18 Mayıs 2023 Perşembe

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞLARI VE BUNLARIN HAYAT VE FAALİYETLERİ-4

 MÜSEYLİMET ÜL-KEZZAB



Bir gün Hazret-i Muhammed mimbere çıkarak, halka şöyle hitap etti: "Ey nas! Ben Kadir gecesi bir rüya görmüş ve sonra onu unutmuştum. Rüyamda kollarımda iki altın bilezik gördüm, bu ikisinden nefret ettim, onlara üfürdüm, onlar da uçup kayboldular. Ben bu iki bileziği Yemen'de ve Yemâme'de çıkan bu iki yalancı ile yorumladım" ( İbni İshak, İbni Hiş am, IV., S. 246). İşte Hazret-i Muhammed'in rüyasını yorumlarken bahsettiği Yemâme'de çıkan yalancı, Yemâme'ye hükmeden ve peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime'dir.


Necid alçak yaylasının güneydoğusunda ve Bahreyn'in batısında bulunan Yemâme toprakları Hanife kabilesinin elinde idi. Hanifeliler ziraate pek elverişli olan topraklarında elde ettikleri ürünleri satarak geçimlerini rahatça sağlıyabiliyorlardı.



A. Hanife kabilesi ve dini:


Büyük Bekir bin Vâil kabilesinin bir kolu olan Hanifeliler, topraklarının verimliliği bakımından diğer memleketler için, bilhassa tahıla muhtaç bulunan Hicazlılar için en önemli bir kabile idi. Hicretin 7. yıllarında Hanife kabilesinin başkanının, İbni Sa'd, Ibni Hişam ve Taberinin bize bildirdiklerinden Hevze bin Ali olduğu anlaşılmaktadır.


Hevze bin Ali, Iran yoluyla gelen Hristiyanlığı kabul etmiş görünüyorsa da Hanife kabilesinin bu yolda onu ne dereceye kadar takip ettiği pek aşikâr değildir. Diğer Arap kabileleri gibi İslâmiyet çıkıncaya kadar putperest olarak yaşıyan bu kabilenin pek az bir kısmının Hevze ile birlikte Hristiyanlığı kabul etmiş olması muhtemel ise de, 144 Hicretin 7. yılından sonra Hazret-i Muhammed'in Hanifelileri islâmiyet'e daveti üzerine, yüksek tabakadan birçokları gibi aşağı sınıf halktan da birçoklarının Müslüman olduğunu en eski ve tarafsız kaynaklardan anlamaktayız. Her ne kadar Caetani Hanife kabilesinin ve onun son başkanı Müseylime'nin Hristiyan olduğunu savunmakta ise de (Caetani, IX., S. 7. v. öt), bu iddiasında pek haklı olmadığını, Hazret-i Muhammed'in Hristiyanlara karşı gösterdiği müsamaha ile ispat etmek mümkündür. Gerçekten Hazret-i Muhammed Ehl-i kitap sayılmaması gereken Mecasileri bile vergiye bağlamak şartıyla serbestilerini tanımış hattâ kendi zamanında onun bu hareketi dedikodu konusu teşkil etmekten geri kalmamıştı. Eğer Beni Hanife büyük bir çoğunlukla Hristiyan olmuş olsaydı, Hazret -i Muhammed Müseylime'yi bir Hristiyan reformisti gibi kabul edip Hanifelilerin vicdan hürriyetlerini tanırdı Eğer Müseylime ve Beni Hanife tamamiyle Hristiyan olsa idiler, o zaman Müseylime'nin yeni bir din ortaya koyarak İslam topraklarından ayrı bir teşekkül olarak kalmayı istemesine lüzum yoktu; zira Hazret-i Muhammed Tebük seferinden sonra birçok Hristiyan heyetleri kabul etmiş ve onların cizye vermeyi taahhüt etmeleri üzerine kendileri ile anlaşmalar yapmıştı. Margoliouth ve Muir de Beni Hanife'nin Hristiyanlığını kabul etmemektedirler (Margoliouth, JRAS, 1903, S. 486; Muir, Annal, S. 38).



Beni Hanife'nin Müslümanlığına gelince: gene İbni Sa'd, Beni Hanife'den Medine'ye gönderilmiş olan elçilerin on kişi kadar olup aralarında er - Rehhtil bin Unfuva, Seleme bin Hanzele es - Suheymi ve Talk bin Ali, Humran bin Câbir ve Mesleme bin Habib (veya Hayyib) vs. bulunduğunu, bunların Remle'lerin evinde misafir kaldıklarını, sonra camie gelip hakikata şahadet ettiklerini yazmakta, fakat bu sırada Müseylime'nin at ve develere bekçilik ettiğini kaydetmektedir. Daha buna benzer şurada burada rastlanan birçok kayıtlar vardır ki, önemli birçok şahısların Peygamber'i ziyaret edip islâm'ı kabul ettiklerini bildirmektedir. Konumuzun sonlarına doğru bunların adlarını kaynak göstererek belirteceğiz. Mui'rin de kabul ettiği gibi (S. 38) kısmen putperest kısmen Hristiyan olan Beni Hanife, Hazret-i Muhammed'e boyun eğmişti. Fakat islâmiyet'i kabul etmiyen bir kısım halk sonradan peygamberliğini iddia eden Müseylime'nin etrafında toplanmaktan da geri kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki, Hevze zamanında Hanife kabilesi iki kuvvetli idarecinin hakimiyet yolundaki rekabetleri yüzünden tamamiyle birbirine zıt iki varlık haline gelmişti. Bu rakiplerden birisi Sümâme bin Üsal, diğeri Hevze bin Ali idi.


İbni Sa'd ve Belazûrinin anlattıklarına göre, Hicretin 6 - 7. yıllarında Peygamber muhtelif hükümdarlara mektup yazdığı sırada Yemâme başkanı Hevze bin Ali'ye ve Yemâme halkına Salit bin Amr ül - Amiri eliyle bir mektup göndererek, onları Müslüman olmaya davet etmişti. Hevze misafiri kabul edip hediyeler verdi ve Peygambere şöyle bir cevap yazdı : "Senin dâvet ettiğin şey çok iyi ve güzeldir. Ben kavmimin şair ve hatibiyim. Araplar benim mevkiimi takdir ederler; bunun için sen bana bu işte pay ver sana tâbi olurum." Hevze mektupla birlikte giyinmesi için Sâlit'e Hacer kumaşlarından elbiseler de verdi. Sâlit Peygambere onun mektubunu ulaştırdığı vakit, Peygamber "küçük bir menfaat bile istese vermem, o yok olacak" dedi ( İbni Sâ'd, II, 1., S. 18).


Bir müddet sonra, Hicretin 8. yılında Hevze öldü. Onun yerine Müseylime Beni Hanife'nin hükümdarlığını eline geçirdi.


B.  Müseylime'nin soyu:


İbni Kuteybe'ye göre (Kitab ül-Maarif, S. 206 - 7) Müseylime'nin babası Beni Hanife'den Habib, dedesi Lüceym künyesi Ebu Sumâme'dir. Belazuri onun Sumâme yahut Sümâle bin Kesir bin Habib bin Sümâme bin Gsal bin Habib bin Hanife bin 'Id olduğunu kaydetmektedir. İbni Hişam'da Müseylime bin Sümâme ve künyesi Ebu Sümâme kaydı vardır. Diyarbekri (Tarih-i H âmis, II., S. 174) ise onun dedesinin Hârun, lakabının Ebu Sümame olduğunu yazmaktadır.


C. Müseylime'nin, Hanifelilerin emirliğini elde etmesi:


Yemâme'nin hakimi olup 8. yılda ölmüş olan Hevze'nin yerine, nasıl olup da Müseylime'nin geçtiğini kaynaklardan öğrenmek imkansızdır. Fakat Müseylime'nin şahsiyeti araştırıldığı zaman onun birçok meziyetlerle birlikte, kabilesinin en ileri gelen bir şahsiyeti olduğu görülür. Böylece de onun Hevze'nin yerini almakta güçlük çekmediği kolayca tahmin edilebilir.


Müseylime'nin Yemâme amirliği ile birlikte büyük bir gaileyi de üzerine almış olduğu muhakkaktır. Bu da Hanife kabilesinin önemli bir kısmına hükmeden ve islâmiyet'i kabul etmiş bulunan Sümâme'nin rekabetidir. Sümâme Mekke'nin fethinden epeyi önce Müslüman olmuş ve Hanifelilerden islâmiyet'i kabul edenler onun etrafında toplandığından kuvveti artmıştı. Ayrıca Medine hükümeti de Müslüman olması dolayısıyle Sümame'nin tabii bir müttefiki sayılıyordu. Bu durum karşısında şair, hatip ve kâhin olan Müseylime zengin topraklara ve nüfus çokluğuna sahip bulunan Yemame'yi Hazret -i Muhammed 'in her gün biraz daha artan nüfuzu altına girmekten kurtarabilmek amacıyla kendisinin de Hazret-i Muhammed gibi yeni bir dinin müjdecisi olduğunu ilan etti ve K ur 'ana nazireler söylemeğe başladı.



D. Müseylime'nin Medine'yi ziyaret edip etmediği meselesi ve peygamberlik iddiası:


En güvenilir kaynaklarımız arasında bulunan Buhari, Vakidi ve İbni Abbas, Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'i bir heyetle birlikte ziyaret etmiş olduğunu iddia etmektedirler. Müseylime bu ziyareti, Arap yarımadasının merkezileşmekte olan idaresinin Hazreti Muhammed' den sonra kendisine intikalini istemek üzere tertip etmiş ve şöyle demiştir: "Eğer Muhammed kendinden sonra beni halef tayin ederse, kendisine tabi olurum".  Hazret-i Muhammed ise o sırada elinde bulunan hurma dalını göstererek: "Elimde bulunan şu dal parçasını istesen, onu bile sana vermem. Sen de Allah'ın hakkındaki hüküm ve nüfuzunu tecavüz edemezsin. Eğer sen bana ve hakka muhalefet edersen. Allah seni muhakkak helak eder ve ben muhakkak sanırım ki, sen onda gördüğüm eşkale göre, bana gösterilen kişisin" İbni Hişam bu hususta daha geniş bilgi vermekte ve Müseylime'nin Ensâr'dan, Neccaroğullarından, Hâris'in kızının (Hâris'in kızı Müseylime'nin karısı idi. Buhari III., S. 52) evinde misafir edildiğini, Hanifelilerin onu bir örtü ile örtüp Peygamber'in yanına getirdiklerini, yukarıda bahsettiğimiz rivâyetlere ilâve etmektedir. Gene İbni İshak ( İbni Hişam. IV., S. 222) bu rivâyetin başka bir şeklini dinlemiş olduğunu nakleder: "Beni Hanife mensupları Peygamber'in huzuruna gelmişler, ama Müseylime'yi at ve develerin yanına bırakmışlar; bu heyet islâmiyet'i kabul edip arkadaşlarının (yâni Müseylime'nin) durumunun ne olacağını sorduklarında, Hazret-i Muhammed onlara, bekçilik edenin durumunun beraber gelenlerinkinden aşağı olmadığını bildirmiş " , fakat Allah'ın düşmanı Müseylime Yemâme'ye gidince bu sözü menfaatlerine hizmet edecek bir şekilde değiştirerek, ben onunla peygamberlik işinde ortak edildim diye iddialara koyulmuş, Medainin aynı konudaki rivâyetini nakleden İbni Sa'd (Siret, s.115) da dahil, Müseylime'nin Medine'yi ziyaret ettiğini diğer birçok kaynaklar yazmaktadırlar. Gene bu eserler, Hanife heyetinden olan ve Müslümanlığı kabul edip Bakara süresini öğrenmiş bulunan er-Receül'in Müseylime'ye yol gösterdiği ve Hazret-i Muhammed'in Müseylime'yi kendisine ortak ettiği yolunda yalan şehadette bulunduğunu bildirmektedirler. Ayrıca Belâzûri (Tür. ter. III., S. 142) ve İbni Sa'd (Tabakat, II., S. 37) başta olmak üzere gene bu kaynaklar Hazret-i Peygamber'in bir mektup yazarak ed-Dameri vasıtasiyle Müseylime'yi Müslüman olmaya dâvet ettiğini, sonra Müseylime'nin bu mektupa cevap yazdığını da açıklamaktadırlar. İbni Hişam, Belüzûri, Taberi, Beyhaki, el - Vatvat, gibi tarihçiler bu mektubun Hicret'in 10. yılında yazıldığını kayd ve kabul etmişlerdir. Pek önemsiz farklarla hepsinde tekrar edilen mektubun metni aşağı yukarı şöyledir: "Tanrı Elçisi Müseylime'den, Tanrı Elçisi Muhammed'e mektuptur. Sana esenlikler dilerim; ben peygamberlikte sana ortak edildim. Yeryüzünün yarısı bize, yarısı Kureyş'e aittir. Fakat Kureyşliler insaf ve adâletle hareket etmezler". Müseylime bu mektubu Amr bin Cârud'a yazdırıp müezzini Nevvâha'nın oğlu Ubâde bin Hâris ile göndermiştir. Peygamber bu mektubu okuyunca, elçilere: "Siz bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sormuş. Onlar da, "Biz de ayni fikirdeyiz" diye cevap verince, Hazret-i Peygamber "Elçilerin öldürülmesi câiz olsaydı, başınızı keserdim" diye cevap verip (Belâzüri aynı S.) Müseylime'ye şöyle bir mektup yazdırmıştır: "Bu, Tanrı Elçisi Muhammed'in yalancı Müseylime'ye mektubudur. Tanrı'ya hamd-ü senadan sonra; yalan ve iftara dolu mektubunuz bana geldi. Yeryüzü Yüce Tanrı'nındır. O, kullarından istediği kimseleri, yeryüzüne vâris kılar. Tanrı'nın bağışlıyacağı iyi sonuç kendisinden sakınanlar içindir. Selâm doğru yolda olanlara olsun. İbni İshak, bu mektubun Hicri 10. yılın sonunda yazıldığını ileri sürerken, bizzat Taberi, Müseylime ve emsali gibi peygamberlik iddialarında bulunan kimselerin, Hazret-i Muhammed'in vedâ haccından sonraki hastalığı sırasında ortaya çıktıklarını ilâve etmektedir. Fakat Peygamber hasta olduğu hâlde, bu yalancı peygamberlerle mücadeleden geri durmamış, hattâ bu münasebetle Furat bin Hayyân ül - Idryi aynı maksatla Yemâme'deki Müslümanların başkanı bulunan Sümâme bin Üs yollamıştı (Taberi, tür. ter., II., 2., S. 918).


Eski ve yeni tarihçilerden bâzıları Müseylime'nin peygamberlik iddiasına başlamadan önce Medine'ye gelerek islâmiyet'i kabul etmiş olduğunu kaydetmekte iseler de büyük bir kabilenin başkanı ve çok önemli bir askeri kuvvetin de komutanı bulunan Müseylime'nin Medine'ye gelip önce Müslüman olması, sonra Medine'ye boyun eğmemek için bütün gücü ile savaşması, kabilesi ile birlikte kanının son damlasını bu uğurda harcaması, bizi bu iddiaları şüphe ile karşılamaya sevketmektedir. Müseylime'nin Beni Hanife'ye hâkim olduktan sonra değil de Hevze'nin başkanlığı sırasında, Hanife heyetine dahil üyelerden biri olarak, Medine'ye gelmiş olduğunu kabul etsek bile, onun Müslüman olduğunu ispat etmemiz gene güçtür. Zira kaynaklar açıktan açığa onun islâmiyet'i kabul etmiş olduğunu söylememektedirler; onu ya bir örtü altında Hazret-i Muhammed'e getirilmiş, yahut develeri beklediği için Müslüman olan Hanife heyetinin içinde bulunamamış gösterirler. İbni İshak ve Medaini'ye dayanan rivâyetler onun Peygamber'le olan konuşmasından sonra Müslümanlığı kabul ettiğini açıkça söyliyememektedirler. Fakat daha sonraki tarihçiler ( İbni Haldun, İber, II., 2., S. 74; Ebu'l-Fida, Tarih, I., S. 163 - 6; Mahmut Esat, Tarih-i din-i islam, IV., S. 548; Dinet et Siliman ben İbrahim, La vie de Muhammed, S. 255) onu dinden dönmüş , Tanrı düşmanı diye tavsif etmişlerdir. Şayet Müseylime'nin bir heyetle birlikte Hazret-i Muhammed'i ziyaret ettiği doğru ise bu ziyaret samimi bir şekilde islamiyet'i kabul etmek için değil, aksine Hazret-i Muhammed'ten sonra hâkimiyetin Beni Hanife'ye intikalini temin etmek maksadiyle yapılmış olmalıdır. Hazret-i Muhammed bunu hiddet ve şiddet ile reddedince, Müseylime yavaş yavaş islamiyet'in Yemâme'ye tesir etmekte olduğunu gördüğünden memleketini bu tesirden kurtarmak için iki çareye başvurmak gerektiğini anladı. Bunlardan birisi dini bir yol açmak ve islâmiyet'in Yemame'de yayılmasını önlemek; ikincisi ve son çare ise savaş yoluyla Kureyş ve Ensâra karşı koymaktı. İşte böylece Peygamber'den red cevabı alan Müseylime, Hazret-i Muhammed'i örnek tutarak, Yemame'de peygamberliğini ilan etti ve güya ayet olan bir takım sözleri sıraladı. Şairlik ve hatiplik gibi meziyetleri yanında kâhinlik vasfı da bu vadide ona yardımcı olmuştu.




E. Müseylime'nin portresi ve hokkabazlığı


Kısa boylu, çok sarı benizli, basık ve kalkık burunlu olan Müseylime'nin neyrenciyat ile meşgul bulunuduğu, yumurtayı şişeye ilk sokan adam olduğu iddia edilmektedir. Gene onun herkesle konuşup herkese rüşvet vererek etrafını memnun ettiği Taberi'de, Sümâme bin Vsal'in maiyetinde bulunan Vsalül - Hanefi tarafından rivâyet edilmektedir. Üsal şunları da anlatmaktadır: Peygamber'in yanında bulunup Kur'andan parçalar öğrenmiş olan Reccal bin Unfuva ona her işinde arkadaşlık ederdi. Halbuki Peygamber onu Yemame halkına öğretmen olarak göndermiş, Yemame'de Müseylime aleyhine çalışmasını emretmişti. Fakat o, Beni Hanife için fitne ve fesat kaynağı olmaktan başka bir işe yaramadı. O, Hazret-i Muhammed'in Müseylime'yi peygamberlik işinde kendisine ortak yapmış olduğuna tanıklık etti. Hanifeliler onun sözlerine kandılar ve Müseylime'nin peygamberliğini kabul ettiler. Bir gün Ümmül – Heysem adında bir kadın Müseylime'nin yanına gelerek, "Hurma ağaçlarımız uzun ve meyvesizdir, kuyularımız kurumuştur. Sen de Muhammed'in her zaman halkına dua ettiği gibi, bizim hurmalık ve sularımızın düzelmesi için dua et" dedi. Bu söz üzerine Müseylime yanında bulunan Nihar ür - Reccal bin Unfuva'nın, kadının bu sözleri hakkında ne düşündüğünü sordu. Er – Reccal şu cevabı verdi: "Her zaman ahalisi Muhammed'in yanına gelerek, kuyuların derin ve susuz olduğundan ve hurma ağaçlarının meyvesizliğinden şikayet ederdi. Muhammed de onlar için dua ederdi. Bunun üzerine hurma ağaçları büyüdü, dalları yere sarktı, hattâ bu dallar kök, saldı, bunlar kesilince de çiçek açıp meyve verdi. Kuyuların su dolması için de su dolu bir kova getirtti; buradan su alıp ağzını çalkalayıp gene kovaya püskürttü. Bu kovadan birer parça kuyulara döküldü; kuyulardan sular fışkırdı. Müseylime Reccal'in bu sözlerinden sonra su dolu bir kova getirtti ayni şekilde hareket etti. Fakat kuyuların suyu yerin dibine geçti. Müseylime'nin duasının ters tesir etmiş olduğu ancak o öldükten sonra anlaşıldı". Râvi sözlerine devamla, Müseylime' ye: "Sen Beni Hanife'nin yeni doğan çocuklarını takdis et" dedi. Müseylime ondan, bunu ne şekilde yapacağını sordu. Reccâl ona "Hicaz ahalisi doğduktan sonra çocuklarını Muhammed'e getirirler, o da hurma kabilinden olan bir şeyi çiğneyerek çocuğa yutturur, çocuğun başını okşardı" diye cevap verdi. Müseylime'nin yanına getirilen ve bir şey yutturularak takdis edilen her çocuk kel ve peltek oldu. Çocukların bu halleri ancak Müsylime öldükten sonra meydana çıktı. Gene bir kadın, Müseylime'nin yanına gelerek hayır duada bulunsun diye hurmalığına gelmesini rica etti. Bu yüzden kadının hurmaları Akraba savaşı sırasında kesildi."


Yukarıdan beri Usal tarafından (Taberi, tür. ter., III., S.146 -8) anlatılan ve Müseylime'yi küçültmek gayretinden doğan bütün bu rivâyetler, Hazret-i Muhammed'i bir takım asılsız isnatlara maruz bırakmaktadır. Bu haberlerin uydurulması ihtimal ki, Akraba savaşından sonra Müseylime'nin öldürülüp kuyuların, bağ ve bahçelerin savaş sırasında harap edilmesinden, çocukların sıhhatlerini kaybetmelerinden, Müseylime'nin hakiki bir peygamber olmadığı, kendilerini aldatmış bulunduğunun anlaşılmasından doğmuş olabilir. Yahut da Caetani'nin iddia ettiği gibi, Müseylime'nin bütün bunlara rağmen nasıl olup da taraftar bulduğuna bir cevap teşkil etsin diye, râviler bütün bunların Yemâme savaşından sonra olduğunu ilave etmek zaruretini duymuşlardır.

Taberi'nin, naklettiği Müseylime'nin "herkesle konuşup herkese rüşvet verdiği" yolundaki bilgi ise, her halde onun mütevazi, cömert ve hayırsever bir insan olduğunu göstermektedir. Bunların dışında Müseylime'nin portresini daha keskin çizgilerle çizmek imkanlarını bize verecek olan bilgilerden mahrum bulunmaktayız.


F. Müseylime'nin peygamberlik iddiasına ne zaman başlamış olduğu meselesi:


Bazı orientalistler, Yemâme rahmanı adı verilen Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'ten çok önce peygamberlik iddiasında bulunduğunu, bir takım yanlış yollardan yürüyerek ve yanlış tefsirlerede bulunarak iddia etmişlerdir. Bunlar Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'den çok önce peygamberlik etmekte olduğunu, Kur'anın ilk âyetlerinin Müseylime'nin âyetlerinden alınan tesirle bildirilmiş olduğunu ileriye sürmüşlerdir. Hattâ bunlar arasında Margoliouth, Muslim ve Hanif kelimelerinin ilk önce Müseylime tarafından kullanıldığını, bunların monotheist anlamına geldiğini, Muhammed'in bu terimleri aynen kabul etmiş bulunduğunu öne sürerek, Taberi ve diğer kaynakların vermiş olduğu malzemeleri bir yığın hayal mahsalü rivâyetler olarak tavsif etmekten çekinmemiştir. Margoliouth'a göre"' Müseylime Hazret-i Muhammed'den en az yirmi yıl önce peygamberlik iddialarına başlamıştır. Bunu da İbni ishak'ın başka raviler tarafından bir kere daha teyid edilmeyen tek cümlesine dayanarak ileri sürmektedir.


O cümle ise Hirschfeld ve Frants Buhl'ün işaret ettikleri: "Biz şuna kani olduk ki, bunları sana Yemâme'den Rahman denilen bir adam öğretiyor; fakat biz rahmana hiçbir zaman inanmayız" cümlesidir. Bu cümleyi bir Kureyşli, Hazret-i Muhammed henüz Mekke"de iken kendisine söylemiş. Bazıları da Kur'anın XLIII. suresinin 65. Âyetinin (=Allah benim de sizin de rabbinizdir, O'na tapınız, doğru yol işte budur) sırf bu cümleye cevap olmak üzere indiğini iddia etmişlerdir. Fakat burada hem bir öğretmeni veya öğreticiyi ima eder bir anlamın bulunmadığı aşikardır, hem de Katâde ve Mukaatil'in bu ayetin medeni olduğunu beyan etmeleri, yukarıdaki şüpheleri tamamiyle yersiz kılmaktadır. (Hirschfeld, a.g.e. S.25). Sonradan birkaç kitapta daha tekrar edilmekle beraber İbni Hişam'daki bu garip cümle hiçbir suretle teyid edilmemiştir. Belki de bu Musevi veya Hristiyan raviler tarafından İbni İshak'a ilham edilmiş, o da bunu mevsuk sanarak kitabına almıştır. Fakat bu tek cümle asılsız bir rivâyet olarak kalmaya mahkamdur. Her ne kadar Ravd ül - Unf sahibi Süheyli ile Hariri müfessiri Şerişi (Ravd ül - Unf, I., S. 200; Serisi, S. 241) Yesime'ye dayanarak Müseylime'nin, Hazret-i Muhammed'in babası Abdullah doğmadan çok önce "Rahman" adıyla anılmakta olduğunu yazmışlarsa da, pek mübalağalı görünen bu haber Müseylime'nin peygamberlik iddiasının çok eski olduğunu teyid edici bir delil değildir Çünkü Vesime'nin ( Şerişi aynı S.) verdiği bu haberin hemen devamı İbni İshak'daki o meşhur cümledir; yani Vesime'nin bu iki cümlesinin İbni İshak'a dayandığı açıkça görülmektedir. Müseylime'nin Rahmân adını eskiden beri kullanmakta olduğunu kabul etsek bile, onun Rahman adını peygamberlik maksadıyla mı yoksa başka bir maksatla mı kullandığını açıklamak imkanlarına maalesef sahip değiliz. Onun için Beni Hanife'nin bir şairi şöyle bir mısra söylemiş : "Sen insanlar için bir lâtufsun. Her zaman rahman kalasın" (Zemahşeri, el - Keşşaf, S. 5). Eğer şairin dediği doğru ise, buradaki "Rahman" onun peygamberlik iddiasını ifade eder görünmemektedir.


Taberi (Tür. ter., II., 2., S. 916)'de Hazret-i Muhammed, Usame komutasında Şam'a asker göndermek için seferberlik ilan ettiği halde, Müseylime'nin isyanı buna engel oldu ve seferberlik işi tamamlanamadı kaydı vardır. Bu ifade de Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'ten önce peygamberlik iddiasında bulunmamış olduğunu açıklamaktadır. Eğer Yemame'de daha önceden Medine hükametini maddi manevi bakımdan tehdit eden bir tehlike mevcut olsaydı, Hazret-i Muhammed orduyu Şam'a göndermek için değil, Hanifeliler üzerine sevketmek için hazırlardı.


Gene Margoliouth, Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'i taklit etmediğini, bilakis Hazret-i Muhammed'in, Müseylime'yi taklit ettiğini de söylemektedir. Çok şükür ki, aynı mecmuanın 773. sayfasında Charles Lyall, Hanif ve Müslim kelimeleri üzerinde etimolojik ve tarihi incelemeler yaparak Margoliouth'a gereken doğru cevabı verip bu konuda okurları yanlış bir inanca sahip olmaktan kurtarmıştır.


Eğer Müseylime Hazret-i Muhammed'den önce peygamberlik iddiasına başlamış olsaydı, tek tanrılı bir dini arayan ve onu kabule hazır bir duruma gelmiş bulunan Araplar tarafından islamiyet'in değil, Müseylime'nin kurmak istediği dinin kabul edilmesi gerekmez miydi?

İslam dininin doğması ve Hazret-i Muhammed'in başarıları çok geçmeden komşu devletler tarafından öğrenilmiş, bunların bilhassa Bizans kaynaklarında oldukça geniş bir yer işgal etmiş olmasına rağmen, bu yabancı kaynaklarda Müseylime hakkında en küçük bir kayda bile tesadüf edilmeyişi dikkat nazarına alınmak gerekmez mi ?


Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'den çok önce peygamberlik iddia etmediğini gösterecek daha başka deliller de vardır. Mesela: Müseylime savaş meydanında çevik bir muharip olarak çarpışmıştır. Iddia edildiği gibi 150 yaşında, yahut biraz insafla 85 yaşında olsaydı (Margoliouth'un hesabı üzere) savaş meydanına atılmaması gerekmez miydi ?


Ayrıca Kur'anın VI. saresinin 94. âyetinin, “Allah'a iftira eden ve kendisine hiçbirşey vahyedilmediği hâlde bana vahyedildi ve Allah' ın indirdiği şeyler gibi ben de indireceğim diyenden daha zalim kim olabilir” peygamberlik iddia edenler hakkında indiğini ve bunlardan bilhassa Müseylime'yi kastettiğini İkrime ve Katâde rivayet etmişlerdir' 62 . Ayetin Medine'de inmiş olduğunu İbni Abbas'ın teyid etmesi, bunun hem Müseylime'yi kasdettiği hakkındaki ihtimali kuvvetlendirmekte, hem de onun ancak onuncu yıldan sonra peygamberlik iddiasına başladığına başka bir delil daha kazandırmaktadır, denilebilir.


G- Hanife kabilesinin irtidadı:


Hazret -i Muhammed'in Hicretin 10. yılında, vedâ haccından hastalanarak dönmesi, bir müddet sonra hastalığının arttığı haberinin yarımadada yayılması, Müseylime'nin cesaretini arttırdı. Etrafına büyük bir kalabalık toplamağa muvaffak oldu. Bazı tarihler onun 40000 kişilik bir orduya sahip bulunduğunu yazarlar. Yukarıda bahsedildiği üzere Hazret-i Muhammed bu haberi duyunca, Beni Hanife arasında çıkacak bir ayaklanmayı önlemesi için Sümâme'nin tedbirli olmasını tavsiye etmek üzere Fürat bin Hayyân ül- 'Teli' yi Yemame'ye yolladı, fakat Müseylime'nin kendi kabilelerinden olması ve onun Hazret-i Muhammed aleyhinde çalışması Sümâme tarafında bulunan birçok Müslüman Hanifelinin, Sümâme'yi terkederek Müseylime tarafına geçmelerine sebep oldu. Sümâme'nin ve onun gibi samimi Müslümanlar'ın Müseylime'nin karşısında tutunmaları artık güçleşmişti. Nitekim Yemame'nin en önemli mevkilerini işgal eden bir takım insanların bu yüzden memleketlerini terketmek zoruna kaldıkları görülür.


Hazret -i Muhammed'in 11. yılın Rebiülevvel ayında, bu dünyayı terketmesi ve bu arada Arap yarımadasında çıkan isyan ve irtidadlar Müseylime'nin, davasını gerçekleştirmek hususundaki cesaretini büsbütün arttırmıştı. Bir takım kabile şefleri, kimi askeri güçlerine ve ittifaklara güvenerek kimi kâhinlik kuvvetlerini peygamberlik iddialarına vasıta kılarak ve kabile asabiyetine dayanarak çabucak dinden döndüler. Topladıkları vergileri yeniden halka dağıtarak etraflarına kolayca adam toplamağa muvaffak oldular. Medine ve Mekke'ye en yakın kabilelerin bile dinden dönmüş oldukları görüldü. İşte, islamiyet'in henüz kuvvetle yerleşmemiş olduğu Arap yarımadasının bu karmakarışık devrinde Ebu Bekir gibi ileriyi gören ve yapacağını çok iyi bilen bir şefe ihtiyaç vardı.


Başta Wellhausen olmak üzere Caetani ve Höhnerbach, Beni Hanife'nin riddesini şiddetle reddetmişlerdir. Wellhausen olsun Caetani olsun, Sümâme'nin tarafını tutan pek az bir topluluğun Müslüman olduğunu söylemişlerdir. Höhnerbach ise, bu konuda daha ileriye giderek, İslam tarihçilerinin, Hazret-i Muhammed'in şahsiyetini idealleştirmek için bütün Arabistan'ın ihtidasını onun eseri olarak göstermeğe çalıştıklarını iddia etmektedir. Höhnerbach'a göre, sonradan irtidad ve isyan hareketleri, islam tarihçileri tarafından Hazret-i Muhammed'in bütün Arabistan'a islâmiyet'i kabul ettirdiğini iddia maksadiyla uydurulmuştur (Höhnerbach a. g. e., S. 8 - 9); yoksa aslında Esed'lerin başbuğu Tuleyha, Beni Hanife'nin veftinde bulunan er - Reccal (veya er - Rehhal) ile Mücca'a, Temimlerden Malik bin Nüveyre daha başkaları Müslüman olmamışlardır. Ayrıca ilave etmeliyiz ki, İslami kaynaklar bütün Arap yarımadasını Hazret-i Muhammed devrinde dine girmiş göstermekten uzak kalmışlardır. Mesela Taberi tetkik edildiği zaman, Yemen, Bahreyn, Oman ve daha birçok yerlerde Müslümanlığı kabul etmeyen kabilelerin cizye vermek şartıyla Hristiyanlık, Musevilik veya Mecasilik gibi dinleri muhafaza ettikleri görülür. Arabistan yarımadası Hazret -i Muhammed' in hayatında, tamamiyle islamiyet'i kabul etmiş değildir. Fakat yarımadanın Hicaz'a en uzak bölgelerinde bile Hazret-i Muhammed'in dinini şeklen de olsa kabul etmiş topluluklar vardır. Böylece birçok bölgeler islamiyet'i benimsememekle beraber, İslam hakimiyetini kabul etmişlerdi. İşte Ebu Bekir bunların irtidad ve isyanına karşı onbir birlik teşkil etmek mecburiyetinde kalmış ve bunları yarımadanın en uzak bölgelerindeki isyân ve irtidadlara karşı yollamıştı.


Ridde'yi küçümsemek için Höhnerbach'ın sarfettiği gayret bizce boşuna olmuştur. Hazret-i Muhammed'in şahsiyetini idealleştirmek, onun daha hayatta iken, kurduğu binanın çöküntülere maruz kaldığını göstermekle olmaz kanaatindeyiz. İslam kaynakları onbirinci yılda Ebu Bekr'in başarmağa mecbur olduğu savaşları nakletmekle, yâni İslam'ı kabul etmiş olan kabilelerin çoğunun irtidad ettiğini ve İslamlık için büyük bir tehlike doğduğunu yazmakla hakikati ifade etmişlerdir. Tuleyha ve Malik bin Nüveyre gibi şahsiyetler için, Medine'ye gelerek İslâmiyet'i kabul ettiklerini beyan eden kaynaklar, Esved' in davet edildiği yeni dini reddettiğini; Secah' ın ve Hevze'nin Hristiyan olduklarını, Kisra'nın Hazret-i Muhammed'in dine davet mektubunu parçaladığını da yazmakta, hattâ Müseylime'nin Müslüman olduğunu kesin olarak iddia cihetine gitmemektedirler. Eğer Höhnerbach'ın iddiaları yerinde olsaydı, o zaman Hazret-i Muhammed'in bu en önemli düşmanlarının da islamiyet'i daha önce kabul ettikleri aynı kaynaklar tarafından iddia edilmek gerekirdi. Gene Höhnerbach' ın İslam tarihçilerinin bu peygamberlik taslıyanlara karşı tarafsız hareket edemediklerini ispat için verdiği bazı örnekler vardır. Bunlar Müslümanlar'ın mürtedleri fizik ve ahlak bakımından küçümsemeleri ve onlar hakkında tahkir dolu sözler sarfetmeleri gibi şeylerdir. Mesela Müseylime'nin Kezzab Mizahını taşıması, basık burunlu, saramuk, cüce olarak gösterilmesi; Tuleyha'nın Talha değil de Tuleyha olarak çağrılışı, "Allah düşmanı" sayılması, Müslimlerin "akıllı", mürtedlerin "aptal" kabul edilmesi ve birincilerin, ikincilerin yanında çok üstün tutulması, böylece bir ak - kara şemasının ortaya çıkması gibi örneklerdir. Böyle sıfatlar ve takma adlar hiç şüphesiz sonradan tarihçiler tarfından uydurulmayıp Tuleyha'nın ve Müeylime'nin yaşadığı tarihlerde Müslümanlar tarafından bunlara verilmiştir. Gene pek iyi bilinir ki, Araplar' da bu derece düşmanlık olmadan bile karşı tarafa adlar ve lakablar verilirdi. Mesela Hâlid, Yemâme savaşını bitirip Müccaa'nın kızı ile evlendikten sonra Ebu Bekir'den, Ömer bin Hattab'ın teşvikiyle, ağır bir mektup aldığı zaman, "Bu o solağın (= Uaysir'in) işidir" demişti. Gene Esedler, Gatafanlar vesâir kabileler dinden dönünce "Biz o sıska deve yavrusunun babasına (=Ebu Fasil'e) zekat vermeyiz" demişlerdi. Konumuzla ilgili olan bu küçük misâller de bize gösteriyor ki, kaynaklar, bazı hususlarda tarafsızlıklarını muhafaza edememekle beraber, biraz önce bahsettiğimiz küçültücü isim ve sıfatları kullanırlarken tarafgir olmaktan bir hayli uzaktırlar.


Aynı konuda Caetani'de '" Yemâme'nin hiçbir zaman irtidad etmiş sayılamıyacağını, Beni Hanife ile yapılan Akraba savaşının ise, sırf Hâlid'in fetih arzularından doğmuş olduğunu ileriye sürmektedir. Bir de şimdi Höhnerbach' ın yayınlamış olduğu Vesime'nin Kitab ür Ridde'sine bakalım Birinci derecede bir kaynak olan bu kitab belli bir gayeyi hedef gütmeksizin tek tek şahıslara ait, parça parça bilgileri içine almaktadır. Biz bunlardan Yemâme'nin irtidadı ile yakından alâkalı olan bazılarını hemen göstermeği yukarıda adları yazılı orientalistlerin iddialarına bir cevap teşkil edeceği düşüncesiyle faydalı bulduk (Höhnerbach, Vesime S. 13 / 55): "El- Sa'b bin Osman el-Suheymi el - Yemami, büyük bir başkan olup hayli yaşadı. Cahiliyye devrinde Hire hükümdarlarından el-Numan bin ül-Münzire'in katına çıktı. Sonra İslâmiyet geldi, bu zat Müslüman oldu. Müseylime peygamberlik iddia edince bu zat kavmine irtidad etmemeleri için nasihat etti." 

(S. 13 /55): "El-Batin bin Abdullah el-Hanife. Hanife kabilesindendir. Müslüman olmuştur. Peygamberin ölümünden sonra dininde sâbit kalmıştır." 

(S. 14 /55): "Suhbân bin Şems bin Amr el-Hanefi el-Yemâmi. Hanife kabilesi Müseylime ile birlikte (!) irtidad ettikleri zaman onun hakkında Vesime bir hikâye anlatmaktadır. Bu zat Ebu Bekr'e şöyle bir mektup yazmış : "Halk burada üçe ayrılmıştır. Birinci kısım doğru yoldan ayrılmış kâfirlerdir, ikinci kısım haksızlığa uğramış müminlerdir, üçüncü kısım ise üzüntü içinde kalan müteredditlerdir. Bu zat aynı mektupta şu beyti de söylemektedir: Ben Sıddık'a suçsuz olduğumu bildirir, yalancı Müseylime'nin uydurdukları şeylerden dolayı özür dilerim. Müslümanlar bu mektubu aldıkları zaman çok sevindiler, şairleri de bu zat hakkında şu beyti söyledi: Suhbân bin Şems çok iyi bir insandır; o, kavmi arasında soyu yüksek, dini sağlam bir insandır."

(S. 14 /55): "Abdurahman bin el Mutarrah el- Hanefi. Cahiliyye devrinde yaşamış, Yemâme halkı irtidad ettiği zaman Müseylime'ye ve kendi kavmine karşı gelmiş ve Ebu Bekr'e mektup yazarak, onların suçlarını kendisine anlatmıştır."


(S. 15/56): "El- Sâ'ib bin Katâde el-Hanefi el- Yemami. Bu zat Yemâme savaşlarında esir edilmiştir. Çok yaşlı idi. İslam dininde sabit kaldı ve Müseylime ile (!) kavmini irtidad etmekten mene çalıştı. Hâlid bin Velid kendisini görerek. esaretini affetti. Bu şahıs büyük bir şeyh idi.


(S. 15/56): "El-Heysem el-Hanefi. Bu da İslâmiyet'de sabit kaldığını ispat eder mahiyette bazı şiirler yazmıştır. Heysem, Hâlid bin Velid ordusu tarafından esir edilmiş ve bu hususta şu beyitleri söylemiştir: Acaba Hâlid bizi yalancı, sarı adamın suçundan dolayı öldürecek midir? Biz Peygamber'in dinini bırakmadık, ne de onu terk ederek geriye döndük."


S. 21 / 63: "Muccet'a bin Mürrare el - Hanefi el-Yemami. Hanife kabilesi başkanlarından olup Peygamber'in huzuruna gelmiş, ona biat etmişti ve Yemâme gününde esir edilenlerdendir."

S. 13 / 53 : "Sümame bin Usal bin el-Numan bin Seleme...el-Hanefi el-Yemâmi. Bu konudaki haberi Buhari'den alan Vesime (Not 150'deki bilgiyi aynen kaydettikten sonra) İbni İshak'ın bu konudaki şu rivâyetini de kısaltarak ilave etmektedir: Sümâme Yemâme halkı irtidad ettiği zaman kendisi dininde sâbit kaldı ve halka şöyle vâzetti: "içinde ışık olmıyan karanlık bir işten çekininiz! Bu karanlık işe başlamış olanlara, Allah'ın göndermiş olduğu bir kötülüktür ve içinizden bu yola sapacak olanları da ayni akibet beklemektedir. Onlar Sümâme'yi dinlemeyip Müseylime'yi takip etmeğe karar verince, Sümâme de bunlardan ayrılmaya karar verdi. Tam bu sırada el'Ala bin el-Hadrami refakatindekilerle birlikte Bahreyn'e Hutam'ın idaresindeki mürtedlere doğru gitmek üzere Yemâme civarından geçmekte idi. Sümâme bunu haber alınca kabiledaşlarına şöyle dedi: Bu yenilik taraftarı olanların yanında daha fazla kalmak istemiyorum. Gerçekten Allah onları mukavemet edilemez bir kötülükle vuracaktır. Gayelerini bildiğim ve şimdi tam buradan geçmekte olan ve Müslüman olanlardan geri kalmamak, onlarla birlikte gitmekten başka birşey istemiyorum. Bunun üzerine Müslümanlarla birlikte el-Aldnın yardımcısı olarak yola çıktı, Beni Hanife'nin el-Alâ'ya yardım ettiğini duyan düşman ordusu sarsıldı. Sümâme el-Ala ile birlikte el-Hutam'a karşı savaşa katıldı.... ve sonunda satın aldığı bir ganimet hırkasını giymiş olmasından dolayı düşmanın askerlerinden birisi onu şehit etti."


16 /58: " (İnıeyr b. Dabi el - Yeşkuri. Sadıklardan ve kabile şeflerinden biridir. Hâlid ona Kureyş'lilerden olsaydın, Halife olacak adamdın demiş ". 


S. 17 / 58: "Muhriz bin Katade bin Meslemet el-Hanefi. Yemâmelilere demiş ki, suphan Allah, sizin durumunuz ne kadar acâip. Bir peygamber sizi dine soktu. Bir yalancı ise ondan çıkardı. Vallahi o hayatta olsaydı basık burunlu yalancı sizinle bu oyunu oynıyamazdı. Sizin için azaptan korkuyorum. Bunun üzerine mürtedler ona dediler ki, biz seni babanın hatırı yüzünden affediyoruz. Çünkü o bizim başbuğlarımızdandı".


S. 18/60: "Mu'ammer bin Kilâb el - Zimmâni. Müseylime'ye (!) ve Beni Hanife'ye Ridde'ye sapmamaları için vâzeden adamdır. Sümâme'nin komşusu idi. Tavsiyelerini dinletemeyince Medine'ye doğru yola çıkmış fakat Sümâme onu geri çevirmiştir".


Konumuzdan uzaklaşmamak için, yukarıdanberi verdiğimiz misâllere daha pek çok ilâveler yapmaktan vazgeçiyoruz. Herbiri dikkatle gözden geçirildiği zaman görülüyorki, Caetani'nin ve diğer orientalistlerin Beni Hanife'nin irtidad etmediklerini, çünkü bunların esasen islâmiyet'i kabul etmemiş bulundukları yolundaki iddiaları her hâlde haklı görülemez. Bilhassa Suhbân bin Şems'in mektubundan halkın üç kısma ayrılmış olduğunu, bir kısmının tereddüt içinde bulunup bir kısmının dinden döndüklerini, üçüncü kısmının ise sadık kaldığını öğrenmemiz, Yemâme'deki Müslüman sayısının hiçte küçümsenmiyecek bir topluluk teşkil ettiğini açıklamamıza yardım etmektedir.


H-Müseylime ile savaş ve Müseylime'nin öldürülmesi:


11.nci Hicret yılında Ebu Bekir halife seçilince, Habib bin Abdullah el-Ensariyi, Beni Hanife'deki irtidada mani olmak için Yemâme'ye elçi olarak gönderdi. Bu zat, Beni Hanife ileri gelenlerinin önlerinde Kur'anı okudu ve ateşli hitaplarda bulundu. Fakat Müseylime onu öldürttü. . Bundan sonra Ebu Bekr Sümâme'ye yardımcı olsun diye İkrime'yi bir miktar kuvvetle Yemâme'ye yolladı ise de, bunun da tesiri olmadı. Arkasından Şurahbil bin Hasene'yi gönderdi.


Şurahbil gelmeden önce, İkrime şeref ve şöhret kazanmak ümidiyle acele edip Müseylime üzerine yürüdü. Fakat Yemâmeliler onu bozguna uğrattılar. O da çekilip gitmek zorunda kaldı. Şurahbil de aynı şekilde Ebu Bekir'den, yeni bir emir alıncaya kadar yerinden ayrılmamasını bildiren bir mektup aldı. Fakat o da şeref peşinde koştuğundan İkrime gibi emre itaat etmeyerek Müseylime'nin üzerine saldırdı ve bozguna uğradı.


Bu sırada, Butah savaşını kazandıktan sonra öldürttüğü Malik bin Nüveyre'nin karısı ile evlenmesi yüzünden suçlu duruma düşmüş bulunan Halid Medine'ye gelmişti. Ebu Bekir onun suçunu affedip kendisini, Ensâr ve Muhacir'lerden meydana getirdiği kuvvetlerin başkomutanlığına tâyin ederek Müseylime ile savaşması için Yemâme'ye yolladı. Müseylime, Halid'in yaklaşmakta olduğu haberini alınca, Akraba' da ordugâh kurdu ve seferberlik ilan etti. Bu esnada Mucca'a bir takım şahsi sebeplerden dolayı, Mâlikler'den ve Temimler' den öç almak için, küçük bir birliğin başına geçmiş ve yola çıkmıştı,


Zeyd ile Ebu Huzeyfe'yi ordusunun sağ ve sol kanatlarının başına geçirmiş bulunan Hâlid yanında Şurahbil de bulunduğu halde savaş alanına doğru ilerledi ve el- Urd'da konakladı. ikiyüz kişilik bir birlikle gece baskını yaptırdı. Bunlar başlarında Muccâ' a bin Murrare el - Hanefi bulunan bir birliği uykuda iken esir aldılar ( İbni Sa'd, Tabakat, V., S. 400). Esirler Hâlid'in yanına getirlince onlardan İslamlar'a sığınmak üzere mi yola çıktınız"? diye soruldu. Bunlar mertlik gösterip hakikati söylediler. Hâlid de bunların kendisine sığınmak maksadiyle yola çıkmadıklarını öğrenince Muccâ'a'dan başka hepsini öldürttü ve Akraba'ya gitti.


Bu konuda Ebu Hüreyre'nin verdiği haberlere, İbn İshak şunları ilave etmektedir: Esir edilenler ertesi gün Halid'in karşısına çıkarıldılar. Halid onlara, "ey Hanife oğulları! Siz bu hususta ne düşünüyorsunuz" diye sordu. Onlar, "Sizde bir peygamber, bizde bir peygamber" diye cevap verdiler. İşte bu söz üzerine Hâlid, onların başlarını vurdurdu. Hâlid sadece Mucca'a 'nın, "Ben Müseylime'nin akrabası veya adamı değilim. Resulullah'a gittim. Müslüman oldum. Ondan sonra ne değiştim, ne değiştirdim" demesi üzerine, onu zincirlerle köstekleyip komutanhk çadırındaki karısı Ummü Temim' e teslim etti. Sonra Yemame'ye bakan bir kum tepesinin üzerine ordugâh kurdu. Sağ ve sol kanatlarının başına Muhakkim ile Reccan geçirmiş bulunan Müseylime ise Hanife oğullarına, "Yenildiğiniz takdirde kadın ve kızlarınız esir edilip tahkir edileceklerdir; bugün şerefinizi ve kadınlarınızı korumak için savaşınız" diye onları iyi savaşmağa teşvik ediyordu. Nihayet iki ordu karşılaştı. Peygamber'in sohbetinde bulunup Bakara sûresini ezberledikten sonra, irtidad eden ve Müseylime'nin en yakın dostu hâline gelen El Reccâl de öncü kuvvetlerin başında ilerliyordu.


Bir ara Hâlid, Hanifeliler arasında kılıç parıltıları gördü ve Beni Hanife arasında anlaşmazlık çıktığını zannederek sevindi ise de esir Muecâ' a bunun bir anlaşmazlığı ifade etmediğini, Hanifeliler'in yumuşatmak için kılıçlarını güneşe tuttuklarını açıkladı.


İki taraf savaşa katıldıktan bir müddet sonra Müslümanlar geri çekilmek mecburiyetinde kaldılar. Hâlid çadırını hattâ eşini bile bırakarak geri çekildi. Hanifeliler onun çadırına girdiler. Eğer "Yemâme Muccâ'ı" adı verilen Muccâ'a bin Murrare, İlmmü Temim'i himâye etmese idi, Hanifeliler onu öldüreceklerdi. Yemâme'liler canlarını öyle heder edercesine çarpışıyorlardı ki vaktiyle Peygamber'in amcası Hamza'yı öldürmüş olan Vahşi bin Harb bile onların bu kahramanlıklarını şu sözlerle açıklamaktan kendini alamamıştır: "Ölüme Müseylime'nin adamları kadar sabırlı ve tahammüllü kimseyi görmedim"


İbni Sa'd'a göre (Tabakat, VII., 2., S. 136 v. öt.) Müslümanların bu geri çekilmeleri iki veya üç defa tekrarlanmıştır.


Hâlid savaşın yenilgi ile sonuçlanmasından fena hâlde endişeye kapıldığından Ensâr ve Muhacirlerin de tekliflerine uyarak zaafın nereden geldiğini anlamak maksadiyle askerlerini göçebe ve şehirli olmak üzere ikiye ayırıp öylece savaşmağa başladı.


Savaş o kadar şiddetli ve her iki taraf için öylesine ölüm kalım savaşı oldu ki, göçebelerin mi yoksa şehirlilerin mi daha iyi çarpıştığı fark edilmedi. Müseylime'nin en önemli ve kahraman komutanı mukavemet edebilmek için askerlerine "Hadikat ür - Rahman" adı verilen (sonradan Hadikat ül - Mevt adı verilmiştir) etrafı çevrik bir bağın içine girmeleri emrini verdi. Müseylime de bu bağa sığınmıştı. Müseylime öldürülmedikçe, savaşın sona ermeyeceğini anlıyan Hâlid, düşman kuvvetlerinin arkalarının bırakılmaması emrini verdi. Müslümanlar arasında o günün parolası "Ey Bakara süresinin sahipleri"idi.


Büyük bir şiddetle "Rahmanın bahçesi" ne saldıran Müslümanlar, surlardan dolayı Müseylime ile karşılaşamıyorlardı. Bu arada el - Berâbin el - Malik kendisini bağın surlarından aşağıya attırıp çarpışa çarpışa sarun kapısına vardı. Kapıyı müslümanlara açıp onları içeriye aldıktan sonra tekrar kapayıp anahtarı dışarı fırlatıp attı. İşte burada islamlar için hattâ islâmiyet için bir ölüm kalım davası görüldü. Bu arada biri yüksek sesle "Siyah bir köle Müseylime'yi öldürdü" diye bağırdı ".


Müseylime'nin öldürülmüş olması Beni Hanifelilerin cesaretlerinin kırılmasına ve sonunda savaşı kaybetmelerine vesile oldu. Müslümanlar değerli hafızlarından birçoğunu bu savaşta kaybettiler (Ebu'l-Fidâ, Tarih, I., S. 166) Ebu Huzeyfe, Sabit bin Kays, Zeyd bin Hattab gibi kahramanlar da bu arada şehit düşenler arasında bulunmakta idiler. Buna karşılık el- Muhakkim bin Tufeyl, el - Reccal bin Unfuva gibi Müseylime'nin en önemli komutanları, Müseylime'den önce öldürülmüşlerdi. Bu savaşta müslümanlar Hadikat ül-Mevt'de 7000 kişi katlettiler. Bir kısım Hanifeliler de bağdan kaçıp kalelere sığındılar.

Müseylime'yi kimin öldürmüş olduğu tarihlerde kesin olarak belirtilmemiştir. Eski tarihler araştırıldığı zaman birçok kimselerin Müseylime'nin öldürülmesine bizzat iştirak etmiş olmak gayretini güttükleri görülür. Bu durum bize şunu gösterir: Düşman islamiyet için o derece kuvvetli ve ürkütücü idi ki, savaşta bulunanlar onu yok etmenin şerefini bir türlü paylaşamamışlardır. Aşağıya aldığımız misâller bunun bir delili sayılır: Taberi (arap., III., S. 245 - 50) Müseylime'yi katledenin Vahşi olduğunu, ayrıca Ensâr'dan bir adamın onu vurarak öldürmeğe iştirak ettiğini kabul eder. Belazari' de (Arap., S. 96) de rivâyetler çok farklıdır ve mesela sırasiyle şöyledir: 1) Onu Haddâş , yarli Beni Âmir bin Luey'lerden biri öldürdü. Bunun râvii gene Beni Âmr bin Luey'lerden olduğu için bu şerefi kendi kabilesine tahsis etmek gayesini gütmüş olsa gerektir; 2) Onu Sehhak bin Hareşe öldürdü. Biraz sonra Sehhak şehit edildi; 3) Habib bin Zeyd'in kardeşi Abdullah bin Zeyd bin Asım onu öldürmüştür. Zira bir rivâyete göre Müseylime Habib'in iki kolu ile iki bacağını kestirmişti; 4) Habeşli Vahşi bin Harb de Müseylime'yi öldürmüş olduğunu iddia etmekte ve bu konuda şu sözleri söylemektedir: " İnsanların en iyisini (Peygamber'in amcası Hamza) ve en kötüsünü öldürdüm". Belazüri başka bir rivayeti naklederken, yukarıda adları geçenlerin müştereken Müseylime'yi öldürdüklerini, hattâ Emevi'ler bile onun Muaviye tarafından katledildiğini iddia etmektedirler, demektedir. İbni Haldan ( İber, II., 2., S. 75), Ebu'l-Fidâ (Tarih, I., S. 166), İbni Sa'd (Tabakat, VII., 2., S. 136 - 7) ve Muir (a. g. e. S. 44) onun Vahşi tarafından ve Hamza'yı öldüren mızrakla öldürülmüş olduğunu kabul etmektedirler. Biz de İbni Sa'd'ın bu kaydını esas tutarak onun Vahşi tarafından öldürülmüş olduğunu kabul etmek zarureti karşısındayız. Bu savaşta biraz mübalağalı da olsa 40.000 kişilik Yemâme ordusu (Caetani, IX, S. 24'de bunu 10.000 kabul eder) bütün kuvvetlerini harcayıncaya kadar şeref ve bağımsızlıkları uğrunda çarpışmıştır. Müseylime son nefesini verinceye kadar, "Ey Hanife oğulları şerefiniz için, asaletinizi korumak için çarpışınız", diye ısrarla tekrarlamaktan geri durmamıştır.


Akraba yahut Yemâme savaşının vuku bulduğu tarih, bazı yazarlara göre Hicri 11., bazılarına göre ise 12. yıldır. İbni Sa'd (Tabakat, III., 1, 274 - 5) bu savaşın 12. yılda olduğunu, Zeyd bin Hattab'ın şehit düştüğü yılı yazmak suretiyle belirtmekte, Belazuri de (Fütuh, S. 101) bunu teyid etmektedir. Zeheb (Tarih ül - İslam, I., S. 259) Ebu Ma'şer'in bu savaşı 12. yılın Rebiülevvel ayında, Vâkidi ve daha başkalarının gene 12. yılda cereyan ettiğini kabul ettiklerini kaydettikten sonra, kendi kanaatine göre bu savaşın 11. yılın sonlarında başlayıp 12. yılın başlarında son bulmuş olmasının muhtemel bulunduğunu belirtmektedir. El- Nevevi (Tehzib el- Esma, S.95) Halid'-in Müseylime üzerine komutan tâyin edilmesi tarihinin 11. yılda olduğunu kaydetmiştir. Her halde Zehebinin ve Caetani'nin tahmin ettikleri gibi hadiseler 11. yılın sonlarında başlayıp 12. yılın başlarında sona ermiş olmalıdır.


Bu savaşta her iki tarafın kaybettiği insan sayısı da savaşın yapıldığı tarih gibi kesinlikten uzaktır. Mes'udi (Et - Tenbih, S. 223) Yemame'de ölen Müslüman askerlerin sayısının 1200 oduğunu, Taberi, Ensâr ve Muhacirlerden topyekan 600 kişinin şehit düştüğünü, Belazûri 1700 veya 1200 Müslüman askeri zâyi olduğunu kaydetmektedirler. Beni Hanifenin kayıpları ise daha çok idi. Taberi, Akraba'da 7000 Hadikat ül - Mevt'de 7000, sonra tâkipde de 7000 kişinin öldürülmüş olduğunu kaydetmektedir. İbni Sa'd (Tabakat, III , 1., S. 274 - 5), Ebu Meryem'e atfettiği bir rivâyette, Beni Hanife'den 14.000 kişiden fazla insan kayıp olduğunu zikretmektedir.


İ- Yemâmelilerle barış:


Bu büyük savaş sona erip de Müseylime'nin öldürüldüğü haberi yayıldığı zaman Hâlid bin Velid, Yemâmeli Muccâ'a'yı çağırttı. Muccâ'a zincirler içinde idi. Savaşta ölmüş bulunanlar arasında Müseylime'yi arayıp bulmak üzere savaş meydanında dolaşmaya başladılar. Nihayet Hâlid uzun boylu ve güzel yüzlü birinin önünde durdu ve " İşte peygamberiniz budur" dedi. Muccâ'a onun Muhakkim bin Tufeyl olduğunu söyleyince bağa girdiler; Muccâ'a sıska ve burnunun ucu çok kalkık birisinin önünde durarak, "Sizi uğraştıran adam işte budur" diyerek Müseylime'yi gösterdi. Hâlid ona: "Sizi kendisine itaat ettirerek bunca işleri yaptıran adam bu mudur? diye sordu. Muccâ'a, "Ey Hâlid, iş dediğin gibi oldu. Tanrıya and içererek bu savaşa askerin henüz öncülerinin acele olarak katılmış olduğunu, asıl kuvvetlerin ve halkın çoğunun kalelerde bulunduğunu temin ederim" dedi. Hâlid bu söz üzerine biraz şaşırdı. Muccâ'a onu, tekrar yemin ederek, hem söylediklerinin doğru olduğuna hem de kavmi adına barış yapmaya ikna etti. Halid de ona, Beni Hanife'nin ellerinde bulunan bütün gümüş, zırh ve esirlerin yarısının Müslümanlara bırakılması şartıyla bu teklifi kabul edeceğini söyledi. Muccâ'a, Halid'den barışın şartlarını bildirmek üzere Hanifelilerin yanına gitmek için izin istedi. Kaleye girdikten sonra ne kadar genç kadın varsa, onlara silâh kuşatıp zırh giydirerek kalelerin burçlarına çıkmaları emrini verdi ve tekrar Hâlid'in yanına dönüp kalede bulunanların yapılan barış tekliflerini kabule yanaşmadıklarını bildirdi. İbni İshak'a göre Hâlid yeni bir anlaşma ile esirlerin dörtte birini alıp diğer dörtte birinden vazgeçerek barışı kabul etti.


Muccâ'a, Beni Hanife'ye de bu andlaşmayı kabul ettirmişti. Çünkü Seleme bin Umeyr onlara kalenin çok sağlam olduğunu ve bol miktarda yiyecek bulunduğunu kışın da yaklaşmakta olduğunu söyliyerek, böyle ağır şartları kabul etmemeği tavsiye etmişti. Fakat Hâlid'i yakından tanımak fırsatını bulan Muccâ'a, onun gazabından kabiledaşlarını korumak için bütün gücü ile çalışıp Hanifelilere barışı kabul ettirmeğe muvaffak olmuştu.


Bundan sonra Hâlid Muccâ'a'ya, kızını kendisine vermesi talebinde bulundu ve bu teklifinde israr etti. Muccâ'a da kızını vermek mecburiyetinde kaldı. Bu kadar büyük başarılar kazandığı hâlde, Ebu Bekir, onun bu evlenmesini hoş karşılamadı. Ona şiddetli bir dille şunları yazdı : "Sen kadınlarla evlenmekten kendini alamıyorsun; hâlbuki evinin etrafında 1200 Müslümanın kanı akıyor". Hâlid bu mektubu okuyunca, Ömer ibn-i Hattab'ı kast ederek "Bu Uaysir'in (solağın) işidir" dedi. Ebu Bekir'e Hanifelilerden heyetler tertip edip gönderdi. Konak yerini de Ebaz'dan Vaber'e taşıdı. Böylece Yemâme meselesi halledilmiş ve Arabistan' ın bu önemli bölgesi de İslâmiyet'e kesin olarak kazanılmış ve Medine'ye bağlanmış bulunuyordu.



J. Müseylime'nin doktrini:


Müseylime'nin doktrini hakkında bize az da olsa bilgi vermeğe yarıyan kaynaklar mevcutsa da, bunların bazıları birbiriyle tezad halinde bulunan haberleri ihtiva etmektedir. Mesela: İbni Sa'd (Siret, Wellhausen, a. g. e. IV., S. 115), İbni Haldûn ve Taberi ile İbni Hişam aynı konuda birbirine tamamen zıt rivâyetleri sıralamaktadırlar. Bu yüzden elimizde bulunan bu ana kaynakların verdikleri haberlerin mümkün mertebe doğru olanını yanlış olanından ayırmak gibi çok güç bir iş ile karşı karşıya bulunmaktayız. Müseylime'nin vahy olduğunu iddia ettiği sözlerinden hanların kaynaklar bize kadar intikal ettirmişlerdir. Ancak bu gûya vahiylerin hangilerinin hakikaten Müseylime tarafından söylenmiş olduğunu hangilerinin raviler tarafından sonradan onun ağzına yakıştırıldığını ayırt etmek bugün bizim için hemen hemen imkansızdır. İşte şimdi bize kadar gelmiş olan bu Oya vahiylerle, aralarındaki tezatları yukarıda işaret etmiş olduğumuz bilgilerden, Müseylime'nin doktrini hakkında bir fikir edinmeğe çalışacağız.


Hevze bin Ali'den sonra siyasi iktidarı eline geçiren Müseylimetül - Kezzâb, elde ettiği bu siyasi nüfuz ve kudreti, Hazret -i Muhammed'i örnek tutarak, dini bir otoriteyle de takviyeye kalkıştı ve evvelce de söylediğimiz gibi âyet adı altında bir takım seci'li sözleri yanyana dizmeğe başladı. Bunların kendisine vahy edilen Kur'an olduğunu ilan etti. Bir takım dini kaide ve düsturlar koydu. Kur’an dilini taklid eden Müseylime, Müslüman namaz sistemine benzer bir sistem de kurmuş, hattâ Kabe gibi bir de harem bölge (yasak bölge) ihdas etmişti. Buna muhalefet edenleri de sorumlu tutmuştu. Halbuki, ravilere göre Yemâme haremi, Hicaz'ın haremine benzeyememiştir. Harem içinde kalan bazı obalar bolluk yıllarında Yemâme'nin meyvelerini yağma edip Haremi depo haline getirmişler, takip edildiklerini anlayınca da kaçıp hareme sığınmışlardı. Bu hal devam edince ahâli Museylime'den buna engel olmasını istemeğe mecbur kalmıştı. Müseylime bunun için gökten gelecek emri bekliyeceğim diyerek, onlara ona vahiy olan şu sözleri söylemiştir: "Karanlıkları basan gece, siyah kurt ve yaşına basan çatal tırnaklı hayvan adına and içerek Useyyid'lerin, haremin hürmetini çiğnememiş olduklarını teyid eylerim" Halk ona, "Haram olan malları helâl saymak ve halkın mallarını yağma etmek, tahrip etmek haram değil midir ?"diye sorunca o, yeni bir vahiy beklemişti. Yeni gelen vahiy de, birincisinin hemen hemen ayni idi: "Gece ve geceleyin çok gezen kurt adına and içerek Usseyyid'lerin yaş hurma ağaçlarını kesmediklerini" teyid ediyordu. Halk yine şikâyetlerinin bir gerçeği ifade ettiğini ısrarla söyleyince, Müseylime bu defa onlara vahiy diye şunları söyledi: "Beni Temim esir edilmemiş hakir düşmemiş, temiz bir kavimdir. Onlara iğrendirici ve hoş olmayan bir şey isabet etmez. Biz sağ olduğumuz müddetçe onlara, iyliklerde ve bağışlarda bulunarak komşuluk edeceğiz, onları herkesin tecavüzünden koruyacağız. Bizden sonrada esirgiyen Tanrı onları korur" (Taberi tür. ter., III., S. 144 - 5).


Müseylime Secâhla karşılaştığı zaman, ona vahiy adı altında şu sözleri söylemişti: "... salih insanlar uyumadan geceleri ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutların ve yağmurların kuvvetli Tanrısı için oruç tutarlar". Gene onun Beni Hanife için söylediği şu sözler dini prensipleri hakkında bize bilgi vermeğe yardım etmektedir: "Ben yüzlerinin güzelliğini, ten ve vücutlarının saflaştığını ve ellerinin tertemiz olduğunu gördüğümde, onlara şu emri verdim: Siz kadınlara yaklaşmıyacak ve şarap içmiyeceksiniz. Siz hayırlı ve salih bir topluluksunuz. Bir gün oruçlu, bir gün zahmetli ve yorucu işlerle meşgul olacaksınız. Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, o dirilme zamanı geldiğinde acaip bir şekilde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O, sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir; insanların çoğu bu yüzden ziyana uğrar ve lânete katlanırlar'"


Kendisine Rahman adını vermiş bulunan Müseylime'nin cinsi bakımdan çekimser olmayı teşvik ettiğini de taraftarlarına verdiği bazı emirlerden anlamaktayız. O bir erkek çocuğu bulunan erkeğin, karısına yaklaşmasını yasak etmişti. Müseylime çiftçilikle uğraşan kavmine onun anlıyacağı kavramlarla hitap etmiştir: "Renkleri siyah olduğu hâlde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine andiçerim ki...." veya "Tohum ekerek, ekin yetiştirenler, ekinleri biçenler, buğdayları savuranlar, sonra öğütenler, onlardan ekmek yapanlar bu ekmeleri ufak ufak doğrıyarak et suyunda ıslatanlar ve bunların üzerine sâde yağ dökerek yiyenler şerefine andiçerek temin ederim ki, siz hayvan besliyerek çadırda yaşıyanlardan daha meziyetlisiniz. Binalarda yaşıyanlar da size üstün gelmediler. Mahsuldar yerlerinizi koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız" 


Yukarıdanberi örneklerini verdiğimiz Müseylime'nin güya ayetleri, onun iktidar mücadelesinde rakibi bulunan Sümâme bin Usâfin arkadaşı Usâl el - Hanefi tarafından naklolunmuştur. Buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere, Müseylime riyâzet sahibi, oruca kıymet veren, şarap içmeği meneden kaideler koymuş bir insandı. Gene onun tek ve görünmiyen bir Tanrı adına konuşt ğunu, cennet, sevap, tekrar dirilme, hardal tanesi ve hayat gibi dini mânada yükseltilmiş tâbirler kullandığını da görüyoruz. Vsal'in Seyf yoluyla intikal eden bu rivayetlerinin tam aksine İbni İshak ( İbni Hişam, IV.S. 222), Müseylime'nin içki ve zinaya helal kılmış olduğunu, namazı kaldırdığını ve Beni Hanife'nin bu yolda ona uymuş olduğunu söylemektedir. Fakat İbni İshak'ın bu rivâyeti, elimizde bulunan diğer kaynakların verdikleri oldukça geniş bilgiler ile büyük bir tezad teşkil ettiğinden hemen hiçbir değer taşıyamamaktadır. İbni Hubeyş 'in Zühri'den naklettiği, Belâzuri, Taberi ve İbni Haldun'un da teyid ettikleri bir cihet var ki, o da Müseylime'nin müezzinler kullandığı cihetidir.


Müseylime müezzinleri vasıtasiyle taraftarlarını namaza çağırdığına göre namazı kaldırmış olamaz. Şu halde, zina ve şarabı mübah kılmış olması da imkansız görünmektedir. Esasen onun vahy adı altında yukarıya aldığımız sözlerinden riyâzet sahibi olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Müseylime'nin birkaç müeezzin kullandığı görülmektedir. El-Reccâl'in de bunlardan birisi olup Müseylime'nin peygamberliğine tanıklık ettiğini Taberi (Türk. ter., III., S. 143) ve İbni Haldun ( İber, II., 2., S. 75) yazmaktadırlar. Ayrıca Abdullah bin Nevvâha (Wellhausen, a. g. e. VI., S. 17'de Nevvâha ile Hüceyr ayni kimse olarak gösterilmiştir) ve Hüceyr bin Vmeyr de onun müezzinlerindendirler. Belazuri'de (Tür. ter., I., S. 148) ve İbnül - Esir'de (El - Kamil, S. 274) Hüceyr ezan okuduğu zaman "Müseylime'nin kendisini Tanrı elçisi diye iddia etmekte olduğuna tanıklık ederim" diye seslendiğini, Müseylime'nin de ona "Ey Hüceyr! Fasih konuş" dediği kayıtlıdır. İbni Hübeyş'de ise Hüceyr'in Hanifelileri ilk defa namaza çağırdığı zaman: "Tanrı'dan başka Tanrı olmadığına tanıklık ederim, Muhammed Tanrının elçisidir ve Müseylime...." deyip burada durduğu, nihayet Muhakkim'in ona "Çabuk ol Hüceyr!" diye bağırdığı ve bu sözün Araplar arasında bir tabir haline geldiği kayıtlıdır.


Orientalistler, bilhassa Wellhausen, Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'i örnek tutmadığını ileriye sürmektedirler. Wellahausen'a göre (Skizzen, VI., S. 19) Müseylime, Secah ve diğer peygamberlik iddia edenlerin tarih sahnesine çıkmalarındaki sebeb, Mekke ve Medine'de islamiyet'i meydana getiren sebeple aynıdır. Halbuki, Müseylime, İslam dinindeki prensiplerin hemen hemen aynını, belki biraz da Yemame'nin yabancı bulunmadığı Hristiyanlık'tan aldığı ilhamlarla zenginleştirerek, kendi kurmak istediği dinin içine almıştır. Günde üç defa namaz kılmak, oruç tutmak, şarap içmemek gibi kaideler bunu göstermektedir. Ayrıca müezzinler vasıtasiyle namaza davet usulü de her halde islâmiyet'ten örnek alınarak kabul edilmiş bir sistemdir. Wellhausen (Skizzen, VI., S. 17) ve Caetani, müezzin kelimesini burada Arap tarihçilerinin kolayına geldiği için Müseylime'nin dinindeki bir din memuru hakkında kullandıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu değerli orientalistler, müezzinin ödevlerini hiç göz önünde tutmamış olacaklar. Halbuki, Taberinin, İbni Hubeyş'in ve diğer tarihçilerin yukarıya aldığımız misalleriyle El - Reccal, Hüceyr ve diğerlerinin tıpkı Müslüman müezzinler tarzında iş gördüklerini açıklamış bulunuyoruz. Hazret -i Muhammed'den önce ibadete bu şekilde bir davet mevcut olmadığına göre, Müseylime'nin Hazret-i Muhammed'i bu yolda da örnek tuttuğu elbette inkar edilemez bir gerçektir. 



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)

Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK

17 Mayıs 2023 Çarşamba

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-11


SOSYO-KÜLTÜREL VE İKTİSADİ YAPI



Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma ve Sosyoekonomik Yapı 


a. İktisadi Hayat


Dokuzuncu ve onuncu asır boyunca, Abbasi imparatorluğunda ticaret ve endüstrinin gelişmesiyle aşırı kabul edebileceğimiz, sosyal ve iktisadi temele dayanan problemler ortaya çıktı. Bu problemlerin ilk belirtisi, Mezopotamya'nın tuz bataklıklarında çalışan köle zencilerin isyanı idi. 279/892'de ise ortaçağ İslam dünyasında Karmati suikastlarının haberleri duyuldu. Bu tür haberlerin en eski kaynağı olarak kabul edilen Taberi'nin verdiği bilgilerle olayın gerçek yönünü anlamamız güçtür. Buna rağmen yine müellif tarafından verilen bilgiler doğrultusunda hareketin başlangıcındaki sosyal tabanı hakkında bir takım bilgilere ulaşmaktayız. Buna göre, hareket ilk etapta köylü ve ziraatle uğraşan kitlelerde taban buldu. Daha sonraki dönemlerde ise hareketin dayandığı taban bölgelere göre bir takım değişiklikler göstermiştir. Hareketin başlangıç ve sonraki dönemlerdeki sosyal tabandaki değişiklik, öğretilerinin de aynı şekilde dönemlere göre farklılık göstermesinin bir sonucudur. Karmati propagandasıyla iktisadi yapıda da ilk ve sonraki dönemde bir takım farklılıklar göstermektedir.


Karmati-İsma'ili grupların uyguladıkları ekonomik sistemi iki döneme ayırmak mümkündür. Birinci dönemde daha çok hareketin propagandasının yapılabilmesi için gerekli olan kaynağın sağlanması amacıyla yapılan uygulamalardır. Bu ekonomik yapılanma, İktisadi bakımından artan oranlı vergiler yüklemekle başlayıp, ferdi mülkiyeti kaldırmaya kadar gidilmiştir. Ferdin mülkiyetini kaldırma uygulamasını ikinci aşama olarak değerlendirmek gerekir. Bu aşamada, kadın ve çocuklar dahil, herkesten çalışma beklenilmiştir. Herkesten ürettikleri alınıyor ve herkese ihtiyacına göre veriliyordu. Sevad bölgesindeki merkezleri Kufe, gelişme dönemleri ise hicri üçüncü asrın üçüncü çeyreği olmuştur.

Karmati yöneticileri, faaliyet amacıyla farklı bölgelere göndermiş olduğu dailerden harekete alınanlara bir takım maddi yükümlülükler koymasını istemiştir. Dailer, görev yapmış oldukları bölgelerde, hareketlerine katılanlardan mezhebe giriş dereceleri nazarı dikkate alarak kademeli bir şekilde vergiler aldılar. Bu durumu en güzel anlatan farklı bölgelerde yapılan uygulamalardır. Bu uygulamalara kısaca göz atmamız konunun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.


Hamdan ve Abdan'ın Karmati hareketinin başlangıç döneminde Kufe Sevad bölgesinden, İslam aleminin farklı yerlerine küçük dailer olarak bir takım kişiler atandı. Bu dailerden bazıları daha sonra hareketin önemli şahsiyetleri arasında yer aldı. Bu atanılan dailerden Zikreveyh b. Mihreveyh, Akrama el-Babili, İshak el­ Burani ve Ebu el-Favaris gibi Kufe Sevadı sakinleri arasından pek az taraftarı vardı. Bu dailerin görevi insanların zihinsel kapasitelerine göre ve yeni harekete onları cezp etmek için zihinlerindeki inançları hakkında var olan şüpheleri artırmak için eğitim seviyelerine göre propaganda yapmak idi. Eğer dinleyiciler dainin anlattıklarını kabul ederlerse hemen onlardan İmama tabi olmaları istenilirdi. Daha sonra da üyelerden biri olarak göreve başlanılırdı. Hamdan'ın ana desteği Kufe Sevadındaki farklı Arap kabileleri arasından geldi. Beni İcl' den Beni Şeyban, Beni Dubay ve Bekr b. Vail'den Beni Yaşkur gibi alt kabileler de vardı. Bu Arapların desteği ile Hamdan çok güçlü bir şekilde büyüdü ve hareketinin ihtiyaç duyduğu parayı toplamaya başladı. Makrizi'ye göre Karmatiliği kabul edenlerden ihtiyaç duyulan parayı toplamaya başladılar. Başlangıçta Hamdan, Ramazan sonunda bütün Müslümanlardan alınan vergilerden sadakalar, fitreler ve daha sonra eşit bir şekilde ihtida etmiş her kadın ve erkekten bir dirhem aldılar. Kısa bir dönem sonra gençliğe ulaşmış her ihtida edenden bir dinar aldılar. Hamdan bu vergiyi hijra veya savaş vergisi olarak adlandırdı. Bundan hemen sonra Makrizi'ye göre üyelik için (giriş ücreti) yedi dinarlık Bulgha diye adlandırılan vergiyi istediler. Hamdan daha da ileri giderek ihtida edenlerin bütün mal-mülklerinin beşte birinin verilmesini istedi. Bulgha olarak ifade edilen başlangıç vergisi harekete kazandırılan kişinin ahd veya mithak adı verilen bir yemin töreniyle gerçekleşmekte idi. Aynca 12 dinarlık Necva adı verilen ve tebliğe muhatab olan kişinin dai tarafından Mevla (Bölge daisi) ile tanıştırılması esnasında alınan vergidir. A.Duri ve P. Hitti Karmatilerin ayrıca oranlı vergilerle ferdi mülkiyeti kaldırma yoluna gittiklerini belirtmektedir. Karmatilerin vergi uygulamasıyla ilk dönem İslam tarihinde ilk kez beşte bir vergi ile tanışılmıştır. Hamdan ve diğer bölge daileri toplanılan vergilerin beklenilen Mehdi-İmam'ın faaliyetlerini yapmasını sağlayacak ekonomik alt yapıyı sağlamak için toplanıldığını propaganda ediyordu. Bu inanç İsma'ililerin fikirlerine benzemektedir. Hamdan'ın taraftarlarından en büyük isteği ortak fona ait kabul edilen bütün gelirlerin toplanılmasına devam etmekti. Hamdan, yeryüzündeki her şeyin ihtida edenlere ait olduğu için özel mülkiyete ihtiyaç olmadığı düşüncesinin, kuracakları devletin en son aşaması olduğunu açıkladı. Hamdan'ın kontrolü altındaki bölgelere, dailerini atadı ve buradaki sakinlerin bütün servetleri bu dailerin gözetimine verildi. Bütün ihtiyaçlar bu mallardan karşılanıldı. Ayrıca servetin dışarıya çıkışını engellemek için paralarını kurşundan bastırdılar. Bu eşitlik anlayışı Karmatiler arasında yaygınlaştı. Bahreyn Karmati devleti bu anlayışı yerleştirmeye başladı. İlk etapta hareketi, sosyal reform ve adalet anlayışında eşitlik yapıldı. İlk dönem Karmatileri basit insanlar olmasına rağmen devletleşme sürecini başlatan idarecilerin profili, ilk Karmatilerden oldukça farklı idi. Bu açıdan değerlendirecek olursak, onların yönetim fikirleri ve insan hakları yüksek bir standarda ulaşmamış olmamasına rağmen sonraki dönemlerdeki uygulamalara kaynaklık etmesi açısından önemlidir. Hamdan Fırat'a yakın Kufe Sevad'ında Mahtinbadh diye isimlendirilen bir köyde etrafı duvarlarla çevrili Dar el-hicre inşa etti. Çok sayıda insan buraya toplatıldı. Aynı zamanda buraya her türlü eşya ve mallar depolanıldı. Hamdan'ın yapmış olduğu faaliyetler, hükümet tarafından fark edilmemesi dönemin idari yapısının bir zaafı olarak kabul etmek gerekir. Hatta Karmatilerin faaliyetlerini halifeye bildirmek için Kufe'den giden grubun vermiş olduğu bilgilere bile önem verilmedi ve gereken önlemler alınmadı. Bu durum Abbasi idarecilerinin ülkeyi yönetmedeki zaaflarını göstermesi açısından kayda değer bir husustur. 

Hamdan'ın baş yardımcısı ve ilk dönem İsma'ili dailerinin en önemlilerinden biri olarak Hamdan'ın kayın biraderi Abdan kabul edilmektedir. Bağımsızlığın en yüksek derecesinden hoşlanan Abdan Irak'a ve muhtemelen aynı zamanda Güney İran ve Bahreyn'e Zikreveyh b. Mihraveyh ve Ebu Said el-Cennabi gibi bir çok dailer atadı. Vergiler arasında tasarruf için beklenilen Kaim'e şahsi gelirin 5/1 'ini içeren çok sayıda vergileri Irak ve diğer bölgelerdeki Karmatilerden toplanılmakla idi. Bu uygulamaların ilki, sahib el-Naka'nın, Ebu Said el-Cennabi'yi 281'de kendisinin temsilcisi olarak Ahsa'ya göndermesiyle dainin bölgede yürüttüğü faaliyetlerde ortaya çıkmaktadır. Yahya bin el-Mehdi diye isimlendirilen bir adamın aynı yılda Bahreyn'e vardığını ifade eder. Bu kişinin Sahip el-Naka olduğu sadece bir spekülasyon olabilir. Ebu Said'in bölgenin önemli şeyhlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Hicri 283'de Yahya b. el-Mehdi, misyona onun destek verdiğini açıklamasından sonra bölgedeki kabileler onun etrafında toplandılar. Yahya, çağrısına cevap veren her kişiden 36 dinar ödemesini istedi. Başka bir gün yaptığı ziyarette ise zenginlerinden beşte bir istedi. Kısa bir dönemde daha Yahya bin el-Mehdi ismi duyulur. Fakat daha Bahreyn Karmatileri ile ilgili rivayetler Ebu Said ve torunları çevresinde merkezlenir. Hicri 287'de Ebu Said, Basra'ya ilk saldırısını düzenledi ve şehir duvarlarının dışındaki savaşta Abbasi Ali İbn Ömer el-Genavi önderliğindeki orduyu bozguna uğrattı.


Karmatiler sıklıkla tanımlandığı gibi kanlı saldırganlar değillerdi. İranlı Seyyah Nasır-ı Husrev, Ahsa'yı ziyaret ettiğinde insanların ne vergi ne de aşar vergisini verdiğini belirtmektedir. Aynca fakir olan veya borcu olan bir kimseye işini kurması veya durumu düzeltinceye kadar ona yardım yapılıyordu. Bir borç kontratını yapan kimse kredilerini yalnızca başkentten isterdi. Tasarrufunun belli bir kısmını ticarete koymasını bilen her yabancı Ahsa'ya (Lahsa) vardığında yaşadığı sürece garanti verilirdi. Tüccar, ticareti için gerekli materyalleri satın alabilirdi. Borçlanmış olduğu borcun tamamını istediği zaman ödeyebilirdi. İlave olarak Ahsa/Mu'miniyye vatandaşları tahıllarını ücretsiz öğütülen değirmenlerden faydalanıyorlardı. Değirmencilerin ücretleri ve değirmen için gerekli tüm tamirler Konsil yöneticileri tarafından karşılanıyordu. Toplumdaki bu refah vurgusu Hamdan Karmat tarafından kurulan devlette de tesis edildi.

Suriye çölündeki hareketin başarısızlığından sonra, bu grup Doğu Arabistan'ın vaha kasabalarında cumhuriyetlerini kurdular. Bu hükümet Oligarşik idi. Devlet kasabalardaki refah şartlarını ve iktisadi imkan eşitliğini sağlamak için, doğrudan müdahalelerde bulunuyordu. İslam dinin temel prensipleri ihmal edildi. Köylü kesiminin yönetimle entegrasyonun sağlanarak yeni devletle bütünleştirildi. Devlet aynı zamanda kasabalara kaynak sağlama hizmeti görmeye gayret gösterdi. Bahreyn' de Arap kabileler çoğunluktaydı. İkta sistemi aşiret reislerinin lehine işletiliyordu. Bu duruma feodal sömürünün hakim olduğu bir tarım kesimini ortaya çıkarmıştı. Karmatiler burada mutedil sosyalistik (iştiraki) tedbirler aldılar: İkta rejimini kaldırdılar, toprak dağılımını gözden geçirdiler, toprak köleliğini geçersiz kılarak toprak kullanımını teşvik etmek amacıyla çiftçilere avanslar verdiler. Aynı şekilde esnaf ve sanatkarları de teşvik ettiler ve onlara mali kolaylıklar sağladılar. Dış ticarete el koyarak, kendi-kendine yeterlik esasına göre hareket ettiler ve servetin dışarıya çıkışını önlemek maksadıyla paralarını kurşundan bastırarak bunu takviye ettiler. Aynı sosyal çevre ve felsefi alt yapıdan geldiği kabul edilen Mısır'daki Fatımiler ise, kurdukları devletin ilk yıllarında o sırada hüküm süren iktisadi darlığı gidermek için çalışmışlar ve geçim şartlarını iyileştirmek için iktisadi ıslahatlar gerçekleştirmeye gayret etmişlerdi. Nitekim esnaf ve sanatkarların serbest bir atmosfer içinde gelişmelerini sağlamaları için gerekli imkanları sağlamışlar, çiftçilerin yer değiştirmelerine tolerans göstermişler, devletin haraç konusu üzerindeki denetimini güçlendirmişler, haraç miktarının merkez tarafından belirlenmesi ve çiftçilerin yararına olmak periyodik olarak yeniden gözden geçirilmesi üzerinde durmuşlardı. Ayrıca geçimlik ihtiyaçlar için resmi fıyat tespiti yoluna gitmişler, özellikle kıtlık dönemlerinde tekelcilerle mücadele etmek ve fıyatları sınırlamak amacıyla müdahalede bulunmuşlardı. Bunların yanı sıra, özellikle Uzak Doğu ve Hindistan başta olmak üzere bir çok ülkeyle dış ticareti teşvik ettiler. Ama daha öteye gitmediler. Öyle ki basit bir derece farkı dışında, onların bilinen düşünce ürünleriyle onların dışındaki Müslümanların düşünceleri arasında neredeyse bir fark yok gibi idi.


Karmati hareketi, Ebu Said tarafından propaganda yapılmasına rağmen açık bir şekilde herhangi özel bir sosyal bir program içermedi. Yine de önemli ve eşit haklara sahip olması yaşamda eşit fırsatlara sahip olması gereğine inanılan eşitlikçilik prensipleri Bahreyn Karmati devletinin organizasyonunda önemli bir rol oynamış olduğu görülmektedir. Özellikle mal-mülke sahip olmada, zirai sahaların ekiminde, vergilerin toplanmasında, halk giderlerinin dağıtımı, temel sosyal haklardan mahrum olanlara devlet yardımının değişik tipleri sosyal programda önemli rol oynamıştır. Toplum işlerinin yönetiminde de Ebu Said ve onun haletleri yüksek rütbeli memurlarının bazılarından oluşan ve etkili ailelerin temsiline dayanan İkdaniyye olarak bilinen bir konsül bulunmakta idi. Ülke yönetiminde özellikle hayati kararlarda konsüle akıl danışılmakta idi.

Bahreyn Karmatilerinin refahı ile ilgili durumu ve özellikle orada kurulan düzen, İbn Havkal ve daha sonra ilk liderlerinden sonra bile bölge Karmatileri Saidiler olarak isimlendirildiği 443/1053 yılında el-Ahsa'yı ziyaret eden Nasır-ı Hüsrev'in gördükleri Hüsrev'de büyük hayranlık uyandırdı. Karmatilerin cezp edici başarısı, özellikle eyalet valileri, toprak sahiplerinin mali yağmacılığı ve Abbasi imparatorluğunun hüküm sürdüğü uzak bölgelerdeki sefil şartlar altında yaşayanların durumu nazarı dikkate alınınca daha iyi anlaşılabilir. Karmatilerin hem islam politikası hem de Sosyalizm ve ihtilalci meyilleri taşıyan bir hareket olduğu iddia edenler olmuşsa da Karmatilerin İslamcı politika yürütmüş olduğu iddiası tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Karmatilerin sahip oldukları dinsel öğreti ve yaşam felsefeleri de bu iddianın doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Bu iddianın gerçeği yansıtmadığının en belirgin örneği Karmatilerin merkezlerinde alternatif bir sosyal yaşam projesi için Darü'l Hicrleri alternatif ibadethane olarak kabullenmesi için çaba sarf etmeleridir.



Başlangıçta isma'ililer'in kabileler ve köylüler arasında faal oldukları görülür; bununla beraber çok geçmeden şehir halkı ve bilhassa zanaatkarlar arasında büyük ölçüde taraftar buldular. Hamdan Karmat tarafından ekonomik düzen, bazı Irak köylerinin sakinlerini akidesine kazanarak daima büyüyen vergi ve para serilerini onlara kabul ettirdikten sonra son olarak müştereken zevk almak için mallarının hepsini bir yerde toplamaktan ibaret olan "Ülfeti" onlara empoze etti. Köy sakinlerinin sahip oldukları sığırlar, mücevherler, eşya vb. şeyler toplandı. Ayrıca her köyde güvenilir kimseleri dailer olarak seçti, karşılık olarak bu idareci, yoksullara elbiseler temin etti ve halkın diğer ihtiyaçlarının hepsini karşıladı; böylece mezhep taraftarları arasında fakir hiçbir kimse kalmamıştı. Herkes cemiyete yaptığı yardımla büyük mertebeye layık olmak için sebatla ve gayretle çalıştı. Kadınların hepsi örgüden elde ettiklerini getirdiler ve hatta çocuklar mahsule dadanan kuşları korkutup kaçırtmakla kazandıkları paraları bile vermekte idiler. Hiçbir kimse kılıcı ve silahları dışında şahsi mülkiyete sahip değildi. Bu gelenek sağlam bir şekilde tesis edildiğinde Hamdan Karmat dailere, bir gece kadınların hepsini toplamalarını emretti; taki onlar bütün erkeklerle rastgele çiftleşebilsinler. Ona göre bu durum arkadaşlık ve kardeşliğin mükemmel ve son derecesi idi?.

 

Kaynaklar IX. yüzyılın ortasında Kufe civarında bir İsma'ili dainin faaliyetleri hakkında enteresan bilgi vermektedirler: "Bazı köylerin halkını kendi inancına kazandıktan sonra onları ağır vergiler, borçlar ve nihayet ülfet (birlik) mecburiyeti altına soktu. Bu mecburiyet bütün malların umumun İstifadesi için belirli bir yerde toplanmasını ve hiçbir kimsenin diğerlerine karşı üstünlük sağlayacak şahsi eşyaya sahip olmamasını gerektiriyordu. Onlara "mademki toprağımız var, yanımızda mal saklamaya ihtiyacımız yoktur" düşüncesiyle teminat verdi. "İşte bu imtihan vasıtasıyla sizin nasıl hareket edeceğinizi öğreneceğiz", diyerek taraftarlarını disiplin altına alınıyordu. Karmatiler taraftarlarını silah satın almak ve mücadeleye hazırlanmak için teşvik ediyordu. Misyonerler her köyde güvenilir bir adamı, halkın elinde bulunan koyun, sığır, mücevher ve diğer ihtiyaç maddelerini toplamakla görevlendirmişlerdi. Tek bir fakir yahut sakat kalmamak üzere açlar doyurulmakta ve çıplaklar giydirilmekte idi. Herkes, toplumda bulunan rütbeler sebebiyle bir üst sınıfa geçmek için vazifesini süratle yapıyordu. Karmatilerin kurmuş oldukları düzen içinde kadınların rolü yadsınamaz bir gerçektir. İdari mekanizmaya yardımcı olmaları, Karmati reislerinin toplantılarına katılmaları, kadınların hareketteki rollerini göstermesi açısından kayda değerdir. Ayrıca kadınlar aldıkları parayı bu sebeple birliğe ödüyorlardı. Kimsenin elinde kılıç ve silahtan başka malı kalmamıştı.



Bu düzen herkes tarafından kabul edilip iyice yerleştikten sonra misyonerler (dailer), erkeklerle bir arada bulunmaları için bütün kadınları bir araya topluyorlardı. İmama göre gerçek dostluk ve kardeşlik bu idi. İsma' ili kaynaklarında böyle bir uygulamanın delili yoktur. Sosyalizm suçlamasının, İsma'ililer'in kadına daha yüksek bir mevki vermekle gösterdikleri serbestliğin neticesi olan sosyal özlemlerinden ileri geldiği muhtemeldir.




b-Fütüvvet-Ahi Müessesesinin Menşei Olarak Karmatilik



Fütüvvet-Ahi teşkilatının menşei ile ilgili farklı görüşler mevcuttur. Konunun ayrıntısına girmeden konumuz ile ilgili bölümü ele almaya çalışacağız. Ahi kelimesinin ıstılahi anlamı, Arapça da erkek kardeş, yar ve sıddık anlamına gelir. J. Deny, "Ahi" kelimesinin, zannedildiği gibi Arapça asıldan olmayıp, Türkçe'deki, eli açık, cömert kahramanca manasına kullanılan "akı " kelimesinden geldiğini ortaya koymaya çalışmıştır.


Ahi kavramının lugat ve ıstılah manasını verdikten sonra Ahi teşkilatının Karmatilerle bağlantısıyla ilgili değerlendirmeleri incelemeye çalışalım. Vladmir Gordlevskije göre, Ahilik, batı şövalyeliğine, şarktan gelmiş fütüvve merasim ve adetlerinin, eski Sami milletlerden bakiye kaldığı fikriyle hareket ederek; fütüvve fikirlerinin çok eski bir geçmişi olduğunu belirtir. Bunun yanı sıra tarihi süreç içinde Nasır Lidinillah'ın tahta geçişinden önce Edessa (Urfa)'da, Suriye sahillerinde ve Kudüs krallığında yayıldığını belirtenler, bunun naşirlerinin, faal fütüvveci olan İsma'ililer olduğunu belirtmektedir. Ahilik geleneğine ait ritüeller Kadehten içme, şalvar giyme, arkaya vurma, saç kesme gibi hususlar eski Sami kavimlerin adetlerinden gelen ve Hıristiyanlığa da sokulan akisler olsa gerektir. Bu adet ve merasim,  Suriye'de yerleşmiş; buradan da Irak'a, Bağdat'a Araplardan da Selçuklulara ve onlarla Anadolu'ya geçmiştir. Haçlılar ise, bu adetleri doğrudan doğruya Suriye'den alıp batıya, Avrupa'ya götürmüşlerdir. Georg Vajda, Gordlevskij'in fikirlerini tenkit mahiyetinde neşrettiği makalesinde, Gordlevskij'nin fikirlerini şöyle açıklamaya çalışır;


Gordlevskij, Fütüvvet teşkilatının kaynağı hakkında Şii gruplar ile bağlantı kurarak bununla ilgili bir çok işaretin olduğunu ifade eder. Organizasyonda Şii terimler, kurucuların şecereleri bu işaretlerden bazılarıdır. Ayrıca Ahi kavramının kökeniyle ilgili değerlendirmesi ise Ahi, kelimesini İhvan-ı Safa ile ilişkilendirir. Bu konudaki başka bir değerlendirmede Louis Massignon 'dur. Ona göre; İş teşkilatı ve loncalarda işçilerin birleşmesi İslam şehirlerinde III./X. asra kadar gider ve Karmatilerin aynı mahiyetteki teşebbüslerinin yarı dini ve içtimai bir cereyanıyla sıkı sıkıya bağlıdır. O zaman Abbasi halifeliği devrinde, hakikatte, sınai gelişme ve insanların git gide şehirlerde toplanması ilk içtimai buhranlara sebep oldu: Basra'da Zenci köleler isyanı, IV./X. asrın ilk otuz yılı içerisinde Bağdat'taki ayaklanmalar ve nihayet vilayetlerde Arap aleyhtarı Şuubiyye hareketi ortaya çıktı. Karmati menşeli loncaya dayanan teşkilat, onların taraftarlarının propagandaları neticesinde Fatımi halifeler idaresindeki Kahire, VI./X.-XII. asırlarda İslam memleketlerinde gelişmesini sürdürdü. 567/1171 'de Mısır'ın Sünnilerce alınması sonucunda, esnaf teşekkülleri ağır kayıplar verdi. İdarenin sıkı takibine alınan loncalar, bütün imtiyazlarını kaybetti.


İslami esnaf loncaları hakkındaki en eski bilgiler bazı Bizans müesseselerini de ihtiva ettiği intibaını veren helenislik fikirlere kanşık olarak ve çok mücerret bir şekilde İhvan-ı Safa risalelerinde bulunmaktadır. Arap fatihler ile onların ücretli askerleri ve köleleri hariç, Mevali, azatlılar ve mühtediler III./IX. asırdan beri lonca tesis etmişlerdi. Mevali'nin yanında ve himayesi altında, Yahudiler ve Hıristiyanlar da loncalar kurmuşlardı, çünkü Müslüman devletler kıymetli madenlerin ve ilaç ticareti ve sanayisini onlara bırakmıştı. Bu da onların, İslam'ın ilk asırlarında tamamen meşru olan bu müessese, esnaf teşekküllerinin büyük gelişme devri bulunan IX. asırdan VI/XII. asra kadarki devrede ortadan kalkmış ise de, VI/XII. asırda siyasi sebeplerle bilhassa Mısır'da Suriye ve Anadolu'da, ihtilal ve Karmatilere taraftarlık ithamı altında bulunan loncalar sıkı bir nezaret altına alabilmek için, devlet tarafından tekrar tesis edilmiştir. Massıgnon'un Karmatiliği, Ahiliğin menşei olarak gösterme çabasına benzer şekilde Fuad Köprülü'de Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde Anadolu Ahileri'nde farmasonlarda olduğu gibi sıkı bir hiyerarşinin mevcut olduğunu, mensuplarının haiz oldukları rütbelere göre hakikatler ifşa olduğu ve bu özelliklerin esas itibariyle batıni bir menşeden geldiğini, Fütüvvetnamelere dayanarak açıklamaya çalışmaktadır. Köprülü Osmanlı Devletinin Kuruluşu loncalarının menşei meselesinin Karmatiler hareketine merbut olduğunu ileri süren Massignon'un, bu nazariyesiyle, Fuad Köprülü'yü te'yid etmektedir. Aynı şekilde konuyu inceleyen Philip K. Hitti, İslam cemiyetlerinde ortaya çıkan loncalara has en eski metinler olarak, İhvan-ı Safa Risalelerinde görüldüğünü belirtir. İlave olarak İhvan'us Safa teşkilatının Karmatiler fırkasından olması ihtimali üzerinde durarak Massıgnon'un nazariyesine vurguda bulunur. Loncaların, Karmatilerle olan bağIantısına vurguda bulunan başka bir tarihçi de Bernard Lewis'tir. Hem The Orjins of İsma 'ilizm hem de History of Araps adlı eserlerinde bu konuya değinerek, Karmati­ İsma'ililer'in muhtemelen İslami loncalar kurduğunu ve teşkilatlarının vasıtası olarak onlardan faydalandıklarını belirtir. İlave olarak yüzyıllar boyunca loncaların yapısı ve prensipleri İsma'ili etkisinin izlerini taşıdığını belirtir.


Karmatilerin ülkenin yönetimi ve kurmuş oldukları teşkilatın gereği olarak loncalara ihtiyaç duydu. İkdaniyye diye adlandıran Şura meclisi, iktisadi ve sosyal düzeni, kurmuş olduğu teşkilatlar aracılığıyla çalıştırabilmiştir. İkdaniyye, zirai işlerde çalıştırdığı 30.000 zenci köleyi idare etmeyi, herhangi bir esnafın durumunun kötüleşmesi veya borçlanması üzerine diğerlerinin yardımı ile durumu eski haline getirilmesi için iyi organize edilmiş kurumlara ihtiyacı vardı. Esnafın, borçlarını verirken sadece ana parayı verme zorunluluğu da aynı teşkilatın varlığına bağlı idi. Lahsa'ya gelen herhangi bir yabancı sanatkara, gelişinde kendi işyerini kurabilmesi için yeterli para verilme prensibi, Lahsa'da devlete ait ve devlet tarafından korunan değirmenlerin ücretsiz hububat öğütmesi de aynı şekilde düzenli çalışan loncaların varlığını zorunlu kılmaktadır. Saydığımız bu hususları Nasır-ı Hüsrev, Lahsa'yı ziyaretinde gördüğünü belirtir. Bu cümleden Karmatilerin sahip oldukları ideolojilerini daha geniş kitlelere yayabilmek amacıyla bu kurumları oluşturdukları ve farklı bölgelere yayılması yine kurmuş oldukları bu dai teşkilatı sayesinde olmuştur.


Fuad Köprülü, Karmati ve İsma'ili gibi Batini grupların itikadi yapıları Suriye üzerinden Anadolu 'ya yayıldığını bazı huzursuzlukların kaynağının bu tür akımların etkisinde ortaya çıkmakla birlikte ikinci derecede amillerin daha etkili olduğunu belirtmektedir.


Sosyal Hayat



İsma'ili propagandasının ihtilalci mesajı sistematik bir şekilde dailer ağı yada dini-politik misyonerler tarafından Maveraunnehr'den Yemen, Suriye, İran, Irak, Orta Asya ve Güney Afika'ya kadar İslam dünyasının farklı bölgelerine yayıldı. Bu hızlı yayılma ilk İsma'iliğinin toplumsal karakterine ve taraftarlarının bileşimine göz atmayı zorunlu kılmaktadır. Yakındoğu'da Abbasi yönetimi, ilk iki yüzyıl içinde önemli bir ekonomik dönüşümden geçmişti. Özellikle sanayii, zanaatlar ve ticarette büyük gelişmeler olmuş ve kentsel alanlar hızla büyümüştü. Bunlara paralel olarak Müslüman toplumunda üretim araçlarının ve ekonomik ilişkilerinin alışılmış düzenlenmesinde de değişiklikler olmuştu. Bütün bu gelişmeler, Abbasi imparatorluğunu yeni gerginliklere ve hoşnutsuzluklarla karşı karşıya getiren önemli toplumsal değişiklikler, olmuştu. Bütün bu gelişmeler, Abbasi imparatorluğunu yeni gerginlikler ve hoşnutsuzluklarla karşı karşıya getiren önemli toplumsal değişikliklere neden oldu. Emevi dönemi Arap boy arostokrasisinin yerine şimdi tüccarlar, büyük toprak sahipleri, profesyonel askerler, sivil yöneticiler, dinsel liderler ve eğitimli kişilerden oluşan yeni bir sınıf ortaya çıktı. İlk fetihler döneminin garnizon kasabaları basit askeri kamplar olmaktan çıkıp, kentsel merkezler ve her türlü mal alış verişinin yapıldığı canlı pazar yerleri durumuna gelmişti. Mevalinin özgürleşmesi Arap olan ve olmayan Müslümanlar arasındaki, ilk zamanlarda devrimci Şiiliğin kitle tabanını sağlayan hoşnutsuz bir toplumsal sınıfın doğmasına neden olan ayrımı ortadan kaldırmıştı.


Bu yeni ve karmaşık sosyo-ekonomik çevre içinde yeni çıkar çatışmaları ortaya çıktı. Geniş anlamda kent, artık kırdan daha keskin biçimde kopmuş ve göçebe boyların üyeleriyle topraksız çiftçileri, mülklerinden ve mesleklerinden cazip gelirler sağlayan kentin zengin sınıflarından keskin biçimde ayrıştırmıştı. Sonradan halk ve birçok hoşnutsuz grup, doğal olarak, kurulu düzene karşı çıkan her türlü harekete yatkın bir yapıyı barındırır hale geldi. Asiler köylülerin belirli bir ölçüde destek vermelerini sağlamışlardı. İsyan ağırlıklı olarak, hilafet devletinin uzunca süredir hayal kırıklığına uğrattığı Bedevilere dayandı. Liderliğin şehirli kesimlerde olduğu ve muhtemelen kasabalardaki alt sınıfların desteğini sağladılar. Çok sayıda genç insan, çöllerdeki İsma'ili kamplarına katıldılar; bu gençler eski hayat tarzının silinip süpürülmesi, imtiyazlı sınıfların bertaraf edilmesi ve mutlak adaletin hakim kılınması gerektiği duygusuyla hareket ediyorlardı. İran ve Irak'da küçük çapta bazı köylü ayaklanmaları ve rejim karşıtı örgütlenmeler vardı, aynı zamanda çeşitli yerel hanedanlar ortaya çıkmıştı. Bu bölgelerde ilk ciddi huzursuzluk işareti, Basra yakınlarındaki büyük malikanelerde tuzlu bataklıkların kurutulması için çalıştırılan zenci kölelerin ayaklanmasıyla ortaya çıkmıştı. Ancak gerek Arap gerekse Arap olmayan hoşnutsuz gruplar için en büyük çekim kaynağı İsma' ilik-Karmatilik idi. Dünya'da adaletin hakimiyetini sağlayacak Mehdi'nin kısa zamanda geleceği beklentisi üzerinde odaklanan 3/9. yüzyıl İsma'iliğin mesajı, farklı kökenlerden gelen ezilen halk yığınlarına çekici geliyordu. Hareket, yetenekli Karmati- İsma'ili dailer sayesinde artar bir şekilde taraftar buldu.

Karmati propagandasının yayılmasında farklı ırk ve bölgelerde kolayca yayılmasında çeşitli inanç ve kültürlerden bir takım motifterin kullanması etkili olmuştu. Karmatilerin sahip olduğu düşünce tarzı, bazı tarihçiler tarafından Sosyalizm olarak adlandırılmıştır. Bu da Karmatilerin kadın ve mallar hakkındaki uygulamalarıdır. Nizamülmülk Siyasetname'de hareketi Mazdeki hareketin bir devamı olarak görmesi bunda etkili olmuştur. İbn Kesir' de Karmatilerin Mazdek ve Zerdüşt fikirleri taşıdıklarını ifade etmektedir. Ona göre, Karmatiler Babek'e mensuptur ve Babekiyye gibi mal ve kadın ortaklığını savunan bir komünal hayatı savunmaktadır. Aynı şekilde Cevdet Paşa'da Batıni, isma'ili ve Karmati grupların sosyalist gruplar arasında yer aldığını ifade etmektedir. İran kökenli fikir akımlarla Karmati uygulamalarının doruk noktasına ulaştığı dönem Bahreyn Karmatileri tarafından kurulan devlette görülmektedir. Hareket Ebu Said tarafından propaganda yapılmasına rağmen açık bir şekilde herhangi özel bir sosyal bir program içermedi. Yine de önemli ve eşit haklara; yaşamda eşit fırsatlara sahip olması gereğine inanılan eşitlikçilik prensipleri Bahreyn Karmati devletinin organizasyonunda önemli bir rol oynamış olduğu görülmektedir. Özellikle mal-mülke sahip olmada, zirai sahaların ekiminde, vergilerin toplanmasında, halk giderlerinin dağıtımı, temel sosyal haklardan mahrum olanlara devlet yardımının değişik tipleri sosyal programda önemli rol oynamıştır. Toplum işlerinin yönetiminde de Ebu Said ve onun halefleri yüksek rütbeli memurlarının bazılarından oluşan ve etkili ailelerin temsiline dayanan İkdaniyye olarak bilinen bir konsül ülke yönetiminde etkin olan bir kurum idi. Nasır-ı Hüsrev el-Ahsa Karmatilerini 443/1053 deki ziyareti esnasında kentteki siyasi ve iktisadi müşahede etmiştir.


İsma'ili dailer birçok bölgelere gönderildi. Onlar, farklı sosyal tabakaları cezp ettiler. Başlangıçtaki başarısı Halifenin yönetim merkezinden uzaklaştırılan kentleşmemiş çevrelerde en büyük ilgiyi görmesine rağmen başlangıç döneminde sosyal içerikli propaganda yapan İsma'ili hareket, Abbasilerin yönetimine, ayrıcalıklı şehir tabakalarına ve merkezi yönetimine karşı protesto şeklini aldı. İlk dönem lsma'ili-Karmati hareketinin sosyal tabanı hakkında belirtmeye çalıştığımız bilgilere ilaveten, hareketin sosyal tabanını, sahip olduğu iki dönem ve her bölgenin yapısına göre de şekillenmiştir. Yalnız bu süreçlerin siyasi, sosyo-politik şartlarını dikkate alarak hareketin şekillenmesini sağlamışlardır. Bu nedenle İsma'ili-Karmati hareketi, kasabalardaki en üst tabakada da bazı taraftarları da almayı reddetmedi. Fakat Zencilerin durumunda olduğu gibi şehirli emekçi sınıfları ve esnaflar (zanaatçılar) başlangıçta onlara katılmadılar. Muhtemelen onlar İsma'ili dailerce şehirli emekçi sınıfları ve esnaflar menfaatlerinin zedeleneceği düşüncesiyle Karmatileri desteklemediler. Karmatiler son zamanlara kadar kentlere sızmayı gerçekleştiremediklerinin bir sonucu olarak bedevilerin ve köylülerin desteği üzerine bel bağlamışlardı. Bununla birlikte rejime karşı esnaf ve sanatkar grupları ve kentin çalışan sınıflarının desteğini harekete kazandırmak için ortaçağın başlarında Müslüman kentlere İslami loncalar olarak isimlendirilen veya profesyonel loncaları kullanarak şehirli kesimleri etkilemeye çalıştılar. Bu manada İslami loncaların Karmatilerle bağlantısını Fuad Köprülü, Massignon ve Hodgson vurgulamaya çalışmıştır.

İlk dönem İsma'ilileri öncelikle kentli olamayan çevrelerde yoğunlaşmasına rağmen toplumu oluşturan tabakalar bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Öncelikle İsma'ili dailer muhtelif sosyal alt tabakaların mutsuz grupları arasından artan sayıda taraftar kazandılar. Bu gruplar arasından topraksız köylüler ve refah düzeyi yüksek olan şehirli gruplar ve bedevi göçebeler bulunmaktadır. Dailer ayrıca dini konularla ilgili şikayeti olan gruplardan da faydalandılar. Başlangıçta Abbasi yönetim merkezine uzak olan bölgelerdeki şehirli olmayan çevrelerde daha başarılı oldular. Şehirli çevrelerde ise gelirden o/o 20 vergi alınmaya başlanmasıyla toplumda oluşan tepkiyi Karmati daileri iyi kullanmış ve bu çevreden çok sayıda insanı hareket kazandırdılar. İlk dönem İsma'ili-Karmati daileri Kuzey Irak' da hareket bir dereceye kadar bedevi-göçebe kabileleri ve başlıca Kufe Sevad'ının köy sakinlerini cezp etti. İsma'ilizm basit sosyo-ekonomik bir sistem kurduğu ve başlangıçtaki başarısına tanıklık eden yarı bedevi olan göçebeler idi. Bahreyn ve Suriye'de Bedevi kabileler hareketin bel kemiğini oluşturdu. Yemen'de İsma'ilizm, dağ bölgelerindeki kabilelerce desteklendi. Daha sonra Kuzey Afrika'da misyon Kutama Herberileri üzerine temellendi. İran' daki propaganda başlangıçta köy nüfusunun ihtida etmesi üzerine amaçlandı. Cibal' deki ilk dailer Rey çevresindeki vadilerde yoğunlaştılar. Fakat başlangıçta hareketin başarısızlık gerçekleştirmesinden sonra Arap topraklarında korunabilmek için idarecilere karşı isyan çıkarmada öncülük edebilen büyük bir popüler taraftar elde etmek için İran' da yeni bir politika uygulanıldı. Bu politikaya göre, yönetim sınıflarına doğru çabalarını yönlendiren dailer özellikle Horasan ve Maveraünnehr'de bu politikayı uyguladılar. Bu amaçla kendi aristokratı olan Emir Hüseyin el-Mervezi kuzeydoğu İran'da dava'nın başı oldu. Birçok yüksek memuru kazanmasıyla birlikte, bu politika herhangi sürekliliği olan siyasi bir başarıya öncülük edemedi ve hareket herhangi bir doğu eyaletindeki yöneticilerin ihtidasını da elde etmede başarısız oldu. Fakat bu yeni politikanın yani idareci sınıfı kazanma çabası, hareketin ilk döneminde teşkilatını kurmada başarılı olduğu bölge olan en doğudaki Sind'de başarılı oldu. Orada Fatımi hanedanı kabul eden isma'ililer yerel yöneticileri kendi tarafına çekti ve Multan kentini başkentleri yaptı. Fakat Gazneli Mahmud Multan'ı istila ederek birçok İsma'ililerin öldüğü 401/1010-1011 yılının sonunda, Karmati-İsma'ili yönetimi son buldu.


Karmatilerin farklı bölgelerdeki farklı tabanları olduğu gibi farklı bölgelerdeki uygulamaları ve yaşam tarzları da farklı olmuştur. 295/907-8 yılında, Sevad bölgesinden bir dai olan Ebu Hatim el-Zutti, bölgedeki yandaşlarını organize etmiş ve onların yaşam tarzlarını da düzenlemeye çalışmıştır. Ondan sonra gelen dai'nin adına izafeten Buraniyye diye isimlendirilen bu grubun aktif faaliyetleri oldu. Buraniyye ismi, Kufe Sevadında Hamdan ve Abdan'ın ilk dailerinden biri olan İshak el-Burani 'yi göstermesi daha çok muhtemeldir. Sevad bölgesinin Karmati idarecisi Ebu Hatim el-Zutti 'nin taraftarlarına sarımsak, soğan, pırasa ve turp yemeyi; hayvan kesmeyi yasakladı. Bu nedenle Ebu Hatim' in taraftarları daha sonraları et yemekten kaçınanlar veya vejetaryenler manasına Bakliyya olarak anıldılar. Ebu Hatim el-Zutti köken olarak Hindistan'dan gelme idi. Bu bölgedeki insanIarın yeşil sebzeleri ve kökleri içeren diyet ve hayvan kesmek ve yemenin yasak olduğuna inanmakta idiler. Bununla birlikte sarımsak, soğan, pırasa ve turp'un yasaklanmasının arkasındaki fikir çok açık değildir. Muhtemelen Ebu Hatim bu ürünleri yerel bir şekilde tüketmekten ziyade ihraç etmek istemesinden kaynaklanmakta idi. Bu yılın sonunda Ebu Hatim tamamen görme gücünü kaybetti ve taraftarları arasında fikir ayrılıkları başladı. Bu Karmati koalisyonu İsa b. Musa ve Mes'ud b. Hurayth gibi liderlerin idaresi altında Güney Irak'ta birkaç zaman daha yaşadı. 312/925 yılında beklenilen Mehdi olduğunu iddia eden bir adamın çevresinde toplandı. Bu grup, Abbasilerce bozguna uğratıldı ve dağıtıldılar. Daha sonra 316/928 yılında Bakliyya olarak adlandırılan Karmatiler, Sevad'da tekrar isyan ettiler. Bu dönemde de İsa b. Musa Abbasilerce yakalandı; fakat 320/932 yılında hapishaneden kaçtı. Misyonerlik faaliyetlerine yeniden başladı. Sonuçta İranlılara karışan Bakliyya kolu, Ebu Tahir el-Cennabi'nin güçlerine katıldılar ve Bahreyn'e gittiler orada Acemiyyun olarak adlandırılmaya başlandılar.

Karmati grupları içinde önemli bir yeri olan başka bir bölge de Bahreyn Karmatileridir. Bu bölge ile ilgili bilgileri Nasır-ı Hüsrev vermektedir. Lahsa'da 20.000 muharip yerli vardı. Bu bölgede, sosyal hayatın her alanında bir takım düzenlemelerin yapıldığını görmekteyiz. Başlangıçta ibadetlerle ilgili olarak bir takım düzenlemeler yapıldı. İslam inancının yapılmasını emrettiği gusletmeyi kabul etmemişlerdi. Bunun zorunlu olmadığını ispatlamaya çalışmışlardır. Onlara göre, gusletmek dinin emirlerinden biri olsa idi; büyük ve küçük abdestlerden de tamamen yıkanmak daha gerekli olurdu; çünkü ikisi de pis ve necistir. Bu amaçla vali Ebu Said namazı ve orucu kaldırdı. Günlük ibadet hususundaki bu önemli bilgilerin dışında bölgede, namazların kılınacağı, cuma namazlarının kılınıp ve hutbe okunacağı camiler de yoktu. Bununla birlikte İranlı zengin bir tüccar olan Ali b. Muhammed, alış veriş yapan yabancılar için bir cami yaptırmıştı. Bu şekilde yasağı delebilmişti. Ebu Said'in uygulamalarından sonra, halk kendilerine Saidiler demeye başladılar. Hz. Peygamberi kabul etmelerine rağmen ne orucu ne de namazı yerine getirdiler. Eski Sasani geleneklerini ihya etmeye çalıştılar. Buna en güzel örnek eski Sasani bayramlarını oruç günleri ilan etmeleridir. Malati, Karmatilerin ibadet anlayışları ile ilgili olarak, onların farz ibadetleri nafile olarak kabul ettiklerini belirtmektedir. Bu da yukarıda vermeye çalıştığımız uygulamalardan daha ılımlı olan bir değerlendirmedir. Ebu Said öldüğünde adalet ve doğrulukla hükmeden onun müriderinden altı kişilik şura meclisine geçti. Bu şura meclisi, Nasır-ı Hüsrev'in bölgeyi ziyaretinde hala mevcuttu. İkdaniyye adı verilen bu meclis zirai işlerde çalıştırdığı 30.000 zenci köleye sahipti. Onlara öşür veya vergi yoktu. Herhangi bir kimse fakirleşir veya borçlanırsa diğerlerinin yardımıyla durumu eski haline getirilirdi. Alacakta alacaklılar sadece ana parayı isterlerdi. Lahsa'ya gelen herhangi bir yabancı sanatkara, gelişinde kendi işyerini kurabilmesi için yeterli para verilirdi. Fakir olan ailelerin ihtiyaçları umumi hesaptan karşılanırdı. Nasır Hüsrev, Lahsa'da devlete ait ve devlet tarafından korunan değirmenler gördüğünü belirtir. Bu değirmenlerde hububat ücretsiz öğütülürdü.


Nasır-ı Hüsrev, Lahsa'da kedi, köpek ve merkep gibi bütün hayvan çeşitlerinin yendiğini belirtir. Bununla birlikte zorunlu olarak satış için arz edilen hayvanların başının ve derisinin teşhiri emredilmekte idi. Böylece alıcıların ne aldıklarını bilmeleri sağlanıyordu. Nasır, Lahsa'da gördüğünü belirttiği günlük yaşam, idari anlayış, iktisadi düzen ve dini hayatla ilgili vermiş olduğu bilgilerden; Karmatilerin İslam dünyasının yabancı olduğu bir yaşam felsefesi ve devlet düzenini oluşturmaya çalıştıklarını anlamaktayız. Karmatiler ve onlarla mücadele etmeye çalışan gruplar arasında şiddetli mücadeleler sergilendi. Asilere katılan oğlu geri çağırmak için çöl kamplarına giden bir kadının hali anlatılır. Kadın, kampların eşitlikçi, mevcut toplumun adetlerini bilinçli biçimde reddeden ve kendi ihtilalci normlarına katı bir biçimde uygulanmasını isteyen cü'retkar atmosferinden korkar. Ailesine bağlılık duygusundan azade oğul, bir annenin oğlu üzerindeki haklarını tanımadığını gösterecek bir kararlık ve gaddarlık noktasında karar kılar; anne oğlunu redderler ve Karmatilere karşı suçlamalarla dolu olarak geri döner. Sosyal hayatla ilgili olarak bir başka önemli ayrıntı Balagh olarak bilinen İsma'ilizm'e giriş töreninde yapılan sadakat töreninde (ahd veya mithak) yapılan merasimdir. Yine sosyal hayat ile bir başka farklı bir ayrıntıyı Ali Mazaheri vermektedir. O İslam toplumunun bazı kesimlerinin şarkı ve müziğe ilgi göstermemelerine rağmen Kudüs'teki Karmatilerin koro halinde şarkı söylediklerini ve dinsel musiki çaldıklarını belirtmektedir. Mazaheri'nin bahsetmiş olduğu dinsel musiki "Ülfet" törenlerinde yapılan musikili törenler olsa gerek.


İslam dünyasında aşırı tepkiyle karşılaşmalarının arka planında, Karmatilerin söz konusu yapısıyla bütün kurum ve kuruluşlarıyla mevcut yapının alternatifi olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Kurmaya çalıştıkları sosyal ve iktisadi düzenin olumlu sayılabilecek bazı hususları olduğu gibi olumsuz sayılabilecek pek çok hususları da olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.




Kültür ve Medeniyet 


a-İhvan-ı Safa


X. yüzyıla kadar İslam dünyasında ilmi ve kültürel alanda yapılan faaliyetlerde büyük ilerlemeler kaydedilmiş olmalarına rağmen, bu yüzyıla geldiğimizde İslam dünyasında siyasi birlik ve sosyal bütünlüğün bozulmaya başlandığını görmekteyiz. İlk halifelerinin saltanatlarının özelliği olan ihtişam da artık sönmüş, yönetimde çözülme ve bozulma başlanmış, halifeler "herkes tarafından tanınan halife" olmaktan çıkmış, bir otorite boşluğu meydana gelmişti. Bu boşluk neticesinde de İslam dünyasında yerel hanedanlıklar kurulmuştu. Siyasi birlik ve sosyal bütünlüğün bozulmasını kendi menfaatlerine göre şekillendirmeye çalıştılar. Bu devletlerin bir kısmı Abbasi halifeliğinin yanında yer alırken bazıları da onlara muhalif olmalarına rağmen menfaatleri gereği Abbasi halifelerinin yanında yer aldılar. Üçüncü bir grupta siyasi, askeri, politik ideolojik olarak Abbasi halifelerine ve onlara birlikte hareket eden devletlere karşı muhalefet bayrağı yükselttiler.


Onuncu yüzyıl İslam dünyasında belli başlı devletler; İran'da Saffariler, Türkistan civarında Samaniler, Afganistan ve Pencap'ta Gazneliler ve Büveyhiler, Mısır'da Fatımiler, Bahreyn'de Karmatiler, Endülüs'te Emeviler bulunmakta idi. Bunların dışında da küçük hanedanlıklar ve zaman zaman İslam dünyasını yıllarca uğraştıran siyasi ve sosyal bütünlüğü bozan atılımlar mevcuttu. Abbasi idaresinin zayıflaması, idarenin bürokratlar eline geçmesi sonucunda birçok bağımsız emirlik ve beylikler ortaya çıkmış, İslam dünyası bir siyasal ve sosyal buhranla karşı karşıya kalmıştı. Ortaçağ İslam dünyasında aynı anda bu kadar fazla devletin olduğu bir dönemde siyasi ve fikri çekişmelerin fazla oluşunu doğal karşılamak gerekir. Buna yerel hanedan ve devlet kurabilmek amacıyla faaliyet gösteren grupları da ilave edersek İslam dünyasındaki buhranın ölçüsünü rahatlıkla anlayabiliriz. Bu çekişmelerde devlet yöneticileri, kendi ideolojilerini yaymak, daha geniş alanlara sahip olmak ve daha uzun ömürlü olabilmek için çeşitli faaliyetlerin içinde olmuşlardır. İslam dünyasındaki kültürel alt yapıdan kaynaklanan çeşitliliği de ilave edersek islam dünyasının profili daha net anlaşılabilir. Bu çekişmelerin ortasında kalan, Ortaçağ İslam devletlerinde yaşayan toplumlarda, farklı temayüllerin ortaya çıkmasını da doğal karşılamak gerekir. Bu gruplardan biri olan Karmatiler de kendi ideolojilerini yayabilmek amacı ile çeşitli bölgelere dailer göndererek propagandalarını yapmakta idiler. Bu propagandaların siyasi ve askeri faaliyetlerinin neticesinde Bahreyn Karmati ve Fatımi devleti; ilmi, dini ve sosyal propagandalarının neticesinde de İhvan-ı Safa gibi topluluklar ortaya çıkmıştır. Fikri ve siyasi ihtilafların dorukta olduğu bir dönemde, her din ve bilimden, her felsefe ve mezhepten güzel ve yararlı buldukları düşünceleri alan eklektik bir sisteme sahip, kimlikleri, nerede ve ne zaman yaşadıkları hakkında kesin bir bilgiye sahip olunamadığından, etrafında pek çok tartışmaların yapıldığı gizli bir topluluk ortaya çıktı. Bu bir kardeşlik ve dostluk cemiyeti yani "İhvan'us-Safa ve Hullanu'l-Vela (Gönlü Arınmış-Temiz­ Kardeşler ve Sözünde Sadık Dostlar), teşkilatlanmasıdır. İhvan-ı Safa X. yüzyılda. hilafeti kasıp kavurmuş olan felaketlerden siyaset bakımından etkilenmiştir. Özellikle Zenci ve Karmati isyanlarının hatıralarda canlı yaşadığı Basra' da, bu büyük ticaret merkezinde yaşayan bu iyiliksever insanlar, insanın yaşama şartlarının çalışmayla düzelmesi ve şüphesiz kendi manevi yükselişleri için çaba harcadılar.


İhvan-ı Safa'nın ortaya çıkışı, Fatımi, İsma'ili, Batıniler ve Karmatiler arasındaki siyasal ve doktriner ilişkiler ve İhvan' ın bunlarla bağlantılarının olup olmadığı İslam tarihinin en zor ve en tartışmalı problemleri arasındadır. Ancak Karmatiler ile İhvan-ı Safa arasında bağlantının mevcudiyetiyle alakalı fikirleri destekleyen unsurlar da vardır. Özellikle her iki grubun da aynı coğrafyayı paylaşmış olmaları ve aynı teşkilatlanma tarzına sahip olmaları, bu düşünceyi destekleyen unsurlardır. Heinz Halm, İbn Teymiyye 'nin (öl. 728/1328) İhvan-ı Safa ile İsma' ili doktrin arasındaki benzerlikleri vurgulandığını belirtmektedir. Bu nedenlerle Yemenli dai İdris İmadeddin (öl 872/1463), W. Ivanow, Yues Marquet, Samuel Miklos Stern, Massignon ve Macit Fahri de, İhvan-Safa düşüncesiyle ve Karmati doktrinin yakınlığından söz etmektedirler. Aslında İhvan-ı Safa düşüncesi genel olarak ortaçağ İslam kültürünün gelişmesine de katkıda sağlamıştır. Karmatiler, Basra ve Kufe'de faaliyette bulunuyorlardı. X. yüzyılın ikinci yarısında, Basra'da bazı insanların bir araya gelerek, dört tabakadan mürekkep küçük bir cemaat teşkil ettiler. Bu cemaatlerin nasıl bu tarzda mükemmel hale geldiği hakkında veya teşkilatlanmanın yapılanmasındaki gizlilik nedeniyle bu dönem hakkında kesin bilgiler mevcut değildir. Yalnız cemaati oluşturan tabakalar hakkında bazı bilgiler mevcuttur. Bu bilgiler daha çok tabakalarla ilgilidir. Buna göre birinci tabakada yaşları 15-30 arasında olan gençler vardı. Bunların nefisleri tabii olarak geliştirilir: hocalarının sözlerine tam manasıyla uymaları istenirdi. İkinci tabakada 30 ve 40 yaş arası olan kitle eğitilirdi. Bu tabakadakilere dünyevi hikmet öğretilir ve eşyanın analojik bilgisi verilmekte idi. Üçüncü tabakada 40 ile 50 yaş arasındakilerin oluşturduğu grup idi. İlahi kanun öğretilirdi. Bu mertebe enbiya mertebesini teşkil etmekte idi. Son tabaka olarak 50 yaşın üzerindekilerin oluşturduğu grup idi. Bu tabakada eşyanın hakikatlerinin bilinmesi için çaba sarf edilirdi. Bu tabakadaki başarılı olan kişiler, tabiat, şeriat ve kanun'un üstüne yükseldiği kabul edilmekte idi.

Bu eğitim teşkilatlanma tarzıyla Karmatilerin eğitimdeki aşamaları arasındaki yakın ilgi, iki grup arasındaki ilgiyi açıkça ortaya koymaktadır. İhvan-ı Safa risaleleri, Karmati örgütlenmesi için önemli kaynak olmuştu. İhvan-ı Safa'nın yürütmüş olduğu propaganda tarzıyla fikirlerini farklı gruplara yayma imkanı bulmuştu. Özellikle bu dönemdeki iktisadi ve sosyal sorunlar bu yayılışı hızlandırmıştır. İlıvan-ı Safa, bu sorunların paralelinde bir takım fikirler geliştirdi. Özellikle genel halktan insanların artmasının yanı sıra, toplumun, tüccar ve ikta edilmiş zirai mülk sahibi zengin grupların yükselişine ve bu gruplar arasında büyük iktisadi farklar ortaya çıkmıştı. İhvan-ı Safa, bu farklılaşmadan yola çıkarak insanları üç tabakaya ayırdı: Zenginler, orta halliler ve fakirler. İhvan-ı Safa'nın toplumu yakından izlediği izlenimi veren bu tespit, onların halkla olan diyaloğu hakkında yeterli bilgi vermektedir.

Bu dönemin bir şair olan Mütenebbi (öl. 965) ve Ebu'l-Ala el-Ma'arri (öl. l057) İsma'ili fikirlerin tesir altında kalmışlardır. İhvanü's-Safa'nın mensupları Irak'ta bir ansiklopediciler hareketini organize etmiştir. Bunlar o zamanki bilginin bütün dallarını içine alan elli bir kadar eser meydana getirdiler. Bu eserlerde açık olarak İsma'ili etkisi görülür. İhvanü's-Safa'nın eserleri Hindistan'dan İspanya'ya kadar her tarafta okunuyor ve daha sonraki müellifler üzerinde büyük bir etki bırakıyordu. Bu eserlerin yayılması İhvanü's-Safa üyelerinin idaresindeki yarı gizli çalışma gruplarının çalışmalarıyla gerçekleştiriliyordu. Xl. Asırda "Sıtm Kardeşleri" adı altında, Müslümanları taassuptan kurtarmak, ilim zihniyetini, tabiat ilimlerine dayanan felsefeyi hakim kılmak, cemiyeti düzeltecek bir aydınlar sınıfı ve ahlakı yaratmak maksadıyla kurulmuş gizli bir cemiyettir. Cemiyetin başkanı Zeyd b. Rufia idi. Anonim olmasına rağmen, kaynaklarda verilen risale yazarlarının altısının adı arasında Makdisi diye de bilinen Ebu Süleyman el-Basti, risalelerin asıl yazarı veya derleyicisi olarak verildiği için, en meşhur yazardır. Aslında organizasyonun sekreteryasını yürüttüğü belirtilen Makdisi'nin dışında, Ebu'l- Hasen Ali b. Harun ez-Zencani, Ebu Ahmed el-Mihrecani, el-Avfı'dir. Daha önceki dönemlere ait olduğunu ileri sürenlerde vardır. Bu iddiaya göre risaleler, İmam Abdulah b. Muhammed b. İsmail'in emriyle, Abdullah b. el-Mübarek, Abdullah b. Hamedan, Abdullah b. Meymun ve Abdullah b. Said adlı dört dai tarafından yazılmıştır. Risaleler'in, el-Hakim el-Mecriti (öl.395/1005) veya onun öğrencisi olduğu belirtilen Ebu'I-Hakem Amr b. Abdurrahman el-Kinnani (ö.458/1066) olduğunu iddia edenler de vardı.


İhvan-ı Safa mensupları fikirlerini 51 risaleden meydana gelen kolektif bir risalede anlatmaya çalıştılar. Bu ansiklopedik eserin yazarları hakkında değişik rivayetler vardır. Siyasi otoritenin takibinden kurtulmak amacıyla kimliklerini gizli tutmuşlardı. Risalelerin içeriği: a) Matematik ve felsefi bilimler, b) Tabii ve cismani bilimler, c) Psikolojik ve adli ilimler, d) Kanuni ve ilahi ilimler olmak üzere dört büyük kısma ayrılmışlardı. Bu ayırım pratik bir maksatla yapılmıştır. Risalelerinin metodu eklektik-uzlaştırıcı, seçmecidir. Matematik, astronomi ve psikolojide Pisagor, mantıkta Aristo, metafizikte Eflatun, ahlakla Sokrat, din felsefesinde Farabi'ye bağlı oldukları kabul edilmektedir. Bilgi anlayışında, tasavvuf ehliyle duyumcuların ve tabiatçıların görüşlerini birleştirmişlerdir. Onlara göre bilgi duyularla başlar, duyular algıda insanı aldatırlar. Hakikat ancak ruhun temizlenmesi yoluyla elde edilir, diyerek tasavvuftan faydalandılar. Risalelerde ilim, basitten mürekkebe doğru beş zümreye ayrılmıştı: a) Matematik ve mantık, b) Tabiat ilimleri, c) Zihin ilimleri, d) Tevhid ve Kelam, e)Ahlak: Burada ahlak da Aristo ahlakı ile Kelile ve Dimne'ye dayanır. Risaleler metafizikte Plotin'in sudur ve uruc teorisine bağlı kalırlar. Sudur yoluyla yaratılışı kabul ederler. Alemin şu dört prensibe bağlı olduğuna kanidirler: a) Allah, b) Faal Akıl, c) Alemin Ruhu, d) Tek Madde. Risaleler tekamül fikrini savunmakta, varlıklar arasındaki sürekli değişmeyi anlatmak için hayvandan insana geçişi, maymunda insana benzer vasıfların başlayışını açıklamakta ve dolayısıyla Darwin teorisinin habercisi oldukları kabul edilmektedirler.


Abbasi hilafeti X. yüzyılda parçalanmaya başladığı dönemde, gizli İsma'ili veya aşırı Şii hareketler, felsefi ve dini temelli Yeni Pisagorasçı ve Yeni Eflatuncu fikirlerle propagandaya başladılar. "Gizli" dini hakikatın sadece masum hoca veya imam tarafından keşfedebileceğine ilişkin genel Şii inancına olan bağlılıklarında isma'ililer, Yunan felsefesinde, hakikate giden emin bir yol olarak matematiğe olan sabit inançları nedeniyle, özellikle onun Yeni Pisagorasçı esoterik eğilimlerine uygun bir müttefik bulmuşlardı. Bu Risaleler, popüler bir felsefi deyimle Karmatilik, İsma'ilili kitlelerle kader birliği yapmış olmakla birlikte İhvan-ı Safa'nın felsefi matematiksel ve diğer siyasal öğretileri içermesi onun bu hususlarda bağımsız bir hareket olduğunu nazara vermektedir. Bu gizli cemiyet ilk olarak Güney Irak'ta Basra'da ortaya çıkmış, daha sonra, doğu İslam dünyası ve Müslüman İspanya'ya baştan başa yayılmıştı. Aynı adı taşıyan elli bir Risale'de tanımlandığı üzere bu cemiyetin amaçları, hakikati aramak ve dünya mülkü tahkir etmek, ondan uzaklaşmaktı. Yazarlarının düsturu, hiçbir bilimi inkar etmeden, herhangi bir kitabı bir kenara itmeden, ya da herhangi bir inancın yanında yer almadan, en geniş ve kucaklayıcı kelimelerle ifade edilen bir evrensellik özelliği göstermekte idi. Çünkü inançları, duyulur ya da akl edilir olsun, batıni ya da zahiri olsun, gizli ya da açık olsun, bütün iman esaslarını içine alır. Yalnız onlar tümüyle tek bir prensip'ten, tek bir Neden'den; tek bir evrenden ve tek bir ruhtan türemek kaydını esas almakta idiler.


İlıvan-ı Safa Risaleleri, başlıca dört kısma ayrılmaktadır. Birinci kısımda, matematik ve eğitsel ilimlerle, mantık ilimlerine ayrılmıştır. Toplam on dört risale olan bu kısım; 1-Adet (sayı), 2-Hendese (geometri), 3-İlm-i Nücüm (astronomi), 4-Coğrafya, 5-Musiki, 6-Sayısal ve Geometrik nispetler, 7-Teorik Sanatlar, 8-Pratik Sanatlar, 9-Ahlak, 10-İsagoji, 11 -Kategoriler, 12-Peri Hermenias, 13-Birinci Analitikler, 14-İkinci Analitikler'den oluşmaktadır. Son beş tanesi Aristo mantığını oluşturmaktadır.


İkinci kısım, tabii ve cismani ilimlerle ilgilidir. Bunlar toplam on yedi risaleden oluşan bu kısım, tabii ve cismani ilimlerle ilgilidir. Bunlar, 1 -Madde, şekil, hareket, zaman mekan vb. tabiat prensiplerinin açıklanması, 2-Gök ve yer, 3-Kevn ve fesad, 4-Meteoroloji, 5-Madenler (madenlerin oluşumu), 6-Tabiatın mahiyeti, 7-Bitki türleri, 8- Hayvanların ve türlerinin oluşumu, 9-İnsan bedeninin oluşumu, 10-Duyular ve objelerin algılanması, 11 -Embriyoloji, 12-Bir mikrikozm olarak insan, 13-Bedendeki cüz'i nefislerin halleri, 14-İnsan bilgisinin sınırları ve gayeleri, 15-Hayat ve ölümün hikmeti, 16-Haz ve elemin mahiyeti, 17-Dillerin farklılık sebepleri.

Üçüncü kısım, psikolojik ve akli ilimlerle ilgilidir. Bu kısım on risaleden oluşmaktadır. Bu risalelerin sıralanışı şöyledir: 1 -Pisagor'a göre akli prensipler, 2-İhvan'a göre akli prensipler, 3-Evrenin büyük insan olması meselesi, 4-Akıl ve ma'kul, 5-Devirler ve zamanlar (Alemin keyfiyeti, başlangıcı, tertibi, sonu ...), 6-Aşkın mahiyeti, 7-Yeniden diriliş ve kıyamet, 8-Hareket çeşitleri, 9- Sebepler (illetler) ve ma'luller, 10-Tarifler ve tasvirler.


Dördüncü kısımda ise, din ve ilahiyat, ilimleriyle ilgili on bir risaleden oluşmaktadır. 1 -Doktrinler ve dinler, 2-Allah'a giden yolun mahiyeti, 3-İhvan'ın itikadı ve rabbanilerin yolu, 4-İhvan'ın yaşayış şekli din ve dünya işlerinde yardımlaşmaları, sevgi ve şefkatte sadakatleri, 5-İmanın mahiyeti ve inananların vasıfları, 6-İlahi Kanun'un mahiyeti, 7-nübüvvetin şartları  8-nebilerin özellikleri, 9-Siyasetin keyfiyeti ve çeşitleri, 10-Evrendeki düzen ve hiyerarşi, 11 -Sihir, büyü, fal, nazar...vb. şeylerin mahiyetleri hakkında bilgiler yer almaktadır.

Bu risaleler, merkezinde matematiğin yer aldığı felsefi bilimlerin gerçek bir ansiklopedisini oluşturmaktadır. İhvan'ın matematiksel öğretisinin, 'Harranlı monoteist bir Aziz'den alan Gerasa'lı Nikomahos ile Samos Adası'nda doğan Pisagoras'dan alındığı ifade edilmektedir. Bu öğretinin büyük bir kısmı, "bir" sayısıyla başlayarak onların sayı teorisi ya da sayıların özelliklerinin analizi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Onlara göre, gerçek "bir", en genel terim olan ve bölünemeyen "şey" terimiyle eşanlamlıdır. "Bir", bütün sayıların temeli olabilsin diye çokluk, sıradüzen içinde bir'in bir' e eklenmesiyle ortaya çıkmaktadır. Ancak kendisi bizzat sayı değildir. Bir bütün olarak ele alındığında sayıların bundan sonra, dünyayı anlamaya, gayretli bir araştırıcıya ruhun bilgisine, ruhani dünya ve mutlak varlık olan Allah'ın bilgisine götüren ipuçları olarak onların hizmet edebilmelerini sağlayan belli başlı fiziksel ve metafiziksel özelliklere sahip oldukları söylenir. Buna göre, tasvir yoluyla ifade ettiklerine göre, dört sayısı Yaratıcı, külli akıl, külli ruh ve ilk maddeden müteşekkil ruhani alemin dört misli Tealitesini yansıtan Tanrı eliyle kurgulanmıştır. Nedeni, Tanrı'nın, dört sayısını, temel 'doğalar' veya klasik fiziğin ilk nitelikleri, huy ve mizaçlar, mevsimler, yeryüzünün dört bucağı vs.'den oluşması kısacası dörtlerin tümünü ya da dört katların bütününü içine alması için öğeleri harekete geçirmesidir. İhvan'a göre fiziksel alem, Tanrı'dan bir südur'dur. Tanrı, kendi birliğinin ışığından feleklerin külli ruhu ve sonuçta ilk maddenin izlediği Faal Akıl olan yalın bir cevher yaratmıştır. Sonra O, Ruh ve Akl'ın aracılığıyla maddi dünyanın ikincil varlıklarını yaratmıştır. Bu yüzden tam da 'bir' sayısından tüm sayıların ilk prensibi olarak söz edildiği şekilde işte aynen bu şekilde, belki Tanrı'dan da tüm şeylerin ilk prensibi olarak söz edilebilir. 


Ontolojik statüsünün ışığında, Risaleler'in yazarı (ya da yazarları)'nın sayıya ilişkin sabit fikri, sayının özelliklerinin, varolan her şeyin özelliğiyle ilgili paradigmalar olduğu şeklindeki temel üzerinde haklı çıkarılmaktadır. "Sayıyı, onun kurallarını, doğasını, cinsini, türlerini ve özelliklerini anlayan herkes, tüm şeylerin cins ve türlerinin çokluğunu onların uygun niteliklerinin temelinde yatan hikmeti ve onlardan, ne daha çok, ne de daha az olmalarının nedenini anlayabilsinler." Yazarın vermiş olduğu cevap her anlamda tek olan her şeyin Yaratıcısı Tanrı'nın onu, her şeyin her açıdan tek veya her açıdan çok olması gerektiği şeklinde bir yöntem olarak kabul etmemesi tarzındadır. Bu bakımdan o, onları, maddeye nispetle bir, fakat forma nispetle çok olmaları veçhiyle düzenlemiştir. Epistemolojik ve dini düzIemlerde sayı çalışmasının büyük avantajı, İhvan'a göre, onun, sayıların mevcut olduğu ruhun bilgisine götürmesi, bu bilginin de nihayetinde, ancak felsefe yoluyla mümkün olabilecek Tanrı bilgisine iletmesidir. Bu husus, "Kendini bilen Rabbini bilir" hadisi ile doğrulanmaktadır. Diğer bir yararı nefs bilgisinin, karakteri saflaşmaya ve zihni keskinleştirmeye yöneltecek olmasıdır.


Buna göre, insan bedeni öteki objelere kıyasla ne çok büyük ne de çok küçüktür; insan hayatının süreci de ne çok uzun ne çok kısadır; yaratılış merdivenindeki yeri ne çok yüksek, ne de çok aşağıdır; çünkü insanoğlu gerçekten meleklerle hayvanlar arasında orta bir yerdedir. Bilgileri ise, tümden cehalet ile tümden bilgilik arasında orta düzeydedir. Risaleler'e göre insan zihni, Tanrı'nın mahiyeti veya O'nun Büyüklüğü, tüm evrenin formu ve hatta maddeden ayrı akl edilir. Formlar gibi en yüksek realiteleri kavrama gücünde değildir. Bireyler de, evrenin esası, onu var eden neden veya, daha yüksek ve daha aşağı dünyalardaki yaratılmış varlıklara uygun varoluş modu gibi felsefi meseleleri kavrama gücünde değildirler. Eğer bütün o realitenin bilgisi akılla elde edilemezse, bizzat kendileri meleklerin otoritesine, onların komutanlarına ve hakimlerine boyun eğdikleri için, kişinin tek yapacağı Tanrı'dan vahiy alan peygamberlerin öğretilerine ve onların otoritesine boyun eğmeye muvafakat etmektedir. Bununla birlikte, Risaleler'in yazarı, felsefe ile din arasında ciddi hiçbir çatışmanın bulunmadığı savundular; çünkü onların ortak amacı, "insanın gücü ölçüsünde Tanrı'ya benzemeye çalışmak"tır.

İhvan-ı Safa mensupları yukarıda özetlemeye çalıştığımız, bütün toplumların ve dinlerin hikmetini bir araya toplamak olarak da adlandırabileceğimiz eklektisizm, ilim, matematik, mantık, Allah-alem, insan-nefs, din-ahlak başlıkları altında özetlemeye çalıştığımız görüşler, farklı bölgelerdeki ilim dünyasını etkiledi. Bunun en güzel kanıtı sonraki devirlerde bir çok istinsahının yapılmış olmasıdır. Gazali, İhvan-ı Safa felsefesinin halk arasında da yayıldığını belirtir N/X. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış olan İhvan-ı Safa kaleme aldıkları ansiklopedik eserlerde, dini, felsefi içerikli eserler kaleme almış olmaları, toplumun rahatsızlıklarına ilmi açıdan yapılan değerlendirmeler olarak kabul etmek gerekir.


b-İlmi ve Kültürel Faaliyetler


Karmati hareketinin ortaya çıkışı ve yayılışı ile ilgili olarak önceki bölümlerden de anlaşılacağı gibi hareketin birinci, ikinci, üçüncü tarzında derecelendirebileceğimiz merkezleri olmuştur. Bu merkezlerde hareketi siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan problemsiz olarak idare edebilmek için kabiliyetli liderlere ihtiyaç duyulmakta idi. Hareketin birinci derecede sayılabilecek merkezlerinden olan Vasıt'da hareket 287/890'daki ilk isyanı Hamdan çıkarmıştı. Hamdan bu bölgede yani Kufe'nin doğusunda Darül-Hicr'e adıyla ilk Karmati karargahını yaptı. Bu dönemde yanında kayınbiraderi Abdan (ö. 286/899) ve Dindan bulunmakta idi. İbn Nedim'e göre, Abdan'a ait olduğunu belirttiği eserlerin sayısı 8'dir. Bunların en önemlileri, Kitabu'l-Hudud, Kitabu'l-Mizan, Kitabu'l Melahim, Kitabu'l-Maksad'dır.

Diğer önemli bir merkez de Selemiye'dir. Sabit b. Sinan'a göre Selemiye hareketin organizasyonunu gerçekleştiren merkezdir. Massignon, bu merkezi önemli görmez. Hareketin oluşmaya başladığı dönemde Karmatiler, Selemiye'yi merkez olarak kullandığı için siyasi ve fikri manada herhangi bir önemli bir varlık göstermemiştir. Selemiye, hareketin merkezi olarak seçilmesi, Abdullah b. Meymun'a dayanmaktadır. Daha rahat ve güvenli çalışabilmek için Suriye'nin sakin olan bu bölgesi seçilmişti. Abdullah, Selemiye'nin keşfinin ardından Ahvaz'da bulunan İmam Abdullah b. Muhammed'i de çağırdı. O da tüccar kıyafeti giyerek Selemiye'ye geldi. Ardından, oğlu, ailesi ve kurmaylarından Abdullah b. Meymun, Abdullah b. Said, Abdullah b. Hamdan izledi. Karmati teorisyenleri, merkezi otoritenin takibinden uzak bir mekanı kazanmasıyla rahat bir soluk aldılar. Ardından diğer merkezlerdeki liderler, Selemiye'deki büyük toplantıya çağrıldı. Büyük toplantıya katılan liderlerin 4'ü kadın 4'üde erkek olmak üzere 8 kişi iştirak etmişti. Bu liderler Hüseyin b. Zikreveyh, Said b. el-Cennabi, İsa b. Musa, Haris b. Mesud erkek liderler idi. Kadın katılımcılar ise Rıdava kızı Ulya, Dindan kızı Sa'da, Zikreveyh kızı Rükiyye, Cennabi'nin kızı Leyla katıldı. Karmatiler bu merkezden sonra Yemen bölgesinde önemli merkez edindiler. Bu merkezin faaliyetleri sonucu Bahreyn, Horasan, Afrika ve Hindistan bölgesindeki propagandanın ilk temelleri atıldı. Bu bölgelerdeki dailer de aynı şekilde hareketin teorisyenleri olarak kabul edilmekte idi.

Karmati hareketinin yaygınlaşmasını sağlayanlardan biri de, Ebu Hatim Ahmet b. Hamdan er-Razi (ö. 322/933)'dir. Eserlerinden ilki Kitabu A'lami'n-Nübüvve'dir. Karmati sistem içinde Allah 'ın varlığı ve peygamberlik konusunu incelenmiştir. İkinci eseri Kitabu 'l-Islah'dır. Er-Razi ve Muhammed b. Ahmed en-Nesefi'nin İslam akaidiyle ilgili görüşlere cevap mahiyetindedir. Kitabu 'r-Ric 'a adlı eseri ise günümüze kadar ulaşamamıştır. Taha Veli, Karmati düşünüderi hakkında el­ Karamita adlı eserinde genişçe yer vermektedir.

Ebu Abdullah b. Ahmed en-Nesefi'nin ( öl. 331/942) bilinen eserlerinin sayısı 5'tir. Ebu Yakup İshak b. Ahmed es-Sicistani (öl.331/942)'ye atfedilen eser sayısı 32 dir. Numan b. Ebi Abdullah el-Mağribi (öl. 363/973), Karmatilerin hukuk normlarını oluşturan kişi olarak tanınmaktadır. 50 eser yazdığı belirtilmektedir. Bu eserlerden 20 tanesi günümüze ulaşmıştır. En önemli eseri De'aimu 'l-İslam fi Zikri  Helal ve Haram, Şii-Karmati fıkhın abide eseri olarak kabul edilmektedir. İki cilt halinde olan eser, Asaf Feyzi tarafından Kahire'de yayınlanmıştır. İftitahu'd-Da've adlı eseri 1970 yılında Beyrut'ta yayınlandı. Esasu 't-Te 'vil, Arif Tamir tarafından 1960 yılında yayınlanmıştır. Diğer eserleri Kitabu Keyfiyyeti 's-sati ale 'n-Nebi, Minhacu 'l-Faraiz, İhtilafu Usuli 'l-Mezahib, Kitabu 'l-Mecalis, Kitabu 'r-Red ale'l­ Kadı İbn Süreye ve İmam Şafii'yi eleştirdiği er-Risaletu 'l-Mısrıyye adlı eserini sayabiliriz.


Hamiduddin el-Kirmani (ö. 408/1017), 40 eseri olduğu söylenilen yazar dinle felsefeyi kaynaştıran kişi olarak tanınmaktadır. Er-Risaletü 'd-Dürriyye, el-Akvalu 'l-Mezhebiyye gibi eserler de ona ait olan eserlerdir. Hibetullah Musa b. Davud eş­ Şirazi (ö.470/1077)'ye ait 20 eser olduğu belirtilmektedir. Ebu'l Ferec Yakup b. Yusuf el-Kelles (ö. 380/990), bilinen eser sayısı 7'dir. Diğer eserleri ise; Divan, 1929'da Tahran'da yayınlandı. Vechuddin, 1924'te Berlin'de; Zadu'l-Müsafirin, 1923'te Berlin'de; Hıvanu 'l-İhvan, 1940 yılında Kahire'de; Rüşnai-Name, 1879 yılında Almanya'da, 1949 yılında ise İvanow tarafından Bombay'da yayınlandı. Muhammed Ali es-Suri (ö. 490/1 096), üç eseri bilinmektedir. Ali b. Muhammed b. Velid (ö. 612/12 15)'in bilinen eserleri 20'dir. Ali b. Hanzala (ö. 596/1228)'nın iki eseri bulunmaktadır. İmaduddin İdris el-Kureyşi (ö. 872/ 1467) Karmatilerin bilinen en büyük tarihçisi olarak kabul edilmektedir. Nasrr Rusrev el-Mervezi (ö. 480/1087)'nin eserlerinin sayısının 30 tane olduğu bilinmektedir. En ünlü eseri Sefername'dir. Bu eser bir Seyahatname olup eseri Bahreyn Karmatilerin sosyal ve iktisadi hayatıyla ilgili çok kısa fakat kıymetli bilgiler vermektedir.



c. Hallac-ı Mansur



Ebu'l-Muğis el-Huseyin b. Mansur b. el-Beyzavi (244-309/857-922), tasavvufa dair eserler yazmış olup, Türklerin islam dinini benimsemesinde tesiri görülen dini ve içtimai bir hareketin başı olarak kabul edilir. 244/857 yılına doğru Bayza civarındaki Tur'da doğdu. Babası Mahanuna adında bir Zerdüşttür. Hallac'ın yetiştiği dönemin sosyokültürel yapı onun yetişmesine de yardımcı olmuştur. Massıgnon gibi Mez'de, Hallac'ın Helenistik kültüre aşina olduğunu belirtir. Hallac, Vasıt, Tuster ve Zenci kölelerin isyanı sonucunda karışıklığa uğraşan Basra'da yaşadı. Mekke ve çevresinin Bahreyn Karmatilerinin baskısı altında bulunduğu dönemlerde, Mekke'ye hac amacıyla üç defa gitti.

Hallac'ın Karmati olarak suçlanmasının sebebi devrinin düşünsel-siyasal ana ekolü olan Karmatilerin temsilcisi bilgi ve düşünce ekiplerle, başka bir deyişle Karmat daileriyle bilgi alışverişinde bulunmasıdır. Massıgnon, Karmatilerin üzerinde durduğu konuların Hallac tarafından da işlendiğini belirtmiştir. İbn Tabataba ise, Onu Ebu Tahir el-Cennabi sayesinde güçlenmiş Karmatilik mezhebinin misyoneri olmakla itham etmişlerdir. Hallac'ın taraftarları da İsma'ili­ Karmati daileri gibi onun fikirlerini yayarken aynı yolu takip ettiler. Hallac yaymaya çalıştığı başta "Ene'l-Hakk", Uluhiyetin insana hulul ettiği fikirleri nedeniyle 301/913 yılında yakalandı, Rabblık iddiası ve hulul (ilahi ruhun kendi bedenine girmesi) akidesini benimsediği iddiasıyla suçlandı. Koltuk atlarından haç'a benzer bir ağaca bağlanarak teşhir edildi. Günlerce teşhir edildikten sonra hapse kondu. Yaklaşık 8 yıl, 7 ay, 8 gün'lük bir hapis hayatından sonra 309/922 yılının Zilkade ayında öldürüldü. Siyasal iktidarın Hallac'ı hemen idam etmeyişinin nedeni toplumda ortaya çıkacak tepkiyi önlemeyecekleri kanaatini taşımakta idiler. Bundan da önemlisi bir tarafta Karmati tahribatı büyük hızıyla devam ediyor; diğer yandan da, en etkin düşmanlarından biri olan Fatımiler günden güne güçleniyorlardı. Hallac'ın tutuklandığı yıl Fatımiler İskenderiyye'yi işgal etmiş, Tunus'a uzanmışlardı. Karmatiler ise Basra'ya girmişlerdi. Böyle bir ortamda Abbasi idarecilerin uyguladığı en etkin politika, Karmatilerin üzerinde etkisi olduğu bilinen Hallacı öldürmek yerine tutsak olarak hapse etmek olmuştur.


Hallac hakkındaki yukarıdaki farklı değerlendirmelerden, onun adı geçen akımla aynı sosyal ve kültürel çevreden beslendiği anlaşılmaktadır. Yaymaya çalıştığı fikirler itibariyle de paralellikler mevcuttur. Karmati grupların Hallac'a değer verdikleri de bilinmektedir. Fakat Hallac ve Karmati birlikteliği için söylenecek son söz Hallac ile Karmatiler arasında direk olmasa da organik bir bağın olduğu tarihi perspektife daha uygun düşmektedir. 



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

16 Mayıs 2023 Salı

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-10


HAFIZ AHMED PAŞA  (1633)


Sultan IV Murad'ın sadık ve vefakar vezirlerinden, büyük bir devlet adamıdır. Döneminde çıkartılan bir isyan üzerine kellesi istenmiş, sultan tarafından bir kayığa bindirilerek Üsküdar'a kaçması sağlanmışken, yarı yoldan geri çağrılmış ve kendi canından korktuğu için vezirini geri çağırtan sultanına: "Hünkarım! Beni siz öldürmeyiniz, isyancılara veriniz. Böylece onlar haksız yere kanımı dökecekleri için şehid olurum" diyerek abdest alıp dışarı çıkmış ve gözü dönmüş kalabalık tarafından kısa zamanda linç edilmiştir. Daha sonra  başı  da  kesilen  büyük vezirin yerine, katillerini kışkırtan Topal Recep Paşa geçmişse de kısa bir süre sonra o da Sultan IV Murad'ın emriyle idam edilmiştir.


TOPAL RECEP PAŞA  (1633)


IV Murad Han'ın döneminde devletin sadrazamlığına kadar yükselmiş  olan  hırslı ve  iktidar düşkünü bir devlet adamıdır. Yeniçerileri ayaklandırarak kendisinden önceki sadrazamın katline sebep olmuş, hatta bu kargaşalık sırasında genç yaştaki padişahı da; "Siz de abdest alsanız iyi olur sultanım!" diyerek tehdit etmekten çekinmemiştir. Aradan üç dört ay geçip de IV Murad dizginleri ele alınca, bir gün Topal Recep Paşa'yı aniden huzuruna çağırmış ve o, henüz içeri girerken: "Gel beru Topal zorba başı!" diye haykırmıştır. Akibetini hemen anlayıp kıvranmaya başlayan sadrazama sultan:

"Bre melun! Abdest al" dedikten sonra, "Tiz şu hainin başını kesin!" emrini vermiştir.

Pek çok entrikalarla sadrazamlık mührünü ele geçiren Topal Recep Paşa o gün sarayda idam edilerek  tarihteki hikâyesini tamamlamıştır.



NEFÎ (1634)


Divan edebiyatının büyük hiciv şairi Nefî, Erzurumludur. Daha sonra İstanbul'a gelmiş, I. Ahmed, II . Osman, I. Mustafa ve IV. Murad dönemlerinde İstanbul ve Edirne'de yaşamıştır.

Şiirleriyle büyük bir şöhret sahibi olmuş, bir ara padişah IV. Murad'ın yakınları arasına girmeyi de başarmıştır.

Eserlerinin çoğunun hiciv türünde olması sebebiyle insanların ve özellikle devlet adalarının nefretini kazanan Nefî'nin, son olarak vezir-i azam Bayram Paşa'ya yazdığı hicviye sebebiyle, idamına karar verilmiştir.

Muallim Naci "Osmanlı Şairleri" isimli eserinde "O'nun ahlaki yönden şiddetle tenkide şayan bir 'kötü dilli' olduğunu gizlemeye imkan yoktur" dedikten sonra "şairane tabiatında olan iktidar ise hiç bir vakit inkâr olunamaz"  hükmünü vermiştir.

Dilinin cezasını çekmek üzere padişahın emriyle Bayram Paşa'ya teslim edilen ve muhtemelen o sırada  60 yaşını  biraz geçmiş bulunan  şair, Çavuşbaşı Boynu Eğri Mehmed Paşa tarafından; "Gel bakalım Nefî Efendi! Odunlukta hicvolunacak birisi var!" denilerek sarayın odunluğunda boğdurulmuş ve cesedi denize atılmıştır.



SULTAN İBRAHİM (1649)


Sultan I. Ahmed'in oğlu, IV. Murad'ın hayatta kalan tek kardeşidir. Diğer kardeşleri IV. Murad'ın emriyle öldürüldükleri için şehzade İbrahim de daima ölüm korkuları duyarak büyümüş, sonunda ağabeyinin genç yaşta vefatı üzerine Osmanlı tahtına oturmuştur. 8 sene 9 ay kadar bu tahtı işgal ettikten sonra, isyan eden ordu ve devlet erkanının işbirliğiyle hal edilerek bir hücreye kapatılmıştır. Yerine oğullarından IV. Mehmed, henüz, yedi yaşında bir çocuk olduğu halde tahta çıkmıştır. Yeni sultanın çocuk olmasını gerekçe gösteren ve yeniden Sultan İbrahim'in tahta çıkması gerektiğini düşünen bazı kimselere fırsat vermemek için devlet erkânı kendi aralarında anlaşarak Sultan İbrahim'i kapatıldığı hücrede, Cellatbaşı Kara Ali Ağa'ya boğdurtmuşlardır.



KÖSEM SULTAN (1651)


Osmanlı tarihinde kadınlar saltanatının baş temsilcilerindendir. Torunu IV. Mehmet zamanında, Valide Sultan olan Turhan Sultan ve yakınlarının marifetiyle, Saray Ağası Süleyman isimli bir zat tarafından öldürülmüştür.


1651 yılı Ağustosunda bir gece yarısı saklandığı yerden çıkartılan Kösem Sultan, Süleyman Ağa'nın cellatlarından Küçük Mehmet isimli bir zülüflü baltacının eline düştü. Zülüflü, vura vura sersem hâle getirdiği ihtiyar kadını daha sonra yere yatırıp boğdu.



MERZİFONLU K. MUSTAFA PAŞA  (1683)


IV Mehmed döneminin ünlü sadrazamıdır. 1683 yılında Viyana önlerinde Osmanlı ordusunun büyük bir mağlubiyete düşmesine sebep olduğu için, aleyhinde çalışan devlet adamlarının da gayretiyle padişahın gözünden düşmüş, nihayet hakkında ölüm fermanı çıkartılarak Belgrad'da idam edilmiştir.


Köprülü Mehmet Paşa tarafından yetiştirilen ve Fazıl Ahmet Paşa'nın genç yaşta vefatı üzerine sadrazam olan Merzifonlu, aslında fazilet ve ehliyet sahibi bir devlet adamıydı. Viyana bozgunu, kendisine yardım etmesi gereken Budin Beylerbeyi'nin ve Kırım Hanı Murat Giray'ın ihanetleri sebebiyle doğmuş; bu muharebe sırasında en az 10.000 Osmanlı askeri öldürüldüğü gibi, bir çok top, çadır ve mühimmat düşman kuvvetlerinin eline geçmiştir.

II. Viyana bozgunu ile Osmanlıların Avrupa topraklarındaki ilerleyişi durduğu gibi artık geri çekilme dönemi başlamıştır. Nitekim devletin yıkıldığı günlere kadar geçen 238 yıl içinde, kazanılmış bütün memleketler birer birer elden çıkarak, üzerlerinde yeni devletler kurulmuştur.

Merzifonlu'nun idamına ferman çıkartılınca Kapıcılar Kethüdası Ahmet ve Çavuşbaşı Mehmet Ağalar Belgrad'a gönderilmiştir.  Bunlar oraya ulaşınca, yedi seneden beri sadrazam olarak görev yapan bu cihangiri boğarak öldürmüş ve başını kesip Edirne'ye göndermişlerdir. Bu kesik baş padişaha gösterildikten sonra Saruca Paşa hazîresine gömülmüştür. Merzifonlu'nun başsız gövdesi ise Belgrad'a defnedilmiştir.



NEVŞEHİRLİ DAMAD İBRAHİM PAŞA (1730)


Osmanlı tarihinde Lale Devri adıvla meşhur olan bir döneme damgasını vuran büyük devlet adamlarındandır. Uzun süre vezir-i azamlık yaptıktan sonra Patrona Halil ve arkadaşlarının çıkardığı isyan üzerine sarayda kıstırılan sadrazam, senelerce beraber bulunduğu ve beraber eğlendiği Sultan III. Ahmed'e, kendisini isyancılara teslim etmemesini rica etmiş, bunun üzerine kendi canından da korkan padişahın emriyle sarayın bir odasında boğdurulmuştur. Cenazesi bir ot arabasına konularak kapı önünde bekleşen isyancılara teslim edilmiştir. Asiler tarafından üç gün sokaklarda sürüklenen cesedi, geceleri İstanbul köpekleri tarafından da didiklenerek tamamen tanınmaz hâle gelmiştir.



PATRONA HALİL (1730)


Osmanlı tarihinde Lale Devri olarak bilinen dönemin sonunda büyük bir isyan çıkartarak, hem Vezir-i azam Damat İbrahim Paşa'yı katlettiren, hem de padişah III. Ahmed'i tahttan indirip yerine I. Mahmud'un tahta çıkmasını sağlayan Patrona Halil, Arnavut kökenli bir hamam tellala idi. Gidişattan memnun olmayan bir takım kimseleri başına toplayarak ihtilali gerçekleştirdi. Bu olaylar sırasında devlet görevlisi bazı kimselerin de yardımını gören Patrona Halil, 49 gün kadar her istediğini yaptırarak büyük bir saltanat içinde yaşamış, ancak yeni padişahın ustaca düzenlediği bir suikast ile idam edilmiştir.

Önemli işlerin görüşüleceği haber verilerek saraya çağrılan ihtilalci, 900 kişilik gurubuyla Topkapı'ya geldiğinde, "askerlerin içeri girmesi padişaha hakaret sayılır, siz yalnız buyurun!" denilerek iki yakın adamıyla birlikte  Bağdat Köşkü'ne girdirilmiş, onlar azametle köşelerine kurulup sultanı beklerlerken ortada şerbet sunmak  için  dolaşan  pehlivan  yapılı  on  kadar Enderun  Ağası  aniden  üzerlerine  çullanıp kendilerini etkisiz hâle getirmişlerdir.  Neye uğradıklarını anlamadan sürüklenerek dışarı çıkartılan Patrona ve adamları, köşkün kemerleri altında gizlenmiş olan cellatlara teslim edilmişlerdir. Kısa sürede öldürülen ihtilalcilerin cesetleri dış kapıda bekleyen adamlarının önüne atılınca onlar da kendi canları telaşına düşüp kaçmışlardır.

15 Kasım 1730 Cumartesi günü cereyan eden bu olaydan sonra iktidar tamamen Sultan I. Mahmud'un kontrolüne geçmiştir.



ALEMDAR MUSTAFA PAŞA (1785)


Emrindeki ordu ile İstanbul'a gelen ve tahtından indirilen III. Selim'i yeniden padişah yapmak isteyen Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim'in öldürülmesi üzerine II. Mahmud'a biat etmiş, onun sadrazamı olmuş fakat aradan üç dört ay geçmeden yeniçeriler isyan etmişlerdir. Bir gece yarısı kışlalarından çıkan yeniçeriler Bab-ı Ali'yi gizlice kuşatıp, Kethüda Dairesi'ni ateşe verdikten sonra, elli altı cariyesi ile haremdeki mahzene sığınan Alemdar'ı teslime zorlamışlardır. Buna razı olmayan sadrazam, II. Mahmud'un kendisine yardıma geleceğini boş yere beklemiş, nihayet mahzendeki barut fıçılarını kendi eliyle ateşleyerek intiharı tercih etmiştir. Müthiş bir patlama ile yıkılan mahzenin yakınında bulunan birçok isyancı da onunla birlikte yok olmuştur.



DANTON (1794)


1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali'nin önde gelen liderlerindendir.

1759 yılında doğmuş, Paris'te hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra avukat olarak meslek hayatına atılmış, bu sırada ihtilalci çetelere katılarak adını duyurmuştur. Robespierre ve Marat gibi diğer ihtilalcilerle birlikte kral ve kraliçenin devrilmesi mücadelesine girip başarılı olan Danton, kurdukları ihtilal mahkemesinde başta XVI. Lui ve karısı Fransız kraliçesi Marie Antoinette olmak üzere bir çok kimseyi giyotinle idam ederek öldürünce yeni halk ayaklanmaları başlamıştır. Bunları önlemek için şiddeti artıran ihtilalciler kendi içlerinde de anlaşmazlığa düşmüşlerdir.

İhtilalden beş yıl kadar sonra Robespierre, Danton'u çeşitli yolsuzluklarla suçlayarak mahkemeye çıkarttı. Dört günlük bir duruşmadan sonra, "İhtilal kendi adamlarını yemeye başladı!" diyen Danton ölüm cezasına çarptırıldı. Uzunca bir süredir Fransa'da yaygın olarak kullanılan giyotin bu safer Danton için hazırlandı. O ise bugüne kadar yaptıklarına pişman olduğunu, kendi kurduğu ihtilal mahkemesinin büyük bir hata olduğunu belirterek, Tanrıdan ve insanlardan af dilediğini beyan etti. Başı koparılmak üzere giyotine yatırıldığında henüz 35 yaşındaydı. İdamı fazlaca önemsenmedi. Kendisinden sonra Robespierre ve Marat gibi ihtilalciler de öldürüldüler.



III. SELİM  (1808)


Osmanlı padişahlarının en tanınmışlarından biri olan III. Selim, batılılaşma hareketlerinin sıkı takipçisi, sanatkâr ruhlu, kibar ve nazik bir hükümdardı. Dönemi içinde başlayan Kabakçı Mustafa isyanı ile tahtından indirilmiş ve nihayet kendisini, kapatıldığı hücreden kurtararak yeniden tahta çıkarmak isteyen Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a geldiği gün, padişah IV. Mustafa'nın adamları tarafından, hanımı ve cariyelerinin gözü önünde öldürülmüştür. Çeşidi kaynaklara göre katiller hücum ettiklerinde efendilerini korumak için yoğun gayret gösteren kadınlar kolayca bertaraf edilmiş, III. Selim silahsız bulunduğundan elindeki ney ile canını korumaya çalışmıştır. Ne var ki on kişiden fazla olan katiller şiddetle saldırıp kılıçları ile vurmaya başlamışlar ve nihayet mahlû padişah kanlar içinde yere serilerek can vermiştir.



IV. MUSTAFA (1808)


Tahtından indirileceği korkusuyla amcası III. Selim'in ve kardeşi Sultan II. Mahmud'un öldürülmesi emrini veren IV. Mustafa, I. Abdülhamid'in oğludur. Alemdar Mustafa Paşa isyanı ile tahttan indirilmiş ve yerine öldürülmesi için emir verdiği, fakat adamlarının bunu başaramadığı II. Mahmud padişah olmuştur. IV Mustafa daha önce Sultan Mahmud'un kapalı tutulduğu Şimşirlik denilen odaya hapsedilmiş, aradan dört ay bile geçmeden, tekrar tahta çıkartılabileceği endişesiyle II. Mahmud tarafından ölümüne ferman çıkartılmıştır. Odasına giren cellatlar onu kendi belindeki şal kuşakla boğmuşlardır. Cenazesi, babası I. Abdülhamid'in türbesine defnedilmiştir.




SULTAN ABDÜLAZİZ (1876)


Osmanlı padişahlarının otuz ikincisi olarak tahta çıkan Abdülaziz, II. Mahmud'un oğludur. Babasının vefatı üzerine padişah olmuş, 15 yıl kadar bu görevde kaldıktan sonra Serasker Avni Paşa, Mütercim Rüştü ve Mithat Paşa üçlüsü tarafından tahtından indirilmiştir. Onu hal eden mütecavizler, şahsî servetini yağma edip, cariyelerine el koyduktan sonra, Dolmabahçe'den Topkapı Sarayı'na götürmüşler, daha önce III. Selim'in öldürüldüğü odaya kapatmışlar, üç gün sonra da Feriye Sarayı'na nakletmişlerdir. Burada daha fazla süre yaşamasını kendileri için tehlikeli gören devlet adamları, görevlendirdikleri cellatlar marifetiyle ve bir tırnak makasıyla sağ ve sol bileklerinin damarlarını kestirmiş, kan kaybından ölmesine sebep olup olaya intihar süsü vermek istemişlerdir. II. Abdülhamid tarafından kurdurulan büyük bir mahkeme Abdülaziz Han'ın öldürülmesi olayına karışanları birer birer yakalayıp cezalandırmış; Mithat Paşa'nın da idamına hükmetmiştir.

Bu cezayı sürgüne çeviren Abdülhamid, onu Taife göndermiştir, İngilizlerin yardımıyla buradan kaçmaya çalışan Mithat Paşa da, zindan görevlileri tarafından boğulmuştur. Abdülaziz'in öldürülüşünde birinci derecede rol alan Serasker Avni Paşa ise, cinayeti işlediğinin üzerinden bir hafta geçtikten sonra, Abdülaziz'in hanımlarından Neşerek Kadın Efendi'nin kardeşi Çerkez Hasan isimli bir kıdemli yüzbaşı tarafından, Mithat Paşa'nın konağında kurşunlanarak ve belki de ölmez düşüncesiyle defalarca hançerlenerek yok edilmiştir. Bu sırada bir köşeye saklanan Mithat Paşa canını zor kurtarmış, yakalanan Çerkez Hasan da ertesi gün idam edilmiştir.





ALİ SUAVÎ (1878)


Hayatı ve mücadelesi hakkında aydınlatıcı birçok bilgiden yoksun olduğumuz Ali Suavî, "Yeni Osmanlılar" arasında öne çıkmış bir siyaset ve fikir adamıdır.

Çankırılı bir babanın oğlu olarak 1839 yılında İstanbul'da doğmuş, ciddî bir tahsil görmemesine rağmen kendisini yetiştirmiş; camilerde vaaz ederek, gazetelerde yazılar yazarak tanınmış, bazı devlet görevlerinde bulunmuş, karıştığı siyasî olaylar sebebiyle İstanbul'dan Kastamonu'ya sürülmüş, oradan Avrupa'ya kaçıp Fransa ve İngiltere'de gazeteler neşretmiş; kendisiyle birlikte hareket eden Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlılarla görüş ayrılığına düşüp yalnız bırakılmış, buna rağmen mücadelesine devam ederek, kendisini destekleyen bazı kimseler aracılığıyla tekrar İstanbul'a dönmüştür. İngiliz bir hanımla evlenen Ali Suavî, daima ön plânda olmak isteyen, egosuna mağlup, hırslı ve karışık fikirli bir kimsedir. Çeşitli kaynaklarda onun bir İngiliz ajanı olduğu, II. Abdülhamid Han'ı devirmek isteyenlerce kullanıldığı, ahlakî zaafları sebebiyle hayat boyu herhangi bir işte başarılı olamadığı; hiç bir görevde bulunmayıp, her hangi bir iş yapmadığı zamanlarda bile Avrupa'da rahatça dolaşıp bol bol para harcadığı yazılıp söylenmiş, Türkçü fikirleri sebebiyle kendisinden sonra gelen bir takım milliyetçilere öncülük ettiği bildirilmiştir.

Ali Suavî'yi meşhur eden asıl hadise, II . Abdülhamid Han'ı tahttan indirip, Çırağan Sarayı'nda gözetim altında tutulan V. Murad'ı tekrar tahta çıkarma girişimidir. Bunun için Rumeli göçmenlerinden topladığı 300 kadar adamla Çırağan'a baskın düzenleyen, kapıdaki nöbetçileri etkisiz hale getirdikten sonra içeri girip V. Murad'ı dışarı çıkarmaya çalışan ve bu sırada "Aman padişahım! Gel bizi Moskoftan kurtar!" diye bağıran Ali Suavî tam bu sırada isyancıları tepeleyip içeri giren Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa'nın kafasına vurduğu sopa darbeleriyle yere yıkılmış, bu arada diğer muhafızların tekme ve dipçik darbeleriyle feci şekilde öldürülmüştür.

Tarihte, Çırağan Vakası olarak bilinen bu hadise 1878 yılının Mayıs ayında vuku bulmuş, Ali Suavî'ye destek veren Rumeli muhacirlerinden 23 kişi de bu kavga sırasında katledilmiştir. Bu sırada kocasından gelecek haberi bekleyen ve bir İngiliz ajanı olduğu bilinen karısı Mary, onun öldürüldüğünü haber alınca kendisine ait bütün evrakları yakarak yok etmeyi başarmıştır.


MİTHAT PAŞA  (1884)



Sultan Abdülaziz,  V.  Murad ve Sultan II. Abdülhamid dönemlerinde ismi öne çıkmış devlet adamlarındandır. Rusçuklu Hacı Eşref Efendi'nin oğlu olarak 1822 yılında İstanbul'da doğmuştur. Zekası ve çalışkanlığı sayesinde kısa zamanda çeşitli memuriyetlere getirilmiş ve nihayet Sultan Abdülaziz'in sadrazamı olmuştur.

Tam bir İngiliz hayranı olarak yetişen ve Osmanlı devlet düzenini batılıların  istediği  bir şekle dönüştürmek için mücadele veren Mithat Paşa, meşrutî bir idare için kendisine engel gördüğü Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilip şehid edilmesi olayına karışmış, V  Murad'ın da istediği adam olmadığını görünce II. Abdülhamid ile anlaşıp  onun  padişah  olmasını  sağlamıştır.

Böylece Kanuni Esâsî'yi ilan ederek I. Meşrutiyet dönemini başlatan Mithat Paşa'nın şahsi emel ve ihtiraslarına bir sınır çizilemediği anlaşılmıştır. O, "Âl-i Osman" yerine "Âl-i Mithat" hanedanlığını bile isteyecek kadar cüretkar davranan, memleketi 93 Harbi denilen büyük bir felakete sürükleyen; başarılı bir memur olmakla beraber siyasî dehaya sahip bulunmayan kültür ve bilgisi zayıf bir adamdır. II. Abdülhamid'in, amcası Abdülaziz'in katillerini açığa çıkartmak için kurdurduğu Yıldız Mahkemesi'nde yargılanan Mithat Paşa,  mahkemece suçlu görülerek hakkında idam kararı verilmiştir.  Sultan II. Abdülhamid bu kararı müebbet hapse çevirdikten sonra mahkumlar Taif Kalesi'ne hapsedilmişlerdir. Burada, İngilizler tarafından kaçırılarak, devletin başına yeni gaileler açılmak istenmesi üzerine zindanda görevli iki zabit, bir çavuş ve altı nefer tarafından içerden kilitlediği kapı kırılmak suretiyle Mithat Paşa tutulmuş ve Edirneli İsmail isimli bir nefer tarafından boğazı sıkılmak suretiyle elle boğulmuştur. Bu sırada Mithat Paşa'nın kendisini öldürmek için gelenlere fazla bir  mukavemet göstermediği nakledilmiştir. 1884 yılının 6-7 Mayıs tarihinde cereyan eden bu hadiseden sonra Mithat Paşa'nın cenazesi zindan civarındaki eski bir kabristana defnedilmiştir. Cumhuriyet döneminde resmî tarihçiler tarafından "hürriyet şehidi" olarak kabul edilip yüceltilen Mithat Paşa'nın kemikleri, 1951 yılında Taiften İstanbul'a nakledilerek Hürriyet-i Ebediye tepesinde yaptırılan anıt mezara konmuştur.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak