1 Aralık 2023 Cuma

Türk Soylu Halklarda Kurban Merasimleri ve Kurban

 Günümüz insanları için de önemli bir manevî ve içtimaî kurum olan şamanizm, geçmişin ilkel toplumlarında çok büyük bir anlama ve öneme sahipti. Bu toplumlarda şamanın gücü, öldükten sonra bile devam eder, resimleri yapılır ve ailenin veya kabilenin koruyucu ruhu olarak sonraki nesiller tarafından da kendisine ibadet edilip, yardım istenir. Bununla beraber Sibirya şamanları ayrı bir sosyal sınıf teşkil etmeyip, yüksek bir gelir seviyesine sahip değillerdir, dolayısıyla dikkâte değer bir maddî güçleri yoktur.



Kurban Merasimleri ve Kurban Şölenleri



İlkel halklar, insanların dünyasında görünmeyen ruhların dolaşmakta olduklarına ve onların insanların hayatlarını zorlaştırmaya, hâtta yönlendirmeye muktedir olduklarına inanırlar. İnsan suretine de girebilen bu ruhlarla iyi geçinmenin tek yolu, onların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Kökenleri çok eski dönemlere kadar uzanan “ölülerin ruhuna kurban kesme veya sunu yapma” merasimleri, bunların bakış açısından bakıldığında, anlaşılabilir törenlerdir.

Ölüler kültü, Altay halklarının evlerinde muhafaza ettikleri ruh resimlerinin hoş tutulmasını da kapsamaktadır. Lopatin, Goldelerin yedikleri her şeyden-lapa, et veya tavuk- bu “ruh resimleri”nin ağzına sürdüklerini aktarır. Resmin önüne bir yemek tabağı koyarlar veya ona tütün ikram edip, tabağına parmaklarıyla içki damlatarak, onu bu şekilde memnun etmeye çalışırlar. Ailenin koruyucu ruhları için yapılan bu ikram sunuları, sadece Goldelere mahsus bir gelenek değil, hemen bütün Sibirya halkları için geçerlidir. Ruh resimlerinin kürk veya kumaş parçalarıyla sarılması da yaygın bir gelenektir. Sık sık bu ruhlara hayvan kurban edilir ama bu kurbanın amacı her zaman söz konusu ruha ikramda bulunmak değil, bu kurban bazen hayvan ihtiyacı olan birine hediye etme şeklinde yerine getirilir. Kurban törenine ilişkin çoğu ritüel, avcı kültüründen kaynaklanan av ritüelleriyle paralellik gösterir. Buna ilişkin en iyi misâllerden biri, kurban edilen hayvanın kemiklerinin hiçbir şekilde kırılmadan veya zarar görmeden muhafaza edilmesidir. Bunun sebebi, kemikler muhafaza edildiğinde, kurban edilen hayvanın öteki dünyada adına kurban edildiği kişiye hizmet edeceğine inanılmasıdır. Daha sonraki dönemlerde, Güneydeki halklarla ilişkiler sonucu yeni bazı gelenekler yayılmış olmakla, bu geleneklere göre ruhlara yapılan sunular, ateş yoluyla da iletilebilirler, lâkin burada da esas olan, hayvanın kemiklerinin zarar görmemesidir. Orman Tunguzları ve benzeri bazı topluluklar, kurban edilen hayvanın kemiklerini ormandaki bir ağaca asarken, bazı bölgelerde kurban hayvanının kemiklerinin korunaklı bir yere defnedilmesine özel önem gösterilip, dil, kalp ve ciğer gibi bazı organlarının parçalarını da yanına bırakırlar. Sarı Uygurlar, kurban edilen hayvanın kellesini, boynunu, kalbini, ciğerlerini ve kaburgalarını, yâni en önemli olduğunu düşündükleri parçalarını diğerlerinden ayrı olarak pişirirken, Buryatlar kurban etini pişirirken soluk borusu, ciğer ve kalbin birbirlerinden ayrılmamasına özellikle dikkât ederler ki, hâtta bazı yerlerde kurbanın başı, ayakları ve bahsi geçen diğer organları da hayvanın doldurulan postunun içinde bırakılır. Kurban hayvanının doldurulmuş postu, toprağa saplânmış bir kayın direğin üzerine asılır. Kurban edilen hayvanların postlarının ağaçlara asılması Altaylarda yaygın bir gelenektir. Radloff, Altaylarda hayvanın derisinin doldurulup, eğimli bir sırığa takıldığında, bunun gerçek bir at gibi görüntüsü ortaya çıkardığını aktarır.

Altay bölgesi göçebe halkları için at, diğer hayvanlara nazaran daha değerli bir kurbandır. At, genel olarak Tanrılara verilen bir söze, bir adağa istinaden kurban edilir. Gmelin, Tunguz şamanının bir hastanın ruhunu geri getirdikten sonra ruhu çalan varlığı nasıl yatıştırdığını, şamanın, uzun bir ipin üzerine muhtelif hayvanların postunu ve kayın kabuğundan yapılma bir atı bu ipin üzerine asıp, ayin esnasında bütün bu hediyeleri “şeytan”a göstermekle, hediyelerin asılı olduğu ipin gerilmesinin hediyelerin kabûl edildiğine işaret sayıldığını ve vaadedilen atın, ancak hasta sağlığına kavuştuktan sonra kurban edildiğini anlatır. Adanılan kurbanların ipe asılmasının Türk kökenli kabilelerde görülen yaygın bir gelenek olup olmadığını bilemiyoruz, ancak Altay bölgesindeki çoğu evde, ruh resimlerinin yakınına gerilmiş bir ip bulunur ve bu ipin üzerine dokuz tane bez veya şerit asılıdır. Çoğunlukla bu bezlerden ortadakinin üzerine bir hayvan resmi çizilmiş veya bez yerine bir tavşan postu asılmıştır. Bu örneklerden, bir kurban adandığında, dilek gerçekleşene kadar onun bir resmi veya adak hayvanını temsilen küçük bir hayvanla yetinildiği anlaşılmaktadır. Daha önce görmüş olduğumuz örneklerden de anlaşılacağı üzere, üzerine hayvan postları, bezler ve muhtelif başka şeylerin asıldığı bu ipler kurban merasimlerinde kullanılır ki, meselâ, Buryatların merasimlerinde özellikle tavşan postunun çok önemli bir yeri vardı. Radloff, Teleütlerin kurban merasimleri hakkında şunları yazar: “Şaman, bana bütün Teleüt evlerinde, Tanrı resimleri olmasa da, en azından Tanrılara adanmış bir bölüm bulunduğunu söyledi ve her evde birkaç tane bulunan, üzerine tavşan postu takılmış kayın direklerini gösterdi. Bu tavşan postlarının çürüyene kadar direkten çıkartılmadığını, çürüdüğünde, yeni bir direk dikilip oraya yeni bir tavşan postu asıldığını anlattı. Söylediğine göre bu direklere asılan tavşan postlarının üzerinde hayvanın kuş tüylerinin olması gerekir ve senede iki defa, sonbahar ve ilkbaharda, yerin ve göğün efendisi Ülgen için bu direklerin önünde sunu yapılıp postların üzerine süt serpilir”. At kurban etmeyi adayan biri, bunun göstergesi olarak atın yelesinden veya kuyruğundan yolunma kıllar asar.


Altay halklarının inançlarında, Tanrılara veya ruhlara kurban sunmanın tek yolu hayvanın öldürülmesi değildir, Sibirya Samoyedleri ve Ogurlarda olduğu gibi kimi zaman hayvanlar canlı olarak da “adayabilirler”. Maack, Yakutların ruhlara ren geyiği, at veya başka hayvanları adadıklarını anlatır. Bildirdiğine göre, bu hayvanların yaşı için bir sınırlama yoktur ve diğerleriyle karıştırılmaması için dizginlerine boncuklar takılır. Georgi, Tunguzların sürülerinin çoğalması için şamanlar aracılığıyla Tanrılarına hayvan adadıklarını aktarır ki, “Hongun” adı verilen bu “adak” hayvanların kulaklarına veya dizginlerine kırmızı bir bez bağlanır. Georgi, ayrıca “süreli” adaklardan sözettiği yazılarında, vahşi hayvan saldırısı veya don gibi sebeplerle sürüleri zarar gören Tunguzların, bazen bir veya birkaç ay hâtta iki yıl boyunca sürülerini Tanrılara “adadıklarını” ve bu süre boyunca hiç bir hayvanı kesip, satmadıkları gibi, hediye de etmediklerini anlatır. Buryatlar, vakfettikleri atın sırtına kımız veya süt dökerler. Adak hayvanı bir boğa da olabilir. Changalov, Buryatların bu adakları boğayı nasıl yıkayıp kurdelelerle süslediklerini, sırtından tarasun döküp, dualar okuduktan sonra hayvanı serbest bıraktıklarını anlatır. Ancak adanılan bu kurban daha sonraki dönemlerde kesilmeye başlanmıştır. Pallas, Kalmukların sürülerindeki sarı baş beyaz bir koça “Tengri tokho” (Göğün koçu) adını verdiklerini, bu koçun asla iğdiş edilmeyip, satılmadığını ve özel olarak bakıldığını anlatır. Ancak hayvan iyice yaşlandığında kesilip, eti yenilir, yağı ve kemikleri ateşte yakılır, başı ve derisi de bir ağaca asılır. Onun yerine bir başka koç “Tengeri tokho” seçilip, adanır.

Pallas’ın vermiş olduğu bu örnek, Finlilerin “yünü kırpılmamış koyun” adağını hatırlatmaktadır ki, küçük bir kuzu iken bunun için seçilen hayvan kesilecek kadar büyüyene kadar tüyü kırkılmaz. Geleneklere göre kurban edilecek hayvan sağlıklı ve o zamana kadar işe koşulmamış ve çiftleşmemiş bir hayvan olmalıdır. Bu sebeple, Kuzey-doğu Altay Türkleri (Kumandinler), kurban edecekleri atları genç ve üzerine hiç binilmemiş hayvanların arasından seçerler. Öldürülmeyip, Tanrılara kurban sunma geleneğinin bu gelenekle nasıl bir ilişkisi olduğu bilinmemektedir. Bu sorunun cevabını ararken göz önünde bulundurulması gereken husus, adak hayvanları için de kurban kesiminde uygulanan ritüellerin aynen uygulanmasıdır. Bu ritüeller arasında, hayvanın kurban edilmeye uygunluğunun kontrol edilmesi, arındırılması, kurdele ve şeritlerle süslenmesi gibi işler yeralır.

Tanrının kurbandan razı olup olmadığını anlamak için Buryatlar, kurbanın sırtına bir içecek kabı koyarlar ve yere ne şekilde düştüğüne bakarlar. Kap, düz olarak (tabanı yere gelecek şekilde) düştüğünde, bunu tanrının kurbandan razı olduğuna yorarlar. Bir kabın veya kaşığın atılması âdeti, İran ve Sibiryadaki kurban gelenekleri arasında yeralır.

Kurbanın sırtına kımız veya süt dökülmesi, İdil bölgesinde bir geleneği hatırlatmakta olup, burada da Tanrının kurbandan hoşnut olup olmadığını anlamak için hayvanın sırtına su dökülür ve hayvanın titremesi kurbanın kabûlû olarak addedilir. Sarı Uygurların kurban edilecek koyunun sırtına “ak su” (beyaz su) adını verdikleri sütle karıştırılmış su döktükleri, hayvanın ürperip silkinmesini, kurbanın kabûl edildiği anlamına yordukları anlatılır ki, Tibet Tangutları, Tanrıların hoşnutluğunu anlamak için aynı şekilde hareket ederler. Mançu dilinde yer alan Çince kökenli bir kelime, benzer bir geleneğin bu bölgede de olduğunu ortaya koyar ki, bu kelime “kurban edilecek domuzun kulağına su veya içki dökmek” anlamına gelmektedir. Antik dünyada benzeri geleneklere rastlanmaktadır.

Altay halklarının kurban ayinlerinde görülen farklılıklar, sadece bölgeyle ilgili değil, kurbanın verildiği varlığa göre ayin ritüellerinde de göze çarpar. Meselâ, ateş için verilen kurbanların özel bazı nitelikleri olduğu gibi, ölülerin ruhları için verilen kurbanlarla, Gök Tanrıya verilen kurbanlar arasında uygulanan ritüeller açısından farklılıklar vardır ki, bu farklılıklar özellikle kuzey bölgelerde daha açık olarak görülebilir. Turuhansk Tunguzları bana bu farkları açıklarken, örnek olarak bir hastanın iyileşmesi için düzenlenen bir kurban törenini anlatmışlardı. Söz konusu törendeki kurban, siyah bir ren geyiğidir, kesim esnasında yüzü Batıya dönük tutulur ve ayin gece yapılır. Kurbanın derisi bir çam ağacına asılıp, kemikleri çadırın arkasında toprağa gömülür. Buryat inançlarına göre, ölüler ülkesi ruhlarına kesilecek kurbanlar siyah renkli olmalı, gece kesilmeli ve kemikleri yakılmamalıdır. Altay Tatarları ise, iyileşen bir hasta için kurban kestiklerinde aynı şeylere dikkât ederler.

Gök Tanrıya ise beyaz renkte kurbanlar verilir. Turuhansk Tunguzlarında Gök Tanrıya kurban nadir olarak verilir. Bu ayin esnasında Doğuya veya Güneye dönerek ve daima gündüzleri yapılır. En yaygın kurban, beyaz bir ren geyiği olup, kurbanı ailenin reisi keser. Ren geyiğinin derisi yüzüldükten sonra bir direğin üzerine çapraz çakılmış iki tane tahtadan oluşan bir nevi haçın üzerine gerilir.

Geyiğin kafası ana direğin üzerine, ayakları ise çapraz tahtaların ve bu hâliyle tahta bir kerevetin üzerine yatırılır. Bu ayinde şaman yer almaz. Sibirya bölgesindeki halklar ve Samoyedler, Gök Tanrıya sadece beyaz hayvanlar kurban ederler ve kurban gündüz vakti Doğuya dönük olarak kesilir. Ayrıca bir çok yerde de kurban bir kayın ağacının altında kesilir. Werbitskij, Altaylardaki kurban geleneklerini şu şekilde anlatır: “Ülgen, zaten insanları seven bir Tanrı olduğu için ona nadiren kurban verilir. Ama her yetişkinin, evleneceği zaman Ülgene bir kurban vermesi gerekir ve Ülgen özellikle beyaz atlardan hoşlandığı için kurban, beyaz attan seçilir. Ülgene kurban edilmek için seçilen ata özel olarak ihtimam gösterilip, yelesine kırmızı bir kurdele bağlanır ve kadınlar bu ata binemezler. Kurban zamanı genelde ilkbahar aylarıdır ve kurban yeri olarak da bir kayınlık seçilir.

Beltirler ise üç yılda bir Gök Tanrı için kurban keserler. Bu şölen için her aile özel olarak içki damıtır ve şölen yemeği için bol miktarda koyun hazırlanır. En tercih edilen kurban, kara başlı, ak koyunlardır. Erkekler “Kurban dağı”na giderken, başlıklarını kartal tüyleri ve mavi-beyaz şeritlerle süslerler. Dağdaki kurban yerinde dört kutsal kayın bulunur ve bunların Doğusunda ateş yakılır. Kurbanlar kesilip, etleri pişirildiğinde erkekler şapkalarındaki süsleri çıkartıp bir ipe dizerler. Bu ipin bir ucu en Doğudaki kayına bağlanır, diğer ucunu töreni yöneten kişi elinde tutar ve dua eder. Daha sonra iple Doğu Batı yönünde bütün kayınların etrafında dolaşılır ve en Batıda kalan kayın ağacına ipin ucu bağlanır. Kurban eti pişirilirken çıkan dumanın güneşe doğru yükselmesi, iyiye âlamet bir işaret olarak addedilir. Kemiklere hiçbir zarar verilmemesine itina gösterilir ve kemikler, postla birlikte ateşte yakılır.

Bu kurban ayinlerinin asıl maksadı, kurban edilen hayvanı göğün yedi-veya dokuz- katından geçirip, gök Tanrıya ulaştırmak ve bu geçilmesi gereken gök katlarının bazılarında orada yaşayan ve sunular yapılması gereken bekçilerin olduğuna inanılır. Gerek bu ayinler, gerekse gök katları ve bekçilerine ilişkin tasavvurlar oldukça eskilere dayanmaktadır. Mitra kültüne ait eski tapınak resimlerinde yedi gök katını temsil eden ağaçlara ve aynı sayıda sunağa rastlanır.

Altay halklarının her yıl yaptıkları kurban törenleri genelde geçim kaynaklarıyla ilişkili olmasına rağmen Georgi, Orman Tunguzlarının belirli zamanlarda yaptıkları törenlerinin olmadığını aktarırsa da, muhtemelen bu gözleminde yanılmaktadır. Turhansk Tunguzları bana sonbaharda, av mevsimi ve onların “yeni yıl”ı başladığında, ruhlar için bir şölen düzenlediklerini anlatmışlardı. Sonbaharda, Goldelerin de senelik kurban şenlikleri düzenlediklerinden sözeder. Lopatin, senede bir defa Amur nehri donduğunda Goldelerin toplanıp, düzenledikleri büyük bir şöleni şöyle anlatır: “Şölen tarihine hep beraber karar verilir ve şölen, en kalabalık köyde veya kabilenin en yaşlısının veya şamanının yaşadığı köyde düzenlenir. Şölenden bir gece önce kabilenin şamanı ilâhiler ve danslar yoluyla kabile ruhlarının gönlünü kazanıp, onları memnun etmeye çalışır. Ertesi gün toplu olarak “Kabile ağacı”na gidilir. Kurban edilecek hayvanlar önceden “Kabile ağacı”na götürülüp bağlanmış ve ağacın köklerinin dibine kabilenin koruyucu ruhlarının resimleri konulmuştur. Şaman bir süre ilâhiler söyleyip, dans eder ve bu sırada törene katılanlar diz çöker, şaman ruhların kurbanları kabûl ettiklerini söyleyene kadar da bu vaziyette beklerler. Bundan sonra yaşlılardan biri, ayakları bağlı bir şekilde ağacın dibinde yatırılmış olan domuzu keser. Şaman, domuzun akan kanını ağacın dibindeki ruh resimlerinin üstüne sıçratır ve birazını da kendisi içer. Sonra herkes tekrar diz çöküp, şaman kabilenin koruyucu ruhlarına gelecek seneye ilişkin dileklerini iletir. Bundan sonra ağacın dibindeki ruh resimleri toplanır ve bir sonraki şenliğe kadar kiler veya yer döşemelerinin altında muhafaza edilir. Kurban edilen domuzun eti uygun bir kulübede yenilir. İçki içilirken önce başparmak içine batırılıp bir parçası ruhlar için etrafa serpilir. Kadınlar, şenliğin hiçbir aşamasına iştirak etmedikleri gibi, kurban hayvanın etinden de yiyemezler”

Georgi, Orman Tunguzlarının belirli bir şenlik dönemi olmadığını, fakat “At Tunguzları”nın her yıl, ilkbaharda taze otlar bittiğinde yâni “ilk ot ve ilk süt döneminde” bir şenlik düzenlediklerini ve bu şenlikte Tanrılara hayvan kurban edip süt sunduklarını aktarır. Bu gelenek, çoğu göçebe Altay halklarında da mevcut olup, çok eskilerden beri yapıldıkları bilinmektedir. Meselâ, “Hunnu hanedanı” dönemindeki vekayinâmelerde her yıl beşinci ayda (Çin takvimine göre beşinci ay) halkın biraraya toplanıp, “atalara, göğe, yeryüzüne ve ruhlara” kurban verdikleri anlatılır. Mayıs ayında gerçekleşen bu şenlikler hakkında Ruysbroeck, seyahâtnâmesinde; ”Mayıs ayının dokuzunda, sürülerindeki beyaz kısrakları toplayıp kutsarlar. Sonra yere kımız dökerek, bir şölen düzenlerler. Bu şölende kımız içmek âdettendir, bu bizim Aziz Bartolomeus veya Sixtus gününde şarap içmemiz veya Jakubus ve Christophous günlerinde orman yemişleri yememiz gibi bir âdete benzemektedir” diye bahseder.

Yakutların ilkbahar şenliği geleneği yeni göç ettikleri bölgelerde de devam eder: Troschtschanskij, Yakutların Gök Tanrı için düzenledikleri yegâne şenliğin bu olduğunu ve bu şenlik esnasında kımız sunup, Tanrıdan bereket dilediklerini anlatır. Gök Tanrı için hayvan kesmek yerine ona bir hayvan adayarak, bu hayvana o günden itibaren ihtimamla bakılır. Yine Troschtschanskij’in aktardığına göre, daha eski dönemlerde Gök Tanrıya yanlarında taylarıyla beraber bütün bir kısrak sürüsünün adandığını ve bu adak hayvanlarının Doğu yönünde uzak yerlere götürülüp serbest bırakıldığını ilâve eder. Çeşitli kaynaklarda Yakutların ilkbahar şenlikleri hakkında başka bilgilere de rastlarız. Konu hakkında Strahlenberg, “Otlar yeşerdiğinde bütün aileler uygun bir ağacın altında toplanır-Yakutların yeni yılları Nisan ayında başlar-burada at ve sığır kurban ederler. Kurban ettikleri at ve sığırların başlarını etraftaki ağaçlara asarlar, atların kafaları derisi üzerinde bırakılır. Sonrasında daire oluşturacak şekilde oturarak, kımız adını verdikleri içkiden içerler. Kımızın konduğu kâse elden ele dolaşır, her alan kâsenin içine bir ip parçası daldırıp bununla, havaya ve ateşe kımız sepeler” sözleriyle şahit olduğu şenliği anlatır. 1823 yılından kalma bir vesikada ise, ilkbaharda kısraklar süt vermeye başlayıp ilk kımız yapıldığında, Yakutların tanrılarına sunu olarak ateşe içecek attıkları anlatılır. Bu vesikada adı geçen tanrılar; “Ürün ai”, “Ürün ar”, “Kün kübai Hatun” ve “äjäksit” isimli tanrılardır. Sunu töreni, daha sonra katılımcıların da içmeleriyle devam eder.

Middendorff gibi, Maack da bu şöleni “ysyah” (patlatma, sıçratma) şenliği olarak adlandırır ve hamsin yortusuna yakın zamanda insanların açık alanlarda toplanarak bunu kutladıklarını anlatır. Bu şenlikte söylenen ilâhiler ve şarkılar; otların büyümesi, ağaçların yapraklarının açması, tabiatın canlanması üzerinedir. Şenlik alanı direklerle çevrilir, kayın ağaçları dikilip, katılanlar bu kayınların altına serili minder ve şiltelerin üzerine gruplar hâlinde otururlar. Bu gibi şenliklerde bolca tüketilen kımız, kayın fıçılar veya deri tulumlar içerisinde hazır beklemektedir. Şenlik, bu iş için önceden belirlenmiş üç kişinin öğleden sonra ellerinde bir tas kımız ile yüzleri Doğuya dönük olarak şenlik ateşinin başına gelmeleriyle başlar. Her biri elindeki kâseyi birkaç defa havaya kaldırır ve sırasıyla Gök Tanrı “Ar tojon”, karısı “Kübäi Hatun”, diğer önemli ruhlar ve ölen şamanların onuruna ateşe döker. Bundan sonra şenlikte yaşlılardan biri veya şenlik yemeğini bağışlayan kişi dua edip, tanrılara şükreder ve onlardan bolluk, bereket diler. Duanın sonunda herkes üç defa “urui” diye haykırır. Şenlik yemeğinden tanrılara kendi payları sunulduktan sonra, geri kalan katılımcılar da yiyip içmeye başlarlar.

Priklonskij, başka bir bölgedeki ilkbahar şenliğini tasvir ederken, insanların sabah gün doğumundan itibaren şenlik alanında toplanışlarını, dokuz genç delikanlının öne çıkıp ellerinde bir tasla, sol dizlerinin üstüne diz çöküp beklemelerini, ayini yöneten rahibin sırayla bu dokuz kâsenin her birinin içindeki içecekten birer kaşık alıp tanrılar için havaya savuruşunu anlatır. Bazı bölgelerdeki Yakutlar, ilkbahar şenliği yemeği için özel bir çadır kurarlar. Bu çadırın duvarları ve zemini kayın dalları ve yapraklarıyla donatılır. Çadırın ortasındaki ateş yerine şenlik başlamadan önce sunu içecekleri dökülür ve katılanlar ancak bundan sonra içmeye başlayabilirler. Yakutların bu ilkbahar şenliklerinde bunun dışında ödüllü at ve koşu yarışları, güreşler gibi faaliyetler de yapılır. İkili yarışlarda taraflardan birinin kara, diğerinin ak renkli kıyafet giymesine dikkât edilir, hâtta ikili at yarışlarında da buna dikkât edilmeye çalışılır. Bilindiği üzere, Avrupanın birçok yerinde yapılan ilkbahar şenliklerindeki yarışmalarda da “yaz” ve “kış” temsili olarak birbirleriyle yarışırlar.

Moğollar, Kalmuklar ve Buryatların ilkbahar şenliklerinde kımız önemli bir yer tutar. Banzarov’un anlattığına göre, bu şenlikler esnasında Moğollar diktikleri iki kazık arasına bir ip gerer ve kısrakları bu kazıkların yanına toplarlar. Bir kişi bir kısrağın, bir başkası da bir tayın üzerine oturup, kısrağın üzerindeki sürünün etrafında dolanırken, tayın üzerindeki her hayvanın sırtına biraz kımız dökerek hayvanları kutsar. Kutsanan hayvanların yelelerine ayrıca kırmızı birer bez bağlanır.

Buryatların geleneklerinde ise, aileler hâlinde “Kurban dağı”nda toplanılıp, gelenler yanlarında sunulmak üzere süt, kımız ve kurbanlık hayvanlar getirirler. Ayini yöneten kişi, kayın ağacından bir sopanın ucuna takılı bir parça Sibirya çamı kabuğunu yakar ve bu sopayı her sunu kabının içine batırarak sunuyu kutsar. Sonra kurban sunağının yanına geçip, yüzünü Güneye dönerek dua okumaya başlar. Her aileden bir temsilci, sağ ellerinde bir kap “tarasun” sol ellerinde bir tas sütle ayin rahibinin yanına gelirler. Rahip elindeki sopayı tekrar taslara batırır ve içindeki içeceği Güney yönüne serper. Daha sonra elindeki sopayı göğe doğru çevirip, aile temsilcileri ellerindeki kapları havaya fırlatırken “uğur olsun” diye bağırırlar. Taslar yere düştüğünde, hangi konumda düştüklerine bakılır ki, dibi aşağıda kalacak şekilde, yâni düz olarak düşerse, bunun iyiye, ters düşerse talihsizliğe alâmet olduğuna inanılır. Bu işlem üç defa tekrarlanır. Kurban yemeğinden sonra başka yerlerde olduğu gibi güreş ve at yarışları başlar. At yarışını kazanan, atının yelesine tarasun döker. Herkes iyice yiyip içtikten sonra şarkılar söylenmeye başlanır. Şenlik başladıktan sonra yağmur yağacak olursa, bu iyiye alâmet kabûl edilir ve şenlik daha da büyük bir coşkuyla kutlanır.

Abakan ve Altay bölgelerinde de benzeri şenliklere rastlarız. Radloff, Abakan bölgesinde bu şenliklerin Haziran ayında düzenlendiğini, her köyün muhtelif tarihlerde sunak yerinde toplandıklarını, her ailenin reisinin şenlik yemeği için bol miktarda kımız getirdiğini anlatır. Tanrılara kımız sunulması dışında, kurdelelerle süslenmiş hayvanlar kurban edilir. Buradaki şenliklerde de şarkılar söylenip, dans edilir, güreşler ve at yarışları yapılır ve şenlik şölenle sona erer.

Katanov, Abakan bölgesindeki şahit olduğu Sagaların, Haziran şenlikleri hakkında şöyle söyler: Bütün ahâli yüksekçe bir dağda toplanır ve oraya şenlik alanına bir kayın ağacı dikip, altına dört bacaklı bir masa koyarlar. Kayının dalları ve kendi başlıkları beyaz ve mavi şeritler ile süslenir. Kurban olarak ak bir koyun seçilir ve kesilmeden önce üç defa kayın ağacının etrafında dolaştırılır. Ayin rahibi dualarında Gök Tanrıya, dağların ve suların ruhlarına niyazda bulunur.

Orta Asyadaki bu ilkbahar şenlikleri, muhtemelen eski dönemlerde yeni yılın gelişinin kutlanması anlamına gelmekteydi. Kırgızlar ilkbahardaki ilk gök gürültüsünü yeni yılın başlangıcı olarak sayarlar.

Schaschkov, Altay Teleütlerinin üç at veya inek kurban ettikleri bu şenlikleri 20 Haziranda düzenlediklerini aktarır. Şenlik tarihinin Haziran sonuna kadar gelmesi, muhtemelen tarım kültürünün etkisiyle olup, zaten şenlik tarihinin de Rusların “Elias Günü” (İlyas peygamber yortusu) ile aynı olması, dışarıdan ithal bir kutlama olduğuna işaret eder.

Hildén, Lebed Tatarlarının her yıl alışılmış şekilde düzenledikleri tek bir şenliklerinin olduğunu ve bunun da (yaz) gün dönümünden sonraki ilk dolunayda yapıldığını anlatır. Bu kutlamalar her köyde ayrı ayrı ama aynı tarihte yapılır. Sunak yeri olarak, sık yapraklı genç bir kayın ağacı seçilir, ağacın bir dağın Doğuya bakan yamacında olması tercih edilir. Bu kutlamalarda sadece at kurban edilir ve şölen sonrası atın kemikleri kayın dallarından örülü bir sepetin içine konup, sunak ağacının dalına asılır. Bu şenliklerde ayin rahibine yardımcısı olarak dokuz delikanlı görev alır. Hildén’e mihmandarlık yapan bir kişinin, “Ekinlerin bu şenliklerden sonra olgunlaştığını” anlatmış olması, Lebed Tatarlarının oldukça geç dönemlerde tarım toplumuna geçmiş olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.

Tarım kültürünün yaygınlaşmasıyla, geniş bölgelere yayılmış olan ve senenin sıcak aylarında kutlanan bu şenlikler, genelde Gök Tanrıya adanmıştır. Kurbanların beyaz renkli hayvanlardan seçilmesi, kurban veya sunu esnasında yüzün Doğuya veya Güneye dönülmesi ve kayın ağacının sunak yerlerinin en önemli unsuru olması Gök Tanrı inancının göstergelerindendir. Volga bölgesine göç edip, burada tarımla uğraşmaya başlamış olan Çuvaş ve Tatarların şenlikleriyse, hem düzenlendikleri dönemler, hem de düzenleme âdetleri yönünden bu bölgelerdeki Fin kökenli halklarla benzerlik gösterir. 






Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

30 Kasım 2023 Perşembe

RUSYA TARİHİ -15

 




İÇ KARIŞIKLIKLAR DEVRİ (1603 — 1613)


I. Sahte Dimitri (1603 — 1606)


Sahte Dimitrinin  zuhuru (1603)


Boris Godunov hâkimiyeti ele aldıktan sonra,  bir yandan eski asilzâde ailelerin,  diğer yandan,  ağır bir rejim altında yaşamak zorunda bırakılan köylü ve aşağı tabakanın düşmanlığını celbetmişti.  En kibar boyarları ve eski saray erkânını devlet idaresinden uzaklaştırdığı cihetle, Boris Godunov " siyasî bir yalnızlık „ içinde kaldı ve kendine tamamiyle muti bir muhit yaratamadı; bu durum ise onun düşmesine sebeb oldu. Boyarlar ve knezler nazarında, Boris Godunov'u tahtından indirmenin en kolay çaresi ortaya "Sahte bir prens,, çıkarmak olduğu anlaşılıyor. 1600 de dolaşan şayia, nihayet 1603 te bir hakikat olarak meydana çıktı. Halk arasında, " Çareyeviç Dimitri'nin 1591 de Ugliç şehrinde öldürülmediği, hayatta olduğu ve şimdi Boris Godunov'dan tahtını geri almak için harekete geçtiği,, söylenmeğe başlandı. Bu şayia, evvelâ, Lehistan'ın Rusya'ya komşu bölgelerinde yayıldı, ve oradan da Moskova'ya kadar geldi. Hakikaten, bu sıralarda, kendine "Korkunç Ivan'ın oğluyum,, diyen biri Lehistan'da zuhur etmişti; bu zat bir müddet sonra I. Dimitri adiyle Moskova tahtına geçecek olan I. (Sahte) Dimitri'dir.

(Sahte) Dimitri ilk önce, malikâneleri Rusya sınırlarına kadar uzanan ve Kiyef sahasında büyük çiftlikleri olan eski rus knezlerinden Adam Vişnevetski'nin yanında zuhur etti. Knez Vişnevetski onu, en kibar leh asilzadelerinden biri olan, kayınpederi Yuri Mnişek'in yanına gönderdi. Mnişek, " Çareyeviç „i (Çarzade ) Sambor'daki şatosunda alıkoydu ve bir müddet sonra Lehistan kralı III. Sigizmund'a takdim etti. Dimitri, katolikliğe geçmekle, büsbütün Lehlilerin sempatisini kazandı. Kendisine Lehistan'da bir ordu toplamasına izin verildi ve imkânlar yaratıldı. Diğer yandan, "Çareyeviç,, in adamları, Güney Rusya sahasında, Kazaklar arasına giderek, Boris Godunov'a karşı propagandaya başladılar ve hakikî "Çareyeviç,, in harekete geçtiği şayiasını yaydılar.

Bu haber Moskova'ya ulaşınca, hükümet tarafından yapılan araştırmalar neticesinde, "Kendisine Çareyeviç Dimitri adım veren kimsenin hakikatte, Moskova manastırlarından birinden kaçan keşiş Grigori Otrep'yev olduğu „ ilân edildi. Boris Godunov, bunun resmen Lehistan'a bildirilmesini emretti. Fakat Lehliler buna inanmak istemediler; daha doğrusu inanmak işlerine gelmedi. I. (Sahte) Dimitri'nin kim olduğu şimdiye kadar açık olarak bilinmiyor; âlimlerden büyük bir kısmı, onun "kaçkın keşiş Grigori Otrep'yev „ olduğuna inanıyorlarsa da, bazıları bu zatın hakikaten Korkunç İvan'ın oğlu olduğunu kabule taraftardırlar. Sahte Dimitri'nin ise kendisini hakikaten "Çarzade,, zannettiği anlaşılıyor.



(Sahte) Dimitri'nin seferi, (1604 sonbahar)


Dimitri harekete geçmek için Lehistan'da bir ordu topladı. Yuri Mnişek ve bilhassa Adam Vişnevetski kendisine yardım ettiler. Dimitri'nin kuvvetleri, 1604 ekim ayında rus sınırlarını aştılar, ve Moskova istikametinde ilerlemeğe başladılar. Boris Godunov idaresinden memnun olmayanlar Dimitri'yi, hemen Çar olarak tanıdılar ve kitle halinde ona katıldılar. Moskova hükümeti derhal müdafaa tertibatı aldı ve "Düzme„ye karşı kuvvetli bir ordu sevkedildi.

Boris Godunov âni bir hastalık neticesinde, 1605 nisanında ölüvermesiyle, durum bir daha karıştı. Bu defa, tahta, Borisin henüz genç bir yaşta olan oğlu Fedor geçti. Boris Godunovun kuvvetli idaresi ve enerjisi sayesinde, "Düzme„ye karşı dayanmak ve mücadeleyi devam ettirmek mümkün gibi görünüyordu. Halbuki tahta genç bir kimsenin çıkması ve devlet idaresinin, herkesin nefretini mucip olan Malüta Skuratov'un kızı olan (Fedor Borisoviç'in annesi) Maria'ya geçmesi, boyarları Godunov'lar ailesinden uzaklaşmağa şevketti. Boyarlar bütün Moskova kuvvetlerini, Dimitri'yi tanımağa kandırdılar. Paytahtta karışıklıklar son haddini buldu ve ahali ayaklandı. 1 Haziran günü cereyan eden karışıklıklar esnasında Çar Fedor Borisoviç ve annesi öldürüldüler. Moskova'da yaşayan birçok yabancı da (Avrupalı) halk tarafından öldürüldü. Godunovlar ailesi, bu suretle, ya öldürüldü veya darmadağınık edildi, mal ve mülkleri yağmaya uğradı. Moskova'da cereyan eden bu karışıklıklardan yirmi gün sonra, (Sahte) Dimitri büyük bir merasimle Moskova'ya girdi, boyarlar ve halk tarafından eşsiz bir tezahüratla karşılandı.




I. Dimitri'nin hâkimiyeti, Haziran 1605 

   

(Sahte ) Dimitri'nin muvaffakiyetinin başlıca sebebi: onun hem Lehlilerden, hem de Moskova hükümetinin zulmünden kurtulmak isteyen güney eyaletlerindeki köylü ve  kazak  zümrelerinden yardım  görmüş olmasıdır.  Leh kralı, Rusya'da iç harb çıkarmakla bu devleti zayıflatacağını ve "rus tehlikesini,, ortadan kaldıracağını umuyordu. Lehliler Moskova'yı, katolikliğe giren Dimitri vasıtasiyle, Papalığa bağlayacaklarını, dolayısiyle Moskova'yı Lehistan hâkimiyeti altına koyacaklarını ümit ediyorlardı. Leh asilzadelerinden (şlahta) bazıları, Dimitri'yi desteklemekle şahsî menfaat teminini ve yükseliş imkânları bulabileceklerini zannediyorlardı; bunlardan Yuri Mnişek, kızı Marina'yı Çar Dimitri ile evlendirip, Moskova devlet idaresinde mühim bir mevki sahibi olmayı tasarlıyordu.

Dimitri Moskova'ya girince, paytaht ahalisi tarafından hükümdar olarak tanındı. İlk işi, Boris Godunov'un patrikliğe çıkardığı îova'yı azletmek oldu; yerine Ryazan başpiskoposu İgnati'yi getirdi. Bunu müteakip taç giyme merasimi yapıldı. Boris Godunov zamanında sürgüne gönderilen ve Maria adiyle manastıra kapatılan " Çarzade Dimitri'nin annesi „ Maria Nagaya, hemen Moskova'ya getirildi. Rahibe Maria, bu defa tahta çıkan Dimitri'nin " öz oğlu olduğunu „ alenen beyan etti. Bunun üzerine Dimitri'nin mevkii büsbütün kuvvetlendi, kimse de şüphe kalmadı.

Moskovalılar yeni Çar'ın evvelkilerine benzemediğinin çabucak farkına vardılar. Dimitri, evvelki çarlar gibi yaşamıyordu. Öğle yemeğinden sonra uyumuyor, bunu yapacağı yerde, yalnız başına Moskova caddelerinde dolaşıyordu. Üstelik kiliselere de gitmiyor, leh biçimi giyiniyor ve muhafız kıtalarını da leh usulü giyindiriyordu. Hele, Lehlilerle çok düşüp kalkması Rusların gözüne batıyordu. Mamafih, Lehlileri de memnun etmemişti; bir kere lehçe gayet kötü konuştuğu gibi, ince ve tahsil gören leh asilzadelerine nisbeten çok kaba ve cahildi, adabı muaşeret usullerine vakıf değildi. Şahsen de çok çirkin bir adamdı. Bir kolu ötekinden daha uzundu, yüzünde büyük bir beni, çirkin ve büyük bir burunu, dikine saçları, antipatik çehresi, çok fena ve sevimsiz bir intiba bırakıyordu. Lehistan'da kaldığı zaman, Batı Avrupa medeniyetinin bazı dış taraflarını kapmış, bazı şeyler öğrenmiş olmakla beraber, yine yarım yamalak tahsilli bir kimse idi. Mamafih, onun bazı hususta zekâ eseri gösterdiği, devlet işlerinde bazen isabetli kararlar aldığı da biliniyor. Hele müteassıb bir Türk düşmanı oluşu, Osmanlı İmparatorluğunu zaptetmek hülyaları içinde yaşaması, Rusların hoşuna gitmiş olmalıdır.

Dimitri'nin en büyük arzularından biri de, Yuri Mnişek'in güzel kızı Marina ile bir an evvel evlenmekti. Bunun önceden kararlaştırılmış olduğunu söylemiştik. Resmî bir nişan yapılması için 1605 sonbaharında, bir rus elçisi Krakovya'ya gönderildi. Marina ise, ancak 1606 mayısında Moskova'ya gelebildi. Düğün münasebetiyle birçok leh asilzadeleri de rus paytahtına geldiler. 8 mayıs günü nikâh ve düğün merasimi yapıldı. Merasim eski rus adetine uygun olmakla beraber, Çariçanın katolik dininde kalması, Rusları sinirlendirdi. Hele, Kremlin'de katolik papasların bulunması, Lehlilerin kalabalık bir kitle halinde Kremlin'de kalmaları, Rusları büsbütün kızdırdı. Çarlar evlendikleri zaman, düğün münasebetiyle rus ahalisine ziyafet vermek, Kremlin saraylarını açmak adetti; halbuki bu defa ziyafetin yalnız lehli misafirlere verilmesi, halkın Çar'a karşı antipatisini büsbütün arttırdı. Mamafih Dimitri, verdiği söze bakmaksızın, katolik papasların, jezüyitlerin tesirine kapılmış değildi. Rusyayı Papanın hâkimiyeti altına koymakta acele etmiyordu. Leh kralına vâdettiği şehirleri bırakmayı da düşünmüyordu. Bilâkis Türklere ve Kırım'a karşı askerî bir hareket yapmayı tasarlıyordu. Bütün bunlara rağmen Moskova ahalisi, Çar'dan nefretle bahsetmeğe başladı; bu durumdan hâkimiyeti ele geçirmek isteyen boyarlar istifade ederek, harekete geçtiler.



(Sahte) Dimitri'nin ve Kremlin'deki Lehlilerin öldürülmeleri (17 mayıs 1606)


Dimitri'ye karşı harekete geçen zümrenin başında,  yine eskiden olduğu gibi,  knez Vasili Şuyski ve Golitsın bulunuyorlardı. Onlar Moskova dolaylarında duran rus ordusunu kendi taraflarına çekmeğe muvaffak oldular.  16/17 mayıs gecesi, bir miktar asker, gizlice Moskova'ya getirildi. Fakat, paytahtta Dimitri'nin taraftarlarının çokluğu nazarı itibara alınarak, boyarlar, halkı kazanmak maksadiyle hiyleye başvurdular. "Kremlin'deki Lehlilerin, rus boyarlarını kesmekte olduklarını „ ahaliye bildirmek için sokaklarda adamlar dolaştırarak, bağırttılar. Bu şayia üzerine, halk kitlesi, askerler Kremlin'e hücuma başladılar. Kremlin'i muhafaza eden askerler ve Lehliler şiddetle mukavemet ettilerse de, yenildiler; bu çarpışma esnasında 2-3 bin Lehli ve Rus öldü. Dimitri'nin “Sahte „ olduğu ilân edildi. Dimitri kaçmak isterken, iki bina arasındaki yüksek bir duvardan düştü, ve az sonra bulunarak, öldürüldü. " Sahte „ nin sağ kolu olan Peter Basmanov da aynı akibete uğradı. Maria Mnişek ise tevkif edildi. I. Dimitri bu suretle, ancak 11 ay tahtta tutunabilmişti; "Sahte,, nin öldürülmesi üzerine Rusya yeniden Çar'sız kaldı.


Vasili Şuyski'nin Çar seçilmesi (19. V.  1606-16. VII.  1610)


Çar Vasili Şuyski 


 Üç gün süren bu karışıklıklardan  sonra  Moskovada 19 mayısta, " Zemski Sobor,,  (Mümessiller  toplantısı) çağırılmadan,  Kızıl  Meydanda  ve  Kitaygorod'da biriken halk kitlesinin tasvibiyle, son yıllarda mühim siyasî rol oynamış olan knez ve boyar Vasili İvanoviç Şuyski Çar ilân edildi. Şuyski tahta çıkarken "Boyarlarla danışarak mahkeme yapmaksızın,, kimseyi öldürtmeyeceğine, kimseyi takibetmeyeceğine dair, haç öperek and içti. Bununla Vasili Şuyski, adeta Çar'ın hâkimiyet ve salâhiyetlerini tahdit eden bir esas kabul etmiş gibiydi. Korkunç İvan, Boris Godunov ve Sahte Dimitri zamanındaki rejim sona ermiş ve boyarların devlet işlerinde yeniden nüfuz kazanmalarına yol açılmış oluyordu. Mamafih, Çar Vasili Şuyski'nin bu vâdi, ancak sözde kaldı. O yine istediği gibi hareket etti.

Vasili Şuyski gayet müşkül ve karışık şartlar içinde hâkimiyeti ele almış bulunuyordu. Dimitri'nin niçin öldürüldüğünü, meşru esaslara dayanarak, halka bildirmek icabediyordu. Sahte Çar ile birlikte yerinden atılan patriğin makamını işgal edecek yeni bir patrik tayin etmek gerekiyordu. Patrikliğe bu defa Kazan metropoliti Germogen getirildi. Fakat, onun Moskova'ya gelişini beklemeden, 1 haziran (1606) tarihinde Vasili Şuyski'nin taç giyme merasimi yapıldı. Çarzade Dimitri'nin "çürümez,, cesedi Ugliç'ten Moskova'ya nakledildi. Vasili Şuyski'nin, Dimitri'nin annesi Maria'nın ağzından beyannameler dağıtılarak, Sahte Dimitri'nin kim olduğu, Rusları nasıl katolikliğe çevirmek ve Lehlilere teslim etmek istediği birer birer anlatıldı. Çar Vasili Şuyski bu tedbirlerle tahtta tutunabileceğini umuyordu. Fakat Rusya yeniden karıştı. 1606 sonbaharında, birçok yerde isyanlar patlak verdi. Bunlar sosyal bir mahiyet alarak bir zümrenin öbürlerine karşı savaşa girişmesini intaç etti. Karışıklıklar dört cereyan halinde kendini gösterdiler: 1) Bolotnikov hareketi, 2) İkinci Sahte Dimitri hareketi, 3) Rus olmayan kavimlerin ayaklanma teşebbüsleri, 4) Yabancı devletlerin Rusya işlerine karışmaları.


Bolotnikov'un idaresi altında köylülerin ve aşağı tabakanın ayaklanması (1606-l607)


İvan Bolotnikov, knez Telyatevski'nin askerî uşaklarından biri idi. Kırım Tatarlarına esir düşmüş, Türklere satılmış, Osmanlı gemilerinde bir müddet kürek çekmiş, sonra kaçmış, italya ve Lehistan üzerinden Rusya'ya dönmüştü. Sonra putiyl bölgesinin askerî  kumandanı knez Şachovski'nin hizmetine girmiş, cesareti ve becerikliliği sayesinde sivrilmiş, Çar Şuyskı'ye karşı tertip edilen çetecilerin başbuğu sıfatiyle ad kazanmıştı. Bolotnikov, bilhassa aşağı tabakayı etrafına topluyor, "Çar Dimitri„nin haklarını müdafaadan ziyade, köylülerin, çiftlik sahipleri ve "kötü boyarlara,, karşı harekete geçmeleri için propaganda yapıyordu. Bununla, Bolotnikov'un hareketi "sosyal,, bir karakter aldı. Rusya'da köylülerin durumlarını düzeltecek yeni bir nizamın kurulması isteniyordu. Bu sebepten, Bolotnikov'un etrafında gittikçe çok halk kitlesi toplandı, hele Kazaklar büyük bir yekûn tutuyorlardı. Bunlar çiftlikleri zaptetmeğe, zenginlerin mal ve mülklerini yağmağa ve sahiplerini öldürmeğe başladılar. İşte bu sebeptendir ki bunlara, Moskova hükümetince "vorı„ (hırsızlar) dendi. Bolotnikov, çok kalabalık bir kitle ile, 1606 sonunda, Moskova üzerine yürüdü. Ryazan ve Tula dvoryanları da, bu kalabalığın asıl maksatlarını bilmediklerinden, bunlara katıldılar. Asiler, Moskova yakınındaki Kolomensk köyüne kadar geldiler ve paytahtı tehdide başladılar. Dvoryanlar, Bolotnikov adamlarının mahiyetini anlayınca, Çar Vasili Şuyski'nin tarafına geçtiler. 22 aralık 1606 günü, hükümet kuvvetleri, Kotli köyü yanında Bolotnikov'u yendiler ve güneye sürdüler. Bolotnikov, Kaluga şehrinde mukavemete devam etti. Terek ve Don Kazaklarını ayaklandıran Sahte Çarzâde Petr de ( Murom şehrinden İl'ya Gorçakov) 1607 ilkbaharında Bolotnikov'a yardıma yetişti. Kazaklar Tula şehrini ele geçirdiler ve buranın taştan yapılan iç kalesini dayanak yeri yaptılar. Vasili Şuyski'nin kuvvetleri bu "hırsız,, ları Tula'da kuşattılar ve su altında bırakmak suretiyle, kaleyi ele geçirdiler. On binlerce kazak ve âsi köylü esir edildi. Bunlardan büyük bir kısmı nehirde boğuldu, bir kısmı hapise atıldı, kalanlar da köle olarak çiftliklere dağıtıldılar; bir kısmı, aç ve çıplak olarak, serbest bırakıldı. Bolotnikov ise, Kargopol şehrine sürgüne gönderildi ve orada suya atılmak suretiyle öldürüldü. Knez Şachovski de, Bolotnikov ile işbirliği yaptığından ötürü, sürgüne gönderildi. Sosyal bir hareket yapmak, köylüleri, köle haline getiren kanunları kaldırmak ve "boyar» lar ile "kötü tüccar„ların tahakkümünü kırmak maksadiyle yapılmış olan Rusya'daki ilk büyük köylü isyanı, bu suretle, 1607 ekiminde bastırılmış oldu.



İkinci Sahte Dimitri'nin zuhuru ve faaliyeti (1607-1610); İsveç yardımı


Moskova hükümet kuvvetleri Bolotnikov kitlelerini Tula'da kuşatarak, âsi köylüler ve Kazaklarla uğraşmakta iken kendine Çar Dimitri İvanoviç (Korkunç İvan'ın oğlu) adını veren biri daha zuhur etti. Çar Dimitri'nin hayatta olduğu şayiası dolaştığından, halk bu söze inandı. Az sonra Moskova hükümetinden olmayanlar ve bilhassa Kazaklar bu zatın  etrafında  toplanmağa başladılar. "İkinci Sahte Dimitri,, adı ile bilinen bu kimsenin kısa bir zamanda büyük kuvvetler topladığı görüldü. Moskova ahalisi I. Sahte Dimitri'ye "keşişlikten çıkma,, (razstriga) adını vermişti. II. Dimitri'ye ise sadece "hırsız„ veya "cani,, ( vor ) dendi. "Hırsız„ın yanına halk tabakası ve Kazaklardan başka litav ve leh olmak üzere yabancılar da katıldılar. II. Dimitri 1608 yazında Moskova üzerine yürümeğe başladı. Hırsız dayanak yeri olarak, Moskova'dan 11 km. mesafede, tabii durumu bakımından zaptı çok zor bir mevki olan Tuşino köyünü seçti. Moskova her taraftan sarıldı. Ancak Ryazan yolu açık kaldı. Paytahta yalnız bu yolla yiyecek ve asker gelebiliyordu. "Hırsızlar,,, Moskova etrafında harekette bulunurlarken, kalın taş duvarlarla çevrilmiş olan Troitsk - Sergeyevsk manastırını da ele geçirmek istediler; fakat keşişlerin ve manastırda bulunan strelets (atıcı) lerin şiddetli mukavemetiyle karşılaştılar. II. Dimitri adına hareket eden kıtalar Moskova ile Volga arasında, ve Volga'nın kuzey mıntakalarında birçok şehir ele geçirdiler. Rusya'nın mühim bir kısmı Moskova hükümetinin elinden çıktı; Dimitri, Rostov metropoliti Filaret'i (Fedor Nikitiç) Tuşino'ya getirtti ve patrik tayin etti; "Hırsız,, Tuşino'da kurduğu "hükümete,, kendi adamlarını getirdi. Bu suretle, biri Moskova'da, diğeri Tuşino'da olmak üzere, iki "rus hükümeti,, faaliyette bulunuyordu. "Hırsız,,, ne pahasına olursa olsun, Troitsk manastırını almak istiyordu. Bu maksatla leh hetmanı Sapieha ve Lisovski'nin muntazam kuvvetleri manastır üzerine sevkedildiler; manastır toplarla dövülerek, harp usullerine göre, muhasara edildi. Fakat manastır teslim olmadı ve "rus dayanıklılığının,, bir örneğini tekrar vermiş oldu.

Moskova ve Volga bölgelerinin " Hırsız „ ın eline geçmiş olmasıyle, Vasili Şuyski'nin durumu gün geçtikçe fenalaşıyordu. Şuyski'yi bırakıp "Tuşino'daki Hırsız „ yanına gidenler çoğaldı. Bazı kimseler birkaç defa efendi değiştiriyorlardı ve her defasında yeni menfaatler koparmağa bakıyorlardı. Vasili Şuyski, kendi başına isyanı başaramayacağını anlayınca, bu defa yardım isteyerek İsveç hükümetine müracaat etti. isveçliler, Fedor İvanoviç zamanında Ruslara bırakılan şehirlerin (İvangorod, Koporye, Oreşek ve Kolera) isveç'e iadesi şartiyle, Delagardi'nin kumandasında bir ordu gönderdiler. Çar Vasili Şuyski de, henüz genç bir yaşta olan yeğeni Michail Skopin'i, Novgorod ve kuzey rus mıntakalarında asker toplamak için yollamıştı. Skopin, isveç kumandanı ile birleşti ve isveç-rus kuvvetleri Volga'nın kuzey tarafını Düzme Dimitri'nin adamlarından temizlemeğe başladılar. Vologda ve Ustyüg şehirleri "Hırsız„a karşı isyan etmişlerdi. Skopin, ahalinin yardımı ile Kuzey Rusyasını, Tuşino'daki hırsızlar „ dan temizledi. Kuzey bölgelerinde ve Novgorod civarında faaliyette bulunan Moskova hükümet kuvvetleri, Moskova'ya yakın Aleksandrovsk yanında toplanmağa başladılar. Fedor Şeremetev'in, Novgorod'da teşkil ettiği kıtaları da buraya geldiler, bir müddet sonra Vladimir ve Suzdal' şehirleri de " hırsız „ lardan temizlendi.

O sıralarda, Leh kralı III. Sigizmund Rusya'ya karşı bir sefer açmış ve Smolensk'i kuşatmıştı. II. Dimitri yanında bulunan bütün litav ve leh askerlerine, leh kralına katılmaları emredildiğinden, Tuşino'daki " Hırsız „ ın kuvvetleri süratle azaldı. Skopin'in Aleksandrovsk'teki kıtaları ve isveçliler tarafından yardıma gönderilen alman askerleri, Moskova üzerine yürümek için harekete geçtiler. Sahte Dimitri'nin durumu fenalaştı. Bunun üzerine Tuşino'daki âsiler Kaluga'ya çekildiler. 1610 yılı ilkbaharında Moskova, iki yıla yakın bir zaman süren tehlikeden kurtarılmış oldu ve iç karışıklıkların önü alınmış gibiydi. Fakat tam bu sırada Rusya dıştan büyük bir tehlikeye maruz kaldı: Lehliler 1609 sonbaharındanberi Smolensk şehrini kuşatmış, rus arazisinin mühim bir kısmını zaptetmişlerdi.



Lehlilerin hücumları ve Rusların yenilgisi (1610 haziran)


Rus Çar Vasili Şuyski'nin İsveçlilerden yardım görmesi, leh kralı III. Sigizmund'u fena halde kuşkulandırmıştı. Leh kralı, İsveç tahtında tutunamayınca, isveç'in amansız düşmanı olmUş, bu devletle dost geçinen her devleti, Lehistan'ın düşmanı saymağa başlamıştı. Diğer taraftan, Rusya'da başgösteren iç mücadeleden faydalanarak uzun zamandanberi ihtilâf mevzuu teşkil eden Smolensk şehrini almak fırsatı çıkmıştı. Leh kuvvetleri Smolensk üzerine yürüdüler; burası, 1600 de Boris Godunov tarafından büyük bir kale haline getirildiğinden, rus garnizonu dayanabildi. Tuşino Hırsızından kurtulan Vasili Şuyski, bu defa, yeğeni Skopin'i, Smolensk'i kurtarmak için göndermek niyetinde idi. Fakat, bu devrin rus kahramanı olarak tanınan Skopin, henüz 23 yaşında olduğu halde öldü. Vasili Şuyski, bunun üzerine, biraderi Dimitri Şuyski'yi başkumandan tayin etti ve sefere çıkardı. Leh kuvvetlerinin başındaki Jolkiewski, Rusların harekete geçtiklerini öğrenince, Smolensk yanından kalktı ve Kluşin köyü yanında âni bir hücumla Rusları ağır bir yenilgiye uğrattı. Leh kumandanı, Delagardi'nin İsveçli kıtalarına çekiliş yolunu açık bırakmakla, bunların Ruslardan ayrılıp gitmelerini de temin etmiş oldu. İsveçliler Fin körfezi sahillerine çekildiler ve Rusların kendilerine bıraktıkları şehirleri işgal etmekle kalmadılar, Novgorod şehrine de girdiler. Jolkiewski, bu sırada kuvvetlerini Moskova üzerine yürüttü. Aynı zamanda II. Dimitri (Hırsız) de Kalugadan harekete geçti ve Moskova kapılarına kadar ilerledi. Rus paytahtı yeniden her taraftan kuşatıldı. Moskova'da açlık ve kargaşalık başgösterdi. Bunun neticesinde, Vasili Şuyski, 17 temmuz (1610) günü tahtından indirildi ve zorla manastıra kapatıldı. Moskova'da hâkimiyet yedi boyardan teşekkül eden bir hey'etin eline geçti.


Leh kralının oğlu Vladislav'ın Moskova tahtına seçilişi ve bunun neticeleri


Tuşino'daki  hükümetin  durumu   fenalaşınca, Dimitri'nin Kaluga'ya  gittiğini  söylemiştik, Halbuki,  Dimitri'ye   taraftar   görünen   rus büyüklerinden birçoğu  ne Kaluga'ya  gitmek ve ne de Moskova'ya dönerek Şuyski'yi  tanımak istediler. Bunlar arasında, "Hırsız,, tarafından patrik tayin edilen Filaret (sabık boyar Fedor Romanov) ve boyarlardan Saltıkov da vardı. Bunlar ve kendilerine uyanlar büsbütün yeni bir politika takibine başladılar. Çar Vasili Şuyski, leh kralı Sigizmund'a müracaat ederek, "Boyarlar meclisi,, nin ve "Zemski Sobor„un devlet idaresine karışmaları şartiyle, Sigizmund'un oğlu Vladislav'ı Moskova tahtına davet ettiler. Bu münasebetle leh kralı ile rus mümessilleri arasında müzakereler yapıldı ve 4 şubat 1610 tarihinde bir uzlaşmaya varıldı.

Vladislav'a kabul ettirilen "maddeler,, sayesinde, boyarların devlet işlerinde nüfuz sahibi olmaları sağlandığından, bu namzed üstün geldi. Boyarlar, Mojaysk şehrinde bulunan leh kumandanı Jolkiewski'ye haber gönderip, bir an evvel Moskova'ya gelmesini istediler. Jolkiewski de, bu davet üzerine "Moskova'yı Hırsızdan kurtarmak,, maksadiyle harekete geçti; lehli kıtalar rus paytahtına yaklaşınca Vladislav'ın Çar'lığa seçimi keyfiyetinin resmen tanınması istendi; bunun üzerine, rus boyarları, askerleri ve Moskova ahalisi, 27 ağustos 1610 tarihinde, Vladislav'a biat ettiler. III. Sigizmund'un oğlu Vladislav, bu suretle Moskova tahtına seçilmiş, Rusya'nın Çarı ilân edilmiş oldu. Leh kuvvetleri, "Hırsız,, ı Moskova yanından koğdular ve rus paytahtını "cani„ler tehlikesinden kurtardılar. Jolkievvski'nin kıtaları, boyarların isteği üzerine, Moskova'ya girdiler ve Kremlin'i işgal ettiler. Rus tarihinde, ilk defa olmak üzere, lehli kuvvetler rus paytahtını ele geçirmiş oldular. Bununla Moskova'da ve Moskova ile Litvanya arasındaki sahada leh nüfuzu kaim oldu.

Vladislav'ın Çar'lığa seçimini bildirmek ve uzlaşma maddelerini tasdik ettirmek maksadiyle bir rus elçi hey'etinin III. Sigizmund'a gönderilmesi kararlaştırıldı. Vladislav'a rakib olabilecek rus boyar ve knezlerinin Moskova'dan uzaklaştırılmaları gerekiyordu. Bunun içindir ki III. Sigizmund'a gönderilecek elçi hey'etinin çok kalabalık ve en mümtaz kimselerden teşkil edilmesi yolu tutuldu. Bin kişiden fazla bir hey'et halinde yola çıkarılan bu "Büyük elçilik„e metropolit Filaret ve knez V. V. Golitsın başkanlık ediyorlardı. Jolkiewski, kendisi, Moskova'da kalmak istemedi. Kremlin'deki leh garnizonunu Gosniewski'ye teslim ettikten sonra rus paytahtından ayrıldı ve Litvanya'ya döndü; leh başbuğu, Smolensk'i kuşatan III. Sigizmund'un buyruğu üzere Moskova'dan hareket ederken, sabık Çar Vasili Şuyski'yi de beraberinde alıp götürdü. Bu tedbirler neticesinde rus asılzâdelerinden taht üzerinde hak iddiasında bulunacak kimse bırakılmamış gibi idi.

Rus " Büyükelçi hey'eti „ Smolensk yanında leh kralı ile buluşunca, rus tahtına Vladislav'ın değil, Sigizmund'un çıkacağı şayiaları Moskova'da yayıldı; elçiler de kralın bu arzusunu öğrenmiş oldular, fakat Ruslar bunu kat'iyyen kabul etmek niyetinde değillerdi. Sigizmund ve leh senatörleri ise, Vladislav'a teklif edilecek maddeleri beğenmemişlerdi. Leh kralı, Smolensk şehrinin hemen teslim edilmesini istiyordu; Sigizmund, elçi hey'eti azalarından bir kısmını kendine biat etmeğe kandırabildi. Bu durum karşısında Ruslarla Lehliler arasında müzakereler uzadı. Sigizmund, oğlunun küçük bir yaşta olmasını bahane ederek Moskova'ya gönderemeyeceğini bildirdi. Rus paytahtında prense biat yapılmış olması gözönünde tutularak oğlu namına hâkimiyet sürmek iddiasında bulundu. Rusya'daki leh kıt'alarının Sigizmund adına, yani meşru bir Çarın emriyle, hareket ettikleri ileri sürülmekte idi.

Jolkiewski'nin Moskova'dan ayrılması üzerine leh askerlerinin disiplinleri azaldığı ve Rusları incitecek hareketlerde bulundukları anlaşılıyor. Bu yüzden Lehlilere karşı rus paytahtında önce hoşnutsuzluk, sonra düşmanlık başgösterdiği biliniyor. Mamafih, Lehliler dürüst hareket etseler dahi Moskovalılar ile bunlar arasında, hem dil, hem de din ve yaşayış tarzı bakımından büyük ayrılık olmakla her iki zümre arasında düşmanlığın başgöstermesi pek tabii idi. Hele, Germogen gibi müteassıp bir patriğin ve rus papaslarının propagandaları, rus halkının Lehlilere karşı düşmanca vaziyet almasını mucip oluyordu. III. Sigizmund'un Moskova tahtını elde etmek isteyişi, Lehlilerin Moskova'ya ve Rusya'ya tamamiyle hâkim olmak arzuları şeklinde yorumlanmağa başlandı. Kremlin'de leh garnizonunun bulunması, Smolensk'in Lehliler tarafından zorlanması, bütün bunlar Rusya'da leh tehlikesinin ve katolik hâkimiyetinin derecesini göstermeğe yetişiyordu. Bütün yabancılara, hele " lâtin „ lere, karşı Rusların besledikleri düşmanca hisler gittikçe şuurlu bir rus-milliyetperverliği cereyanı haline gelmek istidadını gösterdi. Bu defa, çar seçilen ve adına biat edilen Vladislav'a karşı da bir hareket belirdi. Tam bu sıralarda, Kaluga'da bulunan ve mühim bir tehlike teşkiline devam eden "Tuşino Hırsızı,, nın, maiyetindeki tatar muhafızları tarafından öldürülmesi (11 aralık 1610), Moskova'da yeni bir hareketin meydana gelmesini kolaylaştırdı. Rus paytahtındaki yüksek, orta ve aşağı zümreler bu defa hep birden Lehlilerin tahakkümüne karşı birleştiler.

Kaluga'daki "Hırsız,, ın öldürülmesinden sonra, adamlarından bir kısmı gene kendi başlarına harekete devam ettiler. Bunlar, Marina Mnişek ile "Tuşino hırsızı,, ndan doğan İvan'ı Çar ilân ettiler. Mamafih bu hareket artık tavsamış ve büyük bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Ruslar için asıl tehlike, Moskova'da bulunan Lehliler idi.



Leh tahakkümüne karşı Rusların ayaklanması



Lehlilere karşı ilk ayaklanma ve bunun başarısızlığı

 

Rusya'nın iç durumu çok karışık bir manzara arzediyordu. Eski Mosova devlet  nizamını  muhafazaya  çalışan  zümreler  nazarında en tehlikeli bir hareket olan "Tuşino "Hırzısı,, ortadan  kaldırılmış olmakla beraber, Hırsızın oğlu  İvan'ın  etrafında  toplanan Kazaklar hâlâ büyük bir tehlike teşkil ediyorlardı. Bunlar Moskova çevresinde ve Rusya'nın güney bölgelerinde faaliyetlerini devam ettiriyorlardı. Bazı kazak kitleleri, rus şehirleri ve köylerini yağma etmekte idiler Orta idil sahasında, Vyakta ve Perm taraflarında "rus olmayan,, kavimlerin de "hırsız,, lara katılarak Moskova'ya karşı düşmanca vaziyet aldıklarını görüyoruz.

Sigismund'un İsveç tahtına hak iddiası üzerine, Lehistan ile İsveç arasında uzun süren ve her iki devlet için zararlı olan çetin bir mücadele başlamıştı. Moskova tahtına bir Lehli prensin geçirilmesi, İsveçlileri haklı olarak kuşkulandırmıştı. Bunun üzerine İsveçliler, Rusya'ya karşı düşmanca bir durum aldılar ve harekete geçmeğe hazırlandılar. Moskova ahalisinin Lehlileri sevmedikleri belli olduktan sonra da Sigizmund, Rusya'daki taleplerinden vazgeçmedi. Kral, kendi haklarını ya askeri kuvvetle veya diplomatik yollarla gerçekleştirmek istiyordu. Bu maksatla, Smolensk şehrini muhasaraya devam etti. Bu zaman içinde Moskova'da durum gün geçtikçe Lehliler aleyhine dönmekte ve leh düşmanlığı büyük bir siyasî cereyan haline gelmekte idi. Bu cereyanın başı sayılan patrik Germogen, Kremlin'de bulunduğu halde beyannâmeler göndererek rus halkını, Moskova'yı işgal altında tutan, Smolenk'i muhasara eden ve birçok rus arazisini ele geçiren Lehlilere karşı, silâhla mücadeleye davet etti. Patrik Germogen, bu suretle, millî rus hareketinin önderliği vazifesini üzerine almış bulunuyordu. Rus kilisesi başının yazıları etraftaki rus şehirlerine ulaşınca, tesiri görülmeğe başladı. Şehirlerin voyvodaları ve yüksek zümreler, Moskova'yı Lehlilerden kurtarmak için harekete geçmeğe karar verdiler. Moskova'ya yakın bazı şehirlerde askeri kıtalar teşkil edildi. Vaktiyle "Tuşino Hırsızı,, hizmetinde olan kazak birlikleri de, bu defa Lehlilere karşı savaşmak arzusunu izhar ettiler.

Moskova'nın kuzeyindeki bölgelerden de, paytahtı kurtarmak maksadiyle, bazı kuvvetler ilerlemeğe başladılar. Bu suretle 1611 kışının sonu ve ilkbaharında kalabalık bir rus kuvveti, Moskova'yı leh tahakkümünden kurtarmak maksadiyle, harekete geçmiş bulunuyordu.


Kremlin'deki leh garnizonunun, Rusların hazırlıklarından ve Moskova şehrini Lehlilerden temizlemek maksadiyle bir ayaklanma olacağından haberleri vardı. Lehliler ancak birkaç bin kişiden ibaret olduklarından, bütün şehri itaat altında tutmaları imkânsızdı. Kremlin'de dayanabilmek için, şehrin kaleye bitişik mahallerin yıkılmasına karar verildi. Ayaklanan rus ahalisi Moskova'nın iç semtlerinden koğuldular, bu münasebetle Ruslardan ölenler pek çok oldu ve Moskova'nın büyük bir kısmı yandı. Moskova sokaklarında çarpışmalar devam ederken, Zaraysk şehri voyvodası knez Dimitri Pojarski'nin kumanda ettiği eyalet kıtası, Moskova'daki Rusların yardımına yetişti. Bunun üzerine, Lehliler, Kremlin'e ve Kitay - Gorod'a çekildiler. Çarpışma esnasında knez Dm. Pojarski ağır surette yaralandı. Moskova yakınında toplanan şehirli kuvvetler ve Kazaklar arasında başgösteren geçimsizlikler neticesinde, Kremlin'deki Lehliler dayanabildiler.


Smolensk'in Lehliler tarafından zaptı Novgorod'un İsveçlilerin eline geçmesi   


Leh kralı III. Sigizmund 1609 eylülündenberi, Smolensk kalesini kuşatmıştı. Leh kralı bütün askerî kudretini burayı almak için kullandığından, Rusya işleriyle gereği gibi meşgul olamıyordu.  Nihayet 3 haziran 1611 tarihinde Smolensk kalesi Lehlilerin hücumu ile zaptedildi. III. Sigizmund, bu şehrin ötesinde  fazla  bir yer  almayı düşünmüyordu.  Bundan ötürü, Smolensk muhasarasından sonra boş kalan mühim kuvvetlerini hareketsiz bıraktı.  Kral,  Moskova'da Kremlin'deki leh garnizonunun fena bir durumda olduğunu bildiği halde,  bunların vaziyetini iyileştirmek için esaslı bir tedbir almadı.  Rus paytahtındaki leh garnizonuna yardım için Chodkiewiç kumandasında,  küçük bir kuvvet yola çıkarılmakla iktifa edildi.

Smolensk'in Lehliler eline düşmesiyle, leh tehlikesi büsbütün arttığından, bu durum rus vatanseverlerinin gayretlerini yeniden kamçıladı. Yalnız Smolensk değil, ikinci büyük bir rus şehri de yabancıların eline düşmüştü. İsveç kuvvetleri, 16 temmuz 1611 tarihinde Novgorod şehrini işgal ettiler. Buranın metropoliti İsidor ve voyvoda knez Odoewski, Novgorod ahalisinin mümessilleri sıfatiyle, İsveçlilerle bir uzlaşma yaptılar; Novgorod şehrinin ve bölgesinin ilelebet Moskova Rusyası'ndan ayrı bir devlet olacağını ve İsveç hanedanı sülâlesinden bir prensin burada hâkimiyet sürmesini kabul ettiler. Bu sırada Pskov şehrinde de karışıklıklar başladı. Kendine "Çarzade Dimitri,, (III. Sahte Dimitri) diyen biri çıktı, Sidorka ve Pskov'un idaresini ele geçirdi. 1611 sonbaharında bu suretle Rusya'nın batı kısmı tamamiyle Moskova'nın kontrolünden çıkmış, yabancıların eline düşmüştü.

Rus ahalisini birliğe, Kremlin'deki Lehlileri kovarak bir rus hükümeti kurmağa davet eden sesler ilk defa ruhaniler arasından yükseldi. Vaktiyle "Tuşino Hırsızı,, ve lehli kuvvetlerin hücumlarına dayanan Troitsk-Sergeyevsk manastırı başrahibi 'Dionisi, birliğe davet ederek her tarafa mektuplar göndermeğe başladı. Dionisi, "bütün rus halkının, sınıf farkı gözetmeksizin, rus yurdu ve rus dini (Ortodoksluk) namına silâha sarılmağa ve düşmanları Moskova'dan, rus yurdundan kovmağa,, davet ediyordu. Gerek Troitsk-Sergeyevsk manastırı başrahibinin ve gerek patrik Germogen'in ateşli mektupları rus ahalisi üzerinde büyük tesirler yaptı ve taşra rus halkını "vatanı kurtarma uğrunda,, umumî bir ayaklanmalarını sağladı.



Minin ve Pojarski

      

1610 sonbaharında bazı taşra şehirlerinde hareket başgösterir gibi oldu.  Şehrin idaresini elde tutan zümreler, Moskova'nın Lehlilerden nasıl kurtarılması mümkün olacağını düşünmeğe ve bu hususta  şehirler birbirleriyle danışmağa başladılar. Nihayet geniş ölçüde bir hareket Nijni - Novgorod şehrinde belirdi. Şehir idaresi, birçok azadan mürekkep "muhtarlar hey'eti,, tarafından görülmekte idi. Nijni-Novgorod'daki (bugünkü Gorki) azalar arasında, eski kasap başı, tüccar Kozma Minin-Suchoruk adlı biri de vardı. Patrik Germogen'den gelen bir mektubun tesiriyle, Minin, Nijni-Novgorod ahalisini, Moskova ve Rusya'nın kurtarılması için yapılacak harekete ön ayak olmağa davete başladı. Bunun için şehir ahalisinden para toplanmasını ve bununla bir ordu teşkilini de teklif etti. Büyük kilisede yapılan bir toplantıda, Minin ve başpapasın heyecanlı sözlerinin tesiriyle, Nijni-Novgorod ahalisi hep birden harekete katılmağa ve lâzım gelen parayı toplamağa karar verdiler. Bunun üzerine herkes servetinin üçte birini umumî hazineye yatırmağa mecbur tutuldu. Para işlerine bakmak için Kozma Minin seçildi. Kısa bir zamanda mühim bir yekûn tutan para toplandı. Kendiliklerinden para yardımında bulunanlar da çoktu. Elhasıl, Nijni-Novgorod ahalisi arasında şuurlu bir millî gayret ve fedakârlık hisleri almış yürümüş, Rusya'nın kurtarılması için büyük bir hareket başlamıştı. Tanzim edilecek yeni ordunun kumandanı olarak, 1611 de Moskova'daki sokak muharebeleri esnasında yaralanan ve o sıralarda Nijni-Novgorod'a yakın çiftliğinde yarasını tedavi eden knez Dimitri Pojarski seçildi. Pojarski, 1611 yılı ekiminde Nijni-Novgorod'a gelerek ordunun teşkil ve tanzimi işine başladı. Askerî kıtaların teşkili ve askerlerin talimi, silahlandırılmasına Pojarski, para ve iaşe işlerine Minin bakıyordu. 1611 - 12 kışında etraftaki birçok şehir Nijni - Novgorod'lulara katıldılar, öyle ki 1612 ilkbaharına doğru Pojarski'nin kumandasında mühimce bir kuvvet toplanmış oldu.

Moskova yanında faaliyette bulunan ve Trubetskoy ile Zarutski adlı başbuğlardan teşekkül eden hey'eti " resmî bir hükümet „ saymakta devam eden Kazaklar ve taraftarları, Nijni - Novgorod'da başlayan hareketi yolsuz ve kanunsuz buldular, bunu kendilerine karşı yönetilen bir isyan telâkki ettiler. Kazaklar, Pojarski'nin ilerlemesine mani olmak için, Moskova ile Volga arasındaki şehirleri ele geçirdiler. İşte bunun içindir ki Pojarski, 1612 ilkbaharında harekete geçince, Moskova üzerine yürümeden önce, Volga boyunu temizlemek ve buralardan temin ettiği yardımla, Kazaklara ve sonra Kremlin'deki Lehlilere karşı savaşmak plânını kurdu.

Yukarı Volga sahasının en mühim şehri olan Yaroslavl, Nijni-Novgorod'dan hareket eden kıtalar tarafından kolayca ele geçirildi.. Komşu şehirler de Pojarski'ye itaat ettiler. Bu suretle yaz geçti. Bu zaman zarfında Moskova yakınındaki Kazaklar, Moskova içindeki Lehlilerle çarpışıyorlardı. Pojarski, askerî teşkilâtını tamamladıktan sonra, devlet idaresini ele alacak bir hey'etin seçilmesi için Yaroslavl' şehrinde, "Yurt Mümessillerinin „ bir toplantısı yapıldı. Bu toplantıda, ruhanîler namına metropolit Kirili ( Patrik Germogen 1612 başında Kremlin'de ölmüştü ) ve Lehlilerden kaçıp kurtulmağa muvaffak olan birkaç boyar ve asker mümessilleri hazırdılar. Bazı şehirler de kendi murahhaslarını yolladılar. Bu toplantının ne gibi kararlar aldığı lâyıkıyle bilinmiyor; fakat, Nijni - Novgorod'da, Minin ve Pojarski tarafından takibine başlanan hareketin tamamiyle tasvib edilmiş olduğuna şüphe yoktur.

Pojarski'nin ordusu, Moskova üzerine leh başbuğu Chod-kiewiç kıtalarının harekete geçtikleri haberini alınca, 28 ağustos 1612 tarihinde Yaroslavl'dan çıkarak, Moskova'ya doğru ilerlemeğe başladı. Pojarski'nin gelmekte olduğu haberi ise, Kazakların bir kısmı arasında telâşın başgöstermesini mucip oldu. Kazaklar Pojarski'yi sevmiyorlardı. Hatta onu öldürmek teşebbüsünde bile bulundular. Pojarski'nin, intikam hisleriyle hareket edeceğinden korkan ataman Zarutski, Marina Mnişek'i ve oğlunu alarak, Ejderhan'a (Astrahana) gitti, ve orada, İran şahının himayesi altında bir "Kazak Devleti» kurmak teşebbüsünde bulundu. Moskova yanında ise Trubetskoy'un Kazakları kaldılar ve Pojarski'yle işbirliğine karar verdiler.

Kremlin'deki 3.000 kişilik leh garnizonunun durumu gün geçtikçe fenalaştı. Müthiş bir açlık başgösterdi. Lehliler buna bakmaksızın şiddetle karşı durdular, fakat nisbet kabul etmez düşman karşısında dayanamadılar. Evvelâ, 22 ekim 1612 de Kitay-Gorod, bir ay sonra da Kremlin teslim oldu. Bu suretle Moskova, leh işgalinden kurtarılmış oldu. Moskova'nın zaptı münasebetiyle dinî bir merasim yapılarak, paytahtın kurtarılışı kutlandı; bir müddet sonra III. Sigizmund'un Rusya'dan çekilip gittiği haberi alındı. Bu haber büsbütün sevinci mucib oldu. Rusya düşman işgali ve hâkimiyetinden kurtulmuş bulunuyordu.


Michail Fedoroviç Romanovun Çarlığa seçilişi  (Şubat 1613)


 Moskova'nın Lehlilerden temizlenmesi üzerine rus kurtuluş hareketini idare eden "Zemşçina» - (mal ve mülk sahipleri) zümreleri hemen yeni çarın seçilmesi lâzım geldiği kanaatinde idiler. Rus yurdu ancak herkes tarafında tanınacak ve meşru bir şekilde seçilecek bir çar etrafında toplanıp birleşebilecekti. Çarın seçimi için bütün yurt mümessillerinin toplanması, yani "Zemski Sobor,, un çağırılması icap ediyordu. Pojarski, 15 kasım 1612 tarihli yazılarla eyalet şehirlerinden çar seçimine iştirak edecek 10 ar murahhasın gönderilmesini istedi. 50 rus şehri ve mıntaka murahhasları, 1613 yılı başında Moskova'ya geldiler. Bu toplantıya çağırılanlar yalnız " Çar seçimi „ ile kalmayacaklar, çarın seçilmesine kadar, devlet işlerinin nasıl düzene konması üzerinde de konuşacaklardı. Moskova'daki ordu ve yüksek tabaka ile ruhanî mümessilleriyle birlikte, taşradan gelen murahhaslar hepsi 700 kişiyi bulduğu anlaşılıyor. Uzun ve hararetli münakaşalar, rüşvetler ve entrikalar neticesinde, nihayet 7 şubat 1613 tarihinde kimsenin gözüne batmayacak ve bütün partileri memnun edecek bir namzet üzerinde karar kılındı, o da: Michail Fedoroviç Romanov idi.

Çar seçilen Michail, o sıralarda Moskova'da bulunmuyordu. 1612 de Lehliler Kremlin'de kapandıklarında, Michail de annesi Maria (rahibe) ve diğer boyarlar ile Kremlin'de kalmıştı. Lehliler teslim olunca, Michail, annesiyle birlikte, Kostroma yakınındaki çiftliğine gitmişti. Michail'in çar seçilmesi üzerine suikasta maruz kalması ihtimali olduğundan, annesi ile birlikte, Kostroma yanındaki, kalın duvarlarla çevrilmiş, İpatyev manastırına gittiği ve orada saklandığı rivayet edilmektedir. Moskova'dan gönderilen hey'et, Michail'i burada bulmuş ve Çarlığa seçildiğini bildirmişti. Michail, bir müddet nazlandıktan sonra, 14 mart 1613 tarihinde muvafakatini bildirdi. Onun resmen çar olması için ancak taç giyme merasimi yapılması kalmıştı.

Rusya karışıklıklar sonunda, millî ve devlet birliğini muhafaza edebildi. Smolensk ve Fin körfezi yakınındaki bazı şehirler ile Novgorod hariç, esas rus arazisi yine Rusya'nın elinde kaldı. Fakat "Opriçnina,, ile başlayan iç kaynaşma ve karışıklıklar Rusya'nın devlet idaresi ve ahalisi üzerinde derin bir tesir yapmaktan geri kalmadı. Bir kere: XVI. yüzyıl ortalarında mühim rol oynayan boyar ve knez ailelerinin hemen hemen hepsi ortadan kaldırıldılar veya çok zayıf düşürüldüler. Kalanları da nüfuzlarını kaybettiler. Yüksek asilzadelerinin yerini gittikçe, "dvoryan,, lar, yani ikinci derecede asiller, çiftlik sahipleri, işgal ettiler. Sert bir nizamı benimsemiyen ve kendilerine umumî bir adla "kazak,, denen tabaka da, isteklerine kavuşamadı, ezildi. Köylüler, eskisi gibi toprak - köleliğine döndürüldüler. Kazaklar, akınlarını yeniden tatar ve Türk arazisine yönelttiler. "Dvoryanjar ile birlikte, Moskova'yı Lehlilerden kurtarmak işinde birinci rol oynayan şehirliler de ehemmiyet kazandılar. Bu defa, Çar'ın devlet idaresindeki müşavirleri, "Boyar Meclisi,, azaları sıfatiyle, dvoryan'lar ve şehirlilerden seçilmeğe başlayacaktır. Hükümet memurlarını da bu zümreler teşkil edeceklerdir. Karışıklıklar, Çar'a ve etrafındakilere, ahali ile hesaplaşmak lâzımgeldiğini de göstermiş oldu. Evvelki çarlar, Rusya'yı adeta kendi malikâneleri gibi telâkki etmekte idiler ve kendilerini istediklerini yapmakta muhtar sayıyorlardı. Halbuki Michail Fedoroviç'in uzun zaman "Yurt Mümessilleri,, toplantısını Moskova'da alıkoyduğunu ve devlet işlerine bir düzen vermek için murahhasların reyine müracaat edeceğini göreceğiz. 1613 şubatında Çar seçimi yapılmakla Rusya'da " karışıklıklar „ birdenbire durmuş değildi. Devlet nizamının tamamiyle teessüsü için daha uzun yıllar geçmesi gerekti. XVII. yüzyıl tarihinin gelişmesi, birçok bakımdan, " Karışıklık devri „ndeki olayların bir neticesi olmakta devam etti.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

Fırat Nehri / İliç / Erzincan

 


29 Kasım 2023 Çarşamba

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-10

 


Şamanın İcraatları



Normal şartlar altında, ruhlar âlemiyle bağlantıya geçmeden çözülemeyeceğine inanılan durumlarda, şamanın yardımına başvurulur. Şaman bu yardımı iki şekilde yapar. Ya ruhunu bedeninden ayırıp, ruhlar âlemine yolculuk yaparak, orada soruların cevaplarını öğrenir, veya ruhlar onun bedenine girerek onun ağzından konuşurlar. Kendinden geçmiş olan şaman aracılığıyla konuşan ruh, şamanın kendisinin de bilmediği şeyleri anlatırken, şamanın yanında bulunan bir kişi şamanın konuşmalarından anlam çıkartmaya çalışır. Şamanlar aracılığıyla ruhlar âlemiyle doğrudan temas kurmak mümkün olduğu için, sihir veya büyülerden medet ummaya ihtiyaç duyulmaz.

Bazı kaynaklarda, şamanın aslında birçok görevi üstlenmiş olduğu anlatılır ki, meselâ koyunun omuz kemiğine bakarak kehanette bulunmak, hastaları iyileştirmek, kurban ve sunu ayinlerini yönetmek gibi işler şamanın iştigâl alanına girmektedir. Şaman kelimesi sıklıkla yanlış kullanılır. Yukarıda adı geçen faaliyetlerin hepsini, kabile içinde güvenilir bir kişi olduğu müddetçe, gerçek anlamda şaman olmayan biri de yerine getirebilir. Hayatın her alanında şamanın yardımına ihtiyaç duyulduğu düşüncesi kesinlikle yanıltıcıdır. Radloff’un da özellikle belirtmiş olduğu gibi, beklenmedik, olağanüstü bir gelişme olmadığı taktirde, doğum, evlenme ve cenaze gibi durumlarla şamanın hiçbir ilgisi yoktur. Şamanın yardımına ancak doğumun gerçekleşememesi, zor olması veya çiftin çocuklarının olmaması gibi hâllerde başvurulur. Turuhansk Tunguzları, çocuğa isim verilmesi sırasında şamanın bulunmasının gerekli olmadığını anlatmışlardı. Hildén ise, Lebed Tatarlarının şamanının doğumdan birkaç gün sonra gelip doğan çocuk ve lohusanın sağlığı için ayin yaptığını, doğumdan iki veya üç hafta sonra çocuğa isim verilirken tekrar geldiğini anlatır. Buryat geleneklerine göre doğumdan sonra şaman gelir ve çocuğun “ağlamaması ve hızlı büyümesi” için bir demet ot veya yaprağı suya batırılarak çocuğa vurur. Bu ot demetinin ıslatıldığı suya ardıç yaprakları ve kokulu otlar atılıp, sonra da çocuğun mutluluğu için koyun veya keçi kurban edilir. Turhansk Tunguzları ile bu konuyu konuştuğumda bana; kendilerinin ancak belli durumlarda şamanın yardımına başvurduklarını, böylesi durumların; meselâ ölen kişini ruhu, ölümünden bir sene sonra hâlâ eski evinde kalmaya devam ediyorsa, ruhu ölüler ülkesine göndermek için veya yurtsuz bir ruhu kendisi için yapılmış bir tahta resmin içine hapsedebilmek için veya bilinmeyen bir sebeple avdaki şanslarının kaybolması olduğunu, bunun dışında sonbaharda av mevsimi başladığında veya aileden biri ağır bir hastalık geçirdiğinde de şamana başvurulduğunu anlatmışlardı. Diğer Sibirya halkları da benzeri sebeplerden şamanın yardımına başvurdukları olur.

Altay Tatarları ve Golde şamanlarının öldükten sonra evde kalmaya devam eden ruhları yakalayıp, ölüler ülkesine götürmelerine dair ayinleri anma merasimlerini anlattığımız bölümlerde görmüştük. Serbest dolaşan bir ruhun sebep olduğu zararları önlemek maksadıyla bir resmin içine hapsedilişi hakkında ise daha az bilgi vardır. Ruhun resme hapsedilmek istenmesinin sebebi, resmin içerisinde duran ruhu, ikramlar yoluyla sakinleştirmenin çok daha kolay olması ve bu iş de önce şamanın ayin düzenleyerek söz konusu ruhu arayıp bulması ile başlar. Ruh yakalandıktan sonra, ona ilk ikramı şaman yapar, daha sonra aile bunu devam ettirir.

Ava gidilmeden önce şaman ayini yapılması geleneği günümüzde sadece Jukagirler gibi bazı kuzey kabileleri arasında devam etmektedir. Bu ayinde şamanlar ruhlardan ormandaki hayvanların gölgelerini yakalamalarını isterler. İnanışlarına göre, ancak gölgeleri yakalanmış olan hayvanlar, avcılar tarafından avlanır. Tunguz şamanı, bu ayin esnasında avın yakalanışını canlandırır. Eğer ren geyiği avına çıkılmışsa, şamanın geyiklerin bulundukları yerleri bulması da gerekir. Tabiatüstü yetenekleri sayesinde gaipten haberler alabilen şaman, gerekli durumlarda çok önemli bilgiler de verebilir, meselâ düşmanın gücü veya nerede pusu kurmuş olduğu, çalınan eşyaların veya gömülerin yeri, uzak diyarlardaki bilinmeyen gizemler gibi konularda da bilgi verir. Ancak, Sibirya halklarının şamana en çok başvurdukları konu hastalıklardır. Altay bölgesinde özellikle sıtma, çiçek, frengi veya zekâ geriliği gibi konularda şamana başvurulur. Anohin, Altay Tatarlarının, Moğollarda olduğu gibi şifalı bitkiler veya ilaçlar kullanılmadıklarını, şaman aracılığıyla hastalığa sebep olan “körmös”ün hangisi olduğu ve nasıl sakinleştirileceğinin öğrenildiğini aktarır. Hastalığın sebebinin, hastanın ruhunun bedenden ayrılması ve dış dünyadaki kötülüklere maruz kalması olduğuna inanılması sebebiyle, şamandan beklenen kaybolan ruhu bulup geri getirerek, hastayı sağlığına kavuşturmasıdır. Buryat efsanelerine göre bu, ruhu getirmek ilk şamandan itibaren şamanların vazifesidir. Efsaneye göre, ilk şaman olan Morgon-Kara (bazı anlatımlarda da Bokoli-Kara) çok zeki ve becerikli bir şamandır ve yeraltı ülkesinin efendisi “Ärlen kan”ın yeraltına aldığı ruhlarını bile ordan çıkartıp dünyaya geri getirebilmektedir. “Ärlen kan”, bu durumu Gök Tanrı “äsägä malan tengri” ye şikayet eder, Tanrı da şamanın yeteneklerini bir de kendisi denemeye karar verir. Bunun için bir insanın ruhunu alır, bir şişeye koyar ve şişenin ağzını parmağı ile kapatır. Ruhun sahibi olan insan hastalandığında, akrabaları Morgon Kara’ya gider ve yardım isterler. Şaman hemen işe başlar ve kayıp ruhu ormanlarda, göllerde, dağlarda ve hâtta ölüler ülkesinde bile arar ama bulamaz ve davuluna binerek göklere çıkar. Orada da uzun süre aradıktan sonra, nihayet aradığı ruhun aslında bir şişeye tıkılmış olduğunu ve Tanrının şişenin ağzını parmağıyla kapattığını fark eder. Kurnaz şaman, bir yaban arısı suretine bürünür ve tanrıyı alnından sokar, Tanrı da acıyla elini şişenin ağzından çekip alnına götürdüğünde, şaman fırsattan istifade ederek, zavallı ruhu kurtarır. Şaman, yanında kurtardığı ruhla beraber davulunun üstüne binip yeryüzüne geri döndüğünü gören Tanrı buna çok sinirlenir ve şamanın davulunu ikiye parçalayarak, şamanın güçlerini azaltır. Buryat inançlarına göre, eskiden hem altı, hem de üst tarafı deri kaplı vurma yüzeyi olan şaman davulu, o zamandan beri tek taraflıdır. 

Bu konuda hastalıkların tek sebebi kişinin ruhunun “kaybolması” değildir. Bazen, kişinin bedenine giren bir-veya bazen daha fazla- ruhun kişiye acı çektirerek hastalığa sebep olduğuna inanılır. İlk durumdaki görevi hastanın kayıp ruhu aramak olan şaman, bu ikinci durumda da bedene giren kötü ruh veya ruhları çıkartmak zorundadır. Ama, ruhun geri çağırılması veya kötü ruhların kaçırılması kesinlikle şaman tarafından gerçekleştirilmesi gereken ayinler değildir. Şaman yakınlarda değilse, hastanın akrabalarının da kendi başlarına kayıp ruhu geri çağırdıkları veya gürültü yaparak hastanın bedenine giren kötü ruhu kovmaya çalıştıklarına dair bir çok örnekler vardır. Meselâ, Goldeler bunun için samandan bir kukla yapıp, ruhu içine hapseder ve kuklayı da dışarı atarlar, ancak akrabaların ruhu geri çağırmak veya kötü ruhu kovma konusundaki çabaları yetersiz kalırsa, şamanın yardımına başvurulur.

Yaygın inançlardan birisi de, öncelikle ruhu kaçmış olan hastanın bedenine giren yabancı ruhun kovulması gerektiğidir. Bu sebeple, Tunguz şamanının ayini birkaç değişik aşamadan oluşur. Şiri-kogorov, bu aşamaları şu şekilde sıralar:

Şaman, kendi koruyucu ruhlarına müracaat eder ve bunlardan biri şamanın hizmetine gelir.

Bu koruyucu ruhun yardımıyla hastalığın sebebini ve hastanın kayıp ruhunun nerede olduğunu öğrenir.

Şaman, tekrar ruhlarını yardıma çağırır ve onların yardımıyla hastanın ruhunu yakalar.

Şaman, yardıma gelen ruhlarının yardımıyla hastanın bedenine giren ruhu yakalar ve onu ait olduğu yere geri götürür.

Şaman, hastanın ruhunu tekrar bedenine yerleştirir.

Şaman, koruyucu ruhlarına yardımları için teşekkür eder.

Schirikogorov, bazı ruhların bütün bu çabaları boşa çıkartıp, tedaviyi engelleyebileceklerini, şamanın başarılı olabilmek için iyi niyetli ruhları koruması altında olması gerektiğini anlatır. Şamanın koruyucu ruhlarının her birinin kendine has becerileri, özellikleri dilleri ve karakterleri vardır ve ayin esnasında şaman bunların hepsini canlandırır.

Yakut ve Dolgan şamanlarının da en önemli vazifeleri, hastanın bedeninden kötü ruhları uzaklaştırmak ve kayıp ruhu geri getirmektedir. Bu halkların şaman ayinlerinde belli bir sıraya göre hareket edilir ve başlangıç adımı daima ruhların çağrılmasıdır. Bu konudaki kaynaklardan birisinde anlatıldığına göre şaman, çadırın ocağının yanında yere oturur ve ruhlara müracaat eder. Yardımını istediği ruhlar; “ateşin ruhu”, “çadırın ruhu”, köyün ruhu”, kendi koruyucu ruhları, ölmüş akrabaların ruhları ve hâtta muhtemelen hastalığın sebebi olan “Abasy” gibi ruhlardır. Bundan sonra sıra, şamanın hastanın ruhunu çalan kötü ruhun nerede saklandığını bulmaya gelmiştir ve şaman davulunu çalmaya başlar. Davulunu çalarken bazen durur, ayağa kalkar ve sanki uzaklarda bir şeyler görmüş gibi davranır. Bu esnada bazen bir at kişnemesi veya bir kuşun ötüşünü taklit ettiği de olur. Ayinin üçüncü aşamasında şaman, hastanın bedenine girmiş olan bütün “Abasy”leri yakalar. Onları hastanın bedeninden çıkartmak için mızrağa benzer bir kayın dalı kullanır. Bu dalın üç yerinde enine bir şerit hâlinde kabuğu çepeçevre soyulmuş ve üç-kimi zaman da yedi- yerine at kılları bağlanmıştır. Bu gizemli silahı yüksek sesle tehditler yağdırarak hastaya yöneltir. Daha sonra şaman, kötü ruhu mağlûp etmeyi başardığını ve kendisine teslim olduğunu gösteren bir jest yapar ve orada bulunan diğerleri mızraklarını kötü ruha saplamaya çalışırlar. Bunu takiben şaman davul çalıp, ilâhiler söyleyerek ruhu ait olduğu yere geri götürür, bu esnada bazen kendinden geçer. Eğer hastanın bedenine birden fazla ruh girmişse, şaman bu yaptıklarını her ruh için tekrar yapar. Şamanın hastanın bedeninden çıkarttığı bu ruhlar arasında meselâ, “kafa kesici yör” gibi tehlikeli ruhlar varsa, şaman bir anda öfkeye kapılır, orada bulunanlardan bir bıçak ister, davulun tokmağı ile sanki kendi boğazını kesecekmiş gibi hareketler yapar, kendi bedenini ısırır, onu engellemeye çalışanların ellerini ısırmaya çalışır. Ayinin dördüncü aşamasını, şamanın gökyüzüne seyahâti oluşturur. Şaman bunun için kulübenin Güneye bakan penceresine dönerek durur. Pencerenin olduğu duvarın dışına, ortadaki kayın, diğer ikisi karaçam olmak üzere dalları kesilmiş üç ağaç dikilidir ve kayın ağacının üzerine gagası Güneye bakacak şekilde ölü bir martı, kayının Doğusunda kalan ağaca ise bir at kafatası konmuştur ve ağaçların üçü de at kılları ve kumaş parçalarıyla donatılmıştır. Ağaçlar at kılından yapılma bir iple birbirlerine bağlı, ağaçlar ve evin duvarı arasına da üzerinde bir tas içki olan bir masa yerleştirilmiştir. Şaman, bedenini eğip bükerek ve tokmağı tuttuğu sağ elini sallayarak bir kuşun uçuşunu canlandırmaya başlar. Göğe çıktığında, göğün dokuz katına (olokh makam) uğraması gereken şamanın, her kattaki ruhlara hediyeler götürmesi gerekir. Şaman yukarı çıkarken gözleriyle hem yukarıyı, hem de aşağıyı tarar, aşağı inerken öne eğilir ve orta dünyaya, yâni insanların yaşadığı yere geldiğinde kendinden geçmiş bir haldedir. Onu kendine getirmek için ateş yakılması gerekir. Ateş yakmanın ne ifade ettiği bilinmemekle birlikte, Kai Donner, Samoyed şamanlarının ayin sonrasında kor hâlindeki kömürler ve alevlerle “arındıklarından” bahseder. Görevin yerine getirilip, ayinin sona ermesinden sonra şaman bir süre ocağın yanında oturmaya devam eder ve bu esnada ocağa sunu olarak at kılı ve tereyağı atılır.


Yukarıda aktarmış olduğumuz ayine şahit olanlar, kayın ağacının tepesine dikilen martının, gökteki ruhlara verilmiş bir kurban olduğuna ve gökyüzüne yaptığı seyahâtte şamanın önünden uçarak ona yol gösterdiğine inanıldığını anlatmışlardır. Aynı kaynak, söz konusu köyde daha sonra bir başka şamanın aynı ayini yaptığında, her üç ağacın tepesine kuş resimleri yerleştirilmiş olduğunu anlatır. Ağaçlardan Batıdakinin üzerinde “Öksökö kyl” (iki başlı efsanevî bir kuş), ortadakinde “Käi kyl” (bir başka efsanevî kuş) ve sonuncusunda da “Suor” (kuzgun) resmi vardır. Bu hayvan resimlerinin şamanın ruhuna eşlik ettiklerine inanılır.

Yakut şamanlarının ayinlerinde ise-her ne kadar bölgelere göre değişiklikler gösterse de-çoğu zaman ağaç kullanılır. Priklonskij, bir hastayı iyileştirmek için yapılan bir ayin için çadırın dışına bir karaçam, bir kayın ve bu kayın ağacının Güneyinde uzakça bir yere tek sıra hâlinde dalları yontulmuş dokuz tane karaçam dikilip, bir iple birbirlerine bağlanmış olduklarını aktarır. Anlattığına göre, çadırın dışındaki ilk karaçam ağacının gövdesine dokuz tane oyuk kazınır ve kurban edilecek hayvan bu ağaca bağlanır. Seroschevskij’de, şaman kurban keseceği zaman çok sayıda ağacın sıra hâlinde dikildiğinden bahseder ki, anlattığına göre bu ağaç sırasının en sonuna kurban edilecek hayvanın bağlandığı bir kazık, onun da gerisine her birinin üzerinde bir ahşap kuş figürü bulunan üç tane kazık dikilir. Bu kuş figürlerinden ilki efsanelerdeki iki başlı kuşu, ikincisi bir martı veya kuzgunu, üçüncüsü de guguk kuşunu temsil eder. Kuşların gagaları Güneye bakar. Kuş figürlerinin takılı olduğu direklerin bir buçuk metre kadar ilerisinde dalları kopartılmış dokuz tane çam ağacı bulunur. Çam ağaçlarının sadece tepelerinde bir miktar dal ve yaprak bırakılmıştır. Kuşların olduğu direklerden başlayarak, bütün ağaçlar boyunca at kılından yapılma bir ip çekilir, her iki ağaç veya direk arasında ipe bir tutam beyaz at kılı asılır. Ağaçtan ağaca hep biraz daha yükselerek geçen bu ip, Seroschevskij’ye göre şamanın kurban ettiği hayvanla beraber göğe yükseldiği yolu temsil etmektedir.

Yakutça konuşan Dolganların ayin ve törenleri Yakutlarınkini andırır. Kuzey bölge halklarının şamanları da, bir hastayı iyileştirmek için dokuz gök katını dolaşmak zorundadırlar. Her katta, görevleri şamanı korumak ve kötü büyücülerin göğe çıkmalarına engel olmak olan ruhlar vardır. Dolganlar, hiçbir kötü yaratığın göğün ilk katından daha yukarı çıkamayacağına inanırlar, iyi varlıklarsa her durakta kısa bir süre oyalandıktan sonra yukarıya yolculuklarına devam edebilirler. Bu seyahâtin en zor bölümleri ilk üç kattır, ondan sonraki katları aşmak gittikçe daha kolaylaşır. Yukarıda bahsi geçen bu dokuz adet ağaç, hiç şüphesiz bu durakları (olokh), yâni göğün katlarını temsil ederler. Dolganların geleneklerinde, sıra hâlinde dikilmiş olan dokuz adet direk şamanın göğe yolculuğunu ifade eder. Bu direklerin her birinin tepesine hepsi aynı yöne bakan ahşap kuş figürleri yerleştirilmiş olup, direkler kısadan uzuna sıra hâlinde dikilmiş olduğu için, kuş figürleri de gittikçe daha yükselir.

Yakut ve Dolgan şamanlarının bu seyahâtin her durağında, yâni her katta bulunan ruha bir sunu yapmaları gerekir. Bu sebeple bir çok yerde, sunak yerinde ayrıca tek bacaklı bir “masa” bulunur. Bu “masa”nın yüzeyi basit, bir tahta plâkadan oluşur ve üzerine dokuz (bazı yerlerde yedi) küçük kâse oyulmuştur. Şaman gökyüzünde her bir üst kata çıktıkça, sırayla bu kâselere süt doldurur. Bazı yerlerde bu kâselerin yanına ayrıca küçük bir et parçaları konurken, bazı yerlerde de bu tören, ağaçların altında değil, “dünya sütunu”nun (tyspät turũ – asla devrilmeyen sütun) altında gerçekleştirilir. Aynı şekilde bu sütunlarda da, çatısını oluşturan plâkanın kenarında içine süt doldurulan dokuz küçük kâse bulunur.

Bu ayinleri takibederken, akla şamanın neden hastaları iyileştirmek için göğün dokuzuncu katına kadar seyahât etmesi gerektiği sorusu gelmektedir. Witaschevskij, şamanın göğe hastanın ruhunu (kut) aramak için çıktığını ileri sürer. Bu cevabı doğru kabûl ettiğimiz takdirde, bu sefer şu soruyla karşılaşırız; kötü bir ruhun (Abasy) ele geçirmiş olduğu bir ruh, nasıl olur da göğün en üst katına çıkabilir? Sonuçta genel inanca göre kötü ruhlar, gökyüzünde özellikle de Tanrının bulunduğu katta olamazlar. Şamanın gökyüzünden getirdiği ruh da, hastanın kayıp ruhunun yerine geçecek yeni bir ruh değil, hastanın kendi ruhudur. Bu duruma V. N. Vasiljev; “Kötü bir ruhun çalmış olduğu ruhu kurtaran şamanın, kurtardığı bu ruhu hemen hastanın bedenine geri götürmeyip, ruhu sakinleştirip tedavi etmek ve arındırmak için önce göğün dokuzuncu katına götürüp, kötü bir ruhun eline düşerek, şaşkın ve harap bir halde olan ruhun, kolaylıkla tekrar kaybolabileceğinden, bazen de gördüğü kötü muamele sebebiyle, hastalanmış veya kötü ruh tarafından yaralanmış olacağından, önce göğün dokuzuncu katında arınması ve tekrar sağlığına kavuşması gerektiği” biçiminde açıklamaktadır. Vasilyev’in halk inançlarından derlemiş olduğu bu açıklama bizi başka bir soruya yöneltir; eski dönemlerdeki şamanizm açısından bu gökyüzü seyahâtleri ne anlama gelmekteydi? Troschtschanskij her ne kadar kendi ulaşabildiği kaynaklardan hiç birinde Yakut şamanlarının yeraltına seyahât ettiklerine ilişkin bir anlatıma rastlamadığını ve şaman efsanelerinin çoğunluğunun göğe çıkış üzerine olmasına rağmen, şamanın yeraltına seyahât etmesinin de mümkün olduğunu anlatır. Troschtschanskij’nin görüşüne göre dalıcı kuşların “şamanlara ruhlar âlemine giderken yol gösterdikleri” inancı ve şaman kıyafetlerinde yeralan ve “yer altına iniş deliği”ni temsil eden figürler buna işaret etmektedir (Bu yeraltına iniş deliği/boşluğuna “ruh deliği”-“abasy oibono” adı verilir). Troschtschanskij’nin tezine göre, yeraltına seyahât, Yakut inançlarına sonraki dönemlerde, şu anda yaşadıkları bölgelere göçmelerinden sonra girmiş ve şamanlar da nadiren yer altı ruhlarının yardımına başvurmuşlardır. Ruhların gökyüzünde olduklarına dair bu tasavvur, Troschtschanskij’ye göre Yakutların eski anavatanlarından kalmadır. Ne var ki, durum Troschtschanskij’nin anlattığı kadar basit görünmemektedir. Meselâ, elimizdeki kaynaklarda Yakutların, ruhları çalan veya hastalık yaratan ruhların gökyüzünde yaşadıklarına inandıklarına dair bir örnek olmadığı gibi, hâtta V. N. Vasilyev’in bahsettiği üzre, bir insanın bedeninden ayrılan ruhun, kolaylıkla ruh avına çıkmış bir başka ruhun eline düşüp, yeraltı ülkesine götürülebileceğine dair inancın olması da dikkât çekmektedir. Bu durumda tabii olarak şamanın bu ruhu aramak için yeraltına seyahât etmesi gerekmektedir. Gözönüne alınması gereken bir başka husus ise, sonraki dönem kaynaklarında açıkça ortaya konduğu gibi Yakutların, şamanların faaliyetlerini ikiye ayırıyor olmalarıdır: “Allara kyrar” ve “Üsä kyrar”. Bunların ilki, şamanların yeraltındaki ruhlardan, ikincisi de göklerdeki ruhlardan yardım aldıkları törenleri ifade etmesidir. Herhangi bir olaya müdahale edecekleri zaman şamanların öncelikle yer altı ruhlarına başvurmaları, yer altı ruhları inanışının daha eski olduğuna delil teşkil etmektedir.

Witaschevskij, şamanın kötü ruhu hastanın bedeninden çıkardıktan sonra onu “Güneye” götürdüğünü anlatır ki, bu bilgi muhtemelen bir yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır, zira “hastalığa sebep olan ruhların Güneyden, Yakutların eski vatanlarından geldiklerine” dair inançlarıdır. V. N. Vasilyev, bu hususta hastadan çıkarttığı kötü ruhu, yeraltı ülkesine götürmek için şamanın suya dalar gibi yapıp yere yattığını anlatmasıdır. Tunguzlar, Çukçeler ve Laponlar da, şamanın uykuyu andıran bir duruma geçmesini “suya dalmak” olarak tanımlamaktadırlar ki, verdiğimiz bu örnekler hiç şüphesiz öte dünyanın su altında bir yerlerde tasavvur edildiğine işaret etmektedir.

Şaman ayinlerinin genellikle geceleri yapılması veya şaman kıyafetinin kendisi de şamanizm ile yeraltı ruhlarının yakın ilişkisine delil teşkil eder ki, Stadling de, Yakutların şaman ayinlerinin geceleri yapıldığını anlatır. V. N. Vasilyev de aynı şeyi Yakutlar ve Dolganlar için aktarır. Turuhansk Tunguzları bana; şamanın ancak karanlık çöktükten sonra ayine başladığını anlatmışlardı. Keza, Schrikogorov’da doğu Tunguz şamanlarının ayinlerini anlatırken “geceleyin, yarı karanlık bir evde başlar” diye bahsetmektedir. Ayin için gece karanlığının seçilmesi sadece Kuzey enlemlerinde yaşayan halklara has bir durum olmayıp, Altay halkları arasında oldukça yaygındır. 13.yy’da yazdığı seyahâtnamesinde eski Türk büyücülerinin (kam) ayinlerinden bahseden Ruysbroeck, “şeytandan haber bekleyenler, geceleri kulübelerinde toplanırlar” diye anlatır. Durum böyleyken, “allara kyrar”ın Troschtschanskij’nin anlattığı gibi sonraki dönemlerde Yakut inanç sistemine dahil olan bir ilâve olmayıp, kökeninde Sibirya şamanizminin en eski tasavvurlarından biri olduğu oldukça açıktır. Sorulabilecek bir başka soru ise, şamanın göğe çıkmasının, günümüzde yaşadıkları bölgelere göç ettikleri dönemlerde de Yakut inançlarında olup olmadığıdır. Bu ayinin, Altay ve Baykal bölgelerinde çok eskiye dayanan bir geçmişi olduğunu düşündüğümüzde, Yakutların da hiç şüphesiz Kuzeye göçmelerinden çok önce bu geleneği benimsemiş olduklarını söyleyebiliriz.

Altay Tatarları hakkındaki kaynaklarda, hastayı iyileştirebilmek için şamanın gökyüzüne çıkmasıyla ilgili elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Bu kaynaklarda şamanın sadece kurban merasimlerinde Gök Tanrı için kesilen kurbanı gökyüzüne götürmesinden bahsedilir. Altay bölgesi Heiden misyon arşivinde bulunan, geçen yüzyılın ortalarından kalma eski bir el yazması metinde, şamanın göğe seyahâti çok ilgi çekici bir şekilde tasvir edilmiştir. Üç gün süren bir şenliği anlatan bu elyazması Radloff ve Werbitskij tarafından da kaynak olarak kullanılmıştır ki, bu elyazmasında anlatıldığına göre şenlik şu şekilde gerçekleşmektedir:

İlk akşam, güneş dağların ardında battığında şenlik hazırlıklarına başlanır. Şaman, kurban kesimi için bir tarafında kayın ağaçları olan uygun bir yer seçer ve buraya kapısı Doğuya bakacak şekilde keçe bir çadır kurulur. Çadırın ortasına tepesindekiler dışında diğer dalları temizlenmiş genç bir kayın ağacı dikilir, ağacın yeşil yapraklı tepesi, çadırın baca deliğinden dışarı çıkartılır. Ağacın tepesine bir nevi flama niyetine bir bez parçası asılır ve çadırın içinde kalan gövde bölümüne balta ile yukarı doğru sıralanan dokuz gedik veya basamak (tapty) açılır. Daha sonra şaman, kabilenin at sürüleri içinden Gök Tanrıya kurban edilmeye uygun bir at seçer. Gök Tanrıya kurban edileceği için, atın açık renkli olması gerekir. Atın kurban edilmesinden önce, şaman atın kurban için uygun olup olmadığını kontrol eder, atın ruhunu çıkartır ve ona göğün dokuzuncu katına çıkmaya ve orada Gök Tanrının beyaz çadırının yanında yaşamayı teklif eder. Bunun ardından hayvan kurban edilir.

Ertesi gün, şamanın çadırında ateş yakıldığında şenlik tekrar başlar ve doruk noktası da bu ikinci gündür. Şaman ilk olarak, eline içinde bir gün önce pişirilen kurban etinin olduğu bir kap alır ve bu etten sırasıyla “Davulun efendisi”ne, “Ateş ana”ya ve çadırın içinde bulunan gözle görünen ve görünmeyen bütün misafirlere ikram eder. Sonra çadırın önünde gerili duran ipten (söltü), dokuz tane elbise alır. Elbiseler pamuktan veya çuhadan veya ipekten olabilir. Bu elbiseleri ardıç odunuyla tütsüleyerek arındırırken, bir yandan da bu “hiç bir atın taşıyamayacağı kadar değerli” hediyeleri över. Sırada davulun arındırılması vardır ve bundan sonra şaman ayin kıyafetini giyer. Davulunu tekrar ateşte tütsüledikten sonra ilâhi söyleyip davul çalmaya ve ruhları belli bir sıraya göre yanına çağırmaya başlar. Her bir ruhun gelişinde “ӑ kam ai” diye bağırır ve gelen ruhu bir el hareketi ile yakalayıp davulun içine sokar. Ayinin başarılı olması için yardımı gereken ve her birine ayrı ayrı dil dökülüp hoş tutulması gereken bir çok ruh vardır. Toplanan ruhların sayısı arttıkça, şaman davulunu daha kuvvetli çalmaya başlar. Çadırın etrafına dikilen kayın ağaçlarının çevresinde birkaç defa dolandıktan sonar “Kapı efendisi”ne (evin/çadırın kapısında yaşayan ruh) danışır ve ona başka hangi ruhlardan yardım istemesi gerektiğini sorar. “Kapı bekçisi”nin cevabını aldıktan sonra ondan ayrıca; bakırdan yapılma kılıcını eline alıp kapıda muhafızlık yapmasını ve düzenleyeceği ayini bozmaya çalışan bir “Aina” veya başka bir kötü ruhun içeri sokmamasını rica eder. Ondan sonra kurbanı bağışlayan kişiyi, ailesini ve akrabalarını arındırır ve çadırdaki bütün kötü ruhları dışarı kovar. Her ne kadar şaman ayinde yay kullanmasa da, şamanın şarkısında “ok atmak”tan bahsedilir ve bu da, bu silahın bir zamanlar kötü ruhları kovmak için kullanıldığına delâlet eder.

Bu hazırlık ritüelleri tamamlandıktan sonra, şaman nihayet yorucu gökyüzü seyahâtine başlamaya hazırdır. Bu seyahâtin bütün aşamalarını; ilâhileri, konuşmaları, mimik ve hareketleri hazır bulunanlara da canlandıracaktır. Bu göğe çıkış esnasında göğün hangi katında olduğunun anlaşılabilmesi için, göğe çıkışını temsilen çadırın içindeki kayın ağacına tırmanır ve ayağını bulunduğu gök katına tekabül eden basamakta tutar. Her yeni kata çıkışta bir gürültü duyulur ve şaman “bakın, içinden geçtim” diye bağırır. Daha sonra kayının ve ateşin etrafında dolaşır, daha bir kendinden geçmiş halde şarkı söyleyip, davul çalmaya devam eder. Göğün üçüncü katına geldiğinde, o zamana kadar onu taşımış olan kurban edilen at (pura) artık yorulmaya başlamıştır ve o yüzden onu “baš tutkan”a (Baş tutucu; kurban ayinlerinde görev alan şaman yardımcılarından biri) emanet eder. Atın ruhunun göğe yolculuğunun kalan bölümünü “Baš tutkan”ın ruhu eşlik edecektir. Şaman, bir kazın sesini taklit ederek, kendi yanına çağırır ve onun sırtına binerek seyahâtine devam eder. Bu esnada el ve kol hareketleri ile kazın uçuşunu canlandırır. Kaz göğün üçüncü katındaki “Süt gölü”nden içer ve “Sürö dağı”nda karnını doyurur. Bu arada şamanın ağzından konuşarak, yolculuğun zorluklarından şikayet eden ve geri dönmek isteyen “Baš tutkan” da biraz dinlenir ve sonra yola devam edilir. Durakladıkları yerlerde şaman, izleyicilere o sırada neler görüp yaşadıklarını, meselâ kötü hava şartlarını, geçirdikleri hastalık veya atlattıkları kazaları anlatılır. Bazen başka bir şaman ile karşılaşır ve ondan duyduklarını da katılanlara aktarır. Her çıktığı gök katına ilişkin buna benzer olaylar anlatır. Meselâ, dördüncü gök katında “kara kuš”un (kartal) nasıl bir guguk kuşunu kovaladığını veya beşinci gök katında karşılaştığı güçlü “Jajuči”den bahseder. Altıncı katta ayı, yedinci katta ise güneşi selâmlar. Uzun ve meşakkâtli bir yoldan sonra, sekizinci ve nihayet dokuzuncu kata ulaşır ve orada baş Tanrıya (Ülgen) kendisine sunulan kurbanı kabûl edip etmediğini sorar. Bunun dışında Baş Tanrıdan hava şartlarının nasıl olacağını, uğursuz yıllar ve benzeri konularda bilgiler alır, onun yeni kurbanlar isteyip istemediğini, istiyorsa neler istediğini öğrenir. Baş Tanrı “Ülgen” ile konuştuktan sonra, vecd hâlinin doruk noktasına ulaşarak, bitap halde yere yığılır. Çadırı bir müddet sessizlik kaplar, şaman kendine gelip gözlerini ovuşturup, gerinmeye ve gömleğindeki teri sıkmaya başlayana kadar kimse bir şey konuşmaz. Sonra uzun bir yolculuktan dönmüşçesine çadırda bulunanları selâmlar.

Şenlik, üçüncü akşam da devam eder, özellikle zenginler içecek getirir ve bunları çadırdaki ayin kayınının dibine dökerler. Bu ayinler elbette ki Altay bölgesinin her yerinde bütün detaylarıyla aynı değildir, kabilelere göre bazı farklılıklar gösterir. Bu farklılıklarda her ne kadar söz konusu bölgeye has gelenek ve inançların tesiri olsa da, farklılıkların asıl kaynağı şamanın bilgi ve beceri seviyesiyle ilgilidir. A. V. Anohin’in etnografya koleksiyonundan alınma olan bu ilginç ayinler hakkında önemli bazı detaylar vermektedir. Resimde gördüğümüz ince çizgi, “Ülgen’in yolu”nu temsil eder, yâni şamanın kurbanla beraber, baş Tanrının yanına yaptığı yolculuğu. Çizgi, yâni yol; kurbanı bağışlayan kişinin çadırından başlar (resimde burada bir ateş yanmaktadır) ve yolun kenarında kurbanla, onun bağlandığı kazığı görürüz. Hayvanın yanında üç tane içecek kabı vardır. Bunlardan ilki “bogdygan”, ikincisi “Kökysch” ve üçüncüsü de “Ülgen” içindir. Bunların ilerisinde gördüğümüz eğik olarak duran direkse, kurban edilen hayvanın derisinin asıldığı sırıktır. Göğe çıkan yol, asıl olarak kayın ağacından başlamakta ve üzerine dokuz tane basamak (tapty) oyulmuştur. Kayının üzerinde; “Bogdygan”ın evi, onun önünde de bir başka efsanevî yaratık olan “Bobyrgan”ı görürüz. Hatyol- boyunca devam ettiğimizde, dokuz adet küçük enine çizgi görürüz ki, bunlar şamanın geçeceği yoldaki “sallanan” yerlerdir. Buralardan geçen şaman, yolda “Ülgene giden yolda duran Kökysch”e rastlar. Burayı da geçtikten sonra, yuvarlak olarak işaretlenmiş yerlere ulaşır; bunların ilki sulak, ıslak bir yerdir ve mavi kumlar, ikincisinde beyaz kumlar vardır, üçüncüsü ise o kadar yüksektir ki, bulutlar bile oraya erişemezler. Bütün bunların yukarısında da etrafında ışık hareleri ile Baş Tanrı, “Ak Ülgen”, yanında da ulağı vardır. Bu yolda şamanın karşısına çıkan varlıklar arasında en önemli olanlar, elbette kendileri için içecek sunusu yapılanlardır.

Eğer bir hastalığın sebebinin, “ärlik”in hizmetkarlarının hastanın ruhunu ele geçirmesi olduğuna inanıyorsa, şaman ayini esnasında şamanın yer altına gidip, kayıp ruhu oradan getirmesi gerekir. Bu iş için şamanın yine üstesinden gelmesi zor engellerle (pudak) dolu bir meşakkatli yolculuk yapacak demektir. Karanlık ormanlar ve yüksek dağları geride bıraktıktan sonra, en nihayetinde “yeryüzü deliği”ne ulaşır. Bu yolculuk esnasında bazen ölmüş şamanların ve onların atlarının kemiklerine de rastlar. Yolculuğun en zor bölümü, yer altına indikten sonra başlar. Şaman orada karşılaştığı bütün bu olağanüstü şeyleri ayin esnasında sözleri ve hareketleriyle izleyicilere aktarır. Özellikle dikkâtini çeken yerler, günahkâların ruhlarının azap çektiği yerlerdir. Yoluna devam edebilmek için ölüler ülkesinin muhafızlarını ikna ettikten ve bu arada bir çok tehlike atlattıktan sonra, “ärlik”in karşısına çıkar. “ärlik” ilk başta öfkelidir ve şamana karşı sert davranır, ama zeki ve işbilir bir şaman “ärlik”i kurban ve sunular vaadederek ikna eder. “ärlik” ile konuşma bölümü, ayinin en heyecanlı bölümünü oluşturur ve sonrasında şaman kendinden geçer. Bazı bölgelerde şamanın yeraltına yolculuğunu göğe çıkarken yaptığı gibi, bir kazın sırtında yaptığına inanılır. Hastanın ruhu ile beraber geri dönüş yolculuğuna çıkan şaman, yavaş yavaş sakinleşmeye başlar ve sanki bir uykudan uyanıyormuşçasına gözlerini açar ve hazır bulunanlara yolculuk esnasında yaşadıklarını anlatır.

Yukarıda aktardığımız yeraltı yolculuğunda yer alan ölüler ülkesi tasvirleri hiç şüphesiz sonraki dönemlerde ve yabancı tesirlerle Altay inançları arasına girmiş unsurlar olmasına rağmen, bu şamanların yer altına yolculuklarının şamanizme sonradan dahil olduğu anlamına gelmez. Şamanların kayıp ruhları bulup, serbest bırakmak veya meydana gelen talihsizliklerin sebebini araştırmak için yer altına yolculuk yapmaları, Sibirya şamanizminin karakteristik özelliklerinden biridir. Gerek şamanın yeraltı seyahâtine çıktığı ayinler, gerekse ayin sonrası verilen kurbanlar, kendi içlerinde bir bütün teşkil eder ve bunlara ilişkin gelenekler göğe çıkış ayinlerine dair geleneklerden çok daha farklıdırlar. Bu sebeple benim kendi kanaatime göre, asıl göğe çıkış ayinlerinin şamanizmin orijinal hâline ait olmadıkları ve sonradan dahil oldukları üzerinedir.

Ölüler ülkesinde “zamanın” bizim dünyamızın tam tersi olması sebebiyle, şaman ruhlarıyla sadece geceleri iletişim kurabilmektedir. Bu sebeple şaman ayinleri gece karanlık bastıktan sonra başlar ve bazen bütün gece boyunca devam eder. Bölgelere göre- hâtta bazen kişilere göre-değişebilen bazı farklılıklar olsa da, bunlar genelde teferruata yönelik olmakla, şaman ayinleri ana hatlarıyla aynıdır. Yenisey nehrinin aşağı havzasında şahit olduğum bir şaman ayininde; şamanın hareketlerine ve mimiklerine özel olarak dikkât etmiştim. Şaman, dans ederken öne eğildiğinde, bedenini de uyumlu bir şekilde titretiyor ve kıyafetindeki metal aksamın ses çıkartmasını sağlıyor, bazen de bir anda kendi etrafında dönüp, sıçramaya başlıyordu. Seyirci gözüyle bakıldığında, sanki belirli bir hayvanı canlandırmaktaydı. Seyredenlerden biri bana, şamanın “bir ayı gibi yürüdüğünü” açıkladı. Ayin boyunca iki defa bir öfke buhranına kapılmışçasına yüzü değişti, terli suratında ürkütücü ve korkunç bir ifade belirdi, sonra sakinleşip, bitkin bir şekilde yere yığıldı. Bütün bunları yaparken, bir yandan da devamlı olarak şarkılar söyleyip, çadırdaki ruhlarla konuşup veya ölüler ülkesinde yaşadıklarını katılanlara aktarıyordu. Şarkı söylerken, birkaç dize söyledikten sonra her seferinde yardımcısı söylenen dizeleri tekrarlamaktaydı. Şarkının tekdüze akışını arada şamanın konuşmaları veya yaptığı tabiat sesi taklitleri bozmaktaydı. Gmelin, “şamanın şarkısı ayının böğürtüsünü, aslanın kükremesini, köpeğin havlamasını ve kedinin miyavlamasını andırır” diye yazarken, muhtemelen bunları kastediyor olmalıydı.

Şamanın hareketleri ve çıkarttığı sesler, özellikle de taklit ettiği hayvanın üzerinde taşıdığı sembolik kıyafet dışarıdan görünüm olarak tam bir uyum arz eder. Şamanın taklit ettiği hayvanlar elbette çok çeşitlidir ve o sırada içine girmiş olan ruh hangi surete büründüyse, o hayvanı canlandırır.

Tunguzlar ve Jukagir şamanları da ayin esnasında değişik hayvan ve kuşların seslerini taklit ederler. Priklonskij, Yakut şamanlarının çoğunlukla kuş seslerini taklit ettiklerini anlatır. Lehtisalo da şahit olduğu bir Samoyed ayininde, ayin boyunca şamanın kekelemeye benzer sesler çıkarttığını, bu seslerin “a a a avlık” şeklinde ses çıkartan deniz papağanının (Fratercula arctica) taklidi olduğunu anlatır. Buryat şamanı, ayin esnasında “boğa efendi”yi (Bugha noyon) canlandırması gerektiğinde, boğanın sesini taklit eder, dört ayak üzerinde yürür, yeri eşeler ve seyredenleri boynuzlarmış gibi yapar. Bu ayinleri izleyen birinin dikkâti, sadece şamanın hareketlerine değil, ister istemez seyircilere de kayar. Sessiz bir coşku içinde şamanın ayinini izlerken kendilerini kaptırmış oldukları esrarlı atmosfer, seyircileri daha da heyecanlandırır. Bazı bölgelerdeki şamanlar, ayinin sonunda tek tek her izleyicinin ayaklarının dibine davulun tokmağını atar ki, tokmağın vurma yüzeyi yukarı gelecek şekilde düşmesi, şamanın görevini başarıyla ifa ettiğinin ve sözlerinin doğru olduğunun teyidi sayılır.






Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak