26 Kasım 2023 Pazar

OSMANLI DEVLETİ'NİN KURULUŞU ve BALKANLARDA TUTUNMASI

 



Moğol depreminin yaralarını erken saran İslam dünyası, yeni bir ruh ve heyecanla yayılışına kaldığı yerden devam etti. Hindistan'da Delhi Türk Sultanlığı, Balaban ailesinin eline geçmişti. Bu ailenin yönetiminde önce Moğol akınları durdurulmuş ve gazi dervişler İslamiyet'i yaymak amacıyla Hindistan içlerine başarılı faaliyetlerini hızlandırmıştı.

Öte yandan aynı yıllarda 1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra Moğol baskıları altında fiilen dağılma sürecine giren Anadolu Selçuklu topraklarında on beş civarında müstakil beylik meydana gelmişti. Bu baskılardan bunalan ve Selçuklu devletinden umudunu kesen Türkmen aşiretleri uçlara yönelerek Batı Anadolu'da gaza ve cihada ağırlık veren bir tutum içerisine girdiler. Bizans'a seferler düzenleyerek, gaza beyliklerinin itici gücünü oluşturdular. Uçlardaki Türk aşiretlerinin beyleri; şeklen Selçuklu Sultanlığı'na tabi olmakla beraber, fırsat buldukça, onu dinlememekten ve müstakil hareketlerde bulunmaktan geri durmuyorlardı. Üstelik vergilerini ekseriyetle fiili tehditler altında veriyorlardı.

Bizans sınırında, Bilecik civarında yer alan Anadolu beyliklerinin en küçüğü olan Osmanlı beyliğinin kurucusu Osman Bey'in etrafında kenetlenen bir avuç alperen, gelecekte üç kıtada yer alacak dev bir imparatorluğun temellerini attıklarının elbette farkında değildi. Akçakoca, Konuralp, Samsa Çavuş, Hasan Alp gibi her biri gaza ve cihad ruhuyla hareket eden bu zatlar; bu yeni devletin kuruluş felsefesini de ortaya koydular. Nitekim «Oruç Tarihi»nde Osmanlılar için anlatılan özellikler bu oluşumun gazilik ve alperenlik ruhu üzerine bina edildiğini göstermektedir.

"Gazilerdir ve galiplerdir, fi sebilillah hak yoluna durmuşlardır. Gaza malını cem edip Hakka harcedicidirler. Ve Hak'tan yana gidicilerdir. Din yoluna gayretlidirler. Dünyaya mağrur değillerdir. Şeriat yolunu göz edicilerdir. Şirk ehlinden intikam alıcıdırlar."

Son dönem Osmanlı müelliflerinden Uzunçarşılı, Osman Bey'in etrafında toplanan şahsiyetlerin beyliğin kuruluşuna önemli katkılar yaptığını ifade eder.

Edebali ile oğlu Şeyh Mahmud ve şeyhin talebesi ve damadı Dursun Fakih ve Ahi Şemsüddin ile onun oğlu Hasan gibi Ahi ricali Osman Bey'in temelini attığı Osmanlı Beyliği'nin kurulmasında mühim hizmetler görmüşlerdir.

Mücahede şevkini ve İslam birliği susuzluğunu en yüksek voltaja ayarlamasını bilmiş olan bu iman adamlarının Osmanlı Beyliği'nin kuruluş hadisesine fiilen katılmış olmaları, devletin büyük ve eşsiz talihi olmuştur. Ömer Lütfi BARKAN, Osmanlı'nın kuruluşunda aktif rol oynayan, Fetih topraklarını kalıcı yurt yapan, yer açıp zaviye kuran ve vakfa bağlayan bu dervişleri; fetihleri kolonize eden dervişler olarak tanımlamaktadır.


OSMANLI'NIN KURULUŞU SIRASINDA ÖN ASYA ve BALKANLARDA SİYASİ DURUM


1300 yılında Osmanlı Beyliği'nin müstakil hale geldiği düşünülse de tam müstakil bir devlet olarak Marmara ve Balkanlarda tutunması yaklaşık kırk elli yıllık bir süreyi gerektirmiştir. Osmanlı Beyliği'ni kuranlar hiç şüphesiz dağılan Selçuklu ‘ya tabi Türkmen unsurlardan oluşmaktaydı. Bu yeni devletin temelleri atılırken gerek Anadolu’da gerek Rumeli'de çok güçlü devletler bulunmamaktaydı.

Anadolu Selçukluları, Moğollara yenilmiş, bir daha toparlanamayacak hale gelerek siyaseten ölü hale gelmişti. Selçuklunun mahalli yöneticileri Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde merkeze pamuk ipliğiyle bağlı beylikler oluşturmuştu. Moğollar hala Anadolu’da etkiliydiler ve gönderdikleri adamlarıyla haraçlarını almakta ve gerektiğinde kan dökmekten çekinmemekteydiler. Çukurova bölgesi Memlukluların denetiminde bulunmaktaydı. Doğu Karadeniz Bölgesi'nde ise Ortodoks Rumların yönetiminde Trabzon Pontus Devleti bulunmaktaydı.

Bizans Devleti ise eski gücünden çok şey kaybetmiş; askeri, idari ve mali yönden buhranlar içinde kıvranmaktaydı. İstanbul’da, Marmara Bölgesi'nde ve Trakya'da hakimiyetini güçlükle sürdürmekteydi. Yine Ege adalarında, Mora Yarımadası'nda yer alan bazı toprakları ise zengin Venedik ve Ceneviz devletlerinin ipoteği altındaydı. Üstelik Bizans'ın Balkan topraklarına ve başkent İstanbul'a gözünü dikmiş Sırp ve Bulgar krallıkları fırsat kollamaktaydı.

Orta Avrupa'nın bu dönemdeki en büyük askeri gücünü oluşturan Macarlar, Bosna ve Arnavut krallıklarına nazaran ciddi bir güç olarak kabul edilmekteydi. Batı Avrupa ülkelerinden İngiltere ve Fransa, kendi aralarında yüz yıldan fazla devam edecek olan savaşın eşiğindeydiler. Ukrayna ve Güney Rusya'da Müslüman Altınordu Hanlığı eski haşmetinden uzak olsa da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmekteydi. Balkanlarda Bizans ve diğer devletlerde yaşayan topluluklar; aciz ve güçsüz yöneticilerin ağır vergilerine muhatap olmakta, dini ve sosyal baskılar altında adeta kurtarıcı bekler vaziyette idiler. Bitmeyen saray entrikaları ve siyasi karmaşa; taşrada gitgide azalmakta olan Bizans topraklarında başıbozukluk meydana getirmiş, keyfi ve başına buyruk hareketlerle merkezi dinlemeyen ve halka zulmeden tekfurların ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

Anadolu'da da siyasi birlik olmadığı gibi; Anadolu beyliklerini toparlayacak, onları mukaddes bir hedef etrafında organize edecek, çaplı bir liderliğe ihtiyaç vardı. İşte tam bu şartlarda Osman Bey liderliğinde yeni bir güç ortaya çıkacak, sadece Anadolu'nun değil, Ön Asya ve Balkanların tarihini de değiştirecek; çok kısa bir zamanda batıda Tuna'ya kadar bütün Balkan topluluklarını adil bir yönetim altında birleştirmeyi başaracaktır. Bu arada Osmanlılar, Anadolu beyliklerini de bütün Müslüman unsurları da Orta Avrupa yönünde gerçekleşen fetihlere yönlendirmeye muvaffak olacaktır...

Osmanlıların bu muazzam çıkışları ve başarılarını tetikleyen en önemli sebep; Osmanlı Beyliği'nin Bizans sınırında kurulmuş olması, bir uç beyliği oluşu ve genişlemeye elverişli bir coğrafyada doğmasıydı. Osmanlı'nın bu stratejik konumu onu cihad ve gazaya müsait bir hale getirmekteydi. Osmanlılar; Moğolların baskısından kaçan Türkmen topluluklarını, cihad ve gaza ruhuyla hareket eden dervişleri, gayet başarılı bir şekilde organize ederek fetihlerle ele geçen toprakları kalıcı bir yurt haline dönüştürdüler. Yine Osmanlılar gayet akıllıca hareket ederek, diğer Türk beyliklerinin kendi aralarındaki rekabetlerine karışmadılar ve onlarla çatışmadılar. Bilakis onları Bizans ve Balkanlar'a doğru genişleme siyasetine yardım etmeye davet ettiler ve onları bu istikamette yönlendirdiler. 


OSMAN GAZİ


Bu büyük imparatorluğun kurucusu Osman Bey, Oğuzların Kayı boyundan Ertuğrul Gazi'nin oğludur. Bu dönemle ilgili kaynaklar çok net bilgiler ihtiva etmemekle beraber; babası Ertuğrul Gazi'nin ölümü üzerine 1281 yılından itibaren beyliğin başına geçer.

Osman Bey, Söğüt kasabasını merkez edinen, Domaniç yaylasında sürülerini otlatan, yaklaşık beş yüz çadır halkından kurulu bir aşireti kısa zamanda Kocaeli yarımadasında etkili bir beylik haline getirdi. Bizans devletine ait Yenişehir, Karacahisar, Mudurnu, İnegöl, Bilecik ve Mekece bölgesindeki toprakları fethetmesi, beyliğin ilk büyük hamlelerini oluşturmuştu. Nihayet vefatına yakın Bursa kuşatılmış ancak alınışı birkaç gün sonra gerçekleşmişti. Tarihçi Mehmed Neşri, kitabında; Osman Gazi'nin bütün bu önemli askeri başarılarının yanında hakim olduğu yerlerde, yumuşak ve kucaklayıcı siyaset izlediğini şöyle bir örnekle anlatır:

"Osman Gazi, çevresindeki bütün kafirlerle (Rumlarla) iyi geçinirdi... Eskişehirde Ilıca yöresinde pazar kurdurur; etrafın kafirleri hafta pazarına gelir, işlerini görüp giderlerdi. Zaman zaman Germiyan halkından da kimseler gelirdi. Tesadüfen bir gün pazara Bilecik'ten kafirler geldi. Onlar yükle bardak getirmişlerdi ... Germiyanlı'nın birisi bunların bir bardağını alıp, hakkını vermedi. O kafir de Osmana gelerek bu durumdan şikayet etti. Osman Gazi o Germiyan Türk'ünü yanına getirtti ve iyice dövdü. Kafirlerin hakkını alıverdi, ayrıca böyle davranmayı yasak edip Bilecik kafirlerine kimsenin zulmetmemesini ikaz ve ilan etti. Osman Gazi o kadar adalet gösterdi ki, Bilecik kafirlerinin kadınları bile pazara gelirler, mallarının pazarlığını kendileri yaparlar ve giderlerdi. Osman Gazi'ye tam itimat ettiklerinden emniyet ve eman içinde olmuşlardı.


ORHAN GAZİ (1326-1362)


Osman Bey, iktidarının son yıllarında oğlu Orhan Bey'i fiilen beyliğin başına geçirmişti. Babasının vefatının ardından resmen bu görevini sürdürdü.

İlk olarak kuşatma halinde tutulan Bursa'yı alarak başkent yaptı. Böylece Bursa, Bilecik'ten sonra beyliğin yeni başkenti oldu.

1329'da Orhan Bey İznik üzerine yürüdü. Bizans ile yapılan Maltepe Savaşı'nı kazanması, Bizans'ın Anadolu'dan çekilmesine yol açtı. Artık Kocaeli yarımadası fetihlerinin önünde hiçbir engel kalmadı. Karamürsel, İznik, İzmit ve Üsküdar'a kadar olan Bizans toprakları ardı ardına Osmanlıların eline geçti.

Orhan Bey; Balıkesir, Manyas ve Çanakkale bölgesinde yer alan Karesioğulları beyinin ölümünden sonra oğulları arasındaki taht kavgalarına müdahale etti ve bu beyliği yönetimi altına almayı başardı. Böylece bu beyliğin değerli komutanları Osmanlı'nın emrine girdi. Bu komutanların Rumeli fetihlerinde çok etkili oldukları görülecektir. Karesi oğullarının Marmara'daki mütevazı donanması da Osmanlı'nın yeni deniz gücünü oluşturdu. Bu donanma vasıtasıyla Gelibolu'dan Rumeli'ye geçiş de daha kolay hale gelmişti.


OSMANLILARIN RUMELİ'YE GEÇİŞİ


Osmanlılar Rumeli'ye geçmek için fırsat kolluyorlardı. Bu tarihi fırsat, Bizans'ın Orhan Gazi'den yardım istemesi üzerine gerçekleşti. Tahtını yeniden ele geçirmek isteyen Bizans İmparatoru Kantakuzenos, Orhan Gazi'den yardım istedi. Yardım mukabili olarak kızını Orhan Gazi'ye vermeyi, çeyiz olarak da, büyük bir miktar servet ödemeyi ve Orhan Bey'in her arzusunu yerine getirmeyi taahhüt etti. Orhan Gazi'nin bu şartları kabul etmesi ve imparatorun kızı Theodora ile evlenmesi, Bizans ile Osmanlı'yı müttefik yapmıştı.

Orhan Gazi, oğlu Süleyman Paşa'yı uç beyi olarak görevlendirdi ve Osmanlılar 1353 yılında Gelibolu'ya ilk adımlarını attılar. Çimpi (Çimpe) Hisarı'na yerleşen Süleyman Paşa Bolayır'ı ve Eksemilye'yi zaptederek Bolayır'ı üs haline getirdi. Ve Anadolu’dan getirttiği Türkmenleri hem Gelibolu yönüne hem de Trakya içlerine doğru akınlara yöneltti. Süleyman Paşa, Rumeli’de üç ayrı koldan uç teşkilatı meydana getirdi. Bunlardan birincisi Tekirdağ, Çorlu, İstanbul istikametinde; ikincisi ortadan Koru Dağı üzerinden Malkara, Hayrabolu, Vize istikametinde; üçüncü kol ise İpsala, Dimetoka ve Edirne istikametinde yapılan fetihlerin üssü oldu. Fetihler ilerledikçe uçlar ileriye kaydırılıyor ve geride kalan yerler birer Türk şehri haline geliyordu.

Osmanlıların Rumeli’de sistemli ve emin adımlarla ilerlemesini kolaylaştıran faktörlerden biri de 1355 yılında Sırp Çarı Stefan Duşan'ın ölümü ve onun ardından Sırp krallığının parçalanmış olmasıdır. Böylece Osmanlılar, Bizans'a yardım yapma bahanesiyle Trakya'ya yerleştiler ve Balkanlar istikametinde ilerlemeyi sürdürdüler. Ayrıca Bizans kuvvetlerine verilen destek sayesinde Trakya'daki Sırp kuvvetleri etkisiz hale getirildi. Ve Kantakuzenos'ın yeniden ortak da olsa Bizans'a hükümdar olması sağlandı.

Süleyman Paşanın bir av esnasında kaza kabul edilen vefatının ardından Orhan Bey küçük oğlu 1. Murad'ı Süleyman Paşa'nın yerine Rumeli'ye uç beyi tayin etti. Ve 1362 yılında babasının vefatının akabinde 1. Murad artık güçlü bir devlet olma yolundaki devletin başına geçti.

Orhan Bey dönemi, Osmanlı beyliğinin tam anlamıyla bir devlet olma yolunda önemli adımlarının atıldığı dönem oldu. Divan teşkilatının kurulması, ilk vezirin atanması ilk kaptan-ı deryanın tayini bu dönemdedir. Yine İznik'te ilk Osmanlı medresesinin temelleri bu dönemde atılmıştır.


Osmanlı-Haçlı Mücadeleleri


MURAD HÜDAVENDİGAR DÖNEMİ (1362-1389)



Orhan Bey döneminde başlayan Rumeli fetihleri, oğlu 1. Murad döneminde de hız kesmeden devam etti. Bu dönemde; Osmanlı orduları parlak zaferlerle, Balkan içlerine doğru etkili ve yoğun bir şekilde akınlarını sürdürdü.

Murad Hüdavendigar, 1362 yılında Bizans kuvvetleriyle giriştiği Sazlıdere Savaşı'nın ardından Edirne’yi alarak başkent yaptı. Böylece batı yönünde ilerleyeceğinin en köklü işaretlerini verdi. Balkanlara ve batıya açılımın anahtarı konumunda olan Edirne, İstanbul'un fethine kadar Osmanlı'nın yeni başkenti oldu. Dört koldan fetihlere ağırlık veren Osmanlı kuvvetlerinin Gümülcine ve Filibe'yi almasıyla Bizans'ın Balkanlarla bağlantısı tamamen kesilmiş oldu.

Osmanlıların Rumeli’de fetih hareketlerinde hızlı ilerlemesinin temelinde askeri gücünün yanında bir başka sebep de, yerli halka gösterdikleri hoşgörü ve müsamaha idi. Osmanlı kaynaklarında «istimalet» olarak belirtilen bu uygulamaya göre yerli halka İslam hukukunun tanıdığı hakların geniş şekilde uygulanıyordu. Canları ve malları devletin güvencesi altına alınıyor, din ve ırk ayrımı yapmadan bütün tebaayı devletin şemsiyesi altında birleştiriyordu.

İstimalet politikasının bir diğer mühim tarafı da Ortodoks kilisesi ve manastırları himaye etmeleri, vakıflarına müdahale etmemeleri ve vergi muafiyeti tanımalarıdır.


SIRP SINDIĞI SAVAŞI (1364)


Osmanlının Gelibolu Yarımadası'ndan başlayarak Trakya üzerinden Balkanlara sarkan yayılışı Avrupa'da büyük bir tedirginlik meydana getirmişti. Balkan devletlerinin ve Bizans'ın kışkırtmaları sonucunda yeni bir haçlı yığışması bu kez Rumeli’de gerçekleşti. Daha önce İslam dünyasına yoğun saldırılar şeklinde gerçekleşen dünya çapındaki haçlı seferlerinden farklı olarak bu kez haçlılar daha basit hedefler taşıyorlardı. Amaç, Balkanlarda Türklerin eliyle gerçekleştirilen İslam ilerleyişini önlemek ve Türkleri Balkanlardan atmaktı. Bu amaçla her biri biraz daha güçlü orduların katıldığı beş büyük saldırı gerçekleşti. Ancak haçlılar bu saldırıların hiçbirinde arzu ettikleri başarıyı elde edemediler.

Haçlı saldırılarının ilki, Sırp Sındığı Savaşı'yla gerçekleşti. Nitekim Papanın teşvikiyle; Sırp, Bulgar ve Macarlardan oluşan birleşik haçlı ordusu, Meriç Irmağı kıyısında Sırp Sındığı adlı yerde toplandı. Osmanlılar büyük ve güçlü bir ordunun toplanarak Meriç kıyısında saldırı hazırlıkları yaptığını haber alınca, bir keşif birliğini bölgeye gönderdi. Hacı İlbey komutasında hareket eden on bin kişilik ordu bir baskınla eğlence halinde yakaladıkları haçlıları gafil avlayarak savaş dışı bırakmayı başardı. Kaçmaya çalışanlar Meriç Irmağı'nda büyük kayıplar verdi. Böylece Osmanlılar ilk haçlı saldırısını bertaraf ettikleri gibi Balkanlarda Macar etkisini de kırmışlardı.

Osmanlılar artık Balkan topraklarında sistemli bir askeri yayılışı gerçekleştirmeye hız vermişlerdi. 1371 yılında Çirmen zaferiyle Sırpları kesin olarak dizginlemeyi başardılar ve himayeleri altına aldılar. Sırp krallığıyla yapılan anlaşma gereği, Sırplar; Osmanlı himayesini kabul ederek, bir vassal devlet olacak. Osmanlı'ya vergi verecek ve gerektiğinde de asker gönderecekti.


ANADOLU'DA OSMANLILAR ETRAFINDA SİYASİ BİRLİĞİN KURULMASI


I. Murad dönemi, Balkanlarda ilerlemeler açısından olduğu kadar Anadolu’da var olan siyasi karmaşaya son verilmesi ve birliğin sağlanması açısından da önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Osmanlılar, güç ve becerilerini ortaya koydukları birliği sağlama çabalarında, daha çok barışçı yöntemleri tercih etmiştir. Nitekim I. Murad, oğlu Yıldırım'ı Germiyanoğulları beyinin kızıyla evlendirmiş bu evlilik bağları neticesinde Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı çeyiz olarak Osmanlı himayesine girmişti.

Ahilerden Ankara'nın alınması, Osmanlı'nın Orta Anadolu'ya uzanmasına yol açmış ve devlete büyük bir prestij kazandırmıştı.


Ayrıca Hamid oğullarından Beyşehir ve civarı satın alınarak Anadolu siyasi birliğini oluşturma yolunda ciddi adımlar atılmış oldu. Ancak Osmanlıların kendi etrafında Anadolu beyliklerini birleştirme gayretlerinin önünde en büyük engel Karamanoğulları tarafından çıkarılmış ve Osmanlı'yı uzun süre uğraştırmıştır.

Nitekim I. Murad tüm barışçı girişimlerinden bir sonuç alamayınca Karamanoğulları üzerine yürümek zorunda kalmıştı. Zor durumda kalan Karamanoğulları, yapılan anlaşmayla bir kısım topraklarla beraber Akşehir'i Osmanlılara bırakmak zorunda kalmıştı.


Osmanlı-Haçlı Mücadeleleri


KOSOVA SAVAŞI (AĞUSTOS 1389)


Sultan 1. Murad Anadolu'da Karaman gailesiyle meşgul olurken, Balkanlardaki karışıklıkları gidermek üzere de Timurtaş Paşa'yı görevlendirmişti. Timurtaş Paşa, 1378de Bosna'ya doğru ilerlerken, Morava Nehri'ne karışan Toplıca Çayı vadisindeki Ploşnik Boğazı'nda Bosna Kralı Lazar Grebliyanoviç'in kuvvetleri tarafından pusuya düşürüldü. Müttefiklerin 30 bin kişilik kuvvetine karşılık Osmanlılar 20 bin kişi idi. Burada yapılan şiddetli çarpışmada Timurtaş Paşanın emrindeki akıncı kuvvetlerinin büyük bir kısmı şehid düştü.

Bu, Balkanlarda uğranan ilk büyük mağlubiyetti. Osmanlıların mağlubiyeti Balkanlarda yaşayan Sırp, Bosnalı, Bulgar, Arnavut, Ulah ve Hırvatlardan oluşan hıristiyan toplulukların hareketlenmelerine yol açtı. Oysa Osmanlıların 30 yıldır aralıksız süren zaferleri Balkan hıristiyan topluluklarını yılgınlığa sevk etmişti. Osmanlıların Ploşnik yenilgisi, gizlice yürütülmekte olan yeni haçlı seferi hazırlıklarını hızlandırmış, bu çalışmalar açıktan yürütülmeye başlanmıştı. Öte yandan, Orta Avrupa'nın en önemli kara gücünü oluşturan Macarlar da bu sefere önemli miktarda askeri güçle katılma kararındaydı.

Böylece, Sırp despotu Lazar önderliğinde altmış bin kişilik büyük bir haçlı ordusu, hazırlanmıştı. Amaç, Türkleri kesin olarak Balkanlardan atmaktı. Bu kez haçlılar, zaferlerinden emin görünüyorlardı; hatta savaştan önce 1. Murad'a isteklerini bildirmek amacıyla elçi gönderme cüretini bile göstermişlerdi. Bu elçiyle gönderdiği mektubunda Lazar; sayılarının çokluğundan dem vuruyor, askeri gücünün üstünlüğünü ifade ediyor ve en önemlisi de Müslümanların ayaklarını bu diyardan kesip atmak niyetinde olduklarını belirtiyordu. Ayrıca İslam dinini İslam ülkelerinden bile sileceğini iddia ediyordu.

Murad'ın cevabı sade ve netti:

"Eğer merd ise meydana gelsin; cengin tozu-dumanı nasıl olurmuş görsün:”

Gelişmeler üzerine I. Murad, derhal müdafaa hazırlıklarında bulunarak Anadolu beylerini cihada çağıran davet mektupları gönderdi. Oğulları Bayezid ve Yakub Çelebilere de fermanlar çıkararak savaş hazırlıklarına başlamaları talimatını verdi. Öte yandan Bulgarların haçlı ittifakına katılmalarını engellemek için Çandarlızade Ali Paşa kumandasında bir orduyu harekete geçirdi. Bu ordu derhal harekete geçti ve sırasıyla; Pravadi, Şumnu ve krallığın merkezi olan Tırnova'yı ele geçirdi. Daha sonra Tuna boyunca ilerleyen Osmanlı güçleri, Silistre ve Niğbolu'yu zaptetti. Bu gelişmeler Bulgar Kralı Şişman'ın haçlılarla birleşmesini kesin olarak engellemiş oldu.


Asıl savaş; I. Murad'ın ordusuyla, Yanbolu ve Filibe üzerinden haçlıların toplandığı Kosova meydanına ulaşmasıyla başladı. 9 Ağustos 1389da haçlılar kesif top atışıyla ilk büyük hamleyi gerçekleştirdiler. Başlangıçta Osmanlı ordusunun sol cenahı sarsılır gibi oldu. Şehzade Bayezid'in bu kola yardımı ve düşman saflarını yarması bu tehlikenin büyümesini engelledi. Toparlanan Osmanlı güçleri, karşı harekete geçerek güçlü haçlı ordusunu sekiz saat gibi kısa bir süre içerisinde büyük bir bozguna uğrattı. Haçlı ordusu dağılarak saf dışı kaldı. Esir alınanlar arasında Sırp Kralı Lazar ve oğlu da vardı. Bir kez daha haçlılara karşı kesin ve büyük bir zafer kazanılmıştı. Ancak, I. Murad zaferin ardından savaş meydanında dolaşırken yaralı bir Sırp asilzadesi tarafından hançerlenerek şehid edildi. Zafere kısmi bir gölge düşüren bu gelişme üzerine esir alınan Lazar ve oğlu orada öldürüldü. I. Murad'ın vasiyeti üzerine Osmanlı tahtına, devlet erkanının kararıyla Yıldırım Bayezid geçti.

Osmanlı Devleti'nin yaklaşık beş yüz yıl sürecek Balkan hakimiyetinde bu zaferin çok önemli bir etkisi olmuştur. Osmanlıların gücü tescil edildiği gibi, Sırbistan üzerindeki Osmanlı nüfuzu daha da arttı. Bu zaferle birlikte oldukça başarılı bir iskan politikası izlendi ve Osmanlı, kurum ve kuruluşlarıyla Rumeli'ye hızla yerleşmeye devam etti. Böylece, hoşgörü temeline dayalı etkili politikaları sayesinde kalıcı bir Balkan barışının temelleri atıldı.


YENİÇERİ OCAĞININ KURULMASI


Pençik ismi verilen bir sisteme göre hıristiyan tebaanın hem devlete yakınlaşmasını sağlamak, hem de artan fetih faaliyetlerinde kendilerinden yararlanma ve yeni bir askeri güç oluşturmak amacıyla Yeniçeri Ocağı kuruldu. Ocağın kuruluşunun, Edirne'nin fethinin ardından Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından tamamlandığı kabul edilmektedir. Tamamıyla padişahın bir tür özel kuvvetleri halinde kendilerinden yararlanılan bu orduya kaydolunan askerler, hıristiyan çocuklarından oluşuyordu. Seçilen bu asker adayları önce Anadolu'ya gönderiliyor ve bir kaç yıl boyunca İslam ahlakına göre yetiştiriliyor ve İslam devletinin emrinde görev alacak bir disipline kavuşturuluyordu. Sanıldığının aksine baskı ve zorlamalar yerine daha çok rızaya dayalı bir yöntemle çocuklar seçilmekteydi. Devşirme ismi verilen bu sisteme, bugünkü algılarımızla yaklaşmak bizi yanıltabilir. Eğer bir medeniyet; belli bir cazibeyi, cezbeyi oluşturabilmişse böyle uç değişimlerin de yaşanması gayet tabiidir. Bugün de gençlerimiz karşıt bir devşirme operasyonlarına açık vaziyettedir. Binlerce aile, çocuklarını yabancı okullara üstelik birçok dersi papazların verdiği okullara göndermektedir. Unutulmamalıdır ki bir yeniçeri, devletin padişahlık hariç, en üst mertebelerine kadar yükselebilmekteydi. Kolay kazanılan savaşlarda elde ettikleri ganimetlerin 4/5'i kendilerine aitti. Ayrıca ulufe adı verilen üç ayda bir aldıkları maaşa sahiptiler. XVIII. yüzyıla kadar klasik dönem Osmanlı Devleti'nin orijinal bir askeri gücünü oluşturmaktaydılar. Zamanla değişen dünya şartlarına ayak uyduramayınca yeniçeriler gözden düştüler. Başlangıçta padişah otağının gözü pek savunucuları olan bu güç, zamanla padişahların korkulu rüyası haline geldiler.


YILDIRIM BAYEZİD (1389-1402)


Osmanlı'nın en dinamik padişahlarından biri olan Yıldırım Bayezid, babası 1. Murad'ın zaferle sonuçlanan Kosova Meydan Muharebesi'nde şehid olmasının ardından Osmanlı Devleti'nin başına geçti. Onun döneminde Balkan içlerine doğru cihad ve gazaya dayalı akınlar daha da yoğunlaştı. Böylece ardı ardına kazanılan zaferlerle fetihlerin zeminleri sağlamlaştırılarak kalıcı hale getirildi. Öte yandan Yıldırım, Bizans'ın başkenti İstanbul'u iki kez kuşatarak baskı altına aldı. Bir zamanların haşmetli imparatorluğunu siyasi ve askeri manevralarla fiilen Osmanlı'ya bağlı bir devlet haline getirdi. Kaynaklar;

«Timur'la Ankara'da gerçekleşen talihsiz mücadele olmasaydı, İstanbul daha Yıldırım döneminde Osmanlı hakimiyetini tanır, Bizans'ın beklenen akıbeti de daha önce gerçekleşmiş olurdu.» diye aktarmaktadır.


ANADOLU'DA SİYASİ BİRLİK ÇALIŞMALARI


Yıldırım Bayezid, Kosova zaferinin itibarından da yararlanarak Anadolu'da oldukça aktif bir genişleme siyaseti izledi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin mirasını paylaşan parçalı yapıya yönelerek Batı Anadolu'daki gazi beyliklerini; Aydın, Saruhan, Menteşe, Hamid ve Germiyan'ın kalan kısımlarını bir yıl içerisinde hakimiyeti altına aldı ve kendi devletine ilhak etti. Sonra Karamanoğlu üzerine yürüyerek onu sulha mecbur etti. (1391) Kastamonu beyi Candaroğlu Süleyman'ı mağlup etti ve beyliğini ilhak etti!" Böylece Anadolu Beyliklerini Osmanlı hakimiyeti altına alarak Anadolu'daki siyasi birliği büyük ölçüde sağlamış oldu. Bu çalışmalar 1. Murad döneminin yumuşak metotlarının aksine sert geçiyordu. Buna karşılık, topraklarını kaybeden bazı beyler Timur'un yanına kaçarak, ondan bu duruma müdahale etmesini talep ettiler.


İSTANBUL KUŞATMALARI (1395-1396)


Yıldırım Bayezid döneminin en önemli olaylarından biri de hiç şüphesiz İstanbul kuşatmalarıdır. Balkanların ele geçirilmeye başlanmasıyla birlikte Osmanlı idaresi, Bizans'ı tamamıyla saf dışı bırakma ve İstanbul'u ele geçirme idealini benimsemiş ve bunu bir devlet stratejisi haline getirmişti. Yıldırım Bayezid döneminde bu amaçla İstanbul iki kez şiddetli bir kuşatmaya tabi tutuldu. Osmanlı kaynakları, 1395 yılında gerçekleştirilen ilk kuşatmanın sebebini; Bizans imparatorunun ölümü üzerine oğlu Manuel'in izinsiz olarak Bursa'dan kaçıp İstanbul'da tahta oturması olarak göstermektedir. Zaten Bizans bu dönemde, Osmanlı himayesini kabul etmek mecburiyetinde olan zayıf bir devlet konumundaydı.

Bu ilk kuşatma üç koldan hızla hareket edilerek başlatılmıştı. Yıldırım, Karadeniz kıyılarını kontrol altına almak için Turhan Bey'i görevlendirdi. Evrenos Bey'i de Yunanistan istikametine göndererek imparatorun kardeşine karşı önlem aldı. Kendisi de seçme birliklerle şehri kuşatma altına alarak Bizans'ın hareket alanını iyice daralttı. Gelibolu'dan gelen Osmanlı donanması Galatadan Boğaz'ı tazyik ederken, farklı yerlerde konuşlandırılan mancınıklar da İstanbul surlarını dövmekteydi. Bu şiddetli baskıdan bunalan Bizans İmparatoru, Macar Kralı'na mektup yazarak yardım talebinde bulundu. Mektubunda; «din kardeşliği, dostluk ve sevgi» gibi duygulu ifadelerin yanı sıra, gönderilecek yardım karşılığında para ödemeyi de va'dediyordu. Macar Kralı bu haberler üzerine harekete geçti ve Osmanlı hakimiyetindeki Sofya'ya saldırdı. Yıldırım, bu gelişme üzerine altı ay süren İstanbul kuşatmasını kaldırarak Macarların üzerine yürüdü. Ancak kış bastırınca Bursa'ya dönmek mecburiyetin¬ de kaldı. Böylece Bizans, ilk kuşatmadan kurtulmuş oldu.

1396 baharında yeniden harekete geçen Yıldırım, Boğaz'ın bağlantı noktalarını denetim altına almak amacıyla bir yandan Yahşi Bey'i Şile'nin fethiyle görevlendirirken, diğer yandan da Anadolu yakasında askeri açıdan stratejik bir konumu olan Güzelce Hisar'ı yaptırarak İstanbul'u ele geçirme yolunda önemli adımlar attı. Bu durum Bizans'ın endişelerini daha da artırdı. Nitekim İmparator Manuel'in Papa'ya ve hıristiyan başkentlerine imdat ve yardım taleplerini ulaştıran elçiler biraz para ve hediyeye karşılık bol vaatle İstanbul'a dönmüşlerdi. Çaresiz kalan Manuel, Yıldırım Bayezid'den aman diledi ve cizye dahil her türlü mali ve siyasi yükümlülüğü kabul edeceğini bildirdi. Osmanlı Devleti'ne yılda on bin flori vergi vermeyi; İstanbul’da bir Türk mahallesinin kurulması, buraya kadı tayin edilmesi, mescid ve ibadethaneler yapılması, Osmanlı hükümdarı adına hutbe okutulması gibi ağır şartları kabul etmesi üzerine kuşatma kaldırıldı.


NİĞBOLU ZAFERİ (1396)


Balkan topraklarında yoğunlaşan akınların başarıyla organize edilmesi ve etkili bir ilerleyişin sağlanması sonucunda Osmanlı'nın batıdaki sınırları Macaristan'a dayanmıştı. Macar kralı Sigismund bu tehlikeli gelişmeye karşı tek başına mücadele edemeyeceğini anlayarak Avrupa ülkelerine ve Papaya elçiler gönderdi ve yeni bir haçlı ordusu hazırlanmasını istedi. Böylece Papa'nın ciddi desteğiyle Fransa, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtalya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler Macar ordusuyla birleşerek 120 bin kişilik büyük bir ordu teşkil edildi.

Birleşik Haçlı Ordusu'nun başında Macar Kralı Sigismund bulunuyordu. Haçlı ordusu, zafer elde edeceğinden emin bir şekilde Niğbolu istikametine yöneldi. Bu gelişmelerden haberdar olan Yıldırım, Anadolu ve Rumeli'de bulunan kuvvetlerini toparlayarak hızlıca Niğbolu'ya hareket etti. İki ordu 25 Eylül 1396 sabahı Tuna Nehri kenarındaki Niğbolu'da karşı karşıya geldi.

Savaşta ilk hamle, haçlı ordusundaki mağrur Fransız birliklerinden geldi. Fransızların Yıldırım'ın otağına yaptıkları tehlikeli sızma girişimi yeniçeriler tarafından bertaraf edilerek durum kontrol altına alındı. Savaşın gidişatı, sahneye çıkan on bin yeniçeri tarafından değiştirilerek haçlılar tam bir bozguna uğratıldı. Tarihin en büyük imha hareketlerinden biri kabul edilen bu savaşta haçlılar 90 bin civarında zayiat verdiler. Geri kalanlar panik içinde kaçarak canlarını kurtarmaya çalıştılar. Bu hengamede Macar Kralı ve Haçlı Ordusu Komutanı Sigismund da bir Venedik kadırgasına atlayarak sıvışmak zorunda kaldı.

Osmanlıları Avrupa'dan atmak için bütün imkanlarıyla saldıran haçlı ordusunun Yıldırım Bayezid Han'ın karşısında tutunamaması başka gelişmeleri de tetikledi. Bu gelişmeden sonra Vidin Bulgar Krallığına kesin olarak son verildi. Niğbolu'da esir alınanlar fidyeyle serbest bırakıldı. Serbest kalanlar arasında bulunan Korkusuz Jean ve arkadaşlarının;

"Bu andan itibaren Yıldırım Bayezide karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silah kullanmayacağımıza namus ve şerefimiz üzerine yemin ederiz." sözleri üzerine Bayezid Han;


"Bana karşı silah kullanmayacağınıza dair ettiğiniz yeminleri size iade ediyorum. Gidiniz yeniden ordular toplayınız. Ve bizim ülkemize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkanı sağlamış olursunuz." dedi.

Bu büyük zafer, başta İslam hükümdarları olmak üzere fetihnamelerle tüm dünyaya duyuruldu. İslam dünyası Osmanlı'nın zaferini bütün Müslümanların zaferi olarak coşkuyla kutladı. Mısırda bulunan Abbasi Halifesi Yıldırım'a; «Sultan-ı İklim-i Rum» unvanını verdi. 


ANKARA SAVAŞI (28 TEMMUZ 1402)


Niğbolu zaferiyle batıda ve doğuda büyük itibar kazanan Osmanlı Devleti, çok geçmeden yeni bir tehdit ve tehlikeyle karşı karşıya geldi. Asya'da yeni ve büyük bir güç olarak ortaya çıkan Timur İmparatorluğu, Hindistan'dan Anadolu'ya kadar uzanan geniş bir alanda hızla güç kazanmış ve Anadolu sınırına dayanmıştı. Bu yeni imparatorluk Cengiz'in Moğollarıyla birçok benzerlik taşımaktaydı. Timur da güçlü ve sert bir askeri yapılanmayla özdeşleşen imparatorluğun, adeta sembolü durumundaydı.

Timur, zırhlı birlikleriyle hızla ilerleyerek kısa sürede Irak ve Doğu Anadolu'yu da ele geçirdi. Bağdat'taki hakimiyetini Timur'a kaptıran Ahmed Celayir'in ve yine Timur'a yenilen Doğu Anadolu’daki Karakoyunlu Hükümdarı Kara Yusuf'un Osmanlı'ya sığınması, Timur'un Anadolu'ya olan ilgisini daha da artırmıştı. Nitekim tahtlarını kaybederek Osmanlı'ya sığınan iki hükümdarın kendisine iadesini isteyerek Yıldırım'ı savaşı göze almasını sağlayacak bir pozisyona zorladı. Yıldırım'ın bu teklifi reddetmesi üzerine taraflar arasında tansiyonu yükselten hakaret dolu bir mektuplaşma süreci yaşandı. Erzincan hakiminin Timur'un hakimiyetine girmesi ve Timur'un Sivas'ı kuşatıp yakıp yıkması; buna karşılık Yıldırım'ın da Timur'un Suriye istikametine yönelmesinden yararlanarak Erzincan ve Kemah'ı alması, tarafları mukadder bir çatışmanın eşiğine getirdi. Nihayet Timur'un Tebrizden gönderdiği elçi vasıtasıyla Yıldırımdan kabul edilemez isteklerde bulunması bardağı taşıran son damla oldu. Timur'un istekleri arasında Kemah'ın iadesi, ele geçirdiği beylik topraklarının yeniden Anadolu beylerine verilmesi, Osmanlı şehzadelerinden birinin rehin olarak gönderilmesi, Timur'a bağlılık anlamına gelen külah ve kemerin kabulü, Kara Yusuf'un iadesi gibi ağır şartlar yer alıyordu.

İstekleri reddedilen Timur, Orta Asya’dan takviye ettiği güçlü ordusunu Anadolu'yu istila etmek üzere harekete geçirdi. Kaynaklar Timur'un ordusunun 160 bin kişiden oluştuğunu, Osmanlı kuvvetlerinin ise 70 bin ila 90 bin kişi arasında olduğunu kaydetmektedir. Sırp Kralı 20 bin kişi ile Osmanlı saflarında yer almıştı. Buna karşılık Timur'un da otuzdan fazla fili bulunmaktaydı. 

İki ordu arasında Çubuk Ovası'nda gerçekleşen büyük çatışma; Timur'un ayartması sonucu Kara Tatarların saf değiştirmesi, Anadolu beyliklerine ait askerlerin Timur'a sığınan eski beylerinin yanına geçmesi ve nihayet muharip gücü çok yüksek olan Timur'un askeri üstünlüğü gibi önemli dezavantajlar sebebiyle Osmanlı kuvvetlerinin büyük bozgunuyla sonuçlandı. Yanında kalan üç bin kişilik az sayıdaki askeriyle direnen Yıldırım'ın da en sonunda çaresiz kalarak esir düşmesi, tarihe Osmanlı'nın en trajik olaylarından biri olarak geçti.

Esir düşen gururlu padişah, Timur'un iyi davranmasına rağmen yedi aylık esaretin sonunda hastalandı ve Akşehir'de vefat etti. Timur'a bağlı emirler bütün Anadolu'yu istila ettiler. Anadolu beyleri tekrar tahtlarına iade edildiler. Böylece Osmanlı Devleti fiilen yıkılmış, Anadolu siyasi birliği de yeniden bozulmuş oldu. Ankara Savaşı'nın travmatik etkisiyle Yıldırım'ın oğulları arasında on bir yıl sürecek taht kavgaları dönemi (fetret) başladı. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden Bizans, derin bir nefes aldı. Batıda ilerlemeler durdu, ancak adil bir yapı oluşturulduğundan büyük toprak kaybı olmadı.

Kosova'daki büyük meydan savaşının ardından, devletin bekası için kardeşi Yakup'u savaş meydanında feda ederek işbaşı yapan Yıldırım, kaderin cilvesi olarak yine bir büyük meydan savaşında kardeşler arası bir mücadeleye kurban giderek hazin sona ulaşmıştı.

Ankara Savaşı tarihe iki Müslüman devlet arasında yapılan en büyük ve acı savaşlardan biri olarak geçti. Şüphesiz doğunun yenilmez ve kabına sığmaz güçlü hükümdarı Timur ile batıyı titreten, gözü pek ve atılgan Yıldırım güçlerini birleştirselerdi, kim bilir dünyanın seyrini nasıl etkilerlerdi?


OSMANLI DEVLETİ'NİN YENİDEN TOPARLANMASI ÇELEBİ MEHMED DEVRİ (1402-1421)


Timur'un Yıldırım'ı bir meydan savaşında yenme başarısı; tarihte göçebe devlet geleneği ve ordu yapısına sahip devletlerin, yerleşik devlet geleneği ve ordu yapısına sahip devletlere karşı kazanmış olduğu son zafer oldu. Timur, kazandığı bu büyük galibiyetin ardından, uzun süredir Türklerin elinden çıkmış olan İzmir üzerine yürüdü. Etrafındaki kalelerle beraber İzmir'i on beş günde ele geçirdi ve bu bölgenin yönetimini Aydınoğullarına bıraktı. 



Bir süre sonra Timur'un Rumeli'ye sıçramak amacıyla hazırlık yaptırdığı haberi Bizans'a ulaşınca, İmparator Manuel büyük bir endişeye kapıldı ve alelacele değerli hediyeler göndererek Timur'a bağlılığını bildirdi. Manuel'in kendince önlem aldığı sırada Timur çoktan gözünü Çin'e dikmişti. Çünkü en büyük ideali Cengiz Han gibi Çin'i ele geçirmekti. Batıdaki iki büyük rakibi Osmanlılar ve Memluklulara ağır darbeler vurmuş ve hedefine ulaşmıştı. Ankara Savaşı'ndan sonra yaklaşık sekiz ay kaldığı Anadolu'da bütün düzenlemeleri yaptıktan sonra tekrar doğuya dönebilirdi. Nitekim bir süre sonra Semerkant'a gitmek üzere Anadolu'dan ayrıldı.

Osmanlı devlet yönetimi, Timur'la yapılan ve Yıldırım'ın esaretiyle sonuçlanan Ankara Savaşı sonrası zaafa uğramış ve Anadolu birliği tekrar bozulmuştu. On yılı aşkın bir süre şehzadeler arasında kıyasıya bir hakimiyet mücadelesi yaşandı. Bunun tabii bir sonucu olarak Anadolu ve Rumeli'de büyük karışıklıklar meydana geldi. Osmanlı tahtı için Yıldırım'ın oğulları arasındaki bu çatışma dönemi (1402-1413) «Fetret Devri» olarak anılır. Süleyman, İsa, Musa ve Çelebi Mehmed arasındaki mücadele Yıldırım'ın ortanca oğlu Çelebi Mehmed lehine sonuçlandı.

Çelebi Mehmed (I. Mehmed), Ankara Savaşı sırasında ihtiyat ordusunun başında bulunuyordu. Savaşın kaybedilmesinin kesinleşmesi üzerine, emrindeki kuvvetlerle geçmişte valilik yaptığı Amasya'ya gitmiş ve bu bölgede tutunmayı başarmıştı. Daha sonra taht mücadelelerinin yoğunlaştığı Balkanlara yönelerek iktidarını kesinleştirme yoluna gitti. Zaten Timur da Anadolu'dan ayrılırken, 1. Çelebi Mehmed'in Amasya'daki hakimiyetine dokunmamıştı.


Ankara Savaşı'nın yaralarının sarılması, karmaşaya son verilmesi ve siyasi birliğin yeniden sağlanmasıyla 1413 yılından itibaren Osmanlı Devleti adeta yeniden kuruldu.

Osmanlıların Rumeli'de gücünü koruyor olması; bu zor ve badireli dönemde, devletin tamamen dağılmasını ve silinmesini önleyen hayati bir güç kaynağı oldu. Çelebi Mehmed; uç beyleri, sayıları giderek artan kapıkulu askerleri ve tımar sahiplerinin desteği sayesinde duruma hakim oldu ve devleti yeniden toparlamayı başardı.

Mehmed, öncelikle Anadoludaki birliği yeniden sağlamaya çalıştı. Mahalli hanedanlara, Bizanslılara, Venediklilere. Rodos Şövalyelerine, Cenevize karşı yumuşak bir siyaset izledi. Timurluların Anadolu üzerindeki nüfuzunu daima göz önünde bulundurdu ve bu nüfuza aykırı bir teşebbüste bulunmaktan özenle kaçındı.

Candaroğulları ve Karamanoğulları sindirildi fakat daha fazla ileriye gidilmedi.

Batı Anadolu'daki bazı gazi beylikleri kesin hakimiyet altına alındı.

Venediklilerle Gelibolu açıklarında yapılan ilk deniz savaşı kaybedildi. Donanma komutanı Çalı Bey de bu savaşta şehid düşenler arasındaydı. (Mayıs 1416)


ŞEYH BEDREDDİN ve ÇELEBİ MUSTAFA İSYANLARI


I. Mehmed, kardeşler arası taht kavgalarının Anadolu ve Rumeli'yi kavurduğu bu buhranlı dönemde çıkan isyanları güçlükle de olsa etkisiz hale getirdi.

Şeyh Bedreddin adının geçtiği hadiseleri anlayabilmek için dönemin tarihini bilmek şarttır. Bu isyan hareketinin Ankara Savaşı'nın ardından Osmanlı toplumunun içine düştüğü bunalım ortamı ve oluşturduğu otorite boşluğuyla çok sıkı bağlantılı olduğu ortadadır.

Devlet; yöneticisini kaybetmiş, toprakları elinden alınmış, yağmalanmış, ekonomik gücü yara almıştı. Devletin ve toplumun içinde bulunduğu krizden çıkış aranıyor, siyasi iktidarı ele geçirerek hakimiyeti yeniden kurmayı hedefleyen birden fazla güç ve menfaat çevresi ise kıyasıya birbiriyle yarışıyordu. Siyasi tabloya bakıldığında, iktidar adayı grupların girdiği arbede sonucu Anadolu ve Rumeli'de büyük bir keşmekeşin hüküm sürdüğü görülüyordu.

Şeyh Bedreddin'in başını çektiği varsayılan olaylar dizisi, böyle uzun bir arbedenin sonunda Osmanlı yönetimini ele geçirerek siyasi otoriteyi yeniden kurmakla uğraşan I. Mehmed'in saltanatının ilk yıllarında Batı Anadolu'da başlamış, Rumeli topraklarında son bulmuştur.

Ankara bozgunundan sonra şehzadelerin taht mücadeleleri sırasında Musa Çelebi; kardeşi Süleyman'ı ortadan kaldırıp Edirne'ye gelince, kardeşinin bürokratlarını azledip yerine kendi adamlarını atamıştı. Bu sırada Şeyh Bedreddin de Musa Çelebi'nin ısrarı üzerine kazaskerlik görevine getirilmişti.

Ancak I. Mehmed, kardeşi Musa Çelebi'yi ortadan kaldırıp iktidarı devralınca, Şeyh Bedreddin diğer bürokratlar gibi cezalandırılmayıp ilmi kişiliğine hürmet gösterilerek ailesi ile beraber İznik'te ikamet ettirildi. (1413) Şeyh, İznik'te iken, Börklüce Mustafa binlerce kişiyle Aydında büyük bir isyan başlattı. Ancak bu ayaklanma Bayezid Paşa tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Börklüce Mustafa da çarmıha gerilerek idam edildi.

Bizans tarihçisi Dukas'a göre, dini hiçbir nizam tanımayan ve peygamberlik iddiasında bulunduğu söylenen Börklüce Mustafa için Osmanlı kroniklerinde de benzer kayıtlar bulunmaktadır. Şeyh Bedreddin ile bağlantılı olduğu kabul edilen bir diğer isyancı da Torlak Kemaldir. Bu şahıs da Bayezid Paşa tarafından Manisa'da yakalanarak idam edildi. Bu gelişmeler üzerine, İznik'te bulunan Şeyh Bedreddin oradan daha güvenli gördüğü İsfendiyaroğullarına sığınmak amacıyla Kastamonu'ya gitti. Ancak oradan da Rumeli'ye geçmek zorunda kaldı. Dobruca, Silistre ve Zağra üzerinden Deliorman'a geçti ve etrafında toplanan eski mahalli yöneticiler (gazi beyler) ile beraber yeni bir isyan başlattı. Bazı rivayetlere göre Edirne'ye ulaşıp Çelebi Mehmed ile görüşmek istedi. Ancak etrafında topladığı büyük kalabalıklarla Edirne'ye yürüdüğü söylentisi üzerine, Çelebi Mehmed; diğerlerine yaptığı gibi, Bayezid Paşayı derhal şeyhin üzerine gönderdi. Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının akıbetlerini öğrenenler, isyan hareketinden koparak Şeyh Bedreddin'i yalnız bıraktılar. Bunun üzerine Şeyh Bedreddin, Bayezid Paşa kuvvetlerince yakalandı ve bir heyet tarafından muhakeme edilerek Serez pazarında idam edildi.

Şeyh Bedreddin'in isyan sebepleri ve kişiliği üzerinde yüzyıllardan beri çeşitli spekülasyonlar yapılmıştır. Bazı çağdaş araştırmacılar Şeyh Bedreddin hakkındaki gerçekliğe ulaşmaktan çok, görmeyi arzuladıkları yeni bir Bedreddin üretme taktiği ile hiçbir mesnede dayanmayan görüşler ileri sürmüşlerdir:

"Şeyh Bedreddin, Nazım'ın deyişiyle, milletlerin ve mezheplerin kanunlarını ilga hedefini göstererek zuhur ve huruç eyledi:

Oysa nereden bakılırsa bakılsın, ister aşırı görüşleri ve sıra dışı fıkıh anlayışıyla, ister tasavvuf felsefesinin en uç görüşleriyle ele alınsın; Şeyh Bedreddin'i materyalist veya agnostik inanca sahip biri olarak görme imkanı yoktur. Şeyhin görüş ve düşüncelerine mesnet olarak gösterilen meşhur Varidat isimli eserin gerçekten de şeyhe ait olup olmadığı ilim çevrelerince tartışmalı bir konudur.


ÇELEBİ MUSTAFA'NIN İSYANI


Çelebi Mehmed'in iktidarının son yıllarında uğraştığı önemli olaylardan biri de Çelebi Mustafa isyanıdır. Osmanlı kaynaklarında Düzmece Mustafa diye geçen bu isyan, daha sonra II. Murad döneminde de Osmanlı'yı uğraştıracaktır. Her ne kadar siyasi etkisini azaltmak için söz konusu Mustafa'nın şehzade olmadığı iddia edilmiş olsa da, gerçekte Yıldırım'ın oğullarından biriydi. Timur; Ankara Savaşı'ndan sonra Anadolu'dan ayrılırken, Şehzade Mustafa'yı da yanında Semerkant'a götürmüştü. Mustafa, Timur'un ölümünden sonra Anadolu'ya geldi ve taht mücadelesine kalkışmak üzere Rumeli'ye geçti. Bizans'tan yardım alarak önce Eflak'a giden Çelebi Mustafa, daha sonra tekrar İzmir’de beyliğine kavuşmak için yanıp tutuşan Cüneyt Bey'le de birleşerek Selanik civarındaki faaliyetlerini artırdı. Bu tehlikeli gelişmeler üzerine Çelebi Mehmed bizzat Rumeli'ye geçti ve duruma müdahale etti. Şehzade Mustafa ve Cüneyt Bey, Bizans'ın kontrolündeki Selanik garnizonuna sığınmak zorunda kaldı. İmparator Manuel, yapılan görüşmelere ve baskılara rağmen Osmanlı'ya karşı kullanma arzusunu taşıdığı sığınmacıları teslim etmedi. Nihayet bir anlaşma yapılarak uzlaşmaya varıldı. Buna göre, Şehzade Mustafa serbest bırakılmayacak., hiçbir şekilde Rumeli’de faaliyet göstermesine müsaade edilmeyecekti. Buna karşılık Osmanlı da Bizans'a şehzadenin masrafları olarak yılda 300 bin akçe ödeyecekti. Böylece bu problem de ertelenmiş oldu.


ÇELEBİ MEHMED'İN ÖLÜMÜ ve ŞAHSİYETİ


1421 baharında Edirne'ye gelen hükümdar, burada tertiplediği bir av eğlencesi sırasında hastalanarak atından düştü. Kısa bir süre sonra ağırlaştı ve Amasya sancakbeyi olan büyük oğlu II. Murad'a gizlice haber gönderilmesini, bu süre içinde ölürse ölümünün gizli tutulmasını ve küçük şehzadeleri Mahmud ve Yusuf'un da Bizans İmparatoru Manuel'in yanına gönderilmesini vasiyet etti. Çelebi Mehmed'in vefatı, oğlu II. Murad'ın Edirne'ye gelip idareyi ele almasına kadar 42 gün süreyle halktan saklandı. İktidarın devralınmasından sonra cenazesi Bursa'ya gönderildi ve Yeşil Türbe'ye defnedildi.

Mehmed; tedbirli, sabırlı, azim ve irade sahibi, sözüne sadık bir hükümdar olarak Osmanlı Devleti'ni yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır.


II. MURAD DÖNEMİ (1421-1451)


DÜZMECE MUSTAFA İSYANININ BASTIRILMASI


II. Murad, fetret döneminin bütün izlerinin silinmesini sağlayan hükümdar oldu. Onun döneminde, denge politikaları terk edilerek daha atak bir tutum içine girildi.

Ancak babasının döneminde Bizans'ta etkisiz bir konuma sokulan Şehzade Mustafa, taht değişikliğini fırsat bilerek Bizans'tan da aldığı destekle oldukça tehlikeli gelişen bir isyan başlattı. Kısa zamanda Rumeli'ye hakim olarak Edirne’de hükümdarlığını ilan etti. Balkanlardaki askeri erkan ile Rumeli ve Edirne ahalisi de bu durumu benimsedi.



Şehzade Mustafa Rumeli'deki başarılarıyla yetinmedi; Anadolu'ya da el atarak Geliboludan Lapseki'ye geçti. Tüm bu gelişmeleri dikkat ve endişeyle takip eden Il. Murad, hazırlıklarını tamamlayarak Şehzade Mustafa kuvvetlerini karşılamak üzere Bursa'dan Ulubat'a doğru ilerledi. Ayrıca ustaca gerçekleştirdiği siyasi manevralarla Şehzade'ye bağlı bazı komutanları yanına çekmeyi başardı. Çok önemli bir komutan olan Cüneyt Bey'i de İzmir ve civarının yönetimini kendisine bırakacağı vaadiyle Şehzade Mustafa'nın yanından uzaklaştırdı. Zor durumda kalan Şehzade, tekrar Rumeli'ye geçtiyse de etrafındaki güçler giderek azaldı. Nihayet her şeyin bittiğini görerek Edirne'ye geldi ve hazinesini alarak kaçmaya çalıştı.

Ancak bu çabasında da başarılı olamayarak Tunca Nehri yakınlarındaki Kızılağaç yenicesinde yakalandı ve Edirne'ye getirilerek idam edildi. Böylece fetret devrinden beri Osmanlı'yı meşgul eden bir problem çözülmüş oldu.


İSTANBUL'UN KUŞATILMASI ve KÜÇÜK ŞEHZADE MUSTAFA İSYANI


II. Murad; Bizans'ın şehzadeler eliyle Osmanlı'yı karıştırması ve hasmane tutumu üzerine, Haziran 1422de doğrudan İstanbul'a yönelerek surların önüne geldi. Şehri, Yaldızlı Kapıdan Haliçe kadar kuşatma altına aldı. Ağustos ayı geldiğinde kuşatmayı daha da şiddetlendirdi. Genel bir hücum emri verilmesinden sonra ok yağmurları kalede bulunanları büsbütün sindirmişti. Çok zor durumda kalan Bizans İmparatoru, II. Murad'ın kardeşi ve Karamanoğullarının yanına sığınmış olan küçük Şehzade Mustafa'nın isyan etmesine yol açan bir girişimde bulundu. Bunun sonucunda Karaman ve Germiyanoğlu kuvvetlerinin desteğinde harekete geçen daha 13 yaşında bulunan şehzadeye bağlı kuvvetler isyana kalkıştı ve Bursa üzerine yürüdü. Ancak şehir halkı ve muhafızlar II. Murad'a bağlılıklarını belirterek teslim olmadılar.

Bu başarısız teşebbüsün ardından Bursa’dan İznik’e geçen Şehzade'nin kuvvetleri İznik'i kuşattıysa da, burada da büyük bir dirençle karşılaştı. Gelişmeler üzerine II. Murad, kan dökülmesini engellemek amacıyla şehrin Şehzade'ye teslimine razı oldu. Bu gelişmeler İstanbul kuşatmasının kaldırılmasına yol açtı. Bir süre sonra İznik tekrar Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti. İsyana teşvik edilen aldatılan Şehzade ise bir incir altında boğularak öldürüldü.


ANADOLU BİRLİĞİNİ KURMA YÖNÜNDE ATILAN ADIMLAR


II. Murad, babasının aksine sürekli problem çıkaran hatta taht kavgalarına bulaşma gayretinde olan Anadolu beyliklerinin üzerine gitti. Sırasıyla Aydın, Teke, Menteşe ve Germiyanoğulları beyliklerini tarihten silerek topraklarını Osmanlı Devleti'ne ilhak etti.

Ayrıca Karamanoğulları ve Candaroğullarını itaat altına alarak onları daha önce Osmanlıdan aldıkları toprakları iade etmeye mecbur etti. II. Murad, daha sonra yumuşak bir politika izleyerek hem Anadolu beylikleriyle hem de Balkanlarda Bizans ve Eflak beyleriyle var olan fiili durumu bozmamaya çalıştı.


RUMELİ'DE FETİHLER ve EDİRNE-SEGEDİN ANTLAŞMASI


Balkanlarda gaza siyasetine hız verilerek 1430 da Selanik yeniden fethedildi. Aynı amaçla gerçekleştirilen askeri hareketler sonucunda Orta Avrupa'ya doğru önemli ilerlemeler sağlandı. Ancak 1440'ta Belgrat önlerinde uğranılan mağlubiyet Osmanlıları geri çekilmeye ve Macarlara karşı savunma savaşı yapmaya mecbur bıraktı. Nihayet üst üste uğranılan mağlubiyetlerin ardından, 1444 yılında Macarlarla Edirne-Segedin Antlaşması yapılmak zorunda kalındı.

On yıl süreli bu antlaşma Osmanlı'nın gücünü iyice sınırlandırmış, Rumelide bazı toprakların elden çıkmasına yol açmıştı. Bu askeri başarısızlık II. Murad'ın durumunu sarstı ve iktidardan uzaklaşarak Manisa'ya çekilmek zorunda bıraktı. Klasik kaynaklar onun tahtı bırakmasını ve bir nevi uzleti tercih etmesini, üst üste uğradığı başarısızlığın getirdiği moral bozukluğuna ve bilhassa çok sevdiği oğlu Aleddin'in ölümünden duyduğu üzüntüye bağlar. Ancak bu durumun kansız bir iktidar değişikliği olduğu da dikkate değer bir yorumdur. II. Murad'ın, varisi olduğu tek erkek evladını yönetime hazırlama amacıyla böyle bir tercih yaptığı da söylenebilir.

Murad'ın kendi isteğiyle tahttan çekilmesi üzerine, Sultan II. Mehmed; henüz on iki yaşında daha çocuk yaştayken tahta çıkmak zorunda kaldı. Ancak haçlılar bu durumu Türkleri Balkanlar'dan atmak için yeni ve kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak gördüler. Bazı kumandanların isteksiz tutumlarına rağmen Papanın temsilcisinin ağır baskıları sonucunda Osmanlı'yla yapılan Segedin Barış Antlaşması hıristiyan güçlerce bozuldu. Antlaşmanın bozulması, Osmanlı topraklarına karşı yeni bir haçlı saldırısının başlayacağı anlamına geliyordu.

Nitekim bu önemli gelişme Edirne'deki Osmanlı karargahında müzakere edilmiş ve ciddi bir endişe doğurmuştu. Nihayet yapılan toplantıların ardından II. Murad'ın tekrar Edirne'deki ordunun başına çağrılmasına karar verildi. Bu önemli idari değişiklikte Çandarlı Halil Paşanın ısrarlarının etkili olduğu tüm kaynaklarda yer almaktadır. Böylece II. Murad'ın Manisa'daki uzletinden ayrılarak tahtına dönmesi, devletin kısa sürede toparlanmasını sağladı.


VARNA ZAFERİ (1444)


Murad; tekrar işbaşına gelmesine sebep olan büyük haçlı tehlikesine karşı süratle hareket ederek, önce Venedik ablukası altındaki boğazlardan Rumeli'ye geçti. Ardından Edirne'ye uğramadan doğruca düşmanın büyük askeri güç sevk ettiği Varna üzerine yürüdü.

Yaklaşık yüz bin kişiden oluşan haçlı ordusuna ünlü Jan Hünyad komuta ediyordu. Macar, Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanyalı, Hırvat, Alman ve Fransız askerlerinden oluşan haçlı ordusu doludizgin Yama istikametine doğru akarken, güzergah üzerinde bulunan Şumnu, Tırnova, Prevadi ve Mihaliç'in Müslüman ahalisini de zulüm ve işkenceden geçirdi. 9 Kasım 1444'te savaş alanına ulaşan haçlı ordusu, derhal savaş vaziyeti aldı.

10 Kasım 1444'te Varna şehri yakınında hıristiyanların bütün gurur ve ümitlerini yerle bir eden şiddetli bir savaş oldu. Osmanlı kuvvetlerinin uyguladığı iyi bir savaş planıyla hıristiyan ordusu kesin bir bozguna uğratıldı ve imha edildi. Macar Kralı Vladislav savaşta maktul düştüğü gibi, bu bahtsız seferin asıl tertipçisi olan Kardinal Cesarini de canından oldu.

Varna Zaferi Osmanlı'nın Balkanlar'da tutulamayacak bir güç olduğunu ispatladı. Kral Vladislav'ın ölmesinden sonra Lehistan ve Macaristan bir daha birleşmemek üzere ayrıldılar. Kralın eşyalarıyla beraber 250 araba, Osmanlı askerinin eline geçti. Öte yandan Bizans'ın Balkanlardan ve Avrupa'dan yardım ümitleri de bu zaferle suya düştü.


II. KOSOVA ZAFERİ (1448)


II. Murad bu zaferden sonra önce Anadolu’da birlik çalışmalarına hız verdi. Daha sonra Arnavutluk bölgesinde İskender Bey'in çıkardığı isyanları yatıştırmak için uğraşmak zorunda kaldı.

Macaristan Kral naibi ve Macar komutan Jan Hünyad, Varna'nın intikamını almak ve Büyük Macaristan İmparatorluğu'nu kurmak istiyordu. Türkleri Balkanlar'dan kesin olarak atmak ve Türk ilerleyişini durdurmak amacıyla önce İngiliz ve Fransızlardan yardım istedi. Ancak iki devletten de olumlu cevap alamadı. Buna rağmen muharip askerlerden oluşan doksan bin kişilik bir haçlı ordusunu organize etmeyi başardı.

Hünyad öncelikle Yama Savaşı'na haçlıların yanında katılmayan Sırbistan'ı işgal etti. Ardından Tuna'yı aşarak Kosova ovasına geldi. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden II. Murad, Arnavutluk'tan çıkarak önce Sofya'ya, ardından da haçlı ordusunun güzergahını izleterek Kosova meydanına geldi.

İlk olarak an'anelere uyularak barış teklif edildiyse de haçlılar tarafından reddedildi. Artık bir meydan savaşı kaçınılmaz görünüyordu. İlk hücum, Jan Hünyad'ın emriyle başladı. Haçlı ordusu bu saldırıdan beklediği sonucu alamadığı gibi, tekrarlanan diğer hücumları da sonuç vermedi. Nihayet savaşın kaderini, Osmanlı askerlerince başarıyla uygulanan ve sahte ric'at diye bilinen taktik icabı geri çekilme belirledi. Çekildiği tuzağa düşerek darbe üstüne darbe alan haçlı ordusu, daha fazla dayanamayarak kısa zamanda dağıldı. Büyük bir zafer kazanılmış, düşman kesin bir mağlubiyete uğratılmıştı. Altmış bin civarında kayıp veren haçlı ordusuna karşılık Osmanlı ordusunun verdiği şehid sayısı sadece on bin kadardı.

1448'deki II. Kosova Zaferi, Osmanlıların Balkanlar'dan kesin olarak atılamayacağını ispatladığı gibi, İstanbul’un fethini yakınlaştıran bir rol de oynamıştır. Bu zaferle beraber 1683 Viyana bozgununa kadar, hücum sırası artık Osmanlılara geçmiştir.


II. MURAD'IN VEFATI


II. Kosova Zaferi'nden sonra Edirne'ye dönen II. Murad, oğlu II. Mehmed'i Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'la muhteşem bir düğünle evlendirdi. (1450)

Düğünün ardından Genç Mehmed ve eşi Manisa'ya gönderildi. Bu arada Bizans İmparatoru ölmüş ve İstanbul'da kimin hükümdar olacağı büyük bir belirsizlik içerisine girmişti. Nihayet II. Murad, Konstantin Dragazeze destek vererek onun hükümdar olmasını sağladı. Kısa bir süre sonra hastalandı ve Şubat 1451 yılında da otuz yıllık başarılı iktidarının ardından 47 yaşında vefat etti.

Zorlu dönemlerde görev alan II. Murad; Oğuz-Türkmen geleneğini yeniden canlandırmaya, cihad ve gaza ruhunu ayakta tutmaya itina gösterdi. Ayrıca onun zamanında Türk dili ve kültürünün önemli eserlerinin vücuda getirilmesine ağırlık verildi.

Bunda Timur'un oğlu Şahruh'un Anadolu üzerindeki nüfuzunu sürdürme eğiliminin de kısmi etkisi olduğu ileri sürülür.

Mercümek Ahmed'in «Kabusname» tercümesi, Yazıcızade Ali Efendi'nin «Tevarih-i Al-i Selçuk»u, Yazıcızade Mehmed Efendi'nin «Muhammediyye»si ve Ahmed-i Bican'ın «Envaru'I Aşıkin» adlı eserleri II. Murad'ın teşvikiyle ortaya çıkmış edebiyat ürünlerimizdendir.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


25 Kasım 2023 Cumartesi

Frig Vadisi / Kütahya

 


İslam Tarihi ve Kaynakları


Tarih


İnsanlar çağlar boyunca yazı yazmayı bilmeksizin yaşamışlar, tarih konusu üzerinde durmamış ve böyle bir bilimle uğraşmamışlardır. İnsanlık, ilk çağlarda oldukça sade bir yaşam sürmüştür. Olayları kaydedilip düzenlenmesine ihtiyaç duymuyorlardı. Aslında buna imkan da yoktu. Bütün gayret ve çabalarını zorunlu gereksinimlerini sağlamaya yoğunlaştırmışlardı. Bu durum yüzyıllarca sürmüştür. Daha sonra insanlık, tufan, kıtlık, savaş ve benzeri büyük olaylarla karşılaştı. Bu önemli olaylar, insanın yaşam ve geçimini etkilediğinden, çoğunlukla hafızalarda yerleşmiş, yüzyıllar boyu sonraki nesillere aktarılmıştır. Bir nesilden diğer nesle nakledildikçe, biçim ve niteliği de büyümüştür. Çünkü insan doğası gereği ilginç abartılardan hoşlanır. Garip ve ilginç olaylar anlatmak kadar insanlar üzerinde etkili bir araç yoktur. Bu yüzden olaylar, belirttiğimiz şekilde, dilden dile, aktarılarak gerçeklerden çok, hurafeye benzemiş ve tarih çağlarına ulaşmıştır. Bunlardan bir kısmı, dinsel bir renk almış, diğer bir kısmı da hamasi duygulara uyandıran olaylar olarak kaydedilmiştir. Diğer bir kısmı da şairlere özgü duygu ve hayaller görüntüsünü almıştır. Bu şekil uyuşmazlıkları, ulusların yüzyıllar boyu süren değişmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu aktarılan olay ve haberlerden, Homeros'un İlyada'sından Yunan mitolojisi, Mahabharata'dan Hindistan'ın eski olayları, Şehname'den İran’ın geçmiş dönemleri ve Arapların yok olmuş eski kabileler hakkında söyledikleri gibi, eski hurafeler adıyla bilinen destan ve hikayeler ortaya çıkmıştır. Arapların en eski kabilelerden olan, Abdülmuttalip, Semud vs.'leriyle ilgili anlattıkları garip olayların aslında tarihi temelleri vardır. Ancak bu tarihi gerçek, zamanla abartıldığı gibi, aynı şekilde Yemen'de ortaya çıktığı rivayet olunan Aram seli ile Belkıs hikayesi vesaire de abartılardan kurtulamamıştır.

Sözü edilen olaylardan sonra, göçler ve savaşlar dönemi gelir. Bunlar arasında, İslam’dan önce Arapların bilim ve kültürü konusu bölümünde söz ettiğimiz, İslamiyet’ten önceki olaylar ve savaşları, "fil yılı olayı" ve benzerleri gibi, tarih çağlarına daha yakın bir dönem gelir. Bu olayların peşinden İslamiyet doğunca, Araplar da Musevi hahamlardan ve İsevi papazlardan Tevrat ve Talmut'ta zikredilmiş olaylarla ilgili işittikleri hikayelerden başka, kendi soylarına ve yukarda sözü edilen olaylar ve efsanelerle ilgili kısa bilgiler dışında ellerinde bir şey yoktu. Diğer uluslar hakkında, kendilerini ilgilendirmeyen konularda bilgileri yoktu. Söz konusu bu kısa bilgiler bile eksik ve basit, münferit olaylardan oluşuyordu. Öyle ki, bir olayla ilgili bilgiler diğerini ilgilendirmezdi. Olaylar arasında bir bağ yoktu.

Bu nedenle Araplar, İslam’dan önceki devirde tarih bilimi alanında uygar toplumların en geri kalanlarından biriydi. Ancak, İslamiyet’in ortaya çıkışıyla, fetih ve savaşlarla meşgul olmuşlar, hakimiyeti ele geçirdikleri bölgelerde sonra diğer İslami bilimlerde olduğu gibi, tarih konusu üzerine de eğilmişler, tarih yazımı çalışmalarını başlatmışlardır. Tarih bilimini, İslami bilimler arasına sokmamızın nedeni, onun İslam’a özgü bir bilim olmasından değil, lslam dininin tarih biliminin kurulması, derlenip toplanması ve gelişmesinin esas nedeni olmasıdır.


"lslam dünyasında bilginlerin çoğu Araplardan değildi" başlığı altında açıkladığımız üzere, Müslüman Araplar tarihten başka bir bilimle uğraşmaya tenezzül etmezlerdi. Tarihsel olaylara, yalnızca ve özellikle ata binicilikte usta olanlara, cesur ve kahramanlara, güzel ve etkili konuşan hatipler ve şairlere-güzel örnek olduğu, kahramanlık duygularını coşturduğu, büyüklük ve mertlik öğrettiği için- büyük önem verdiklerinden bu tür bilgileri hafızalarında saklayıp, ağızdan ağıza aktarmaktan büyük övünç duyar ve zevk alırlardı.

Halifelerin en akıllıları, tarihsel olayları dinlemeye en çok meraklı ve arzulu olan kişilerdi. Emeviler'in dahisi olan Muaviye b. Ebu Süfyan, her gece yatsıdan sonra gecenin üçte biri geçinceye kadar olan vaktini tarih rivayetçileri için ayırmıştı. Kendisi her gece tarihçilerin toplandığı meclise katılarak, Araplar, İranlılar ve hükümdarlarının idare biçimleri ve halka karşı davranışları, diğer uluslar padişahlarının, hile ve düzenbazlıkları vs. olaylar konusunda anlatılan bilgileri dinlerdi. Muaviye gecenin üçte biri geçinceye kadar bu tarihçilerle birlikte olur ve sonra yatardı. Daha sonra, uyandığı zaman da daha önceden görevlendirilmiş bazı köleler, korumak ve okumakla sorumlu oldukları tarih kitaplarıyla hükümdarın huzuruna çıkarlar, hükümdarların biyografilerine, savaşlarına, savaş taktik ve planlarına, yönetim biçimlerine ait bu kitaplarda yer alan bilgileri Muaviye'ye okurlardı. Bizim düşüncemize göre, büyük olasılıkla bahsedilen bu kitaplar Arapça değildi. Herhalde Yunan veya Latin dilleriyle yazılmıştı. İçeriği de, Büyük İskender, Jül Sezar, Anibal gibi Yunan ve Roma kahramanlarının hayat hikayeleri, başlarından geçen olaylar ve mücadelelerinden oluşuyordu. Söz konusu köleler bu olayları söz konusu dillerden Arapça'ya çeviriyorlardı. Arapça yazılmış tarih kitaplarının çoğu Muaviye'nin devrinden sonra yazılmıştır.

Büyük adamların biyografilerini bilmek, onların bıraktıklarına sahip çıkıp, takip etmek onların yolunda gayret ve çaba gösterme duygusunu güçlendirdiğinden, gerek Araplardan, gerekse diğer uluslardan, yüce bir makama ulaşan ve şöhretli bir idareci olmaya çalışan büyük kumandanların çoğu, kendilerinden daha önce yetişen büyük adamların yaşam hikayelerini okutturup dinlerlerdi. Siyasi bir zorlukla karşılaşınca, daha önce diğerlerinin başına gelmiş benzeri olayları anımsayarak, bunlardan yararlanır ve sorunun çözümünde eskilerin bilgi ve tecrübeleri büyük kolaylık sağlardı.

Kaynaklara göre, ikinci Abbasi halifesi Mansur, Ebu Müslim Horasani'yi öldürmeyi düşündüğü zaman, Ebu Müslim'in Abbasiler devletinin kuruluşunda yaptığı seçkin hizmetlerini göz önüne alarak, bazı kişilerle görüş alışverişinde bulunup bulunmamak konusunda kararsız kalmıştı. Bir gece endişesinden uyuyamamıştı. Ertesi sabah, lshak b. Müslim'i huzuruna çağırarak "Bana Harrandaki padişahın hikayesini tekrar anlat" dedi. lshak hikayeyi tekrar etti. Özeti şuydu: "lran hükümdarlarından Şapur halkı kendi hakimiyetine davet etmek için vezirini Horasan'a göndermiş. Vezir gitmiş. Fakat halkı, hükümdar yerine kendi hakimiyetine davet etmiş. Vezirin tehlikesi önemli hale gelince, döner dönmez Horasan ileri gelenlerinin gözleri önünde hemen öldürülmesine karar vermişti. Vezir Horasanlılarla beraber dönünce Şapur derhal vezirin kellesini kestirmiş. Horasanlılar gözlerini açar açmaz vezirin kellesini önlerinde görmüşler. Bunun üzerine hemen Şapur'a itaat ve bağlılıklarını arz etmişlerdir." Mansur Ebu Müslim'in durumu ile benzerliği olan bu hikayeyi dinledikten sonra, gözlerini yere dikerek uzun bir müddet düşündü. Gözlerini yerden kaldırdığı zaman Ebu Müslim'in de öldürülmesine kesin karar vermişti. Daha sonra Ebü Müslim duraksamaksızın öldürülmüştür. 

Musul Emiri Bedreddin Lü'lü', ramazan ayı gelince, kendisi için tarih kitapları topladı dünyanın halini kendisine okuttururdu. Bu yüzden tarih, padişahların ve diğer idarecilerin ilgi gösterdikleri bilimlerden biri olmuştur. İslamiyet’in ilk çağlarında şu ifadeler atasözü haline gelmişti: "Soy bilimi ve tarih; padişahlara, günlük olaylar ve büyük adamların biyografileri; kumandanlara, kitap ve hesap bilimleri de ticaret erbabına özgü bilimlerdendir." Daha sonra, Abbasi hilafetinin şan ve kuvveti zayıflayınca ve vezirler devlet işlerini keyiflerine göre idare etmeye başlayınca, bu zorba vezirler, halifeleri tarih kitapları okuma ve inceleme alışkanlığından uzaklaştırmak için tüm çabalarını sarf etmişlerdir. Buna engel olmaktan amaçları, halifelerin daima gözü kapalı kalmaları ve dünyanın durumundan haberdar olup vezirlerin baskı ve zorbalıklarına engel olacak bilgiler öğrenmemeleriydi. Örneğin, Abbasi halifelerinden Müktefi vakit geçirmek için kendisine birkaç kitap getirilmesini vezirinden istemişti. Vezir emri altında bulunan yardımcılara bu kitapların tedarikini ve halifeye götürülmeden önce kendisine gösterilmesini emreylemiştir. Memurlar bazıları hükümdarlar ve önceki vezirlerin hallerine ve halktan daha çok para toplanması için uygulanması gereken metotlarla ilgili bilgileri içeren birtakım kitaplar bulup getirmişler. Vezir bu kitapları görünce gazaba gelmiş. Muavinlere "Meğer siz dünyada benim en korkunç düşmanımmışsınız. Ben size, halife beni unutsun diye ona eğlence kitapları bulunuz demiştim. Siz ise öyle kitaplar getirdiniz ki, bunları okursa vezirlerin durumlarını, zayıf noktalarını, halktan çokça para tahsil etmek yollarını, ülkenin imarını veya yıkılması nedenlerini anlamaya başlar. Bu kitapları geri götürünüz. Halifeyi eğlendirecek hikayeler, sevindirecek şeyleri içeren kitaplar bulup getiriniz" demiş. Bunun üzerine vezirin arzusuna uygun kitaplar bularak takdim etmişler. 



İslam Tarihinin Kaynakları


İslam tarihi, gelişmelere bağlı olarak, zamanla elde ettiği çok sayıda kaynağa dayanmaktadır. Söz konusu bu kaynaklar, şu şekilde açıklanabilir:

Müslümanlar, Kur'an-ı Kerim'in ve Hadis-i şeriflerin toplanması ve tefsiriyle meşgul oldukları dönemde, ayetlerin nazil olduğu veya hadislerin söylendiği yerler ve durumların araştırılması ve incelenmesini gerekli gördüklerinden dolayı, tüm bu konuları kapsayan, Hz. Peygamber'in yaşamı ile ilgili bilgileri toplayıp kitap haline getirmek için büyük çaba harcamışlardır. "Siret" veya "Siyer-i Nebi", adı verilen bu bilgiler, önceleri sadece sözlü aktarılıyorken, daha sonra yazılı hale getirilmiştir. En ünlü rivayete göre, Siret-i Nebeviye'yi ilk yazan kişi, H. 151 yılında ölen Muhammed b. lshak'tır. Bu zat Peygamber'in hayatını Abbasi halifelerinden Ebü Ca'fer el-Mansur için yazmıştı. Bununla birlikte Keşfu'z-Zunün kitabında, H. 124 yılında vefat eden Muhammed b. Müslim Zühri'nin, peygamberin savaşlarıyla (megazi) ilgili bir kitap yazmış olduğu hakkında bir nota rastlıyoruz. Bu bilgilerden Zühri'nin, Muhammed b. lshak'tan 20 küsur yıl kadar önce vefat ettiği anlaşılıyor. lbn Hallikan'ın "vefeyat'ül a'yan" kitabında yer alan hayat hikayesinden, yukarıdaki iki zatın birbirleriyle çağdaş oldukları anlaşılmaktadır. Megazi ve siyere ait ilk kitap yazan kişinin H. 93 yılında vefat eden Urve b. Zübeyr ile, H. 114 yılında vefat eden Vehib b. Münebbih oldukları da rivayet ediliyor. Ancak her durumda şurası kesindir ki, sözü edilen kişilerce magazi ve siyerle ilgili yazıldığı söylenilen eserler kaybolmuştur.


Hz. Peygamber'in hayatı hakkında öncekilerden sonrakilere aktarılan en eski kitap H. 213 yılında vefat eden Ebu Muhammed Abdülmelik b. Hişam'ın "Siret-i lbn-i Hişam" adıyla bilinen kitabıdır. Bu kitap yukarıda söz edilen Muhammed b. lshak'ın kitabından naklen yazılmıştır. lbn Hişam'ın bu kitabı birkaç kez basılmıştır.

Müslüman idareciler ilk iş olarak, yönetimleri altına aldıkları ülkeler üzerine haraç koyma işiyle uğraştıkları zaman, söz konusu ülkelerin zorla mı yoksa barış yoluyla mı, veya kuvvet kullanılması gibi bir yolla mı zaptedildiklerini tesbit etmeye çalışmışlardır.

Barış yoluyla ele geçirilen toprakların, ne gibi barış koşullarıyla veya ahidname koşullarıyla elde edildiği konularında anlaşmazlık veya karışıklıkların giderilmesi için, fetihlerle ilgili olan bilgileri ülkelerin fetih biçimlerine göre kayıt ve düzenleme metodunu kullanarak, her memleketin fethini ayrı ve detaylı gösteren kitaplar yazmışlardır. H. 207 yılında vefat eden Vakıdi'nin "Fütüh'ş-Şam" kitabı buna bir örnektir. Ancak bu kitap, hayal ürünü hikayelere benzer bazı abartılarla doludur.

257 yılında vefat eden imam Ebu'l-Kasım Abdullah b. Abdülhakem'in "Fütuh-ı Mısr ve'l-Ma'rib" adındaki kitabı ile Ebu Huzeyfe lshak b. Bişr'in "Fütüh-ı Beytü'l-Mukaddes" vs. de böyledir. Daha sonra yıllarda, lslam tarihçileri -H. 279 yılında vefat eden Belazuri'nin "Fütühu'l-Büldan" veya "Fütühu'l-Emsar" adlı kitabında olduğu gibi- fetihlerle ilgili düzenli bilgileri ayrı kitaplarda toplamışlardır. Belazuri'nin, sözü edilen bu kitabı, fetihlerle ilgili bilgiler açısından, en fazla güvenilen kaynaktır. Ayrıca, yukarda sözü edilen Vakidi'nin kitabından sonra, bu çeşit eserlerin elimize ulaşabilmiş en eski tarihli olanıdır.


Tabakit ve Magizi


Kur'an-ı Kerim, Hadisler, nahiv ve diğer dil bilimleri konusunda daha önce üzerinde durulduğu gibi, lslam alimleri, söz konusu ilimlerle ilgili konuları incelemek için, öncelikle isnadlarını araştırmaya ve o isnadların zayıfını kuvvetli olanından ayırmaya mecbur olmuşlardı. Bu zorunluluk, lslam alimlerini, ravileri ve bu ravilerin hayat hikayelerini araştırıp incelemeye yöneltmişti. Bu konuda oldukça ileri gitmişlerdi. Öyle ki, nakledilen hadisleri senedi ile birlikte bilmek ve nakleden ravilerinin adalet, güvenilirlik, eleştirilme veya reddedilme açısından hallerini ve o nakillere ait olan olayları, kavramış olmak, fıkıhta içtihat şartlarından kabul edilmişti. Bunun sonucunda, her bilim dalının rivayetçilerini, çeşitli sınıf veya tabakalara ayırarak, "tabakat" adını verdikleri alim, edebiyatçı, lslam hukukçusu ve dilcilerin biyografilerini içeren kitapları oluşturmuşlardır. Şairler, edebiyatçılar, nahivciler, lslam hukukçuları, kahramanlar, hadisçiler, dilciler, müfessirler, hafızlar, kelamcılar, soy bilginleri, tabipler, hatta nedimler ve şarkıcılar tabakatı veya grupları biçiminde, ayrı biyografik eserler yazmışlardır.

lslam alimleri sözü edilen her tabaka hakkında birçok eser oluşturdukları için, Müslümanlar, büyük adamların biyografilerine dair en çok eser yazmış milletler arasında sayılırlar.

Bu kitaplar arasında, bize ulaşan en eski tarihli kitap H. 230 yılında vefat eden "Vakidi'nin katibi" adıyla bilinen Muhammed b. Said'in önemli eseri, "Kitabu Tabakati's-Sahabe" adındaki kitaptır. Ondan fazla ciltten oluşan bu büyük eser, yazarın zamanına kadar, sahabe ve ondan sonraki neslin ve halifelerin biyografilerini içine alır. Sözü geçen kitabın her bir bölümü, dünyanın değişik bir kütüphanesindedir. Mısır'da Hidiv Kütüphanesi'nde ikinci cildi bulunmaktadır ki, perişan bir durumdadır. Biz bu kitabı yazdığımız dönemde bir Alman kuruluşunun o kitabı bastırmaya karar verdiğini ve birinci cildini yayımladığını öğrendik. Sözü edilen bu kitaptan sonra, tabakada ilgili en eski kitap, hicri 236 yılında vefat eden lbn Kuteybe'nin Tabahitu'ş-Şuari adındaki kitabıdır. Bu kitap da ünlü Hollandalı müsteşrik M.j. de Goeje'un himmet ve gayretiyle bu sene ( 1902'de) Leiden'de yayımlanmıştır.

Bu iki kitap dışında, daha sonraki dönemde tabakada ilgili daha birçok eser yazılmıştır. Bunlar arasında, aşağıda görüleceği üzere "Vefeyatu'l-a'yan", "el-Vafi fi'l-vefeyat, Fevatü'l-ve feyat vs. gibi büyük biyografi eserleri onaya çıkarılmıştır. lbn Asakir'in 80 ciltten oluşmuş Tarih-i Dimaşk ve Hatib Ba'dadi'nin yine bu kadar ciltten meydana gelen, Tarih-i Bağdat adındaki kitapları gibi. Ülkeler tarihini de içine alan biyografi kitapları ise daha başkadır. Bu çeşit tarih kitaplarının içinde de birçok biyografi yer almaktadır.

Çöl halkı ağzından dil ve şiir konusunda bilgiler elde etmek için çöllere kadar seyahat eden edebiyatçılar daha önce de belirttiğimiz üzere, Araplarla ilgili tarihi hikaye ve olayları da, dil adabına ait yazdıkları kitaplar içinde ele alıp düzenlerlerdi. O yolda elde edilen şiirlerde özellikle pek çok tarihi olay yer alıyordu. lbn Yunus "Ferezdak'ın şiirleri olmasa idi tarihi olayların yarısı kaybolup gidecekti" diyor.

Emeviler hilafeti ele geçirip, keyiflerine göre bir yönetim oluşturup, Raşid Halifeler denilen dört halife döneminin adalet ve hakperest yönetiminden ayrı bir yola sapınca, bu adaletsiz idareyi yaşayan halk, Raşid Halifeler'in yaşam hikayelerini, yönetim metotları, adalet, ihsan ve merhamet üzerine kurulmuş olan düzenlerini hatırlayıp, dillerde dolaştırmaya başladılar. Adaletli bir yönetim şekli görüldükten sonra ona aykırı böyle bir sistemi yaşayan halkın önceki mutlu ve huzurlu dönemleri hatırlaması ve yönelmesi doğal bir gelişmedir.

Bu nedenle bazı tarihçiler, Raşid Halifeler ve daha sonra da, tüm halifelerin tarihleri hakkında eserler yazmışlardır. Bu konuyla ilgili, kitap yazan tarihçilerin en eskisi, H. 281 yılında vefat eden Dineveri idi. Bu çeşit eserler nasıl vücuda getirilmişse vezirlerin biyografileri, zabıta memurlarının tarihi, cimriler, aşıklar vs. tarihleri hakkındaki kitaplar da yer ve zamanın gereği ölçüsünde yazılmıştı.



Genel Tarihler


Hicretin 2. yüzyılı ile 3. yüzyılının ilk yarısı geçtiğinde, Müslümanların yazdıkları tarih kitapları, yukarda belirtildiği üzere biyografi, savaşlar, Peygamber'in hayatı ve fetih kitaplarından oluşuyordu. Millet ve ülkeler tarihleri gibi genel tarihler, daha sonraki dönemde yazılmıştır. Genel tarihle ilgili kitap yazanların en eskisi, Yakubi adıyla bilinen lbn Vazıh idi. Onun yazdığı genel tarih kitabı birincisi, Museviler, Hintliler, Yunanlılar, Rumlar, İranlılar vs. gibi eski milletler, diğeri de İslam’ın doğuşundan başlayarak, H. 256 yılında başa geçen, Abbasi halifelerinden Mutemid'in zamanına kadarki dönemi içine almak üzere iki ciltten oluşmaktadır. Bu eser de yayımlanmıştır. Bundan sonra genel tarihle ilgili ikinci kitabın yazarı, H. 310 yılında vefat eden ünlü müfessir lbn Cebir Taberi'dir. Bu zatın yazmış olduğu tarih, H. 302 yılına kadar geçmiş olan önemli olayları, kronolojik olarak içeren, büyük bir eserdir. Fergani, Taberi'nin sözü edilen tarih kitabına bir ek yazarak, H. 312 yılına kadar olan tarihi olayları da ilave etmiştir. Hem Taberi'nin tarihi hem de bu ek yayımlanmıştır. Daha sonra ünlü Mürücu'z- Zeheb'in yazarı Mesudi, bunları takip eder. H. 346 yılında vefat eden Mesüdi'nin sözü edilen tarihi, tarihi olaylardan başka, denizler ve çeşitli hayvanlarla ilgili bilgileri de içine almaktadır. Devletler veya milletlere göre bölümlere ayrılmıştır. Bu eser de yayımlanmıştır. Mesüdi'nin "Ahbaru'z-zaman" olarak isimlendirdiği, diğer bir tarih kitabından daha söz edilmiştir, ancak kaybolmuştur. Yazar tarafından "Mürucu'z-zeheb" de verilen bilgilerden onun oldukça ayrıntılı ve büyük bir eser olduğu anlaşılıyor. Sözü edilen yazarlardan sonra Hamza el-lsfahani gelir (ö. 360/893). Bu tarihçi, cihan hükümdarlarının, hakimiyet yıllarıyla ilgili yazdığı "Tarihu sini rnülüki'l-arz'"ın yazımını H. 350 yılında tamamlamıştır.

Müslümanlar, Arap lslam devletleri, (Bağdat'ta Abbasiler, Mısır'da Fatimiler ve Endülüs'te Emeviler) yıkıldığı H. 7. yüzyıla kadar yukarıda belirtilen kitaplar ve burada sayılmayan az sayıdaki diğer tarihlerle yetinmişlerdi. Arap devletlerinden sonra, Türk, Kürt vs. diğer milletler, değişik devletler kurmuşlardır. Bu yeni gelişmeler sonucunda, Müslümanlar yeni bir devre girdiklerini görerek, geçmiş yüzyılların tarihlerini toplayıp düzenlemeye başlamışlardır. Tarihçiler, yukarda adı geçen tarih kitaplarından yararlanarak bazılarını özetleyerek, karışık olayları ve yazımları düzelterek, yeni bir anlayış ve mantıkla yeni tarihi bilgileri de ilave etmişlerdir. Bu çabalar sonucunda, birçok büyük ve hacimli tarih kitabı yazmışlardır. Bu kitapların en ünlü ve ayrıntılı olanı lbnü'l-Esir'in (ö. 630) ünlü tarihidir. Büyük dikkat, titizlik ve araştırma sonucu yazılmış bulunan Kitabü'l-Kamil adlı bu eser, Taberi'nin tarihinde yer alan bilgileri, bazen özetleyerek almanın dışında, daha sonra gerçekleşen tarihi olayları da kapsamaktadır. lbnü'l-Esir, bu kitabına; Endülüs vs.'de ortaya çıkan olayları da eklemiş ve kitabını Taberi gibi kronolojik olarak düzenlemiştir. 12 büyük ciltten oluşan bu önemli kitap da yayımlanmıştır. lbnu'l-Esir'den sonra H. 232 yılında vefat eden Hama emiri Ebu'l-Fida Kitabü'l-Kamil'i kısaltarak bir başka genel tarih kitabı yazmıştır. Söz konusu bu kitabına, edebiyatçılar ve diğer alimlerle ilgili birçok bilgileri de eklediği gibi, Cahiliye devri Arapları hakkında da geniş bilgiler vermiştir. Üç ciltten oluşan bu eser de yayımlanmıştır. Daha sonra Ömer b. el-Verdi, Ebu'l Fida'nın bu tarihini özetlemiş ve yeni bir eser ortaya çıkarmıştır. lbnü'l Verdi'nin vefat tarihi H. 749 yılıdır.

Daha sonra (H. 808/1405) yılında vefat eden ünlü alim lbn Haldun gelir. Bu büyük zat, Arap devletlerinin kendi dönemine kadar yaşayamadıklarını görmüş, tarihi gerçekler ve ondan alınması gereken ders ve ibretler üzerinde durmuştur. Aslında çok dikkatli, sağlam ve doğru bir muhakeme gücüne sahip bir alim olan lbn Haldun, ünlü tarihini kaleme almıştır. lbn Haldun, bu eserinde, olayları kronolojik olarak değil de, devletlere göre düzenlemiş ve tarihi olaylar konusunda, özellikle Ma'rib ve Endülüs bölgesi hakkında, kendisinden daha önce kimsenin yapmadığı bir metotla, mükemmel ayrıntılar vermiştir. lbn Haldun'un tarihi, kendisinden önceki alimler hatta Yunan, Roma ve diğer eski milletlerin bilginleri tarafından da örneği yazılmamış uzun bir tarih felsefi mukaddimesi ile başlamıştır. Eser bu özelliğiyle, o vakte kadar yazılan tarih kitaplarının üstünde seçkin bir yer tutmuştur. Sözü edilen Mukaddime'nin ünü herkes tarafından bilindiğinden daha fazla bilgi vermeye gerek görmüyoruz.

Bunların dışında, bazı tarihçiler kitaplarında, başka metotlar da takip etmişlerdir. Bir kısmı kitabını, yalnızca bir şehrin tarihine ve o şehirde yetişen önemli kişilerin biyografilerine ayırmıştır. Bu tür kitapların en ayrıntılı ve önemli olanları, Hatib Bağdadi'nin (ö. 463/1071), Tarih-i Ba'dad'ı ve lbn Asakir'in (ö. 571/1176) Tarih-i Dımaşk adındaki 80 ciltten oluşan kitaplarıdır. Bunlardan daha önce yukarıda söz edilmiştir. Tarih-i Dımaşk'ın el yazması nüshaları Tarih-i Ba'dat'ın el yazması nüshalarından daha çoktur.

Ebü Ömer b. Yusuf Kindi, daha sonra kadı Ebü Abdullah Muhammed, daha sonra Makrizi tarafından yazılmış olan Hıtat-ı Mısır da bu çeşit eserler arasındadır. Makrizi'nin bu isimdeki kitabı oldukça ünlüdür. Celaleddin Süyüti'nin "Hüsnü'l muhadara fi ahbar-i Mısır ve'l- Kahire" adındaki eseri de bu çeşit eserlerdendir.


Teracim-i Ahval ve Mu'cemat (Biyografi ve Sözlükler)


İslamiyet’in ilk yıllarında, biyografi konusundaki bilgiler her grup ayrı olmak üzere, sanat veya bilim çeşidine göre düzenlenen tabakat kitaplarında yer alırdı. Daha sonra bilim ve eğitim alanındaki gelişmelerin yoğun olduğu devre ulaşınca, lslam alimleri eserlerinde, düzen ve tasnife daha çok dikkat etmeye başladılar. Tarihçilerden birçok ilim adamı, tabakat vs. kitapların içinden "teracim-i ahval" bölümlerini çıkartarak bunları alfabetik sıraya göre düzenlemişlerdir. Bu tür eserlerin en ünlüleri, lbn Hallikan'nın (ö. 681/1282) Vefeydtü'l-a'ydn'ı ile ikinci derecede önemli olan Salahaddin Kutbi'nin (ö. 764/1363) nin Fevatü'l-Vefeyat'ıdır. Salahaddin'in kitabı lbn Hallikan'ın kitabında bulunması gerektiği halde yer almayan biyografileri de içine alır. Her iki kitap da basılmıştır. H. 764 yılında vefat eden Salahaddin Safadi'nin "el-vafi fi'l-vefeyat" adındaki kitabı da bu alandaki ünlü eserlerdendir. Söz konusu bu son kitap, hacim olarak çok büyükse de hiçbir kütüphanede tam bir kopyası olmadığı gibi, şimdiye kadar hepsi bir arada toplanamadığından basılamamıştır. Söz konusu kitaba ait Avrupa kütüphanelerinde çeşitli parçalar bulunmaktadır. Sıbt ibn el-Cevzi'nin (ö. 654/1256) (lbn el-Cevzi'nin torunu) Mir'dtu'z-zaman fi tarihi'l-a'yan adındaki kitabı da bu tür eserlerden biridir. Bu da kırk ciltten oluşmakta ancak dağınık bir halde bulunmaktadır. Endülüs'ün ileri gelen ünlü adamları hakkında da birçok biyografi kitabı vardır. lbn Beşküval'ın (ö. 58811192), Kitabu's-sıla'sı ile lbnü'l-Abar'ın, El Mu'cem adındaki eseri de önemlidir.

Bu sözlük veya ansiklopedilerden bir kısmı, bir grup veya bir sınıfa aittir. Kitabü'l Kamil'in yazarı lbnu'l-Esir'in, Üsdü'l- gabeli ahbari's-sahabe adlı kitabı gibi. 5 büyük ciltten oluşan bu kitap, sahabenin hayat hikayelerine ayrılmıştır. lbn Kıfti'nin Terdcimü'l-hühemd adındaki kitabı da bir başka örnektir.

Bununla beraber pek çok biyografileri ve tarihi olayları, Egani, El-ihdü'l-Ferid, Keşkül, Müstadraf, el-beyan ve'tebyin kitapları gibi, edebiyata ait olan kitapların içinde de görebilirsiniz. Birtakım tarihi olayları da Demiri (ö. 808/1405) Hayatü'l- heyavan kitabı gibi, tabiat bilimleriyle ilgili yazılmış kitaplarda da bulabilirsiniz. Bu son kitapta o kadar önemli tarihi bölümler vardır ki, böyle ayrıntılı bilgilere tarih kitaplarında bile zor rastlanır.

Müslümanlar arasında tarih bilimi, daha önce medeniyet yoluna girmiş olan diğer milletlerin tarih konusunda yazdıklarıyla karşılaştırılacak olursa, çoğunlukla sözlükler şeklinde yazılan biyografi kitaplarının çokluğu ile onlardan ayrılır. Biyografi konusunda ilk eser yazanlarda Müslümanlardır. Uygar devletler, bu şekilde tarih sözlükleri veya ansiklopediler yazmayı, Müslümanlardan öğrenmişlerdir. lslam dünyasında söz konusu dönemde, yazılan sözlük ve ansiklopediler tarih, coğrafya, edebiyat ve diğer bilimler için zengin birer hazinedir. Özellikle Vefeyıitü'l-a'yıin kitabı alfabetik olarak 820'den fazla kişinin biyografisini içine alan tarihi bir sözlük ve ansiklopedidir. Bu kitapta biyografiler verilirken başka ünlüler hakkında da bilgiler verilmektedir. lbn Hallikan'ın bu kitabında yer alan özel isimlerin doğru okunması için harekeler gösterildiği gibi, biyografi sahiplerinin doğum ve ölüm yıllan da kaydolunmuş ve biyografiler arasında -başka kitaplarda çok az rastlanılan- birçok edebi ve ilmi yararlı bilgiler de kaydedilmiştir. Bu kitap hakkında söylediğimiz övgülerin aynısı "fevatü'l-ve feyat", "el-vafi fi'l-vefeyat", "üsdü'l-gabe fi ahvali's-sahabe", "teracimü'l-hükema" kitapları gibi diğer biyografik eserler hakkında da geçerlidir. Fevatü'l-vefeyat, lbn Hallikan'da bulunmayan 450 biyografiden fazla biyografiyi içine alır. Şairler, fakihler, tabipler tabakaları gibi alfabetik sıraya göre düzenlenmiş olmayan biyografi kitapları ise daha başkadır. Bu tür kitapların en önemlilerinden biri, lbn Usaybia'nın (ö. 668/1269), Tabahdtü'l-etibba'sıdır. Söz konusu kitap, lslam tıbbı ve tabipleriyle beraber, Yunan, lran, Hint ve Babillilerin, tıp bilimlerini ve tabiplerini, diğer bilim ve bilginlerini, felsefe ve filozoflerını toplamış ve kronolojik olarak, ülke sırasına göre düzenlemiştir. Söz konusu kitapta; biyografi, bilim ve eğitimden söz edilirken adet, gelenek, görenek ve sosyal yapı hakkında verilen bilgiler de söz edilmeye edilmeye değer. Bu son kitap da yayımlanmıştır.


Tarih Kitaplarının Sayısı


Müslümanlar tarihle ilgili olarak, sayısını kesin olarak bilemeyeceğimiz kadar çok eser yazmışlardır. 20. yüzyıl medeniyetinden önce hiçbir millet, Müslümanların bu bilimde ulaştıkları dereceye ulaşamamıştır. Sadece, Keşfu'z-Zunün kitabında tarihle ilgili 1300'den fazla kitap kaydedilmiştir. Tarih kitaplarını kısaltma ve özetleme veya şerh etme biçiminde yazılan eserlerle, kayboldukları için isimleri belirtilemeyen tarih kitapları ise bu hesaba dahil değildir. Oysa bu şekilde özetleme veya şerh biçiminde yazılan veya kaybolan kitapların sayısı da oldukça fazladır. Buna kanıt olarak, tarih veya coğrafya ile ilgili kitaplardan bazılarının önsözlerinde yazarın kendi eseri için kaynak olarak kullandığı birçok kitabın adlarını söylediklerini görebilirsiniz ancak bu kitapları araştırırsanız büyük kısmının kaybolmuş hatta Keşfu'z-Zunün ve benzeri fihrist kitaplarında isimlerinin bile kaydedilmemiş olduğunu anlarsınız. Örneğin Mesüdi Mürücu'z-zeheb'in giriş kısmında, kendi zamanında ellerde dolaşan birçok kitabın isimlerini söylemekte ve bu kitaplardan alıntılar yaptığını da bildirmektedir. Oysa, Keşfu'z- Zunün sahibi o kitapların ancak pek az bir kısmını kaydedebilmiştir. Şu durumda Müslümanlar tarafından tarihle ilgili yazılan eserlerden pek çoğunun kaybolduğu anlaşılmaktadır. Bunların tamamı korunmuş olsaydı tarih kitaplarının sayısı 5-10 bini geçebilirdi. Bunlar arasında 40, 50, 80 ciltten oluşan büyük tarih kitapları bulunduğu gibi, 15 ciltten daha az veya çok ciltten oluşanları da vardır.

Genel tarih kitaplarından bir kısmı, Taberi, lbnü'l-Esir ve Ebu'l-Fida tarihleri gibi, yıllık kronolojiye göre yazılan tarih kitaplarıdır. Diğer bir kısmı da, Mesüdi, El-Fahri, lbn Haldun'un tarihleri gibi, millet veya devletler açısından kaleme alınan sistematik eserlerdir. Bir kısmı da şehirler, hükümdarlar vs. sırasıyla yazılmıştır.

lslam tarihi kitaplarının sayısı burada sayılamayacak kadar çoktur. Sözü edilen tarih kitaplarının çoğu, güzel ve edebi bir üslupla yazılmışsa da, bazen konu kitabın dışına çıkacak derecede dağıtılıp uzatılmıştır. lslam tarihçileri H. 1 . yüzyılda Araplar henüz saf ve sadeyken, bazı makam ve mevki düşkünlerinin veya heveslilerinin etkileriyle, tarihe geçmiş olan bazı rivayet ve olaylar dışında, tarihi olayları yazarken isnat metoduna bağlı kaldıklarından, yazdıkları şeylerde çoğunlukla doğruluktan ayrılmazlardı.



İslam Tarihçilerinin Kusurları


lslam tarihçilerinin eleştirilmesi gereken kusurlarından biri, yazdıkları tarih kitaplarında veya biyografilerde bilgiler ve tarihi olayları, ne şekilde kendilerine ulaşırsa o şekilde ve bazen bir veya daha fazla rivayetçilere isnad etmek suretiyle nakletmekle yetinip, bilgileri alırken araştırma ve tenkit etme metodunu kullanmamalarıdır. Bu tarihçiler, birtakım siyasi amaçlar sonucunda doğru olmayan nasıl pek çok hadis nasıl uydurulmuşsa, isnad ile nakledilen tarihi bilgilerin bazılarının da aynı amaçlarla uydurulmuş olduğundan haberdar değillerdi.

lslam tarihçilerinin dikkat çeken diğer bir kusurları da; bütün himmet, gayret ve dikkatlerini, savaşlara, fetihlere, azil ve nasba (görevden alma veya göreve atama), doğum ve ölümlerle ilgili bilgiler üzerinde yoğunlaştırmalarıdır. Tesadüfen çeşitli biçimlerde görülen bazı bilgilerden başka edebiyat, bilim ve eğitim, devletin yönetimi ve kültür tarihleri, tarihi olayların oluş nedenleri, ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığı, tarihi olayların birbirleriyle karşılaştırılması gibi konularla ilgili bir şey yazmamalarıdır. Halifenin gücenmeyeceği ve belki memnun bile olacağı durumlarda bile bir lslam tarihçisinin bir tarihi olay hakkında, kişisel bir değerlendirme ve yorumuna veya bir halife veya emir hakkında bir eleştirisine veya bir nükteyle ilgili kişisel görüşüne çok az rastlanır. Nitekim Abbasiler zamanında, Emevi devrinin tarihi olaylarını yazan tarihçilerin durumu da böyleydi. Abbasi halifelerinin Emeviler hakkında kullandıkları şiddet çok açıktır. Böyleyken bile, Abbasiler devrinde Emevilerin tarihini yazanlar, rastgele kaydettikleri bazı farklı yorumlardan başka, Emevilerin kötülüklerine dair bir şey yazmamışlardır. Muhtemelen bu sessizliğin nedeni; lslam tarihi ve olayları çoğunlukla bir fırka ile diğer bir fırka veya bir mezhep ile diğer bir mezhep arasında oluşan birtakım dini ve şer'i nedenlere bağlı olmasıydı. Bu duygu ile iki halife veya iki Müslüman emir arasında bir savaş ortaya çıktığında, biri zalim diğeri mazlum oluyordu. Tarihçi ise dinin makamına saygıdan dolayı zalimi eleştirmekten çekinirdi. O halde olayları iyi veya kötü her ne durumda ise olduğu gibi aktarmakla yetinir. Yargılama işini okuyuculara bırakırlardı. lslam medeniyeti hakkındaki bilgileri tarih kitaplarından çıkarmakta çektiğimiz güçlükler işte buradan kaynaklanıyor. Bazen bazı emirlerin kötülüklerini yazmamak için sessiz kalmayı yeğlemek, tarihçilerin o emirlere yaklaşmaya çalışmaları, bağış ve ödüllerine nail olmak için onları övmekle geçinmeleri gibi bir sebepten ileri de gelebiliyordu. Birçok kez, bizzat halifeler emirler veya sultanlar yazarlara başvurarak kendi devletlerinin tarihlerini yazmalarını önerir ve bu şekilde yazılan kitaplar için ödüller verirlerdi. Bazı yazarlar da bu kitapları oluştururken öneride bulunan kişinin hoşuna gidecek biçimde yazmaya çalışırlar ve bile bile gerçek dışı şeyler de yazarlardı. Ünlü Katip Ebu lshak Sabi'nin sözleri bu söylediklerimizi destekleyen en güzel delillerdendir. Buveyhi ailesinden olup, lslam dünyasında "Melik" hitabını ilk kullanan Addü'd-devle, "Devlet-i Deylemiyye =Buveyhiyye" hakkında bir kitap yazmasını Ebu lshak'a teklif etmişti. Ebü ishak* bu teklif üzerine Addü'd-devle'nin sahip olduğu elkab veya unvanlar arasında "Tacü'l-mille" lakabına nispetle "Taci" adıyla isimlendirdiği tarih kitabını yazmıştır. Bu kitabı yazarken dostlarından biri tesadüfen kendisini ziyarete gelip de neyle meşgul olduğunu sorunca, Ebu ishak; "Yalanlar uydurup ballandırmakla uğraşıyorum" cevabını vermişti.

Bazen yazarla biyografi sahibi arasında varolan bir düşmanlık etkisiyle, tarafsız ve doğru bilgiler verilmeyerek, biyografi sahibi taşıdığı özelliklerden daha aşağı gösterilirdi. H.529/1135 yılında vefat eden Kalaidü'I ihyan kitabı yazarı Fetih b. Hakan'ın, Endülüslü ünlü filozof lbn Bace hakkında yazdığı biyografi buna bir örnektir.

Bazı lslam tarihçileri özellikle halifeler, emirler vs. gibi idarecilerin kötülüklerini belirtmekten çekinirlerdi. Hükümet adamlarının ileri gelenlerinin durumlarına ait en çok bilgiye, el-Fahri'nin "el-adabü's-sultaniyye" kitabı ile, lbn Haldun'un tarihinde rast geldik. El Fahri, Hz. Ali taraftarı olmasının etkisiyle, devrin halifelerinin bazı kötülüklerini açıklamaktadır. Kendisi 5. Abbasi halifesi Reşid ile o dönemde yetişen ünlü şairlerden Ebu Nuvaz arasında cereyan eden bir olay münasebetiyle, şairin Reşid hakkında bir beyit söyledikten sonra, "Reşid, şairin dediğinin tam aksi olarak asla Allah'tan korkmazdı. Çünkü Hz. Peygamber'in kızının torunları olan Ali ailesinin büyükleri hakkında, günahsız oldukları halde uygun gördüğü kötü muamele ortadadır" diyor. Bazen Şiilerin, Sünniler ve Sünnilerin Şiiler hakkındaki yorum ve değerlendirmeleri hariç tutulursa, hiçbir lslam tarihçisinin buna benzer açık bir beyanatta bulunduğuna rastlamadık diyebiliriz. lbn Haldun'a gelince, kendisi bazı devletleri veya halifelerin durum ve hareketlerini doğru bir değerlendirme, akıl yürütme ve bir filozof gözüyle eleştirmiştir.

lslam tarihçilerinin bugünkü terbiye ve edebe göre sorgulanması gereken bir halleri de, tarihi olaylardan söz ederken kendilerinin gördüğü veya işittikleri bilgilerde, -terbiyeli bir insanın işitmekten utanıp sıkılacağı şekilde- gördükleri çirkin kelimeleri veya çirkin olayları, diğer söz veya olayları kaydettikleri gibi açıkça yazmaktan çekinmemeleriydi. Bu yüzden birçok edep ve nezaket dışı şiirler tarih kitaplarında yer almıştır. Böyle şeylere "ahmaz" (ekşilik- turşu) adını verirlerdi. O gibi kelimelerin yazılması, o dönemin gereklerinden veya o tarihlerde ayıp ve çirkin sayılmayan işlerden olduğu akla gelebilirse de, gerçek öyle değildi. Çünkü tarihçiler arasında terbiye ve edep sahibi olanlar, -özellikle lbn Hallikan- terbiyeye aykırı böyle olayları yazmaktan çekinmişlerdi. İbn Hallikan, tarihçiler arasında çirkin söz ve tanımları yazmaktan kalemini en fazla koruyan tarihçi olarak kabul edilir. Onun sözdeki terbiye ve edebe ne kadar riayet ettiğini gösteren delillerden birisi şudur. Ünlü şairlerden "Bari"' adıyla bilinen Hüseyin b. Mehmed'in hayatını yazdığı sırada, konunun yönlendirmesiyle, birinin Bari'e yazdığı bir kasideyle, Bari' tarafından ona cevap olarak yazılan diğer bir kasideden söz ederken, kasidenin yalnız ilk beytini almakta yetindikten sonra "Kasidenin içinde yer alan çirkin ve edepsizce kelimelerden dolayı aktarmaktan kaçınıyorum" değerlendirmesini yapmıştır.


Coğrafya veya Takvim-i Büldan


Yalnızca "coğrafya" kelimesi bile, bu ilmin Araplar tarafından icat olunmadığını göstermek açısından yeterlidir. Coğrafya bilimini burada belirtmemiz, tarih ilmiyle olan ilgisine ve Arapların coğrafya bilimini, yabancı dillerden Arapça'ya çevirmeden önce, İslamiyet'e has birtakım nedenlerden dolayı, yollar, ülkeler ve şehirler konusunda, yani coğrafya hakkında eserler yazmış olmalarından dolayıdır.

İnsanlar hiçbir bilim veya fenni, kendilerini zorlayan neden ve olayların baskısı olmaksızın icat edip, düzenleme yoluna gitmemişlerdir. İnsanlık, yaşam ve eylemlerinde ihtiyaçların yönlendirmesine göre hareket eder ve o yöne doğru dikkatlerini çevirirler. Bunun için "ihtiyaç keşif ve icadların anasıdır" derler. İnsanların coğrafya bilimine karşı duyduğu gereksinim, birden ve aniden ortaya çıkmamıştır. Yavaş yavaş ve zamanla insanlığın elde ettiği bilgiler, büyüme kanununa uygun olarak, toplanmış, büyümüş ve yayılmıştır. Coğrafya biliminin doğmasının nedenlerinden başlıcası, insanlarca ticaret veya fetih amacıyla yol ve geçitlerin, ülkeler arasındaki uzaklıkların bilinmesi gereğine, eskiden beri ihtiyaç olmasıdır. İnsanlar tüccarlar ve ülkeler fetheden hükümdarlar aracılığıyla, zaman içinde pratik amaçla topladıkları coğrafi bilgilerden kendi amaçları doğrultusunda yararlanmışlardır. Neticede bu yararlı bilgiler, coğrafya biliminin kurucusu olan kişilerin eline geçmiş ve onlar da eldeki bu birikimi, bölümlere ayırarak, dağınıklıktan kurtarıp, eksik olan noktaları da toplayarak özel bir bilim haline getirmişlerdir.

Bu bilimin temelini atanlar Fenikelilerdi. Fenikeliler dünyanın en eski tüccarları ve en çok yolculuk yapan toplumuydu. Bunlar, 30 küsur yüzyıldan önce, Akdeniz kıyılarını dolaşarak bazı bölgeleri sömürgeleştirmişlerdir. O dönemde Sur şehri ticaret dünyasının merkeziydi. Bütün dünya uluslarının tarım ve sanayi ürünleri, bu ticaret merkezinde toplandıktan sonra, Hindistan'a kadar her tarafa dağılırdı. Fenikeliler, Hindistan'dan fildişi, misk ve amber gibi koku çeşitlerini ve maymun vs. gibi çeşitli hayvanlar getirirlerdi. Bu malların günümüzde de Fenike ve lbrani dillerinde yaşayan isimleri, bunların gerçekte Hintçe'den alındıklarını göstermektedir. Ticaret alanındaki eylemlerine bağlı olarak, Fenikeliler birçok seyahat yapmışlar ve bu seyahatler sırasında çok sayıda ülke tanımışlar, onların durumunu öğrenmişler ve aralarındaki uzaklıklar, halklarının ahlak ve kültürleri hakkında bilgiler edinmişlerdi.

Büyük lskender 40 bin piyade ve 5 bin süvariden oluşan ordusu ile Hindistan'a kadar Asya kıtasını, karadan ve denizden hakimiyeti altına alınca, emrinde bulunan adamları Ona Asya ve daha ötesinde bulunan ülkeler ve halklar konusunda bilgi sahibi olmak istemişlerdir. Bu ülke ve uluslar hakkında kendilerine tuhaf gelen çeşitli bilgiler edinmişlerdir. Diğer yönden, Mısır'da da başka toplumlar, Habeşistan'a kadar Kızıldeniz kıyıları hakkında coğrafi bilgiler toplamakla uğraşmışlardı. Daha sonra Romalılar ve başka milletler de coğrafyayla uğraşmıştır.

Sözünü ettiğimiz nedenler sonucu elde edilen bilgiler, zamanla artarak çeşitlenmiş ve çoğalmıştır. İnsanlar bu bilgileri birbirinden kopuk ve düzensiz bir biçimde kullanıyor ve aktarıyordu. Zamanla insan düşüncesi, bunları bir arada toplama ve düzenleme gereğini görmüş ve bir bilim haline getirmiştir. Coğrafyayla ilgili bilgileri ilk toplayan ve düzenleyen kişi, M.Ö. 196 yılında ölen Yunanlı Eratestin (Eratosthene) idi. Kendisi Mısır'da yetişmiş ve coğrafyaya dair bir kitap yazmış ve Fenikeliler tarafından toplanan coğrafi bilgileri bir araya getirmiştir. Büyük lskender'in komutanları ve başkalarının da dikkatini çekmiş olan bu bilgileri söz konusu kitabında toplamıştır. Bu kişiden sonra ünlü gezginlerden Strabon, coğrafyacılardan Plinius gibi birçok bilgin yetişmiştir. Sonunda (miladi 2. yüzyıl) ortalarında, dünyanın evrenin ortasında yer alan hareketsiz bir cisim olduğuna dair kurduğu astronomi görüşü, daha sonra Kopernik tarafından çürütülen ünlü astronom Batlamyus (Ptolemee Claude) yetişmiş ve coğrafyaya dair büyük bir eser yazmıştır. Bu eserinde yerleri astronomi hesaplarıyla belirlediği gibi, matematiksel hesaplara dayanan haritalar yapmış ve coğrafi bölgeleri de o dönemdeki bilgilerin izin verdiği derecede belirlemeye çalışmıştır. Kendi zamanında sayısı 4350'ye kadar ulaşan şehirleri birer birer saydıktan başka, 200 kadar madeni ve yeryüzünde yaşayan diğer toplumları da kaydetmiştir. İslamiyet doğduğu yıllarda, Batlamyus'un bu kitabı, coğrafya konusunda müracaat edilen tek eserdi. Daha sonra Araplar Abbasiler devrinde bilim, eğitim ve öğretimle ilgili kitapları kendi dillerine tercüme etmeye başlayınca, bu kitabı da çevirmişler ve coğrafya adını vermişlerdir. Batlamyus'un astronomiyle ilgili diğer kitabını da tercüme ederek, el-Mecisti adıyla isimlendirmişlerdir. Araplar tarafından coğrafya ile ilgili olan eserlerin çoğunda sözü edilen bu iki kitap temel kaynak kabul edilmiştir.


Müslümanlarda Coğrafya


Müslümanlar, Yunanlılar veya diğer milletleri coğrafya bilimini kurma ve düzenleme zorunda bırakan ticaret ve fetihler gibi nedenlerden dolayı, Batlamyus'un kitabını görmeden önce coğrafya bilimini kurmuşlar ve düzenlemişlerdi. Araplar cihangir milletlerden oldukları için, İslamiyet’in doğuşundan kısa süre sonra, dünyanın her köşesine dağılmışlardı. Aslında Arap toplumu, özellikle de Hicaz halkı, Cahiliye Çağı'ndan beri ticaretle uğraşıyorlardı. Daha sonra ülkeleri genişledikçe, doğal olarak ticaret hacimleri de buna paralel büyümüş ve gelişmiştir.

Arapları coğrafya konusuna yönlendiren ve bunu bir bilim dalı şekline sokmalarını gerektiren başlıca üç neden şunlardır:

Birincisi, hac ibadetini yerine getirebilme düşüncesiydi. Müslümanlar, hangi bölge veya memlekette bulunurlarsa bulunsunlar, gerekli maddi şartlara sahipse, hac görevini yerine getirmek için Mekke'ye gitmek zorundadırlar. Bu onlar için dini bir görevdir. Mekke'ye kadar sağ salim ulaşabilmek ise, yolları, konak yerlerini iyi bilmeye bağlıdır.

İkincisi ilim öğrenmek uğrunda yapılan seyahatlerdir. Müslümanlar, İslam ülkesinin her köşesine dağılan büyük sahabelerden peygamberin sünnetini ve çöl Araplarından Arap dilinin inceliklerini öğrenmek için, lslam beldelerinin hemen her köşesine seyahat etmek zorunda kalmışlardır. Bu seyahatleri gerçekleştirebilmeleri de, gitmek istedikleri yer ve bölgelerin bilinmesine bağlıdır. Bu nedenle coğrafyayla ilgili, kendi kendilerine ilk yazdıkları şeyler, Müslümanların yaşadığı bölgeler ve bedevi kabilelerin konak yerlerinden oluşuyordu. Bu konularla ilgili ilk eserleri yazan kişiler, Ebu Said Asmai ve Ebu Ubeyd Sekuni gibi edebiyat ve şiir rivayetçileriydi. Daha sonra bütün İslam şehirleri hakkında coğrafi bilgileri içeren eserler yazmışlardır. Hasan b. Ahmet Hemedani'nin Ceziretü'l-Arap ve Ebu Eş'as Kindi'nin Tihame Dağları vs. bu tür eserlere örnektir.


Üçüncüsü, Müslümanların dünya genelinde egemen olduğu ülkelerin sayısı arttıkça, geniş bir coğrafyaya dağılmış olan bu toprakların fethedilme biçimine göre hükümler koymak zorunda kalmış olmalarıdır. Fey, cizye, haraç, mukataalar, musalahalar, tesvifaL ve iktaların hükümleri o ülkenin ele geçirilme veya fethedilme biçimine göre ayrı ayrı belirleniyordu. Barış yoluyla ele geçirilen bir ülkenin, zorla ve silah gücüyle ele geçirilen bir ülkeden tamamen ayrı bir muameleye tabi tutulması doğaldı. Dinsel hükümlerin ayrıntılarından sayılan bu hükümleri ve incelikleri yönetici ve hukukçuların bilmeleri gerekiyordu. Oysa bu bilgiler tarih ve coğrafyanın bilinmesine bağlıydı. Bu dönemden sonra coğrafyayla ilgili kitaplar, Arapça'ya çevrilmeye başlanmıştır. Bu eserlerden yararlanan Müslümanlar, coğrafya alanında çeşitli kitaplar yazmışlardır. Çeviri yoluyla aktardıkları bilgilere, kendi birikimlerini de ekledikten sonra, sadece duymak ve aktarmakla yetinmeyip, bizzat çeşitli deniz ve okyanuslara, dünyanın birçok bölgesine uzun yolculuklar yapmışlar, kişisel izlenimlerini ve kişisel araştırmalarıyla topladıkları bu bilgileri de kitaplarına kaydetmişlerdir. Bu çabalar sonucu Batlamyus'un birçok yanlışını da düzeltmişlerdir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, Müslümanlarda coğrafya bilimi, olgunluk dönemine ancak H. 4. yüzyılda ulaşmıştır. Söz konusu yüzyılda alimler genel tarihler yazımında gösterdikleri çabanın benzerini coğrafya alanında göstermişlerdir.

Müslümanlar arasında, coğrafya konusunda, Yunanlıların kullandığı metoda göre ilk eser yazan, Şeyh Ebu Zeyd Belhi idi. Bu bilgin, H. 4. yüzyıl başlarında yazdığı Suveru'l-ekdüm adındaki coğrafya kitabında İslam ülkelerini 20 bölgeye ayırmış ve her bölge hakkında bilgi verdikten sonra coğrafyayla ilgili de birçok şey yazmıştır. Ancak kitabını kısaltmak ve özetlemek düşüncesiyle birçok büyük ve önemli şehirlerden söz etmemiştir.

Aynı yüzyılda Kerhi adıyla bilinen, Ebu lshak Farisi-i lstahri adında İranlı bir bilgin yetişmişti. lstahri seyahatten hoşlanan birisi olduğundan, bizzat dünyanın çeşitli bölgelerini dolaşmış, birçok ülke, deniz ve şehirler hakkında araştırmalar yapmış ve elde ettiği bilgileri, Belhi'nin kitabında yer alan diğer bilgilerle birleştirerek, yeni bir kitap yazmış ve buna Mesdükü'l-Memalik adını vermiştir. Bu kitap basılmış ve yayınlanmıştır. Belhi'nin kitabı ise kaybolmuştur.


lstahri, lslam ülkelerini çeşitli bölgelere ayırma açısından Belhi'nin metodunu uygulamış ve toplam 20 bölgeye ayırmıştır. Bu bölgeler; Diyar-ı Arap'tan (Ceziretü'l-Arap) başlayarak Maveraünnehir'de (Türkistan) son bulur. lstahri, söz konusu bölgeleri ayrı ayrı açıklamanın yanında, ülkelerin sanayi, ticaretleri vs. özellikleri konusunda da bilgiler vermiştir. Yine aynı devirde lbn Havkal el-mesalik ve'l-memalik adlı kitabını yazmıştır. Bu bilgin de birçok seyahatten sonra söz konusu eserini kaleme almıştır. lbn Havkal kitabının önsözünde: "7 Ramazan, sene 331 tarihine denk gelen perşembe günü Bağdat'tan ayrılarak seyahate başladım" diyor. Yazar, bu seyahati tamamladıktan sonra, sözü edilen kitabını yazmış ve eserini birçok haritayla genişletmiş ve her lslam bölgesi için ayrı bir harita hazırladıktan başka; şehirleri, nehirleri, dağları, denizleri, adaları vs. coğrafi özellikleri resimlemiştir. lbn Havkal bu kitabında, lstahri'nin taksimini olduğu gibi kabul etmiştir. Bundan öte, birçok yerde kullandığı cümleler de hemen hemen birbirinin aynıdır.

Bu coğrafyacılardan sonra lbnü'l- Fakih Hemedani, Makdisi, Mesüdi vs. bazı bilginler, coğrafya ile ilgili başka kitaplar da yazmışlardır. Bunlardan Mesüdi, birkaç kez büyük seyahatler yaparak, Hindistan'ın en uzak sınırlarına kadar varmıştır. Bu yolculukları sırasında gördüklerini, yaptığı araştırmalarını coğrafya ve tarihle ilgili kitaplarında kaydetmiştir. Sözü edilen yazarların hepsi H. 4. yüzyıl bilginlerindendi. Bunların kitapları, haritasız olarak bu yüzyıl içinde basılmıştır. Haritalar ise tamamen kaybolmuş kitaplarda söz edilmekten başka bir izi kalmamıştır.

İlgili bölümlerde açıkladığımız gibi, İslam bilginlerince genel tarihlerle ilgili eserler yazılmaya başlandığında yukarda sözü edilen coğrafya kitapları ve belirttiğimiz diğer birkaç eserle yetinilmişti. Bu tarihten sonra genel tarih kitaplarının yanında, coğrafyayla da ilgili önemli ve oldukça kapsamlı kitaplar yazmaya gayret etmişlerdir. Daha sonra alfabetik sıraya göre, coğrafya sözlük ve ansiklopedileri oluşturulmuştur. Bunların ilki ve en ünlüsü, H. 626 yılında vefat eden Yakut-i Hamevi idi. Yakut, çocuk yaştayken Rumlardan esir edilmiş ve Bağdat'ta bir tüccar tarafından satın alınarak yetiştirilmiş ve terbiye olunmuştu. Büyüdüğünde ticaret amacı ile birçok ülkeyi bizzat dolaştıktan sonra büyük hacimli ünlü eseri, Mu'cemü'l¬ Büldan adı verilen kitabını yazmıştır. Yakut, bu eserde ülkeleri, dağları, dereleri, ovaları, köyleri ve diğer yerleşim yerlerini, yurtları, denizleri, nehirleri, heykelleri, puthaneleri ve putları anlattığı gibi, her kentten söz ettikçe, orada doğan veya oralı olan ünlüler hakkında da bilgiler vermek suretiyle, kitabına birçok biyografik bilgi de eklemiştir. Bu yüzden, Yakut-i Hamevi'nin bu önemli kitabı, hem coğrafya, hem tarih, hem de bir edebiyat sözlüğü kabul edilir. "Tarih-i Ebu'l-Fida" adı ile bilinen Kitabu'l-muhtasar fi ahvali'l-beşer adındaki genel tarih kitabının yazarı Hama emiri, Melik-i Müeyyed lmadüddin İsmail Ebu Fida'nın da coğrafyayla ilgili bir kitabı vardır. Bu sayılanlar dışında, burda belirtemediğimiz daha başka birçok eser de yazılmıştır. Bu arada, coğrafya biliminin ilerlemesine ve gelişmesine katkıda bulunan çok sayıdaki gezi kitaplarını veya seyahatnameleri de unutmamak gerekir. 



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak