22 Ekim 2023 Pazar

RUSYA TARİHİ -13

 . 


MOĞOL - TÜRK HÂKİMİYETİ DEVRİNDE RUSYA'NIN SİYASÎ, İÇTİMAÎ EKONOMİK VE KÜLTÜREL DURUMU


Boyarlar


Kiyef Rusyası devrinde, knezlerden sonra rus devleti içinde en nüfuzlu zümrenin "boyar,, lar olduğunu görmüştük. Türkçe bir  lâkap olan "boyar,, adı, asil aileden neşet eden büyük arazi sahiplerine verilirdi. Kiyef Rusyası devrinde, herbir rus knezliğinin ve şehirlerin kendi boyarları, yani aristokrat aileleri vardı. Bunlar siyasî, ekonomik hayatta nüfuz sahibi idiler, bilhassa "Veçe,, geleneğinin muhafaza edildiği eski rus şehirlerinde — başta Novgorod ve Pskov olmak üzere —  boyar'ların idareyi ellerinde tuttukları biliniyor. Buna mukabil Suzdal Rusyası'nda kurulan yeni şehirlerde, yani Moskova Knezliğinin hâkim olduğu mıntıkalarda "boyar'ların nüfuzu, knez,, in lehine olmak üzere, azaldı. XIV. - XV. yüzyıllarda, Moskova Knezliğine, başka rus knezliklerinden  birçok boyar ailesi gelip yerleştiler ve Moskova hükümdarlarının  hizmetine girdiler ; çünkü burada daha çok menfaat temin ediliyordu. Kendi malikânelerini, yani "Udel,, lerini  ellerinden çıkaran knezler de, "knez,, lâkabını muhafaza etmek şartiyle, Moskova "Büyük Knezi,, nin yanına gelerek, onun hizmetine girdiler ve, boyarlar gibi, teb'ası oldular. XIV. yüzyıldan itibaren, belki daha evvel, Altın Orda büyüklerinden bazıları da rus knezlerinin  hizmetine girmişler ve ortodoksluğu kabul ettikten sonra ruslaşmışlardı; bunlar da "rus boyar,, larının en yüksek zümresinden sayılıyorlardı. Litvanya'daki büyüklerden de, kral Gedimin neslinden bazıları Moskova'ya gelmişler ve orada yerleşmişlerdi; bunlar da, yüksek boyar tabakasına giriyorlardı. Moskova Knezliğinde,  bu suretle, Rurik neslinden türemiş knezler boyarlardan başka moğol-Türk, fin ve litav menşeli boyarlar çoktu.

Moğol-Türk menşeli boyarlardan en eskileri ve nüfuzluları: Mırza-çet (Saburovlar ve Godunovlar bunlardandı),


Glinski'ler ve belki de Şeremetev'ler v. s. idiler. Moskova'nın en eski boyar aileleri de, Fedor Koşka, Morozov, Golovin, Vel'yaminov, Şuyskiler idi. Moskova knezlerinin kuvvetlenmeleri nisbetinde, Moskova'ya boyar'ların gelmesi çoğalmıştı. Moskova knezleri bunlara malikâneler veriyorlar ve hizmetlerine alıyorlardı. Boyarların maiyetinde ve hizmetlerinde birçok kimse bulunuyordu. Bunlara "deti boyarskie,, (boyar adamları) denirdi. Askerî kıtaların bunlardan teşkil edildiği biliniyor. Boyarların adedi arttıkça, kime hangi mevkiin verilmesi meselesi ortaya çıktı. Bu defa herkesin menşeine, yani asaletine göre, hizmet vermek usûlü kondu; buna "mestniçestvo,,, yani "orun nizamı,, (yer nizamı) dendi ve 150 den fazla asil ailenin şeceresini ihtiva eden bir "şecere defteri,, (Rodoslavets) hazırlandı.



Kiyef Rusyası'nda da olduğu gibi, XII. - XV. yüzyıllar Rusyası'nın esas ahalisini köylüler teşkil ediyordu. XI. yüzyıldan sonra, güney ve batı rus mıntıkalarından Orta Volga sahasına gelen Slav - Ruslar, burada karşılaştıkları fin zümreleriyle geniş ölçüde karıştıklarını ve bunun neticesinde "Velikoruss,, (Büyükrus) kavminin meydana geldiğini söylemiştik. Antropolojik hususiyetinde fin-ugor (ve altay) vasıfları bulunan rus köylü kitlesi, işgal ettiği yerlerin icabı olarak, ötedenberi çiftçilik, avcılık ve ormancılık'la meşguldüler. XIII.-XV. yüzyıllarda rus köylülerin çoğunluğu serbest kimselerdi, kendi toprakları, ev-barkları ve hayvanları vardı. Feodal nizamın henüz tamamiyle tesis edilmediği bir deviri andıran sistem hüküm sürüyordu. Knezlerin köle olarak satın aldıkları veya uzlaşma mucibince kendi hizmetlerinde bulunan—artık serbestliğini kaybeden — "köylüler,, de çoktu; bunlara "lüdi,, (adamlar) denirdi. Kendi toprağında yaşayan ve hukukî bakımdan serbest olan köylülere ise "hıristiyan"dan bozma "krestiyane,, (tekeli: krestiyanin) denirdi. Bu isim, rus köylüsü için zamanımıza kadar gelmiştir. Yaşayış tarzları gayet iptidaî ve kültür seviyeleri çok aşağı bir basamakta idi. Knezlerin hizmetlerini gören imtiyazlı zümrenin ve toprak aristokrasisinin adedi çoğaldıkça ve nüfuzları artıkça köylülerin toprakları ve serbestileri tedricen ellerinden çıktı; köylülerin, nihayet büsbütün "serf,, lik, yani "toprağa bağlı kölelik,, durumuna getirilmeleri için lâzım gelen şartlar gerçekleşti.


Kanunlar - 1497 kanunnâmesi 


Kiyef Rusyası'ndaki kanunların eski vareg-rus örf ve adetleri ve sonraları Bizans kanunlarının tesiri ile  meydana geldiğini söylemiştik.


"Russkaya Pravda,, nın hem vareg-rus, hem de bazı yerli slav hususiyetlerini ihtiva ettiğini de görmüştük. Kiyef Rusyası'nın zaafa uğramasından sonra rus knezlerinin kanun işlerine fazla ehemmiyet vermedikleri görülüyor. "Kormçaya kniga,, adiyle maruf Bizans'ta kullanılan kilise ve sivil kanunlarının bulgarca tercümesi, ancak 1262 de metropolit Kirili tarafından Rusya'ya getirilmişti. Bu mecellenin rus hukuk hayatına tesiri büyük oldu. Bizans kanunlarından bazıları ve "Kormçaya,, dan da bazı parçalar alınmak suretiyle, "Doğruluğun ölçüleri,, (Merila Pravednago) adiyle rusça bir kanun külliyatı tanzim edildi.


III.İvan, Moskova Knezliğini büyük bir Rusya haline getirince, kanun vaz'ı işine de ehemmiyet verdi. Onun emriyle, Vladimir Gusev adlı bir diyak (kâtib), eski rus kanunlarından parçalar almak suretiyle, 1497 yılında yeni bir kanun kitabı hazırladı. Buna "III. ivan kanunnâmesi,, (Sudebnik) derler. Buna göre, devletin en yüksek hâkimi, Büyük Knez kendisi ve çocukları idi; knezin adından boyarlar ve knezin memurları mahkeme işlerine bakmakla mükelleftiler. Bazı yerlerde mahkemelere, ahaliden seçilen " en iyi adamlar „ iştirâk ettirilirdi. Mahkûm olan kimse, mühür, kâğıt masrafı ile hâkim ve yazıcıların iş haklarından başka, dava tutarının %10 nu öderdi. Eski devirden kalma birçok madde bu yeni "Kanunnâme,, de yer bulmuştu, tek'e tek mübareze bunlardan biriydi ; yenilen suçlu sayılır ve idam edilirdi; kırbaçla cezalandırmak usulü de çokça kullanılırdı; işkence de tatbik edilirdi. Gayet kısa olan bu kanunnâmede de alım-satım, borç, veraset, arazi, sınır, köleler ve köylülere ait maddeler de vardı. 1497 Rus kanunnâmesi bu devir rus hayatının örf ve âdetlerinin çok haşin olduğunu açıkça gösterir. Bu kanunnâmenin maddelerinde herhangi bir moğol tesiri aramak imkânsız görülüyor.



Rus kilisesi ruhaniler, mânastırlar


 " Moğol hâkimiyeti „ devrinde rus. kilisesi eski teşkilâtını, yalnız muhafaza etmekle kalmadı, bunu inkişaf ettirmek için fevkalâde müsait şartlar buldu. Moğol İmparatorluğunda bütün dinlerin müsamaha ile karşılandığını görmüş, din ehlinin devletçe himaye edildiklerini de söylemiştik. Aynı politikanın Altın Orda hanları tarafından Rusya'da da tatbik edildiğini görüyoruz. Rusya, moğol istilâsına uğradığı zaman, mukavemet eden şehirlerde bile piskopuslara ve ruhanilere ilişilmediği biliniyor. Rus kilisesinin başı olan Kiyef metropolitine "dokunulmazlığını,, temin eden yarlık „ verildi. Bu cinsten yedi " yarlık „ muhafaza edilmiştir. Kilise mensubini, kilise emlâki her türlü vergiden muaf tutuldu. Rus kilisesi, bu suretle, moğol "çar,, larının, yani hanlarının, himayeleri altına konulmuş oldular; rus ruhanilerinin, "hanın selâmeti için Tanrıya yalvarmak„tan başka bir mükellefiyetleri yoktu.


Kiyef Rusyası ehemmiyetini büsbütün kaybetmesinden sonra, rus metropolitliğinin önce Vladimir'e, bilâhare Moskovaya nakledilince de hanlar tarafından verilen imtiyazlar azalmadı, belki genişletildi. Saray şehrinde bile bir rus piskopusluğu tesis edildi. Saray'daki rus piskopuslarının, bazen hanların diplomatik hizmetlerini gördükleri olurdu. Bunlar Altın Orda ile Bizans İmparatorluğu arasındaki münasebetlerde istihdam edilirlerdi. Rus kilisesi, gerek Altın Orda hanlarının ve gerek rus knezlerinin himayesi sayesinde geniş arazi ve servet sahibi oldu. Daha Kiyef Rusyası devrinde başlanan manastırlar, moğol hâkimiyeti devrinde inkişaf imkânını buldular. Bir taraftan Volga'nın kuzeyindeki sahada manastırlar çoğaldığı gibi, diğer yandan, Urallar'a doğru yayılan rus kolonizasyonu ile birlikte rus manastırları da tesis edildi.


Rus kilisesi, yalnız ortodoksluğun "hakikî,, bir beşiği değil, aynı zamanda bütün rus kültürünün ve rus millî hayatının saklandığı, korunduğu ve inkişaf ettirildiği bir müessese oluverdi. Ortodoksluk hakikî bir "rus dini,, mahiyetini aldı ve rus millî şuurunun ayrılmaz bir parçası oldu. Lehistan-Litvanya ve alman şövalyelerinin, Rusya'nın batısında yaymak istedikleri Roma katolikliği "rus ortodoksluğu,, tarafından şiddetli bir mukavemetle karşılaştı. Hatta Floransa Ünyonunu (1439) müteakip, Bizans kilisesine karşı bile düşmanca bir tavır alındı. Moğol - Türklerin müslümanlığı kabullerinden sonra, rus kilisesinin telkiniyle Moğollara "pagan,, (putperest, pis-murdar) lar nazariyle bakılıyor ve Rusların, ortodoks (pravoslavnıy) olmaları hasebiyle üstün bir millet oldukları görüşü aşılanıyordu. Moskova Knezliği yükseldiği nisbette, Moskova şehrini merkez ittihaz eden rus metropolitliğinin de mevkii büyüdü. Metropolitler, knezin en yakın adamları olduklarından, knezler küçük yaşta tahta geçtikleri zaman, metropolitler devlet işlerine bakarlardı. Moskova'nın yükselmesinde rus kilisesinin de büyük bir hissesi olduğu muhakkaktır. Dimitri Donskoy, Mamay mirzaya karşı sefere çıkarken, Troitsk-Sergeyevsk manastırı baş-rahibi Sergey Radonejski'nin takdisini almıştı. Moskova metropolitleri Petr ve Iona, Moskova Devletinin yükselmesine çok gayret ettiler. Perm ve Vyatka mıntakaları, Stefan adlı bir rus misyonerinin gayretiyle hıristiyanlaştırıldı ve rus idaresine alındı. Manastırlarda vekayinâmeler, din kitapları ve tarihler yazılmakta idi; rus edebî dili, bu suretle inkişaf imkânını buldu. Rusya'nın okur ve yazar kısmı bilhassa ruhaniler ve rahiplerden ibaretti.



Ekonomik hayatı arazi ziraat, ticaret


  

  XIII ' XV. -  yüzyıllar Rusyası ekonomik hayat bakımından sönük bir manzara arzetmektedir.  Ziraate elverişli arazinin mühim bir kısmı kneze ve boyarlara aitti. Avrupa'daki "Feodalizm,, sistemine  benzer  bir  nizam  kurulmakta  idi.  Mamafih toprak sahibi olan serbest köyler de çoktu. Ahalinin esas meşguliyetini ziraat teşkil ediyordu. Bunun gayet iptidaî vasıtalar ve usullerle yapıldığı anlaşılmaktadır; en çok ekilen hububat, çavdar olsa gerektir. Rusya'da ormanların çokluğu, arıcılığın, inkişafına imkân vermişti, evvelâ vahşi arıların balını toplamakla iktifa edilmiş, sonraları arılar ehlileştirilmişti. Bal ve balmumu eskidenberi Rus ticaret eşyası arasında en mühim yer tutmakta idi. Ticaretin Kiyef Rusyası'nda İskandinavyalı Vareg-Rus'lar tarafından yapıldığını görmüştük. Sonraları yerli slav-rus tüccarları da türedi. Dnepr yolunun ticaret ehemmiyeti bittikten sonra, rus ticareti üç istikamette inkişaf etti. Novgorod'a gelen Hansa Alman tüccarlariyle alış-veriş. İdil boyunca yapılan ticaret, evvelâ Altın Orda paytahtı Saray, sonra Kazan şehirlerinde, ve bilâhara Kazan ile Nijni - Novgorod arasındaki Makar'yev manastırı panayırında; üçüncü istikamet ise: Cenevizlilerin elinde bulunan Kırım'daki Kefe ve Sudak şehirleriyle, Venediklilerin kolonileri olan Azak şehrine müteveccihti; buraları 1475 ten sonra Osmanlıların eline geçtiği zamanda, yani Türk hâkimiyetinde de rus tüccarları buralara gelmekte devam ettiler.


Rus ticaret eşyası, Kiyef Rusyası devrinin aynı idi. Kuzey mıntakalarındaki ormanlarda bulunan kıymetli kürkler birinci ehemmiyeti haizdi: samur, muhtelif cins tilki, sincap v. s. gibi kıymetli kürklerden başka balmumu, bal, içyağı, deri, tuz, keten, balık dişi ve kereste mamulâtı, rus ihracatının başlıca maddelerini teşkil ediyordu. Alman, isveç ve Danimarka tüccarları ise Rusya'ya külçe halinde gümüş, çuha, çubuk halinde altın, bakır, bıçak, iğne, çanta ve şarap getiriyorlardı; doğu ve güney memleketlerinden deri ipek, kumaşlar, sırmalı kumaş, halı, inci ve diğer kıymetli taşlar ve çini gelirdi. Demir ve silâhın Rusya'dan dışarıya çıkarılması yasaktı. Novgorod'daki Almanlar ve başka avrupalı tüccarlarla yapılan alış-veriş, uzlaşmalarla tayin ve tespit edilmişti. Kazan Hanlığının tesisinden sonra, Kazan panayırı rus tüccarları için hararetli bir alış veriş yeri oldu. Fakat Kazan Hanlığı ile Moskova'nın arası açılınca, III. Vasili, 1521 denberi, rus tüccarlarına Kazan panayırına gitmelerini yasak etti ve "Makar'yev,, panayırını kurdurdu.


XV. - Yüzyıllardaki Şehirler, Moskova şehri  


XIII. yy Şehirlerin çoğu Kiyef Rusyası ve Suzdal-Vladimir Rusyası'ndan kalan şehirlerdir. Bunların en mühimleri, Novgorod ve Pskov gibi,  mühim ticaret merkezleri veya kuvvetli knezlerin idare merkezleri idi. Moskova, Tver, Ryazan gibi rus şehirlerinden başka Novgorod'un kendi devri için büyük ve çok zengin olduğu biliniyor. 1478 den sonra burası tahrib edildi ve fakir düştü. Buna mukabil Moskova şehri büyüdü. 1520 de burada 41.500 ev bulunduğuna göre, ahalisinin 100.000 den fazla olduğu anlaşılıyor. Moskova nehrinin sağ sahilinde, Yavuza suyu ile birleştiği yerdeki "kremi,, (Kremlin) esas şehir ve hisar idi. "Kremi,, sözünün menşei pek iyi bilinmiyorsa da, "Keralen„ den (hisar), yani Türkçeden, alınmış olmalıdır. Kremi oldukça geniş bir sahayı işgal ediyordu; burada kiliseler ve knez ile adamlarının oturdukları binalar vardı. Kremlin kalın ve yüksek bir taş surla çevrildi. Kremlin'in dışındaki Moskova mahalleri dar ve eğri sokaklar, ahşaptan yapılmış evlerle dolu idi. Metropolit ve boyarlar Kremlin içinde yaşarlardı. Moskova'nın büyük çarşısı olan "Gostinni Dvor,, (Misafirler avlusu, bugünkü Kitay-gorod) da taştan bir surla kuşatılmıştı. Gerek Kremlin'deki binalarda ve gerek Moskova'nın diğer yapılarında, moğol (şark) mimarisinin bazı izleri görülmektedir; bunun bilhassa XVI. yüzyılda arttığı biliniyor. Bu suretle, 1147 de ilk defa adı geçen Moskova şehri 300 yıl içinde küçük bir "hisar,, dan, Rusya'nın en büyük şehri mevkiine yükseldiğini görüyoruz.


Moğol - Türk hâkimiyetinin Ruslar üzerindeki tesiri


Rusya'da 250 yıl kadar süren "moğol - Türk hâkimiyeti,, nin, ister istemez rus tarihine tesir yapacağı aşikârdır; bunun en büyük izlerini siyasî sahada görüyoruz. Moğol istilâsına tekaddüm eden bir zamanda olduğu gibi, XIII.-XIV. yüzyıllarda rus yurdunun ayrı knezliklere bölündüğünü ve tam bir siyasî anarşi içinde olduğunu görmüştük. Halbuki, rus knezlerinin önünde gayet muntazam teşkilâtlı ve birlik arzeden büyük bir Moğol İmparatorluğu ve sonraları Altın Orda devleti vardı. Gerek Moğol İmparatorluğunda ve gerek Altın Orda'da "devamlı bir devlet,, fikri inkişaf edememekle beraber, hanların hâkimiyeti muayyen ve meşru prensiplere dayanıyordu. Vakıa, hanların çoğu ancak şahsî menfaatlerini gözetiyorlar ve hâkimiyetleri altında bulundurdukları memleketleri daima elde tutmak için esaslı tedbirler almış değillerdi. Fakat, buna rağmen, Rusya'nın idaresinde bazı prensipler ve sistem tatbik edilmekte idi; bu prensip ve sistemin, evvelki rus knezliklerinde bilinmediği malûmdur ; fakat bu "sistem,, de uzak hesaplı bir politika görülmemektedir. Altın Orda Hanlığı zayıflamağa başlayınca, "hanlar tarafından tatbik edilen rus politikasının muayyen bir prensibe dayandığını,, iddia etmek için kâfi derecede delillere malik değiliz; bilâkis "bir prensipsizlik„ten bahsetmek mümkün gibi görünüyor. Hanlar, karıları, mirzalar -kendilerine en çok menfaat temin eden rus knezini veya itimat telkin etmesini bileni, "Büyük Knez,, yaptıkları biliniyor. Moskova knezleri bütün diğer rus knezlerinden daha mahir ve daha kurnaz davranmalariyle - Altın Orda hanlarını elde edebildiler. Gitgide Moskova knezleri, hanların Rus yurdundaki "vekilleri,, rolünü oynamağa başladılar ve rus yurdunda, hanların menfaatlerini temin yolunda hiçbir vasıtadan geri durmadılar. Bunun karşılığı olarak Altın Orda hanları da, Moskova knezlerini boyuna kuvvetlendirdiler. Moskova arazisinin genişlemesine göz yumdular. Moskova knezlerinin yükselmeleri, doğrudan doğruya, Atın Orda'nın uzağı göremeyen hanlarının eseridir; hanlar, kendi menfaatlerini daha iyi koruyacakları zanniyle, Moskova knezlerini yükselttiler ve kuvvetlendirdiler.


1240 ile 1430 yılları arasında 130 rus knezinin "Orda,, ya, yani hanların ordugâhlarına, gittikleri biliniyor: bunlardan birçoğu hanların ordugâhında yıllarca kalıyordu. Orda'yı ziyaretleri esnasında "hanın,, nasıl mutlak bir hükümdar olduğunu yakından görüyorlardı; zaten "han,, rus tabiriyle "çar,, idi. Rus tarihinde "çar,, adı ilk önce Altın Orda hanlarına verilen bir isimdir. Hakikî hükümdar örneği işte bu Altın Orda hanlarıdır. Moğol hanlarının, moğol büyüklerinin rus yurdundan alıp getirdikleri rus kızlarından sarfı nazar, rus knezleri de moğol kızlariyie evleniyorlardı. Moskova knezi Yuri Daniloviç'in karısı Özbek hanın kızkardeşi idi. Nijni Novgorod ve Yaroslavl knezlerinin karıları da moğol mirzaları kızları idi. Rus boyarlarından birçoğunun da moğol kızlariyle evlendikleri anlaşılıyor. Bu suretle Rusların yüksek tabakası "tatarlaşmakta,, idi. "Tatarlaşma,, hareketinde en mühim cihet te: Altın Orda'dan ve sonraki Kasım, Kazan ve Kırım Hanlıklarından birçok "moğol-Türk,, büyüğünün rus knezleri hizmetine girerek, ortodoksluğu kabul ve ruslaşmaları olmuştur. Rus tarihinde mühim rol oynayan 130 boyar ailesinin "tatar,, (Türk) menşeli olduğu malûmdur. Bunlardan bazılarını naklediyoruz-. Glinski, Godunov, Golovin, Lopuchin, Narışkın, Apraksin, Saburov, Turgenev, Uvarov, Urusov, Yuşkov ve Stroganov'lar. Bu moğol mirzaları, Moskova Knezliğine, kendileriyle birlikte "Moğol-Türk devlet teşkilâtı,, sistemini de getirmişler ve Moskova Knezliğinde bu sistemin tatbikinde rol oynamışlardır. Moğol mirzaları, kanlarında olan "teşkilâtçılık,, kabiliyeti ve "enerji„yi rus devletinin büyümesi işinde sarfetmişler ve Büyük Rusya'nın kurulmasında mühim rol oynamışlardır. Moskova knezlerinin yaptıkları harplerde — Kasım Hanlığının moğol (Türk) kıtalarının ifa ettikleri hizmetleri hatırlarsak — Moskova Knezliğini ve dolayısiyle Rusya'nın büyümesi ve kurulmasında, fütuhatında "Türk,, lerin oynadıkları rol inkâr edilemez. Bu suretle Moskova Knezliğindeki "devlet fikri,,, devlet idare şekli ve bilhassa knezlerin hükümdarlık telâkkilerine, moğol-Türk hanlarının, moğol-Türk sisteminin tesiri büyüktür. Bununla, Moskova Rusyası'nın, bir " Moğol - Türk „ devleti teşkilâtına malik olduğu hatıra gelmesin. Moskova devleti, Kiyef Rusyası'ndan kalan birçok müesseseyi yeni şartlara göre tanzim etmişti; devlet idaresinde yerli slav-rus hususiyetleriyle birlikte Bizans tesiri de çoktu; fakat bunlara bir de mühim nisbette "moğol-Türk,, tesiri de katılmış oldu. Rusya'daki "moğol-Türk hâkimiyeti,, Kremlin'de yeni tip bir devlet idaresi ve yeni tip bir hükümdar nesli yetiştirdi; bu hal, rus ahalisinin de siyasî durumu ve siyasî telâkkisi üzerine tesir yapmaktan geri kalmadı.




"Moğol-Türk hâkimiyeti,, nin en mühim tesirleri, iktisadî ve malî sahada görüldü. Rusya'da ilk defa olmak üzere "vergi,, ve "para,, sistemi düzene kondu. İstilâdan önce knezler, ancak köylü ahaliden vergi alırlardı. Şehirler bundan muaf tutulurlardı. Halbuki Moğollar her iki zümre arasında fark yapmadılar. Herkes vergiye tabi tutuldu. Rusya'da tatbik edilen vergi sisteminin izleri zamanımıza kadar gelmiştir. Rusca'daki " tamojnya,, (gümrük) ve "damga,, sözleri bunu gösterir; para'nın karşılığı rusca-"den'ga„, moğolca (Türkçe) "tenke„den (tanga) alındı. Moskova Knezliğindeki, ve sonraları Rusya'daki vergi sisteminin tamamiyle moğol teşkilâtının devamı olduğu bilinmektedir. Posta ve ulak teşkilâtının da Rusya'ya Moğollar tarafından getirildiği biliniyor: Rusca'daki "yamşçik,, (yam'cı, arabacı) sözü bunu gösterir. Ticaret sahasında Moğollardan ve doğudan gelen sözlere rusçada çok tesadüf edilmesi, bu hususta moğol-Türk tesirinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermeğe yeter. Ticaret eşyası manasına gelen "tovar,, sözü-Türkçedeki "davar,, dan gelir; bunun, moğol istilâsından önce Ruslara girmiş olması da muhtemeldir. Bundan başka doğu memleketlerinden gelen ticaret eşyası (kumaş, deri mamulâtı v. s.) arasında birçoğunun adı Türkçe, daha doğrusu doğu memleketlerinde kullanılan sözlerdir. Türkler vasıtasiyle "at„ ve "araba,, yı daha geniş ölçüde kullanmayı öğrenen Ruslar, bunların isimlerini de Türklerden almışlardır: "iğdiş,, manasına gelen "alaşa at„ sözü rusça'ya umumiyetle "at„ anlamında olmak üzere "loşad',, diye girmiştir.


Giyim hususunda, bilhassa rus yüksek tabakası olmak üzere, Türk tesirinin kuvvetli olduğunu görüyoruz. Knezlerin ve boyarların elbiseleri Türk (tatar) mirzalarınkine benzerdi; sırmalı, işlemeli, çok renkli, geniş ve uzun elbiseler, "kaftan „ , "kalpak,,, "kuşak,,, "başlık,,, "başmak,, gibi ruscaya giren sözler bunu açıkça gösterir.


Moğol - Türk hâkimiyetinin Rusya için en mühim tesiri: Altın Orda hanlarının bilerek veya bilmeyerek müdahaleleri ve şuursuz politikaları sayesinde, Rusya'da Moskova etrafında toplanan, merkeziyetçi ve kuvvetli bir devletin meydana gelmesi olmuştur. Moğol-Türkler, rus ahalinin diline, dinlerine ve kanunlarına dokunmadılar; rus kiliselerine imtiyazlar verilmekle, rus kültürünü muhafaza eden en mühim müesseseye inkişaf imkânı verildi; istilâ zamanı müstesna, rus ahalisi ve rus büyüklerine karşı sistemli bir şekilde (sonraları Moskova knezlerinin Türk illerinde yaptıkları gibi) imha siyaseti takip edilmedi. Moğol hanları, Moskova knezlerini, adetâ kendi vekilleri bildiler ve ona hükümranlık hususunda örnek olarak, Moskova Knezinin "mutlak,, ve "müstebit,, bir hükümdar olmasına yardım ettiler.


Rusya'daki moğol - Türk hâkimiyetinin Rusya'nın dış siyaseti bakımından da ehemmiyeti büyüktür. Rusya, Altın Orda'nın hâkimiyeti sayesinde, birçok defa, batı komşularından kendini koruyabildi. Litvanyalı'ların ve alman şövalyelerinin daha fazla rus arazisine giremeyişlerinde, moğol - Türk korkusu da mühim rol oynamıştır; hele Kırım hanlarının Moskova'ya fiilî ve diplomatik yardımları, Rusya'nın, kendini Litvanya - Lehistan devleti karşısında durabilmesini sağlamış ve Osmanlı İmparatorluğu ile münasebet temin etmiştir.


Moskova knezlerinin saraylarında, yaşayış ve düşünüş tarzlarında moğol hanlarını taklit ettikleri görülüyor. Askerlik, vergi, avcılık ve elçilik seremonilerinde ve birçok diğer hususta moğol-Türk müesseseleri örnek tutulduğu da muhakkaktır. Altın Orda yıkılıp, hakikî "han,, lar ortadan kalktıktan sonradır, ki Moskova knezleri hem kendi telâkkilerine göre, hem de rus ahalisi nazarında hakikî "çar,, olan Altın Orda hanlarının makamlarına geçmek ve kendilerini "çar,, tanıtmak davasına giriştiler. Onların bu yoldaki arzuları, o sıralarda Moskova'nın bazı muhitlerinde teşekkül eden yeni bir nazariye ile kuvvet buluyordu; bu nazariye : "Moskova — Üçüncü Roma,, görüşü idi.




Moskova knezlerinin "mutlak,, hükümdarlık prensipleri ve "Moskova-Üçüncü Roma,, nazariyesi


Moskova Knezliğinin tedricen yükselerek, bütün rus knezlikleri arasında en büyüğü ve kuvvetlisi olması; "Moğol - Türk hâkimiyeti,, nden sıyrılarak müstakil bir devlet derecesine çıktıktan sonra, Moskova knezlerinin hükümranlık telâkkilerinde de bir değişiklik hasıl oldu. III. İvan ve III. Vasili, artık bir "Udel,, (yurt) knezleri değillerdi; bunlar, büyük bir devletin başı idiler. Bütün rus yurdu onların hâkimiyetini tanımıştı; "bütün rus yurdu,, mefhumunun ötedenberi rus edebiyatında ve an'anesinde mevcut olduğunu görmüştük. Ortodoks dinine mensup rus camiası arasında bu "birlik,,, yani "millî rus birliği,, fikri şuursuz olsa dahi yaşamakta devam etmişti.


III.İvan, evvelâ bütün rus knezliklerini birleştirip, rus olmayan kavimler ve devletlerle temasa ve mücadeleye başlayınca, Ruslar arasında "birlik fikri,, , aynı rus zümresinden oldukları şuuru büsbütün arttı. "Ortodoks,, (pravoSlavnıy) olmaları hasebiyle Ruslar, bütün komşularından farklı bir camia teşkil ediyorlardı ; rus ahalisinin aynı dinde ve aynı coğrafî ve tarihî şartlar içinde bulunmaları "rus milliyeti his ve şuurunun,, teşekkülüne, kuvvetlenmesine imkân verdi. III. İvan ve III. Vasili, durumdan mükemmel bir şekilde faydalanmasını bildiler. Her iki knez de, kendilerini alelâde bir rus knezi değil, "rus yurdunun,, , "rus milliyeti,, nin knezi, hükümdarı ve başı olduklarının farkına varmışlar ve bu şuurun telkiniyle, eski sade tavırlarını, basit adabı muaşeret ve teşrifat usullerini kaldırarak, yeni tip bir knez. "mutlak ve müstebit,, bir hükümdar oldular. Bu hususta kendilerine, moğol hanlarının mükemmel bir örnek teşkil ettiklerini söylemiştik. Diğer taraftan, III. İvan'ın "Bizans prensesi,, Sofya Paleolog ile evlenmesi, Moskova knezlerinin hâkimiyet hakları ve telâkkilerinde yeni bir ideolojinin meydana gelmesinde de hissesi oldu.


Papalığın tavassutu ile, Sofya (Zoya) Paleolog, III. İvan'la evlendikten sonra, Moskova'ya italya'dan birçok Rumun geldiğini söylemiştik. Gerek Papanın ve gerek Sofya'nın adamları olan bu Rumlar (ve bazı İtalyanlar) Moskova knezine: kendisinin "Bizans imparatorlarının halefi olduğunu,, telkine başladılar; İvan bu görüşü benimsedi. Moskova yüksek muhitlerinde ve bilhassa ruhanî mahfillerinde bu telâkki yayıldı. Bu defa, Moskova knezinin — İstanbul'un Türkler tarafından zaptından sonra — hâmisiz kalan "Ortodoksluğun,, da en yüksek hâmisi olduğu nazariyesini ortaya koydular. Bununla, "Moskova - Üçüncü Roma,, nazariyesi meydana geldi. Bu ideoloji, Pskov manastırlarından birinde rahib olan Filofey adlı biri tarafından işlendi ve yazılı olarak III. Vasili'ye sunuldu. Bu görüş şöyle formüle edilmişti: Evvelce dünya hâkimiyetinin merkezi Roma idi; sonra Yeni Roma (yani İstanbul) oldu. Her iki Roma da düştü. Halbuki Üçüncü Roma ayaktadır, o da, Moskova'dır. Hıristiyanlıktaki "mukaddes üçlük,, hükmünce, Dördüncü Roma olmayacaktır; şu halde Moskova, dünya hâkimiyetinin yeni merkezidir. Bu nazariyeye göre Moskova hükümdarları, Bizans imparatorlarının halefleri ve ortodoksluğun yüksek hâmileridir. Ortodoksluk, yegâne doğru din ve görüş olmakla, Moskova yer yüzündeki doğruluğun ve hâkimiyetin merkezidir. Bununla Moskova rus hükümdarının hâkimiyet prensiplerine ve "dünyaya hâkim,, olmak arzularına muayyen bir istikamet ve tarihî bir hak verilmiş gibiydi. Moskova Rusyası'nın bu defa Bizans İmparatorluğunun halefi ve varisi olduğu görüşü kurulunca yeni bir prensip, "Moskova - Üçüncü Roma,, nazariyesi, Moskova hükümdarları ve onların halefleri nezdinde "bir devlet prensibi,, mahiyetini aldı; Rusya'nın ulaşması lâzım gelen amaç, ve "tarih karşısında ifa etmesi lâzım gelen ve mukadder olan vazifesi,, evvelden tayin ve tesbit edilmiş oldu.



Moskova knezlerinin böyle yüksek bir mevkie çıkarılmalarına müvazi olarak, bu knezlerin menşelerinin icabı hükümdarlık mansabına getirildikleri görüşü de ortaya kondu. Bu maksatla Moskova knezlerinin çok eski bir hükümdar ailesine mensup oldukları efsanesi uyduruldu. Rus yurdunun, havarilerden Andrey tarafından takdis edilmiş olduğu, Rusya'da hakikî ve doğru dinin yapılacağının Andrey'in evvelden tebşir ettiği efsanesi de uyduruldu. Bizans imparatoru Konstantin Monomach'ın rus knezlerine hükümranlık alâmetleri ve "taç" (Monomach'ın şapkası) vermiş olduğu ileri sürüldü. Rus knezlerinin ilk ceddi sayılan Rurik'in Roma İmparatoru Augustus'un biraderi Prus'tan neş'et ettiği efsanesi de tanzim edildi. Elhasıl Moskova knezlerinin Bizans imparatorlarının halefleri oldukları ve günün birinde İstanbul'un Ruslar tarafından alınacağı iddia edilmeğe başlandı. III. ivan, Rusya'nın, Bizans varisi olacağını göstermek maksadiyle, Bizans Devletinin arması olan "çift başlı kartal,,ı Rusya'nın arması olarak kabul etti.


 


RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

Sille Barajı / Konya

 


21 Ekim 2023 Cumartesi

Göbeklitepe / Şanlı Urfa

 


İslamda Evlenme Akdi ve Hukukî Sonuçları

 



EVLENME AKDİNİN UNSURLARI ve ŞARTLARI



A - EVLENME AKDİNİN UNSURLARI (İn'ikâd Şartları)


Bir evlenme akdinin kurulabilmesi ya da varlık kazanabilmesi için bazı unsurların mevcut olması gerekmektedir. Bu kurucu unsurlara "in'ikâd şartları" denmektedir.



1- Taraflar (Evlenme Ehliyeti, Velinin Rızası ve Evlilikte Vekâlet)


Evlenme akdinin en önemli unsurunu taraflar yani evlenecek kişiler ve bunların veli ya da vekilleri oluşturmaktadır.

Evlenebilme ehliyetine sahip ve evlenmelerinde herhangi bir engel bulunmayan herkes evlilikte taraf olabilir. Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve onayına ihtiyaç olmadan evlenebilme ehliyeti demektir. Bunun için akıl ve ruh sağlığı yanında baliğ olmak şartı aranır. Küçükler, bunaklar gibi bu iki şarta sahip olmayanlar, hukuk nazarında eda/fiil ehliyeti açısından eksik sayıldıklarından kendi başlarına evlenemezler, ancak velilerinin izni ile böyle bir tasarrufta bulunabilirler. Akıl hastaları da eğer kendileri için evlilik zarurî ise ancak hakimin izni ve velilerinin evlendirmesi ile evlenebileceklerdir.


Hanefîler dışında diğer üç mezhep, yetişkin (bulûğa ermiş) kızların da ancak velileri vasıtasıyla evlenebileceklerini söylerken; Hanefîler, yetişkinlerin veliye danışmadan da kendi başlarına nikâh akdinde taraf olabileceklerini kabul etmiştir. Yetişkin sayılmada alt yaş sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12; üst sınır ise her iki cinste de 15'tir. Ebu Hanîfe üst sınırın kızlarda 17, erkeklerde 18 yaş olduğunu söylemiştir.


İlk bakışta insan şahsiyetine ve onun tasarruf hürriyetine önem verir gibi görünen Hanefî içtihadı, toplumların büyümesi ve bozulması sonucunda bazı sakıncalı sonuçları da beraberinde getirmiştir. Duygusal yönelişlerle özellikle kızlar, tedbirsiz davranarak kendilerine ve ailelerine zarar verecek evlilikler yaptıkları için bunun kontrol altına alınması gerekmiştir. Bu sebeple olsa gerek 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi şu düzenlemeyi yapmıştır: “Evlenme ehliyeti için erkeklerin 18, kızların 17 yaşını bitirmeleri şarttır”. Evlenme ehliyetine sahip erkekler diledikleri gibi evlenebilirler. Fakat kızlar için hakim, durumu velisine bildirip bir itirazı olup olmadığını sorar. Veli itiraz etmez ya da yaptığı itiraz yerinde bulunmazsa hakim, tarafları evlendirir.


Hanefî mezhebine göre bulûğ çağına gelmiş bir kızı, kendi rızası olmadıkça hiç kimse zorla evlendiremez. Kızın razı olmadığı evlilik akdi hükümsüzdür."...Rızası alınmadan bekar kız evlendirilemez..." hadisi bunu açıkça ortaya koymaktadır.


Modern hukukun aksine İslâm hukuku, evlenmede vekaleti kabul etmiştir. Vekalet, bizzat nikâh akdi yapabilme ehliyetine sahip olan kişilerin, bu yetkilerini bir vekil vasıtasıyla kullanabilmeleridir. Hem erkek hem de kadın vekalet verdikleri birer vekil aracılığıyla evlenebilirler. Hatta iki taraf da aynı kişiye vakelet vererek o kişinin iki tarafı da temsil etmesini sağlayabilirler. Vekilin akdettiği evlenme, tıpkı taraflar yapmış gibi hüküm doğurur.

 


2- Evlenme Engellerinin Bulunmaması


Tarafların bulunması, bir evlilik akdinin kurulabilmesi için yeterli sayılmamakta, bunun yanında birbirleriyle evlenmelerine mani bir engelin bulunmaması da gerekmektedir. Kimlerle evlenilemeyeceği, bir başka ifadeyle hangi özelliklerin evlenme engeli sayılacağı Kur'ân ve Sünnet tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır:


"Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin! Geçmişte olanlar artık geçmiştir. Çünkü bu bir fuhuş ve iğrenç bir şeydi, ne kötü yoldu." "Sizlere analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, kızkardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz hanımlarınızdan olup yanınızda kalan üvey kızlarınız -ki onlarla (anneleriyle) gerdeğe girmemişseniz size bir engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar artık geçmiştir Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder." "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı..." "Allah'a eş koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin..." "Mü'min kadınlar inkarcılara helâl değildir, o inkarcı erkekler de bu mü'min kadınlara helâl değildir.." "Kan hısımlığından haram olanlar süt yönüyle de haram olurlar."


Bu naslara göre evlenme engelleri şu şekilde sınıflandırılabilir:


a- Devamlı Evlenme Engelleri


Hiçbir durumda ortadan kalkmayan bu çeşit evlenme engelleri Kur'ân'ın açıkladığı şekilde üç gruptur:


Doğumdan meydana gelen kan hısımlığı. Bu gruba giren engeller şu dört derecede kendisini gösterir:

- Usûl: Ana, nine, baba, dede.

- Furû':  Oğul, kız ve bunların çocukları (torunlar).

Ana-babanın furu u ve bunların çocukları: Kardeşler ve kardeş çocukları (yeğenler).

Dede-ninenin fürû' u: Amca-hala, dayı-teyze. Bunların çocuklarına gelince, onlar ikinci derecede oldukları için evlenme engeline dahil olmazlar.


Evlenme sebebiyle meydana gelen hısımlık. Aralarında evlenmeden doğan hısımlık (karâbet-i musâhera) bulunan şu dört grupla, bu hısımlık ölüm veya boşanma ile sona ermediği için ebediyyen evlenilemez:


Usûlün eşleri: Baba veya dedenin hanımları yani üvey anne ve nineler.

Furu un eşleri: Çocuk veya torunların eşleri yani gelinler.

Hanımın usûlü: Yani kayınvalide ve nineler.

Hanımın fürû'u:  Yani üvey kızlar.


İlk üç grupta evliliğin yasak hale gelmesi için sadece nikâh akdinin yapılmış olması yeterli iken son grupta nikâhın yanında cinsel birleşmenin varlığı da şarttır. Daha açık bir ifadeyle nikâhtan sonra hanımla cinsel birleşme olmadan boşanma sözkonusu olmuşsa, o hanımın başka erkekten olma kızı ile evlenmek mümkündür. Fakat hanımla cinsel birleşme olursa artık üvey kızlarla hiçbir şekilde evlenilemez.


cc. Süt emzirmeden doğan hısımlık. ''...Sizi emziren süt anneleriniz ve süt kardeşleriniz size haram kılındı...' âyeti ile süt emzirmenin ve emmenin bir evlilik engeli olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) daha genel bir ifade ile sütten dolayı kimlerle evlenmenin haram olacağını şöyle formülleştirmiştir: "Kan hısmılığından (nesepten) haram olanlar süt hısımlığından da (radâ') haram olurlar."


Zikri geçen hadisteki formülü açacak olursak sütten dolayı evlenme engeline giren hısımları şöyle belirleyebiliriz: Süt emen çocuğu süt emziren kadının öz çocuğu gibi kabul ettiğimizde, öz çocuk o aileden kimlerle evlenemezse süt emen çocuk da aynı kişilerle evlenemez. Süt anne, süt kardeş, süt hala, süt teyze... gibi.


Çoğunluğa göre emilen süt miktarının haram kılmada bir önemi yok iken İmam Şafiî (v. 204/820) aralıklı olarak beş defa üstelik doyuracak nitelikte tekrarlanmayan emzirmelerin haram kılmayacağını söylemiştir. Hadis kaynaklarında yer alan Hz. Aişe kaynaklı bazı haberler Şafiî içtihadını desteklemektedir.


Yine İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre süt hısmılığının oluşabilmesi için emmenin ilk iki yaş içinde gerçekleşmesi gerekmektedir.


b.  Geçici Evlenme Engelleri


Bu türdeki evlenme engelleri belirli hallerde ortadan kalkabilir ve dolayısıyla daha önce evlenemeyen taraflar evlenebilir hale gelebilirler. Şu altı şekil bu tip evlenme engellerini göstermektedir.


aa. Din farkı. Müslüman erkek veya kadın, müşriklerle evlenemezler. Müşrik, Allah'tan başka sahte ilahlara tapan, O'na ortak koşan demektir. Müslüman bir kadın ehl-i kitap olan gayri müslimlerle de evlenemez. Fakat bir müslüman erkek, ehl-i kitap bir kadınla evlenebilir. Çünkü ailenin reisi baba olacağından İslâmın üstünlüğü ve doğacak çocukların geleceği teminat altına alınmış olur.


Din farkı geçici bir engeldir. Eğer yukarıdaki ihtimallerde, müslüman olmayanlar İslâmı kabul edecek olurlarsa engel de ortadan kalkar.


bb. Üç kere boşanma. Hanımıyla üç kere boşanan bir erkek artık onunla evlenemez. Ancak o kadın bir başkasıyla normal bir evlilik yapıp tekrar boşanır ya da ikinci kocası ölürse o zaman ilk kocasıyla tekrar evlenebilir.


cc. îddete bağlı evlenme engeli: Evliliğin boşanma, ölüm veya fesih sebeplerinden biri ile sona ermesi halinde kadın belli bir süre iddet bekleyecektir. îşte bu bekleme süresinde kadın geçici olarak evlenemeyecektir.


dd.  Çok eşliliğe bağlı evlenme engeli: İslâm aynı anda en fazla dört hanımla evli olmayı caiz saydığından beşinci hanımla evlenilemez.


ee.  Kadının başkasıyla evli olması: Bir kadının aynı anda birden fazla erkekle evlenmesi haram olduğundan evli bir kadınla nikâh yapılamaz. Kadın mevcut kocası tarafından boşanmadıkça ya da kocası ölmedikçe bir başkasıyla evlenemez.


ff.  Zevcenin hısımı olma: Birden fazla evlilikte sözkonusu olan bu engel, aynı anda iki hısımın bir nikâh altında buluşamayacağı anlamına gelmektedir. İki kızkardeşle birden evlenmek gibi. Kadınlar arasında hangi derecedeki hısımlığın evlenmeye engel olacağı hususundaki ölçü şudur: Evlenilmek istenilen kadınlardan birisi erkek olarak varsayıldığında diğeri ile evlenmesi yasak ise onların ikisini bir nikâh altında birleştirmek de yasaktır.


3 - Evliliğe Dönük İrade Beyanı ve Şartları


Evlilik akdinin üçüncü unsuru, tarafların evliliğe dönük rızalarının göstergesi olan irade beyanlarıdır. Evlenmenin meydana gelebilmesi için evlenecek olan şahısların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun bir tarzda beyan etmeleri gerekir. Bu beyan sözlü olabildiği gibi yazılı da olabilir.

İslâm hukukçularının îcâb (ilk teklif) ve kabul (ilk teklife cevaben onay ya da red) ismini verdikleri irade beyanı vekiller aracılığıyla da olabilir.


Beyanın geçerli olabilmesi için şu şartlar aranmaktadır:


a) İcab ve kabul beyanları taraflarca işitilecek ya da anlaşılacak tarzda açıklanmalıdır ve araya fasıla girmeden birbirini takip etmelidir.

b) İrade beyanında kullanılan ifadeler, yapılan işin bir evlenme akdi olduğunu kesin ve açık bir şekilde göstermelidir. Örfün açıklık kazandırdığı ifadeler de kesin ve açık sayılır.


c) İcâb ve kabul beyanları, geciktirici bir şarta bağlı olmamalıdır. Yani sonuçlarını hemen doğurmaya hazır olmalı, bu iş ileriki bir zamana bağlanmamalıdır.


İrade beyanı sırasında taraflar, akdin ruhuna uygun ve evlilik düzenine aykırı olmayan birtakım kayıtlandırıcı şartlar da ileri sürebilirler. Meselâ kocanın ikinci bir eş almaması şartıyla veya kocanın ayrı bir ev açması şartıyla nikâha evet demek gibi. İslâm hukukçuları içinde özellikle Hanbelîlerin kabul ettiği bu görüş Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi tarafından da benimsenerek kanunlaştırılmıştır.

 


B - EVLENME AKDİNİN GEÇERLİLİK (Sıhhat) ŞARTLARI


Evlenme akdinin hukukî sonuçlarının tam olarak doğurabilmesi için yukarıda sayılan unsurların varlığı yanında bazı sıhhat şartlarının da bulunması gerekmektedir. Aşağıda sıralayacağımız iki sıhhat şartından birisinin yokluğu halinde akit fasit olarak doğar.


1- Şahitlerin Bulunması


Evliliği zinadan ayıran ölçü, akde bağlı açıklıktır. Evlilik açık ve alenî, zina ise gizli ve kapalıdır. Evliliğin açıklığı da şahitler ile sağlanır.


Buna göre nikâh akdi, akıl ve ruh sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş ve müslüman olan iki erkek şahitin veya bir erkek, iki kadın şahitin huzurunda yapılmalıdır. Yapılan bu akdin açıklığını tam olarak temin edebilmek için günümüzde ilanın da büyük önemi bulunmaktadır. Bir evlilik akdinde sadece iki şahitle yetinilip etrafa duyurulmaması, geniş toplumlarda nikâhın varlığının isbatını da güçleştirmektedir. Bu sebeple olsa gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), "Veli ve iki adaletli şahit olmadıkça nikâh olmaz.”) buyurarak şahitin varlığına, "Nikâhı ilan edip duyurun..." sözleriyle de ilanın gerekliliğine işaret etmiştir. Akdin resmî kayıtlara geçirilmesi de bir tür ilan sayılacaktır.



2- Evlilikte Rıza ve İhtiyarın Bulunması


Hanefî mezhebi dışındaki çoğunluk İslâm hukukçuları, ikrah ve cebir altında (zorla) yapılan nikâh akdinin geçerli olmayacağını söylemişlerdir.


Evlilik herhangi bir akit olmanın ötesinde anlamlar taşıdığı, hayat boyu huzurlu bir birliktelik arzu edildiği için taraflar kendi rıza ve seçimleriyle karar vermelidirler. Hz. Aişe'nin (r.a.) bildirdiği şu haber bunun önemini vurgulamaktadır:


"Ensar dan Hızâm kızı Hansa, Hz. Aişe'ye gelip 'Babam aile şerefini artırmak için beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi. Oysa ben bu evliliği istemiyorum' dedi. Hz. Aişe ona Allah Rasulü gelinceye kadar beklemesini söyledi. Nebi (s.a.s.) gelince Aişe durumu kendisine anlattı. O da kızın babasını çağırdı ve onun yanında kadına tercih hakkı verdi. Bunun üzerine kadın, 'Ya Rasulallah! Ben babamın akdettiği nikâhı kabul ettim. Fakat böyle davranmakla, kadınlara, babalarının evlilikte böyle bir yetkilerinin bulunmadığını bildirmek istedim' dedi.


Nitekim Hukuk-ı Aile Kararnamesi de "İkrah ile vuku bulan nikâh fasittir" hükmünü koyarak evlilikte rıza ve ihtiyarın bulunmasını bir sıhhat şartı olarak tanımıştır.



C - EVLENME AKDİNİN YÜRÜRLÜK (Nefâz) ŞARTLARI


Kuruluş (in'ikâd) ve geçerlilik (sıhhat) şartlarını taşıdığı için hukuken varlık kazanan bir evlilik akdi, bazen birtakım eksikliklerden dolayı yürürlüğe girmeyebilir. İşte akdin yürürlük kazanabilmesi için gerekli şartlara nefâz şartları denmektedir.


Tarafların veya velilerinin onaylarının alınmasının gerekli olduğu durumlarda bu onay alınmamışsa akit yürürlüğe girmez, askıda/mevkûf kalır. Şu halde onayın alınması bir nefâz şartıdır.


Yakın veli varken uzak velinin evlendirmesi halinde de akit yürürlüğe girmez. Bu işte asıl yetkili kişi, yakın veli olduğundan onun onay vermesi bir nefâz şartıdır.


D - EVLENME AKDİNİN BAĞLAYICILIK (Lüzum) ŞARTI ve EŞLER ARASINDA DENKLİK (Kefâet) MESELESİ


Bulunmadığı takdirde evlenme akdinin feshini gerektiren şartlara bağlayıcılık/lüzum şartı denmektedir. Evlenme akdi tabiatı gereği esasen bağlayıcı/lâzım bir akittir, yani tek taraflı olarak bozulamaz. Bununla beraber İslâm hukuku, bazı durumlarda akdin lâzım olmadığını ve tarafların belli şartlar dahilinde bunu bozabileceklerini hükme bağlamıştır. Bu durumlardan önemlileride şöyle sıralanabilir:


a.  Akıl sağlığı yerinde ve buluğa ermiş bir hanım velisinin iznini almadan dengi olmayan bir erkekle evlenmişse, hanımın velisi, denkliğin yokluğunu ileri sürerek akdi feshedebilir.


b.  Yukarıdaki meselede erkek kadının dengi olur ama mehir, emsal mehrin altında olursa veli, mehrin emsalden az olduğunu ileri sürerek akdi feshedebilir.


c.  Kadın, nikâhtan sonra kocasında evliliğin yürümesine engel bir bedenî eksiklik bulur da buna razı olmazsa akdi feshedebilir.


İlk İki maddede etkin olduğu görülen denklik (kefâet), evlenecek kişiler arasında dinî, iktisadî ve sosyal bakımlardan belli bir yakınlığın varlığı anlamında kullanılmaktadır. "Üç şeyi geciktirme: Vakti geldiğinde namazı, hazır olduğunda cenazeyi ve dengini bulunca evlenecek." hadisi, eşler arasında denkliğin gözetilmesini önermektedir.


Gerçekten de denklik, hem bizzat evlenecekler için hem de onların aileleri için kaynaşmayı ve ülfeti daha çabuk temin edecek, üstelik bunu sürekli kılacak bir unsurdur. Bunun için fakihler, kendi dönemlerinin şartları içinde eşlerin hangi yönlerden denk olmaları gerektiği üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Biz günümüz açısından meseleye baktığımızda şu üç noktada denklik aranacağı kanaatindeyiz:


a- Dindarlık,


b- İyi ahlâk sahibi olma,


c- Ekonomik ve sosyo-kültürel seviye yakınlığı.


Evlenmede denklik, kadında değil erkekte aranır. Erkek, kendisine denk olmayan bir kadınla evlenebilir; fakat kadın, kendisine denk olmayan bir erkekle evlenemez. Evlenecek olursa yukarıda belirtildiği gibi velisinin akdi feshetme hakkı vardır. Eğer kadın bu arada hamile kalmış olursa velisinin bu hakkı düşer.


E - EVLENME AKDİNDE KOŞULAN KİŞİSEL ŞARTLARIN GEÇERLİLİĞİ ve AKDE ETKİSİ


Evlenecek taraflar, akit esnasında bazı şartlar ileri sürebilirler. Bunların bir kısmı, nikâh akdini "şu olunca, şu olursa" diye ayrıca vuku bulacak bir olay ya da gelişmeye bağlayan şartlardır ki, bunlara ta'lîk şartları denir. Daha önemli olan diğer kısmı ise "şöyle olmak üzere veya şu şartla" diye tarafları belli sorumluluklarla kayıtlayan şartlardır ki, bunlara da takyîd şartları denir.


Ta'lîk türü şartlar, ileri sürüldüğü anda mevcut ve gerçekleşmiş ise nikâh akdi de sahih olur; o anda gerçekleşmemiş ise akit de sahih olmaz. Meselâ yapılan bir evlenme teklifine/îcâbına karşı taraf "eğer 20 yaşında isen evlenirim" derse, bir ta'lîk şartı sözkonusudur. Bu evlilik akdinin gerçekleşip gerçekleşmemesi, teklifte bulunanın gerçekten 20 yaşında olup olmamasına bağlıdır.

Takyîd türü şartlara gelince burada herkesin kabul ettiği bir genel ilke bulunmakla beraber detayda görüş ayrılıkları mevcuttur. "Haramı helâl, helâli haram kılmadıkça müslümanlar koştukları şartlara bağlıdırlar." hadisi mezkur genel ilkeyi vazetmektedir. Bunun ötesinde Hanefîler, şer'î dayanağı olan veya akdin ruhuna ve tabiatına uygun ya da örf haline gelmiş şartların muteber olacağını, bunun dışındakilerin ise geçersiz olacağını söylemişlerdir. Fakat şartın geçersiz (lağv) olması akde bir zarar vermez. Bir diğer ifadeyle bâtıl ya da fasit bir şart ileri sürülmüş ve bunun üzerine îcâb ve kabul gerçekleşmiş ise akit sahih olarak kurulmuş olur fakat şart muteber sayılmaz. Evlenme akdinin gereği olmayan şartları bâtıl sayan Şâfiîler de bu batıl şartların akde bir zarar vermeyeceği konusunda Hanefi'lerle hemfikirdirler.


Takyîd şartları hususunda daha geniş bir açılıma sahip olan Hanbelî hukukçularla bazı Mâlikîler, İslâmın genel ilkelerine ters düşmeyen her şartın muteber ve tarafları bağlayıcı bir nitelik taşıdığını kabul etmişlerdir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi de şu maddesiyle, bizim de tercih ettiğimiz bu son görüşü kabul etmiş görünmektedir. "Üzerine evlenmemek ve evlendiği takdirde kendisi veya ikinci kadın boş olmak şartıyla bir kadını tezevvüc sahih ve şart muteberdir."



IV - GEÇERLİLİK BAKIMINDAN EVLENME AKDİNİN ÇEŞİTLERİ


Evlenme akdi, bir önceki bahiste zikredilen kuruluş, geçerlilik, yürürlük ve bağlayıcılık şartlarının tam ya da eksik oluşuna göre çeşitli şekillere ayrılmaktadır. Muteberlik yönüyle yani akdin sonuçları ve hukukî niteliği açısından evlilik akdi; sahih, fasit, bâtıl, mevkuf ve gayrı lâzım şeklinde tasnif edilmektedir. Aşağıda bu şekiller ve sonuçları hakkında kısa bilgiler verilecektir.


A - SAHİH EVLENME AKDİ


Unsur ve şartları tam olarak mevcut bulunan evlenme akdidir. Hiçbir eksiği bulunmayan böyle bir akit, evliliğin bütün hukukî sonuçlarını doğurur. Buna göre eşler cinsel ilişki kurabilir, kadın nafakaya ve belirlenen mehre hak kazanır, eşler arasında evlenmeden doğan sıhrî hısımlık meydana gelir, çocukların nesebi sabit olur ve karşılıklı mirasçılık cereyan eder.


B - FASİT EVLENME AKDİ


Kuruluş şartları tam olmakla beraber daha önce geçen sıhhat yani geçerlilik şartlarında bir eksiklik bulunan evlilik akdi fasittir. Bu açıdan bakıldığında şahitsiz yapılan nikâh akdi ile ikrah (zorlama) altında yapılan akitler fâsittir. Bunun yanında muvakkat diye nitelenen ve süresi, eşlerin üzerinde anlaştıkları bir süreyle sınırlı olan nikâh akdi de fâsittir.


Fasit evlenme akdinde tarafların evliliği sürdürmeleri caiz değildir. Aksine derhal ayrılmaları gerekir. Eğer kendiliklerinden ayrılmazlarsa adlî makamlar bu evliliğe zorla son verirler.


Cinsel birleşme olmadıkça fasit evlilik hiçbir hukukî netice doğurmaz. Eğer eşler arasında birleşme olmuşsa şu sonuçlar doğar:


a- Ortalama mehir ile taraflar arasında belirlenmiş olan mehirden hangisi az ise kadın ona hak sahibi olur.


b- Akit tarihinden başlamak üzere en az altı ay geçtikten sonra doğan çocuğun nesebi sabit olur.


c- Evlenmeden doğan hısımlık oluşur.


d- Eğer ayrılma olursa iddet ve iddet süresince nafaka da gerekir.



C - BÂTIL EVLENME AKDİ ve MUT'A NİKÂHI


Kuruluş şartlarında bir eksiklik bulunan akde, bâtıl evlenme akdi denmektedir. Birbirleriyle evlenmelerinde engel bulunan iki kişinin evlenmeleri, bir çocuğun ya da akıl hastasının kendi başına evlenmesi gibi.


Noksanlık, ana unsurlarında bulunduğundan böyle bir akit hiçbir anlam ve hüküm ifade etmez. Cinsel birleşmenin olup olmaması da bu sonucu değiştirmez. Tarafların derhal birbirlerinden ayrılması gerekir. Kendiliklerinden ayrılmazlarsa hakim zorla ayırır.


Diğer taraftan mehir, nafaka, nesep, iddet ve miras da sözkonusu değildir. Yalnız Ebu Hanîfe (v. 150/767), eğer aralarında evlenme yasağı bulunanlar evlenmişse, doğacak çocuğun babasız kalmaması için bu evliliği bâtıl değil fasit saymıştır ki, Osmanlı döneminde de bu görüş kanunlaştırılmıştır. Aynca Ebu Hanîfe, cinsel birleşme olmuşsa ortalama (misil) mehrin verileceğini de söylemektedir.


Bâtıl evlenme akitlerinden birisi de mut'a nikâhı olarak bilinen sözleşmedir. Evlenmeleri hukuken caiz olan kişilerin bir ücret karşılığında belli bir süre birbirlerinin cinselliklerinden yararlanmak amacıyla yaptıkları evlenme akdi olan mut'a nikâhı, sahabe çoğunluğuna ve dört mezhep imamına göre batıldır. Şîaya mensup Zeydî mezhebi de böyle bir akdi meşru görmemiştir.


Hz. Peygamber'in (s.a.s.) şu sözleri, mut'a nikâhının hükmü konusunda tartışmaya yer bırakmayacak ölçüde açıktır:


"Hz. Ali'nin bildirdiğine göe, Nebi (s.a.s.) Hayber savaşı sonrasında mut'a nikâhını ve evcil eşek etini yasaklamıştır."


"Ey insanlar! Ben size kadınlarla mut'a nikâhı yapmanız konusunda izin vermiştim. Şüphesiz Allah bunu kıyamete kadar haram kılmıştır Kimin yanında mut'a nikahıyla bulunan bir kadın varsa onu bıraksın..." "Allah Rasulü, veda haccında mut'a nikâhını yasaklamıştır."


D - MEVKUF ve GAYRİ LÂZIM EVLENME AKDİ


1- Kuruluş (in'ikâd) ve geçerlilik (sıhhat) şartları tamam olmakla beraber: (nefâz) şartlarında eksiklik bulunan evlenme akdi mevkuftur. MevA-M/" terimiyle, yürürlük kazanması başkasının izin ya da onayını gerektiren akitler kastedilir. Mesela aklı başında ama henüz baliğ olmamış çocukların yaptıkları evlilik akdi, velilerinin izin ve onayına kadar mevkuftur.


Keza vekalet yetkisine dayanmadan başkası adına evlilik akdi icra eden kişinin (fuzûlînin) akdi de mevkuftur; yürürlüğe girmesi, kendi adına nikâh kıyılan kimsenin onayına bağlıdır.

Böyle akitler, onay verecek kişinin onayından/icazetinden önce fasit nikâh hükümlerine tabidir.


2- Diğer şartları tamam olduğu halde bağlayıcılık (lüzum) şartlarında eksiklik olan evlenme akdine de gayri lâzım yani bağlayıcı olmayan evlenme denmektedir. Mesela aklı başında ve bulûğa ermiş bir kadının velisinden izinsiz olarak dengi olmayan bir erkekle yaptığı evlilik, gayrı lâzımdır. Çünkü denkliğin eksikliği veliye akdi feshetme hakkını verir.


Cinsel birleşmeden önce fesih hakkı kullanılmışsa gayri lâzım evlilik hiçbir sonuç doğurmaz. Ama birleşme olmuş ve ondan sonra fesih gerçekleşmişse iddet, nafaka, evlenmeden doğan hısımlık (musâhera), nesep ve emsal mehir sabit olur. Fakat kadın hamile kalmışsa fesih hakkına sahip olanlar artık bu haklarını kullanamazlar.





V - EVLİLİĞİN SONUÇLARI ya da EVLENME AKDİNDEN DOĞAN HAK ve SORUMLULUKLAR


Usulüne uygun olarak kurulmuş olan evlilik akdi artık sonuçlarını doğurmaya hazırdır. Böyle bir evlilik akdi taraflara bazı haklar tanıdığı gibi kimi sorumluluklar da yükler. Aşağıda, şahsî sonuçlar ve mâli sonuçlar biçiminde iki başlık altında konu özetlenecektir.


A - EVLENME AKDİNİN ŞAHSÎ SONUÇLARI



İslâm, hukukî norm kadar ahlâkî düşünce ve davranışa da büyük önem vermiştir. Bu sebeple İslâm hukukçuları, ahlâkî niteliği daha ağır bassa da evliliğin karı-koca üzerinde doğurduğu şahsî sonuçlara da değinmişlerdir. Zaten Kur'ân'da da;


"Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.." âyeti ile evliliğin şahsî sonuçlarına işaret edilmiştir. Buna göre:



1- Hanımın Hakları ve Görevleri:


Eğer mehrini almışsa hanım, beyinin belirlediği eve gider ve ona tabî olur. Normal hayatın akışı içinde ve dinin izin verdiği durumlarda beyinin izni gerekmeden evin dışına çıkabilir; bunun dışındaki hallerde ancak beyinin izniyle çıkabilir.


"...Kadınlarınızla iyi geçinin..." Sizin en hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olanınızdır: gibi temel naslar, kadınların beylerinden iyi muamele görme haklarına işaret etmektedir.


İslâmın öngördüğü hukuk anlayışına uygun olan noktalarda hanım, beyinin isteklerini yerine getirmek zorundadır. Yine beyinin yokluğunda evine ve onun haklarına sahip çıkıp korumak, kadının görevleri arasındadır.


"Kadınların en hayırlısı, kendisine baktığın zaman seni sevindiren, birşey istediğin zaman sana itaat eden ve senin yokluğunda, iffetini ve senin malını koruyan kadındır."  hadisi, kadının evlilik içindeki sorumluluklarını veciz bir biçimde özetlemektedir.


2- Kocanın Hakları ve Görevleri:


Evlilik içinde kocanın en önemli görevi hanımına iyi muamele etmektir. Cinsellikten adalete kadar kocalık görevlerini yerine getirmeli, hanımıyla beraber yaşamalıdır.


"Onlarla iyi geçinin, eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda bir çok hayr takdir etmiş olur." "Kadınlarınız hakkında Allah'tan korkun! Kuşkusuz siz onları Allah'ın bir emaneti olarak aldınız ve onların cinselliklerini Allah'ın kelimesiyle (nikâh akdi ile) kendinize helal kıldınız." "İyi kulak verin! Kadınlara hayrı tavsiye edin, onlar üzerinde hayırdan başka bir şeye sahip değilsiniz..." gibi âyet ve hadisler, bu konudaki temel İslâmî yaklaşımı sunmaktadır.


Bu görevlerine karşılık kocanın da hanımı üzerinde bazı hakları vardır. Yukarıda hanımın sorumlulukları sadedinde söylenenler, burada kocanın hakları olarak karşımıza çıkacaktır. Onlara ek olarak burada şu hakları da sayabiliriz:


Koca, eve ziyaretçi kabulünü sınırlayabilir, kadını kendi memleketi dışında bir yere götürebilir. Koca bir dereceye kadar hanımını te'dib hakkına da sahiptir. Şu âyet-i kerîme söz konusu te'dib hakkının mahiyetini şöyle belirlemektedir:


"Baş kaldırmalarından, serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince, onlara önce öğüt verin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, bu da fayda vermezse dövün!..."

Ayette ifade edilen "dövmek" fiili, kadına karşı şiddet kullanma anlamında beden üzerinde iz bırakacak ve hasar meydana getirecek tarzda dövme anlamında değildir. Buradaki maksat evliliğin devamını temin için başka yol kalmamışsa hafifçe dövme seçeneğinin kullanılmasıdır. Zaten Hz. Peygamber (s.a.s.), bu amacın dışındaki şiddet içerikli dövmeleri şu sözleriyle yasaklamıştır:


"Kadınları dövmeyin!" "Sizden biriniz gece beraber olacağı eşini köleye vurur gibi dövmesin!"


B. EVLENME AKDİNİN MÂLÎ SONUÇLARI


Anlatılan şahsî sonuçlar yanında evlilik akdi birtakım mâlî sonuçlar da doğurur. Mehir ve nafaka olarak iki alt başlıkta değineceğimiz bu mâlî sonuçlar kocanın sorumluluğu altındadır. Bu sebeple kadın, evin masraflarına ortak olmaya hukuken zorlanamaz.


"Erkekler kadınlara karşı güçlü ve sorumludurlar Bunun nedeni, Allah'ın onlardan kimini kiminden üstün kılması ve erkeklerin (evin geçimini sağlamak üzere) mallarından sarfetmeleridir.” âyeti, mâlî sorumluluğun kimde olduğunu göstermektedir.


1- Mehir


Erkeğin evlenirken kadına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği mal veya paraya mehir denmektedir. Verilen şeyler tamamen kadının olup onda hiç kimsenin otaklığı yoktur.


Şu âyet-i kerîmeler, evlilikte mehrin mutlaka gerekli olduğunu göstermektedir:


"Evlendiğiniz kadınların mehirlerini gönülden isteyerek ve bir bağış olarak verin! Eğer onlar size gönül rızasıyla bir şey bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyin!"...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, iffetli kalarak ve zinaya düşmeden yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helal kılındı. Onlardan yararlanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin! Mehir miktarını belirledikten sonra karşılıklı rıza ile indirim yapmanızda bir sakınca yoktur.


Mehir, nikâhın şartlarından değil de sonuçlarından birisidir. Bu sebeple, nikâh sırasında mehir konuşulmuş olmasa, hatta mehir verilmeyeceği açıkça söylenmiş olsa bile bu durum, nikâh akdinin oluşmasını engellemez. Böyle bir durumda kadın, yine de emsal mehre hak kazanır.

Akit esnasında belirlenip belirlenmemesine göre mehir, mehr-i müsemmâ ve mehr-i misil şeklinde ikiye ayrılır. Tarafların konuşarak üzerinde anlaştıkları mehre, "belirlenmiş mehir" anlamında mehr-i müsemmâ denir. Eğer böyle bir belirleme olmamışsa o zaman kadının yakın akrabası içinde kendi özelliklerine yakın birisi için belirlenmiş olan mehir dikkate alınır ki, buna da "benzer mehir" anlamında mehr-i misil denir.


İslâm hukukçuları, mal denebilecek her şeyin veya maddî geliri ve değeri olan her menfaatin mehir olabileceğini söylemişlerdir.


Mehrin en çok ne kadar olacağı hususunda bir üst sınır yokken, en az ne kadar olabileceği noktasında farklı içtihatlar bulunmaktadır. Bu miktar, yaşanılan döneme ve tarafların içinde bulunduğu şartlara göre değişim gösterebilir. Bununla beraber Hanefî mezhebi kaynakları en az mehrin, 10 dirhem yani yaklaşık iki kurbanlık koyun değeri olacağını yazarlar.


Mehir bütünüyle peşin verilebileceği gibi, bir kısmı peşin verilip bir kısmı daha sonraya da bırakılabilir. Birincisi "peşin mehir" anlamında mehr-i muaccel, ikincisi "ertelenmiş mehir" anlamında mehr-i müeccel olarak isimlendirilir.


Kadının mehrin tamamına hak sahibi olabilmesi için şu üç durumdan birisinin gerçekleşmesi gerekir:


a- Cinsel birleşme olursa,


b- Henüz birleşme olmadan önce koca vefat ederse.

c- Sahih halvet meydana gelirse. Sahih halvet, kimsenin göremeyeceği veya ansızın gelemeyeceği bir yerde eşlerin başbaşa kalmalarıdır.

Usulüne uygun bir nikâh akdinden sonra henüz birleşme olmadan veya sahih halvet gerçekleşmeden önce bir boşanma sözkonusu olursa o zaman kadın, şu âyetin hükmü gereğince konuşulan (müsemmâ) mehrin yarısına hak kazanır:


"Eğer siz onları kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadan önce boşar, üstelik önceden mehir de tesbit etmiş olursanız, bu mehrin yarısı onlarındır..."


Kadının mehre tümüyle veya yarısıyla hak kazandığı bu durumlar yanında hiç kazanamadığı durumlar da vardır:

a- Fasit bir evlenme akdinde cinsel ilişkiden önce boşanma gerçekleşirse, erkek mehir vermek zorunda değildir.

b- Evlenme akdi sahih olur fakat ilişki veya sahih halvetten önce kadının sebep olmasıyla ayrılık vaki olursa, kadının mehir hakkı da düşer.


2- Nafaka


Evlilik içinde kocanın eşi ve çocukları için yüklendiği geçim masraflarına nafaka denmektedir. Erkeğin ailesi içindeki mâlî sorumluluğunu gösteren ve bir kısmı daha önce geçen âyetler yanında, ilgili hadisler de kocanın nafaka sorumluluğunu düzenlemiştir.


Kocanın eşine olan nafaka sorumluluğunun içine, kocanın durumuyla orantılı ve normal miktarlar içinde olmak üzere yiyecek, giyecek, mesken, tedavi ve ilaç giderleri ile gerektiğinde hizmetçi masrafları girmektedir.


Kocanın nafaka borcuyla yükümlü olabilmesi için temelde üç şart gerekmektedir:


a- Evlilik sahih bir akit ile kurulmuş bulunmalıdır. Bu sebeple fasit nikâh akitleri nafaka mecburiyeti doğurmaz.


b- Kadın evliliğe hazır bir fizik olgunluğuna sahip olmalıdır. Bu sebeple evlilik için elverişli beden gelişimine sahip olmayan eş, nafaka alamaz.


c- Kadın, kocasının istifade edeceği bir durum ve yerde bulunmalıdır. Bu şarttan hareketle, kocasının evine taşınmayan ya da kocasından izinsiz evi terkeden kadın, nafaka hakkını kaybeder.


Bu şartların beraberce varlığı anından itibaren koca, nafaka ile sorumlu olur. Eğer koca, bu sorumluluğunu kasten yerine getirmezse kadın, yargıya müracaatla kendisine nafaka takdir ettirebilir. Aynı şekilde koca, nafaka bırakmadan yolculuğa çıkar veya kaybolursa, kadının müracaatına binaen mahkeme, belli bir nafaka belirler ve kocası hesabına borçlanma hakkı verir.





VI - DOĞUM ve SONUÇLARI


Evliliğin en tabiî sonucu ve belki de evliliğin esas gayelerinden birisi doğum ve çocuktur. Çocuğun doğması aile ve toplum içinde nesepten terbiyeye kadar bazı meseleleri de beraberinde getirir. Bu başlık altında biz nesep, emzirme ve hısımlık nafakası üzerinde duracağız.


A- NESEP: SUBÛTU ve EVLAT EDİNME MESELESİ


Soy, hısımlık gibi sözlük anlamları olan nesep, bir hukukî terim olarak çocuğu ana-babasına bağlayan kan ve soy bağı olarak tanımlanmaktadır. Yani nesep, çocukla ana-baba arasında doğumla meydana gelen tabiî ve hukukî bağı ifade etmektedir.


Çocuğun, doğduğu kadınla nesep bağı sabittir ve bunun için doğumda etkili olan birleşmenin meşru ya da gayri meşru olmasının bir etkisi yoktur. Çünkü doğum, başka bir isbat vasıtasına gerek kalmaksızın apaçık bir tarzda çocukla onu doğuran kadın arasındaki bağı ortaya koyar.


Nesep konusunda asıl önemli olan husus, çocuğun babası ile olan bağının tesbitidir. İlke olarak, evlilik içinde doğan çocuk o evlilikteki kocaya bağlanır.

"Çocuk, yatak sahibi olan kocaya aittir. Zina eden kimse için ise mahrumiyet vardır”  hadisi, bir taraftan bu ilkeyi tesbit ederken diğer taraftan da zina sonucu doğan çocuğun nesebinin zinakâr erkeğe bağlanmayacağını açıklamıştır.


Çocuğun babaya nisbeti için, bir başka ifadeyle nesebin sahih olabilmesi için dört kaynak vardır:


1- Sahih Evlilikte Nesep


Evlilik içinde doğan çocuk, kadının evli bulunduğu erkeğe bağlanır. Bunun için çocuğun, evlilikten itibaren hamileliğin en az müddeti olan altı aylık bir sürenin geçmesinden sonra doğmuş olması, erkeğin baba olabilecek bedensel nitelikleri taşıması ve nikâh akdinden sonra eşlerin biraraya gelme imkanlarının bulunması şarttır.


Kocası vefat eden veya boşanıp da iddet bekleyen kadın, vefat ya da boşanma tarihinden itibaren en uzun hamilelik süresi olan bir yıl içinde doğum yaparsa doğan çocuğun da nesebi sahihtir. Fakat bir yılı geçtikten sonra doğan çocuk, o kocaya bağlanmaz.



2- Fasit Evlilikte Nesep


Fasit evlilikten doğmuş bir çocuğun nesebinin sahih olabilmesi için de tıpkı sahih evlilikteki şartlar aranır. Şu farkla ki, burada nikâh akdinin varlığı ve eşlerin biraraya gelebilme imkanları yeterli olmayıp fiilî birleşmenin bizzat bulunması gerekmektedir.


3- Evlilik Şüphesi ile Birleşmede Nesep


Ne sahih ne de fasit bir nikâh akdine dayanmayan ama tarafların sanki böyle bir akit varmış zannederek birleşmeleri de söz konusu olabilir. Mesela erkeğin daha önce görmeyip vekil aracılığıyla evlendiği bir kadın yerine yanlışlıkla başka bir kadınla veya üçüncü defa boşadığı eşiyle iddet içinde helal olduğunu sanarak ilişkide bulunması, şüpheye dayalı birleşme örnekleridir.


Böyle birleşmelerden doğan çocuğun nesebi de, tarafların iyi niyetine ve çocuğun nesebini koruma ilkesine dayanarak sahih sayılmıştır.


4- İkrar ve Dava İle Sabit Olan Nesep


Bir kimsenin "Bu çocuk benimdir" veya "Bu benim babamdır" diye birini kendisine nisbet etmesi ile de nesep sabit olur. Yalnız bunun için şu şartların da beraberce bulunması gerekir: Baba ile çocuk arasında bu iddiaya uygun bir yaş farkı bulunmalı; çocuğun nesebi önceden meçhul olmalı, çocuğun zina sonucu doğmuş olduğu söylenmemiş olmalı ve eğer çocuk mümeyyiz ise yani genelde 6-7 yaşlarında kendisini gösteren iyi-kötü, doğru-yanlış ayırımını yapabilecek aklî gelişmişlikte ise bu ikrarı kabul etmelidir.


Anılan bu dört yolla sabit olan nesebin hukukî sonuçları arasında bir fark yoktur. Bu dört yolun yanında bazı toplumlarda görülen evlatlık müessesesini İslâm, bir nesep kaynağı olarak tanımamıştır.


"Allah, oğulluk edindiğiniz kimseleri size öz oğul kılmadı. Bunlar sizin ağızlarınızla söylediğiniz sözlerdir. Allah size sözün doğrusunu söyler ve doğru yolu gösterir O oğulları kendi öz babalarına nisbetle çağırın! Bu, Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır."âyeti ile; "Bile bile babasından başkasına nesep iddiasında bulunan kimseye cennet haramdır. hadisi, evlatlık ile evlat edinen arasında hiçbir nesep bağının mevcut olmadığını ve buna bağlı olarak da aralarında mirasçılık ve evlenme engellerinin bulunmadığını açıkça göstermektedir.


B--  EMZİRME (Radâ) SORUMLULUĞU


Kur'ân, çocuğun emzirme hakkını ifade yanında aynı zamanda bu işten kimin sorumlu olduğunu şöyle belirtir:

"Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için tam iki sene emzirirler Annelerin yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuğun babasına borçtur. Herkese ancak gücü nisbetinde teklifte bulunulur. Anne çocuğundan, çocuk kendisinin olan baba da çocuğundan dolayı zarara sokulmasın. (Baba ölmüşse onun yerine) vâris olana da aynı şeyi yapmak borçtur Ana-baba, aralarında danışarak ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun bir şekilde öderseniz size sorumluluk yoktur.


Buna göre çocuğu emzirmek anne için hukukî değil dînî bir vazifedir. Gönüllü emzirmedikçe buna zorlanamaz.


"Boşadığınız fakat iddeti dolmamış kadınlar... çocuğu sizin için emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın; eğer güçlükle karşılaşırsanız çocuğu başka bir kadın emzirebilir.” mealindeki âyet-i kerîme de bu hükmü pekiştirmektedir. Mâlikî ve Zahirî hukukçular emzirmenin sadece diyâneten değil hukuken de annenin sorumluluğunda olduğunu ve bunun için hukuken zorlanabileceğini de kabul etmişlerdir.


C -  NAFAKA SORUMLULUĞU


Burada nafakadan kasıt, daha önce değindiğimiz eşler arasındaki evlilik nafakası değil, yakından uzağa doğru akrabalık nafakasıdır.


Kişinin kendi ihtiyaçlarını kendi imkanlarıyla karşılaması esas olduğundan böyle imkan sahibi olanlar, başkasından nafaka talep edemezler. Usûl (ana-babalar...), (çocuklar-torunlar...) ve diğer akrabalar arasında bir nafaka sorumluluğundan bahsedebilmek için genel hatlarıyla şu şartlar oluşmalıdır:


Nafaka alacak kimse fakir ve kazanma imkanından mahrum bulunmalı, nafaka verecek kişi başkasına muhtaç olmamalı, nafaka alacak kişi eş, usûl ve furû dışında kalan diğer akrabalardan ise müslüman olmalıdır.


Söz konusu umumî şartlar ışığında bazı detaylara değinecek olursak:


1- Furûun yani çocuk ve torunların nafakası, onların usûlüne yani baba ve dedelerine aittir. Bunun için çocuk ve torunların, fakir ve kazanmaya da güç yetiremez olmaları şarttır. Hastalık, küçüklük, kızlık ve öğrenci olma gibi nitelikler de güç yetirememe sayılır.


2- Fakir olan usûlün nafakalarını temin, onların çocuklarına düşer. Usûlün çalışmaya güç yetirebilir olması, nafaka almalarına engel değildir, fakirlik yeter sebeptir.


3- Ana-babanın nafakasını teminde erkek çocuklar ile kız çocuklar arasında bir fark yoktur.


4- Aralarında evlenme yasağı bulunacak derecede birbirlerine yakın olan kan hısımları karşılıklı olarak birbirlerinin nafakalarından sorumludurlar. Bunun için ek olarak aralarında mirasçılık bağının mevcut olması ve din birliğinin bulunması gerekir.




İSLÂM AİLE HUKUKU

Y. Doç. Dr. Ahmet YAMAN

Konya S.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


20 Ekim 2023 Cuma

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-8

 


Şaman Giysisi



Sibirya şamanları-burada mevzubahis olan şamanlar, erkek şamanlardır- görevlerini ifa ederken, özel bir kıyafet giyerler. Altay bölgesinde bu ayin kıyafeti kullanılmadığı zamanlarda kulübenin arkasında, “körmös” resimlerinin saklandığı yerde özel bir deri bohça içerisinde muhafaza edilir. Bir taşınma veya göç durumunda bu deri bohça atın eğerine asılır ve atı herhangi bir kadının sürmesine izin verilmez. Kuzey Sibirya halkları içinde şaman kıyafeti aynı derecede kutsaldır. Tunguzlar, şamanın kıyafetini ve diğer büyü malzemelerini özel olarak bu iş için ayrılmış bir ren geyiğinin sırtına yüklerler ve bu geyik gündelik işlerde kullanılmaz. Bu kutsal giysinin kirlenmesinden endişe edildiğinden, bu kıyafete kadınların veya yabancıların el sürmemeleri için azami dikkât gösterilir. Şaman kıyafetinin eskiyip, artık sihirli gücünü kaybetmesi veya şamanın artık görevi bırakması sebebiyle atıl kalıp kullanılmayacağı durumlarda imha edilip, bir kenara atılmaz, ormana götürülüp bir ağaca asılır. Şaman öldüğünde, kıyafeti sahibinin mezarının yakınında bir yere asılır.

Yeni şaman olan birine geleneklere göre yeni bir şaman kıyafeti hazırlanır. Schirokogorov’un aktardığına göre Doğu Tunguzlarında şaman kıyafetini yaşlı dullar veya bakire kızlar (yâni kirli olmayan, temiz kadınlar) diker. Kıyafetin üzerindeki bütün aksesuarlar, kabile tarafından karşılanır ve kıyafet her şeyiyle tamamlandığında, yeni şaman ayrıca bir merasim yapılmadan elbisesini giyer. Altay bölgesi ve bazı yerlerde şaman kıyafeti, önce ona değmiş olan diğer insanların dokunuşlarından arındırılmaları gerekirken, bazı bölgelerde arındırma ve kutsama merasimi yapılır ve bu merasimler esnasında şamanın koruyucu ruhlarına sunularda bulunulur. Yakut şamanının bir hayvan kurban edip, kanını elbisesine sürdüğü anlatılır. Elbisede bazı tamirler veya düzeltmeler yapılır veya yeni parçalar eklenecek olursa, şamanın yine kurban vermesi gerekir. Altay bölgesinde şamanlar, kutsanmış kıyafetlerini içliklerinin üzerine giyerken, sıcak mevsimlerde çıplak bedenleri üzerine giyerler. Gmelin, Tunguz şamanlarının şaman kıyafetlerini senenin her döneminde çıplak beden üzerine giydiklerini bildirir ki, muhtemelen bu gelenek eski dönemlerde diğer bölgelerde de uygulanmaktaydı. Arktik bölge halklarının şamanları da kıyafetlerini çıplak bedenlerinin üzerine giydikleri söylenir.


Bütün detayları ve aksesuarlarıyla tam teşekküllü bir şaman kıyafetine Altay bölgesi halkları arasında-hâlen şamanizme mensup kabilelerde bile-artık pek rastlanmamakta, bazı bölgelerde atalarından miras kalan ritüelleri gündelik kıyafetlerle gerçekleştiren şamanlar bile görülmektedir. Özel kıyafet giymeden, sadece şaman davulu ile şaman ayini düzenleyen şamanlara günümüz Altay bölgesinde rastlanmaktadır. Radloff’un notlarında Kuzey Altaylarda yaşayan Şor, Teleüt ve Kara Tatar kabilelerinde şamanların gerçek şaman kıyafeti giymedikleri yazılıdır. Kaarlo Hildén, Lebed Tatarları içinde aynı gözlemde bulunurken, kabile şamanının şaman kıyafeti giymediğini, ancak şamanın üzerinde konumunu gösterebilecek tek şeyin başına sarıp, arkadan bağladığı keten bez olduğu ve bu bezin olmaması durumunda şaman ayininin başarılı olamayacağına inandıklarını bildirir. Şaman kıyafetinin şaman ayinlerinin hâlâ vazgeçilmez bir parçası olarak görüldüğü yerlerde bile, bu geleneğin yavaş yavaş kaybolmakta olduğu görülür. Şaman kıyafetinin yerini sadece birkaç aksesuarla tamamlanan gündelik kıyafetlere bırakması elbette bir anda gerçekleşmiş bir şey değildir. Zaman içerisinde kıyafetin bazı parçaları kullanımdan çıkmış ve şaman kıyafeti geleneği şimdiki hâlini almıştır. Eski dönemlerde şaman kıyafeti şu parçalardan oluşurdu: entari-özellikle Kuzey halklarında-boynu saran bir göğüslük, başlık, eldivenler, uyluklara kadar çıkan çizmeler. Kıyafetin kullanımdan çıkış aşamalarını düşündüğümüzde, muhtemelen ilk olarak eldivenler, sonra da çizmelerin kullanılması bırakılmıştır. Entari ve başlık, bazı yerlerde sadece bir tanesi kullanılıyor olsa bile, şaman kıyafetinin hâlen kullanımı süren son parçalarıdır.


Kıyafetin kullanımdan çıkması olarak kastedilen, sadece bazı parçalarının artık kullanılmaması değil, aynı zamanda kıyafetin aksesuarı olarak nitelenebilecek olan kıyafete asılan eşya ve benzeri nesnelerin de bir çoğunun artık kullanılmamasıdır. Hâlen kullanımı devam eden bir çok aksesuarın bir elbiseden diğerine geçirilirken yerlerinin değiştirildiği de görülür.


Her ne kadar günümüz seyyahları, bir şaman üzerinde tam teşekküllü bir şaman elbisesi görme şansını nadiren yakalasalar da, yine de uzun yıllar içerisinde Rusya, Sibirya ve hâtta bazı Avrupa şehirlerinde müzelerde toplanmış olan şaman elbise koleksiyonları, bize bu ilginç kıyafetin geçmişi ve taşıdığı anlam hakkında geniş bir bilgi sunmaktadır. Değişik dönemlerde ve bölgelerde çalışan araştırmacıların eserlerinde yer alan şaman elbisesi tasvirleri de bu konuda önemli bilgi kaynaklarındandır.

Elimizde kıyaslama yapabileceğimiz bol miktarda malzeme olduğu için hangi tip kıyafetin hangi bölge kültürlerine ait olduğunu anlamak pek zor değildir. Bazı hâllerde, aynı halkın şaman kıyafetlerinde bile farklılıklar olabilmekte, ama bu farklılıklar çoğunlukla kıyafetin ana hatları üzerinde değil, üzerine takılan aksesuarlar ve süslerde olup, kıyafetin asıl karakterine ilişkin bir farklılık yaratmamaktadır. Bu farklılıkları meydana getiren şeyler, genellikle değişik suretlere büründüklerine inanılan ve her birinin değişik anlamlar ifade eden, şamanın koruyucu ruhlarının resimleridir. Bir başka ilginç nokta ise, Tunguzlarda ve diğer halklarda şaman kıyafetlerinin birkaç ana tipinin olmasıdır. Bu tipleri doğru şekilde ayırabilmek için elbette bu kıyafetlere ait bütün parçaların orijinal hâlleriyle muhafaza edilmiş olduğundan emin olmamız gerekir.

Bunu özellikle belirtme ihtiyacı duymamızın sebebi, bazı müzelerde bilgi eksikliği sebebiyle değişik kıyafet parçalarının bir araya getirilmiş olmasıdır. Bir şaman kıyafeti ayrıntılı şekilde incelendiğinde, bu kıyafetin şamanın kendi beğenisi veya aklına gelen tesadüfî fikirlerle oluşmadığı, belli bir insan grubunun ortak değerlerinden ortaya çıkmış olduğu anlaşılacaktır. Zira, bu kıyafetler biraz incelendiğinde, bazı Altay şaman kıyafetlerini oluşturan parçaların, aslında bir hayvanı temsil eden bir bütünü meydana getirdiği açıkça görülecektir. Sözün gelişi, Altay Telengitlerinin geyik veya koyun postundan yapılan şaman gömleği (manjak) incelendiğinde, aslında bu kıyafetin büyük bir kuşu canlandırdığı, Telengitlerde kol altı dikişleri boyunca takılmış olan ince şeritlerin aslında kuşun kanat tüylerini temsil ettiği anlaşılır. Omuzlardan aşağı inen deri şeritler veya kumaş parçalarına “kanat” adı verilmekte ve bunlara çoğunlukla baykuş tüyleri takılmaktadır. Entarinin alt bölümü tamamen bu şeritlerle kaplıdır, bunlar arka tarafta da devam ederler ve bu şeritler yere kadar uzanır. Arkadaki şeritler, kuşun “kuyruğunu” temsil eder. Bazen şamanın omuz bölgesine dik olarak takılmış olan baykuş tüyleri kıyafete iliştirilir. Gömlekte hâkim olan fikir, başlıkta da görülür ve zaten bu başlığa da “kuş başlığı” (kyš pörük) adı verilir. Altay bölgesinde artık çok nadir görülen bu başlık, kırmızı kumaştan yapılır ve üzerine metal düğmeler, küçük midye kabukları, boncuk şeritleri iliştirilir. Başlıkta püskül ve yine baykuş tüyleri kullanılır. Muhtemelen eski dönemlerdeki başlıklar, şimdikilere nazaran çok daha fazla kuşu andırmaktaydı. Her ne kadar günümüzde sadece gömlek ve başlık kullanılıyorsa da, Altay şamanının kıyafetinin aslında bir kuşu -kullanılan baykuş tüylerinden anlaşılacağı üzere aslında baykuşu- canlandırmak üzere hazırlandığı açıktır.

Kötü ruhları uzak tutmak için Altay şamanının kıyafetine iliştirilmiş bir çok nesne vardır: kollarda ve sırtlarda yer alan çıngırak veya ziller bu maksatla konulmuş; genelde sağ kolda beş, sol kolda ise dört tane bulunur. Elbisenin sırtına takılan bir ipe dizili metal halkalar ses çıkartarak kötü ruhları korkutmak içindir. Ayrıca elbisenin sırtında yer alan enlemesine bir şerit boyunca metal çubuklar asıldığı gibi, bazen de bir ok takılı metal yay figürü asılır. Bunlardan her sırada dokuz tane bulunur. Bu metal çubuklar, ok ve yay figürleri ve “yilan basi” (yılanbaşı) adı verilen ve yine elbisenin sırtına sıralar hâlinde dizilerek asılan küçük midyeler de hiç şüphesiz kötü ruhları kaçırmak içindir. Entaride dikkât çekici bir başka nokta, omuz, dirsek ve bilek eklemlerine takılan vaşak derisi şeritlerdir. Bu şeritlerin şamanın eklemlerini koruma maksadı taşıdığını söylemek yanlış olmasa gerek.


Bu bölgedeki şaman kıyafetlerinde belli başlı mitolojik varlıkların tasvirleri yeralır ki, bunlar arasında en yaygın olanlar, enseye iliştirilen, her birinin kafasında bir baykuş tüyü olan dokuz ufak bebek “Ülgen’in kızları”nı temsil ederler. Elbisenin her iki tarafından aşağıya yılanı andıran bir başka figür sarkar. Bu figürlerden siyah veya kahverengi kumaştan yapılmış olanı “ärlik”ın ülkesinde yaşayan canavar “yutpa”yı temsil eder. Yutpanın aralık bir ağzı, iki çift ayağı ve çatallı bir kuyruğu vardır. Diğer taraftan sarkan figür ise yine “ärlik”ın ülkesinde yaşayan ve “arba” isimli bir başka canavardır. “Arba”, yeşil renkli kumaştan hazırlanır ama bacakları ve kuyruğu kırmızıdır. Kafasının üzerinde baykuş tüyleri ve gözünü temsil eden küçük bir bakır levha bulunur. Bu iki canavarın ölüler ülkesine yaptığı seyahâtte şamanı koruduğuna inanılır. Şaman kıyafetinin belinde çoğunlukla üzerinde metal süslemeler ve midye kabuklarının olduğu bir kemer bulunur. Lankenau, kırmızı renkli başlığının üzerinde gri bir baykuşun kanatları ve kuyruğu takılı olan bir şaman kıyafetinden bahseder ki, bu muhtemelen daha eski zamanlardan kalma bir kıyafetin entarisi karaca derisinden yapılmadır ve arka tarafında yine baykuş tüyleri bulunmaktadır. Diğer “kuş tipi” şaman kıyafetleri gibi bunun da muhtelif yerlerinden deri şeritler sarkar. Kıyafetin arka tarafında on iki adet kakım postu, uzunca bir şeridin ucunda baykuş pençeleri, koltuk altlarında iki büyük çıngırak asılıdır. Kakım kürkleri ve baykuş pençeleri daha önce çıngıraklarda gördüğümüz gibi kötü ruhları uzaklaştırmak maksadıyla kıyafete iliştirilmiştir. Soyotelerin şaman kıyafetleri de tipik bir kuş canlandırmasıdır. Oldukça iyi şekilde muhafaza edilmiş böyle bir Soyote şaman kıyafetini Orjan Olsen, Oslo Etnografya müzesine bağışlamıştır. Bu parça Altay bölgesi kıyafetleriyle kıyaslandığında, gerek parçaları, gerek arkasında yatan fikir açısından birbirlerine ne kadar çok benzedikleri fark edilebilir. Gömleğin kollarından ve sırtından sarkan kumaş ve deri şeritler, her iki kıyafetin ortak ana hatlarını oluşturur ve bu şeritlerin konulma amaçları her iki kıyafette de aynıdır. Altay kıyafetinde kanatları sembolize eden ve omuzlardan aşağı sarkan şeritler veya gömleğin kenarlarından sarkan ölüler ülkesi canavarlarını simgeleyen yılansı figürlerin, Soyote şamanının kıyafetinde benzer anlamlar taşıyan karşılıkları vardır. Metal ziller ve çıngıraklar iki kıyafetin ortak noktalarından olup, Soyote şamanının omuzlarında Altay şamanında olmayan iki tane metal plâka görürüz, bu plâkalar muhtemelen yine şamanın korunması için kıyafete ilâve edilmiş aksesuarlardır, ama ne yazık ki daha ayrıntılı bir bilgiye sahip değiliz. Soyote şamanının kıyafetinin başlığı, üzerine dikine gelecek şekilde baykuş tüylerinin takılmış olduğu bir alın bandı şeklindedir ve ön tarafında cam boncuklardan gözleri olan bir yüz işlenmiştir.


Başlığın alt tarafından şamanın yüzüne düşecek şekilde püsküller sarkar. Eski dönemlerde Altay şamanlarının başlıklarında yüzü gizlemek için bu tarz ama daha kalın püsküller bulunurdu. Gömlek ve başlık dışında çizmeler de Soyote şamanının kıyafetinin bir parçasıdır. Çizmelerin üst taraflarına kısa deri şeritler ve kuş tüyleri, ayak uçlarına deri şeritler işlenerek, çizmeye kuş ayağı görüntüsü verilmiştir.

Aynı kültürel ortama ait bir başka “kuş tarzı” şaman kıyafeti örneğine Karagasseler arasında rastlamaktayız. Karagasse şamanının başlığında da dik olarak tutturulmuş baykuş tüyleri ve kıyafetin üzerine iliştirilmiş bir yığın takı arasında omuzlardan sarkıtılmış uzun şeritler-kanatlar- bulunur. Bütün bu kıyafet detayları incelendiğinde, bu halkların inançları gereği şamanlık görevlerinin kuş-daha da doğrusu baykuş- suretinde yerine getirilmekte olduğu anlaşılabilir.

Kuzey Sibirya halklarından Dolganlar, Yakutlar ve Tunguzlar “kuş tarzı” şaman kıyafetleri kullanılırsa da, bu bölgedeki kıyafetlerin Altay, Soyote ve Karagasse şaman kıyafetlerinden bazı farklılıkları gösterir. Altay, Soyote ve Karagasse kıyafetlerindeki şaman gömlekleri kürk gibidir, postun tüyleri temizlenmez ve kıyafetin iç tarafında kalır. Kuzey Sibirya şaman kıyafetleri ise, ren geyiği postundan elde edilen güderiden yapılır. Bu bölge şamanlarının kıyafetlerinde kol dikişi boyunca takılmış deri şeritler kuş kanatlarını, arka eteğinden sarkan deri şeritler ise kuşun kuyruğunu sembolize eder. Kıyafetin muhtelif yerlerinden sallanan yaprak veya çubuk şekilli metal aksesuarlara “kuş tüyü” adı verilir, bunlar çoğu zaman çizmelere de takılır. Tunguz şamanının çizmelerinin üzerinde Soyote şamanının çizmelerinde görmüş olduğumuz deri işlemeler veya sarı boncukların sıralanması ile yapılmış, üç ya da beş parmaklı bir “kuş ayağı” figürü bulunur. Kıyafetin başlık bölümünün hazırlanmasında da aynı düşünce ile hareket edilmiş ve gerçek kuş tüyleri ile donatılmıştır. Tunguz ve Yakutların şaman kıyafetlerinin hangi kuş türünü temsil ettiklerini ise elimizdeki bilgilerle söylemek zordur.

Kuzey Sibirya şamanlarının kıyafetleri, incelediğimiz diğer kıyafetlerden farklı olan bir başka yönü de, metal nesnelerin çok daha fazla kullanılması ve bu metal nesnelerin bazılarının vücuttaki kemikleri temsil etmesidir. Meselâ, Yakut şamanının kollarında uzun, ince metal çubuklar görürüz. Bu çubuklar üst kol, dirsek ve önkol kemiklerini temsil ederler. Bazı şaman kıyafetlerinde kıyafetin kollarına iliştirilmiş olan bu “metal kemiklerin” yerlerinin değiştirilmiş olduğunu görmekle beraber, bunun ne sebeple yapıldığı ise bilinmemektedir. Eski kaynaklarda bahsi geçen, lâkin başlıklar gibi günümüzde artık hiç kullanılmayan özel eldivenler de kıyafetin bir parçasıdır. Eldiven olarak kullanılan parça, kıyafetin kol ucuna takılan ve beş parmaklı bir el görüntüsü verilmiş olan bir metal parçadır. Entarinin her iki tarafında, boynun altında yine metalden yapılmış olan köprücük kemiği ve omzunda da metal omuz kemikleri tutturulmuştur.

Georgi, Tunguz şamanının kıyafetini tarif ederken, kol ucunda demirden yapılma bir parçanın takılı olduğunu aktarır. Şamanın ayaklarında da, elleri gibi metal “zırh”lar vardır. Gmelin, şamanın deri çoraplarının yukarıdan aşağıya kadar metal parçalarla kaplandığını ve uçlarında beş adet metal parmak olduğunu anlatır. Turuhansk seyahâtim sırasında benim de şamanlarla tanışma ve konuşma fırsatım oldu ve özellikle Yeniseylerin şamanının güderiden mamûl ve demir parçalarıyla bezenmiş çizmesi özellikle dikkâtimi çekmişti. Orada bulunanlar, bu çizmenin üzerinde bulunan metal parçaların bir ayının ayağındaki kemikleri temsil ettiklerini anlatmışlardı ki, aynı çizme üzerinde ayının hem ön ayaklarının, hem de arka ayaklarının kemikleri yer almaktaydı. Çizmenin konç bölümünde ayının baldır, uyluk, ön kol ve üst kol kemiklerini temsil eden yine metalden mamûl başka bazı süslemeler bulunuyordu. Ayının ön ayağı, çizmenin tarak bölümünde, arka ayağı da topuk kısmında canlandırılmıştı.

Aslında kollarda olmasını bekleyeceğimiz canlandırma figürlerinin, çizmelerde yer alması, bu çizme süslemelerinin Yeniseylerin sonraki dönemlerde benimsediği bir gelenek olduğunu akla getirmektedir. Tunguz şamanının- ki muhtemelen Yenisey şamanlarının kıyafetlerinin ilham kaynağını oluşturmaktalar- kıyafetindeki temsili el ve kol kemiklerinin gerçek yerlerine karşılık gelecek şekilde yerleştiriliyor olması da bu görüşümüzü destekler niteliktedir. Ancak, Tunguz şamanının kıyafetindeki kemiklerin, ayı kemiklerini temsil edip etmediği tam olarak bilinmemekle beraber, Witsen, 1705’de yayımlanan eserinde, Tunguz şamanlarının eldiven ve çizmelerinde demir ayı pençeleri bulunduğunu, keza Mordvinov’da 1860 yılında yayımladığı eserinde Tunguz şamanlarının çizmelerinde demir, bazen gerçek ayı pençeleri, eldivenlerinde de kuş pençelerinin olduğunu belirtmiştir. Şaman kıyafetlerinde demir kemiklerin bulunması, bize bir zamanlar bu kemiklerin aslında bir bütünü temsil ettiklerini düşündürmektedir. Bazı araştırmacılar, bu kemiklerin aslında kıyafette canlandırılmaya çalışılan hayvanı temsil ettiklerini kabûl etmektedirler ki, buna göre meselâ, kuşun canlandırıldığı bir kıyafetteki metal kemikler, aslında kuş kemiklerini temsil ederler. İlk başlarda ben de bu görüşü kabûl etmiş olmama rağmen, konu üzerinde teferruatlı olarak çalışmaya başladığımda, bu görüş artık beni tatmin etmemeye başladı.


Yakut şamanlarının kıyafetlerindeki metal nesnelerin, aslında insan iskeletini temsil ettiğini yazan Troschtschanskij bu konuda aslında doğru bir tespitte bulunmuştur. Kai Donner de, bir Yenisey yerlisinin kendisine şaman kıyafeti üzerine iliştirilmiş olan kemiklerin şamanın kendi kemiklerini temsil ettiğini anlattığını aktarır. Şamanın kemiklerini sakınması ve itinayla koruması gerektiğine ilişkin çok sayıda örnek vardır. Meselâ, Şorlar, kötü ruhların şamanların kemiklerini birbirine karıştırmak için fırsat gözlediklerine inanırlar ki, benzeri inanışlar Yakutlar arasında da görülür. Yakut şamanlarının kıyafetlerinde eklemlerin olduğu yerlere yerleştirilen metal levhalar, şamanların eklemlerini korumak için olduğu çok açıktır.

Bahsi geçen halkların bazılarında kuş haricinde başka bir hayvanın canlandırıldığı şaman kıyafetleri görürüz. Bu kıyafetler, başlıklarında bulunan boynuzlar sebebiyle kolaylıkla diğerlerinden ayrılırlar. Kıyafetin başlığı genellikle başı çepeçevre dolaşan bir metal çembere başın üzerinden çapraz olarak geçen başka iki metal yarım çemberin birleştirilmesiyle oluşur. Bu başlığın üzerine de yine metalden üç çatallı bir boynuz takılmıştır. Altay şamanlarının kıyafetlerindeki baykuş tüylerinin hem başlıkta, hem de kıyafetin arka tarafında bulunması gibi, bu kıyafetin de arkasında bir” boynuz” bulunur. Nitekim Gmelin, bir Tunguz şamanının kıyafetinin omuzlarında demirden yapılma çatallı bir boynuz görmüş olduğunu aktarır. Rusya ve Sibiryadaki müzelerde görmüş olduğum Tunguz şaman kıyafetlerindeki boynuzlar, iki omuz arasına yerleştirilen bir demir çubuğun iki ucuna takılmış olduklarını gördüm. Bir şaman kıyafetinin sırtında, uçlarında küçük boynuzlar olan bu metal çubuklardan birden fazlası alt alta sıralanmış olabilir ve bu ikinci tip şaman kıyafetinin en temel karakteristik özelliğidir. Bu tarz kıyafet, Tunguzlar üzerinden Batıda, Samoyedlere ve Yeniseylere kadar yayılmıştır. Bu şaman kıyafetinin, kol altından sarkan püsküllerin eksikliği dışında, aslında kuş tarzı kıyafetten pek bir farkı olmayıp, bu kıyafetin de üzerine kemikler veya değişik nesneler iliştirilmiştir. Etekteki püsküllerse, diğerine nazaran çok daha kısadır ve bunlara “kuş tüyü” değil, sadece “tüy” adı verilir. Bazı şaman kıyafetlerinde bu “tüy”lerden hiç olmaz ve Yenisey şaman kıyafeti gibi arka eteği sivri bir uçla sonlanır. Bu kıyafetin olabildiğince bir hayvanın canlandırılması için uğraşılmıştır. Ama asıl zor olan şey, bu kıyafet dikilirken tasavvur edilen ve ayırıcı özelliği boynuzları olan bu hayvanın hangi hayvan olduğunu tespit edebilmektir. Bu konudaki kaynaklarda genelikle sadece “demir boynuzlar”dan bahsediliyor, ama boynuzların tam olarak ne boynuzu olduğu hakkında herhangi bir bilgi verilmemektedir. Witsen’in eserinde Tunguz şamanlarını anlattığı bölüme eklemiş olduğu çizimler, elimizde bu konudaki en eski-ve pek de kesin olmayan- kaynaklardan ibaret olup, bu çizimlerdeki çatallı boynuzlar, bir ren geyiğinin boynuzlarını hatırlatmaktadır. Yeniseylerin şaman başlığındaki boynuzlar da aynı şekilde bu ren geyiği boynuzlarına benzemektedir.


Ama bu kıyafet türünün bir ren geyiğini mi, yoksa başka bir boynuzlu hayvanı mı temsil ettiği belirgin değildir. Doğu Tunguzları hakkında araştırmalar yapmış olan Schrikogorov, bu demir boynuzlu başlığın erkek karacayı temsil ettiğini ve kendisinin de üzerinde gerçek karaca boynuzları olan bir şaman başlığı görmüş olduğunu yazar. Aktardığına göre, şaman kıyafeti de karaca derisinden yapılmıştır. Bunlara benzer boynuz başlıklı şaman kıyafetleri eski dönemlerde Buryatlar tarafından da kullanılmıştır. Pallas, bir Buryat şamanının başlığında karaca boynuzlarını andıran demir boynuzlar görmüş olduğundan bahseder ki, Buryat mezarlarında yapılan kazılarda bulunan nesnelerden aynı sonuca varılabilir.


Göründüğü kadarıyla, her ne kadar artık günümüzde şaman başlıklarında yer alan boynuzlar ren geyiği boynuzlarını andırsa da, aslında Buryatlardan doğu Tunguzlarına kadar bir çok topluluğun şamanları tarafından kullanılan bu kıyafetin asli hâlindeki ilham kaynağının karaca olduğudur.


Buryat mezarlarında bulunan eşyalardan, eski dönemlerde şaman kıyafetlerine şamanın kemiklerini temsil eden “demir kemikler” konulduğunu anlaşılmaktadır. Kıyafetlere kemik koyma âdetine Altay veya Sayan bölgelerinde rastlanmayıp, bu gelenek muhtemelen Baykal bölgesinde doğmuş ve Kuzey Sibirya bölgesine kadar yayılmıştır. Bahsi geçen bu iki tip şaman kıyafetinden hangisinin daha eski olduğu sorusu ise şimdilik cevapsız kalmaktadır.


Tunguz ve Yakutların şaman gömlekleri ve göğüslüklerinde yer alan metal nesneler sadece zil, çıngırak ve kemiklerden ibaret değil, bunların yanında birçok başka nesneler de bulunur. Bunlar arasında göğüslüğün arka tarafına takılmış bulunan ay ve güneş figürleri dışında, yuvarlak metal bir ayna ve ortası delik yuvarlak metal bir levha vardır. Bunlardan ortası delik metal levha muhtemelen yeryüzünü temsil ederken, ortadaki delik de şamanın bir dalgıç kuşu gibi yer altı ülkesine inişini ifade etmektedir. Kıyafete bunlardan başka şamanın çeşitli suretlerdeki yardımcı ruhlarının küçük figürleri de ilâve edilmiş olup, bunlar arasında dört ayaklılar, sürüngenler, balıklar, yılanlar ve hepsinden önemlisi martı ve benzeri dalıcı kuş figürleri yeralır. Dalıcı kuşlar kutsal kabûl edilirler ve ruhlar âlemine gittiğinde şamanlara yol gösterip, onları koruduklarına inanılır. Bazı şaman kıyafetlerinde de insan suretindeki ruhların figürleri bulunur.


Moğol şaman kıyafetleri de Soyote şamanlarınınkine yakındır. Başlıkta bir kuş tüyü öbeği yer alır, lâkin kol altlarında ve eteklerde kuş tüylerini simgeleyen püsküller bulunmaz. Buna mukabil, bazı Altay ve Soyote şaman kıyafetlerinde görülen yılan şeklinde püsküller bulunur. Kıyafete çoğu zaman yuvarlak bir metal ayna ve ruh figürleri de takılır. Bu figürlerin yapım şekillerinde Çin kültürünün etkisi görülür. Kıyafetten sallanan yılan görünümlü püsküllere, bazı Tunguz ve Buryat şamanlarının kıyafetlerinde de rastlanır. Pallas, Buryatlar arasında bir kadın şamanın üzerinde bu “yılan” püsküllerinden otuz tane kadar gördüğünü ve bunların yere kadar uzandığını anlatır. Yukarıda sözkonusu ettiğimiz şaman kıyafetleriyle kıyaslandığında, Amur vadisindeki kıyafetler çok daha basit yapılmışlardır. Golde şamanının önlüğü balık derisinden veya mavi pamukludan yapılma, ön tarafında kemerin altında aralarında iki kaplan ve iki ejderhanın bulunduğu çeşitli resimler çizilmiştir. Bunun dışında kertenkele, yılan veya kurbağa resimleri de önlükte yer alabilir. Lopatin, bu hayvanlara şamana yardımcı olan hayvanlar olduklarına inanıldığını anlatır. Ejderhalar şamanı göğe taşır, kaplanlar şamanı ormanda gezdirir, kertenkele, yılan ve kurbağa ise şaman nehir, göl veya bataklıktan geçerken ona refakat ederler. Önlüğün üst tarafında aynı malzemeden yapılma kısa kollu bir ceket bulunur. Bu kıyafetin en dikkât çekici parçası, Çin başlıklarında ilham alınmış olan başlık olup, bu başlığa; ayı, kurt, tilki gibi çeşitli hayvanların postlarından kesilmiş şeritler dikilmiş ve bunlar dağınık şekilde şamanın omuzlarına kadar iner. Kıyafetin üzerine ayrıca ziller, çıngıraklar, metal aynalar ve benzeri cisimler asılmıştır. Bazen başlıktaki şeritler çenenin altında birbirlerine bağlanır veya başlığa ren geyiği boynuzlarını hatırlatan demir boynuzlar ilâve edilir ki, Lopatin, sadece büyük şamanların bu tarz bir başlık kullandıklarını belirtir.


Üzerinde çok sayıda boru şeklinde sallanan demir aksesuarların olduğu kemer ve üzerine parlak renklerle yılan, kertenkele ve kurbağa resimlerinin çizili olduğu eldivenler Golde şaman kıyafetinin bir parçasını teşkil eder. Bunun dışında şamanın göğsünde ve sırtında deri şeritlerle tutturulmuş metal aynalar sallanır ki, inanca göre bu aynalara insanların yaptıklarını yansımakta ve yine bu aynalar şamanı kötü ruhların oklarından korumaktadır. Şaman, ayin sonrasında bu aynaların arkasına kendisine atılan ama aynanın koruduğu okların sayısı kadar çentik atar. Golde şamanlarında görülen bir başka âdet de kafalarına, kollarına ve ayaklarına ince kiraz ağaç dalları sarmalarıdır. Aynı adet Aino halkı arasında da vardır.


Mançurya şamanlarının paltolarının yaka ve omuz bölümlerinde resimler bulunur ki, bunlar içinde palto, ruhları korkutmak için kırmızı renkli kumaştan yapılır-Altay şamanlarının başlıklarının kırmızı olma sebebi de budur- ve çoğunlukla üzerinde sadece birkaç metal ayna bulunur. Kemerde asılı olan aksesuarlar, Goldelerinki ile hemen hemen aynıdır. Başlıkta ise kimi zaman bakırdan yapılma bir kuş resmi, kimi zaman da demir bir boynuz yeralır. Kimi başlıklarda birden fazla kuş resmi olduğu da görülmüştür. Schirokogorov’un belirttiği gibi, Amur vadisindeki halkların şaman kıyafetlerinde Çin kültürünün etkisi oldukça belirgindir.


Türk, Moğol ve Tunguz halklarının şaman kıyafetlerine genel olarak göz gezdirdikten sonra, bu ilginç kıyafetlerin aslında hangi maksatla ortaya çıkmış olduğu sorusu ortaya çıkar. Eğer şaman, kıyafetini sadece ruhlar âlemi ile bağlantıya geçtiğinde kullanıyorsa, bu kıyafetin ona bu esnada belli bazı faydalarının dokunuyor olması gerekir. Ancak diğer taraftan bu kıyafetin üzerinde bir çok nesnenin ruhların korkutulmasına yönelik olduğunu biliyoruz. Bu durumda acaba şamanın başka bir surete bürünmesine yarayan bu kıyafeti ne olarak anlamak gerekir? Kıyafetin işlevi şamanın kendisini korumak mı, yoksa kötü ruhları insanların etrafından kovmak mıdır?


Altay ve Sayan bölgelerindeki şaman kıyafetlerinin ilham kaynağı olan baykuşun, kötü ruhların güçlerini bertaraf etme özelliği olduğu malûmumuzdur. Baykuşun kötü ruhları çocuğun beşiğinden uzak tutacağı inancıyla bazı bölgelerde hâlen bir çocuk hastalandığında bir baykuş yakalayıp beslemek âdeti vardır. Wogulların ayı şölenlerinde de ölen ayının ruhunu korkutmak için, şölene katılanlardan biri baykuş maskesi takar ki, Sibirya şamanının kötü ruhları kovmak için boynuzlu bir hayvan kılığına girmeleri bu sebeple akla yatkındır. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, şaman kıyafetinin arkasında yatan fikrin, illâki totemizm veya şamanın “ruh hayvanı” ile bağlantılı olması gerekmediği ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar şamanın, kıyafetine bürünmüş olduğu hayvanın suretinde dolaştığına ilişkin inançlar varsa da, bunlar şaman kıyafetinin kökenindeki fikri yansıtmamaktadır. Goldelerin bir efsanesinde, kuş suretinde uçmakta olan bir ruhun, bir kanat çırpışıyla bir anda metalden tüyleri olan bir şaman kıyafetine büründüğü anlatılır. Eğer şaman kıyafetinin kökenindeki fikir, şamanın kimliğini gizlemekse, muhtemelen ilk hâli sadece bir yüz maskesi veya başlıktan oluşmaktadır. Orman Tatarları şamanları bazı ayinlerde şaman kıyafeti yerine, sadece yüzlerine taktıkları kayın kabuğundan bir maske ile yetinirken, Buryat şamanları yüzlerini deri, tahta veya metalden yapılma maske ile gizlerler, fakat elimizdeki mevcut bilgiler bu maskelerin Moğol lamalarının bazı ayinlerde yüzlerini gizlemek için kullandıkları maskelerle nasıl bir bağlantıları olduğunu açıklamaya kâfi gelmemektedir. Altay ve Golde şamanlarının ölen birinin ruhunu ölüler ülkesine götürürken tanınmamak için yüzlerini kurum ile siyaha boyadıklarını daha önce görmüştük. Golde şamanlarının sinir hastalığına yakalanan birini tedavi etmeye başlamadan önce, yüzüne boya ile çizgiler çektiklerine dair anlatımlar vardır. İlkel topluluklarda, başı tamamen örten maskeler de vardır ve muhtemelen Sibirya şamanlarının kıyafetlerinin ilk çıkış noktası bu maskelerdir. Wenjamin’in belirttiği gibi şaman kıyafetinin en önemli parçası başlığıdır. Anlatılan bir Altay şaman başlığının tam bir baykuş gövdesinden -kanatları ve kafası ile beraber muhafaza edilmiş durumda- ve şamanın yüzünü örten püsküllerden oluştuğunu gözönüne alındığında, çizmesine kadar detaylandırılmış şaman kıyafetlerinin aslında şamanın baykuş olarak tasavvur edildiği ve bu başlıktan türemiş olduklarını söylemek mümkündür.


Karacayı andıran kıyafetin gelişimi hakkında tahmin yürütmekse çok daha kolay görünmektedir. Bir Mançu şamanının en göze batan özelliği, başlığının üzerindeki boynuzlardır. Ruhları korkutmak için kullanılan bu çeşit boynuzlu maskeler sadece Asya’da değil, dünyanın çeşitli bölgelerindeki ilkel halklar arasında rastlanmaktadır. İlk zamanlarda sadece başlığı kapsayan bu düşüncenin, zaman içerisinde şamanın bütün kıyafetine hâkim olması, kendisini en açık şekilde elbisenin sırtına iliştirilen boynuz figürlerinde gösterir. Karaca tipi şaman kıyafeti, kuş tipi kıyafete tamamen paralel bir gelişme gösterir. Genelde bütün şamanların kıyafetleri, ya karaca tipi veya kuş tipidir. Schirokogorov, Trans-Baykal bölgesi şamanlarının, alışılagelmişin aksine her iki tipte birer kıyafetleri olduğunu, buna gerekçe olarak da kuş tipi kıyafetin tek başına bütün şamanlık vazifeleri için yeterli olmamasını gösterdiklerini anlatır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir


14 Ekim 2023 Cumartesi

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-19

 EVROPA AVRUPA'YA ADINI VEREN ASYALI GÜZEL


Olimpos Tanrılar Ülkesi'ndeki görkemli sarayında oturan tanrılar tanrısı Zeus, hem kendi buyruğundaki tanrıçalara, hem de yeryüzündeki ölümlü güzellere sık sık gönlünü kaptırırdı... Bir zamanlar Baştanrı olan babasının tahtına zorla kurulup bütün tanrıları ve de insanları buyruğu altına aldığından beri bu huyunu hep sürdürdü!. Ne var ki evrenin tartışmasız tek egemeni olmasına karşın, küçücük dünyamızda çevirdiği dolapları karısı tanrıça Hera'nın kıskanç gözlerinden kaçırabilmek için, örneğin kendini bazen bir boğaya, bazen bir kuşa dönüştürmek zorunda kalırdı...


Bir bahar sabahı gene öyle, Olimpos'taki sarayında erkenden uyanmıştı Zeus. Artık orada tekdüze sürüp giden perikızlarının danslarından, aralıksız içki alemlerinden, tanrıçaların anlamsız kavgalarından bıkıp usanmış gibiydi. Üstelik bir aşk serüveninden kaynaklanan kıskançlık yüzünden, o gece karısı Hera'yla geç vakitlere dek tartışmışlardı... O yüzden içini açacak bir eğlence arıyor gibiydi kendine. Dünyada her zaman gönül eğlendirici, beklenmedik avuntuların bulunduğunu da deneyimleriyle çok iyi bildiğinden, sarayının penceresinden yeryüzünü dikizlemeye başladı... Bir ara bakışları Suriye üzerinde odaklandı. Orada, denize yakın evinde, güzeller güzeli, Asya kıtasının en ünlü kızı Evropa (Europa) daha yeni uyanmış, bahçedeki çiçeklerini suluyordu. Bu güzel kızı gözüne kestiren Zeus o gece onun düşüne girdi. Ertesi sabah da Evropa gördüğü bu düşü kendi kendine yorumlamaya çalışıyordu. Düşünde, şimdiki adı Avrupa olan kıta onu alıp kendi ülkesine götürmek istiyordu. Bu alıp götürme olayının gerçekleşebilmesi için de, Baştanrı Zeus kendisine yardımcı olacağını söylüyordu. Bunun üzerine Asya kıtası da; "Hayır, biz güzel kızımız Evropa'yı başka yerlere vermeyiz; o bizim öz kızımızdır!" diye diretiyordu. Uyku sersemliği içindeki güzel Evropa, bir süre bu düşü yorumlamaya çalıştıysa da kuşkularını yatıştıracak bir yoruma ulaşamadı. "Aman, hayırlısı neyse o olsun!" anlamında elini silkeledi. Üstelik bu düş üzerinde uzun boylu kafa yoracak denli zamanı da yoktu. Çünkü o gün için diğer kız arkadaşlarına söz vermişti; kırlara çiçek toplamaya gideceklerdi... Evropa, emekçilerin tanrısı ve Afrodit'in kocası topal Hefaystos'un incecik tunç tellerden ördüğü o güzel sarı sepetini kaptığı gibi doğruca, deniz kıyısındaki rengârenk çiçeklerle bezenmiş tarlalara doğru yollandı hoplaya zıplaya... Orada buluştuğu güzel kız arkadaşları arasında gerçekten de en parlak sabah yıldızı gibiydi!.. Sepetini, sanki sırf onun için açmış gibi görünen en güzel çiçeklerle donatmaya başladı hemen...


Olimpos'taki sarayının penceresinden faltaşı gibi açılmış gözleriyle Evropa'yı izleyip duran Baştanrı Zeus; aklından geçen şeytani düşünceler yüzünden kendi kendine gülümsedi... Sonra da penceresinden yıldızlarla dolu o büyük boşluğa bırakıverdi kendini.. Yıldızları savura savura alçaldı; Evropa'nın çiçek topladığı tarlaya yakın bir yere, sessizce kondu. Hem karısı Hera'ya görünmekten korktuğu, hem de olağan haliyle kadınların kızların kendisine yüz vermediğini bildiğinden, kendisini alımlı ve bıçkın bir beyaz boğaya dönüştürüverdi hemen. Sonra da Evropa ve arkadaşlarının oynayıp eğlendikleri tarlaya girdi usul usul; utanıyormuşçasına çekine çekine... Kızlara yaklaşınca da, çiçeklerin arasına yüzü koyun yatıverdi... Onu ilk gören de Evropa oldu ve bu beyaz boğanın öyle yatıvermiş haline bakaraktan gülümsedi. Kendi kendine içinden ezgiye benzer bir şeyler mırıldandı:


Öyle tatlı, öyle güzel bir boğa ki bu,

Sırtına bindirip gezdirecek bizi...

Zaten bir insan gibi bakıyor,

Yok boğaya benzeyen bir yanı,

Ne var ki hiç konuşmuyor...


Gülümsemesini sürdüren Evropa, çocuksu bir sevecenlikle boğaya yaklaştı; başına, boynuzlarına şöyle bir dokundu ilkin...


Ama boğa da öylece hiç kımıldamadan durup kendini uzun uzun sevdirip okşattı... Bunun ardından Evropa boğanın sırtına oturup kendisini izleyen arkadaşlarına, "gelin" işareti yaptı eliyle. Ama Zeus da aynı anda ayağa fırladı ve sırtındaki Evropa'yı fırtına gibi uçuraraktan, az ötedeki denize doğru yollandı! Elindeki aygıtla fırlattığı yıldırımlar yüzünden kılıçla bölünmüşçesine aniden yarılan deniz, dümdüz bir yol açtı boğaya. Neye uğradığına bir anlam veremeyen Evropa; haliyle düşmemek için, bir eliyle boğanın boynuzuna tutunmaya çalışırken, öteki eliyle de, ıslanmaması için mor eteklerini toplamaya çalışıyordu! Nereus Kızları denen denizperileri boğaya kılavuzluk ederken, denizler tanrısı Poseydon da en önde gidiyordu. Poseydon'un yanında da, durmadan elindeki boruyu öttüren Triton vardı. Gördüğü bu garip yaratıklardan büyük bir ürküntüye kapılan Evropa, bu boğanın bir tanrı olabileceğini düşünmeye başladı... Korkuyla boğanın kulağına eğildi ve bu yolsuz yolaksız denizlerin ortasında, kendisini bırakıp kaçmaması için yalvardı. Boğa da ona, kendisi hakkında bir tanrılık varsayımında bulunmuş olmakta yanılmadığını söyledikten sonra; "Ben tanrılar tanrısı Zeus'um!" dedi. "Dün sabah Olimpos'taki sarayımdan seni izledim; sana deli divane vuruldum. Korkma benden..." deyip denizdeki hızını daha da artırdı!.. Kızcağız biraz korkularından sıyrılır gibi oldu. Sonra denizde durmadan yol alan beyaz boğa, sırtında oturan Evropa'ya doğru çevirdi başını yeniden, "Seni Girit adasına götürüyorum. Orada sarayımız, çocuklarımız olacak..." dedi.


Baştanrı Zeus'un dediği oldu. Asya'dan koparıp getirdiği güzel Evropa; bir taraftan yeni geldiği kıtaya kendi adını verirken, öte yandan da nurtopu gibi üç oğlan çocuğu getirdi dünyaya... Bu çocuklardan Minos ile Radamantis; yeryüzündeki yaşamları süresince, dünya ve insanlar karşısında hep adaletten, barış ve hoşgörüden kaynaklanan davranışlar sergilediler.


Bu yüzden de ölümlerinden sonra, tanrı Hades'in Yeraltı Ülkesi'nde başyargıçlığa getirildiler... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak