7 Ekim 2023 Cumartesi
6 Ekim 2023 Cuma
5 Ekim 2023 Perşembe
3 Ekim 2023 Salı
Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-7
Şamanın Kutsanması
Stadling, Yakut şamanların bir adetinden bahseder ki, her yaşlı şamanın bir şaman adayını eğitip, onu göreve hazırladığını ve onun için bir “ämägät” resmi yaptığını anlatır. Aynı konuda Pripuzov, Yakutların arasında şahit olduğu, genç bir şamanın göreve başlama ayinini şöyle aktarmaktadır: “Yaşlı şaman, genç şaman adayını yüksekçe bir dağa veya bozkırın ortasında bir yere götürür, üzerine şaman kıyafeti giydirip, ona davul, tokmak ve etrafına at dizgini sarılı bir söğüt dalı verir. Adayın sağ tarafında kabilenin faziletli gençlerinden dokuz delikanlı, sol tarafında da dokuz bakire kız durur. Yaşlı şamanın kendisi âyin kıyafetlerini giyer, adayın arkasında durarak, adayın tekrarlaması gereken ruhanî kelimelerini söylemeye başlar. Şaman adayı ilk olarak yaşlı şamana, kendisi için değerli olan her şeyden ve Tanrıdan vazgeçip, bundan sonra kendisinin dileklerini yerine getirecek olan ruhun hizmetine adayacağına yemin eder. Daha sonra bu “özel ruh”un kim olduğu, nerede yaşadığı, hangi hastalıklara sebep olduğu ve nasıl yatıştırılıp rızasının kazanılabileceği konuşulur. Şaman adayı bunu takiben bir kurban keser ve kanını elbisesine sürer, kurbanın etini de ayine katılanlarla birlikte yerler” Anlatılan bu törende meselâ “Tanrıdan vazgeçme” gibi bazı unsurların Pripuzov’un kendi yorumu olma ihtimâli varsa da, yeni şamanın vazifesini devralabilmesinin bazı özel tören veya ayinlerle olması muhtemelen doğrudur. İnançları gereği, kendi refah ve mutluluğu için şamanın varlığının vazgeçilmez olduğuna inanan ve şamanın bütün o pahalı kıyafet ve malzemelerini karşılayan kabile üyeleri temsilcilerinin yeni şamanlarının bu ilk göreve geliş törenini izlemeleri gayet anlaşılabilir bir durumdur.
Tunguz kabilelerinde de, şaman adayının bazı ananevî ritüelleri yerine getirip, kabiliyetlerini kabile mensuplarına sergilediği ve sonunda adayın şamanlığa hak kazandığı bu törenlerin tarihi çok önceden tesbit edilir. Kurban kesilmesi ile sona eren bu törenler bazen günlerce sürebilir.
Yeni şamanın göreve başlama merasimi, Goldelerin kurban şölenlerinin en önemli ritüellerinden biri olup, şaman adayı sırayla köydeki her haneyi dolaşır, şaman dansı yapar ve kurban şölenine davet eder. Köy içersindeki bu ziyarete önce tek başına başlar, her hanede bir kişi peşine takılır ve şaman adayıyla, onu takip eden kalabalık en sonunda adayın kurban töreni hazırlıkları yapılan evine gelirler. Şölenin yapılacağı akşam, şaman danslarıyla başlar, dans edenlerin hepsi belinde çıngıraklar olan bir şaman kemeri takar ve ellerinde şaman davulu olur. Bu dansa en az dokuz kişi katılır. Yeni şaman, şaman kıyafetini giydikten sonra ortada dans etmeye başlayıp, diğerleri davullarını çalarak etrafında dönerler. Dansa ara verildiğinde, şaman adayı ruhlar için bir methiye söyler ve onlara yeni görevinden bahseder, sonra yüksek sesle “Seon”un verdiği ve herkesin uyması gereken buyrukları söyler. Daha sonra yeni şamanın önünde yakılan ateşe yaban biberiyesi atılır. Goldeler, bu bitkinin dumanının arındırıcı özellikleri olduğuna inanırlar. Şaman adayının methiyesi bittikten sonra kabilenin en yaşlı üyesi, şamanın önünde diz çökerek, ona bir tas içerisinde içki sunar. Genç şaman, üç defa parmağını tasın içine batırarak ruhlar için bir parça içki serper. Bu serpme işlemi sol elin üzerinden yapılır. Ertesi gün, sunak yerine gidilir. Buraya daha önceden dokuz tane domuz getirilmiştir ve şaman yardımcıları verilen bir işaretle bunları kesmeye başlarlar. Şaman adayı kurban kanından bir parça içtikten sonra, dans etmeye başlar, kendinden geçer ve orada bulunanlar ona gelecekle ilgili sorular sormaya başlarlar. Şölen, etler ve içkiler bitene kadar devam eder. Şamanın görevde olduğu sürece belli yıllarda kendi “Seon”u için bu tip şölenler vermesi gereklidir.
Şaman ayinine ait teferruat yönünden Buryat şamanlarının göreve başlama merasimleri çok daha ilgi çekicidir. Changalov, bazı Buryat şamanlarının şamanlık görevini ifa ediyor olsalar bile, “kutsanma” fiilini gerçekleştirmemeyi tercih ettiklerini anlatır ki, “kutsanma”, şamanın üzerine çok daha ağır görevler yüklemekte ve bu sebeple de “kutsanmış” olan şamanlar, daha itibarlı ve üst düzey şamanlar grubunu oluştururlar. Buryat inanışlarına göre, “kutsanmak” çok özel bir anlam taşır, bu sayede şamanın zihni aydınlanır, öte dünyanın ve ruhlar aleminin esrarları önünde açılır. Tanrıları, Tanrıların yaşadıkları yerleri, yarattıkları varlıkları ve bunlara kimler aracılığıyla nasıl ulaşabileceğini öğrenir.
“Kutsanma”, adayın kendini belli görevlere vakfetmesi ve belli bir hayat tarzını benimsemesi anlamına geldiğinden, “kutsanma”nın belli bazı hazırlık aşamaları vardır. Aday, kirli kabûl edilen her şeyden uzak durmayı-meselâ domuz eti yememe- kabûl etmek zorundadır veya düzenli olarak bazı yıkanma ayinleriyle kendini temizlemesi gerekir. Gerçek “kutsama törenleri”ni “şaman babası” adı verilen ve adayın hocalığını üstlenen gerçek bir “kutsanmış” kişi yönetir. Bu ayin için seçilmiş dokuz delikanlı, ayinde “şaman yardımcısı” olarak hizmet ederler. Bu yardımcılar, ayin için gerekli ön hazırlıkları yapar, şaman adayı ile beraber şölen için gerekli malzemelerin tedariki için koştururlar. Bu maksatla kaldıkları çadırda, onlara süt, tarasun, kurunga gibi yiyecek ve içecekler, para ve değerli hediyeler sunulur. Adayın elinde taşıdığı küçük bir kayın fidanına bez ve deri parçaları takılır. Balagansk bölgesinde şaman yardımcıları ellerinde bir kayın fidanı taşırlar.
Aynı bölgedeki geleneklere göre, şaman adayı, “şaman babası” ve şaman yardımcıları bir çadırda inzivaya çekilip, dokuz gün boyunca oruç tutarlar ve bu süre boyunca çay ve suda pişirilmiş un dışında hiçbir şey yiyip, içmezler. Bu çadırın etrafına at kılından yapılma bir ip çekilir ve bu ipe küçük orman hayvanlarının postları, kumaş parçaları, çomak veya kaşık gibi benzeri cisimler asılır. Bu süre içinde kabilenin diğer üyeleri “kutsanma merasimi” için gerekli diğer hazırlıkları yaparlar. Şölen gününün arifesinde kutsal koruluktan veya mezarlıktan kayın dalları ve köküyle birlikte sökülmüş en az iki tane kayın ağacı getirilir. Ağaçları sökmeye gidenler, yanlarında “tarasun” adını verdikleri içki ve bir koyun götürürler ve bu koyun “kutsal koruluğun” efendisi adına kurban edilir. Kayın ağaçları ertesi gün köye getirilip, ayinin yapılacağı yerlere yerleştirilir. Köküyle beraber sökülüp getirilen kayınlardan birisi şamanın çadırındaki ocak yerinin yanına, tepesi yukarıdaki bacadan çıkacak şekilde toprağa dikilir. Ayin esnasında şamanın üzerine tırmanarak göğün üst katlarına çıkacağı bu ağaca, “Kapı bekçisi” (Udešii burkhan) adı verilir ve bu ağacın şamana göğün çeşitli katlarının kapısını açtığına inanılır. Bu ağaç, “adanma töreni” sonrasında da yerinde muhafaza edilir ve köye giren herhangi biri “kutsanmış” şamanın çadırının hangisi olduğunu kolayca anlayabilir. Köküyle beraber sökülüp getirilmiş olan diğer kayın da benzeri önemde bir rol oynar. “äkhä šara modon” adı verilen bu ağaç, çadırın dışına dikilir ve ayin esnasında şaman bu ağacın üzerine tırmanarak göğe çıkar. Köküyle dikilen kayın ağacının yanına, dokuz tane kayın dalı dikilir. Bunların kökleri olmadığı için, onlara “kuru kayınlar” adı verilir. Changalov’un aktardığına göre, bu “kuru kayınlar” üç küme hâlinde dikilir ve etraflarına at kılından bir ip çekilip, ipin üzerine beyaz, mavi, kırmızı ve sarı şeritler asılır. Bu renklerin ne anlama geldikleri konusunda herhangi bir bilgimiz olmamakla beraber, dört ana yönü ifade etmiş olmaları muhtemeldir. En son kümedeki ağaçlara dokuz hayvan postu ve içinde içki bulunan kayın kabuğundan yapılma bir kap asılır. Changalov, bütün bu ağaçların, mavi-beyaz renkli bir iple çadırdaki ağaca bağlanmış olduğunu ve bu ipin “gök kuşağını ve şamanın tengrilerin katına yapacağı seyahâti” ifade ettiğini aktarır. Petri’nin aktardığına göre bazı bölgelerde bu ip mavi, beyaz ve kırmızı renklerdedir. “Kutsanma töreni” için dikilen kayın ağaçlarının dışında, toplam dokuz tane başka ağaç veya kazık daha dikilir ve bunlara kurban edilecek koyunlar bağlanır.
Kutsal törenin gerçekleşmesi için daha dokuz tane “žido”ya ihtiyaç vardır. Bunlar, alt ucu sivriltilip, üst tarafına da Sibirya çamı (abies pichta) reçinesi takılmış kayın dallarıdır ve orta bölümlerindeki yontulmadan bırakılmış olan bir dala, bir bez parçası asılır. Ayin esnasında meşale olarak kullanılan bu dalların alt uçlarının sivriltilmesinin sebebi, toprağa rahatça saplanmasını sağlamaktır.
Aday ve törene katılan şaman yardımcıları, tören esnasında beyaz elbiseler giyerler, şaman adaylarının eteklerinde mavi bez parçaları takılıdır. Potanin, tören sırasında “şaman babası” ve şaman adayının kafalarında kırmızı ipek püskülü olan beyaz başlıklar taktıklarını aktarır.
Şamanın “kutsanma” öncesi, şamanın alet ve malzemeleri de, meselâ asaları, at kırbacı, telli çalgısı (khur) ve benzerleri “kutsanır”. Özellikle şamanın “at kırbacı”nın kutsanması, bu kırbaca bir nevi can verilmesi anlamı taşır ki, şamanın ruhlar âlemine yapacağı seyahâtlerde bu kırbacın sahibine bir at gibi hizmet edeceğine inanılır. Asaların “kutsanması” esnasında, “at kırbacının efendisine” ve “karısına” (khorboši nojon ve khorboši khatun) bir koyun kurban edilir ve onların şerefine etrafa “tarasun” serpilir. Bazı törenlerde, kırbacın alt ucuna kurban edilen koyunun kanı sürülür. Kutsanma merasimi esnasında, şamanın telli çalgısı (khur), “tarasun” hazırlanan kabın altına, taşan damlaların çalgının tellerinin üzerine damlayacak şekilde yerleştirilir. Bu şekilde kutsanan bir çalgının sesini Tanrıların da duyacağına inanılır.
Tören günü, sabahtan itibaren çadırda toplanan davetliler şaman dansı yapmaya, Tanrılara dua etmeye ve onlara “tarasun” sunmaya başlarlar. Törene ilk olarak “ärgil bugha nojon tonkhoi”nin şerefine içki serpmekle başlanır. Adı geçen bu varlık, yeryüzünde kendini ilk olarak kutsamış olduğuna ve sonra da diğer şamanların kutsanmalarına yardımcı olduğuna inanılan şamanın ruhudur. Daha sonra, “Batı hanları” ve onların dokuz oğulları için içki serpilip, dualarda onların “yeryüzünde yaşadıkları, dokuz ülkenin hükümdarı ve Buryatların da koruyucu ruhları oldukları, gümüş kemerlerinin ve gümüş kılıçlarının oldukları” anlatılır. İçecek sunulan diğer varlıklar ise, sırasıyla; “şaman babası”nın ataları, mahallî ruhlar, yeni şamanın koruyucu ruhları, bulunulan bölgenin ve diğer bölgelerin ölmüş ünlü şamanları, büyük “Burkhan”lar ve diğer güçlü tanrılardır. İçecek sunusundan sonra “şaman babası”, çeşitli ruhlara tekrar dua eder ve bu duanın sözlerini şaman adayı tekrarlar. Bu devir töreni esnasında şaman adayı elinde bir kılıç tutar ve bu kılıcın kendisine şamanlık yetileri gibi gökler tarafından bahşedildiğine inanır. Şaman adayı bir anda çadırın içindeki kayın ağacına tırmanmaya başlar ve bacadan çadırın damına çıkar, bu esnada da Tanrılardan yardım diler. Artık, “kutsanma yeri”ne gitme zamanı gelmiştir. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz meşaleler yakılır, bir tanesini “şaman babası”, bir diğerini de şaman adayı ellerine alır. Arkadan gelen “şamanın oğulları”, “kutsanma ayini” için gerekli olan keçe minderleri ve diğer malzemeleri taşırlar. Onların arkasında, daha önce “adanmış” olan kişiler ve özel davetliler yer alır. Bütün ayin malzemeleri, güzel kokulu otlarla yakılmış olan çadırın önündeki ateşe tutularak arındırılır ve kutsanır. Şölene katılan davetliler, içinde kokulu otların tüttüğü bir ateş küreğiyle, başlarının üzerinden üç defa geçirilmek suretiyle önceden arıtılmışlardır. Törene katılanlar çadırdan çıkıp kayın ağaçlarının yanına gelirler ve şarkı söylerler.
Bazı bölgelerde çadır ile kayın ağaçlarının arasındaki yer otlarla kaplanmış olur. Kayın ağacı sırasında en Doğuda bulunan ağaca “turge” adı verilir. Bu ağaç çeşitli kumaş parçaları ile süslenmiş ve dibine keçe bir minder konularak, bir nevi sunak taşı hâline getirilmiştir. Minderin üzerine içi “tarak” ve “tarasun” dolu kaplar ve kurban etinin içine konulacağı büyükçe bir leğen bulunur. Dokuz sayısının, İdil boyu halklarında olduğu gibi Buryatların dini merasimlerinde de mühim bir yeri vardır, meselâ sunu kaplarının veya sunulan ekmeklerin sayısı daima dokuzdur. “Turge”nin yanında, şaman adayı ve kutsanmayı gerçekleştirecek kişiler yarım daire şeklinde dizilirler ve meşaleler buralara dikilir. Kayın ağaçlarının Kuzeyine dokuz adet sunu kazanı yerleştirilerek, geri kalan seyirciler de bu kazanların çevresinde toplanırlar.
“Kutsanma merasimi”nin en önemli unsurlarından anlarından biri de adayın kan ile arındırılmasıdır. Aday bunun için bedeninin üst tarafı çıplak olarak beyaz bir keçe minderin üzerine oturur. Tören yerine beyaz bir keçi getirilip, adayın başının üzerine kaldırılır ve kanı adayın üzerine akacak şekilde bıçakla yaralanır. Fışkıran kan, dokuz defa adayın değişik yerlerine tutulur ve sonra keçi serbest bırakılır, törene katılan genç erkekler keçiyi yakalayıp kurban ederler. Changalov’un aktardığına göre aday, keçinin kanını başına, gözlerine ve kulaklarına sürer, Balagansk ve bazı başka bölgelerde ayrıca keçinin kanından da içer. “Kan ile arınma”dan sonra, sıra “su ile arınma”ya gelir. Bunun için üç değişik su kaynağının suyu ile önceden doldurulmuş bir kazan içine kızdırılmış taşlar atılarak ısıtılır ve “şaman oğulları” bu suya daldırılan kayın dalı demetleriyle adayın vücudundaki bütün kan lekeleri kaybolana kadar adaya vururken, bu esnada bir şaman, “khur” çalarak buna eşlik eder ve “şaman oğulları” adaya bundan sonra sıkı sıkıya bağlı kalmaya antiçeceği kuralları okurlar. Changalaov’un aktardığına göre bu kurallar; “Fakir bir insan senden yardım isterse, oraya yürüyerek git ve emeğin için ondan fazla ücret alma, sana ne veriyorsa onu kabûl et. Daima fakirlerin ve zayıfların yanında ol ve Tanrılara, fakir ve zayıfları, kötü ruhlardan ve onların güçlerinden korumaları için dua et. Eğer seni zengin bir adam çağırırsa, ona bir öküz ile git ve ondan da çok para isteme. Seni aynı anda hem bir zengin, hem de bir fakir çağırırsa, önce fakir olana git, sonra zengin olana” biçiminde va’z edilen daha çok ahlâki içeriklidir. Bunun akabinde kurban verilecek hayvanların kesilmesine başlanır. Hayvanların sayısı en az dokuz olmalıdır, ama törene katılanların sayısına bağlı olarak daha fazlası da olabilir. Bir yandan şölen yemeği hazırlanırken, diğer yandan da şaman ritüelleri devam eder. Törenin bir başka önemli anı da, “göğe yükselme” bölümüdür. Bu bölümde “şaman babası” yukarıda bahsi geçen büyük kayın ağacının tepesine kadar tırmanır ve dokuz defa kendi etrafında döner. Şamanın yukarı tırmanışı esnasında, ruhunun da göğe yükseldiğine inanılır. Yaptığı her dönüş, göğün bir katının geçilmesini ifade eder. Göğün dokuzuncu, yâni son katına çıktıktan sonra, tekrar dokuz defa döner ve aşağıya yeryüzüne iner. “Şaman oğulları” bütün bu göğe çıkış ve iniş süresi boyunca, ağacın altında keçe bir minder tutarlar ve şaman aşağı indiğinde kendini bunun üzerine bırakır. Hemen akabinde, yeni aday da aynı şekilde göğün katları arasındaki seyahâtine başlar, hâtta daha eskiden kutsanmış olan şamanlar da aynı şeyi yaparlar. Toplanan seyirci kalabalığının bu esnada kendinden geçtiği anlatılır. Genç şaman ağacın tepesine çıktığında, ruhları yardıma çağırır ve içlerinden hangisine her gün “tarasun” sunacağını bildirir.
Bu merasim, çeşitli bölgelerde bazı ufak farklılıklarla ama temelde aynı şekilde yerine getirilmektedir. Meselâ, Balagansk bölgesinde şaman adayı bir keçe minderin üzerine oturtulup, dokuz kayın ağacının etrafında dokuz kere Doğu-Batı yönünde dolaştırıldıktan sonra aday, sırayla her ağacın üzerine tırmanıp, dokuz defa ağacın gövdesinin etrafında döner. Şaman adayı yukarıda dönerken, “şaman babası” da aşağıda ağacın dibinde aynı dönüşleri tekrarlar. Potanin, çadır kapısının sağında dokuz tane kayın ağacının dikili olduğunu ve yeni şamanın keçe bir minder üzerinde buraya taşındığını anlatır ki, en uzaktaki kayının yanına gelindiğinde genç şaman, minderden kalkıp, ağaca tırmanmaya başlar, en tepeye ulaştığında ağacın gövdesinin etrafında üç defa döner ve bir sonraki ağaca geçer. Bütün ağaçlarda bunu tekrarladıktan sonra getirilmiş olduğu keçe minderin üzerine tekrar oturur. Bu törende dokuz kayın ağacının bulunmasının sebebi, muhtemelen dokuz kayının göğün dokuz katını temsil etmesidir. Bu kutsanma ritüelleri gerçekleştirilirken diğer taraftan da sunulacak kurban etleri pişirilmiş olarak, özel sunu kaplarına konarak “turge”nin yanına bırakılırlar. Her kabın içine, kurban edilen her hayvanın etinden biraz konulur. İlk olarak “Ateşin efendisi”ne bir parça et ve çorba, ardısıra “Şaman babası”, “Şaman oğulları” ve diğer şamanlar sıraya girerler, her biri ellerinde Tanrılar için bir kap et ve bir kap çorba tutarak Tanrılara yeni şamanın sunularını kabûl etmesi için dua edip, ellerindeki et ve çorbaları havaya veya ateşe atarlar. Bundan sonra törenin şölen bölümüne geçilir. İlk olarak “Şaman babası” yemeğe başlar, diğer katılanlar da onu takip ederler. Kurban edilen hayvanların kemikleri itinayla samana sarılır ve dokuz kayın ağacının (gur burgahan) dallarına asılır.
Kurban töreninde sonra şamanlar çadıra geri dönerken, kabilenin gençleri eğlenmeye başlarlar. Ertesi sabah, “döbedöi” için bir koyun kurban edilir. Buryat efsanelerinde “döbedöi”, Solbon’un (Venüs yıldızı) seyisi olarak geçer ve muhtemelen sabah yıldızını, yâni Venüs’ü temsil etmektedir. Koyunun kemikleri yakılır, postu ise “turge”nin arkasında yer alan ve “zuhäli” adı verilen ağaca asılır. Hayvanın burun deliklerine kayın yaprakları doldurulur ve kafasına bir meşale (žido) takılır.
Şaman kutsama töreninde bazen başka sunular da yapılır. Bunlardan birisi, “bugha nojon” (Boğa efendi) için verilen hayvan sunusudur. Bu törende hayvan öldürülmez, bu sadece hayvanın Tanrılara vakfedildiği bir sunudur. Bunun için koyu gri renkli bir boğa seçilir ve kutsanmış su ile yıkanır, kurdelelerle süslenip, bir boyunduruk takılır. Hayvanın başından aşağı “tarasun” dökülür, kısa bir dua yapıldıktan sonra hayvan serbest bırakılır. Şaman kutsama törenleri çoğu zaman dokuz gün sürer, dokuz günün sonunda kayın ağaçlarına asılı olan bezler ve postlar toplanarak, şamanın kutsanmış araç gereçlerinin saklandığı bir sandığa konur.
Changalov’un dokuz, Petri’ninse beş kutsanma derecesinden bahsettiği bu merasimleri, eski dönemlerde çok daha sık yapılırmış. Anlaşıldığı kadarıyla her yeni kutsanma, şamana daha fazla itibar kazandırmakta ve ulaşılan kıdem derecesini gösteren belli işaretler taşımakla birlikte, bu işaretlerin neler olduğunu ve nereden çıkmış oldukları bugün bilinmemektedir. İlk kutsanmasında şamana verilen kılıç, şamanın göğe çıkışında onu kötü ruhlardan korumak içindir, inanışa göre kötü ruhlar kılıcın kendilerine değmesinden korkarlar. Muhtemelen kutsanmalarla kazanılan kıdeme ilişkin işaretler, şaman giysilerine de yansımaktadır. Bu konuda Petri, beş defa kutsanmış bir şamana “zarin” unvanının verildiğini anlatır. Ancak, bu oldukça teferruatlı kutsanma törenlerinin, törenlerin asli hâlinden çok uzaklaşmış oldukları aşikardır ve muhtemelen de bu kadar uzun ve karmaşık bir tören hâline kendiliğinden dönüşmemiştir. Bu törenlerin, yabancı bir dinin ritüelleri örnek alınarak geliştirildiğini varsaydığımız takdirde, bu dinin hangi din olduğu sorusu karşımıza çıkmaktadır. Bu törenlerde Lamaizmin etkileri olabilir mi? Zira, Lamaların da kendi kutsanma törenleri ve buna ilişkin kıdem dereceleri vardır. Lamalar, “temiz” kabûl edilmeyen hayvanların etlerini yemeleri yasak olduğu gibi, kutsal vazifelerini devretmek için öğrenciler yetiştirirler ve özel kıyafetleri vardır, ama Budist lamalarının bile “pagan zamanlardan kalma inanç kalıntıları” olarak nitelendirdikleri Buryat merasimlerinde Lama törenleri ile başka bir paralellik gözlenmez.
Bu hususta dikkâtimizi Mani dinine çevirecek olursak, neler bulabiliriz? Orhon nehri kıyısındaki Kara Balasagun harabelerinde bulunan ve üzerinde üç dilde yazılar bulunan yazıtlarda “kutsal usta” (Mar), Mani’nin öğretilerinin Uygur devletinin doğduğu dönemlerde (8.yy) bu bölgede yayılmaya başladığı anlatılır. Buryatların bazı halk destanlarına Pers baş tanrısı “Ahura Mazda”nın (Hürmüz) girmiş olduğunu düşündüğümüzde, Mani dinine ilişkin bazı tasavvurların veya ritülellerin de geçmiş olabileceği akla yakın gelmektedir. Mani dini hakkında bildiklerimiz bize bu konuda çokda fazla mukayese imkânı vermemekle birlikte, ancak Sogd dilinde yeralan ve aslında” dilenci keşiş” anlamına gelen “šaman” kelimesinin, aynı telaffuzla Mançu Tunguzlarına geçmiş olduğunu hatırladığımızda, kutsanmış şamanların hayatları boyunca uymaları gereken kurallar dizisinin bu Mani keşişleriyle ilgisi olduğunu görürüz.
Roma imparatorluğu döneminde Hıristiyanlıkla kıyasıya bir rekabete girmiş olan eski Pers inançlarına bakıldığında, dikkâte değer birtakım ilişkiler göze çarpmaktadır. Mitra kültünde, Buryatların kutsama ayinlerini andıran törenler vardır. Adayın kan ile kutsanmasının bir başka örneği, Mitra inancı dışındaki bildiğimiz diğer dinlerde görülmez. Mitra dini mensuplarının “taurobolium” adını verdikleri bir töreni anlatan Prudentius, bir boğanın kanının yerdeki delikli döşemeden alttaki bir oyukta oturan adayın üzerine akacak şekilde akıtıldığını ve adayın yüzünü akan kana doğru dönüp, bu kanı yanaklarına, kulaklarına, dudaklarına ve burnuna sürdüğünü, diliyle yaladığı ve hâtta heyecanla bunu içtiğini anlatır. Görüldüğü gibi, Buryatlarda aynı ayin, kurban edilecek keçinin adayın tepesinde tutularak yaralanarak, akan kanın adayın “başına, gözlerine ve kulaklarına sürmesi, hâtta içmesi” şeklinde uygulanmaktadır.
Hayat boyu uyulması gereken kurallar ve edilen yeminler, domuz eti ve başka “pis” kabûl edilen yiyeceklerden uzak durulması, kutsanma dereceleri ve bunlara ilişkin işaretler de bu konuda birbirine benzerlik gösteren yönlerden bazılarıdır. Ama bütün bunlar arasında en dikkâte değer olan, Mitra rahiplerinin göğe çıkış veya gök katları arasında gezinme merasimleridir. Origines’in aktarmış olduğuna göre bu ritüel, kutsanma töreninin en önemli bölümünü teşkil etmektedir ki, bu kadar çok benzerliğin tesadüfî olması beklenemez.
Mitra dini, bütün inanç esasları ve rahipleriyle Roma İmparatorluğunda yayılmaya başladığında, zaten çok uzun bir gelişme dönemini geride bırakmış ve doğduğu topraklara ait bir çok tasavvur ve ritüelleri kendi içinde barındırıyordu. Bu ritüeller, muhtemelen gerek o dönem, gerekse sonraki dönemlerdeki Pers büyücüleri tarafından da uygulanmaya devam etmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Buryatlara ait yukarıda aktardığımız bu ritüellerin Pers büyücülerinden ilham almış olma ihtimâli çok daha yüksektir. Zira, gerek büyücülerin, gerek şamanların görevlerinin aynı ruhanî mevzuları ihtiva ettiği, benzer şekilde gerek Mitra kültü, gerekse şamanizmde âyin esnasında kendinden geçmenin önemli bir yer işgâl ettiği düşünüldüğünde, Orta Asya halklarının kültürel yönden daha yüksek bir medeniyete sahip olan Pers komşularından ciddi ölçüde etkilendiklerini söylemek mümkündür.
Bahsi geçen bu geleneklerin muhafaza edildiği yegâne topluluk Buryatlar değildir. İlijskoi ve Tarbagatay bölgelerinde yaşayan ve Tunguzların bir kolu olan Sibo kabilesinde de benzeri kutsanma ayinleri yapılmaktadır. Bu kabilenin kutsanma törenlerinde “kara kabuklu kayın” dedikleri ve üzerine basamaklar oyulmuş bir kayın ağacı kullanılır. Krotkov’un anlattığına göre bu basamaklar göğün katlarını temsil etmektedir. Kutsanacak olan şaman adayının evinde yine üzerine dokuz basamak oyulmuş -ama daha küçük- bir ağaç bulunur. Altay Tatarlarının şamanları da göğe çıkmak için dokuz basamak oyulmuş bir kayın ağacı kullanırlar. Yakutların törenlerinde de, bazı Buryat kabilelerinde olduğu gibi sıralı şekilde dizilmiş kayın ağaçları kullanılır. Hâlen geleneklerinde göze çarpan izlerden anlaşıldığı kadarıyla, muhtemelen Yakutlar ve Goldelerin kutsama törenleri de eski dönemlerde Buryatların törenlerine benzer şekilde yapılmaktadır.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
1 Ekim 2023 Pazar
BATI ASYA DİNLERİ
Sümerlerin dini -Asur-Babillilerin dini - Hititlerin dini - Frikya'nın dini - Fenike'nin dini
Batı Asya' da ya da kimi zaman dendiği gibi Asya yakın doğusunda da çoğu kez aralarında benzerlikler bulunan çeşitli dinlerle karşılaşmaktayız ve bunların kimileri, diğerleri üzerinde etki yapmıştır.
Bu bölgelerde yerli halkla Hint-Avrupalılar ve Semitler karşılaşmışlardır. Genel olarak bunlar şöyle ayrılırlar: Güney Semitleri (Babilonyalılar ve Asurlular), Batı Semitleri (Fenikeliler, Filistinliler, İsrailliler), Güney Semitleri (Habeşler ve Araplar).
Gerek yerin altında, gerekse üstünde olmak üzere bu bölgelerde yapılan araştırmalarla büyük sayıda arkeolojik, yazıtsal ve edebi belgeler bulunmuş; bunlar, Asya yakın-doğusu hakkındaki bilgileri birçok noktalarda yenilemiştir. Bu arada balçık üzerine yazılan belgelerin doğruluğunu göstermek için bunların üzerlerine basılan yassı, ya da silindir biçimi mühürler de özellikle incelenmiştir.
Mezopotamya'ya - yani Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgeye- egemen bulunan ve adına Kuzey Semitleri denen grup bu nehrin deltasına girince, Sümerler diye adlandırılan kavimlerle karşılaştı. Son zamanlarda yapılan incelemeler, bu kavimlerin önemini ortaya koymuş bulunmaktadır.
Aynı dönemde, Sümer bölgesinin Kuzeyinde Bağdat'a kadar olan yerlerde Akad ülkesi vardı ve burada da daha önce kurulmuş olan Babil kenti bulunuyordu.
M.Ö. IV. bin yılın ortasıyla III. bin yılın ortası arasında Sümerler üstün bir nüfuza sahip oldular.
Onların uygarlığı ile Hindistan'daki Dravidyen'lerin uygarlığı arasında ilişki kuranlara ve Masson-Oursel'in dediği gibi "Hint döneminden daha önceye ait olup Sümer Dravidyen olması muhtemel bulunan bir kültürün varolduğunu" sananlara rastlanmıştır. Ayrıca Sümer uygarlığı, Mısır uygarlığının başlangıcına da benzetilmiştir: Her iki uygarlık da bir deltada doğmuş bulunmaktadır. Mısırlılar deltalarını hazır bulmuşlarsa da, Sümerler kendi deltalarını kendileri yaratmak zorunda kalmışlardır. Türkistan bozkırlarından ya da Elam dağlarından inen Sümerler hem denizci, hem tarımcı bir kavim haline gelmeden önce kanallar açmak, sulama ve kurutma işleri yapmak zorunda kalmışlar; tahıl ekip yetiştirerek bunları dünyanın geri kalan bölümüne de öğretmişlerdir. Ayrıca yapı, seramik ve yazı işleri için balçık kullanmasını da öğrenmişlerdir. Bu konuda sık sık anacağımız Masson-Oursel'in dediği gibi, "bu çeşitli işler için yapılması gereken işlem, yoğurulabilen bir maddeye biçim vermektir. Sümer efsanelerinin içindeki metafiziği de bu tema az-çok ifade etmektedir."
Sümerler kutsal varlıklara sahiptirler, onlara ilkel totem'ler miras kalmıştır: Kartal, boğa, arslan, gibi.
Animizm, güneş, ay, zühre gibi yıldizlarda tanrılaşan ya da ileride tanrılaşacak olan ruhlar bulunduğuna inanmaktaydı.
Tanrılar bir kentten ötekine değişmektedir. Yerli olan bu tanrılar çoğu zaman kadındır ve "Evrensel Ana" diye adlandırılıp Akdeniz' den Bengal körfezine dek uzanan bölgedeki Egeliler, Asyalılar ve Dravidyenlerin tapındıkları büyük tanrıçanın parçalarıdır. Bunlardan Tiamat, Okyanus tanrıçası; Nana ya da Nina da Babilonya' daki İştar'ın aslıdır. Parlak bir geleceğe aday olan tanrı Marduk, Tiamat'a galip gelerek maddeye biçim veren ve Delta'yı halketmiş olan yaratıcıdır. Tüm bu tanrılar Babilonya dininde yine ortaya çıkacaklar ve dünyanın yaratılışı ile tufan hakkındaki Sümer efsaneleri orada da işlenecektir.
Tanrılar insanı kendilerine tapınsın ve kendilerini beslesin diye yaratırlar. İnsan, bir tanrının can verdiği balçıktan yapılmadır.
Hükümdarlar tanrıların oğullarıdır: Doğanın bereketliliğini, suların kabarmasını sağlayan, bitkilerin gelişmesini yöneten onlardır.
Dağlardan indikleri sanılan Sümerler, "yüksekliklere tapınış" ı korumuşa benzemektedirler; "Mezopotomya'ya yerleşince de, bu tapınıştan esinlenerek Tanrıdağı diye adlandırılan Ziggurat (ya da Zikkurat)ları yani yedi katlı som ağır kuleleri inşa etmişlerdi. Bu kulelerden Ur ve Musul yakınında Horsabad'da bulunanlar bize, bunların somut örneğini vermektedirler. Babil Kulesi ise bunların en ünlü örneği olmuştur."
Bir ya da birkaç Semit grubu Sümerlerle Akadları egemenlik altına alma işini başardılar. M.Ö. III. binyılda başlayan fetih işi, Il. binyılın başında tamamlandı.
Delta'ya Babilliler (ya da Kaideliler), daha kuzeye de Asurlular yerleştiler. Babilliler daha aydın insanlardı; nitekim dinin ve sanatın öncüleri de onlar olmuşlardır. Asurlular ise daha güçlü, daha haşin, daha savaşçıydılar. Asurlular Babillilerin egemenliği altına girmeden önce, uzun zaman onların egemenliği altında kaldılar. Fakat Babilliler uyruk durumunda oldukları zaman bile, Yunanistan'ın Roma üzerinde yaptığına benzetilebilecek olan düşünsel bir hegemonyayı yürüttüler. İnançların başlıcalarını veren onlar oldu. Bu koşullar altında bir Asur-Babilonya Uygarlığı'ndan sözedebiliriz.
· Büyük bir hükümdar olan Hamurabi (2003-1961), Masson-Oursel'in "Sümer-Semit bireşimi" diye adlandırdığı işi başardı.
Sümerler kendi tanrıları ile efsanelerini, Semitler de zengin ve yumuşak olan, her biçime girebilen dillerini ve politik dehalarını ortaya koymuşlardı: Siteleri ve Sitelerle birlikte tanrılarını da grupladılar.
Tanrılar yerli niteliklerini korudular. Kendi siteleri üstün geldiği zaman, tanrılar da az çok bir egemenlik kuruyorlardı; öteki tanrılar onlardan sonra gelmekte, ya da kimi zaman onlarla kaynaşmaktaydılar.
Nippur tanrısı olan Enlil (ya da Bel) in büyük bir nüfuzu vardı.
Tevrat'ın birinci kitabı olan Tekvin'in anlattığına göre Hz. İbrahim'in çıktığı kent olan Ur'da, bir ay tanrısı olan Sin hüküm sürmekteydi. Onun oğlu olan şamaş, bir güneş tanrısı, aynı zamanda da adalet tanrısı idi.
Babil'deki tanrı, Marduk'tu. Yaratılış efsanesi ona bağlanır ve tufan efsanesi de bunun uzantısıdır. Sümer kökünden olan bu efsaneler, Hamurabi döneminde yazılmışa benzemektedirler.
Marduk öteki tanrılar tarafından Okyanus tanrısı Tiamat'la savaşmaya çağırılır, onlardan tüm yetkileri alır. Tiamat'ı yener, denize sınırlar çeker, tanrılara tapınan, hizmet eden, onları koruyan bir varlık bulunsun diye insanı balçıktan yaratır.
İnsanlardan hoşnut kalmayan kimi tanrılar, onları yoketmeyi kararlaştırırlar. Tanrılardan birisi olan Ea, sevdiği bir insan olan Ut-Napiştim'in rüyasına girer, ona bir gemi yapmasını emreder. Bu adam geminin içine ailesini, işçilerini, davarlarını, kırlardaki hayvanları, tohumlarını yerleştirir. Derken tufan başlar, insanların hepsi boğulur. Tanrılar bu durum karşısında korkuya kapılırlar. Tanrılar kraliçesi olan İştar sızlanmaya başlar. "Çok eski insan ırkı yeniden balçık oldu; ben de kavmimi yokeden bu fırtınanın çıkmasını Tanrılar Kumlu'nda onayladığım zaman korkunç bir şeye razı olmuşum meğer!" der.
Fırtına olanca gücüyle tam yedi gün sürer. Ut-Napiştim bir güvercin salıverir, kuş geri gelir; bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir; sonra bir karga salıverir, o geri gelmez. Bunun üzerine gemisini durdurur, dağın doruğunda bir kurban keser, tüm tanrılar da "sinekler gibi" bunun çevresine üşüşürler. Tufanı düzenlemiş olan tanrı Enlil, tasarısını açığa vurmuş olan Ea'ya, kendisine kalleşlik etti diye çıkışır; sonradan yatışır ve Ut-Napiştim'le karısına ölmezlik yetisini bahşeder ...
Babil öteki kentlerden baskın çıkınca onun tanrısı olan Marduk büyük tanrı olur. Hamurabi zamanında kendi çeşitli yönleri sayılan öteki tanrıları da içine alıp yutar: Karanlıkları aydınlattığı için Sin'dir; egemenlik tanrısı olduğu için Enlil'dir; adalet tanrısı olduğu için Şamaş'tır vd .. M.Ö. VI. yüzyılda ise hala en yüce tanrı yine odur.
Söderblom diyor ki: "Hükümdar Nabuhod nosor (Buhtunasr) kuramda değilse bile uygulamada Marduk'u kendi kişisel ve tek tanrısı saymaktaydı. Mezopotamya krallarından hiçbiri tanrı kavramı bakımından tektanrıcılığa onun kadar yaklaşan bir görüşe sahip olmamıştır. Devletin dini çoktanrıcı idi ve öyle kaldı. Buhtunasr tahta çıktığı zaman Marduk'a ithaf edilmiş güzel bir duanın da yazarıdır. Bu hükümdarın dindarlığı, Babilonya ve Asur tahtlarına kendinden önce çıkanlarınkini derinlik ve saflık bakımından geçmektedir.
M.Ö. Il. binyılın başında büyük hükümdar Hamurabi'ye 282 maddelik bir yasayı dikte etmiş olan Şamaş, yani Marduk'tur ve bunu adalet tanrısı olarak yapmıştır. Bu yasanın kimi soruşturma yöntemleri pek üstünkörüdür ve kimi cezaları da aşırı derecede serttir; fakat içinde yine de akıllıca hükümler vardır.
Cezaların sertliği bakımından şu örnekler verilebilir: Zina ile suçlanan, fakat suçüstü yakalanmayan bir kadın; büyücülükle suçlanan bir erkek nehire atılır. Eğer suçluysalar nehir bunları "alır". İhmal yüzünden emzirdiği çocuğun ölümüne neden olan bir sütninenin memeleri kesilir vd.
Dinden ancak yasanın başlangıcı ile bitişinde söz edilmektedir. Bu da Babillilerin dini hukuktan ayırdıklarını ileri sürme olanağını vermiştir.
H.Berr, bu ünlü yasayı içeren sütunun Sus'ta 1901 -1902'de bulunduğunu yazmaktadır. Samuel Reinach da "Orphcus" adlı yapıtında bu konuda şunları yazıyor: "Güneş tanrısı Şamaş burada, Kutsal Kitap'ta sözü geçen Tur-u Sina'daki tanrı rolünü oynamaktadır. Hamurabi yasaları ile Musevi yasaları arasında, sırf rastlantıyla açıklanamayacak benzerlikler vardır. Oysa, Hamurabi yasası, Musevi yasaları için ileri sürülmesi gelenek haline giren tarihten altı yüzyıl önce yapılmıştır; eğer Musevi yasaları Musa'ya tanrı tarafından telkin edilip yazdırıldıysa, tanrı Hamurabi'nin yapıtından aşırmış demektir. Böyle bir sonu Alman bilginlerinin en ünlüsü olan imparator II. Wilhelm tarafından haklı olarak kabule değer görülmemiştir; bu bilgin hükümdar bir amirale yazdığı mektupta tanrının zaman zaman Hamurabi, Musa, Carolus Magnus (Şarlman), Luther ve kendi büyükbabası I. Wilhem gibi büyük adamlara esin verdiği sonucuna varmaktadır."
Marduk'un yanısıra halkça en çok sevilen tanrı, İştar'dır. İştar sabah ve akşam yıldızının (Zühre'nin), aşkın, analığın ve döl bereketinin tanrısıdır. Tapınaklarında kutsal fahişeler hizmet ederler.
İştar - kendisine çocuk, çoban, efendi de denen- Temmuz'un anası, ya da karısı, ya da sevgilisidir. Temmuz kimi efsanelere göre bir yabandomuzu; başka efsanelere göre de İştar'ın kendisi tarafından öldürülür. Cehenneme iner. İştar ağlayıp sızlar. Gidip onu "karanlıklar evinde, bir kez içine girilince kimsenin geri gelmediği evde" aramak ister. Onu cehenneme bırakırlar, fakat yedi katının her birinden geçerken, urbasının bir parçasını vermek zorundadır, böylece de cehennem kraliçesinin karşısına çırılçıplak gelir, kraliçe kendisini hapsedip alıkoyar. İştar böyle mahpusken toprak kurur; kısırlaşır; yeryüzünde arzu, istek diye bir şey kalmaz. İnsanlarla hayvanlar yok olacaklardır. Kurbansız kalmaktan korkan tanrılar, cehennem tanrıları nezdinde girişime geçerler. İştar serbest bırakılır ve dirilen Temmuz da yanında olduğu halde yeryüzüne döner. Daha sonraki bazı metinlere göre genç tanrı Temmuz'un yarısı aşk tanrıçasına, öbür yarısı cehennem tanrıçasına ait olacaktır. Doğanın, kışın ölüşü, yazın dirilişi böyle açıklanmakta ve bitkilerin yeniden yetişmelerini sağlamak amacını güden dinsel yöntemler böylece haklı gösterilmektedir. Kadınlar Temmuz'un kayboluşu yüzünden ağlayıp sızlarlar. Kutsal dramlar sergilenerek tanrının ölüp yeniden dirilişi anılır.
Denis Saurat bu dramlardan birini şöyle anlatmaktadır: "İlkin tanrı görkemli bir alayla kente girmektedir. Sonra bir felaket sonucu hapse atılır. Dağın eteğinde yargılanır. Yandaşları kentte ayaklanma çıkarırlar. Karısı tanrılara yalvarır, ağlayıp sızlar. Tanrı ortadan yokolmuştur. Tanrıça askerler tarafından korunan mezara gider. Tanrı mezarın içindedir, mezarın üstü de yeni yeni sürmeye başlayan yeşil buğdaylarla kaplıdır. Tanrıdan önce iki hırsız da yargılanmış bulunmaktaydı. Bunlardan biri ölünce Babil'in kapısına asılır ve öbür dünyaya tanrı ile birlikte gider. Ötekinin ise suçsuz olduğu anlaşılarak serbest bırakılır ... İyilik tanrıları toplanırlar; bir savaş başlar; şeytani güçler yenilir. Dirilen tanrı da muzaffer bir eda ile dağın içinden çıkar ... Mezopotamya' da Eski Ahit'in başlıca verilerini, yani dünyanın yaratılışını, Tufan'ı ve Hz. Nuh'u bulduktan sonra burada da İncil'in ana konusunu yani tanrı'nın zaferini, ölüşünü ve dirilişini buluyoruz."
İştar'la ilgili bir başka efsane daha, Gılgamış kralı efsanesi de vardır. Tanrıça krala aşık olur ama Gılgamış onun bütün sevgililerini öldürdüğünü bildiğinden, kendisine yüz vermez. Fena halde alınan İştar, kralın üzerine azgın bir boğayı saldırtır. Kral, dostu Engidu'nun yardımıyla boğayı alteder. Bu Engidu kıllarla kaplı, çok bilge bir yaratıktır (belki de bir arslandır). İştar Engidu'yu lanetler, o da ölür. Cüzzama tutulan Gılgamış da ölmekten korkar. Cennetlikler adasına, atası Ut-Napiştim'e akıl danışmaya gider. Daha önce de gördüğümüz gibi bu adam, Tufan'dan kurtulmuş ve ölmezliğe erişmiştir. Atası, Gılgamış'ın cüzzam hastalığını iyileştirir, ona bir de gençliği geri getiren bitki verir. Gılgamış bunu ele geçirir ama bir yılan bitkiyi yer.
Ölüler tanrısı Gılgamış'ın Engidu ile görüşmesine izin verir. Engidu acı gerçeği krala bildirmekten çekinmektedir. Sonunda, savaşlarda ölenler dışında, ölülerin ne denli mutsuz olduklarını ona anlatır:
Kendisine kimsenin aldırmadığı insan,
- Ki sen de, ben de gömüştük böylelerini,
- Açlıktan kıvranıp durur, yiyecek bulamaz,
Sokağa atılanları yemek zorunda kalır...
Asur kralı 1. Sargan (ya da Şarrukin) ile ilgili bir başka efsane daha vardır ki, İştar'ın bunda da adı geçer. Kralın babasının kimliği bilinmemektedir, bir sepete konup Fırat'a salıverilir, bir köylü onu kurtarır, İştar da onu görüp aşık olur, krallığa yükseltir. Samuel Reinach'ın belirttiği gibi, bu efsanenin konusu da Musa ve Romulus'la ilgili efsanelerin konularının eşidir.
Tanrıların hepsinin Marduk'a toplandıkları Hamurabi döneminde "semitik olan İştar'ın adı tanrıça adı ile aynı anlama gelen bir tür ismi 'olur ve tüm tanrıçalar onun karşısında hemen hemen kaybolur."
Asurlular başka tanrılara ve bu arada İştar'a tapınmakla birlikte, bir de başlıca tanrıları vardı ki bu, onların ulusal tanrıları haline gelmeden önce Asur kentinin tanrısı olmuştu ve adı da Asur'du. Asurlular yeryüzünde Roma'ya dek dünyanın bir eşini daha görmediği korkunç bir askeri güç kurduktan sonra, zaferlerinin peşinden bir takım korkunç zulümler yaparak tanrılarına saygı gösterdiklerine inanırlardı. Masson-Oursel bu konuda şöyle diyor:
"Savaşta yenilenler toptan öldürülüyor, halk toplulukları yığın halinde sürgün ediliyor, düşmanın saygı gösterdiği kralların cesetleri mezarlarında yokediliyor, tanrı tasvir ve heykellerine el konuluyordu; Ninova'nın egemenliğini sağlayan yöntemler işte bunlardı, fakat yine bu yöntemler ona karşı öylesine hınç beslenmesine yol açtı ki, bu ülkenin yokedilmesi üzerine tüm Batı-Asya'da herkes rahat bir soluk aldı."
Özellikle Kalde'deki dinsel yaşamın öteki yönleri daha az tiksinti vericidir. Çile mezmurları'nda tanrılardan gerek kendilerine karşı, gerekse başka insanlara karşı işlenmiş günahların bağışlanması istenmekteydi; bu da bu ilahilere ahlaksal bir kapsam veriyordu. Bu şiirlerden kimilerini Tevrat'ın mezmurlarına benzetenler olmuştur.
"Yüreği üzgün, acılı ve yakınmalı gözyaşlarının ve acı ah-u vahların ortasında, bir güvercin gibi, gece gündüz yana yana ağlayıp inliyor. Merhametli tanrısına yabani bir inek gibi sesleniyor."
Bir şiir de Istırap çeken Dürüst Adam konusunu işlemektedir. Başına türlü felaketler gelmiş dürüst bir kimse, haketmediği bunca felakete kurban oluşuna şaşmaktadır. Tanrı Marduk da ona acır, malını mülkünü geri verir.
Bir Bilgelik Kitabı'nda akıllıca düşüncelere rastlanmaktadır: "Bilge insan, bildiğinden daha azını biliyormuş gibi görünür." Sana kötülük edene iyilik yap."
Babil ve Asur'daki politik rejim her zaman bir teokrasidir. Bütün iktidar bir tanrıdan ya da tanrılardan gelmektedir. Kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Başlıca görevi· tanrıları gözetmek, onları beslemektir.
Tapınışın esas eylemi olan kurbanın konusu da budur. Görünüşe göre kurbanlık hayvan, inananın yerine geçmektedir, yoksa tanrı insanın kendisini yiyecektir. Nitekim bir şiirde şöyle denmektedir:
"Cam için kuzuyu verdi.
İnsanın başı için kuzunun başını verdi."
Sonradan Yahudilerin de benimsedikleri bir adet vardır ki şöyledir. Çile yortusunda bir teke bulunur, halkın ne denli günahı varsa sanki bu tekenin sırtına yüklenir, sonra hayvan çöle doğru kovalanır. Kalde'de bu eylemle ilgili tüm yöntemlere rastlanmaktadır; tüm kurtuluş umutlarının tanrısal kuzunun kurban edilmesine bağlı olduğuna inanılmaktadır. Nitekim Kalde'deki bu kurban yöntemi sonradan Batı'ya da yayılmıştır.
Koyunun karaciğerine bakıp falcılık yapmak yüzünden, Babilliler kimi anatomik gözlemlerde de bulunmuşlardır.
Öte yandan, yıldızların Ziggurat'lar (Tanrıdağı) üzerinden rasat edilmesi de onların zihinlerinde büyük bir yer tutmuştur: Gökyüzünde birtakım olayların geçeceğini önceden haber veren belirtilere rastlanmaktaydı. Müneccimlik böylece yıldızlar üzerine önemli araştırmalar yapılmasına yol açmış; bu sayede doğanın determinizmi ve zamanın ölçülmesi hakkında değerli sonuçlara varılması mümkün olmuştur.
Kaideliler günleri uğurlu ve uğursuz diye de ayırdetmekteydiler: Her yedi günlük dönemin ilk günü tabu (tekinsiz) idi, hiçbir işe o gün başlamak doğru değildi ki, Yahudilerin Sabbat (sebat) günü, kökünü bundan almaktadır. Haftanın yedi günü kutsal yıldızların adlarıyla gösterilmektedir ki Yunanlılarla Romalılar da bu geleneğe uymuşlardır. Her yıldızla ilgili tanrının niteliklerinin, o gün doğmuş olan kimse üzerinde etki yapacağı kabul edilmektedir: Ay'ın, Merih'in, Jüpiter'in etkisi altında olan insanlar vardır.
Başka yerlere yayılmış olan dinsel düşüncelerin çoğu -Yahudiler de Babil tutsaklığı sırasında yetmiş yıl oturmak zorunda kaldıkları Mezopotamya'dan çıkmıştır ki başlıcaları: Gökyüzünün değeri, günahları bağışlatan kurbanın değeri, Yaratış ve Tufan efsaneleri, mevsim değişmelerinin bir tanrının ölüşü ve dirilişi ile açıklanmasıdır.
Günümüzde Sümer kavimlerinde olduğu gibi Hititlere de büyük önem verilmektedir. Bunların Hatti diye adlandırılan İmparatorlukları, M.Ö. Il. bin yılda Küçük Asya'da ve özellikle Kapadokya'da büyük bir gelişmeye kavuşmuştur.
Sanıldığına göre Hint-Avrupalılar burada-bugün pro-Hitit diye adlandırılan- Önasya kavimlerine, ülkenin adını değiştirmeksizin, egemen olmuşlardır. İşte, Hitit adı altında anılanlar, bu Hint-Avrupalılardır.
Bunlarda tanrısal boğa, kutsal yılan gibi totemik olmaları muhtemel kimi kalıntılara rastlanmaktadır.
1893 -1894'te Fransız Chantre tarafından eski başkent olan Hattus'da kimi çivi yazılı tabletlerin bulunması üzerine Alman Winckler Kapadokya'da, eski Hattus'un bulunduğu Boğazköy'de kazılara başlamıştır. 1906- 1935 arasında yapılan bu kazıların, Hititleri tanıtmak bakımından, özel yardımları olmuştur.
Başlıca tanrı, Arinna adlı Güneş Tanrıçası idi ve aynı zamanda "Hatti Kraliçesi" idi. Onun kocası da fırtına tanrısıydı.
Kimi Hitit heykelleri yorumlanarak bunların, Kibele, Attis ve bir çeşit Dionysos gibi Frikya tanrılarının asılları oldukları yolunda bir olasılığa varılmıştır; Sanıldığına göre bu noktada Frikyalılar Hitit'lerin dinsel miraslarına konmuş bulunmaktaydılar.
Kesin olan şu ki Frikyalılar Hatti'ye Avrupa'dan gelen bir itiş sonunda, Troya'nın 1180'e doğru zaptından sonra, M.Ö. XII. yüzyılın başlangıcında yerleşmişlerdir.
Başlıca tapındıkları, adı Ana Tanrıça Kibele olan bir tanrıça ile onun oğlu ya da sevgilisi olan Attis'tir; Attis ölür; tanrıça ağlaya ağlaya onu aramaya çıkar; sonra genç tanrı dirilir. Onun ölüşü ile dirilişi· Mart sonunda bir çeşit kutsal haftayla anılır ki bu, bitkilerin kayboluşlarını, sonra yeniden ortaya çıkışlarını simgeleştirmektedir.
Adlarına Gaile denen rahipler hadımdırlar: Kanlı bir şenliğin cezbesi içinde kendi erkeklik organlarını keserek tanrıçanın heykeli önüne atarlar. Kadın gibi giyinirler, kadınların hareketlerini, davranışlarını izlerler. Başlarında, adına archigalle denen, bir çeşit papa vardır. ,
Bugün tam Vatikan'ın bulunduğu yerde bir Phrygianum bulunmaktaydı ve orada sırtına görkemli urbalar giymiş bir başrahip, bir kutsal hafta boyunca, Kibele ve Attis onuruna ayinler kutluyordu.
Frikya'da bir de şarap ve sarhoşluk tanrısı Dionysos'a tapınış vardı ki, bu nedenle zevk-eğlence ve içki alemleri yapılıyordu.
Frikya daha sonra Mithra dininde ölmezliği muştulayan bir gizem ve bilgelik dini görerek, bunu elverişli biçimde karşıladı.
Akdeniz kıyısında, Filistin'in kuzeyinde, Karmel dağı ile Okra dağı arasında semitik asıldan bir kavim, yani Fenikeliler yerleşmişlerdi. Bunların limanları olan Sur, Sayda ve Cübeyl (Byblos), M.O. II. bin yılın ortalarında zaten çok gelişmiş durumdaydılar. Ake-Mikene deniz egemenliğinin Dor'lular tarafından yıkılmasından yararlanan Fenikeliler bütün Akdenize yayılarak ticaret merkezleri ve sömürgeler kurdular, bunların da en ünlüsü Kartacadır.
Fenike'nin dini ile onun güney komşusu olan Filistin'in dini arasında sıkı benzerlikler vardır. Zaten Fenikelilerin de Filistin'den geldikleri söylenmektedir.
1929'dan başlayarak eskiden Ras Şamra olan Ugarit'te yapılan verimli kazılar, M.O. XIV. yüzyıldan kalma dinsel bir edebiyatın gün ışığına çıkmasına hizmet etmişlerdir.
Tapınış, yerli tanrılara hitap etmekteydi; bunların kimileri erkildi ve adlarına Baal (çoğulu: Baalinı) ya da El, bazen Melek (kral), ya da Adan (Hazret) denmekteydi; diğerleri ise dişildi ve adlarına Baalat, Mi/kat ya da Aştoret yani Astarte denmekteydi (Görünüşe göre İştar sözcüğü Aşlar diye söylenmekteydi; Fenike dilindeki Aştoret, Yunan dilindeki Astarte deyimleri buradan gelmektedir). Baal ile Baalat bir çifttiler ve birleşmelerinden döl bereketi ve yaşam doğuyordu.
Cübeyl (Byblos) tanrısı Adonis, Astarte'nin sevdiği genç bir avcıydı; bir yabandomuzu tarafından avda öldürüldü, sevgilisi onun ardından ağladı; sonra Adonis dirildi (Salomon Reinach'ın "Orpheus" adlı yapıtında yazdığına göre Adonis kutsal bir yabandomuzuydu ve kendisine bir kadınlar klanı tapınmaktaydı: Bunlar her yıl bir kurban şöleninde onu yiyorlar, sonra bir başka yabandomuzu satın alıyorlardı).
Tanrısal çift Kartaca'da Baal Haman'la Tanit'ten oluşmaktaydı. Tanit belki Kuzey Afrika'dan çıkmaydı, sonradan Kartacalı oldu. Tanit herhalde Fenike Astartesi'nin Afrikalı şekli olsa gerektir. Kartaca'da ayrıca bitkiler tanrısı Esmun'a da tapılıyordu. O da Adonis gibi ölüp sonradan dirilmişti. Kartaca'da bir kutsal fahişeler sınıfı vardı ki büyülü çalışmaları toprağın, davarın, insanların döl bereketini sağlamaktaydı.
Tanrılar her şeyin ilkini istiyorlardı. Kimi tanıklara göre kendilerine ilk doğan erkek çocuğun kurban edilmesi bununla izah olunmaktadır. Ayrıca Fenikelilerin günahlarını bağışlatmak için, ya da sömürge zaptı ve savaş için sefere çıkmazdan önce çocukları yığın halinde kurban ettikleri de söylenmiştir.
Denizci ve tüccar bir kavim olan Fenikeliler, ilişkide bulundukları kavimlerin din ve güzel sanatlar bakımından etkisi altında kaldılar. Daha birçokları arasında şu meraklı olay da bunu kanıtlamaktadır: Il. Ramses'in çağdaşı olan bir Fenike kralının mezarında bu kral Mısır yöntemince giyinmiş ve kutsal armağanların bulunduğu bir masa önünde durmuş olduğu halde betimlenmiştir; Mezopotamya'dakiler tipinde arslanlar, sandukanın "tekne"sine destek görevi görmektedir; sandukanın içinde ise seramikler ve bir Mikene fildişi vardır. İlk Fenike harfleri bu sandukanın üzerinde bulunmaktadır.
II.binyılda Fenikeliler, Mısırlıların hiyeroglif yazılarıyla Mezopotamyalıların çivi yazısında zaten kullanılmakta olan hece sedalarını sesli ve sessiz harflerle ayırma işini başarmışlardır. Yunan alfabesiyle modern alfabeler bu alfabetik yazıdan çıkmadır. Bu buluş Fenikelilerde olağanüstü bir çözümleme yetisi bulunduğunu gösterir ki bunu, Saydalı Moshos'un atomistik varsayımı kurarak gösterdiği çözümleme düşüncesine benzetebiliriz. Bilindiği üzere atomistik varsayım maddenin açıklamasını çok ufak ve bölünmez elemanlar olan atomlarla yapmaktadır.
Fenike alfabesi ve daha önce anlatılan düşünceler dinsel düşünce tarzının egemen olduğu Batı Asya'nın evrensel uygarlığa yaptığı değerli armağanı oluşturmaktadır.
Felicien Challaye dinler tarihi
Çeviren: Samih Tiryakioğlu
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...