır.

Bu sıralarda Atina tiranı ve nüfuzlu Pesistradlardan olan Hippias M.ö.510'da Ispartalılar  tarafından kovulduğundan Troad'da Sigeum şehrine sığınmıştı. Hippias Sardes'deki Iran satrabı Artaphernes ile anlaşarak kovulduğu Atina aleyhine harekete geçmiş olması, Darius I'e Yunanistan işlerine karışmak için bir vesile verecek gibi görünmüştü. Fakat Ispartalıların teşviki ile Atinalılar, bu müdahaleyi önlemek üzere Sardes satrabına elçiler gönderdiler. Elçiler Atinalılara müessir bir yardım yapılmak şartiyle Darius l'in hakimiyetinin kabul edileceğini taahhüt ettiler. Fakat, dönüşlerinde bu taahhütleri Atinalılarca kabul edilmedi (M.ö.508).

Atinalıların bu hareketi, Darius I'i, Pesistrad tarafını tutmak, Hippias'ı himaye etmek siyasetini gütmeğe sevk etti.

Bunun üzerine Atinalılar Sardes'e yeniden elçi gönderdiler (506). Yeni elçi satrap Artaphernes'den Hippias'ı himayeden vazgeçmesini istedi. Buna karşı satrap da Hippias'ın Atina’ya çağrılarak tiranlığa geçirildiği takdirde Atinalılarla dostluk kurulacağı cevabını verdi. Sus sarayı bu teklifle himaye ettiği Hippias vasıtasiyle Yunanistan’ı yüksek hakimiyeti altına almak istemişti. Fakat Atinalılar, bu teklifi reddettiklerinden, Iranlılarla Yunanlılar arasında savaşın başlamasına, Darius'un Yunanistan hakkındaki planının gerçekleşmesine yol açılmış oldu. Bu sırada lyonya'da başlayan isyan, beklenilen savaşın patlamasını hazırladı.


İyonya  Şehirlerinin Uyanışı 

 

Küçük  Asya  kıyılarındaki Yunan siteleri, kıtalarının Yunanistandaki şehirlerden daha zengin ve daha kalabalık idiler. Fakat önce Lidya ve sonra  İran gibi  kudretli  devletlerle komşu olduklarından, bu devletler kolayca  bunları  hükümleri altına alıyorlardı. Kuraş Il zamanında İran  hegemonyasını  tanımağa mecbur olan İyonya  siteleri, İran hükümdarının  himayesindeki tiranlar  tarafından  idare  ediliyorlardı. Bunların en  kudretlisi olan Milet tiranı Histiaeus, Darius tarafından İskitya seferinde  Tuna  nehri üzerine  köprü  kurmağa memur edildiği  zaman,  hizmetine  mükâfat  olarak Trakya'da Strymon  (Karasu)  ıramağı üzerindeki Myrkinos  şehri kendisine verilmişti.  Histiaeus, Atina ile İran arasındaki münasebetlerin gerginleştiği sırada bu şehri tahkim etmeğe başladığından  İran ajanı  şüphelenmiş, keyfiyeti Sus'a bildirmişti. Bunun üzerine Darius  kendisini  Sus'a çağırdı. iyi  muamele etmekle beraber, geri dönmesine  müsaade etmedi. Yerine damadı  Aristagoras'ı Milet tiranlığına geçirdi.  Histiaeus, damadına Sus'tan hediye olarak  bir  esir  gönderdi.  Esir, gizlice, başındaki saçların kazınmasını söyledi.  Saçlar kesildiği zaman esirin başı  derisinde bir mesaj  bulunduğu görüldü. Burada Parslara karşı ayaklanmak tavsiye ediliyordu. Histiaeus'un bir isyan hazırlamaktan maksadı İran  hükümdarının isyanı bastırmak üzere kendisini İyonyaya göndereceği ümidi  idi. Bu telkin üzerine Histiaeus  Sardes'de oturan satrap  Artaphernes  ile bozuştu. Aristagoras iranlıları müşkilâta sokmak için Sardes'te oturan satrap Artaphernes’i Kiklad adalarından Naksos üzerine yürümeğe teşvik etti.  Sonra da Naksos’lulara  gizlice İran satrabının adalarını zaptetmeğe  hazırlandığı yolunda haber gönderdi. Satrabın hücumu muvaffakiyetle  neticelenemedi. Satrap  çevrilen dolabı  anladığından Aristagoras,  bu  neticeye göre tahtını hatta hayatını kaybedeceğinden telâşa düserek  tiranlıktan çekildi.  iyonyalıları isyana teşvik etti. Bunun üzerine  Milet’liler   isyan  ederek hükümeti ellerine aldılar.  Diğer iyonya şehirlerinin bir kısmı da bu suretle hareket ederek İran taraftarı  tiranların yerlerine kendilerine başbuğ seçtiler ve ordu teşkiline başladılar. Naksos’dan donanma ile dönen tiranlar, âsiler tarafından yakalanarak hapsedildiler. Histiaeus'un tahmini gibi İran hükümdarı iyonya isyanını haber alınca kendisini buraya gönderdi. Histiaeus, Sardes’e gelerek satrab Artaphernes'den hiçbir şey bilmiyormuş gibi isyan sebebini sorduğu zaman, satrabın kendisine "Histiaeus, hakikati ben sana söyliyeyim; Kundurayı diken sensin , giydiren ise Aristagoras'tır" cevabını vermiş olduğu meşhurdur. Aristagoras Ispartalılara başvurdu. Fakat yardım teklifi kabul edilmedi. Atina'ya gitti. Atinalılar Milet'i kendi müstemlekeleri saydıklarından yirmi, Milet’in ticaret müttefiki olan öbe (Euboea) adasındaki Eritre (Erythrae) sitesi de beş gemi verdi. Yunanlılar Efes’e çıktılar. Bu yard ım az olmakla beraber âsilere cesaret verdi. Bunlarla birleşen âsiler hücuma geçerek aşağı Sardes şehrini zabtettiler (498). Fakat şehre hâkim olan müstahkem kaleye karşı bir şey yapamadılar. İran kuvvetlerinin geldiğini öğrenince zabtetdikleri yerde barınamıyacaklarını anlayarak çekildiler. Kaçarken içlerinden biri bir eve ateş verdi. Evlerin damları kamış olduğundan yangın büyüdü, bütün şehir yandı. İranlılar kaçan Yunanlıları Efes civarında yakalayarak haylı sarstıla r. Aşağı Sardes’in zabtı, neticesiz bir başarı idi. Fakat muazzam İran imparatorluğuna karşı bir avuç halkın meydan okuması, Ege bölgesinde olduğu kadar Sus'ta da büyük tesirler yaptı. Bütün Asya Grekleri, Likyalılar, Karyalılar, hattâ Kıbrıslılar âsiler tarafını tuttular. Bu olaydan çok sinirlenen Darius I de her yemekte bir esirin kendisine Atinalıları hatırlatmasını emretti.

Yeni taraftarlardan teşvik gören âsiler Karya’da bazı muvaffakiyetler kazandılar. Pedasos’da bir Iran kalesini mahvettiler. Fakat, müttefiklerin 353 gemiden mürekkep filoları, Milet karşısında Lade adası önünde Iranlıların çoğu Fenikelilere ait 600 gemiden mürekkep donanmasına mağlup oldu . Sisam ve Lemni adalarına ait gemilerin müttefikler donanmasından ayrılmaları, Iranlıların kesin zaferini temin etmişti (496). Atinalılar, bu işin muvaffakiyetle neticelenemiyeceğini görünce yardımdan vaz geçtiler. Denizdeki yenilme, Milet’in düşmesini intaç etti (494). Bu şehir lyonya’nın en büyük sitelerinden biri ve isyanın merkezi idi. İranlılar, şehirdeki erkekleri kâmilen öldürdüler. kadınlarla çocukları da esir ederek Dicle mansabındaki Ampe şehrine sürdüler. Satrap Artaphernes altı yıl sürekli çarpışmadan sonra 493 tarihinde memleketi yatıştırabildi. Darius I de tasavvur ettiği plânı tatbik için hareket serbestliği kazandı.

Ahamaniş’ler hükümdarı lyonya ihtilâlinden önce, küçük Asya kıyılarında huzurun ancak Avrupa Yunanistanının zabtedilmesiyle mümkün olabileceği kanaatine varmıştı. Sardes'in yakılması, onun bu kanaatini kuvvetlendirmişti. Fakat yalnız lyonyayı mağlup etmek kafi değildi. Onların denizcilik faaliyetinden  faydalanan Pers imparatorluğunun denizi de fethetmesi lazımdı. Küçük Asya’nın sahil şehirlerini Yunanistandan ayırmak, onları iktisaden mahvetmek olacaktı. Küçük Asya, zenginliğini denize medyundu. Ya lyonya şehirlerinin temin ettiği deniz ticaretinden vazgeçmek, veyahut Yunanistanı da imparatorluk içine almak lâzımdı. Süveyş kanalının açılışı bu lüzumu bir kat daha artırıyordu.

İran imparatorluğu ya bir kara ve Asya imparatorluğu kalarak lyonya ve Mısır gibi en zengin eyâletlerin elden çıkmalarını veya harap olmalarını kabul edecek veyahut Yunanistana da el koyarak Akdeniz yollarına hâkim olacaktı.

Darius önce lyonya şehirlerini sulh yoluyla elde etmek ve Kartaca ile anlaşmak suretiyle bu amaca erişmek istedi. 492 de, yeni statüyü tanımak maksadiyle lyonya şehirleri delegelerini Sardes'e dâvet etti. Bütün sitelerde Kuraş ll’nin kurduğu tiranlık sistemi bırakılmış, yerlerine demokratik hükümetler kurulmuştu. İç idarelerinde muhtariyetleri vardı. Kendi aralarında ve hatta yabancılarla diplomatik münasebetler kurmak hakkını haiz bulunuyorlardı. Yalnız harp ilân etmek selâhiyetleri yoktu. Aralarında baş gösterecek bütün ihtilâfların halli Büyük Kralın hakemliğine bırakılıyordu. Verecekleri vergiler için de yeni bir esas konuluyordu .

Bu akıllıca tedbirler lyonya siteleri arasında sulh ve ahengi temin ettiği gibi, lyonya şehirlerinin demokrat partileriyle Atinalılar arasındaki sıkı ittifakın da çözülmelerini intaç etti. Demokratik blok dağılmıştı.

Darius I için yalnız hâkimiyetini kıta Yunanistana da teşmil etmek kalıyordu. Hususi menfaatlerle birbirlerine sıkı bir surette bağlı olan küçük Yunan hükümetlerinin aralarını siyasi büyük bir maharetle açmağa başladı. Ekonomik ve bahri bir kuvvet olan Korint, lran fütuhatiyle alâkalı değildi. Onun menfaati batıda idi. Rakibi Milet’in tahribi, genişlemesine imkân vermişti. Argos, Ispartalılar tarafından tehdit edilen bir hükûmetti. Ispartalılara karşı İranlılara dayanmak istiyordu. Egine ise İran hükümdarının yardımiyle ticarette tehlikeli rakibi olan Atina'nın yıkılmasına yardım etmeğe hazır bulunuyordu. Tesalya feodalleri ile Phocis'liler, daimi surette birbirleriyle boğuşuyorlardı. Hatta Tesalyalılar, İranlıların müttefiki durumuna girmiş bulunuyorlardı. Küçük sitelere gelince, bunlar da milletlerarası politikaya karşı hiç bir ilgi göstermiyor, yalnız kendilerinin hususi ve mahalli menfaatleriyle alâkalanıyorlardı.

Yalnız Yunanistan hegemonyalığı iddiasında bulunan isparta ve Atina, Ege denizine ve Çanakkale’ye göz dikmiş olduklarından İranlılara karşı buraların müdafaasına karar vermişlerdi. Fakat bunların da iç durumları karışıktı. İsparta'da iki kral, Demaratus ve Cleomen’den, biri her şeyden önce aristokratik, diğeri ise hegemonik bir siyaset güdüyorlardı.

Her birinin ayrı partileri vardı. Mağlup olan Demaratus, kaçarak Darius’a iltica etmişti. Atina'ya  gelince; burada da vaktile iktidardan kovulan Hippias İran sarayına sığınmıştı ve onun hizmetinde bulunuyordu. İran ajanları Yunanistan'da, Sicilya'da, İtalya'da dolaşıyor, buralarda İranlılara taraftar teminine; kıt'aya ihraç hareketinin imkânını araştırmağa çalışıyorlardı. İran hükümdarının elçileri her yerden inkıyat teminatı almışlardı. Yalnız Atina ile Isparta mukavemete karar vermişlerdi. İyonya ihtilâli sırasında Trakya ve Makedonya'daki İran kuvvetleri küçük Asya'ya alındığından, buralar tekrar istiklâllerine kavuşmuşlardı. Yunanistan'a gidebilmek için buraları tekrar zabtetmek icab ediyordu. Büyük Kral damadı Mardonios'u bu işe memur etti. O da Trakya'yı tekrar istilâ etti.

Makedonya kralı Amyntas'ın yerine geçen oğluna evvelce babasiyle yapılan andlaşmayı kabul ettirdi. Bu başarıdan sonra Mardonios kara yoluyla Yunanistan'a yürümek emrini aldı (493). Fakat bu ordu ile birlikte harekete memur olan ve ordunun Yunanistan'da iaşesi için gereken malzemeyi götüren İran donanmasının Aynaroz önlerinde fırtınaya tutularak Ahos dağı kayalarına çarpmak suretiyle 20 bin kişi ile beraber mahvolması üzerine, Mardonios geri çağrıldı. Darius planı değiştirerek deniz yoluyla doğruca Attik'e hücum etmeğe karar verdi. Bu yol üzerindeki adalardan bir çoğunun Ahamanişler hâkimiyetini kabul etmiş olmaları, bu kararın alınmasında müessir olmuştu (492). Kilikya'da Alaya ovası, ordunun toplanmasına tahsis edildi.

Burada toplanan büyük orduya Matalardan Datis ile, Parsalardan Artaphernes kumanda, Atina tiranı iken yirmi yıl önce buradan kovulan, fakat tiranlığı elde etmek hırsiyle yanan Hippias da kılavuzluk edecekti. Kilikya’dan 1000 gemi ile hareket eden (492) donanma Naksos adası üzerine yürüdü, burayı aldı. Halkını tamamen esir etti. Delos adası, tapınağı sayesinde tahripten kurtuldu. öbe adası üzerine gidildi Sardes hücumuna yardım ettiği için buradaki meşhur Eritre şehri cezalandırılacaktı. Şehir zabtedilerek yakıldı, yıkıldı. Halkından dağlara kaçanlardan maadası esir edilerek Susiyana'ya sürüldüler. Buradan imparatorluğun doğu bölgesine nakledildiler. Orada bir Yunan şehri kuruldu.

Donanmaya kılavuzluk eden Hippias, gemilerin serbestçe hareketlerine daha elverişli olduğu iddiasiyle Marathon limanına girilmesini tavsiye etti. Fakat eski tiranı bu tavsiyeyi yapmağa sevk eden sebep, taraftarlarının kendi lehine harekete geçecekleri ümidi idi. Bu ümit boşa çıktı.

Buradan Atina ancak 24 mil uzakta idi. Atinalılar haklı olarak telâşa düşmüşlerdi. Çünkü yardımcı olarak yalnız Platee'den bin kişi gelmiş, Ispartalılar gelmek için Dolunay'ı bekledikleri haberini göndermişlerdi Bu vaziyette ordular günlerce bir harekette bulunmaksızın karşı karşıya kaldılar. Atinalılar; sayıca kendilerinden çok üstün olan bir orduya hücum edip etmemekte tereddüt ediyorlardı. Nihayet harbi idare edecek olan 10 general arasında bulunan Miltiades, hücumun tek kurtuluş yolu olduğuna komutanları ikna etti. Arkadaşları arasından baş komutanlığa seçilen Miltiades günlerdenberi dar bir vadiye sıkışmış olan Atinalıları hücuma geçirmek için kendi gününü bekledi. Atina savşçılarını boy boy nizamladı. Cephede saflar arasında hiç bir boş yer yoktu. Biri biri arkasında duran saflar, iki yanda, merkezdekinden daha çok idi. Sağ cenah hemen merkez kenarına kadar uzanmıştı. Iranlılar en güzide askerlerini ortaya aldılar. Fakat silâhları ok ve kılıçtan ibaretti. Süvariler arkada kalmıştı.

İki ordu arasında takriben bir buçuk kilometre mesafe vardı. Atinalılar birdenbire koşu adımlariyle ileriye fırladılar. Aradaki mesafeyi o kadar hızla aldılar ki düşman harekete vakit bulamadan mızraklarını ileri uzatarak düşman üzerine saf halinde atıldılar, lranlılar ne ok atmağa, ne de süvarilerini harp alanına sokmağa vakit bulamadılar. Mızraklı düşmana karşı kılıçla müdafaa zorunda kaldılar. Harp uzun müddet devam etti. İran ordusunun merkezindeki Sakalar Atinalıların cephesini yardılar. Onları denize doğru sürdüler. Fakat iki yanda Yunanlılar galip durumda bulunuyorlardı. Yandaki kıtalar, bu defa İranlıların merkezini çevirdiler. Bunları bozarak bataklığa sürdüler. İran askerlerinin bir çoğu bataklıkta boğuldu. Geri kalanlar da mukavemet edemiyerek gemilerine kaçtılar. İran askerinin hepsi gemilerinden çıkmamıştı. Fakat perişan askerlerin gemilere dönüşü içeridekilerin de direnme kudretlerini sarstığından, Datis filoya Faler’e (Phaleron) gitmek emrini verdi. Fakat yolda Yunanlı’ların hücumlarına uğradı. Ertesi gün Sunium burnunu aştı. Faler’e girerken muzaffer Atinalı’ların yeni bir savaş için cesaretle kendisini beklediklerini gördü, korktu. Küçük Asya’ya kaçtı. Savaşta 6400 Iranlı 192 de Yunanlı ölmüştü.

Atinalı’lar, ümitsizce savaşmış, dünya imparatorunun yenilmez ordusunu kaçırmışlardı. Gerçi Iranlı’ların maddî zararları pek büyük değildi. Kiklad ellerinde kalmıştı. Fakat Atinalı’ların bütün Yunanistan’da şöhretleri artmış, manevi kazançları Sardes’i yakmalarından daha büyük olmuştu. O zamana kadar yenilmez sanılan büyük imparator ordusu, bir avuç insan karşısında âciz kalmış, kaçmaktan başka kurtuluş çaresi bulamamıştı. Darius I tâbi kavimler karşısında otoritesini tehlikeye atmadıkça, Iran ordusunun hiçliğini kabul etmedikçe böyle bir hakareti karşılıksız bırakamazdı. İntikam harbi için gereken askerle, zahire ve gemileri hazırlamak için üç yıl çalıştı. 486 da bu sefere karar vermişti. Fakat birdenbire Mısır ihtilâli başlıyarak hareketini alıkoydurdu;



Mısır         


Mısır’ı   fetheden   Kambis   dönerken   buraya Parsalardan  Aryandes adında  birini  satrablığa, yani genel valiliğe atamıştı. Aryandes ihtilâl zamanında Darius’a itaatten ayrılmadığı gibi, Libye'nin fethini ikmal etmeğe de teşebbüs etmişti. Sirenaykadaki (Cyrenaica) Dor'lar, kralları Arkhesilas lll’ü, Iran satrabına itaat etmesine kızarak memleketten kovmuş, sonra tekrar davet ederek krallığa geçirmiş, fakat bir müddet sonra yine tahtından uzaklaştırmış, sığındığı Barka (Barca) şehrinde öldürmüşlerdi.

Bu kralın anası Faretim Mısır’a geldi. Oğlunun Parsalar kralına sadakatinden dolayı öldürüldüğünü söyliyerek satrabın yardımını istedi. Aryandes de, kraliçeye yardım etmek üzere asker ve gemi gönderdi. Barka dokuz ay muhasara edildi. Nihayet bir ihanet yüzünden zabtedilebildi. öncü kuvvetler Euhesperides'e kadar ilerlediler. Mısır generalleri dönerken Sirenayka'yı zabtetmeği kararlaştırdılar. Fakat buna teşebbüs edecekleri sırada Mısır'a dönmeleri emri geldi. Çölden geçerken, ordunun ağırlıklarını yağma etmek isteyen Marmarik bedevilerinin hücumlarına uğradılar. Büyük zayiat verdiler. Buna rağmen esir aldıkları bir kısım Barkalıları Mısır’a getirmeğe muvaffak oldular. Bunlar Bakteriyan’a gönderildiler. Orada yeni bir Barka şehri kuruldu.

Darius I, bir zamandanberi aldığı haberlerden Mısır satrabı hakkında şüpheye düşmüştü. Bu habelere göre Aryandes,  kendi adına, kralın gümüş paralarından daha iyi ve daha zarif paralar bastırmış. Kötü muameleleriyle Mısırlıları İran hâkimiyeti aleyhine çevirmişti. Kendisinden müsaade almadan Sirenayka'nın fethine teşebbüs etmesi, Darius I de onun istiklâl havesi arkasında koştuğu şüphesini kuvvetlendirmişti. Bu teşebbüsün muvaffakiyetsizlikle nihayet bulması üzerine Aryandes öldürüldü. Darius, bu rakibi öldürdükten sonra, Mısırlıların gönlünü kazanmak üzere Mısır'a geldi. Geleneğe bağlı olan Mısırlıları kazanmak için, tanrılara ve eski krallara hürmet göstermek kâfi idi. Darius da böyle yaptı. Kambis’in son zamanlarında tâkip ettiği siyasetin aksine olarak o zamanlarda tazyik edilen rahiplere son derece iyi muamele etti. Onlara bol bol iltifatlarda bulundu. ihsanlar verdi. Kambis tarafından Elâm’a sürülmüş olan Sais baş kâhini Uzaharnsniti’yi Mısır’a getirtti. Onu selefinin delice hareketleriyle sebep olduğu hasarların tamirine memur etti. Baş kâhin, tapınakların iade edilen gelirleriyle Nith tapınağını yaptırdı. Mektepler açtı. Meskenler kurdu.

Darius I Mısır’da kaldığı müddetçe, bu memleketin sırlarla dolu dinlerini anlamağa çalıştı. 517 de ölen Apis öküzünün matemini tuttu. Yerini tutabilecek yeni bir öküz bulacak kimseye yüz talan altın gibi büyük bir mükâfat vadetti.

Darius’un idaresi altında Mısır çok gelişti Firavunlar memleketi Sirenayka, Barka ve aşağı Nubya ile birlikte altıncı satrablığı teşkil ediyordu . Satrablar, Firavunlar sarayında oturuyor, onlar gibi hüküm sürüyorlardı. Emirlerinde büyük bir ordu vardı. Ordunun bir kısmı Dafni'de, bir kısmı deltanın başında Menfis'de, üçüncü kısmı da güneyde Elefantin'de oturuyordu. Büyük kralın otoritesini belirten bu askeri işgal haricinde memleketin genel simasında değişiklik olmamıştı. Eski feodal teşkilât olduğu gibi yaşıyordu. Tapınakların malları, gelirleri umumi hizmetlerden muaf hadimleri evvelce nasılsa öylece duruyorlardı. Toprak gibi üzerindeki halk da tapınaklarla rahipler  arasında bölünmüştü . Köylüler rahiplerle asilzadeler için serf olmaktan kurtulmuş değillerdi. Asiller, malikânelerinde istedikleri gibi müstakilen hareket ediyor, eski zamanlarda yaptıkları gibi gerekince  isyan etmeğe hazır bulunuyorlardı.

Darius Mısır’ın imarına, ticaretinin gelişmesine önem verdi. Teb vahasında Küçük Hibit şehrinde Ammon adına, harabesi hala mevcut olan bir tapınak kurdurdu. Ticareti geliştirmek için Nil nehrini Kızıldenizle birleştiren kanalı ikmal etti. Bu suretle  o zamanki gemilerin Akdenizden  Hint denizine geçmeleri temin edilmiş oldu.

Süveyş kanalının açılması, Ön Asya ve Mısır tarihi üzerinde geniş tesirler bıraktı. Bu zamandan sonra Mezopotamya, artık Yakın Şark ile Hindistan arasındaki tek yol geçidi olmak imtiyazını kaybetmişti. Deniz yolu zamanla kara yolunu itibardan düşürecekti.

Süveyş kanalının açılmasiyle Mısır dünya tarihinde müstesna bir önem kazanmıştı. Geçen çağlar boyunca Babilonya'ya o kadar feyiz ve saadet temin eden rol, artık Mısır’a teveccüh ediyordu . Mısır doğu ile batı arasında birleşme merkezi olacaktı. Dünya ekonomisinde bu derin ihtilâlin gerçekleşmesi için iki asır kâfi gelecek , Mezopotamya münkariz olacak , Roma imparatorluğu yükselecekti.

Darius Mısır'dan ayrılmadan önce Ptah tapınağını ziyaret etti. Burada Sesostris'in heykeli yanına kendi heykelinin de konulması arzusunu belirtti. Fakat rahipler aldırmadılar. Sebep olarak da Darius'ın Sesostris'in yaptıkları kadar başarı göstermemiş olduğu, Sesostris Iskitleri yendiği halde Darius’un onlara yenildiğini göstermişlerdi. Buna karşı Darius da Sesostris kadar yaşarsam, onun kadar iş başaracağımı umuyorum,, diyerek tabaasının vatan sever gururu önünde eğilmişti. Onun bu  hareketi Mısırlıları kendisine minnettar etmiş, kendisini hatıralarını tebcil ettikleri altı kanun kurucusu arasına idhal etmişlerdir.

Fakat Darius l’in şahsına karşı beslenilen bu sevgi, Mısır’a yaptığı hizmetlerin minnettarlığı, Mısırlılardaki hürriyet ve istiklâl aşkını söndürecek kadar kuvvetli değildi. Maraton hezimeti onlarda İran boyunduruğunu sarsabilecekleri cüretini uyandırmıştı İşte bu cüretledir ki 486’da İran garnizonlarını kovmak teşebbüsünde bulunduklarını görüyoruz. İhtimalki vergilerin ağırlığı da bu isyanda âmil olmuştu.

Fakat Darius 1, Mısır isyanı sebebiyle Yunanistan’a yapmak niyetinde olduğu seferden vazgeçmedi. Bu isyanı bastırmak için ikinci bir ordu hazırladı. Hem Yunanistan’a, hem de Mısır’a karşı harp hazırlığına devam ederken saltanatının 36 ıncı yılında öldü (M.ö.485).


Darius I’in Şahsiyeti


Darius 1, şüphe yok ki ordu ve devlet şefi olarak Ahamanişlerin en parlak bir simasıdır. Bu bakımdan Kuraş II'nin bile üstüne çıkmaktadır.

Kambis'in Suriye'de intiharından sonra orduyu inzibat altında tutmak suretiyle daha o zaman müstesna kabiliyetini göstermiş olan Darius, Gomata’yı Kuraş Il’nin tahtından atarak iktidarı eline aldığı sırada imparatorluğun her bucağında başgösteren isyan ve ihtilâllerle karşılaştığı halde hiç şaşırmamıştır. İyi gören bir asker, işleri düzelenmesini bilen bir şef sıfatiyle ihtilâl yangınının en tehlikelisini en önce söndürmeğe bizzat atılarak , hepsini birer birer bastırmıştır. İç sükûnu temin için, ihtilâlcilere karşı amansız davrandığı muhakkaktır. Fakat bugün tüylerimiz ürpererek okuduğumuz vahşetleri, o günkü insanların telakkilerine göre ve o günkü durumun icapları gözönüne alınarak muhakeme etmek, insaflılık olur. İstiklal ve feodalizm hırsının körüklediği ihtilâl, İran’ın kendisi de dahil olmak üzere, bütün imparatorluğu sarstığı bir sırada Darius I bu yolda hareket etmemiş olsaydı, ihtilâl eden kavimler için durum, şüphe yok ki daha vahim olur, Yaksart boylarından Ege denizine, Nil boylarına, Arabistan sınırlarına, Karadeniz ve Kafkasya eteklerine kadar uzayan alanda oturan, ırkları, dilleri, dinleri ve gelenekleri birbirlerinden ayrı kavimler, birbirleriyle boğuşarak meçhul bir akibete doğru sürüklenirlerdi.

Darius I, imparatorlukta yalnız nizam ve huzuru temin etmekle kalmamış asıl lran'da Parsalar hâkimiyetini temelleştiren bir Parsa milleti vücuda getirmiştir. Matalar, Elâmlar ve diğer Asyanik gurupları arasında Parsa dil ve dinini zorla yayarak imparatorluğa temel olacak tek bir millet yaratmak için bütün hayatınca çalışmıştır. Ölümünden yedi asır sonra Sasanileri sahneye çıkaran, Pers milliyetçiliği tohumunu atan Darius I olmuştur.

Kudretli bir şef olduğu kadar da  teşkilâtçı bir devlet adamı olan Darius I, dört büyük devlet topraklarına eklenen geniş memleketleri kapsayan imparatorluğunu, sayısını gittikçe artırdığı satrablalıklara (eyaletlere) ayırmış, bunları geniş  posta yollariyle birbirlerine ve imparatorluk merkezine bağlamış, yol emniyetini jandarma teşkilâtiyle temin etmiştir. Hâkim olduğu  ülkelerin eski hükümdarları olan firavunlar, Nemrudlar gibi Tanrılık davasına kalkışmamakla beraber, tebaası üzerinde sorgusuz ve kayıtsız mutlak bir hâkimiyet kurmuştur. Kanunların vaz'ı, imparatorluğun müdâfaası, vergilerin  takdiri,  hulâsa her şey  onun  şahsına  ait  idi.

Satrapların , komutanların, hareketlerini, işlerin nasıl yürüdüğünü, halkın duygularının ne şekilde olduğunu zamanında haber alabilmek için her tarafa "Kral gözü ve "Kral kulağı,. denilen subaylar göndermişti. Bu sayede geniş imparatorluğun her bucağında olup bitenlerden zamanında ve doğru haber alabildiği gibi, her tarafta siyasî, İktisadî ve mali durumları da inceliyebiliyordu .

Vilâyetlerden toplanacak vergilerin miktarını kendisi tayin ettiği gibi, bac olarak alınan paraların imparatorluk hazinesine toplanmasını da temin etmişti. Sikke basmak hakkı da kendisine mahsustu. Bastırmış olduğu altın sikkenin kıymeti 1,25 altın Türk lirasına muadildi.

Darius l'in kurduğu teşkilâta göre, kendi tarafından tayin edilen satraplarla diğer büyük memur ve komutanlara tevdi edilen eyaletler, bunlar tarafından müstakilen idare ediliyorlardı..

Buralarda yaşayan türlü ırklara bağlı kavimler, kendi geleneklerini, örf ve âdetlerini, ve diğer hususiyetlerini muhafazada serbest bulunuyorlardı. Fakat satraplar, siyasi bir lüzum gördükleri zaman, bu işlere karışabiliyorlardı.

Darius'un kurduğu idare şekli, sonraları büyük İskender ve Diyadok'ları  tarafından taklit ve tatbik edilmiş olduğu gibi Iranda da bu memleketin müslüman Araplar  tarafından yıkıldığı zamana kadar yaşamış, sonra da Abbasi halifelerine örnek olmuştur.

Darius I 'in icraatında asker ve idareci bir devlet şefi görüşü kadar, ekonomik kavrayışı geniş bir insan anlayışı da sezilmektedir. Hindistan sahillerinden Basra körfezine, Kızıldenize kadar bir deniz yolu açması ve Süveyş'i Nil vadisiyle Akdenize bağlaması, onun Uzak Şark ile Akdeniz ekonomisi arasında bir bağ kurmak yolundaki politikasını belirtmektedir. Gerçi bu deniz yolunun açılması, kendisinden sonra, Mısır’ın elden çıkması sonucu olarak imparatorluk için zararlı olmuştur. Çünkü deniz yolu, tabiatiyle kara ticaretinin merkezi olan Mezopotamya'yı yavaş yavaş iktisaden öldürmüş, bundan asıl İran da müteessir olmuştur. Yaksart üzerindeki Kiropolis şehriyle Fenike'yi bağlayan yol o zamana kadar ön Asya ile temastan uzak kalmış olan Çin'i, yavaş yavaş batı ekonomisine yaklaştırmıştı.

Darius I askeri olduğu kadar da ekonomik bir düşünce ile payitahtı olan Sus'tan eski Lidya'nın başkenti olan Sardes arasında büyük bir yol yaptırarak, Iranı ve onunla beraber de Uzak doğuyu karadan Akdenize bağlamıştır. Uzunluğu takriben 2400 kilometre olan bu yol yaya olarak ancak üç ayda alınabilirdi, Bu yolu takiben Sardes’den hareket eden bir yolcu , Lidya ve Firigya'yı geçerek Kappadokya'daki Pterium'da Kızılırmak boylarına vasıl oluyordu. Bugünkü Boğazköy yerinde olan Pterium, Hatti'lerin başkenti olan Hattuşaş'ın yerini tutuyordu. Yol, buradan sonra dağlar arasından güneye iniyor, Fırat üzerinden Samasat şehrine geliyordu. Buradan doğuya yönelerek Musul  civarında eski Asur başkenti Ninova'da Dicle'yi geçtikten sonra bugünkü Musul-Bağdat  yolu istikametinde nehir yatağını takip ediyor, sonra Elâm’a yükselerek Sus şehrine gidiyordu.

Yol boyunca, muayyen fasılalarda karakollarla muhafaza edilen konak yerleri vardı. Yolun geçtiği dağ ve nehir geçitlerine kuvvetli istihkâmlar ve askeri kıtalar bulunuyordu. Konak yerlerinde her an harekete hazır atlar besleniyor, postacılar oturuyordu. Darius l'in buyrultusunu Sus'tan Sardes satrabına götüren postacı, ilk konak yerine gelince atiyle beraber burada kalır, buyrultuyu burada harekete hazır diğer bir postacıya tevdi ederdi. Bu da bu buyrultuyu ikinci konağa kadar götürür, orada atiyle beraber beklemekte olan üçüncü bir postacıya verirdi. Bu suretle buyrultular, yorulmamış postacı ve atlarla mümkün olan süratle Sardes'e götürülürlerdi. Herodotos, buyrultuların bu şekilde götürülmelerine o zamanki Iranlıların Angarum dediklerini haber vermektedir.

Bu önemli yol Darius l’e muazzam ordusunu Küçük Asya geçitlerinden batıya doğru kolayca yürütmek imkânını vermiş, daima isyana hazır olan lyonya şehirlerini baskı altında tutturabilmiştir.




İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-9

 Ebu’l-Huzeyl el-Allâf



Ebu’l-Huzeyl el-Allâf, (ö. 840 ya da 816) islam felsefesinde rasyonel din düşüncesinin ortaya çıkışında önemli bir rol oynamış düşünürdür. Ayrılanlar olarak da adlandırılan Mutezile akımının, yunan felsefesiyle bağlantılı başlıca din filozoflarından biridir. İslam felsefesinde nedensellik ilkesini ilk defa olmak üzere ileri süren ve temellendirmeye yönelen filozof olmuştur. Doğal nedenselliği tanrısal nedenselliğe bağlayarak açıklamış ve kelâmcılar gibi o da Tanrı sorusunu temel almıştır.


Felsefesi

Huzeyl, Sokrates öncesi yunan filozoflarının öğretilerinden önemli şekilde yararlanmıştır. Onun nedensellik düşüncesini öne sürüşünde ilk olarak bu etki görülür. Bu nedensellik düşüncesinde Ebu’l Huzeyl, Demokritos’un atomculuk öğretisinden hareket etmiştir. Elbette her iki atomculuk düşüncesi birbirinden ayrı nitelikler gösterir. Demokritos için atomlar öncesiz ve sonrasız bir varoluşun maddi temelleri olarak Tanrı fikrinden tamamen ayrı oldukları halde Ebu’l-Huzeyl’e göre, atomlar, sonlu ve ölümlü varlıklar olarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamakta kullanılır. Huzeyl mantıksal yollardan buraya varır; her atomun bir yer kapladığını, her yerin sınırlı olduğunu, sınırlı olan her şeyinse ölümlü olduğunu, ölümlü olan her şeyin ise yaratılıp yokedildiğini öne süren bir mantıksallıktır bu. Bu sebeple ayrıca atomlardan meydana gelen evren de sınırlı, ölümlü ve yaratılmış bir alemdir. Sonluların toplamı da sonlu olacağı için evren sonsuz olamaz. Ebu’l-Huzeyl, Demokritos’tan ayrı olarak atomların hiç bir şekilde bölünebilirliğini kabul etmez (Demokritos güçte bölünebilirliği kabul eder). Atomlar Huzeyl’in teorisinde tözler olarak yer alırlar. Atom ve evren konusunun dışında zaman konusunda da farklılıklar görülür. Zenon’un teorisi, hareket ve zamanı reddetme yönünde ortaya konulur, mutezile felsefecileri ise zamanı ruhani bir kavram olarak değerlendirirler. Öncelik ve sonralık kavramlarının yalnızca zihinde varolduğunu öne sürerler.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak