3 Haziran 2023 Cumartesi

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -17 ” Hawaii”


Güneşin Terbiye Edilmesi: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Hawaiililer ve Yeni Zelanda'nın Maori halkı aynı Polinezya kökeninden geldiği için, Maori yaratılış söylenceleri hakkında yazılan, girişteki tarihsel arkaplan değerlendirmesi, Hawaii verimlilik söylenceleri için de geçerlidir.

Hawaii adalarındaki Polinezya toplumu, tepede şefler ve soylular, sonra rahipler, sonra halk ve en tabanda kölelerin bulunduğu toplumsal sınıflara bölünmüştür. Her şef, ülkeyi kendisine miras bırakan kutsal bir atadan geldiğini iddia etmiştir.


Hawaii, verimli toprağa ve bol balığa sahip olduğundan, Polinezyalılar için yaşam kolaydır ve sözlü edebiyatın geliştirilip tüketileceği zaman bolluğu vardır. Bazı ozanlar şefin sarayında yaşarken, bazıları da ülkeyi dolaşır. İki ozan türü de sanatlarını yalnızca aristokrasi için icra eder.


Polinezyalılar, efsanevi tarihlerinde önemli bir yer tutan doğa tanrılarına tapmıştır. Polinezya söylencelerinde tanrılar, uzak ülkelerde veya göklerde yaşayan şefler olarak betimlenir. Kutsal atalardan geldiklerini iddia eden Hawaii şefleri gibi, Hawaii söylencelerindeki kahramanlar da, ya doğumla ya da evlat edinilme yoluyla tanrılarla ilişki içindedirler. Sonuç olarak Hawaii mitolojisinde kutsal güç, tanrılardan insan akrabalarına geçmektedir.


İngiliz denizci ve kaşif Kaptan James Cook, Hawaii Adaları'nı, Yeni Zelanda'ya ulaştıktan dokuz yıl sonra, 1778'de keşfetmiştir. İlk misyonerler 1820'de gelmiş ve yerli Hawaiililer ve mitolojileri üstünde büyük etkileri olmuştur. Onların yönlendirmeleriyle şefler yerli dinlerini bırakıp Hıristiyanlığı benimsemişler, Polinezya yaratılış söylencesi yok olmuş ve yerini Kitabı Mukaddes'in içeriğine uygun olanı almıştır.


Bu dönemde, yerel diller yazıya kavuşmuş ve 1860'larda Hawaii gazeteleri Batı edebiyatına da yer vermeye başlamıştır. Sonuçta, yerli Hawaii edebiyatı yabancı düşüncelerin fazlasıyla etkisi altında kalmıştır.

Dahası, yerli Hawaii edebiyatı için ilk derlemeleri yapanlar, öteki Polinezya adalarındaki derlemelerin korumaya çalıştıkları masalları göz ardı etmişler; dolayısıyla Hawaii'de Polinezya kültürü olarak korunan edebiyat, Yeni Zelanda Maorileri ve Tahiti ve Samoa yerlilerinden derlenenlerden daha sonra yazıya geçirilmiştir.


Hawaii mitolojisi konusunda özellikle iki derleme ilgi çekicidir. Hawaii Kralı Majeste David Kalakaua'nın New York'ta 1888'de yayımladığı The Lcgends and Myths of Havtaii, Hawaii ulusçuluğu ve kültürel gururunu geliştirecek efsane ve foklor örneklerinden yapılmış seçmelere yer verir. Yazar, yurttaşlarının öykülerini çocuk masalları olmaktan çıkarıp Kitabı Mukaddes, İlyada ve ortaçağ Avrupasının kahramanlık söylence ve masallarıyla karşılaştırılabilecek şatafatlı bir biçem kullanmaya çalışır.


İkinci derleme, William Drake Westervelt tarafından yazılmış bir dizi kitap ve makaleden oluşmaktadır. Westervelt, 1899' da Hawaii'ye atanmış bir misyonerdir ve adaların efsane ve gelenekleri konusunda uzman olmuştur. İlk kitabı Legends of Mani (1910), Maui'nin güneşi ele geçirmesini anlatır ve aynı zamanda masalın Samoa ve Yeni Zelanda gibi adalardaki Polinezyalı kökenleri üstünde de durur.



Çekiciliği ve Değeri


"Güneşin Terbiye Edilmesi"nin Hawaii versiyonu aynı söylencenin Maori versiyonuna çok benzer. "Yeni Zelanda'nın Yaratılışı" (ve "Hawaii'nin Yaratılışı") gibi, "Güneşin Terbiye Edilmesi" de, yarı-tanrı Maui'nin başardığı büyük işlerden biridir ve bu kurnaz hilekârın iş başındaki tam bir betimlemesini sunar. Hawaii şefleri gibi, Maui de tanrısal ve insan akrabalara sahiptir; kapa-dövücülerin (kabuktan elbise yapımı) ve öteki kadın işlerinin koruyucu tanrıçası olan annesi aracılığıyla tanrılarla akrabadır.


Verimlilik söylencelerindeki bir başka ortak tema, kahramanın dünyayı büyük bir tehditten kurtarmasıdır. Kahraman bazen İndra ve Raven gibi tanrı, bazen Ahaiyuta gibi yarı-tanrı ve bazen de Bao Çu gibi sıradan insandır. Maui'nin maceraları mitolojideki Hermes ve Loki gibi öteki kurnaz kahramanların öyküleriyle benzeşir.



Güneşin Terbiye Edilmesi


Maui, gökyüzünü yukarı kaldırıp yerine yerleştirdikten sonra dünyada yaşayanlar için yaşam biraz kolaylaşmıştı. Fakat hâlâ bazı zorluklar vardı, çünkü şimdi de güneş tanrısı gökyüzünde çok hızlı yolculuk yapıyordu ve gündüzler çok kısaydı.


Gerçekten de ağaçlar ve bitkiler için insan ailesine yetecek kadar yiyecek üretmek, gündüzlerin kısalığı nedeniyle olanaksız oluyor, büyümeleri çok zaman alıyordu. Erkek ve kadınların, ışığı kullanabildikleri birkaç saat içinde işlerini bitirmeleri de olanaksızdı. Çiftçilerin ekim veya hasat için zamanları yetmiyordu. Avcılar tuzak kurmak veya boşaltmak için yeterli zaman bulamıyorlardı. Balıkçılar avlanma yerlerine gidip evlerine dönmek için yetecek zamana sahip değillerdi. Ve kadınlar ne o günün yemeğini hazırlayıp pişirmeye ne de kabuk elbiseleri yapmaya yetecek zaman bulamıyorlardı. Tanrılara yapılan dualar bile güneş evine döndükten sonra tamamlanabiliyordu. Günün büyük bölümünde dünya karanlık, loş ve kasvetliydi.

Anımsayabildiği zamandan beri Maui, annesi Ateşin Hinası'nın, kapa adı verilen kabuk elbiseyi güneşin gökyüzünde bulunduğu kısa süre içinde yapmak için nasıl uğraştığını seyrediyordu. Bu iş uzun ve karmaşıktı.


Ateşin Hinası önce dut ağacının dallarını alır, kabukları yumuşayana kadar suya batırırdı. Kabukları çıkardıktan sonra, iç tabakasını dış tabakadan ayırmak zorundaydı. Çünkü kapa yapmak için yalnızca iç tabakayı kullanabilirdi. îç tabaka parçalarını demetler halinde yığar, dört köşeli tokaçla kabuk yumuşayana kadar bir ucundan başlayıp öteki ucuna kadar bunları ezerdi. Kabuklar ince tabakalar haline gelirdi. Sonra bu ince tabakaları birbirine yapıştırıp kumaş haline getirir ve bunlardan, giyilecek güzel elbiseler, üstünde uyumak için örtüler yapardı.


Güneş gökyüzünde çok hızlı yolculuk ettiği için, kabuk toplama işi bir ay alıyordu. Islatma işi de ikinci ayda oluyordu. Ayırma işi üçüncü ayda oluyor ve ince tabakalar haline getirme işi bir altı ay daha alıyordu. İşlemin ilk aşamalarında kabukları ıslak saklamak güçtü. Tabakalar birbirine yapıştırıldıktan sonra onları kuru saklamak güç oluyordu. Bütün işlem bir yıl kadar zaman alıyordı ve kapa yapmak kadınların günlük işlerinden yalnızca biriydi!


Maui, annesinin her gün nasıl canla başla çalıştığını seyretti; bir iş için malzemeyi hazırlamaya çalışıyor, öteki için daha hızlı hareket ediyor, hiçbir şeyi tamamlayamadan güneş evine döndüğü için ağlıyordu. Ve onun durumu Maui'nin kalbini sıkıştırıyordu. Ve Maui annesine üzüldükçe, güneşe daha çok kızıyordu. Böylece Maui, annesini seyretmeyi bırakıp dikkatini güneşe vermeye başladı. Güneşi daha iyi gözlemleyebilmek için, adanın kuzeybatı ucundaki sönmüş yanardağa tırmandı. Orada, güneşin her sabah yolculuğuna başlamadan önce, Haleakala (Güneş'in Evi) adlı büyük dağın doğu tarafında dolaştığını gördü.


Maui bir gün annesine, "güneş niçin o kadar hızlı yolculuk etmek zorunda" diye sordu. "Dünyada yaşayanlara niçin aldırmıyor? Bu kadar bencil davranmasını önlemenin bir yolu yok mu? Onu terbiye edeceğim! Bacaklarını kessem ne olur? Bu onun böyle hızlı koşmasını engeller!"

Annesi, "güneş her zaman ne yaptıysa onu yapıyor ve onu yapacak" diye yanıtladı. "Normal bir insan onun karşısına çıkamaz ve onunla konuşacak kadar yaşayamaz. Onun davranışını değiştirmeye çalışacaksan, başına büyük bir iş alıyorsun, kendini buna hazırlaman gerekir. Güneş çok iri ve güçlüdür. Işınları çok sıcaktır. Onunla karşılaştın mı, cesaretin kuru bitki gibi ışınları karşısında erir."

"Büyükanneni ziyaret edip ondan yardım istesen iyi edersin" diye öğüt verdi Ateşin Hinası. "O sana öğüt verebilir ve sana başarı getirecek silaha da o sahip."


"Büyükannen, Haleakala Dağı'nın, güneşin sabah yolculuğuna başladığı yerinden fazla uzak olmayan tarafında yaşıyor. Koca bir vilivili ağacına geldin mi, onun yaşadığı yeri bulduğunu anlarsın. Büyükannen her sabah güneşe kahvaltı hazırlar ve o da yolculuğuna başlamadan önce oraya uğrar,"


Ateşin Hinası açıklamalarına devam etti: "Büyükannen güneşe muz pişirir. Güneş gökyüzünü ışınlarıyla gül kırmızısı yaptığında vilivili ağacında olmalısın. Ağacın yanında bir horoz vardır ve üç kez öterek güneşin geldiğini haber verir. Büyükannen o zaman bir muz hevengiyle gelip onları pişireceği ateşi hazırlamak için muzları yere koyar. Muzları almalısın."


"O zaman büyükannen ikinci bir muz hevengiyle gelecek ve pişireceği ateşi yakmak için onları yere koyacaktır. Bu muzları da almalısın."

Maui'nin annesi sözlerini şöyle tamamladı: "Büyükannen üçüncü bir hevenkle gelip ateşi yakmak için onları da yere koyacaktır. Birinin muzları aldığını anlayıp hırsızı aramaya başlayacaktır. O zaman kendini ona tanıt Maui olduğunu ve Ateşin Hinası'nın oğlu olduğunu söyle,"


Böylece, güneş daha uykudayken, Maui Haleakala Dağı'na tırmanmaya başladı. Güneş ilk ışınlarıyla gökyüzünü gül kırmızı yaptığında, Maui soluk yüzlü gökyüzünde siyaha boyanmış vilivili ağacını gördü. Sonrası annesinin anlattığı gibi oldu. Horoz üç kez öttü. Büyükannesi olan yaşlı kadın muz hevenkleriyle geldi ve Maui onları aldı. îki hevengin alındığını anladığında kadın bağırdı: "Güneşin muzları nerede?" Ve hırsızı aramaya başladı.

Maui'nin büyükannesi çok yaşlıydı ve neredeyse kördü. Hırsızı ararken Maui'ye çok yaklaştı ve kokusunu aldı. O zaman yanına geldi, bulutlu gözleriyle yüzüne bakacak kadar yaklaştı ve sordu: "Sen kimsin? Güneşin muzlarından ne istiyorsun?"


Maui, "Ben Maui'yim, Ateşin Hinası'nın oğluyum" diye yanıtladı, "senden yardım istemeye geldim. Güneşi terbiye etmek istiyorum. Bu kadar bencil davranmasını engellemek istiyorum. Çok hızlı yolculuk ediyor! Gündüzler o kadar kısa oluyor ki, annem hiçbir işini bitiremiyor. Kapa yapmak bir yılını alıyor. Tanrı olmayanların işi çok daha güç olmalı!"


Büyükannesi onun sözlerini dikkatle dinledi. O dinlerken gökyüzündekiler ve yeryüzündekiler Maui'yi övmeye başladılar. Onun onuruna gökler gürledi ve gökkuşağı köprü kurdu. Onun onuruna çakıl taşları sallandı ve karıncalar şarkı söyledi. Onun onuruna tüysüz köpekler ortalıkta dolaştı. Gerçekten de Maui insanların kahramanı olmak için doğmuştu!


Bunun üzerine büyükanne torununa yardım etmeye karar verdi. "Torunum, sözlerimi dikkatle dinle" dedi. "Sana güneşi terbiye etmen için yardım edeceğim. Önce en güçlü hindistan cevizi liflerinden on altı ip yapmalısın. Sonra kız kardeşin Denizin Hinası'ndan, bunların ucuna ilmik yapmak için yeteri kadar saç istemelisin."


"Bunlar hazır olunca" dedi büyükanne, "bana gel, güneşi yakalamak için ipleri nasıl kullanacağını sana anlatacağım. Ayrıca sana güneşe karşı kullanman için büyülü bir taş balta vereceğim."


Günler kısa olduğu için, Maui'nin ipleri ve ilmikleri hazırlaması aylar aldı. Ama sonunda hazırlanıp büyükannesinin evine geldi. Büyükanne, güneş uyurken, ipleri ve ilmikleri nasıl büyük vilivili ağacına bağlayacağını Maui'ye anlattı. Sonra Maui, büyük ağacın köklerinin dibine kendisi için bir çukur açtı ve güneş sabah yolculuğuna başlarken onu görmesin diye çukura gizlendi.


Güneş ilk ışınlarıyla gökyüzünü gül kırmızı yaptığında, Maui de hazırdı. Çok geçmeden güneşin ilk ışını Haleakala Dağı'nın tepesinden göründü ve Maui'nin ilmiklerinden birine yakalandı. Sonra ikinci ışın göründü ve o da bir ilmeğe yakalandı. Sırayla öteki on dört ışın da Haleakala Dağı'nın tepesinden göründüler ve ilmiklere yakalandılar. Sonunda parlak kırmızı elbisesi içinde güneş göründü ve Haleakala Dağının tepesinde dikildi. Sabah yolculuğuna başlamak için hazırdı, ama ışınlarından birini bile hareket ettiremiyordu.


Güneş önce güçle çırpındı. Umutsuzca ışınlarını ilmiklerden kurtarmaya ve Haleakala Dağı'ndan denizdeki evine geri dönmeye çalıştı. Ama ipleri vilivili ağacından sökemedi ve ağacın kökleri de çok sağlamdı.

"Kim beni bu tuzağa düşürdü ve bundan ne elde etmek istiyor?" diye gürledi güneş.

"Ben Maui'yim" dedi Maui, "Ateşin Hinası'nın oğlu. Senden yardım istemeye geldim. Çok bencil davranıyorsun. Çok hızlı yolculuk ediyorsun! Gündüzleri o kadar kısa tutuyorsun ki, annem hiçbir işini bitiremiyor. Bir kapa yapmak bütün bir yılını alıyor. Tanrı olmayanların işi çok daha güç."


Güneş, "Annene de, kapasına da aldırmıyorum" diye bağırdı. "Tanrı olmayanlara da aldırdığım yok! Gündüzleri ne kadar hızlı yolculuk yaparsam, geceleri o kadar çok uyurum. Hep böyle yaptım ve böyle yapacağım. Sana gelince, beni hemen bu tuzaklardan kurtarmazsan bir daha anneni göremeyeceksin!"


Maui hemen yere eğildi, ama güneşi serbest bırakmaya niyeti yoktu. Bunun yerine büyükannesinin büyülü baltasını alıp sallayarak güneşi tehdit etti.


Güneş yakıcı yüzünü Maui'ye çevirerek karşılık verdi.


Maui'yi kızgın soluğuyla dağladı, onu kül etmek istiyordu.


Maui de güneşe saldırdı. Çok sıcak olmasına karşın, büyülü baltayla güneşe acımadan vurmaya başladı.


Sonunda güneş bağırdı: "Yeter! Acıya daha fazla dayanamıyorum. Böyle vurmaya devam edersen beni öldüreceksin. Ve ben ölürsem sen de, bütün canlılar da ölür. Eve kadar topallayacağım!"


"Duruyorum" dedi Maui, "ama her gün daha yavaş yolculuk edeceğine söz ver."


"Bundan sonra hep mi yavaş yolculuk edeceğim?" diye sordu güneş.

"Hayır"  dedi Maui yumuşayarak, "yılın yarısında yavaş gitsen yeter. Işığın ve ısın, bitkilerin hızlı büyümesi ve daha fazla meyve vermesi, erkeklerin ve kadınların işlerini daha hızlı ve kolay yapmaları için yeterli olacaktır. Yılın öteki yarısında hızlı gidebilirsin."


Güneş bu uzlaşmayı hemen kabul etti. Böylece Maui güneşin on altı ışınını serbest bıraktı. Ancak anlaşmalarını her gün görüp anımsasın diye, ipleri ve ilmikleri Haleakala Dağı'nın yanındaki vilivili ağacında bıraktı. Güneş dağın tepesine tırmanırken onları görecekti.


Böylece, Maui'nin çabasıyla yaşam insanlar için kolaylaştı. Yaz olarak bilinen mevsimde gündüzler daha uzun oldu, güneş o kadar yavaş yolculuk yaptı ki günler yavaş yavaş uzadı.


Şimdi ağaçlar ve bitkiler için İnsanlara yetecek kadar yiyecek üretmek mümkün olmuştu, çünkü hızlı ve İyi büyüyebiliyorlardı. Erkekler ve kadınların uzun aydınlık saatlerde işlerini bitirmeleri artık mümkündü. Artık çiftçilerin ekmeye ve hasat yapmaya zamanları vardı. Avcıların tuzak kurup boşaltmaya zamanları vardı. Balıkçılar av yerlerine gidip evlerine dönebiliyorlardı. Ve kadınlar yemek hazırlayabiliyor, pişirebiliyor ve kullandıkları kabuk kumaşları yapabiliyorlardı.


İnsanlar, Maui'nin güneşi terbiye etmesinin onuruna kutlama yaptı ve şarkılar söyledi. "Güneşin yolculuğunun uzun sürmesi ne güzel, artık bize günlük işlerimizi yapmaya yetecek kadar ışık veriyor!" 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


2 Haziran 2023 Cuma

RUSYA TARİHİ -4

 

KUMANLARLA MÜCADELE   DEVRİ


1060 yılından beri Güney Rusya bozkırları, islâm-doğu   kaynaklarının Kıpçak ,  rus vekayideki Türk nâmelerinin Polovcy ve Bizanslıların Koman zümreleri dedikleri büyük bir göçebe  Türk kavmi tarafından işgal edilmişti. Kumanların Kiyef mıntakasına yaklaşmaları üzerine, Oğuzlar (Torklar) ve Peçeneklerden bazı zümreler Ros nehri boyunda kalmışlar, Kiyef knezlerinin hizmetlerine girmişlerdi. Onlar  knezlerin süvari kıtalarını teşkil ediyorlar ve Rus Yurdunun hudud bekçiliğini yapıyorlardı.

Knezler  de  bunun  karşılığı  olarak,  kendilerinin  yerleşmeleri için bir miktar saha bırakmışlardı. Bu Türk zümrelerine, taşıdıkları siyah kalpaklarından ötürü, "Çernıye klobuki,, (Kara kalpaklar) denmişti. Bunlardan birçoğunun, Dnepr'in sol sahilinde, Kumanlarla sınır  olan  sahaya   yerleştirildikleri  de  biliniyor.  Bu Türk (Tork-Oğuz), peçenek ve berende zümrelerinin rus knezleri tarafından  himaye edilmeleri, Kumanları büsbütün gücendirmiş ve akınlarına  sebep olmuştu.  Rus knezlerinin hizmetindeki bu Türk  kıtalarının  bir  müddet  sonra tamamiyle  Rus Yurdunda kaldıkları ve yerli  slav ahalisiyle  karışıp  gittiği  bilinmektedir.

Bu suretle Kiyef Rusyası ahalisi  mühim  nisbette  türk zümreleriyle  karışmış  oluyordu.  Bu uruğlardan bazılarının adları  yer isimlerinde kalmıştır.

Rus tarihçilerinden birçoğu, Kiyef Rusyası'nın Rus knezlerinin «istep» ile bir devlet halinde  teşekkülünde  ve kuvvetlen mücadeleleri etmesinde, bozkırlardaki Türk göçebeleriyle mücadelenin  mühim  rol oynadığını  iddia  ederler ve bu mücadeleye "istep ile savaş,, adını verirler. Güya, Kiyef knezleri, Peçenekleri ve bilhassa  Kumanları  durdurmak  maksadiyle, ormanın bitip istepin başladığı  sınır boyunca,  tahkim edilmiş noktalar ve şehirler  yaptırmak suretiyle, hem göçebelerin hücumunu önlemişler, hem de istepe doğru  "rus  kolonizasyon,, hareketini hızlaştırmışlardır. Bilhassa Kumanlarla savaşlar, Kumanların akınları rus vekayinâmelerinin sayfalarını doldurmuştur. İlk büyük kuman hücumu 1061 yılında vuku bulmuştur. Bu tarihten itibaren Pereyaslavl sahası ve Kiyef mıntakası Kumanların akınlarına maruz kaldı. Rus köyleri ve şehirleri yağma ediliyor, ahali tutsak sıfatiyle Kırım'daki Bizans iskelelerinde köle diye satılıyordu. Bizans'ın ortodoks veya lâtin tüccarları, bu slav kölelerini Akdeniz köle pazarlarına sevkediyorlardı. 1061 ile 1210 arasında vekayinâmede 50 tane büyük kuman akını kaydedilmiştir. Bu rakam, Kiyef Rusyası'na Kumanlar tarafından gelen tehlikeyi göstermektedir. Rus yurdunda cereyan eden iç mücadeleler de kuman akınlarını büs-bütün arttırıyordu; çünkü bazan knezler düşmanlarına karşı, Kumanları yardıma çağırıyorlardı.


Isteple sınırdaş olan knezler — bilhassa Kiyef ve Çernigov knezleri — vaktiyle Peçeneklere karşı olduğu gibi, Kumanları durdurmak maksadiyle müstahkem şehirler yapıyorlar, veya kilometrelerce uzanan hendekler, toprak labyeler inşa ediyorlardı. Fakat bu müdafaa tertibatının kuman hücumlarını durduramadığı biliniyor. Rus knezleri bazen karşı hücumlarla, Kumanları zâfa düşürmek ve rus yurduna akınlarını önlemek istiyorlardı. Vladimir Monomach'ın ( 1113 -1125 ) bu husustaki faaliyeti vekayinâmede tebarüz ettirilmiştir. Bu knez, diğer knezleri de Kumanlara karşı savaşa katılmak için, toplantılar tertip ederdi; bunlardan Dolob gölü yanındaki toplantıda Kiyef knezi Svyatopolk ile Kumanlara karşı bir sefer yapılması kararlaştırıldı. 1103 te vuku bulan bu seferde Kumanlar ağır yenilgiye uğradılar. Ruslar 20 kuman büyüğünü öldürmüşler ve birçok davar almışlardı. Hattâ öldürülen kuman büyüklerinin adları nakledilmiştir.



Vladimir Monomach (1113 -1125)  



  Kiyef knezi  Svyatopolk  1113 yılında  öldükten  sonra,  Kiyef  ahalisi,  büyük  knezliğe  gelmesi icabeden Çernigov knezini istemişler, Pereyaslavl şehrinden, Vsevolod'un oğlu (Yaroslav'ın torunu) Vladimir Monomach'ı çağırmışlardı. Vladimir Monomach'ın babası Vsevolod'un kitap okumayı çok sevdiği ve hatta kendi kendine beş dil öğrendiği bilinmektedir. Annesi de Bizans imparatoru Konstantin Monomach'ın kızı idi; bundan ötürü Vladimir'e "Monomach,, adı verilmişti. Annesinden rumca öğrendiği ve Bizans kültürüne aşılandığı biliniyor. Vladimir Bizans kitaplarını okuduğundan "kültürlü,, bir adam idi. Vladimir Monomach'ın "Büyük Knezlik nizamını,, çiğneyerek Kiyef'e gelmek istemediği rivayet ediliyorsa da, bunun ne dereceye kadar doğru olduğu belli değildir. Kiyef tahtını kabul etmekle " Büyük Knezlik „ prensibi tekrar bozulmuş oldu, ve yeniden iç mücadelelere yol açıldı. Vladimir Monomach kuvvetli bir knez olduğundan Kiyef'teki mevkiini elde tutabildi. Kiyef'e geldiği zaman 60 yaşında idi. Tecrübeli ve dirayetli bir kimse olduğundan hemen kuvvetli bir rejim kurdu, kendisine karşı gelenleri tedip etti. Bundan ötürü rus knezleri onun otoritesini tanımak zorunda kaldılar. Bir müddet sonra Kiyef knezinin Kumanlara karşı muvaffakiyetli müdafaa tertibatı aldığı biliniyor. Bundan ötürü ahali arasında da popüler bir knez oldu. Vekayinâmede Vladimir Monomach için çok sitayişli bir dil kullanılmıştır. Onun şahsen namuslu ve mütevazi, cesur ve müteşebbis, dindar ve merhametli bir kimse olduğunu öğreniyoruz. Çocuklarına hitaben yazdığı "nasihatları,, (Pouçenie) ve knezlerden birine gönderdiği "nâmesi,, Viadimir Monomach'ın yüksek meziyetlerini tebarüz ettiriyor. Vladimir Monomach'ın Bizans'ın iç işlerine karışmak istediği biliniyor. Aleksi Komnenos'a karşı düşmanca bir siyaset takip etmiş, Tuna boyunda isyan çıkaran Roman Diogenes'in sülâlesinden Leon'a yardımda bulunmuştu. Aleksi Komnenos'un rus knezinin Bizans işlerine karışmamasını temin için Kiyef'e kıymetli hediyeler, kıymetli taşlarla bezenmiş bir taç gönderdiği rivayet ediyor (Bunlar arasında Bizans imparatoru Monomach'ın "şapkası,, olduğu da sanılmıştır). Vladimir Monomach'ın kanunlar tanzimine ehemmiyet verdiği de biliniyor. Yaroslav zamanında tertip edilen "Pravda,,, Vladimir Monomach tarafından genişletilmişti. Rus vekayinâmesinin "bir rus tarihi,, mahiyeti alması yine bu zamana aittir. Bu suretle Vladimir Monomach'ın devri, Kiyef Rusyası'nın her itibarla en parlak zamanlarından biri addedilmektedir. Bu knezin hâkimiyeti sayesinde Rusya'da iç karışıklık durmuş gibi görünüyorsa da, 1125 te vukubulan ölümünden sonra, taht kavgaları yeniden aldı yürüdü; az sonra Kiyef şehrinin, büsbütün ehemmiyetini kaybedeceğini göreceğiz. Kuman hücumlarının gittikçe artması Kiyef Rusyası'nın mukadderatı üzerine büyük tesir yapmaya başladı. Kiyef ve güneyindeki rus knezleri Kumanlara karşı mücadele ediyorlar, hatta bazen muvaffak ta oluyorlardı. Fakat, Kumanların arkası kesilmeyen hücumları, Kiyef Rusyası'nın ehemmiyetini kökünden sarsmıştı. XII. yüzyılın ortasından sonuna kadar, vekayinâmelerde hep kuman baskınlarından ve harplerinden bahsedilmesi, kuman harplerinin gittikçe büyüyen bir tehlike teşkil ettiğini gösterir.




Rus yurdunun «Feodal»  Knezliklere Bölünmesi.



XII. yüzyılın sonlarında bütün  Rusya birçok "feodal,,  beyliklere  (knezliklere)  bölünmüştü.   Bunların en mühimleri: Kiyef,  Çernigov, Gauç, Polotsk, Turov-Pinsk, Rostov-Suzdal, Ryazan, Novgorod ve Vladimir-Volynsk  knezlikieri idi. Bunların herbirinde, hıristiyanlığı kabul eden ilk knez Vladimir Svyatoslaviç neslinden türemiş bir aile vardı. Ancak Kiyef Knezliği sülâlenin en büyüğüne ait telâkki ediliyordu. Fakat hakikatte burada knezlerin en "kuvvetlisi,, hâkimiyet sürüyordu. Kiyef knezi "Büyük Knez,, lâkabını taşıyordu. Yaroslav (akıllı) zamanındaki birlik, XII. yüzyıl içinde tamamiyle ortadan kalktı. Rusya birçok "devletler,, halinde parçalandı, fakat siyasî dağılışa rağmen Rusya büsbütün parçalanmadı; sebebi, dıştan herhangi büyük bir hücum olmaması ve bütün knezlikieri birleştiren âmillerin de çok kuvvetli olması idi. Evvelâ, müşterek dil ve din, müşterek gelenek ve knezlerin hep ayrı soydan neşet etmiş olmaları. Rus milletinin teşekkülü sona ermiş, vareg-rus ve fin unsurları slav uruğları arasında erimiş, ve hıristiyanlığın kabulünden sonra millî birlik büsbütün sağlanmıştı. Güneyde yabancı bir ırk ve dinden olan Kumanların bulunmaları, Rusları hep birlikte mücadeleye zorladığı gibi, batıda, katolik olan Lehlilerin faaliyetleri de, Rusların ortodoks olmaları dolayısiyle, leh devletine karşı birleşmelerine yardım ediyordu. Bütün bu âmiller ve şartlar bir araya gelince, Rusya içten birçok knezliklere bölündüğü halde, esas itibariyle bir birlik ve bütünlük halinde kendini muhafaza edebildi.



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-11

 



PROKRİS İLE KEFALOS


Prokris güzel mi güzel, çok alımlı genç bir kızdı. Üstelik içi neyse dışı da öyleydi. Ve onun bütün yaşamını, içinde hep bir kor gibi ışıyan bir sevgi yönlendiriyordu...


İşte böyle gönlünce yaşayıp giderken günlerden bir gün, rüzgârlar tanrısı Ayolos'un (Aiolos) torunu Kefalos (Kephalos), daha ilk gördüğünde ona vuruluverdi. Ama Prokris uzun süre yüz gönül vermedi ona. Ne onun tanrı oğlu olması, ne de hanları sarayları umurundaydı... Ama gene de Kefalos bırakmadı onun peşini ve bir sürü koşturmaca ve çilelerden sonra gönlünü edip evlendi Prokris'le. Ve bu evlilikten sonraki birliktelikleri de çok güzel yürüdü... Üstelik karşılıklı bölüştükleri aşklarıyla dillere destan oldular...


Kefalos alışık olduğu üzere her gün, gül parmaklı şafak tanrıçası Eos'un uyandığı saatte ormana çıkıyor; hem geziyor, hem de av amacıyla geyik, tavşan izi sürüyordu... Bu arada şafak tanrıçası, bu yakışıklı delikanlıyı her sabah göre göre sonunda ona sırılsıklam âşık olup çıktı!.. Kendini ona beğendirebilmek için de çeşit çeşit ve rengârenk giysilerle donanmaya, bütün ormanı daha büyük bir coşkuyla ısıtıp ışıklandırmaya başladı. Üstelik her sabah tanrıça Eos, sevgilisi ormana gelmezden önce, yeri göğü ve ormanı; mavinin, yeşilin, sarının en çekici tonlarıyla boyamaya başladı. Ne var ki Kefalos'un gözü, karısı Prokris'ten başkasını görmüyordu. Bu yüzden kıskançlıktan küplere binen tanrıça Eos bir sabah; "Sen karın Prokris'e çok bağlısın, biliyorum," dedi. "Bakalım fırsat bulursa o seni aldatmayacak mı?" Bu sözler bir anda içini altüst etti avcının. Ama üstünde de fazla durmak istemedi. Tanrıça kıskançlığından böyle söylüyor, deyip geçti... 

Kefalos bir ara, ülkesi kralının komşu ülkeye açtığı bir talan savaşına katıldığı için karısı Prokris'ten ayrı yaşamak zorunda kaldı... İşte şafak tanrıçası Eos'un söyledikleri bu ayrılık sırasında bir zıpkın gibi oturdu yüreğine. O yüzden de karısı Prokris'in kendisine gerçekten bağlı kalıp kalmadığını sınayıp görmek istedi... Hemen üst baş değiştirdi. Şafak tanrıçası da onun bu değişimine yardımcı oldu. Öylesine değişmişti ki Kefalos; duru bir su birikintisindeki görüntüsünü kendisi bile tanıyamadı!.. Doğruca evinin yolunu tuttu. Ama yolu üzerinde içi içini yemiyor da değildi; böylesi çirkin bir denemeden caymak düşüncesi geçmeye başladı içinden. Ne var ki şafak tanrıçasının içine soktuğu o korkunç kuşku, onun yüreğini beynini habire yiyip eliyordu...


Evine vardığında kapıyı açan hizmetçilerin çok üzgün ve acılı olduklarını gördü. Kılık ve görünümüyle bambaşka biri olup çıkan Kefalos, bir aile yakını olarak tanıttı kendini. Sonra da onlara niçin böyle üzgün olduklarını sordu. "Efendimizi çok uzaklara, savaşa alıp götürdüler!.. Uzun süredir haber de alamıyoruz..." dediler. Bu sözler çok sevindirdi Kefalos'u. "Demek hizmetlilerim bile beni çok seviyormuş!" dedi kendi kendine. Hizmetliler, hanımları Prokris'in yanına götürdüler onu. Karısı Prokris, hizmetlilerinden çok daha üzgün duruyordu. Gene Kefalos; kendini çok yakın ve inandırıcı bir aile dostu olarak tanıttıktan sonra aynı soruyu sordu karısı Prokris'e. O da uzun süredir kocasından bir haber alamadığını, gece gündüz hep onu düşündüğünü söyledi. Sonra da üstüne basa basa; sevgilileri birbirinden ayıran, insanı insanlıktan çıkaran savaşları hiç sevmediğini söyledi. Kefalos havalara uçacaktı sevincinden! Hemen eski haline dönüp kim olduğunu açıklamak, karısı Prokris'i uzun uzun kucaklamak geçti içinden... Artık onu denemekten cayar gibi oldu. Ancak tanrıça Eos'un o alaycı sözleri çın çın ötmeye başladı gene kulaklarında!.. O yüzden, "Ne kadar da güzelsiniz oysa," diye yakınlaşmaya çalıştı Prokris'e. "Kocanız uzaklarda... Sizi unutmadığını nereden bileceksiniz? Siz burada onu düşüne düşüne sararıp solarken, o oralarda mutlaka birini bulmuştur!" Prokris, daha yeni tanıştığı yabancının böyle yüzsüzce yaltaklanmalarına yüz gönül vermedi. "Ben kocamı seviyorum ve ona hep bağlıyım!" diye kestirip attı...


Birkaç gün daha Kefalos'un başka başka söylemlerle sürdürdüğü bu yollu yakınlaşma girişimlerine hep kulak tıkadı Prokris. Her seferinde kocasına olan bağlılığını yineledi. Bu sözlerini kanıtlamak için onun yokluğunda ördüğü ve nakışladığı kumaşlardan söz etti... Hatta onlardan birini getirip Kefalos'un eline tutuşturuverdi!.. Kefalos kumaşı ilgiyle incelemeye başladı. Gerçekten de karısı Prokris'in büyük bir titizlikle dokuyup nakışladığı kumaşın üstünde, elinde ok tutan, avcı giysileri içinde yakışıklı bir genç vardı. Bu genç ormanda usul usul yürüyor, bir yandan da gözleriyle sağı solu yokluyordu. Bir geyik izini değil de sevgilisinin izini sürüyor gibiydi...


Prokris kocasının avcılığı çok sevdiğinden, bu yüzden ona hedefini hiç şaşırmayan bir ok armağan ettiğinden de söz etti...


Bu ok nereye atılırsa oraya saplanır; avını kesinlikle cansız yere yıkardı!.. Prokris bu oku onun anısına, salondaki duvara asmıştı.


Onu da gösterdi yabancıya...


Karısının bu bağlılığına diyecek bir söz bulamıyordu Kefalos. Ne var ki tanrıça Eos'un o uğursuz sözlerine kilitlenmişti bir kez... O yüzden hiçbir şey anlamamış gibi gene kışkırtıcı sözlerle ayartmaya çalıştı onu... Bu sözler sırasında bir süre susuverdi Prokris... Kefalos onun bu susuşunu, bir anlık sendelemesini görünce; "Demek beni aldatırsın ha, utanmaz kadın!" diye bağırmaya başladı... "Bak ben senin kocanım! Demek benim yokluğumda beni aldatacaktın!" Bu yollu savurduğu hakaretlerin arasına, bütün kadınların aşağılık olduğu sözünü de sıkıştırıverdi!..


Zavallı güzel Prokris, şaşkınlıktan donakaldı. Bir yanıt veremedi. Yalnızca yazgısına ve Kefalos'a ilençler yağdıraraktan evden canhıraş ayrıldı... Dağlara vurdu kendini. Bundan böyle yalnız yaşayacaktı... Çok geçmeden Kefalos kendini suçlu bulmaya başladı. Tanrıça Eos'un kurbanı olduğunu anladı. O yüzden güzel karısını bulabilmek için her yere başvurdu. Sonunda bir çoban aracılığıyla izini bulabildi... Özürler üstüne özürler diledi karısından...


Prokris daha fazla uzatmadan onunla barıştı. El ele verip eski günlere dönmeye çalıştılar. Kefalos gene her sabah ava çıkmaya başladı... İşte bu av sabahlarının birinde, bu kez de kocası Kefalos'tan kuşkulanacağı tuttu Prokris'in! Her sabah ormana çıkan kocasının oralarda bir sevdiği olamaz mıydı? Bu kuşkunun dürtüsüyle hemen ormana vurdu kendini Prokris. Dağ bayır kocasını ararken haliyle çok yoruldu... Önüne ilk çıkan çalılıkların arasına oturdu biraz dinlenmek için... Şafak tanrıçası Eos da çeşit çeşit giysilerinin saçtığı renk cümbüşüyle boğuyordu ormanı... Aynı sıralarda da hem yürüyen, hem av arayan Kefalos'un rengârenk ışıklardan başı dönmeye başladı.


Bir aralık yanından geçtiği çalıların kıpırdadığını fark etti. Bu kıpırtıyı bir geyik sanan Kefalos, karısı Prokris'in armağan ettiği hedefini şaşırmaz oku, gerdiği yaya taktı ve çalıların içine fırlatıverdi!..


Prokris çok acı, ama çok kısa bir çığlık atabildi yalnızca... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

1 Haziran 2023 Perşembe

SAMANİLER (SAMANOĞULLARI)



Samanilerin asıl yurtlarının neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Arapça ve Farsça kaynaklarda bu ismin Semerkand yakınında bir köyden, bazılarında ise, Belh veya Tirmiz yakınlarında bir köyden geldiği rivayet edilmektedir. Sonuncu rivayet biraz daha muhtemel görünmektedir. Bunun sebebi, kaynaklara göre Samanoğullarının ilk defa Amu Derya ötesinde (Maveraünnehr) Semerkand'da değil Horasan'da ortaya çıkmış olmasıdır.


Bazı kaynaklarda Samanoğulları'nın Behram Gubin adında asil bir Sasani ailesinden geldiği de rivayet edilmektedir. Buna karşılık bir müellif, onların Türk asıllı olduklarını ve Oğuz boyuna mensup bulunduklarını öne sürmektedir. Bu rivayetin doğruluğu mümkün görünmemekle birlikte, böyle bir görüş belki de son zamanlarda Samanoğulları'nın Eftalit (Ak Hunlar) veya Türk asıllı olduklarını ortaya koyma teşebbüslerinin bir sonucudur. Ancak Samanoğulları hanedanının ortaya çıkışıyla ilgili bütün tarihi bilgiler, Saman'ın İslamiyet'i, 105 -109 (723- 727) yılları arasında Horasan valisi olan Esed b. Abdullah el-Kasri (veya Kuşeyri) vasıtasıyla kabul ettiğini, sonra da oğluna valinin adını, yani Esed adını verdiğini göstermektedir. el­ Me'mun dönemine kadar Esed hakkında bilgi yoktur.


O dönemde ise Esed'in dört oğlunun, Me'mun'u, Rafi b. Leys adlı bir asiye karşı desteklemeleri sebebiyle Horasan valisi Gassan b. Abbad tarafından mükafatlandırıldıklarını öğreniyoruz. 204 (819) yılındaki bu olaydan sonra Esed'in dört oğlundan Nuh Semerkand'a, Ahmed Fergana'ya, Yahya Şaş'a, İlyas ise Herat'a tayin edildi. Böylece Esed'in oğullarının yönetim görevi üstlenmeleriyle Maveraünnehr ötesinde Samanoğullarının iktidarı da başlamıştı Samanoğulları iktidarının bu bölgede yoğunlaşmasının sebebi, Herat'taki İlyas sülalesinin, kuzeydeki kardeşleri kadar iyi durumda olmamasıydı.


242 (8513)'de İlyas ölünce, Herat'ta yerine oğlu İbrahim geçmişti. Bundan sonra Horasan valisi Muhammed b. Tahir İbrahim'i ordu komutanlığına getirmiş ve İbrahim'in Sistan'da Haricilere karşı giriştiği ilk savaş başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Yakub b. Leys Herat'ı kuşattığı zaman, Tahiri vali, İlyas'ı Yakub'a karşı savaşmaya gönderdi. 253 (867) 'de Fuşeng (veya Puseng) yakınlarında yapılan bu savaşta yenilen İlyas, Nişapur'a kaçtıysa da daha sonra Yakub'a teslim oldu. Yakub da onu esir olarak Sistan'a götürdü.



Maveraünnehr'de Nuh'un ölümü üzerine (227 /841-842), Horasan valisi, Nuh'un, Yahya ve Ahmed adlarındaki iki kardeşini Semerkand'a tayin etti. Ahmed (ölümü: 250/864- 865), kardeşi Yahya'dan (ölümü: 241/855) daha uzun ömürlü olmuş ve kendisinden sonra oğlu Nasr Semerkand'da, diğer oğlu Yakub ise Şaş'ta iktidara geçmişti. Yakub, Şaş'ta uzun süre iktidarda kaldı. Bu arada Yahya ile Ahmed arasında ve Ahmed taraftarlarının nasıl olup da Yahya taraftarlarının yerini aldığı kesin olarak bilinmemektedir. Belki de Yahya, Buhara ve Harezm gibi sulak bölgelerin dışında Maveraünnehr bölgelerinin büyük bir bölümünü idare eden ve kendisinden daha enerjik olan kardeşi .Ahmed'e iktidarı kendisi vermiş olabilir.

Yahya ise Semerkand'da sadece sözde bir yönetici olarak kalmıştır. Mesela, paralarda Yahya'nın resmine rastlanmamasına karşılık, (858-859) 'de Semerkand'da Ahmed'in resminin bakır paralara basılmış olması önemlidir. Nasr b. Ahmed'den önce (yaklaşık 273/.886) Samanoğullarının para basma yetkileri yoktu.


A - SAMANOĞULLARI HÜKÜMDARLARI


1- Nasr b. Ahmed (261-2791875-892)

2 - İsmail b. Ahmed (279-2951892-907)

3 --  Ahmed b. İsmail (295-301/907-914)

4 -  II. Nasr b. Ahmed (301-331/914-943)

5 -   Nuh b. Nasr (331-3431943-954)

6 -  Abdülmelik (343-350/954-961)

7 -  Mansur (350-3661961-976)

8 _ II. Nuh (366-387/976-997)

9 - ll. Mansur (Ebu'l-Haris) (387-3891997-999)

10 - II. Abdülmelik (3891999)

11 - İsmail Muntasır (390-395/1000-1005)


- SAMANİ DEVLETİNİN KURULUŞ DÖNEMİ


-   Nasr b. Ahmed (261-279/875-892)



Horasan'da Tahiri valilerin iktidarlarının çökmesi ve Yakup b. Leys'in kazandığı zaferlerden sonra Nasr b. Ahmed, başkenti Semerkand olan Maveraunnehr'deki bölgenin fiilen bağımsız yöneticisi olmuştu. Nasr b. Ahmed, Tahirilerin iktidardan düşmesiyle ortaya çıkan idari boşluktan ötürü karışık bir durumda olan Buhara'ya, kardeşi İsmail'i göndererek iktidarını sağlamlaştırdı. Daha önce Harezm birlikleri, buraya saldırıp şehri yağmaladıkları için halk, İsmail'in gelmesine sevinmiş ve düzeni koruyacak bir kişi olarak gördükleri İsmail'i, daha ilk günden itibaren desteklemişti.


Bu olaydan kısa bir süre sonra, İsmail ile kardeşi Nasr arasında, vergi gelirlerinin dağılımı yüzünden ortaya çıkan anlaşmazlık, bir çatışmaya dönüşmüştü. Narşahi ve başka kaynaklarda, iki kardeş arasındaki bu çatışmadan ve sonuçta İsmail'in zafer kazandığından bahsedilmektedir. İsmail, kardeşler arasındaki bu mücadelede zafer kazanmış olmasına rağmen Semerkand'a gitmemiş, onun yerine Buhara'yı Samanoğulları devletinin yeni merkezi yapmıştı.


Samanoğulları devletinin resmen tanınması 261 (875) yılında olmuştu. Bu tarihte Halife el-Mu'temid, Saffari. Yakup b. Leys'in bütün muhalefetine rağmen yönetimini resmen Nasr b. Ahmed'e vermişti. Nasr b. Ahmed, kardeşi İsmail ile aralarında çıkan çatışmada yenilgiye uğramasına rağmen, halifenin nazarında Maveraünnehr'in meşru idarecisi durumundaydı. Nasr'ın öldüğü Cemaziyelevvel 219 (Ağustos 892) tarihine kadar İsmail onun hakimiyetini tanımıştı.




-  İsmail b. Ahmed (279-295/892-907)


Bu arada Yakub b. Leys de ölmüştü. Yerine geçen kardeşi Amr, kendisini Tahirilerin mirasçısı, dolayısiyle de Horasan'ın ve İran'ın diğer bölgelerinin meşru yöneticisi olarak görüyordu. Kendisine bu bölgelerde hükmetme yetkisini vermesi konusunda Amr halifeyi ikna etmiş, halife ise bu isteği, belki de Saffariler ile Samanoğulları'nın birbirlerini yok edebilecekleri ümidiyle yerine getirmişti. Ama sonuçta zafer İsmail'in olmuştu. Amr'ın yenilgisi ile ilgili rivayetlere göre Amr, Belh yakınlarında İsmail'in birlikleri tarafından hiçbir çatışmaya gerek kalmadan ele geçirilmişti. Esir alınan Amr, Bağdat'a gönderilmiş ve burada halifenin emriyle ölüme mahkum edilmişti. İsmail'in kazandığı bu zaferin tarihi kesin olarak bilinmemektedir; ama olay muhtemelen 287 (900) yılının baharında cereyan etmiştir.

İsmail'in Amr'ı yenmesi, onun halife tarafından bütün Horasan'ın hakimi olarak tanınmasını sağladı. Hakimiyetinin resmen tanınması, kendisine belgeler, hediyeler ve mevkiine uygun hilatler verilmesi şeklinde olduysa da, aslında İsmail zaten bu bölgenin hakimi durumundaydı. Çünkü doğu bölgelerinde halifenin gücü çoktan sona ermişti. İsmail, Samanoğulları devletinin gerçek kurucusuydu. Bütün kaynaklarda kendisinin üstün yöneticilik niteliklerinden söz edilmekte, hatta yöneticiliği idealize edilmektedir.

İsmail, Samanoğulları ülkesini her yönde büyütmüştü. 280(893) yılında kuzeye hücum edilerek Taraz şehri ele geçirilmiş, şehirdeki Nasturi kilisesi camiye çevrilmiş ve sonuçta birçok ganimet elde edilmişti. Değişik kaynaklarda bu seferle ilgili olarak farklı bilgiler verilmesine rağmen, bütün kaynaklarda İsmail'in başarısı konusunda görüş birliğine varıldığı görülür. Bu sefer ve İsmail'in 291 (903) 'de yaptığı bir başka sefer sonunda Samanoğulları ülkesinin sınırları kuzey ve doğu yönünde fazlaca genişletilememiştir.


Ancak hiç değilse sınır bölgesi emniyete alınarak Türkler'in saldırılarını önleyecek duruma getirilmiş ve İslamiyet'i yayanlar steplere doğru geri çekilmek zorunda bırakılmıştı. Günümüzde de geçerli olan görüşlere dayanarak İsmail'in, Orta Asya'daki küçük ve bağımlı devletlerin kendi içlerindeki bağımsız varlıklarına son vererek, onları doğrudan doğruya Samanoğulları devletinin egemenliği altına aldığını söyleyebiliriz. İsmail, muhtemelen 280 (893) 'de Afşin Haydar b. Kavus'un anayurdu olan Zerefşan vadisinin üst kısımlarındaki meşhur Uşrusana'daki yerli hanedana da son vermişti. Maveraünnehr'deki diğer bölgelerin, ne zaman Samanoğulları devletinin egemenliği altına girdiği ise kesin olarak bilinmemektedir.


Ancak bunlardan bazıları yerli yöneticilerin denetimine bırakılmıştır. Mesela, İsmail'in, Amr b. Leys'i yendiği tarihten sonra Harezm'de durum böyleydi. Fakat ülkenin güneyindeki mahalli Harezm hanedanı 385 (995) 'e kadar sürmüş, bölgenin kuzeyi ise, başkent Gurgan dahil olmak üzere, Samanoğullarından bir vali tarafından yönetilmişti. 385 ( 995) 'te kuzeydeki yönetici güneydekini yenerek bu bölgeyi kendi bölgesine katmıştı. Bununla birlikte Samanoğulları devletinin egemenliği süresince Harezm'in her iki bölgesi de Samanoğulları devletine gerçekten bağlı kalmıştı. Böylelikle İsmail'in ülkesi, merkezi hükümet eyaletleriyle, merkeze bağlı prensliklerden oluşuyordu.



İsmail, Amr b. Leys'i yendikten sonra, halife ona  Taberistan, Horasan, Rey ve İsfehan'ı yönetme yetkisini de vermişti. Ancak İsmail, bu bölgeleri kendi ülkesine katmaya karar vermişti. 287 (900) 'de, o sırada Taberistan ve Gurgan'ın fiilen yöneticisi olan Muhammed b. Zaid'in elçilerinin kendisini engellemeye çalışmalarına rağmen İsmail, Muhammed b. Zaid ile savaşmak üzere ordusunu harekete geçirmişti. Sonuçta muzaffer olan İsmail, Taberistan hükümdarını yenmiş ve öldürmüştü. İsmail'in bir komutanı kendisine isyan ettiğinden ertesi yıl Taberistan'a giden orduya kendisi komuta etmişti. Asi komutan Deylem'e kaçmış ve İsmail Gurgan ile Taberistan'da yeniden Samanoğullarının hakimiyetini sağlamıştı. Rey ile Horasan'ın bütünü İsmail'e tabi olmuş, fakat Sistan ile İsfehan bağımsız olarak kalmıştı. İsmail'in ülkesinin merkezi, başkenti Buhara olan Maveraünnehr bölgesi idi.


İsmail, tarihte yetenekli bir komutan ve güçlü bir yönetici olmaktan ziyade adil bir yönetici olmasıyla ünlüdür. Hem Arapça, hem de Farsça kaynaklarda İsmail'in bu özelliği ile ilgili birçok nakil bulunmaktadır. Mesela bir gün İsmail, Rey şehrinde değerli madenlerin vergilendirilmeleri amacıyla kullanılan tartıların fazla ağır olduğunu öğrenmişti. Bunun üzerine tartıların düzeltilmesini ve şehir vergisi adı altında toplanmış olan vergilerden bu fazla miktarın düşülmesini emretmişti.


Bundan başka, üzerinde İsmail'in adı bulunan taş tartılar da bulunduğundan, onun kendi ülkesindeki ölçü ve tartıları sistemli bir hale getirdiği düşünülebilir. Ancak kaynaklarda bundan bahsedilmemektedir.


İsmail, kendi ülkesinde başka reformlar da yapmıştı. Hatta ülkenin batıdaki ileri karakolu durumunda olan Kazvin'de halkın rızasıyla bazı toprak sahiplerinin mallarına da el koymuştu. Özellikle kuzeyde göçebe Türkler'e karşı giriştiği seferler sebebiyle devletin merkezi durumundaki Maveraünnehr bölgesi düşman saldırılarına karşı öyle emniyetli idi ki, Buhara ve Semerkand'daki surlar ve diğer savunma mekanizmaları ihmal edilmişti. Nitekim hanedanlığın son dönemlerinde surlar harabolmuş vaziyetteydi.




İsmail'in Abbasi Halifelerle Münasebetleri:



İsmail halifeye sadıktı. Ancak gerek onun, gerekse Samanoğullarından diğer yöneticilerin Bağdat'a vergi veya haraç verdiklerini gösteren hiçbir delil yoktur. Halifeye hediyeler gönderilmesi normaldi. Ayrıca halifeye faaliyetleri hakkında raporlar da gönderiyorlardı. Hem halife, hem de yönetici durumundaki Samanoğullarının adına paralar bastırılıyordu. Hiç değilse Büveyhilerin ortaya çıkışına kadar her gün yapılan dualarda da hem halifenin, hem de baştaki Samanoğullarının adları okunuyordu. Samanoğulları ve halifeler arasındaki münasebet resmi olmakla birlikte normaldi ve bu durum hanedanın sonuna kadar böylece sürmüştü. 

 

Kaynaklarda Samanoğullarından olan yöneticiler emir olarak adlandırılmaktadır. O dönemde bu ünvan, halifenin genel valisi gibi bir ünvan .idi. Halife ise bütün müslümanların emiriydi. Abbasi halifeleri gibi Samanoğulları da hükümdarlık ünvanları taşıyorlardı. Mesela Nuh .b.  Nasr, Emir-i Hamid ünvanını kullanıyordu. Bazıları öldükten sonra da farklı ünvanlar alıyorlardı. Mesela İsmail için öldükten sonra son emir ünvanı kullanılmıştı. Makdisi'nin belirttiği gibi Ahmed b. İsmail için ise öldükten sonra «Şehit edilen emir» anlamında Emir-i Şehid ünvanı kullanılmıştı.


3 -   Ahmed b. İsmail (295-301/907-914)



İsmail uzun süren bir hastalıktan sonra 295 yılının Safer ayında (Kasım 907) öldü. Fakat değişik kaynaklarda onun ölüm tarihi farklı şekilde verilmektedir. İsmail'in yerine oğlu Ahmed geçti. Ahmed hemen Saffarilerin hakimiyetinde kalmış olan Sistan'ı zaptetmeye girişti. 298(911)'de bu bölgenin büyük bir kısmı Samanoğulları'nın hakimiyetine girmişti. Ancak Taberistan bölgesi Nasıru'l- Kebir adlı bir Zeydi Şii liderin öncülüğündeki ayaklanma sonucunda Samanoğulları'nın hakimiyetinden çıktı.

Bu arada Gurgan da isyan etmişti. Ahmed Taberistan ve Gurgan'ı yeniden zaptedemeden önce Buhara yakınlarındaki bir yerde, çadırında uyurken kölelerinden bazıları onun, başını vurarak öldürdüler. Bazı kaynaklara göre Ahmed'in öldürülmesinin sebebi, ulemanın tavsiyelerine çok fazla güvenmesiydi. Ayrıca babasının aksine emir ve kararnamelerde Farsça yerine Arapça'nın kullanılmasını sağlamıştı.




4--  H. Nasr b. Ahmed (301-331/914-943)


Cemaziyelahir 301 (Ocak 914) 'de ölen Ahmed'in yerine sekiz yaşındaki oğlu geçti. Lakabı Said olan Nasr b. Ahmed, Ebu Abdullah el-Ceyhani'yi başvezirliğe getirdi. Ceyhani, yalnız yetenekli bir idareci değil, aynı zamanda meşhur bir coğrafyacı ve alimdi. Ancak tahta sekiz yaşında bir çocuğun geçmesi, birbiri ardına birçok ayaklanmanın patlak vermesine sebep oldu. Bu ayaklanmalardan en tehlikelisi, Semerkand'daki İsmail'in küçük kardeşi ve Nasr b. Ahmed'in babasının amcası İshak b. Ahmed'in önderliğindeki ayaklanma idi. İshak kendi adına para bastırıyor ve bu konuda oğulları da kendisine yardımcı oluyorlardı. Bunlardan Mansur, Nişapur'u ve Horasan'daki birkaç şehri ele geçirmişti.

Yapılan birçok savaştan sonra İshak yenildi ve esir alındı. Oğlu ise Nişapur'da öldü. Daha sonraları Nasr'ın kendi kardeşleri de ona karşı ayaklandılar. Nasr bu ayaklanmaları da güçlükle bastırdı. İçteki bu karışıklıklara rağmen Nasr, batı bölgelerinden bazılarını da yeniden zaptetmeyi başardı. Ancak Emir Ahmed'in ölümünden sonra bu bölgeler Samanoğulları'na bağlı kalmadılar. Rey şehri de yeniden işgal edilmiş, ancak Taberistan'ı işgal etmek çok daha zor olmuştu. Bu bölgenin büyük bir bölümü Samanoğulları'nın hakimiyeti altına alınmıştı. 


Ancak daha sonra Makan b. Kaki adındaki bir yerli lider, yalnız Taberistan'ı ele geçirmekle kalmadı, ayrıca Horasan'ı da yağmaladı. Fakat 940 yılında Samanoğullarından bir komutan tarafından yenilgiye uğratılmıştı. Nasr 29 yıl. süren bir saltanattan sonra, 331 (943) yılında öldü.


Bazı kaynaklara göre Nasr'ın ordusundaki belli başlı subaylar onun İsmaili davetçilerini desteklemesine karşı çıkmışlar ve emire karşı bir suikast hazırlamışlardı. Fakat Nasr'ın oğlu Nuh, bu komployu öğrenmiş ve kötü niyetli subayların elebaşısını bir ziyafet esnasında cezalandırmıştı. Ancak Nuh subaylara, kendi ülkelerinde bulunan İsmaili misyonerlerin çalışmalarına son, vereceğine dair söz vermişti. Ayrıca babasını tahttan feragat etme konusunda ikna etmiş ancak, kısa bir süre sonra Nasr ölmüştü.




C --   SAMANİLER'İN YÜKSELME DEVRİ


Ayaklanmalara ve iç karışıklıklara rağmen, Nasr b. Ahmed dönemi, Samanoğulları idaresinin altın çağı olarak adlandırılabilir. Onun dönemindeki iki vezir, görevlerinin yanısıra edebiyat ve kültürün geliştirilmesinden de sorumluydular. Daha önce 302 (914) 'den 310 (922) ve sonra 327 (938) 'den 331 (941-942) 'e kadar vezirlik yapmış olan Ceyhani'den söz edilmişti. Ceyhani'nin yazdığı kitap bugün mevcut değilse de, bu kitabın bazı bölümleri başka kaynaklarda yer almaktadır. Bu kitapta Maveraünnehr bölgesinin doğusunda ve kuzeyindeki ülkeler ve halklarla ilgili ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Vezir bu bilgileri çeşitli heyetler, tüccarlar ve seyyahlardan sağlamıştı. Ceyhani, coğrafyaya ilgisi dolayısiyle Buhara'daki sarayına birçok coğrafyacıyı davet etmişti. Ancak o dönemdeki coğrafyacıların en meşhurlarından olan Ebu Zaid el-Belhi, emirin sarayında kalmanın bütün avantajlarına rağmen kendi şehri Belh'ten ayrılmayı reddetmişti. Ancak Ceyhani, yalnız coğrafya ile ilgilenmiyordu. İbn Nedim'in Fihrist'inden onun günümüzde mevcut olmayan başka kitaplar da yazdığını öğreniyoruz.

 


Başkent Buhara'ya gelen bilim adamları, astronomi bilginleri, edebiyatçılar ve başka alanlarda ünlü kişiler öyle arttı ki, bir ilim merkezi olarak şehrin ünü bütün İslam dünyasında yayıldı. Bel'ami, birçok bilgini ve edebiyatçıyı himaye eden bir kişi olduğu gibi, kendisi · bizzat ilim ve kültürle uğraşmaktaydı. Ceyhani'nin Şii inançlarına, hatta hem Tanrıya hem de şeytana inanan Maniheizm'e bağlı olmasından şüphelenilince görevine son verilmişti.



Ebu Mansur es-Sealibi'nin. Yetimetü'd-Dehr veya Muhammed Avfi'nin L.ubabu'l-Elbdb adlı kitapları veya bunlara benzer antolojilerde o dönemdeki şair ve yazarların adlarıyla eserleri belirtilmektedir. Bu antolojiler sayesinde elde edilen edebiyatçıların listesi oldukça etkileyicidir. Nasr b. Ahmed'in sarayında yalnız Arapça yazan din adamları değil, hem Arapça, hem de Farsça yazan şairler, tarihçiler ve bilim adamları vardı. Coğrafya alanındaki tek ünlü kişi ise yalnız Ceyhani değildi. Nasr'ı temsilen bir elçilik heyetiyle Çin'e giden Ebu Dulef de seyahatiyle ilgili bir rapor yazmıştı. İbn Amacur et-Türk'i, Nasr'ın ülkesinde bir süre faaliyette bulunmuş bir astronomi bilginiydi. Din bilginlerinin sayısı ise son derece kabarıktı.

Farabi (öl. 339/950) Maveraünnehr'de doğmuş olmasına rağmen hayatının büyük bir kısmını Bağdat'ta ve diğer şehirlerde geçirmişti. Nasr'ın sarayındaki edebiyatçılar arasında belki de en önemli gurup, İranlı şairlerdi. Bunlar arasında en ünlüleri, yaklaşık 329 (940) 'da ölen şair Rudeki idi.




D ---- SAMANİLER'DE DEVLET TEŞKİLATI


Samanoğulları devlet teşkilatında merkez ve çevre bölgeler ile birlikte halifenin Bağdat'taki sarayının organizasyonu örnek alınmıştı. Mahalli valileri hükümdarın tayin ettiğinden ve mahalli hanedanların aslında yerel yöneticiler olarak görev yaptıklarından daha önce söz edilmişti. Hem valilerin, hem de mahalli yöneticilerin başlıca görevi, vergi toplamak ve gerektiğinde askeri birlikler sağlamaktı. Başlıca vilayet Amu Derya Nehri'nin güneyindeki Horasan bölgesiydi. Horasan valiliğine önceleri hükümdarın bir yakını, daha sonra da onun güvenilir kölelerinden biri getirilirdi. Bu bölgenin valisi genellikle Sipah-Salar (Sahibü'l-Cüyuş) denen ve en büyük ordunun komutanı durumundaki kişilerdi. Burada da Bağdat'ta olduğu gibi köleler en yüksek mevkilere getirilebilirlerdi. Nizamü'l-Mülk'ün Siyasetnamesinde sarayda köleler için yapılan okuldan ayrıntılı bir şekilde söz edilmektedir. Buradaki eğitim sistemi, daha sonra gelen hanedanlar tarafından da örnek alınmıştı. Yine Bağdat'ta olduğu gibi Buhara'da da Türk köleler, sonunda hanedanı ele geçirmeyi başarabiliyor ve hükümdar onların bir kuklası durumuna düşüyordu.


Siyasi faaliyetlerin saray ve divan arasında bölünmesi, Bağdat'taki durumu yansıtıyordu. Vezirlik makamı çok önemliydi, çünkü güçlü bir vezir diğer yetkilileri görevden alabileceği, gibi ordunun idaresini de ele alabilirdi. Teorik olarak vezir, divanın dolayısıyla yürütme yetkisinin başkanıydı. Bunun saraydaki karşıtı Hacib idi. Aslında vezir emirin sağ kolu durumunda olduğundan, Samanoğulları devletinin yönetiminde ikinci derecede etkili bir kişiydi. Kaynaklarda Hacib veya Hacibu'l-Huccab olarak geçen makam ise günümüzdeki devlet başkanlığı gibiydi. Bununla beraber Samanoğulları hanedanının ilk dönemlerinde vekil ve emirin saraydaki işlerini yöneten kişi, Hacib'den daha etkili bir durumda olmalıydı. Türklerden müteşekkil saray muhafız birliği güçlendikçe, bunlar üzerinde otorite sahibi olan hacipler de daha etkili olmaya başlamışlardı. Bu durumda ise, vekilin gücü azalıyordu. Böylelikle Samanoğulları devletinin yönetiminde sabit bir faktör durumunda olan idari hiyerarşinin başında vezir yer alıyor, buna karşılık saray, memleketin iç işlerinden sorumlu vekil ile sarayın icra işlerinin başında olan hacip arasındaki iktidar çatışmalarına sahne oluyordu.


İcra kolu, saray muhafız birliğinden ve ordudan müteşekkildi. Bununla birlikte zamanla Horasan valisinin, Horasan'daki ordunun komutanı olarak etkisinin artması, ayrıca Samanoğulları sarayında Türk köle sisteminin gelişmesiyle ordunun kontrolu karmaşık bir problem haline geldi.


İsmail döneminden sonra Samanoğulları'nın dikkati, Orta Asya'dan Batı İran'a çevrildi ve sarayda «Türk köle» sistemi hakim olmaya başladı. Ancak daha önce bahsettiğimiz Emir Nasr'ın başlıca iki vezirinin yönetimindeki divan da önemini korudu. Narşahi'nin kaydettiğine göre, bu vezirlerin yönetimi sırasında divan öyle bir şekilde organize edilmişti ki; gerek Nizamü'l-Mülk, gerekse daha sonraki müelliflerin övgüsünü kazanmıştı.


Nizamü'l-Mülk'e göre başkentte on vekillik vardı. Bunlar sırasıyla başvekil (vezir), maliye vekili (mustavfi), haberleşmeden sorumlu vekil (Amidu'l-Mülk), muhafız alayı başkanı (Sahibü'ş-Şurta), posta işlerinden sorumlu vekil (Sahibü'l-Berid), mali ve genel müfettiş (muşrif) , hükümdara ait bölgelerden sorumlu kişi, polis müdürü (muhtesib), dini vakıflarla ilgili kişi (evkaf) ve adliye (kaza) idi. Merkezdeki bu bürokratik düzen daha küçük ölçüde de olsa merkeze bağlı bölgelerin başkentlerinde de aynı şekilde uygulanıyordu. Bununla birlikte bazı bölgeler merkezi hükümete bağlı olmayıp mahalli idarecilerin yönetiminde yarı muhtar durumda idiler ve Buhara ile değişik münasebetleri vardı.



Bürokrasi iyi bir vezirin yönetiminde gelişebilir, güç ve nüfuzu ortaya koyabilirdi. Ancak zayıf bir vezirin yönetiminde bile kötü de olsa işlemeye devam etti. Samanoğullarının idaresinde gelişen bu mekanizma, hanedanın yıkılmasından sonra da yaşamaya devam etti. Bununla birlikte IV. (X.) ile V. (XI.) yüzyıllar arasında bürokrasinin durumunu takip  etmek kolay değildir. Her şeyden önce bürokrasi dili olarak Arapça'nın yerine Farsça'nın kullanılıp kullanılmadığı bilinmemektedir. VII. (XIV.) yüzyıl tarihçilerinden Hamdullah Kazvini, Emir Ahmed b. İsmail'in resmi bildiriler ve kararlarda Farsça yerine Arapça'nın kullanılmasını istediğini nakletmektedir. Bu da Ahmed'den önce bürokraside kullanılan dilin Farsça olduğunu göstermektedir. Ancak bu tedbir yaygın olarak benimsenmediğinden daha sonra bırakılmıştır. Dil meselesi, bürokrasi meselesinden daha önemlidir, çünkü dil daha sonraki dönemlerde de etkili olacak Samanoğulları bürokrasisinin anahtarı olma özelliğini sürdürecektir.



SAMANİLER'DE KÜLTÜREL FAALİYETLER


al Dil:


Genel olarak Samanoğulları hanedanının son dönemlerine kadar resmi yazışmalarda yalnız Arapça'nın kullanıldığına ve bunun yerine Farsça'nın kullanılması konusundaki bütün girişimlerin başarısızlıkla sonuçlandığına inanılmaktadır. Ancak, Gazneliler döneminde bürokrasi dili Farsça idi ve Sultan Mahmud'un veziri Meymendi'nin Farsça yerine Arapça'nın kullanılması konusundaki girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu durumda daha önceleri de Farsça'nın bürokrasi dili olduğu öne sürülebilir. Üstelik Büveyhiler döneminde Farsça yazışmalardan sorumlu bir sekreter, yani bir Katibü'r-Resai­ li'l-Farisiye vardı. Bunlardan birinin adının Şirzad b. Surhab olduğu da bilinmektedir.


Bu dairenin Zerdüştiler ile ilgilendiği ve sadece Pehlevi lehçesini kullandığı varsayılmaktadır. Fakat Büveyhilerin saraylarındaki katiplerin Arap harfleri ile Farsça yazmamaları için hiçbir sebep yoktur. Şair Rudeki, Arap harfleriyle yeni bir Farsça kullanımı konusunda daha önce de bazı gelişmelerin olduğunu bildirmektedir. Ayrıca Harezmi, Mefatihu'l-Ulum adlı eserinde, açıkça olmasa da yeni bir Farsça yazının mevcudiyetini ima eder. Bu dönemde Buhara sarayındaki işlemlerin çoğu Farsça olarak yürütülüyordu. Çünkü resmi konuşma dili Farsça idi. Ayrıca din ve hilafetle ilgili meselelerde Arapça kullanılıyordu. Aslında Samanoğulları bürokratik işlemleri iki dilde yürütmekteydiler.



Samanoğulları devletinde, merkezi ve yerel idare ile bürokrasinin yapısını belirleyebilmek için, maalesef yeterli delillere sahip değiliz. Fakat Nizamü'l-Mülk'ün Siyasetname'si gibi daha sonraki dönemlere ait eserlerden, Samanoğulları'nın devlet düzeninin Selçuklular ·. ve ondan sonra gelen devletlere bir örnek oluşturduğu· açıkça anlaşılmaktadır. Bu model, Sasani devlet mekanizmasının· doğrudan doğruya kabul edilmesiyle değil, Sasani, Orta Asya ve Arap-İslam devlet sistemlerinin ilginç bir sentezinden ortaya çıkarılan bir sistemdir.

 


Çünkü Samanoğulları'nın yerleştiği bölge olan Maveraünnehr, Sasanilere ait değildi. Sözü edilen devlet düzeninin genel bazı özelliklerini açıklayabilmek için, bu düzenin ortaya çıkışına kısaca göz atmak faydalı olacaktır.  


(VIII.) yüzyılın başında III.(IX.) yüzyılın ikinci yarısına kadar Maveraünnehr bir bakıma şehir devletleri olarak adlandırılabilecek birçok hanedanın bulunduğu, devlet dili olarak Soğdiana ve Fars lehçelerinin kullanıldığı bir bölge olmaktan çıkarak Abbasi hilafetinin önemli bir bölgesi haline geldi. Mesela 725 yılında Semerkand'daki duruma bakılırsa, şehirde Soğdiana'nın resmi konuşma dilinde yazılmış mektuplardan anlaşılır.


Şehre Araplar hakim olduğundan, resmi yazı dili Arapça idi. Dini dil Müslümanlar için Arapça, zedüştiler için ise Avesta veya Pehlevi lehçeleri idi. Bir asır sonra resmi konuşma dili Soğdiana dili yerine Farsça olmuş, Arapça ise yine resmi yazı dili olarak kalmıştı. Ancak bu dil de kısa bir süre sonra (belki Nasr b. Ahmed veya İsmail b. Ahmed döneminde) Farsça olmuştu.



Daha önce belirtildiği gibi, Arapça harfleriyle Farsça yazmaya ilk defa nerede başlandığı bilinmemektedir. Fakat İsmail'in döneminden başlayarak Samanoğulları bürokrasisi hem Arapça, hem de yeni Farsça yazıya dayanıyordu. Bağdat'tan örnek alınan bürokraside Farsçaya dönüşü ilk başlatan hanedan, Samanoğulları idi. Bağdat'taki bürokrasi ise artık tarihe karışmış olan Sasani İmparatorluğu'nun başkenti Ctesiphon (Medain) 'daki bürokrasiyi örnek almıştı.



İran'da İslam öncesi dönemdeki Sasani bürokrasisinin büyük ölçüde Zerdüşti din adamları grubunun etkisinde kalmış olması muhtemeldir. Gerek orta dönem Arap ve Fars edebiyatlarında mobad'lara yapılan atıflar, gerekse üzerlerinde din adamlarının adları bulunan Sasani mühürlerinin bolluğu, Sasani din adamlarının etkisinin önemini gösterir. Bununla beraber, din adamlarının yanı sıra katipler mevcuttu. İslamiyetin kabul edilmesiyle birlikte bu din adamları hükümetteki mühim mevkilerden çekilince, yeni Arap ve Müslüman efendilere bu katipler hizmet etmişti. Ayrıca katipler, Bedevi fatihler için son derece önemli idiler. Çünkü katipler, onların hesaplarını tutabilir ve Arapların doğuda elde ettikleri bölgelerde hakimiyet kurmalarına yardım edebilirlerdi.



Sonuç olarak, Arapların yayılmalarından sonra İran'da katiplerin rolü, Sasani dönemine kıyasla daha önemli hale gelmişti. Sasaniler döneminde bu katipler gerek din görevlisi olmayan yetkililer, gerekse hakimler ve avukatlar gibi dini işlerle uğraşan görevlilerin muhasebe işlerini yapmaktaydılar. Oysa İslam öncesi dönemde Orta Asya'da Sasani İranlıların katı, hatta adeti bir kast sistemine benzer sistemleri tutmamıştı. O dönemde Orta Asya'da din adamları Maniheist, Hristiyan, Budist veya Zerdüşti ile edebiyatçıların nüfuzu hemen hemen eşit ağırlıktaydı. Çünkü bu toplumlarda İran'daki hiyerarşik bir kast toplumundan ziyade ticarete dayalı bir toplum düzeni vardı.



Bu yüzden de, hakkaniyete dayalı bir İslam toplum düzeninin İran'dan çok Maveraünnehr'de gelişmesi normaldi. Samanoğullarının idari yapısı da bu durumu yansıtıyordu. Samanoğulları ile ilgili kaynaklarda, İslam toplumunu etkileyen aydın zümreden bahsedilir. Bunlar katipler (debir), edebiyatçılar (lerhangi) ve din alimleri (danişmend) 'dir.


Bu isimler, daha çok küttab, udeba ve ulema gibi Arapça çoğul şekilleriyle bilinirler. Samanoğullarının başkenti Buhara'da katipler ve ulema, toplumda belirleyici rol oynamaktaydılar. Ancak toplumda Türk askeri gücünün etkisinin önem kazanmasıyla bunların tesiri de geri plana itilmiştir.



Bl. İdari Teşkilat:


Samaniler zamanında, saray ve bürokrasi olarak ikiye ayrılan devlet idaresi, topluma tamamen yansımıyordu. Dini liderler bile hükümetin verdiği herhangi bir işi, hatta dini işler arasında sayılan kadılığı kabul etmekte bile genellikle isteksiz davranıyorlardı. Alimler gibi şairler ve hikayeciler de çoğu zaman kendi çevrelerindeki kişiler veya emir tarafından desteklenseler bile, bazen Samanoğulları yönetimine karşı olduklarını gösteriyorlardı. Aynı şekilde tüccarlar, toprak sahipleri, genellikle İslam öncesi toplumlardan gelen dihkanlar ve pazar esnafı da kendi nüfuzlarını ve karşılıklı çıkarlarını garantiye almak için işbirliğine giriyor, böylece devlet idaresinde bir baskı unsuru meydana getirebiliyorlardı.



IV. ( X.) yüzyılın ilk yarısında Samanoğulları'nın idaresi altındaki bölgelerde ekonomik şartlar oldukça iyiydi. Gaziler Orta Asya sınırlarında gayr-ı müslim Türkler'le uğraşırlarken, o dönemde İran'ın birçok yerinde faaliyette bulunan ayyarun veya fityan ise Maveraünnehr'de nispeten sakindi. Ancak Orta Asya Türkleri'nin İslamiyet'i kabul etmeleri ve Samanoğulları devletindeki iç gelişmeler yüzünden bu durum, IV. (X.) yüzyılın son döneminde değişmişti. Fakat önce, Samanoğulları devletinde merkez dışındaki bölgelerin düzeni incelenmelidir.



Arap fetihleri döneminde Maveraünnehr küçük çöl devletlerinin bulunduğu bir yerdi. Bu bölge, dil ve kültür açısından üç ayrı bölgeden oluşuyordu. Amu Derya nehrinin aşağı kısmında ve Aral Gölü çevresindeki Harezm'de I. yüzyıldan beri resmi yazı ve konuşma dili, kendine has mahalli özellikler taşıyan Harezm dili idi. Yalnız Semerkand ve Buhara değil, Fergana ve Saş gibi Soğdiana etkisinin bulunduğu doğudaki bölgeler ise Büyük Soğdiana bölgesini oluşturuyordu. Bu fevkalade geniş bölgede Soğdiana dili konuşuluyordu. Öte yandan, yine bu bölgede Çin'e kadar uzanan alanlarda ticarete ve dihkanlar gibi mahalli toprak sahipliğine dayalı bir kültür hakimdi. Nihayet Çaganyan ile bugünkü Tacikistan ve Kuzey Afganistan'ın büyük bir bölümünü içine alan Baktria'da ise, I. (VII.) ve II. (VIII.) yüzyıllar arasında Yunan alfabesinin değiştirilmiş bir şekliyle yazılan Kuşan-Baktria dili kullanılıyordu. İran'daki Budizmin merkezi olan Baktria'da birçok kişi bu dine hala bağlıydı. Hindikuş Dağları'nın güneyinde, Kabul vadisinde, Gazne ve Zemindaver'de Hinduizmin yeniden canlanması, bu bölgelerde Hint etkisinin yine güçlü olduğunu gösteriyordu.



İsmail b. Ahmed döneminde Soğdiana'nın büyük bir bölümü ile Harezm'de yaşayan insanların çoğu müslüman olmakla birlikte, Baktria'daki bölgeler ile Hindikuş ve Afganistan'ın güney bölgelerinin büyük bir bölümünde İslamiyet kabul edilmiş değildi. Fakat bu bölgelerin hepsinde de, din alanındaki değişmeler bir yana, eski gelenekler ve yönetim uygulamaları devam ediyordu. Dağlık alanlardaki birçok vadide köle-efendi münasebeti, hakim bir siyasi gerçekti. Araplar bu yüzden Orta Asya'daki fetihleri sırasında her şehir, her çöl bölgesiyle ayrı anlaşmalar yapmak zorunda kalmışlardı. Bu bölgedeki insanlar belki de yeni efendileriyle olan münasebetlerini, bölgede daha önce mevcut olan köle-efendi münasebeti şeklinde görüyorlardı. Samanoğulları da bu geleneği devam ettirmişlerdi. 



Tahiriler zamanında Esed'in dört oğluna valilik verildiği sırada, bunlar Orta Asya'daki değişik mahalli hanedanlar düzenine uymakla kalmamışlardı. Kardeşler arasındaki münasebetler de feodal toplumların bir özelliği olan aile dayanışması şeklindeydi. İslam öncesi Soğdiana toplumundaki idare sisteminin, ailenin en büyük ferdinin başa geçmesini öngören güçlü bir aile geleneğine dayanıp dayanmadığını bilemiyoruz. Fakat daha sonraları Büveyhiler zamanında büyük emirlik sisteminin siyasi bir gerçek olduğu, Samanoğulları hanedanının yıkılmasından sonra Karahanlı Türklerinde de böyle bir silsile sisteminin uygulandığı hatırlanacak olursa, bu sistemin bir Orta Asya geleneği olmaktan ziyade eski İranlılara ait bir sistem olup olmadığı düşünülebilir. Bu soruyu cevaplandırabilmek için yeterli bilgi ancak bu sistemin Orta Asya'da daha eski bir tarihte uygulanmış olması da mümkündür.



Durum ne olursa olsun, Samanoğulları kendi aile fertleriyle ve doğudaki küçük hanedanlarla olan münasebetleri sayesinde devletlerini teb'a ilişkileri esasına göre geliştirmişlerdir. Çağaniyan'daki mahalli hanedan da kısa bir süre içinde Samanoğullarının hakimiyetine girmiş, İsmail'e bağlanmıştı. Birçok kaynaklarda idareyi elinde bulunduran ailenin Arapça Muhtaç olarak adlandırıldığı görülmektedir. Bunlar arasında Ebu Ali Çağani adlı kişi 318 (930) 'de Horasan valisi olmuş, 334(945)'te valilikten alınmış, bunun üzerine 336(947)' da isyan ederek kısa bir süre Buhara'yı işgal etmişti.



Daha sonra yenilmiş ve affa uğrayarak Horasan valiliğine getirilmiş,   344(955)'te ise ölmüştü. Doğuda bugünkü Vahş vadisinde bulunan Huttelan prensliği de aynı şekilde Samanoğulları'na tabi olmuştu. Amu Derya nehrinin güneyinde ve Afganistan'ın bugünkü adıyla Meymene olan Cuzcan yöresinde bulunan Foriguniler ailesi de son dönemlerine kadar Samanoğulları'na bağlı kalmışlardı. Bununla birlikte Garcistan, Büst ve  Gazne yöneticileri gibi varlıkları ancak kısa şerhlerden anlaşılan küçük hanedanlar da vardı.



Samanoğulları, kendilerine tabi olan bütün bu yörelerde baskı yönetimi uygulamadılar. Aslında merkezi yönetimin avantajları, dezavantajlarından daha fazlaydı. Ancak Buhara ve Buhara çölündeki başka şehirlerde yönetici durumundaki eski prenslerin soyundan olan bazı yerli aileler miras haklarını kaybettiler. Yine de Samanoğulları mahalli hanedanları ortadan kaldırmaktan ziyade, mahalli yöneticileri Buhara'ya teb'a ilişkileri esasına göre bağlamaya çalıştılar. Bir süre Samanoğullarına tabi olan Sistan'daki Saffariler ile barış bile yapıldı.



Samanoğulları devletinde Türk köleler büyük bir güce sahiptiler. Güç dengesini kendi lehlerine çevirmeyi iyi bilen Türk kölelerin bu durumu incelenmeye değerdir. Türkler Yakın Doğu'ya ilk kez gelmiyorlardı. Ümeyye halifeleri döneminde Doğu Horasan'da ve Maveraünnehr'de Araplar Türklere karşı savaşırlarken birçok güçlüklerle karşılaşmışlardı. Samanoğulları iktidarının ilk dönemlerinde ülkenin sınırlarını kuzeyde ve doğuda genişletme çabalarının sebeplerinden biri de, köleler sağlama yerine müslümanlığı yaymaktı. 


Samanoğulları İsmail'in döneminden önce de Tahirilerin Maveraünnehr'e yapılan akın ve fetih hareketlerine katılmışlardı. Talha b. Tahir'in valiliği sırasında komutan Ahmed b. Halid, Şaş valisi Ahmed b. Esed'e karşı ayaklanan Fergana ve Uşrusana'yı yağma etmişti. 207 (822) 'de Uşrusana'nın başkenti olan Bucikeş yakılmış ve İsmail'in zamanında Uşrusana, Samanoğulları devletine katılmıştı. Uşrusana'nın son hükümdarı olan ve Afşin diye bilinen Seyyar b. Abdullah ise öldürülmüştü. Onun bastırdığı son bakır sikkelerin 279 (892) tarihini taşıdığı görülmektedir.

 

Bu olaylardan sonra şehirde genel düzen yeniden sağlanmış ve bazı değişiklikler yapılmıştı. Sem'ani'ye göre, 225 (839-840) 'te Nuh b. Esed, İsficab'ı zaptederek şehri göçebe Türklerden korumak için bir sur yaptırmıştı. İsmail'in Türklere karşı düzenlediği seferler hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Fakat Taraz (Talas) 'ın fethedilerek halkının müslümanlığı kabul ettiği 280(893) tarihi hatırlanmaya değerdir. Bu seferlerde mü'min savaşçılar, Samanoğullarının başarı kazanmalarında önemli bir faktör idiler. Bütün bu sürede Samanoğulları ülkesinde köle ticareti hükümet için önemli bir gelir kaynağıydı. Savaşçı niteliklerinden ötürü Türk köleler çok değerliydiler. 


Samanoğulları emirleri, köleleri askeri ve idari hizmetlere hazırlamak üzere okullar da açmışlardı. Yerli dihkanlardan daha güvenilir oldukları ve çocukluklarından itibaren belli görevler için iyi yetiştirildiklerinden Samanoğulları emirlerinin Türk köleleri hükümette görevlendirmiş olmaları mümkündür. Zamanla bu Türk köleler hem sayıca arttılar, hem de nüfuzlarını artırdılar. 


Bir Arap coğrafyacı 375 (985) yılında Maveraünnehr'de köle başına yirmi veya otuz dirhem gibi düşük bir fiyat biçildiğini anlatmaktadır. Bunun sebebi, Samanoğulları'nın çok fazla sayıda köleye sahip olmaları yüzünden köle ticaretini tekelleştirmeleri, piyasada ise köle fazlalığı sebebiyle fiyatların düşmesidir. Bu durumda Samanoğulları ülkesinde Türklerin sayısının oldukça fazla olduğu görülmektedir.


Samanoğulları sarayında kölelerin nasıl eğitildikleri Nizamülmülk tarafından ayrıntılı olarak anlatılır. Kölelere verilen eğitim, onları, ileride devlet yönetiminde önderlik gerektirecek mevkilere yerleştirilecek şekilde hazırlıyordu. Daha sonra bu Türk resmi görevlilerin ve komutanların kendileri de dışarıdan köleler getirtiyorlardı. Böylece orduda ve devlet yönetiminde Türklerin önemi gittikçe artıyordu. Aslında Maveraünnehr'in tamamen ''Türkleştirilmesi, Samanoğulları döneminde başlamıştı. Ancak Samanoğulları devletinin yıkılması bu durumdan ziyade, halkın hanedana karşı güveninin yok olması ve sonuçta hanedanı kendi kaderleriyle başbaşa bırakmasındandır.


İran'ın batısında Şii hanedanların ortaya çıkması, Sünni olan Samanoğulları için bir tehlike oluşturduğundan, Nasr b. Ahmed döneminden Samanoğullarının son zamanlarına kadar devlet, bütün gücünü batı sınırlarım korumaya hasretmişti. Bu arada Büveyhilerin ortaya çıkışı ve bilhassa 333 (945) 'te Bağdat'ı almaları, batıdaki tehlikeyi daha da artırmıştı. Buhara emiri Nuh b. Nasr idi ve kendisi 331 (943) 'de babasının yerine tahta geçmişti.


Yeni emir başa geçtiğinde Harezm'de bir ayaklanma olmuş ve bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra emir, daha önce bahsedilen Ebu Ali Çagani'nin sebep olduğu güçlüklerle karşılaşmıştı. Ebu Ali, Horasan valiliğini emirin hizmetinde İbrahim b. Simcur'a terketmeyi reddetmişti. Bunun yerine Nuh'un amcası İbrahim b. Ahmed'e katılarak isyan bayrağını açmıştı. 336 (947) yılında İbrahim kısa bir süre Buhara'nın başına geçmiş, Nuh ise Semerkand'a kaçmak zorunda kalmıştı: Bununla beraber Buhara halkı yeni emiri desteklemediği için Nuh geri dönerek amcasıyla iki oğlunu kör etmek suretiyle öcünü almıştı. 


Nuh, Ebu Ali'nin Çağaniyan'daki. başkentini yağmalamayı başarmasına rağmen, 948 yılında barış yapmaya mecbur olmuş ve Ebu Ali'yi yeniden Çaganiyan'ın başına getirmişti. 341 (952) 'de Horasan'da kısa bir süre valilik yapan Mansur b. Kara Tegin'in ölümünden sonra Ebu Ali yeniden Horasan valiliğine getirilmiş ve Büveyhilere karşı savaşa girişmişti. Büveyhi'lerin düşmanı, Samanoğullarının ise müttefikleri olan Taberistanlı Ziyariler bu mücadeleyi tahrik etmekteydiler. 


Ebu Ali'nin savaş alanında başarılı olmasına rağmen, Hey şehrinde Büveyhilerle uzlaşmaya girmesi, Ziyari olan Vuşmgir'i kızdırmıştı. Vuşmgir Buhara'da Ebu Ali'nin düşmanla birlik olduğu yolunda şikayetlerde bulunmuştu. Bunun sonucunda Ebu Ali yine valilikten azledilmiş ve Büveyhi'lere katılmıştı. Kendisine bir aracı vasıtasıyla Abbasi halifesi el-Muti'den Horasan'ın başına geçmesi için bir belge verilmişti.


343(954)'te Nuh'un ölümü üzerine Ebu Ali'ye Horasan'da bağımsız bir yönetim kurabilmek için iyi bir fırsat doğmuştu. Ancak Ebu Ali'nin de ölmesi üzerine Horasan'da Samanoğullarının hakimiyeti yeniden sağlanmıştı. Nuh'un tayin ettiği yeni vali Bekr b. Malik Fergani, Fergana vadisinde Nasrabad denen yerde Samanoğulları devletindeki gelişmelerin belirtisi olarak bir zeamet meydana getirmişti. Ancak bu Türk vali göreve başlamasından iki yıl geçmeden, emirin Türk muhafızı tarafından öldürülmüştü. Kendisinin yerine bir süre Muhammed b. İbrahim Simcuri getirilmişti. Vezir ise Ebu Cafer Utbi idi ve bu aileden daha önce de bir vezir çıkmıştı. 


Bununla beraber Türk askeri gücünün Buhara’da hükümetin kontrolünü ele geçirdiği de bellidir. Nuh'un oğlu ve halefi olan Abdülmalik, Türklerin rızası olmadan bir iş yapamıyordu. Türklerin lideri Alp-Tegin idi. Horasan valisini Alp-Tegin tayin ettiği gibi, Muhammed b. Ebu Ali Muhammed Bel'ami'nin vezirliğine Emir Nasr zamanında vezir olan Bel'ami'nin oğlunun getirilmesini de o sağlamıştı. Fakat Muhammed Bel'ami'nin oğlu maalesef babası kadar yetenekli olmadığından, işleri yine Türkler idare etmekteydiler. 350 (961) yılının sonunda Emir Abdülmelik'in ölümü, bu durumu değiştirmemişti. 


Ancak, başa kimin geçeceği konusu Türkleri ikiye ayırmıştı. Alp­ Tegin, Abdülmelik'in oğlunu destekliyordu. Öte yandan, emirin kardeşi Mansur'un çocukluk arkadaşı Faik'in önderliğindeki daha büyük bir gurup Mansur'u tahta geçirmeyi başarmıştı. Böylece şansının azaldığını gören Alp -Tegin, Horasan'ın başkenti Nişapur'u terkederek Gazne'ye gitti ve orada Samanoğullarından bağımsız olarak kendi hakimiyetini kurdu. ·Böylece gelecekteki Gazneliler Devletinin temelini atmış oldu. 


Ebu Salih Mansur b. Nuh onbeş yıl başta kalmış ve kendisinden önce gelenlerin yaptığı gibi sanat ve edebiyatı desteklemişti. Bununla beraber hükümet hem güçsüzleşmiş, hem de sürekli olarak borçlu durumda kalmıştı. 351 (962) 'den Mansur'un ölümüne kadar Horasan valisi olan Ebu'l-Hasan Muhammed Simcuri, Büveyhi'lerle savaşmıştı. Büveyhl'lerle düşman olmak için bahaneler bulmak kolaydı. Ziyari prensi Vuşmgir'in Büveyhiler tarafından Taberistan ve Gurgan'dan sürüldüğü yıl, Simcuri de Horasan valiliğine tayin edilmişti. Bir yıl sonra Vuşmgir ölünce düşmanlıklar sona ermişse de Büveyhi hükümdarı Adududdevle, askeri birlikleri için paraya çok ihtiyaçları olan Samanoğulları'na haraç ödemeye razı olmuştu. Ancak bu· durum maalesef uzun süre devam etmedi.



el Sosyal Hayat: 


Gerek Maveraünnehr'de ve gerekse Horasan'da Samanoğulları hakimiyetinin son dönemlerinde meydana gelen önemli bir özellik, dihkan sınıfının çökmesi olmuştu. Dihkanların fakirleşmesine sadece saraydaki köle sisteminin sonucu olarak Türklerin ortaya çıkması değil, aynı zamanda kırsal bölgelerin çöküşü de sebep olmuştu. 


Tahiriler ile karşılaştırıldığında Samanoğulları çok daha merkezileşmiş bir hanedandı ve şehirlerin gelişmesiyle birlikte bürokrasi de gelişmişti. Buhara, Semerkand, özellikle de Nişapur ve Horasan'ın diğer şehirleri çok büyümüş ve gelişmişti.  Mesela, Samanoğulları'nın son zamanlarında Buhara çölünün çevresinde gelişen şehirler bulunuyordu. Şehrin etrafını çevreliyen surlar, şehri hem çöl kumundan, hem de göçebelerden koruyordu. Böylece Buhara, etrafındaki şehirler değil, banliyö durumundaki köylerle çevrili bir büyükşehir-metropolis durumuna gelmişti. Ancak hem bu surlar hem de ziraat ihmal edilmiş ve yerleşik bölgeler kumlarla kaplanmıştı.


IV. (X.) yüzyılın ikinci yarısında dihkanların ve köylülerin şehirlere akın ettikleri hem kaynaklar, hem de arkeolojik bulgularla kanıtlanmıştır. Zamanla dihkan sınıfı güç ve nüfuzunu kaybetmiş, buna karşılık işçi kesimi çoğalmıştı. Hükümet arazileri ya satın alıyor ya da vergi almak yerine arazilere el koyuyordu. Böylece arazi vergileri azalmıştı. 


Bu arada arazilerin değerleri de düşmüştü. Bir cami hastahane, okul veya benzeri kurumlara bağlı olan ve dini amaçlara hizmet eden yahut vakıflara ait olan arazilerin artması da durumu değiştirmemişti. Bu yüzden arazi gelirleri de epeyce azalmıştı. Hükümetin daima yeni gelir kaynakları aramasının bir sebebi de buydu. Böylelikle eski, geleneksel ailelerin yerine tüccarlar ve ordu mensuplarını da içine alan yeni bir toprak sahipleri sınıfı ortaya çıkıyordu. Köylüler geçmişte olduklarından daha fazla eziliyorlar ve onlar da şehirlere kaçıyorlardı.



dl Dini Hayat:


Samanoğulları Nasr b. Ahmed'in İsmaililer ile iyi münasebetler içinde olduğu dönemler dışında Hanefi mezhebine bağlı idiler. Şafiiler de mevcut olmakla birlikte bunların sayısı fazla değildi. Öte yandan özellikle Nasr b. Ahmed'den sonra Şiiler de mevcuttu ve bunlar kendilerini gizlemekteydiler. Samanoğulları emirleri dinin yayılması konusundaki faaliyetleri geliştirdiler ve dini eserlerin Arapça'dan Farsça'ya çevrilmesini desteklediler.



Mansur b. Ahmed zamanında Taberi'nin Kuran tefsiri bir gurup alim tarafından Arapça'dan Farsça'ya çevrildi. Bunun yanısıra Farsça'ya başka kitaplar da çevrildi. Samanoğulları zamanında dini eserler yazan faal kişilerden biri de Ebu'l-Kasım Semerkandi (öl. :342) idi. Semerkandi din konusunda kendi incelemelerini Farsça'ya çevirmişti. Samanoğulları hanedanının son dönemlerine kadar ulema hanedanı destekliyordu. Ancak sonunda onlar da hanedanı desteklemekten vazgeçtiler.



el Şiir ve Edebiyat:


Samanoğullarının ilk dönemlerinden itibaren saraylarda sayısı artan edipler arasında Rudeki, Samanoğulları emirlerinin buyruğuyla Arapça'dan Farsça'ya yalnız dini eserler değil, din dışı eserleri de çevirmeyi ihmal etmemişti. Vezir Ebu Ali Muhammed Bel'ami, Taberi Tarihi'nin Farsça'ya çevrilmesi işine 352 (963) 'de başlamış ve birkaç yıl içinde çeviri tamamlanmıştı. Aynı şekilde, tıp ve eczacılık ile ilgili eserler de Farsça'ya çevrilmişti. 


Bu arada Buhara sarayındaki kütüphane ünlüydü. Bu kütüphane, Samanoğulları'nın son dönemlerinde Buhara'da yaşayan genç İbn Sina'nın eğitimine yardımcı olmuştu. Samanoğulları bürokrasisinde hizmet gören ve 387 (997) civarında ölen bir başka alim olan Muhammed b. Yusuf el-Harezmi de, meydana getirdiği küçük ansiklopedide başka konuların yanı sıra bürokrasiden de bahsetmişti.. Kısacası, gerek Buhara sarayında, gerekse Samanoğulları devleti içindeki diğer saraylarda aİimlere iyi davranılıyordu. Şairler ve hikayeciler iltifat görmekteydiler. Bunların en ünlüsü Dakiki idi. 


Emir Mansur'un oğlu II. Nuh, şair Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed Dakiki'yi saraya davet ederek kendisinden İslam öncesi dönemdeki İran'ın tarihi hakkında manzum bir eser yazmasını istemişti. Ancak Dakiki eserini tamamlayamadı, çünkü 367 ( 977) 'de rivayetlere göre kendi kölesi tarafından öldürüldü. Dakiki, IV. (X.) yüzyılda eski İran kültür mirasını korumaya çalışan birkaç şair ve hikayeciden biriydi. Çünkü İslam kültürü, Arapça kelimeler ve deyimlerle yalnız eski Farsça'yı değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda halk şairleri ve hikayecilerin eserleriyle aktarılan eski İran düşüncesini yeni idealler ve fikirlerle değiştiriyordu.


Eserine Samanoğulları döneminde başlayan ama Gazneliler zamanında bitiren Firdevsi, sanıldığı gibi, Yeni Fars Edebiyatını başlatan değil, Orta Dönem Fars Edebiyatını kurtaran bir kişidir. Kendisinin Arap harfleriyle yazdığı doğrudur, ama zaten Firdevsi'nin yaşadığı dönemdeki Farsça'yı, yani karışık Pehlevi alfabesini kim okuyabilirdi ki? İslam öncesi döneme ait Fars kültürünü koruma konusunda ilgi, Samanoğulları saraylarında başlamıştı ve Firdevsi bu ilginin bir sonucu olarak eserler yazan kişidir. 


Şehname'nin ana konusu belki İran ile Firdevsi'nin döneminde Türklerin atalarının yurdu olarak bilinen Turan arasındaki çatışmadır. Ancak bu büyük epik şiir tamamlanmadan önce Türkler İslamiyeti kabul etmişler ve İslam toplumunun bir parçası olmuşlardı. Daha önce Samanoğulları'nın gayr-ı müslim Türkler'e karşı düzenledikleri seferlerden bahsedilmişti. Fakat steplere giden alim ve dervişlerin, Türkleri İslamiyet'e döndürmelerindeki rolleri, bu askeri hareketlerden daha fazlaydı. 


Kaynaklarda hakkında kısa bilgiler verilen bu tür alimlere örnek olarak Nişapurlu Ebu'l-Hasan al-Kalamati ve faaliyetleri vardır. Kendisi Emir Abdülmelik döneminde Türkler arasında, belki de Karahanlılar arasında faaliyetlerde bulunmuştu. Hiç değilse İsmail döneminin sonuna kadar gayri müslim Türklerin Samanoğulları ülkesine yaptıkları akınlar, Maveraünnehr'de hainlere karşı savaşmak üzere bütün Doğu İslam dünyasından gönüllü gazilerin bir araya gelmesine sebep olmuştu. 


Bununla beraber, Türkler'in müslüman olmalarından sonra artık Orta Asya'da İslamın hizmetinde savaşacak Türklere gerek kalmamıştı. Fakat Anadolu ve Kafkasya'da onlara hala ihtiyaç vardı. İbn Miskeveyh'in, Büveyhilerin tarihi ile ilgili olarak 353 (964) 'te yazılmış eserinde Büveyhi bölgesine Horasan'dan beşbin gazinin geldiği, 355 (966) 'de ise yine Horasan' dan bu defa yirmibin gazinin Büveyhi bölgesinden Batı'ya giderek Bizanslılar'a karşı savaşmak için izin istedikleri belirtilmektedir. Bu haydut savaşçıların arasında şüphesiz birçoğu Türk idi ve bunlar daha sonraki yüzyıllarda Türkler'in Anadolu'ya yaptıkları büyük göçün öncüleri olmuşlardı.


Aslında Tahirilerin ve ilk Samanoğulları'nın Orta Asya'daki Türkler'den korunmak için inşa ettikleri kaleler veya ribatlar gazilerle doluydu IV. (X.) yüzyılda ihtiyaç olmadığından terkedildiler. Nüfusun büyük çoğunluğunu hala İranlılar teşkil ediyordu, ancak Türkler de bu topraklara yerleşerek yerli halkla karışmaya başlamışlardı. Samanoğullarından çok önce göçebelerin çoğu Türk olduğundan ve bunların yerli halk ile yakın münasebete girmelerinden ötürü asimilasyon süreci hızlanmıştı.

 


SAMANİLERİN YIKILIŞI


Samanoğulları hanedanından bazı kişilerin yeteneksiz yöneticiler olmalarına rağmen halkın bu hanedana karşı bağlılığının bir süre daha devam etmesi sebebiyle hanedanın sona ermesi çoğu kişinin umduğundan daha geç oldu. Emir Mansur 366.(976) yılının yaz mevsiminde ölmüş ve ölmeden bir yıl önce vezirlik makamına daha önce bahsedilen ünlü Ceyhani'nin torunu Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed Ceyhani'yi getirmişti. Fakat yeni vezir kendisinden önce gelen kişilerin yaptığından daha fazla şeyi pek başaramayacak durumdaydı.


Batıda güçlü Büveyhi hükümdarı Adududdevle, Kirman'ı Samanoğullarının boyunduruğundan kurtarmış, ayrıca Taberistan'da ve Gurgan'da Samanoğullarının müttefiki durumundaki Ziyari hükümdarı Kabus b. Vuşmgir'i birçok defa yenmişti. Samanoğulları batıda kaybettikleri bu toprakları yeniden ele geçirmeye çalışmışlarsa da Büveyhileri yenememişlerdi.


 II. Nuh b. Mansur tahta geçtiğinde henüz gençti ve kendisine annesiyle Ebu'l-Hüseyn Abdullah b. Ahmed Utbi yardımcı oluyordu. Horasan, Ebu'l-Hasan Simcuri tarafından neredeyse Buhara'dan ayrı olarak yönetiliyordu. Yeni vezir yüzüne karşı onu pohpohluyor, öte yandan gizlice onun görevinden alınması için çalışıyordu. 982'de vezir onun yerine Utbi'nin babasının bir kölesi olan ve vezire bağlı Taş adında bir Türk komutanı getirdi. Ebu'l-Hasan, Tus ve Herat'ın güneyinde Kuhistan'daki topraklarına dönmek zorunda kaldı. 


Bunun üzerine Samanoğulları devletinin sürekli tek ordusu olan Horasan ordusu 372 (982) yılı sonlarına doğru Büveyhilere karşı sefere çıktı. Başlangıçta zafer kazandıysa da sonuçta Büveyhiler tarafından kesin bir yenilgiye uğratıldı. Adududdevle ölmemiş olsaydı, Büveyhi ordusu Horasan'ı işgal edecekti. Utbi orduyu yeniden düzenlemeye fırsat bulamadı, çünkü Ebu'l-Hasan Simcuri ve mabeyincisi Faik'in adamları tarafından öldürüldü. Vezir Utbi'nin ölüm haberinin duyulmasından sonra Buhara'da ortaya çıkan bir ayaklanma üzerine şehirde düzeni yeniden sağlamak amacıyla emir, Horasan valisi kumandan Taş'ı Buhara'ya çağırdı.


Taş, Buhara'ya gelerek Ebu'l-Hasan, oğlu Ebu Ali ile onlara destek olan Faik'le savaşmaya hazırlandı. Fakat gelecekte bu durumun kendisine problem yaratacağını düşünerek muhalifleriyle barış yaptı. Taş bu arada Faik'in Belh'i, Ebu Ali'nin ise Herat'ı yönetmesi konusunda emiri ikna etti. Ebu'l-Hasan Kuhistan'a, Taş ise Nişapur'a döndü. Fakat bu bir hataydı. Çünkü yeni vezir Muhammed b. Üzeyr, Utbi'nin, dolayısiyle de Taş'ın düşmanıydı. Üzeyr çok geçmeden emiri, Taş'ın Horasan valiliğinden alınarak yerine Ebu'l- Hasan Simcuri'nin geçirilmesi konusunda ikna etmişti. Taş derhal Büveyhilerden yardım istedi. Ancak onların yardımına rağmen, 377 (987) 'nin sonunda Simcuri ve Faik'e yenildi. Bunun üzerine Gurgan'a kaçtı ve ertesi yıl orada öldü.


Ondan kısa bir süre sonra Ebu'l-Hasan Simcuri de ölmüş ve yerine oğlu Horasan valisi olmuştu. Simcuri'nin oğlu kendisinden önceki valilerden çok daha güçlü durumdaydı. Bu arada Ebu Ali ile Faik'in çatışması sonucunda 380 (990) yılında Faik yenilgiye uğradı. Geri çekilen Faik bu defa da Buhara'yı ele geçirmek istediyse de yine yenildi. Onu yenilgiye uğratan kişi ise emir Nuh'un hizmetinde Bektüzün adlı bir Türk komutan idi. Faik bunun üzerine Belh'e dönmek zorunda kaldı ve burada Buhara yönetimi tarafından kendisine karşı bir hareket düzenleyen Samanoğulları yönetimine bağlı kişilere karşı kendini koruyabildi. Ancak Karahanlı Türklerinin Samanoğulları ülkesinin iç kesimlerine kadar ilerlemeleri yüzünden Mavernaünnehr'i tehdit eden yeni bir olay meydana gelmişti. 


Karahanlı hanedanı Samanoğulları bölgesine girmeden yıllar önce Isficab'ın kuzeyinde Balasagun ve Kaşgar'da hakimiyetini güçlendirmişti. 370 (980) yılında Isficab'ı almışlar, ondan önce belki de 366 tarihinde ise Zerefşan vadisinin üst kısımlarında Samanoğullarına ait gümüş madenlerini ele geçirmişlerdi. Ancak Karahanlılar, Samanoğulları'nın hakimiyetinden zaten çıkmış olan ve Samanoğulları'nın muhtar Türk valilikleri tarafından yönetilen küçük prenslikleri daha barışçı bir şekilde ele geçirmişlerdi. 


991 yılının sonunda Karahanlı hükümdarı Buğra Han, Samanoğulları ülkesine doğru ilerlemiş ve Emir Nuh b. Mansur'un ona karşı gönderdiği öncü ordu tamamen yenilgiye uğramıştı. Bunun üzerine Nuh, Faik'i affederek onu Semerkand valisi yapmış ve ülkesini işgal eden kuvvetlere karşı savaşması için ona bol para vermişti. Hadiselerin bundan sonraki gelişmesi pek fazla bilinmemektedir. Fakat Faik bir süre Karahanlı ordusuyla savaştıktan sonra Buğra Han'a teslim olmuştu. Buğra Han da Buhara'ya doğru ilerlemekteydi. Bunu duyan Nuh kaçmak zorunda kaldı.

 

382(992) yılı bahar mevsiminin sonlarına doğru Karahanlı hükümdarı Samanoğulları'nın başkentine girdi. Bazı kaynaklarda, mesela Utbi'nin Kitabu'l-Yemini adlı eserinde Faik'in Buğra Han'ı Samanoğulları ülkesini işgal etmek üzere davet ettiği kaydedilmektedir. Daha sonraki tarihçiler, bu arada Mirhand ise Samanoğulları devletini kendisi ve Buğra Han ile birlikte paylaşmak isteyen Ebu Ali'nin, Buğra Han'ı Samanoğulları ülkesini işgal etmek üzere davet ettiğini öne sürmektedirler. Ne derece doğru olduğu belli olmayan Karahanlıların ülkeye davet edilmesiyle ilgili bu tür rivayetlere bakılırsa, Samanoğulları ülkesinde birçok kişi ülkeye yeni bir gücün girdiğini görmekten dolayı mutsuz değildi. 


Rivayetler ne olursa olsun, sonuçta Buğra Han, Faik'i yeniden Belh'e tayin etti ve başkentten ayrıldı. Bunun üzerine Nuh, Nişapur'da bulunan Ebu Ali'ye bir mektup yazarak kaybettiği tahtını yeniden ele geçirmek için onun yardımını istedi. Ebu Ali başlangıçta bu teklifi reddettiyse de, sonradan teklif üzerinde düşünmeye başladı. Ama onun yardımına ihtiyaç kalmamıştı, çünkü Buğra Han, Buhara şehrinde hastalanarak şehri terketmiş ve kuzeye gitmek üzere Semerkand'dan ayrıldıktan sonra yolda ölmüştü. Daha sonra yaz mevsiminde Nuh, Buhara'ya döndü ve Karahanlıların şehirdeki temsilcilerini kolayca yendi.


Faik de Buhara'yı ele geçirmeye çalışmış, ancak yenilmişti. Bu defa da önceleri düşmanı olan Ebu Ali'ye sığınmıştı. İki asi Samanoğulları hakimiyetine son vermeye karar verdiler. Fakat Emir Nuh, Gazne'de Alp-Tegin'den sonra başa geçen Sebük-Tegin'den yardım istedi. Ayrıca Harezmiler ve kendisine bağlı diğer bölgelerden de yardım istedi. Sebük-Tegin'in de desteğiyle Receb 384 (Ağustos 994) 'te Horasan'da yapılan savaşta asiler tamamen yenilgiye uğratıldılar. Bunun üzerine Gurgan'a kaçan Ebu Ali ve Faik yeni kuvvetler topladılar. Nuh ise Sebük-Tegin ve oğlu Mahmud'u yeni payelerle mükafatlandırdı. Horasan valiliğine de Ebu Ali yerine Mahmud'u getirdi. 


Ertesi yıl iki asi tekrar geri dönerek Mahmud'u Nişapur'dan çıkmaya zorladılar. Ancak Sebük-Tegin'in de kendisine katılmasıyla Tus yakınlarında yapılan savaşta Mahmud, Ebu Ali ve Faik'i tekrar yenilgiye uğrattı. Mağluplar kuzeye kaçmak durumunda kaldılar. Nuh'un kendisini affetmemesi üzerine Faik, sonunda Karahanlı  bölgesine gitti. Affa uğrayan Ebu Ali ise Harezm'e gönderildiyse de orada Harezmşah tarafından hapse atıldı. Kuzey Harezm'de Şah ile Ebu Ali, Gurgan emiri tarafından ele geçirildi. Ebu Ali Buhara'ya gönderildi. Bir süre sonra Emir Nuh, onu 386 (996) 'da Sebük-Tegin'e gönderdi. Ebu Ali daha sonra Gazne'de öldürüldü.


Faik, Buğra Han'ın halefi Nasr Han ile Nuh ve Sebük-Tegin'e saldırmak üzere bir işbirliğine girdiyse de Karahanlılar barış yaptılar. Bu barıştan sonra Faik, Nuh tarafından affedildi, hatta Semerkand valisi yapıldı. Artık durum normale dönmüştü. Fakat ülkenin sınırları küçülmüş ve Zerefşan vadisinden ibaret kalmıştı. Harezm'in Samanoğullarına bağlılığı ise sözde bir bağlılık şeklindeydi. Horasan ve Amu Derya nehrinin güneyindeki ülkelerin hiçbiri Samanoğullarına bağlı değillerdi. Birçok bölgelerde Samanoğulları yerine Gaznelilere bağlılık artmıştı. 387 (997) 'de hem Nuh hem de Sebük-Tegin öldüklerinde, geride çok farklı halefler bırakmışlardı. 


Nuh'un oğlu II. Ebu'l-Haris Mansur, güçlü yardımcılarını kontrol edemeyecek kadar genç yaştaydı. Asilerden biri Nasr Han'dan yardım isteyince Karahanlılar gelmişler, ancak asiyi tevkif etmişler; Han ile iyi dost olan Faik'i ise küçük bir kuvvetle Buhara'ya göndermişlerdi. Faik'e güvenmeyen II. Mansur kaçmışsa da daha sonra Buhara'ya dönmesi konusunda ikna edilmişti. Ama iktidar Faik'in elindeydi. Sebük-Tegin'in ölümünden sonra hadiselerin seyri yine Samanoğulları'nın meseleye el atmasını gerektirmişti. II. Mansur, daha önce bahsedilen komutan Bektüzün'ü Horasan valisi olarak Nişapur'a gönderdi.


Asıl iktidarı elinde tutan, ancak Bektüzün'ün iktidarını elinden alacağından korkan Faik Kuhistan'ın yeni hükümdarı Ebu'l- Kasım Simcuri'yi Bektüzün'e saldırması için ikna etti. 388 (998) yılı ilkbaharında yapılan mücadele sonunda Bektüzün galip geldi. Bektüzün, Ebu'l-Kasım ile barış yaptı ve Buhara'ya döndü. Bektüzün ile Faik dost olmasalar da yeni bir tehdit unsuru oluşturan Gazneli. Mahmud'a karşı güçlerini birleştirdiler. Gazneli Mahmud, kardeşi İsmail ve diğerlerini bastırdıktan sonra ülkesinde en güçlü kişi durumuna gelmişti. Mahmud yine bütün Horasan'ın valisi olmak istiyordu. Faik ile Bektüzün ise emir II. Mansur'un kendilerine ihanet ederek Mahmud'u Horasan valisi yapacağından endişe ediyorlardı. Bu sebeple Safer 389 (Şubat 999) 'da Mansur'u tahttan indirip yerine onun küçük kardeşi Ebu'l-Fevaris Abdülmelik'i geçirdiler. 


Bu durumu fırsat bilen Mahmud, tahttan indirilen emirin 'Öcünü almak üzere Nişapur'a doğru harekete geçti. Fakat Ebu'l-Kasım Simcuri ile birlikte hareket eden Bektüzün ve Faik'in kendisinden belki de daha güçlü olduklarına inanarak onlarla 389 (999) ilkbaharının başında barış yaptı. Ancak Belh ve Herat, Mahmud'un hakimiyeti altındaydı. Buna rağmen, Mahmud'a güvenmeyen rakipleri onun birliklerine saldırdılar. Ancak Mahmud'u yenemediler. Bu durumda  yeniden savaşa girildi. Bu defa Merv yakınlarında yapılan savaşta Mahmud rakiplerini kesin bir yenilgiye uğrattı. Artık Mahmud, Amu Derya Maveraünnehr'in güneyindeki bütün bölgeleri hakimiyeti altına almıştı. Hatta Çaganiyan ve nehrin kuzeyindeki diğer ülkeler de ona tabi olmuşlardı. Mahmud, kardeşi Nasr'ı Horasan valisi yaptı. Böylelikle Maveraünnehr'in güneyinde iktidar, Samanoğullarından Gaznelilere geçmiş oldu. 


Bu olaylardan sonra Samanoğulları emiri Abdülmelik, önce Faik ile, daha sonra da Bektüzün ile birleşerek Buhara'da Mahmud'a karşı girişecekleri bir sefer için destek aramaya başladılar. Ancak Karahanlı hükümdarı Nasr, Samanoğulları devletine son vermek üzereyken Faik öldü. Samanoğulları emiri ise halkı işgalci güçlere karşı ayaklanmaya çağırdıysa da bunda başarılı olamadı. Halk, özellikle dini liderlerinin kendilerini, Karahanlıların da kendileri gibi iyi Müslümanlar oldukları, bu yüzden de onlara karşı savaşmaya lüzum kalmadığı konusunda ikna etmeleri sebebiyle Samanoğulları emirlerine uymaktan vazgeçti. 


Karahanlılar başkente girdiklerinde hiçbir direniş ile karşılaşmadılar. Bektüzün teslim oldu. Abdülmelik ise hapse atıldı. Böylece gayrı müslim Türklerin yapamadığını müslüman Türkler başardılar. Çünkü Karahanlılar Samanoğulları hanedanına ve İranlıların hakimiyetine son verdiler. Artık Orta Asya'nın hakimi Türkler idi.


Samanoğulları ile ilgili duygulu bir hikaye vardır: Mansur b. Nuh ve Abdülmelik'in genç kardeşlerinden İsmail adlı biri, Karahanlıların kendilerini attığı hapishaneden kaçarak Harezm'e gelmiş ve orada Samanoğulları'nın davası uğruna taraftar toplamıştı. Muntasır ya da «Galip» adını alan İsmail başlangıçta, Karahanlıları Buhara'dan daha sonra da Semerkand'dan çıkarmayı başarmıştı. Fakat daha sonra Karahanlıların asıl ordusunun kendisine karşı harekete geçmesi üzerine Muntasır elde ettiği zaferlerden vazgeçerek Horasan'a kaçmıştı. 


Bununla birlikte yine de Mahmud'un kardeşi Nasr'ı Nişapur'dan çıkarmayı başarmıştı. Fakat Mahmud'un ordusunun yaklaşması üzerine herşeyden vazgeçmek zorunda kalmıştı. 394 (1003) 'te Muntasır, Maveraünnehr'e dönerek bu defa Zerefşan vadisine sızan yeni bir güç olan Oğuz Türklerinden yardım istemişti. Göçebe Türklerin gücü -daha sonra Selçuklular döneminde belli olmuştu- Karahanlılarla yapılan birkaç savaştan sonra başkanları Nasr dahil bütün Karahanlıları yendikleri zaman açığa çıkmıştı. Ancak Muntasır o sırada bu göçebe Türklere güvenemediğinden onlardan ayrılarak Horasan'a gitti.


Gazneli Mahmud ile uzlaşma ve onu Samanoğulları yönetimine karşı yakınlaştırma ile ilgili bütün çabalar sonuçsuz kaldı. Bu yüzden Muntasır, Zerefşan vadisine döndü ve orada Oğuzlar dahil çeşitli guruplardan destek sağladı. Receb 394 (Mayıs 1004) 'te Karahanlıları yendi. Ama ondan sonraki savaşta Oğuzların kendisini terketmeleri üzerine ordusu dağıldı. Muntasır yeniden Horasan'a gitti. Aynı yılın sonunda tekrar şansını denedi ve kendisini takip eden birkaç kişiyle beraber Maveraünnehr'i geçerek davası için savaşacak kişileri toplamaya çalıştı. Bu defa Karahanlılar daha hazırlıklıydılar ve yapılan savaşta Muntasır canını güçlükle kurtarabildi. Merv yakınlarında bir Arap kabilesine sığınan Muntasır, 395 (1005) 'te bu kabilenin şefi tarafından öldürüldü. Bu suretle Samanoğullarının yeniden güçlü hale gelmeleri için yapılan girişimler de son buldu. 


Samanoğulları soyundan gelenler Buhara çölünde yaşamaya devam ettiler. Bunlar orada yaşayan halk tarafından iyi karşılanıyor, başa geçen hükümetler de kendilerine iyi muamele ediyorlardı. Orta Asya'da Samanoğullarının hatırası, yalnız buradaki son İran hanedanı olarak değil, aynı zamanda bölgeyi tek bir idare altında birleştiren ve eski İran mirasını yok olmaktan kurtaran bir hanedan olarak uzun yıllar yaşamaya devam etti. 


Bir zamanlar Sasaniler ve onların ülkelerinin kurucusu Ardeşir hakkında ortaya çıkan mistik rivayetler, Samanoğulları hanedanı ve onun kurucusu. İsmail için de oluştu. Gerçekten Samanoğulları birçok bakımlardan Sasaniler ile kıyaslanabilirdi. Sanki İran birliği ve kültürü İran'da değil de Orta Asya'da başarılmış gibi, Maveraünnehr'de Samanoğullarının tek bir devlet içinde çok çeşitli unsurları biraraya getirmeleri, birçok kişiye mucize gibi görünmekteydi. Üstelik bu birlik İslamiyete dayanıyordu ve Samanoğulları eski İran kültürünün nasıl İslamiyetle uyuşabileceğini göstermişlerdi. Samanoğullarının İslam dünyasına ve şüphesiz İran'a yaptıkları en büyük katkı işte budur. 




Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ


30 Mayıs 2023 Salı

Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-2


Patik


Yunanca patiki’den gelen patik yumuşak yünden dokunur veya ince kösele güderiden yapılır. Bugün iki türü de satılmaktadır.


Fransızca ve İngilizcede bugün patik anlamında kullanılan bottine ve bootee, Geç Latince botta’dan gelen botte ve boot’un küçültülmüş şeklidir. Türkçedeki bot ve potin/fotin sözcükleri de Fransızcadan gelmedir. Bottine/potinin özelliği ayak bileğini örtecek kadar koncunun uzun olması iken, bootee kadın ve çocukların giydiği boot'tu. Boot’un aslı ise âyak veya bacağı örten koruyucu deri, kumaş veya lastik örtüydü.


Anadolu halk ağızlarında patiğe papa, papalik, papba, pape, papi, papik, papo, papol, patili, vb. gibi benzer biçimler yanı sıra, tetik, kötene ve daha büyük çocuklar için yapılan ayakkabıya da katır denmekteydi. Oysa eskiden bebekler kundağa sarıldığı için patik de giymezler, yürümeye başladıklarında yün çorap giydirilirdi. Zaten köylerde çocukların değil ayakkabı, çarık giyme yaşı bile 6 -7’yi bulurdu.



Ninni


Ninni de mama, meme, dadı, baba, anne gibi çocuk dili sözcüklerinden. Ancak Anadolu ağızlarında ninni söylemeye ırlamak da denir ki, bir dönem öz Türkçecilerin şiir karşılığı olarak önerdikleri yır sözcüğünün de, cırlama’nın da akrabasıdır.


Folklorcular, “Ee uyusun da büyüsün tıpış tıpış yürüsün”, “büyüyünce paşa olsun”, “fış fış kayıkçı” gibi, birçok ninni derlemişlerdir. 1931 yılında Musiki Muallim Mektebi’nden Şükrü Resimli Şark dergisinde “Avrupa çocuklarına ve onların yetişme tarzlarına bakınca ailelerimizden şikâyetçiyiz” diyerek, çocuğun kulağı doğduğu dakikadan itibaren güzel bir âhenk, muntazam bir muzikiye alıştırılsa, “bizde de ne zekâlar, ne dehalar, ne büyük sanatkâr musikişinaslar yetişecektir” arzusuyla, ninnilerimizi ve ninelerimizi kötüler: “Çocuğun doğduğu günden iki üç yaşına kadar başını, beynini sarsan salıncağın başında, veyahut haminne ve dadının kuru dizleri üzerinde uyurken, bunların dişsiz yayın ağızlarından çıkan ve ‘ninni’ denilmesi bir günah, bir cürüm olan sayhalar [bağırma, nara atma] zavallı yavrunun samiasını ve dimağını tırmalar.” Biz, iki ninni öneriyoruz:



Sıra sıra dervişler hu hu

Hak yoluna durmuşlar hu hu

Bir fırın ekmek yemişler hu hu

Hak yoluna durmuşlar hu hu

Daha var mı demişler hu hu


İkinci ninni, 6 Ağustos 1914’de Çocuk Dünyası dergisinin 72. Sayısında yayınlanıp, bebeklerin ‘milli ekonomi’ye katkıda bulunacak girişimci burjuvalar olarak büyümesi için hazırlanmış:


Büyüyünce oğlum tâcir olacak,

Şu talihsiz yurda âmir olacak,

Cebi sarı altınlarla dolacak

Çalış oğlum, tâcir ol, ninni,

Memur olma âmir ol ninni!

Ticaretle kurtulacak memleket;

Kâinâta nam verecek bu devlet,

Yaşar mı hiç ticaretsiz bir millet?

Çalış oğlum, tâcir ol, ninni,

Memur olma âmir ol ninni!



Bebek Arabası


Potemkin Zırhlısı (1925) filmi merdivenlerden kaçan bebek arabası sahnesiyle sonraki birçok macera, korku ve komedi filmine esin kaynağı oldu.

Türkçede de yalnızca oturulan ve oturaklı bebek arabaları için kullanılan adıyla ‘puset’ 1879’da ortaya çıktı. Fransızca pousette, itmek anlamında pousser fiilinden üretilmiştir; Çin çekçeklerine de puse-puse denir.

Bebek arabasında dikkat edilecek husus, tekerleklerinin arabanın toz almaması için yüksek olması, bebek yatınca boyunun sığması, güneşliğinin bulunmasıdır. Bebek arabaları da otomobil gibi büyüklük, biçim ve konfor açısından çok çeşitlenmiştir. Yazlıkları, katlanabilenleri, ikiz modelleri vardır. Eskiyen bebek arabasının birkaç el değiştirdikten sonra seyyar satıcı tezgâhına dönüşmesi ise kaderidir.



Masal


Bugün masallar çocuklardan çok büyükleri ilgilendiriyor. Masalların evrensellik taşıyan yapısal özelliklerinin çözümlenmesi, kahramanın evden uzaklaşması, yasak konulması, yasağın çiğnenmesi, haksızlık, kahramanın sınanması ve büyülü vasıtayı elde etmesi, kahramanın başarısı ve geri dönüp evlenmesi gibi öğelerin yorumlanarak masalların sınıflandırılması, bilim adamları için masalların toplumsal bilimlerin ve kültür tarihinin birçok alanında veriler sağlayan bir alan haline gelmesini sağladı.


İS 3. yüzyılda yazılan Hint masalları derlemesi Kefile ve Dimne, Frigyalı, Lidyalı, Trakyalı olduğu ileri sürülen Ezop’un (Aisopos, IO 620-560) ilk örneklerine Eski Mısır papirüslerinde rastlanan masalları, iki kaynaktan da beslenen La Fontaine’in (1601-1695) bütün dünyaya yayılan ve her türlü biçime sokularak tüketilen fablları ile Grimm kardeşlerin derlemeleri bugün evrensel masal dağarcığını oluşturuyor.


Jacob (1785-1863) ve Wilhelm Grimm (1786-1859) 1812'de yayımladıkları 12 ciltlik Çocuk ve Ev Masalları derlemesiyle başlayarak folklorun bilimselleşmesinde etkili oldular. Derledikleri halk şarkı ve masalları ve dilbilim araştırmalarıyla bilimsel katkılarının yanında romantik milliyetçiliğin ve aydınlanmacı okulun çocukları olan bu Alman kardeşler, çocuk eğitiminin önce kapitalist-modernist, sonra çağdaş devlet ve milletin gereksindiği yurttaşlar yaratılması yolunda taşıdığı önemin kavranmasıyla, kullanılabilecek malzemenin de örneklerini göstermiş oldular.


Romantik milliyetçilerin insanlığın kardeş dallarının tarihini saptama çabalarıyla başlayan dilbilim, antropoloji, folklor ve mitoloji çalışmaları önce devletlerin ve sermayedarların rekabeti içinde milliyetçi ve ırkçı söylemlere malzeme oldu. Fakat kriz dönemi atlatıldıktan sonra egemen dünya düzeninin ehlileştirilen ve dünya kamuoyuna sunulan masal dağarcığı okulların, kitap ve film-çizgi film dünyasının ürünleri için sürekli yeniden üretildi. Çocuklar artık ninelerinden değil, radyoda masal saatinde masal dinlerken, Adile Nâşit’in kısa süreli programından sonra televizyondaki çizgi filmlere kaldılar. Masalların üvey anneleri, cadıları, doğaüstü güçleri ve kral/sultanları eğitimciler tarafından tartışılırken, çizgi film pazarının ürünleri büyüleyici televizyon ekranından gücünü tartışmasız kabul ettirdi.


Oyuncağın sanayi ürünü haline gelişi gibi, masallar da satın alınan bir hizmet biçimine girdikten ve maskotları, boyama kitapları, aksesuarlarıyla yan ürünleri pazarlanmaya başlandıktan sonra Türkiye’de Binbir Gece M asalları bestseller oldu, tartışmalar yaratsa da Pertev Naili Boratav’ın eserleri yayımlanmaya başlandı. Billûr Köşk masallarından hâlâ sansür edilenler var ve Ali Cengiz oyunu, Keloğlan, Kesik Baş’ın anlamını tam kavramış değiliz. 1970’li yıllardan itibaren günlük fıkra dağarcığına giren ve çocuk tiyatrolarına kadar uzanan La Fontaine parodilerinden sonra başlayan daha masalsever ve kendine dönük hava, masalların çocuklar için sözlü anlatımdan, büyükler için yazılı metinlere dönüşmesini de pekiştirmiş oluyor.


Andersen (1805-1875), Eflatun Cem Güney (1896-1981) masallarıyla büyüyenler için, “Çıplak Kral” masalının Divan edebiyatında “Rişte-i hayal” hikâyesiyle mazmuna dönüşecek kadar yaygınlaşmış olduğunu veya “Ağustos Böceğiyle Karınca” fablının Kars’ta derlenen biçiminin ağustos-böceğinin “incecik belinden tutarım, daracık ..tünden ..kerim” cümlesiyle bittiğini öğrenmek eğlendirici olduğu kadar, masal araştırmalarının ne kadar ciddiye alınması gerektiğini de gösteriyor.


Danimarkalı Andersen, Alman Grimm kardeşlerin etkisine karşılık, masal derlemelerinde öncülük İtalya ve Fransa’dadır. Bugün yazılı kültürün önde gelen masallarından “Çizmeli Kedi” 1553’de İtalya, “Uyuyan Güzel” 1636’da İtalya, “Kırmızı Başlıklı Kız” 1697’de Fransa’da derlenmiştir. Masalların tarihi Külkedisi (Sinderella) ile örneklendirilebilir.



Külkedisi Sinderella


Külkedisi’nin bilinen en eski biçimi İS 850-60 yılları arasında yazılmış bir Çin kitabındadır. Çin masalının kahramanı Yeh-hsien’i acımasız üvey annesi tehlikeli kuyulardan su çekmeye zorlamaktadır. Kıza mucizeler yaratarak yardım eden balığı üvey anne kandırarak öldürse de, balığın kılçığı kıza arzuladığı güzel elbiseleri ve ünlü altın terliği verir. Sonunda terliğin teki bölgenin en zengin tüccarının eline geçer ve tüccar uzun aramalar sonunda Çinli Sinderella’yı bulur, kız terliği giyince hemen güzelleşir, üvey anne ve çirkin kızları ise çığ altında kalırlar.


Avrupa’da bilinen en eski Sinderella örneği Napolili şair, asker ve yönetici Giambattista Basile’ye (1575-1632) aittir ve Perıtamerone adını verdiği, Napolili kadınlardan derlediği elli masal içinde “Külkedisi” başlığıyla yer almaktadır.


Fransız masallarının ilk derleyicilerinden, edebiyatta modern-klasik tartışmasının taraflarından, Academie Française üyesi Charles Perrault (1628-1703) Fransızca mir (kürk) sözcüğünü verre’e (cam) çevirmiş ve ünlü cam terliği masal dünyasına kazandırarak, masalı “Sinderella Küçük Cam Terlik” adıyla yayınlamıştır. Cinder kor, köz demektir.


Sinderella masalının yedi yüz farklı değişkesi derlenmiştir. En çok filme alınan kahraman Külkedisi’dir. Romeo ve Jülyet 47, Idamlet 58, Külkedisi ise erotik ve çizgi filmler de dahil olmak üzere 84 kez filme alınmıştır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak