11 Mayıs 2023 Perşembe

19.YÜZYILDA ULUSAL YAHUDİ DÜŞÜNCESİNİN İLERLEMESİ

 


Ulusal Yahudi Düşüncesinin Zafer Kazanan Asimilasyona Karşı İlk Belirtileri



Siyonizm, Yahudi halkını yokoluşa götüren "özgürleşme" mantığının geçersizliğini ilan etmiştir. Ama "özgürleşme" evresi olmadan politik Siyonizmin gelişme şansı da olamazdı. Çünkü bireysel ve kollektif düzeyde kendi kaderlerini belirleyebilmeleri için, Yahudilerin gettodan çıkmaları, politikayı keşfetmeleri ve modern dünyayla yüzyüze gelmeleri gerekmekteydi. Siyonizm, Doğu Avrupa Yahudilerinin asimilasyondan kaynaklanan kimlik bunalımlarına, ulus-devlet ideolojisi çerçevesinde; kendini kabul etmekten ve ulusal kimliğin modern dünyayla sentezlenmesinden geçen bir çözüm geliştirmeye çabalamıştı.


Zamanın Atmosferi içinde Çeşitli ihanetler - Zafer kazanmış asimilasyon henüz hızla sürerken, Yahudilerin eski yurtlarına yeniden dönmelerini hedefleyen çeşitli tasarılar ortaya çıkmaya başladı. Amerika'nın eski Tunus konsolosu Mordechai Immanuel Noah gibi, onları önce sembolik bir Yahudi devletinde; (Atarat) Buffalo yakınlarındaki Grand Isiand adasında toplamayı teklif eden kimi Yahudiler bile vardı! Bu tasarıların çoğu Yahudi olmayanlardan geliyor ve politik ve dinsel kaygıları temsil ediyorlardı. 1797'de Ligne Prensi gizli günlüğünde, Küçük Asya'da bir Yahudi devleti kurulmasını öneriyordu. Napoleon Bonaparte Suriye seferi sırasında Asya ve Afrika Yahudilerini, Kudüs'ü diriltmek üzere kendine katmayı amaçlayan bir çağrı kaleme alıyordu. İngiltere'de ise İsa'nın geri dönüşünü hızlandırmayı uman "Restoration of the Jews­ Yahudilerin Yenilenmesi" hareketinin gelişimine tanık olunuyordu. Ama bu, aynı zamanda büyük güçlerin Filistin ile ilgilenmeye, Kudüs'te konsolosluklar kurmaya başladıkları dönemdi. 1839'da Globe gazetesi Lord Shafterbury'nin, İngiliz himayesi altında bir Suriye-Filistin devleti kurulmasını öneren yazı dizisini yayınladı. Bu devlet Mısır ile Türkiye arasında bir tampon işlevi görecek ve Doğu'daki İngiliz etkisini güçlendirecekti. Globe, Dışişleri Bakanlığının sözcüsüydü ve Palmerston'un tasarıyı desteklediği bilinmekteydi. Diger pek çok makalede stratejik ve ekonomik kurgulara dayanmakta ve İngiltere'ye, Filistin'e Yahudileri geri getirme görevini, yeni bir Kyros rolünü yüklemekteydi. "Kuşkusuz" diyordu 17 Ağustos 1840 tarihli Times gazetesi "Avrupa'lı Yahudiler buraya göç etmeyecekler ama Filistin'i satın alarak beş büyük Avrupa'lı devlet kuracaklardır". Bu tasarılar genellikle dinsel inançlardan ve kutsal kitaplardan çıkan esinlerden kaynaklanıyordu. Örneğin Şam konsolosu Albay Henry Churchill'in heyecanı böyle açıklanabilir.

Düşünce romantik yönüyle de hoş gözükrnekteydi. Byron Yunan bağımsızlığını desteklememiş miydi? Disraeli romanlarında, ait olduğu Yahudi ırkının eskiliğini ve soylu edebiyatını ısrarla belirtmekteydi. Alrdy Kudüs'e bağlılığın altını çiziyor Tanerede Yahudilerin yurtlarına dönme olasılığını düşündürüyordu. George Eliot, 1876'da yayınladığı Daniel Deronda'da daha açık bir ifade kullanır: romanın kahramanı Yahudi halkının halen varolduğuna inanmıştır ve yaşamını Filistinde ulusal bir merkez kurulmasına adar.

Almanya'da "özgürleşme"nin gecikmesi ve antisemitizmin tırmanışıyla birlikte başka tasarılar ortaya çıkar. 1840'de Lassaile ve Hess, Yahudilerin ulusal yeniden doğuşları fikrini beslerler ama çok geçmeden, zulümlere karşı çıkmadan boyun eğen Yahudi halkının korkaklığını neden göstererek bu düşüncenin gerçekleşemez olduğunu ilan ederler. Allgemeine Zeitung des Judentumsun kurucusu ve Yahudi reformunun liderlerinden olan Luawig Philippson, ulusal devletlerini arayan geçen Yahudilerin başkaldırmalarından ve sabırsızlıklarından ötürü özür dileyecektir. Çünkü ona göre Türklerin keyfi yönetimi altına sokulmuş olan Filistin, bu tasarı için uygun bir yer değildir. 1840'da Berlin'de yayınlanmış olan Neujudaa, yazarı belli olmayan bir tasarıyı ortadan atıyordu; "Yahudilerin beşiği olan Filistin onun kalıcı mekanı olamayacaktır", bu nedenle Doğu Amerika'da bir Yahudi yerleşim bölgesi kurulmalıdır. 27 Haziran 1840 tarihli bir makalesinde L'orient (Doğu) gazetesi, her zaman yabancı konumunda kalmış olan Yahudilerin, büyük bir gücün desteği ile Türkiye ve Mehmet Ali Paşanın Mısır arasında dengeyi sağlamak üzere Filistin'e göç etmeleri gerektiğinin altını çizmektedir.



1840'ta Yahudi Devleti'ne ve Filistin'e yönelen bu ilgi nasıl açıklanabilir? Pek çok etmen birleşmekteydi. Yahudilerin, dinsel bir suçun kurbanı oldukları Şam (Damas) davası, antisemitizmin ölmediğini gösteriyordu. Moses Montefiore ve Adolphe Cremieux tarafından uluslararası düzeyde örgütlenen Yahudi tepkisinin başarısı; Yahudilerin kendi kaderlerini kendi ellerine almalarının ezilen Yahudileri savunmakla görevli bir örgütün kurulmasının gerekliliğine işaret ediyor ve bundan böyle politik güçleri olduğunu gösteriyordu. İngilizlerin desteğindeki Türkiye ile Fransız bağlaşığı Mehmet Ali Paşa'nın Mısır'ı arasındaki gerginlik Doğu sorununu gündeme getirecek ve sınırlarda değişiklik olasılığını ortaya çıkaracaktı. ''Yahudi sorunu", özellikle Cermen ülkelerinin kamu oylarında geniş ölçüde tartışılacak, "özgürleşme"nin geciktiği bu ülkelerde Yahudiler, kısa süre sonra vazgeçecekleri ulusal bir çözüme yöneleceklerdi. Son olarak, Balkanlar'daki Yahudi nüfusu, Siyon'a dönüşü ve Mesih'in gelişini müjdeleyen umutlarla ve Kabalistik hesaplarla kışkırtılmıştı. Bu kaynaşmada geleneksel ögelerin modernlere nasıl karıştığı açıkça görülebilir. Ama rüya ile gerçek arasındaki bağ kurulamıyordu. Ezilen Yahudiler Kudüs'ü düşlüyorlar, "özgürleşen" Yahudiler antisemitizm ve Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması üzerine düşünüyorlardı. Ama henüz kimse, Yahudileri yurtlarına götürecek hareketin başını çekmeye hazır değildi.



Yahudi 'Ulusal Düşüncesinin Billurlaşması: 1860lı Yılların Katkısı


1860'lı yıllar Orta Avrupa'da "özgürleşme"nin gelişimine, Doğu Avrupa'da asimilasyon ideolojilerinin zaferine, Yahudilerin Avrupa orta sınıflarına entegrasyonuna tanık oluyordu. Ama yine bu yıllar, Yahudi örgütlerinin uluslararası düzeyde ortaya çıkmasının ve Yahudi topluluklannın güçlerinin bilincine varmalarının başlangıcını da temsil etmekteydi.


Bunun en anlamlı göstergesi; baskıya uğrayan tüm Yahudilerin korunmasını üstlenme, hukuksal eşitlik, mücadele etme ve Yahudiler arasında Batı kültürünü yayma amacını güden Evrensel Yahudi Birliğinin kurulmasıydı. Birlik, Akdeniz havzasında kurduğu eğitim aracılığıyla Fransız etkisinin bölgeye sızmasına yardımcı olmuş ve Mason­ Yahudiliğin tasarılannı gerçekleştirmişti. Ayrıca uluslararası yapısı, Yahudileri korumaya yönelik politikası, Filistin'in kolonizasyonuna önayak olabileceği umudunu doğurmuştu. Ama bu umut kısa zamanda boşa çıkacaktır.



Bu sırada çok sayıda Yahudinin politik ve ekonomik yaşamdaki başarıları, etkinin İsrail Ülkesi'ne dönüş yolunda kullanılabileceği umudunu doğuruyor, bekleyişten eyleme geçiş başlıyordu.


1-ilk Dinsel Siyonistler - Modern düşüncelerle ilişki halindeki ortodoks hahamlar "kurtuluş"u hızlandırmak üzere Yahudileri Filistin'e yerleşmeye çağırmışlardır.


a-Haham Yehuda Hai Alkalai (1798-1878) "Kurtuluş"un koşulları üzerine düşünen bir gizemciydi. Ona göre kurtuluş tüm Yahudi halkının İsrail Ülkesi'ne geri dönüşü gibi, yazılı pişmanlık ifadelerinden doğabilirdi. Bu nedenle Yahudiler beklememeli, kendilerini kurtarmalıydılar. Mesih ancak böyle geri gelecekti. Bekleyiş, mesih umudunu "boş bir inanca" çeviren bir hataydı. Bu görüşler 1839'dan itibaren ifade edilmiş ve Balkan Yahudilerinin geleceklerine ilişkin sorularına yanıt olarak pek çok eserde tekrarlanmıştır. Sarajevo (Saraybosna) kökenli Alkalai, 1825'den, Kudüs'e yerleştiği yıl olan 1874'e dek Semlin hahamlığını yaptı. Avusturya ile Türkiye arasında tartışmalı olan bu bölgelerde ulusal hareketler de yeşeriyordu: Alkalai Yahudilere, bağımsızlıklarını kazanmayı başaran Sırpları izlemeyi salık veriyordu. Yahudilerin Filistin'i bulmalarını sağlayacak tüm belirtileri dikkatle izleyen Alkalai, Birlik'in çatısı altında, İsrail Toprağı'nı Osmanlı İmparatorluğu'ndan satın almayı amaçlayan bir kolonizasyon faaliyeti önerir ve ülkenin değerlendirilme sürecinin tüm evrelerini açıklıkla tasarlar.


b-Posnen'deki Thom'un hahamı olan Sevi Hirsch Kaliseher (1795-1874), 1862'de İbranice olarak kaleme aldığı küçük bir broşür olan Drishat Zion'da, Yahudi ulusunun yeniden kurulması üzerine düşünmektedir. İlk bakışta, Talmudi bir yorum gibi gözüken yazı, çok geçmeden günsel bir perspektif kazanmıştı. Kalischer, İsrail'in "Kurtuluş"unun bir mucize gibi birdenbire gerçekleşmeyeceğini, ama doğal bir sürecin sonucu olacağını biliyordu. "Özgürleşme" sayesinde Yahudiler dirilmişlerdi, artık İsrail Ülkesi'ne dönebilirlerdi; İtalyan Risorgi­ mento'sundan (yeniden doğuş), Polonyalıların ve Macarların ulusal mücadelelerinden esin'lenmeliydiler. Dönüşü örgütlernek üzere Kalischer, Moses Montefiore, Rothschildler ve Fould'un destekleriyle, İsrail Toprağı'nın Nüfuslandırılması Derneğinin kurulmasını önerecekti. Daha sonra Hassidi haham Eliya Guttmacher tarafından tekrarlanan çağrısı Haim Löıje'nin Francfort-sur-Oder Kolanizasyon Derneğini kurmasıyla gerçekleşmiştir.

c-Joseph Natonek (1813-1892) Yahudilerin "özgürleşme" tarafından mümkün kılınan dönüşünü gerçekleştirmek üzere çok açık bir plan hazırlamıştı: Plan; Yahudi halkını temsilen bir kongre düzenlenmesini, Osmanlı hükümetinden Filistin topraklarını Yahudilere tahsis eden bir belgenin alınmasını, tanmsal kolanizasyon ve kitle güçlerinin yapılmasını, ulusal dil olarak İbranicenin seçilmesini ve bir Yahudi devletinin kurulmasını içermekteydi. "Yahudi halkı ölmedi yaşıyor. İbrani peygamberlerin Tanrı adına vaad ettiği üzere, halk kendi arzusuyla kendi ülkesi olan İsrail'e geri dönebilir"; Mesih bekleyişini politik bir tasarıya çeviren, işte bu ulusal arzuydu.


Natonek önce tüccarlık yapmış, 1848 devrimi sırasında Macar ordusuna yiyecek sağlama· görevini üstlenmişti. Ancak 1861'de Stuhlweissenburg hahamı olabilmiş, yenilenmiş ulusal bir Yahudilik çerçevesinde, ortodokslarla reformcular arasında birlik sağlamaya çalışmıştı. İlk siyonist eseri olan Le Messie ou de L'emancipation des Juifs-Mesih ya da Yahudilerin Özgürleşmesi'ni Macarca olarak takma bir adla yazdı. Yorumları, geleneksel çevrelerin kabul edemeyeceği, politik eylem çağrılarına dek varıyordu.


Natonek, 1866'da Hess'in desteğiyle Evrensel Yahudi Birliği'ni Filistin'in kolenizasyonu girişimiyle ilişkilendirmeye çalışmıştı: Cremineux başkanlığındaki Birlik Yişuu'un modernleştirilmesi tasarılarıyla ilgilenmiş ama insancıl (philanthropique) eylemlerin ötesine geçmemişti. Natonek, tüm dünyadaki Yahudi topluluklarının · temsilcilerini, ortak bir politika belirlemek ve Filistin'de kolonizasyonu örgütlemek üzere Paris'te toplama fikrini ortaya atınca; ayrılıklar tüm açıklığıyla ortaya çıkacaktı. Birlik, tasarının antisemistlerin eline koz vereceğinden kaygı duymaktaydı. 1870'de Charles Netter'i Mikweh İsrael tarım okulunu kurmak için Filistin'e göndererek Yişuv'a yardım etmekle yetineceklerdi.

Bu başarısızlıklardan sonra Natonek hastalığından ötürü Macaristan'a dönecek ve düşüncelerini 187l'den itibaren çıkaracağı Das Einige İsrael'de yaymakla yetinecektir. Aynı zamanda ailesinin iki üyesini Filistin'e yerleşip ilk tarım kolonisini kurmaya ikna edecektir.


2-Moses Hess (1812-1875) ve Sosyalist Siyonizmin Başlangıcı - Hess, hahamlardan tamamen ayrı bir gelenekten gelmekle birlikte ulusal Yahudiliğin yenilenmesi amacıyla, Filistin'in kolonizasyonunu hızlandırmak için Kaliseher ve Natonek ile ortaklaşa çalışmıştır.


A-Hess önceden de sosyalist bir önder olarak tanınmaktaydı. Marx'ın Komünist Manifesto ve Alman İdeolojisi'nde, bilimsel sosyalizmle çelişen duygusal idealizmi ve ahlaki motifleri nedeniyle küçümseyerek reddettiği "gerçek sosyalizm"in önde gelen temsilcilerinden biri olmadan önce; 1830'lu yıllarda "Doktorlar Çemberi"nin Genç Hegelcileri arasında yer almış, Marx ve Engels ile ilişkiye geçmiş, politik eylemleri nedeniyle Almanya'dan kaçıp Fransa'ya yerleşmek zorunda kalmıştı. Bağlılığı kalpten geliyordu ve Marx'ın mantıksal kesinliğine sahip değildi, eski öğrencisi artık ustası olmuştu (Marx'ı Hegelci diyalektiği politik eylem alanına oturtmaya iten kişi Hess idi). 1852'de yani 1848 devrimlerinin başarısızlığından sonra, politik yaşamdan çekilecek, kendini bilimsel çalışmalara ve felsefi spekülasyonlara verecekti. Ama çok geçmeden İtalya, Polonya ve Balkanlardaki ulusal hareketler dikkatini çekecek, Paris'te sürgünde bulunan yurtseverleri ·destekleyecekti. Yahudi sorunu üzerine analizi sıklıkla değiştiyse de, asimilasyonun iyimser ve dar kalıplarından gittikçe uzaklaşmıştı.


Hess, Bonn'daki büyükbabasının yanında geleneksel bir eğitim almış, canlı bir Yahudiliği tanımıştı. Ortodokslukla bağlarını kesin olarak koparmış ve Alman kültürüyle beslenmişti. Ona göre Hıristiyanlık evrensel bir din olmayı başarmış, Musevilik ise tek bir ırka özgü kaldığı için ölmüştü. Yahudi sorunun onurlu bir şekilde; karma evlilikler ve din değiştirmelerle çözülebileceğini umuyordu. Yine de kökenini inkar etmiyor, "asırlardır başıboş gezen vücutsuz bir ruh şeklinde betimlediği Yahudilik 'durumuna' bir, çare bulmaya çabalıyordu. 1840'daki Şam olayı ona kendisinin hor görülen, yasaklanan ama hiçbir şeyin yıkamadığı bir halkın üyesi olduğunu acıyla da olsa hatırlatmıştı. Ama ona göre· Yahudi yurtseverliğinin uyandırdığı heyecan; en acil gerekliliğe, Avrupa proletaryasının özgürleşme kavgasına işaret etmekteydi. Hess, Yahudilerin ulus bilincini yitirdikleri, onları birleştiren dayanışma bağlarının gevşemekte olduğu ve hiçbirinin Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı düşünmediği yorumunu yapacaktı.


B-Ama 1862'de Hess, fikrini tamamen değiştirmişti. Rome et Jerusalem, La Demiere Question Nationale-Roma ve Kudüs, Son Ulusal Sorun adlı eserinde Yahudi halkının ulusal varolma hakkını belirtmekte ve İsrail'in yeniden doğuşunun tüm belirtilerinin altını çizmekteydi. En zekice analizleriyse antisemitizm üzerineydi. Çagdaşları antisemitizmi, "geçmiş zamanların boş inançlarının son sıçrayışları" olarak yorumluyorlarsa da; Hess, içerdigi politik anlamı vurguluyordu: Ona göre, Yahudilerin tüm çabalarına karşın Almanlar onlardan nefret etmeyi sürdüreceklerdi. Hatta onlardan nefret edilmesini sağlayan da bu çabalarıydı. Tüm çabalar boşunaydı. Yahudilerin eksigi devletlerinin olmamasıydı. Oysa bir ülkeleri vardı: yani Filistine geri dönmeliydiler.


Hess'i kendi halkına "yirmi yıllık ayrılıktan sonra" dönmeye; 'bayramlarına, yaslarına, anılarına ve umutlarına" katılmaya iten neydi? Din değiştirmesi sözkonusu degildi. Hess Yahudi göreneklerini yeniden keşfediyorsa bu, İsrail Tanrısına bağlanmasıyla değil; en iyi siperi din olan Yahudiliğin ulusal özelliğini keşfetmesiyle açıklanabilir. Yahudiliğin içindeki ulusal öğeleri boşaltarak yaşamdan uzaklaştıran Yahudilere kızması da bu yüzdendi.


Ernest Laharanne'in Nouelle Question d'Orient­ Doğu'nun Yeni Sorunu ya da Joseph Salvador'un Paris, Roma, Jerusalem: ou la Question Religieuse au XIX e Siecle- Paris, Roma, Kudüs ya da 19.. Yüzyılda Dinsel Sorun adlı eserlerinin, üzerindeki etkisi belirleyici değildi. Hess onlarda önsezisinin doğrulandığını görmekte ve bunları fikirlerini kanıtlamak için kullanmaktaydı.


Hess ezilen halkların uyanışını ilgiyle izliyordu: Mortara olayı (Papalığın Mortara adında bir çocuğu onlarda gizli vaftiz olduğu bahanesiyle ailesinin elinden alması) ona, İtalyan halkının Roma'yı kurtarmak üzere yürüttügü savaşımın, kilisenin ezdiği Yahudilerin savaşımıyla birleşebileceği" göstermiştir. Hess'in Yahudi halkının asimile edilemez olduğu görüşü, antropolojik araştırmalara dayanmakta ve Darwin'in rağbetteki kurallarına uygun düşmekteydi.


Yahudi sorunu Hess'e göre "son ulusal sorun"du. Ulus ilkesine göre Yahudilerin de bir devlet kurma hakları vardı, bu yüzden yurtları olan Filistin'i geri almalıydılar. Hess, asimilasyoncu akımın gücünü görmekle birlikte, nasıl çıkmaz bir yola doğru gittiğine işaret ediyordu. Ona göre, Filistin'in kolonizasyonu; Lübnan'da Dürziler tarafından katledilen Marhnilerin yardımına koşmuş olan ve Yakın Doğu'da etkisini sağlamlaştırmayı arzulayan Fransa'nın yardımıyla gerçekleşebilirdi. Hess yeni ülkeye Batı Avrupa'dan göç beklemiyor ama buradaki Yahudilerin maddi ve manevi desteklerine güveniyordu. Çünkü Batı Avrupa Yahudileri "ubi bene ibi patrie -rahat nerede ise vatan orasıdır" şiarını benimsemişlerdi. Oysa kaybedecek hiçbir şey olmayan, kazanacakları çok şey olan, Siyon'a bağlı, Hasidiliğin uyandırdığı Doğu Avrupalı Yahudileri, göç akınlarının saflarında çoğunluğu oluşturacaklardı. Sonuçta ona göre, Filistin'e yerleşeceklerin sayısı önemsizdi; asıl gereken orada ulusal harekete bir üs, bir ruhani merkez yaratmaktı.


Martin Buber'in altını çizdiği üzere bu tür bir Siyonizm, Hess'in sosyalist bakış açısıyla çok iyi uyuşuyordu: ulusal kurtuluş hareketleri sosyalizmin ön basamakları olduğundan sosyalistler tüm ezilenlerin desteğini almalıydılar. İsrail'deki Yahudi toplumu Musevi -yani sosyalist- ilkeleri üzerinde kurulacak ve özel mülkiyeti, kapitalist sömürüyü dışlayacaktı. Yahudi Devleti kendi içinde bir son olmayacak, daha adil bir düzenin müjedicisi olacaktı.


C) Hess'in çevresinde ortodokslarla bağlarını koparmış, ama Yahudi kimliklerini korumaya ve Yahudilikle bağlarını yeniden tanımlamaya özen gösteren entellektüeller de bulunmaktaydı. Heinrich Craetz (1817-1891) Histoire des Juifs-Yahudilerin Tarihi adlı eserinde Yahudi halkının sürekliliğini ve ulusal ruhunu yüceltiyordu. Yenilikçi - ama sözü gerektiğinden fazla uzatan- bir yazar olan Alexandre Weill (1811-1899); Yahudi topluluğuna parçalanmasının önüne geçmek üzere bir 'gelecek tasarısı sunmaya çalışmıştı. Yahudi kökeni, Katolikliğe geçen büyükbabasına dek uzanan Armand Levy (1827-1891), Doğu Avrupa'daki ulusal savaşları desteklediği sırada Yahudi ulusal karakterini keşfetmişti. Kuralcı (normatif) Yahudiliğe göre maıjinal konumda olan bu entellektüeller; "özgürleşme"den yararlanmış ama asimilasyonun sonuçları karşısında kararsızlığa düşmüş kuşağın çok iyi birer temsilcisiydiler.


D-Her şeye rağmen, Hess fazla etki yaratamamıştı. Kitabı başarısızlığa uğramış, fazla yenilikçi olan düşünceleri ardılları tarafından genellikle görmezlikten gelinmişti. Bu, Batı Avrupa'da asimilasyonun ulaştığı en son noktayı göstermektedir. Hess bir hayalci ve "oyunbozan" olarak gösterilmiş ve kasten, üzerine bir sessizlik perdesi örtülmüştür. Birliğe yaptığı başvururlar dayanıtsız kalmıştı. Tüm ezilen Yahudilere -Filistin'de bile olsalar- yardım etmeye hazır olan Birlik, her türlü ulusal tasarıyı reddediyordu. Hess Doğu Avrupalı Yahudilere güveniyordu. Oysa onların kaygıları Hess'in umduğundan farklıydı; günlük sorunlarla eziliyorlar, daha iyi yaşam koşularını arzuluyorlar, geleneksel Yahudiliğin içinde evriliyorlar ve bir politik tasarıya girişemiyorlardı.



3. Doğu Avrupa'da Ulusal Kaynaşmalar ­



Doğu Avrupa Yahudiliği, Siyon'a geleneksel bağlılıkla tanımlanıyordu. Hess Rome et Jerusalem'de, arkadaşı Armand Levy'nin Tuna ırmağının taşra bölgelerinde Yahudi. lejyonu toplamak amacıyla, "dönüş anının yaklaştığı" haberini verdiği zaman halkın gösterdiği heyecanın altını çizmekteydi. Bu bekleyiş 1860'larda, Yahudi yaşamının laikleştirilmesi ve modernleştirilmesini amaçlayan "aydınlanma" hareketi Haskala ile, gelenekçilik yanlıları arasındaki kavga dolayısıyla perdelenecekti. Haskala, zorluklarla dolu bir süreç boyunca yeni bir dünyanın başlangıcını müjdeliyor ve şair Yehuda Leib Gordon'un ağzından ulusal uyanışa çağırıyordu. Haskala'nın belli başlı merkezlerinden olan Odesa ve Vilna, entellektüel bir kaynaşmaya tanık olmaktaydı. Ama bu modernist akım da kendi "batıcı"larını, asimilasyon yanlılarını, ulusal yeniden doğuşu ve Yahudi halkının dönüşünü göklere çıkaran "slavophile (Slavşever)"lerini içeriyordu.


1842'de Mohilev'de doğan Peretz Smolenskin kültürel asimilasyonu reddeden, Yahudi değerlerine, ulusal dil İbraniceye dönüşü öngören ilk kişilerdendi. 1863'de Polonyalılrınn ayaklanması sırasında herkesin dışladığı Yahudilerin trajik durumunu vurgulamış ve ülkelerine geri dönmeleri halinde saygı kazanacaklarını belirtmişti. 1868'deyse dönemin en etkili gazetesi olan Hasha hartan'ı kurmuştu. Ona göre Yahudiler, tapınağın yıkılmasından sonra bile halk olarak varolmuşlardı. İbranice olmadan Töre, Töre olmadan Yahudi halkı varolamazdı. Elbetteki Yahudiler modern kültürlerden alıntı yapabilirlerdi, ama hiçbir şekilde kökenlerini reddetmemeliydiler. Bu düşüncelerine karşı Smolenskin cesaretini yitirecek, 1880'de İbranicenin genç kuşaklar için ölü ve yararsız bir dil olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Önerdiği çözüm ise Yahudilerin Rusya'yı terketmeleri, İsrail'e göç edecek ulusu orada "yeniden" yaratmalarıydı. Böylece dil, çok geçmeden yeniden doğacaktı.


Smolenskin uzun süre çölde bir ses gibi kalmıştı. Ama 1870'li yıllara da Moskova ve Petersburg'lu Yahudi öğrenciler arasında etkisi hızla artacaktı. Uzun süre asimilasyonu destekleyen ve ünlü "dışarıda adam, evde Yahudi ol" formülünü ortaya atan büyük İbrani şair Yehuda Leib Gordon, 1877'de isimsiz olarak yazdığı bir broşürde, Filistin'de İngiliz egemenliği altında bir Yahudi Devleti kurulması fikrini destekliyordu. Geleneksel Yahudiliği ve Talmud'un sert eleştirmeni olan Moise Leib Lillienblum ya da, Ben Yehuda adıyla tanınan Eliezer Perlman gibi Rus halkının ulusal özlemlerine katılan kimileri Filistine dönmenin gerekliliğini keşfedeceklerdir. Tüm bu kişiler asimilasyon akımına karşı durmakta zorlanmaktaydılar. Bu sırada II. Alexandre'a yapılan suikasti izleyen antisemit ayaklanmalar, Rus Yahudilerini bir bilinç sınavına sokacak ve ulusal hareketin oluşumuna katkıda bulunacaktı.



m. Siyonizme Bağış Hareketi: Ulusal Yahudi Hareketi


1-Antisemitizmin Etkisi - Hukuksal "özgürleşme"nin gerçekleştiği, toplumsal entegrasyonun başladığı dönemde antisemitizm, Yahudileri dışlamayı, hatta sürmeyi hedefleyen "özgürleşme" karşıtı bir hareket olarak ortaya çıkıyordu. Antisemitizm, çıkış olarak Darwin kuramının antropolojiye uyarlanmış bilimsel iddialannı almaktaydı. Bu akım, özellikle de Cermen ülkelerinde gelişmekteydi. Deyim ise 1873'de Wilhelm Marr tarafından ortaya atılmıştı. Alman ulusal hareketinin başlangıcından itibaren Volkisch-halkçı ırkçı eğilimleri olmuş, kapitalist gelişime katkıda bulunmuş olan Yahudiler ekonomik krizin sorumlusu olarak gösterilmişlerdi. Antisemitizm, toplumsal ve ahlaki yapıları alt üst eden ama politik yapıları fazla değiştirmeyen sanayileşmeye tepki olarak doğmuştu. Kurulan Alman birliği ise devrim olasılığını önlemişti. Aynı şekilde, antisemitizrn iktidardakiler için toplumsal hoşnutsuzluğu başka yönlere çevirmek imkanını yaratmıştı.


Modem antisemitzm Avrupa'da yayılacak, hatta taraftarları sözde Yahudi komplolarıyla savaşım amacını güden bir uluslararası örgüt kuracaklardı. Fransa'da Drumant tarafından yönetilen ve Dreyfus olayını yaratacak antisernit kampanya, ılımlı cumhuriyete karşı bir savaş aracı olarak kullanılacak, soldan ve sağdan kişileri bir kitle hareketinde toplayan faşizm-öncesi popülist bir olgu görünümünde ortaya çıkacaktı. Şüphesiz Yahudilerin dışlanması, en şiddetli olarak, hem yabancı hem de kozmopolit ilan edildikleri ve ulusal ayaklanmaların hızlandığı Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda yaşanıyordu. François Joseph'in tüm muhalefetine karşın Karl Luegerin antisemit bir programla belediye başkanı olduğu dönem Viyana, Nazizrni yaratan ögeleri doğuracaktır.

Büyük oranda asimile olmuş çok sayıda Yahudi, bu yeni antisemitizrn karşısında tamamen silahsız idi. Gelişmeleri nasıl yorumlayıp ne türden bir tepki vermeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Ünlü entellektüellerin desteğini alan birçok örgüt, boşu boşuna, akılcı argümanlarla karşı koymaya çalışıyordu.

İlk toplu tepkiler, onurları, hakları ve varlıkları antisemitizm tarafından tehdit edilen Yahudileri korumayı amaçlamışlardı. Cermen ülkelerinde kökenleri nedeniyle öğrenci örgütlerinden dışlanan Yahudi öğrenciler kimliklerini keşfederek yeniden toplanmaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda pogromlardan kaçan Yahudilerin gelişi, soruna global bir çözüm bulmanın gerekliliğini gösterecekti.


Doğu Avrupalı Yahudilerin günlük yaşamları gitgide daha da zorlaşmaktaydı; sayıları hızla artmasına karşın pek çok meslekten dışlanmışlar, zaten gereğinden fazla nüfusun barındığı "ikamet bölgeleri"nin alanları daha da daraltılmıştı. Maskilim'lerin umutları suya düşecek, II. Alexandre'a yapılan suikastı, yetkililerin gözyumduğu, hatta desteklediği, bir pogrom dalgası izleyecekti. Romen hükümeti, Berlin Kongresinin Yahudilerin "özgürleşmesine ilişkin hükümlerini uygulayacağı yerde; haklarını kısıtlıyor, üzerlerinde baskılar uyguluyor, ve resmi olarak onlar yabancı kabul ediyordu. Bir devlet ideolojisi haline gelen antisemitizm ileride Siyon Protokolleri'ni hazırlayacak bir propaganda sayesinde yayılmış, kitlesel hoşnutsuzluğun "Centuries Noires" adıyla bilinen pogromcu çetelere aktarılmasıyla, devrimci patlamanın engellenmesi işlevini görmüştü. Pogromları (yoldan çıkmış olsa da) "devrimci değişimleri müjdeleyen halk hareketleri" olarak değerlendiren ilericiler, Yahudileri kıyımlar karşısındaki yalnız bırakmışlardı.


Dış ülkelerdeyse, Yahudi örgütleri mülteci akımlarıyla dolup taşmaktaydı. Protesto mitingleri yeterli olamamaktaydı. En çok tehdit altındaki Rus Yahudileri için bir sığınak bulunması fikri yayılıyordu. ABD'de bile yoğun göçler, entegrasyon sorunları yaratıyor, Avrupa ülkeleri olası tehlikeli bir akından kaygı duyuyorlardı. insancıl örgütler hayır vakıfları kurarak dindaşlarına yardım etmeye, onları el işçiliği yapılan kimi işlere yerleştirmeye çabalıyorlardı. İşte bu sırada Edmond de Rothschild yişuv'un gelişimiyle ilgilenmeye başlayacak, Baron Maurice de Hirsh (1831-1891) Yahudileri Arjantin'de tarımsal koloniler kurmalannı amaçlayan Jewish Colonization Assodation (JCA) Yahudi Kolonizasyon Derneği'ni kuracaktı.


1881 pogromları özellikle Maskilimler ve entellektüeller için çok sarsıcı olmuş, tüm umut ve çabaları yıkılmıştı. Ama demokratik Rusya içinde bir yerleri olacak umuduyla devrimci eylemlere katılanlar arasında bile, Lilienblum gibi, proletaryanın olası zaferinden kaygılanmaya başlayanlar da vardı: ''kapitalistler olarak görüleceğiz ve her zamanki gibi bir günah keçisi, bir parataner olacağız".



2--Leo Pinsker ve Kendini-Özgürleştirme



Leo Pinsker (1821-1891) önceleri asimilasyon taraftarıydı. Odesa'daki üniversitenin ilk Yahudi öğrencilerinden biri olarak hukuk eğitimi görmüş ama önünün kapalı olduğunu fark edince Moskova'da tıp okumuştu. Odesa'ya yerleşerek Yahudi kültürünün gelişimini desteklemek üzere Rus dilinde yayınlanan ilk haftalık Yahudi dergisi olan Rosvet'i çıkardı. Tanık olduğu pogromların ardından 1882'de Almanca olarak yazdığı Auto Emancipation, Mise en Garde' d'un Juif Russe a ses Freres -Kendini Özgürleştirrne, Bir Rus Yahudisinin Kardeşlerine Uyarısı- adlı eserinde sorunun geçici olmadığına, yanılsamalarla zaman yitirmenin tehlikeli sayılacağına dikkat çekmekteydi.

Antisemitizmin klinik bir analizini yapan Pinsker, Yahudilerin anormal şekilde varoluşlarının, yani yokolmak istemeyen bir "hayalet-halk" konumunda olmalarının, etraflarında akıldışı bir korku çemberi belirmesine; kalıtsal, tedavi edilemez bir hastalık olan Yahudi fobisinin oluşmasına neden olduğunu belirtmekteydi.


"Yahudiler canlılar tarafından bir ölü, yerliler tarafından bir yabancı, hali vakti yerinde kişiler tarafından bir dilenci, yoksullar tarafından milyoner, bir sömürücü, yurtseverler tarafından bir yurtsuz ve tüm sınıflar tarafından nefret edilen bir rakip olarak kabul edildiler".


Ona göre, bugüne dak antisemitizme karşı başvurulan önlemler kökene inememişti. "Özgürleşme"nin tek yaptığı antisemitizmi körüklemekti. Çünkü Yahudi kimliğini değersizleştirmekte ve Yahudileri aşağılık yaratıklar konumuna düşürmekteydi.


Tek çıkar yol Yahudilerin topluca özgürleşerek normal bir ulus haline gelmeleri, güvenlikte olacakları ve kendi kaderlerini çizebilecekleri bir Yahudi devleti kurmalarıydı. Yahudi örgütlerin yapması gereken, büyük güçlerin garantisi altında bir toprak elde etmek ve antisimitizmin tehdit ettiği Yahudilerin kitle halinde göçünü organize etmek üzere ulusal bir kongre toplamak idi. Onu ilerideki devletin yeri pek ilgilendirmiyordu. Kuzey Amerika ya da Osmanlı İmparatorluğunun Asya toprakları farketmezdi; önemli olan Rus Yahudileri için bir sığınak yaratmak ve ulusal uyanışı gerçekleştirmekti. Yahudi öğrencilerin canlandırdığı Filistin'in kolonizasyonu hareketlerinin etkisiyle, Siyon Dostları örgütünün - Lilenblum, Mandelstam ve Hermann Schapira ile birlikte- yöneticilerinden biri haline gelebildi.

3. Hovevei Zion (Siyon Dostları) Hareketi - Pogromların boyutu göç sorununun ateşli şekilde tartışılmasını sağlamıştı. Pek çok insan Filistin olasılığından şüphe ediyordu: Ülke çok fakirdi, Yahudiler Türk zorbaların keyfi yönetimi ve haham teokrasisinin baskısı altında ezilebilirlerdi. Pek çok için Amerika özgürlük ülkesiydi. Ama Lilienblum burada da Yahudilerin durumunun radikal olarak değişmeyeceği, antisemitizmin gelişimin önünde engel olmadığı görüşündeydi. İbre Filistin'e dönüyordu.


A) Toprağa Dönüş - Yahudileri toprağa bağlayıp tarıma iterek, "normal" bir yaşam sürmelerini tasarlayan tüm girişimler, Hirsch'in JCA'sı da dahil olmak üzere başarısızlığa uğramıştı. 1870'de Mikve İsrael tarım okulunu açan Charles Netter İsrael'in, atalarından kalan toprakları işlemeye gönüllü genç Yahudileri çekebilecek tek yer olduğunu sezinlemişti.


Sir Montegione'nin (1784- 1885) Kudüs'teki Yahudi nüfusu kent surlarının dışında yerleşmeye özendirmesine karşın, eski yişuv bile modernleşmeye ve Haluka'nın avantajlarını terketmeye yönelmişti. Kudüs Yahudileri Yafa'nın kuzeyinde Petah Tikva'yı kurarlarken, Eliezer Rokea'h da tarım köyünün gelişmesine yardımcı olacak bir fon oluşturma amacıyla Bükreş'e geldi.


Yeni hükümetin uluslararası sözleşmelere uymayarak, kendilerine yurttaşlık haklarını vermemesinden ötürü, Romanya Yahudilerinin göç etmekten başka çareleri kalmamıştı. Daha 1875'de Alkalai ve Kalischer, Moinesti'de Romen Yahudilerinin Filistin'e yerleştirilmesi için bir örgüt kurmuşlardı. 1881'de Bükreşte düzenlenen bir konferanstaysa, 36 örgütün temsilcileri Filistin'e göçü düzenlemek üzere biraraya geliyorlardı. Romen, Yahudileri 1882'de Roch Pinah ve Samarin tarım kolonilerini kuracaklardı. 


Rusya'daki pogromlar, kolonizasyonu özendirmeyi amaçlayan çok sayıda bağımsız örgütün kurulmasını doğuracaktı. Bunların ilki Ysud Hamal, Souvalki'de kurulurken, en etkini olan Bilu (adını İşaya'nın bir ayetinden (II,5) almaktaydı: "Bet Yaakov le huve hel ha- Ey Yakup evi, gelin de yürüyelim") oruç gününe denk gelen ve pogromların protesto edildiği 21 Ocak 1881'de, sosyalist devrimcilere yakın olan Harkov'lu Yahudi öğrenciler tarafından oluşturulacaktı. Üyeleri "Bilim"ler, Rusya'yı baştan başa katederek destek aramışlar, aralarından küçük bir grup Filistin'e yerleşmeyi başarmış, topluca çalışarak Gedera'yı kurmuştu. Onların Filistin'e yerleştikleri tarihe birinci aliya denecektir. Bu öncüler için toprakta çalışma, "kurtuluş" anını yaklaştırmaktaydı: Kurdukları kolonilerin adları da bunu göstermektedir: Petah Tikva; Umut kapısı,  Richon Le Siyon; Siyon'da ilk Anavatanlarını yeniden keşfeden Yahudi gençliğinin öncüleri olduklarının bilincindeydiler. Ama maddi güçlükler (toprak satın almak için para yetersizliği, sulama sorunları, sıtma yatağı bataklıklar, tarımsal teknoloji yokluğu, yabancı -hatta düşman- toplumsal ve ekonomik çevre vb ...) eksik olmuyordu. Bu nedenle pek çok kişi başarısızlığa uğrayacak ve vazgeçecekti. Ama çok geçmeden Rusya ve Romanya'da yardım hareketleri örgütlenecek, girişimlerin tamamen batması önlenecekti. Pinsker'in yönettiği Odesa komitesi, "Biluim"leri desteklemek ve yeni topraklar satın almak üzere para toplamaktaydı. Yeni bir yişuv'un, yeni bir anlayışın ortaya çıkması, eski yişuv'un düşmanca tepkiler göstermesine, ama böylelikle gerçeklerin farkına varmasına yol açmıştı. Örneğin en büyük görüş ayrılıkları, Sabatik geleneklerin (her yedi yılda bir toprağın dinlenmeye bırakılarak alacakların istenmemesi) uygulanması konusunda çıkıyordu.


Geleneklere harfiyen uyularak toprakların boş bırakılması, zaten ekonomik olarak çok hassas olan kolonileri yıkabilirdi. Rav Muhilever çevresindeki pek çok dinsel yetkili, çalışma (toprağı sürme) izni vermişlerdi. Amir Kudüs'teki dinsel yetkililer ise gelir kaynakları Haluka'yı gitgide kurutan bu gibi bozucu girişimlere pek iyi gözle bakmıyorlardı. Çok sayıda önce "özgürleşme" arzusuyla, toplumcu ideolojileri beslenmişlerdi. Ve geleneksel ortodoksluğun himayesini kabul etmiyorlardı. Türklerse bu yeni gelenlere pek sıcak bakmıyorlar, resmi düzeyde tanımayı reddediyorlardı: hatta 1893'de Rus Yahudilerinin Filistin'e göç etmeleri ve toprak satın almaları yasaklanacaktı. Bu, kolonizasyon girişiminin ne denli dayanıksız temellerde yükseldiğine işaret etmektedir.


Ulusa Dönüş - Rusya ve Romanya'daki Siyonizme Bağış Hareketi'nin 13 Siyonizme en önemli katkısı, ortodokslar, Hasidiler, laikler, sosyalistler gibi çok farklı eğilimlerin mensuplannı ulusal bir program etrafında birleştirmek olmuştur. Samuel Mohilever (1824:-1898) ya da Pinsker etrafında, Siyonizmde birleşecek çeşitli akımlann kümelendiği görülmekteydi. Çok parçalı yerel örgütlerin birleşmesinden oluşan Siyonizme Bağış Hareketi'nin merkezi bir yapısı yoktu. 1884'de bu farklı grupların katıldığı ve Pinsker'in başkanlık ettiği Katowice Konferansında, pratik çalışmayı, kolonizasyonun geliştirilmesini öngören bir program onaylandı. Ayrıca, Odesa ve Varşova'da, yürütmeyi sağlayacak iki komite örgütlenecekti. Ama iç tartışmalarla zayıflayan Siyonizme Bağış Hareketi etkisiz bir insancıl örgüt konumuna düşecekti.


Siyon Dostları hareketi ise Batı'da yayılıyordu. Galiçya'da Filistin'deki kolonicileri desteklemek üzere örgütler kuruluyor Ahavat Zion, Viyana'da Kadima antisemitizmle savaşmaya çabalıyor, Nathan Bimbaum Selbst Emancipation'u yayınlıyordu. Almanya'da, İngiltere'de ve Fransa'da Filistinsever (palestinaphile) derneklere rastlanmaktaydı. Yahudi halkı için ulusal bir yurt yaratma fikri gitgide benimseniyordu.


Siyonizme Bağış Hareketi, dinsel nedenlerle İsrail Ülkesi'ne bağlı olan ve Doğulu Yahudilerin yaşam koşullarını düzeltmeyi arzulayan kimi büyük ·philanthropeların maddi ve manevi desteğini sağlamıştı. Yişuv'un modernleşmesine çalışmış olan Mafes Montefiore, kolonizasyonun, Yahudi yaşamını yenileyebileceğini anlamıştı. Katowice Konferansı, Yahudi haklarının bu unutulmaz savunucusunun


100.yaşgününü kutlamayı, Yehuda Leib Gordon'un şiiriyle süslenmiş olan portresini İsrail Ülkesi'ndeki, koloniler yararına satışa çıkarmayı kararlaştıracaktı. Gordon Konferanstan sonra Ramsgote'e gidecek, Montefiore'ye Hovvei Zion'un 50 grubundan 1562 üyenin imzaladığı belgeyi teslim edecekti. 1865'te "Filistin Yahudilere ait olmalı ve Kudüs Yahudi halkının merkezi haline gelmelidir" diyen Montefiore ile Siyonizme Bağış Hareketi'nin yürüttü kolonizasyon faaliyeti arasındaki devamlılık ilişkisi dikkat çekicidir.


Filistin'in kolonizasyonu girişimi, Mohilever


(1824-1898) ile Sir Lawrence Oliphant'ın çabalarıyla Baron Edmond de Rothschild'in desteğini kazanacaktır. Baronun yardım etmeye karar vermesinden önce kurulmuş olan koloniler, kritik bir konumdaydı ve pek çoğu kapanma tehdidiyle karşı karşıyaydı. Kadrolarını bağcılığa yönelten tarımbilimci ve yöneticilerin oluşturduğu kimileri, ekonomik olarak daha sağlam temellere yayılabildi Başarıya fazlasıyla önem veren Baron ile, rahatsız edici himayeyi kabul edemeyen idealist koloniciler arasında pek çok anlaşmazlık çıkacaktı. Koloniciler koşulların iyileştirilmesi ve Yahudi işgücünün kullanımı için ayaklandılarsa da, kimi koloniler bağımsızlıklarını koruyabildiler. Dil tartışması, bu uyuşmazlığın en belirleyici ögesiydi. Baron'un yönetimi Fransızca kullanımını tercih ederken, koloniciler İbrani dilinin yenilikçisi Eliezer ben Yehuda'nın etkisiyle, İbranice kullanımını ve eğitimini arzuluyorlardı. Bu sırada baronun çabalarıyla gelişen yeni Yişuu, Yafa ve Hayfa'yı Yahudi ekonomisinin etkinlik merkezleri haline getirecekti.


a-Dile Dönüş; İbranicenin Yeniden Doguşu - Siyonizme Bağış Hareketinin, Filistinsever toplulukların, "ulusal Yahudi" öğrenci derneklerinin ve ilk Siyonist örgütlerin etkisi çok kısıtlı olmuştu. Birkaç on bin üye yılda yalnızca 15 ile 20 bin ruble arasında para toplayabiliyordu. Filistin'de ise on kadar koloni ve ancak birkaç yüz göçmen bulunmaktaydı. Ama yine de bu, gerçek bir kültür devrimi oldu.

b-Eliezer Ben Yehuda (1858-1922) Litvanya'da doğmuş, Paris'te okumuş, kendini İbranice eğitimine vermişti. İbraniceyi, modern, canlı, Yahudi halkının ulusal düzeyde kullanacağı bir dil haline getirmeye çalışmıştı. 1881'de Filistine yerleşmesiyle birlikte, yalnızca İbranice'yi kullanmaya başladı; bu onun için politik bir eylem biçimiydi. Vaad halashon (İbrani Dili Akademisi) bünyesinde çahşıruş, oylumlu bir sözcük bilim (leksikoloji) çalışması gerçekleştirmişti. İbraniceyi kutsal ve felsefi boyuttan kurtarmış; Filistin'deki kolonicilerin, eğitimde olduğu gibi, günlük çalışmaları sırasında da bu dili kullanmaları için kampanya başlatrnıştı. Bu sırada özellikle şair Bialik öncülüğünde Rusya'da, modern bir İbrani edebiyatı gelişmekteydi.


Aynı sıralarda Yidişçe derleniyor, popüler yansımasını masal ve öykülerde bulan Yidiş edebiyatı gelişiyordu. Maskilim'ler Ştetl insanının günlük dili olan Yidişçeye seçkin eserlerini kazandırıyorlardı. Yidişçe Orta Avrupa'daki Yahudi işçi hareketinin de dili olacaktı; Bund ve Yahudi halkına göç etmeksizin kültürel özerklik kazandırma fikrini savunan tüm akımlar, bu dili kullanacak, Yidiş edebiyatının ve tiyatrosunun gelişmesini destekleyeceklerdi. Sosyalistler Yidişçeyi, halkın, "seçkinlerin, entellektüellerin ve hahamların" dili olan İbranice kadar geliştirdiği bir dil olarak görmekteydiler. Ama Yidişçe yalnızca Orta Avrupalı Yahudilerin ve Aschkenazi kökenli göçmenlerin diliydi ve ulusal bir tasarım çerçevesinde Yahudi halkının tamamının dili olamazdı oysa her yerde ibadet ve eğitim dili olarak kalmış olan İbranice, kutsal dilin kutsal olmayan alanlarda kullanılmasına kızan altra-ortodoks çevrelerin muhalefetine karşın, yeniden ulusal dil haline gelebilirdi. Özellikle Rusya'daki Siyonistler Yidişçeyi, gaut'taki Yahudilere yapılan baskı sonucu ortaya çıkmış ari olmayan bölgesel bir dil olarak değerlendiriyorlar, Yahudi kimliği yansıtan ulusal dili, İbraniceyi ateşli şekilde savunuyorlardı.

b-Kültür devrimi insanların anlayışlarını  da dönüştürmüştü. Yahudiler artık kaderlerine boyun eğmeyi reddediyorlar, direnişi örgütlüyorlar, insanlık onurlarını koruyorlar, Yahudi olmaktan duydukları kıvancı ifade ediyorlardı. Kuşkusuz, kültürel yenilenmenin gerekliliğine vurgu yapan ve insanların dikkatlerini, demografik ve politik merkezden önce, Yahudi halkının ruhani merkezi olarak algılanan Siyon'da yoğunlaştırmalarını sağlayan kişi Ahad ha Am idi. Bu ruhani uyanış kaygısı aynı hahamlar çok geçmeden belirecekse de Biouimler'den Pinsker'e Bialik'ten Mendele'ye dönemin tüm entellektüelleri tarafından paylaşılmaktaydı.

Siyonizm en sağlam neferlerini, Yahudi kültürün ulusal bir ifade arayışı içinde edinmiştir; kültürel devrimin damga vurduğu entellektüeller hareketin anlamını kavrayacaklar, Rusya'da doğmakta olan Siyonizmin kadrosunu oluşturacaklardır.


Yeni fikirlerin ortaya çıkıp anlayışların dönüşmesini sağlamış olan Siyonizme Bağış Hareketi Yahudi kimliğinin modern düşüncelerle çarpışmasının yarattığı belirsizlikten ötürü, açık bir politik tasarının birleştiriciliğinden yoksundu. Siyonist harekete bu özelliği kazandıracak kişi Herzl idi. .


4. A'had Ha Am (1856-1927) ve Ulusal Duyguların Uyanışı - Pinsker ve Lilienolum, Yahudi halkının geleceğini tehlikeye atan ulusal bir programı ilan etmişlerdi. Siyonizme Bağış Hareketi kolonileri güçlükle ayakta tutmaya çabalıyordu. 1889'da A'had Ha Am (Halktan biri) takma adını kullanan tanınmamış genç bir yazar, Ascher Gainsburg Lo ze ha dere'h (Yol Bu Değil) adlı denemesinde tasarlananla gerçekleşen arasındaki farka işaret ediyor, bu farkın nedenini Yahudiler arasında ulusal duygulann güçlü olmamasına bağlıyordu. Odesa Komitesi tarafından 1891 ve 1893'te Filistine gönderilen A'had La Verile sur Erets Israet -İsrail Ülkesi Üzerine Gerçekler- başlıklı yazı dizisinde kolonizasyon yöntemlerini eleştiriyordu: kolonizasyon başarılı olmak için kişisel çıkarlara seslenip bireysel girişimlere güvenmektense; örgütlü biçimde geniş bir motivasyon yaratmalıydı.


Yine de Filistin, yıkıma uğramış tüm Yahudileri kabul edemezdi. O, ruhani bir merkez haline getirilmeliydi. Önemli olan ulusal duyguların yeniden doğmasıydı ve bu da her şeyden önce bir eğitim sorunuydu. Bu amaçla Ahad ha Am, kendini Yahudi halkının yeniden doğuşuna adamış seçkin grupları "Bnei Moşe"leri kurdu. Bunlar İbrani yayınevleri ve kütüphaneleri oluşturacak, İbranice eğitim veren okullar açacak, Rehovot tarım kolonisini yaratacaklardır. Bnei Moşe'ler varoldukları 1889-1897 yılları arasında en fazla yüz kadar üyeyi biraraya getirdilerse de gelecekteki Rus Siyonizmi'nin kadrolarını yetiştireceklerdir.



5. Nathan Birnbaum ''Siyonizmi Bulan Kişi"



Siyonizme Bağış Hareketi Batıda yayılıyor, Boston'da Ha Pisga, Kudüs'te Ha Or, Bükreş'te Ha Yoez gibi pek çok gazete Filistin'in kolonizasyonuna eğilmeye başlıyordu. Köln'lü avukat Max Bodenheimer, (1865-1940) 1891 yılında yazdığı Quefaire des Juifs Russes? - Rus Yahudilerine Ne Yapmalı? adlı broşüründe, onları Filistin'e göndermeyi önerecekti. 1896'da Menahem Usiskin Odesa Komitesi'nin başına geçerek canlılık kazandıracaktı. Batı Avrupa'daki Rus kökenli Yahudi öğrenciler, Les Motzkin Nah'man Syrki ve Shmaryahu Levine'in Berlin' de kurduğu ve İsrail devletinin ilk cumhurbaşkanı Haim Weizmann'ın da sonradan saflarına katılacağı Yahudi-Rus Bilimsel Derneği gibi, ulusal karakterde örgütler kuruyorlardı. Heinrich Löwe (1867-1950) Zien dergisiyle, Rusya ve Almanya Yahudileri, ulusal Yahudiler ve Willy Bambus gibi kolonizasyon yanlıları arasında bağlantılar kurmaya çabalamaktaydı.


Yine de, insancıl kolonizasyonu destekleyenlerle, ulusal Yahudilik yanlıları arasındaki ayrılıklar gittikçe daha net olarak ortaya çıkıyordu. 1883'te Polonya ve Romanya kökenli bir grup Viyanalı Yahudi öğrenci, Filistin'e yerleşen Rus Yahudilerini desteklemek amacını güden Ahavat Zion örgütünü, asimilasyoncu eğilimini kınayarak terkedeceklerdi. Bunlar Smolenskin'in teklifi üzerine hem "ileri" hem de "doğuya" anlamına gelen Kadima'yı kuracaklardı. Hareketin lideri Nathan Birnbaum pek çok yazısında antisemitizmin salt ekonomik bir olgu olmadığını, politik kökenlerinin bulunduğuna dikkat çekmekteydi. Ona göre ulusal Yahudi hareketi politik bir güç haline gelmeli ve Yahudi halkının Filistin üzerindeki haklarının tanınmasını sağlamalıydı. Gazetesi Selbstemancipation'u ''Yahudi ırkının ulusal, toplumsal ve politik çıkarlarını" savunan "ulusal Yahudilerin yayın organı" yapmayı arzuluyordu.


1890'da, Yahudi ulusunun varolduğunu ilan edip, asimilasyonun ve yıkıcı sonuçlarının ilacı olacak bir tür Yahudi milliyetçiliğini överek ilk kez "Siyonist" düşünce deyimini kullanıyordu. 23 Ocak 1892'de Les principes du sionisme - Siyonizmin İlkeleri üzerine verdiği bir konferansta, ilk kez ifade etmiş olduğu kavramı şöyle tanımlayacaktı:

"Siyonizm, Siyon sözcüğünden türemektedir. Eski zamanlardan beri Kudüsteki bir tepenin adı olan Siyon, aynı zamanda Kudüs kentinin şiirsel ' adlandırması olarak kullanılmıştır. Çünkü bu kent Yahudi Devletinin merkezi olmuş, bu ad da Filistin'deki Yahudi ülketerini belirtmiştir. Bağımsızlığın Roma tarafından' sona erdirilmesinden itibaren de "kurtuluş"a duyulan ulusal Özlemi simgelemiş, diriliş umudunu temsil etmiştir. Siyon'a geri dönüş iki bin yıllık sürgün ve acılar boyunca Yahudi halkının ülküsü olagelmiştir. İşte bu ülkü, Siyonizmin temelidir".


Birnbaum tüm dünyada ezilen Yahudileri toplayacak bir sığınak oluşturmayı amaçlayan planının tüm ayrıntılarıyla açıklıyordu: Yahudilerin ulusal varoluş haklarının ifadesi olacak bu devlet ancak Filistin'de kurulabilirdi. Bu, Yahudi konumu üzerine tüm düşünüşlerini ve ulusal uyanışa tüm çağrıların vardığı son nokta idi. Ama ulusal güçleri biraraya getirip coşturarak Siyonist hareketi yaratacak kişi Herzl olacaktı. Zamanın atmosferi içinde zaten oluşmuş düşünceye bir ad ve program sunma bilinçliliğine sahip olan Birnbaum örgütçü yetenekten, kişisel hünerden ve elbette maddi olanaklarda yoksundu. Harekette yerini bulamayan Bimbaum "diaspara'da ulusal Yahudilik" fikrini savunmak, Yidişçenin gelişimini desteklemek ve ultra-ortodoks dinci parti Aguda İsrail'de mücadele etmek suretiyle Siyonizmden uzaklaşmıştır. Bu inkarlar kuşkusuz Birnbaum'un rolünün aniaşılmasını engellemiştir; Siyonizme Bağış Hareketi Siyonizme açılıyordu, başkaları hareketi örgütlerneye ve geliştirmeye girişeceklerdi.




SİYONİZMİN KÖKENLERİ

ALAIN BOYER

10 Mayıs 2023 Çarşamba

İRAN'DAKİ DİNLER

 


Zerdüştlük - Parsilik - Mithraizm - Manilik



Eski çağlarda, şimdi adına İran dediğimiz ülkenin güneyinde asıl Pers'ler, kuzeyinde de Medyalılar oturmaktaydı. İran'ın büyük dini, Zerdüşt peygamberin kurduğu Zerdüştlüktür ki buna Mazdeizm de denir. Fakat daha önce kurulmuş bir din daha vardır: hatta Zerdüşt'ten önceki bir Mazdeizm'den de sözedilebilir. Bir de bu peygamberden sonraki bir Mazdeizm vardır. Son olarak da Mazdeizm, yani Zerdüştlük İran' dan kovulunca Parsi'liği doğurmuştur.


İran'ın içinde ise daha önceki dinlere az ya da çok yakın olan, Mithraizm ile Manilik adlı iki din daha ortaya çıkmıştır.

Sonradan kendilerine Hint-Avrupalı adı verilen grupların gerek Baltık kıyılarından, gerekse Güney Rusya'dan gelmişlerdi.. Kendilerine Arya (soylu) adını veren bu gruplar, içlerinden kimileri Hindistan'ı kuşatmadan önce, İran'ı kuşattılar.


Bunlar İran'da esmer, ya da belki de siyah tenli kavimleri hükümleri altına aldılar. Bu kavimlerde Totemik inanç ya da adetler yaşamaktaydı ve Animizm de gelişme halindeydi. Boğa, inek, at, köpek, yılan, kimi bitkiler kutsaldılar. Birçok tabular vardı ve bunlara aykırı davranmak, arıtıcı, temizleyici işlemler yapılmasını gerektiriyordu. Kimisi dost, kimisi düşman olan ruhlar hayvanlara, bitkilere, hatta dinsel alet vd. gibi kimi şeylere can vermekteydiler. Büyücülük çok yaygın haldeydi. Özellikle ölülerin ruhları canlıları korur sayılıyordu: Bunlar sonradan Fravaşi'ler, yani koruyucu melekler haline gelmişler ve Zerdüştlükte de az çok rol oynamışlardır.


Kuşatmacılara gelince, bunların kurban kavramını belki de Totemizmden almışlardı. Bu kavrama çok büyük önem veriyorlar ve onlar da doğayı kaplayan bir ruhlar alemine inanıyorlardı; fakat bunlarda Animizm, daha o zamandan çoktanrıcılık haline gelen Ahura'dai Güneş tanrısı Mithra'ya ilişkin bir metinde vardı. Bu metin, bu Arya'ların koruyucu tanrılarının İndra, Mithra ve Varuna olduklarını saptamaktaydı. Nitekim bunların adlarına hem İran'da, him Hindistan'da rastlanır.


Zend ve Sanskrit dilleri arasında olduğu gibi, iki din arasında da yakın bir benzerlik vardır.


Hinduların Varuna'sı, İranlıların en büyük tanrısı haline gelmişti. Yine bu arada M.Ö. XIV. yüzyıldan beri Hindular da saygı göstermekteydiler. Kurban, İran'da da çok büyük bir değere sahip sayılmaktadır: Ateş, kutsaldır; haoma adlı bir kutsal sıvı kullanılmaktadır ve bu, Veda'nın soma'sına bedeldir. Babadan oğula rahip olan ve adlarına ateş rahipleri denen bir kast vardır ve bunu Brahman'lara benzetebiliriz.

Bununla birlikte kimi olaylar, uzak bir çağda bir din ayrışmasının İranlılarla Hinduları birbirlerinden ayırmış olduğunu hatıra getirmektedir. Çünkü bu dinlerin birinin lehteki terimleri kimi hallerde, öteki din tarafından hakaretli bir anlamda kullanılmaktadır. Hindistan' da iyicil tanrılar olan Deva'lar (Div'ler, devler) İran'da kötücül iblislerdir. Zerdüşt inananlarından istenen "Amentü" şöyledir: "Deva'lara tapınmaktan vazgeçiyor ve Zerdüştün müridi olduğumu, Ahura Mazda'ya tapındığımı, Deva'ların düşmanı olduğumu beyan eyliyorum." Vaktiyle Hristiyanlığa geçen putataparların da eski tanrılarından kimilerini sonradan iblis saydıkları anımsanırsa, bu olay daha iyi anlaşılır. Veda döneminden önceki çağda Hindularca iblis olan Asuralar, Persler için iyilik ruhlarıdır. İndra İran'da Andra adı altında, şlalara, ayrılıklara yol açan zararlı bir iblis haline gelir; Varuna da Varena adı altında şehvet iblisi olur.


Hindulardan ayrılan 'İranlılar, büyük tanrıları Ahura Mazda (Bilgelerin mükemmeli Mevla) nın adı dolayısıyla Mazdeizm denen dini kurmuşlardır. Bazen Zerdüşt'ten önceki Mazdeizm sayılan din, bu yüce tanrının yanına Mithra ile bir de Anaihita adlı ana-tanrı koyar. Fakat sonrada Zerdüşt metinlerinde Mithra adına raslanmaz. Bu dinde hayvanların kurban edilmesi ve ölülerin gömülmesi adetti.


(Aniihita halk arasında çok sevilen bir tanrıça idi, belki de Mezopotampa'daki İştar'ın bir şekliydi. Bazen bu el değmemiş, tertemiz bir bakireydi; bazense Büyük Fahişeydi; olasılıkla suyun ve dölle bereketin tanrıçasıydı.) İşte Mazdeizmin kendisi bu dinin yerine geçmiştir ve buna, kurucusunun adına dayanarak Zerdüştlük de denmektedir.


Mazdeizmin kutsal kitabı Avesta ya da ZendAvesta'dır (Avesta metin; Zend yorum demektir).


Kutsal metinler ancak M.S. III. yüzyılda toplanmış ve ancak M.S.IV.yüzyılda da dinin kitabı olarak ilan edilmiştir. Fakat bu yazıların bir bölümü ve özellikle Gatlıa'lar diye adlandırılıp Zerdüşt'ün yapıtı oldukları ileri sürülen beş türkü, çok daha eski bir çağdan kalmadır.

Avesta 1764'te Hindistan'dan Anquetil-Duperron adlı bir Fransız tarafından getirilmiştir. Zerdüşt'ün düşüncelerine hayran olan bu adam onu yerinde, Bombay' daki Parsi'ler nezdinde incelemek istemiş ve yirmi yaşında gemici yazılarak yola çıkmıştı.

Yunanlıların Zoroastres, Romalıların Zoroaster, Fransızların Zoroastre diye adlandırdıkları Zarahustra'nın, yani Zerdüşt'ün tarihte yer aldığına karşı çıkılmaktadır. Avesta'yı çok güzel yorumlamış olan Fransız James Darmesteter ona, tapınıştan doğma bir tanrı, Jıaonıa'nın cisimlenmiş biçimi gözüyle bakar. Hollandalı Kem ise onu bir güneş efsanesinin kahramanı sayar. Bununla birlikte birçok başka eleştirmen de onda tarihsel bir kişilik görmektedir. Örneğin, Nathan Söderblom da böyle düşünmektedir ve şunları yazmaktadır:


''Avesta'daki din kendiliğinden oluşmamıştır, bir kuntcu'dan çıkmadır ... Avesta'daki inançlar eski Arya dini ile, eski İran putataparlığı ile kıyaslanırsa bir iyileştirmenin istenip gerçekleştirildiği ve ara yerde de yeni bir dinin kurulmuş olduğu açıkça görülecektir."


Zaten bizzat Zerdüşt de kendisinden efsanevi bir varlık gibi değil de, sıradan bir ölümlü gibi sözetmektedir. Söylentiye göre kitap kendisine yüce tanrı Ahura Mazda tarafından vahyedilmiş ve o da dinini yaymak için yurttaşlarına vaazlarda bulunmuştur. Kalabalık olan ailesi de kendisinin çalışma yaşamını paylaşmakta ve yaptığı propagandada ona yardım etmekteydi.


Hakkındaki kronolojinin kesin olmadığı kesindir. Genel olarak onun M.Ö. VII. ya da VI. yüzyılda yaşamış olduğu kabul edilmektedir. Bununla birlikte başka bir din tarihçisi olan Clemen de Zerdüşt'ün M.Ö. 1000 yılında yaşadığını ileri sürmüştür.


Zerdüşt peygamber daha önceki dini arıtıp temizlemiş, İran çoktanrıcılığını tektanrıcılığa doğru yöneltmiş ve çok yüksek bir ahlakın kurallarını koymuştur.


Zerdüştlük her şeyden önce Abura Mazda (buna bazen Ormazd ya da Onnuz da denir) adlı yüce tanrıya tapınmaktan ibarettir: "Abura Mazda parlak, görkemli, çok büyük, çok iyi, çok güzel Yaratan'dır; ... çok bilge bir ruhtur, ta uzaklara sevinçler saçar..." Işığın, saflığın gerçeğin tanrısıdır. Azıcık değeri olan tüm özgünlükler, vergiler ve en başta yaşama özgünlüğüyle ölmezlik özgünlüğü ondan gelir. 


Söderlblom'un dediği gbi: "Yahve dışında, antik çağda hiçbir tanrı tektanrıcılığa bu denli yaklaşmamıştır."

Ahura Mazda'nın Ölmez Azizler (Ameşas Spentas) diye adlandırılan yarı-tanrı yardımcıları da vardır ve daha önceki dinlerin ikinci derecedeki tanrıları çoğu zaman bunlarla eş tutulur.


Felsefi açıdan bir ikicilik ( dualisme) olan Zerdüştlük İyilik İlkesinin karşısına, Kötülük İlkesini çıkarır ki bu sonuncunun adı Angra Mainyu (Vuran nılı) dur, fakat çoğu kez Ehrimen diye de adlandırılır.


Asıl güçlük, dünyada kötü olan şeyin ne olduğunu anlatabilmekteydi. Kimi metinler Ahura Mazda'nın özünde iki tali öz, "hipostaz" görmektedirler: Bunlardan biri yaşamın yaratıcısı olan iyicil düşünce, öbürü ölümü doğuran kuşkudur. Yüce varlığın bu ikinci yönüdür ve kendisinden ayrılarak Angra Mainyu haline gelmiştir. Kötülük iblisi, karanlıkların ve ölümün yapıcısı olan Angra Mainyu aşağı bir alemde yaşar ve temiz olmayan her şeye hükmeder. "Her şeye gücü yeten bir tanrı değil, bir iblis ve geçici olan, kaybolacak olan bir kudrettir.

Fakat ruhta iyilik, maddede kötülük görmeye kalkışılacak olursa aldanılmış olur. İyilikle kötülük madde dünyasıyla ruhlar dünyasını aynı zamanda paylaşmakta ve kendi ellerine geçirmek için savaşmaktadırlar.


Rakibinin yerine geçmek arzusuyla yanıp tutuşan Angra Mainyu, göklere saldırmıştır. Onun da çevresinde seferber ettiği ya da yarattığı yarı-tanrılar vardır, bunlar da Ahura Mazda'nın çevresindeki yarı-tanrılarla savaşırlar. Yüce tanrının her yaratışına büyük iblis de bir yaratışla karşılık verir.


Zerdüşt'ün çıkışından önce yeryüzünde üç bin yıl geçmiştir. Başlangıçta dünya, bir zevk, safa yeriydi; fakat Angra Mainyu dünyaya kışı, dolu afetini, yırtıcı hayvanları, insanlarla hayvanlara zararlı böcekleri, haraplığı, çoraklığı, ölümü getirdi. İnsanların ruhlarına inanmazlığı, kuşkuyu, tüm kötü içgüdüleri soktu.

Angra Mainyu'nun çabalarına öldürücü bir darbe indirecek · olan Zerdüşt'ün gelişine değin, aradan üç bin yıl geçti. Her bin yıllık dönemde Zerdüşt'ün tohumu ile bir bakireden mucizeli şekilde doğan yeni bir Kurtarıcı ortaya çıktı. Üçüncü bin yılda bu Kurtarıcıların sonuncusu olan Saoşyant, ölüleri diriltti. Bir göktaş, dağlarda saklı olan madenleri eritti: Ergime halindeki maden inananlar için ılık bir süt, dinsizler için ise bir azaptı. Özellikle kötü olan birkaç insanla iblisler yokoldular. Ötekilerin hepsi ölmezlik şerbetini içtiler. Saoşyant, ya da başka bir söylentiye göre Zerdüşt'ün kendisi, temizlenen dünyada bir ayin düzenledi. Böylece kötülüklerden temizlenmiş olan dünya da sonsuz mutluluğa erişmiş oldu.


Kreglinger diyor ki: "Böylece Zerdüşt'ün dininde, ne Mısırlıların inançlarında, ne de Hinduların yine de çok derin olan kurgularında rastlayamadığımız, yüce bir görüşle karşılaşıyoruz. Dünyanın bir tarihi vardır, dünya evrim yasalarına boyun eğmektedir. Bu yasalar da onu içinde bulundukları halden ülküsel bir evreye doğru götürecektir ve dünyada etkinlik halinde olan tüm güçler, buna doğru yönelmek zorundadır ... Zerdüşt'e göre dünya, bir plana uymaktadır; tarihsel bir süreçtir; birbirine karşıt güçler arasında yaman bir savaşın geçtiği bir savaş alanıdır. Savaş sonunda bu dünyada ele geçecek olan şey de işte bu mükemmel halin çok güç koşullar altında doğmasıdır: Erdemli insanlar bu halin doğmasına yardım ettikten sonra sonsuz bir mutluluğa kavuşacaklardır.

Dünya, gökyüzünü cehennemdeki iblislere karşı koruyan set olmalıdır. İnsan, her insan, sonucu tüm evrende iyiliğin zaferi olacak olan savaşa katılmalıdır. Böylece her insan yaşamı derin bir anlam edinir, sonsuz bir değer kazanır.


Bundan da temeli dine dayanan ve tüm insani görevlere çok geniş bir kapsam veren bir ahlak çıkmaktadır: Ahura Mazda'nın davasına hizmet eden her şey iyidir, onun zaferine karşı gelen ya da zaferi kazanmasını geciktiren her şey kötüdür.


Görevlerin birincisi, dindarlıktır. Herkesin hak dinine girmesi, Zerdüşt'ün buyruklarına uyması, ona yeni yeni inananlar kazandırması gereklidir. Büyülü bir gücü olan "Ahura Mazda" adını söyleyerek de, insan korunur ve iyicil etkiler elde eder.

Bir başka görev de içten olmaktır.

Kreglinger diyor ki: "Ahura'nın ülkesi, ışık ülkesidir; Angra Mainyu'nun ülkesi ise karanlığın ülkesidir. Karanlığı doğurabilecek ve ancak karanlıkta rahatça gelişebilecek olan eylemlerin hepsi Mazdeist'in yani Zerdüştçünün yaşamından uzak olsun! Hiçbir kavim Persler kadar yalandan nefret etmemiştir.


Bu, karaçalmanın ve aynı zamanda hep kuşkulu yöntemlere başvuran dedikodunun da mahkum edilişi demektir; ancak gizlilik içinde başarılabilen hırsızlığın, hatta borç alma eyleminin de mahkum edilişi demektir: Çünkü insan borcunu geri vermemek için yalana başvurabilir. İnsan, hatta hainlere bile verdiği sözü tutmalıdır. Burada söz konusu olan iyilik ve yardım değil, adalet ve doğruluktur: Zerdüştlük, iblisin mezhebine girmiş olanlara karşı her türlü merhamet gösterilmesini yasak etmektedir; çünkü bu, bir zaaf olur.


Çalışma da bir görevdir. Angra Mainyu bu dünyaya bunca kötülük getirmiştir; onunla bu dünyada savaşmak, dünyamızı bereketli ve mutlu bir alan haline getirmek için Ahura Mazda ile işbirliğinde bulunmak gerekir. Söderblom şunları yazıyor: "Hem dinsel, hem ahlaksal bir ateşle yanan Zerdüşt, bir ekonomik ve sosyal refomı yapmak amacını güdüyordu. Öküzün ruhu, tamahkar, açgözlü göçebelerin şiddetli, kötü davranışları yüzünden içine düştüğü sefaleti gökyüzüne haykırmakta, bir koruyucu bulmak için yalvarmaktadır. Zerdüşt de hayvanların bilgili bir yöntemle yetiştirilmesini, otlaklara özenle bakılmasını, oturgan yaşamı, düzgün bir konutu ve huzurla rahatı sağlamak için, bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmaktadır. Öküze daha iyi davranmak ve kanlı kurbanları ortadan kaldırmak gerekir. Gerçek inanan, çalışkan köylü, işini bilen hayvan yetiştiricisi, doğru ve adil ev sahibi ya da köy ağası Gatha türkülerinde aynı anlama gelen sözlerdir. Peygamberlerin hazırladığı tarım programının din bakımından çok büyük önemi oldu: Bu program dine enerjik bir eda ve olumlu bir yaşam ülküsü verdi. Daha sonra, Zerdüştlük yüzünden edindiği gelişme dolayısıyla (Gatha'larda dendiği gibi yalnız otlaklara özen gösterme değil) tarımın kendisi de Zerdüştçülüğün başlıca uğraşı haline gelince, uyanık ve çalışkan çiftçi hep Mazda'nın iyi bir hizmetkarı tipi olarak gösterildi.


Ağır olan işini başarabilmek için, insan bedenini beslemeli, ona özen göstermeli, onu geliştirmelidir: Bunun için de örneğin, et yemelidir. Sonra insan Ahura Mazda'nın yaratıklarını çoğaltmak için iyi soydan, dini bütün bir kadınla evlenip çocuk sahibi olmalı, bunları da aynı inanç içinde yetiştirmelidir. Asıl ülkü perhiz ve nefse karşı koymakla değil, tarım çalışmaları ve aile birliği ile geçen bir yaşamdır. Ahura Mazda'yı ilkin bir tapınağı, sonra da doğru insanın ayini kurduğu yeri seyretmek kadar sevindiren hiçbir şey yoktur: Öyle bir ev ki ocağı tütmektedir, içinde adamın karısıyla çocukları, hayvanları vardır. Böyle bir konutta hayvan da, kutsallık da, otlaklar da çok bol olur."

Böyle bir yaşamın sonunda, bedenle ruh ne olacaktır:

Ahura Mazda'ya göre, ateşi, toprağı ve suyu bir cesede değdirerek kirletmek günahtır.


Onun için, ölümden sonra cesedin, özellikle adlarına Sessizlik kuleleri denen silindir biçimi yapılarda köpeklerle akbabalara bırakılması gereklidir.


Ruha gelince o da o zaman yargılanır, ya ceza görür, ya da ödül alır. Ya cehennemin dibine iner, ya göklere, Ahura Mazda'nın yanına çıkar. Orada da son zafere kadar, tanrısına yardımı sürdürür.

Ateş, Işık tanrısı olan yüce varlığı simgeler. Her tapınakta bir ateş odası vardır, bunun içinde sonsuz bir ateş yanar. Hiç kimse buna dokunamaz, hatta soluğuyla bile bunu kirletemez. Rahibin ellerinde eldivenler, ağzının üzerinde de bir peçe vardır.

Zerdüştlük öteki dinler üzerinde büyük bir etki yapmıştır. Paul-Masson Oursel Jainizm ve Budizmin Zerdüştlük ile olan benzerliklerini böyle belirtmektedir: Dinin kökeninde "çok insani bir öncecilik, kurtuluş ve yenileşme yanlısı olmak; aynı ışık ve temizlik kaygısı; kanlı kurbanlara karşı aynı ürpertili nefret, tüm canlılara karşı aynı saygı" vardır. Böylece de Jainist ve Budist gruplaşmaları "İran'da Zerdüşt tarafından girişilen, iyileştirmelerin az-çok etkisi altında olup bitmişe benzemektedirler." Özellikle "bu sayılan niteliklere ikincil bir felsefe ile savaşçı bir ahlak da eklenerek Jainizm ile Budizm arasındaki benzerliği daha da doğrulamaktadırlar." Ancak Oursel varolan başlıca güçlüğe işaretten de geri durmamaktadır ve bu, İran'la Kuzey Hindistan'ın birbirlerine olan uzaklığıdır.


Öte yandan Persler Keyhusrev'in fetihlerinden sonra Babilonya bölgesinden sürülen Yahudilerle karşılaşmışlar ve onların ülkelerine dönmelerine izin vermişlerdir. Bu sayede de kimi Yahudi görüşlerini Zerdüştlüğün etkisiyle açıklamak mümkün olmaktadır ki sonradan Hristiyan düşüncesi üzerinde etki yapmış olan bu görüşler şunlardır: Tanrının karşısına şeytanı koyan ikicilik; meleklere inanma; ölülerin ölmezlikleri ve sonradan dirilişleri.


Zerdüşt'ten sonra Mazdeizm yine eski halk geleneklerine döndü. Ahura Mazda'yı yine ilk safta tutarak Anahita ve Mithra gibi ilkel tanrılara yer verdi.


VII. yüzyılda İran'ı Müslüman Araplar ele geçirdiler. İran nüfuzunun geniş ölçüde etkisi altında kaldılar ama resmi Zerdüştlüğe de son verdiler.


Bunun üzerine Zerdüştlüğe inananlardan bir bölümü Hindistan'a sığındı ki bunlara Parsi adı verilmektedir. Bugün bile, özellikle Bombay bölgesinde Parsiler bulunmaktadır. Bombay çevresindeki güzel bahçeler içinde de Sessizlik kuleleri yükselmektedir.


Parsilerin dini olan Parsilik, Zerdüştlüğün uzantısı olur. Parsiliğin 90.000-100.000 olarak tahmin edilmektedir.


Grousset'ye göre: "Çağdaş Parsi öğretiler yazılarından öğreti üzerine tümüyle gizemci bir yorum yapmışlardır: Ahura Mazda Ehrimen'le savaşarak olumsal varlıkları ve bağıntılı dünyayı varolmaya çağırmaktadır. Ehrimen de boyuna bu eksik dünyayı yutmaya çalışmaktadır. Onun için Ahura Mazda'nın sürekli bir tanrısal inayetle bu dünyayı desteklemesi gereklidir; ta ki, sonunda tamamlanacak olan dünya, tanrının istediği hale gelsin."

Zerdüştlüğün yanında İran'da bambaşka bir din daha görmekteyiz ki, bu da Mithra dini'dir.


Hindulara ve İranlılara özgü bir güneş tanrısı olan Mitra ya da Mithra, ışık ve hak tanrısıdır. Her şeyi aydınlık içinde gördüğünden, daha büyük bir denkserlikle yargılayabilir. Zerdüşt'ün Gatha'larında onun adı geçmemektedir. Fakat bu tanrı halk dindarlığında yine de rol oynamıştır. Mithra İran'da kendisini başlıca tanrı aşamasına çıkaran az çok gizli bir mezhebe konu olmuş olsa gerektir: Bu mezhep onun yanıbaşına totemizmden gelme kutsal bir hayvanı, boğayı da koymuştur.


Söylentiye göre Mithra bir boğayı dize getirmiş, sonra da kurban etmiştir. Tüm canlı varlıklar, bu boğanın kanından doğmadır. Yaratıcı olan Mithra, yüce tanrı ile insanlar arasında bir aracı, ruhların kurtarıcısı olarak kalmıştır.


Dayanılmaz bir ateş kılığına bürünerek bütün dünyanın yanıp tutuşmasını o yönetecek, bu ateş karanlıkları tümüyle yok edip Zerdüştlüğün Saoşyant'ı gibi, ölüleri diriltecektir.

Böylece Mithra dini, evrensel kurtuluş vadeden bir din olmuştur ve sayısız umutlarda bu kurtuluşa doğru yönelmiş bulunmaktadır.

Kurtuluş dini olduğu kadar, bir gizlem dinidir de. Dine girmek için bir erginleme töreninden geçmek gereklidir. Bu sayede bu dünya üzerinde mutluluk sağlandığı gibi ölüp dirilmeden önce ölmezliğe erişilir. .


Bu tapınışın yöntemleri arasında da bir boğanın kurban edilmesi vardı. Ayrıca Mithra dininin gerçek kutsama törenleri vardı ve bunlar vaftiz, balla arınma, okunmuş ekmek, su ve şarapla birlikte kurban eti yemektir. Erginler kendi aralarında birbirlerini kardeş diye çağırıyorlardı. Yöneticilerine baba, en büyük önderlerine de babaların babası diyorlardı.


Tertullianus, Mithra dini ile Hristiyan dini arasındaki benzerliği açıklamak için şeytanın dolaplarını ileri sürer. Salomon Reinach ise onun bu kanıtına "Mithra dininin yol ve yönteminin kesinlikle daha önce" olduğunu söyleyerek yanıt verir.


Mithra dini M.S.I. yüzyıldan başlayarak askerler ve onların doğulu yardımcıları tarafından uçsuz bucaksız Roma İmparatorluğuna yayıldı; Il. ve III. yüzyıllarda birçok kimseler bu dine girdiler. İmparator Commodus bile Mithra dinine girdi. O zaman yığınlarda evrensel bir kurtuluşa erişmek umudu vardı.


Renan şunları yazmaktadır: "Şayet Hristiyanlığın gelişmesi öldürücü bir hastalık yüzünden dursaydı, bütün dünya Mithra dinini benimseyecekti."


Kendi inancına çok benzediği için, Hristiyan kilisesi bu dine karşı özellikle devingen bir biçimde savaşmıştır. V. yüzyılın başlangıcında da bunu ezme işini başarmıştır.


Mithra dininden sonra yine bütün insanlara hitabeden başka bir kurtuluş dini M.S. Il. yüzyılda İran'ın ve Babilonya'nın sınır bölgelerinde ortaya çıkmıştır ve adına Manilik denir.


Dinin kurucusu olan Mani (Latincede Mancius, Fransızcada Manes ya da Manichee) İranlı ana -babadan Babilonya'da doğmuştur. İlkin adlarına Nazarenyen'ler denilen Madeen'lerin yaymakta oldukları Hristiyanlıktan önceki mezhebe girdi ve bunlara Yahya peygamber (aziz Johannes) Hristiyanları da denir. Bu mezhep Yahya'yı gerçek peygamber, İsa'yı ise bir sahtekar sayıyor, bekar kalmanın aleyhinde bulunuyor, her türlü perhiz ve riyazeti reddediyordu.

Mani Zerdüştlüğü inceledi ve bu dini iyileştirip düzeltmeyi aklına koydu. Bir ara Hindistan'ı da ziyaret edip orada Buda öğretisini incelemek fırsatını elde etti. İran'a dönünce kendini Buda, Zerdüşt ve İsa ile bir tutarak dinini yaymaya başladı; dinine girenler de oldu; fakat Zerdüştçü rahipler kendisine baskı yaptılar, sonra onu mahkum ederek 276'da altmış yaşında olduğu halde derisini yüzdürüp idam ettirdiler.


Manilik İran ve Babilonya görüşlerinin bir bireşimidir, içinde Budist ve Hristiyan öğeler de vardır. Söderblom'a göre Mani'nin başlıca arzusu "eski çağ bilgeliğinin buyruklarını kaynaştırarak evrensel nitelikte bir kurtuluş doktrini kurmaktı."


Ana düşünce bir yandan İyilik, yani ışık ve ruhla; öbür yandan Kötülük, yani karanlık ve beden arasındaki karşıtlıktır. Evren bir iyilikle kötülük karışımıdır; ruhla bedenin birleşmesi yüzünden, insan da öyledir. Maddenin içine hapsolup acı çeken ruhları kurtarmak gereklidir. Tüm ruhlar arınıp doğal yerleri olan Işık Gökü'ne· çıktıkları zaman bir karmaşa olacak, dünyanın sonu gelecektir.


Hristiyanlara hitabeden Mani Eski Ahit'in (Tevrat'ın) şeytan işi olduğunu; aziz Paulus'un yazdıklarının değer taşımadıklarını ileri sürüyordu; ona göre gerçek Isa bir ışık habercisiydi, cismani yaşamı ve ölümü ise sadece bir dış görünüşten ibaretti. Mani kendisini de İsa'nın haber verdiği ve yapıtını tamamlayacak olan Kutsal Ruh (paraclet) diye tanıtıyordu.


Mani'nin müritleri iki çeşitti: Bunlardan cennetlik ya da yetkin olanlar evlenmiyorlar, şarap içmiyorlar, balık etinden başka et yemiyorlardı; mümin ya da dinleyici olanlar ise evlenip normal bir yaşam sürüyorlardı ama her türlü tamahtan ve yalancılıktan sakınmak zorundaydılar.


Manilik'te oruç tutmak, bize ışığı gönderen güneşle aya dua etmek ve ayrıca vaftizle -kimi zaman avuntu adı altında da yaşamın son deminde yapılan- erginleme (initiation, komünyon) veya eucharistie (yani peygamberin et ve kanını temsilen şaraba batırılarak yenen ekmek), kardeşçe, bir arada yenen yemekler de vardı.


V. yüzyılın sonuna doğru da Mani'nin bir müridi olan Mazdek komünizmi öğütlemiş, mal-mülkle kadınların ortaklaşa olmalarını salık vermişti.


Manilik, bireşimi olmak emelinde bulunduğu tüm dinler tarafından baskıya, işkenceye uğradı. İran'dan kovulunca Türkistan'a, Moğolistan'a, Çin'e, ayrıca da Suriye'ye, Mısır'a, tüm Kuzey Afrika' ya yayıldı. Aziz Augustinus bu dinin hasmı olmadan önce bir ara bunu kabul etti. Manilik XI. yüzyılda adına Cathare'lar ya da Albi geois'lar denen mezhep tarafından Fransa'ya sokuldu, fakat zalimce bir baskı ve işkenceye uğradı, sonunda da üyeleri Engizisyon tarafından yokedildi.

İran dünyaya çok görkemli dinsel düşünceler armağan etmiştir..

İlkin ve her şeyden önce, İyilikle Kötülük arasında çok geniş ve evrensel bir savaş düşüncesini vermiştir (Bu düşünce, Zerdüşt'ünkinden başka tema'lara ve örneğin adaletle ayrıcalık, barışla savaş arasındaki çatışmaya da uygulanabilir). Bu görüş, her insanın bu geniş ölçüdeki savaşa katılması gerektiğini, her insan yaşamının buna bağlı olması gerektiğini düşündürmektedir; bu ise insan yaşamına derin bir anlam ve engin bir değer verecektir.


Tam bir içtenlik, verimli bir çalışma, aile arasında iyi geçinmeden ibaret olan Zerdüşt ülküsü, bu soylu öğreti ile çok güzel bir uyum halindedir.

Diğer yandan Mithra dini de hiç olmazsa bu dine girip büyük umutlarla bir araya gelen erginler arasındaki kardeşliğin ilerlemesine yardım etmiştir.


Manilik ise tüm büyük dinlerin tanrıya doğru yaptıkları en yüksek atılımlar arasında bir birleşmenin mümkün olduğu yolundaki yüce düşüncenin temsilcisi olmuştur.



Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu

Çerkez Ethem Ocak 1921, Kütahya Civarı

 



Çözülmekte olan bir devlet sisteminin yerine bir yenisi doğarken ve bu arada esas olarak halkın gönüllü katılımına dayanan yeni bir askeri örgütlenme biçimlenirken geçmişin profesyonel kadroları dışında yeni askeri önderler ortaya çıkar. Henüz düzenli ordunun olmadığı veya varolan askeri kuvvetlerin bu tür bir örgütlenme modeline ulaşmadığı koşullarda ancak bir gerilla mücadelesinden söz edilebilir.


Daha önce askerlikle profesyonel bir ilişkisi olmamasına karşın doğal askeri yetenekleri ve cesaretleriyle sivrilerek gerillalara komuta eden bu yeni askeri önderlerin kaderi bir noktada yol ayrımına gelir; ya kendilerinin yönetimindeki birlikler düzenli birliklere dönüşerek yeni devletin askeri liderleri durumuna gelirler, ya kendi dışlarındaki bir takım odakların inisiyatifiyle örgütlenmesini tamamlayan düzenli birliklere katılarak onların bir parçası olurlar, ya da çözülmekte olan devletin yanı sıra doğmakta olan yeni devlete de isyan edip, güçleri yeterse 'kahraman' yetmezse de 'hain' olarak tarihe geçerler!


Hiç kuşkusuz bu yol ayrımında tutulacak yolun sonunu ve dolayısıyla tarih tarafından nasıl anılacaklarını belirleyen şey kendi yetenek ve cesaretlerinden önce toplumsal koşullardır. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde de olsa çıkarlarını savundukları sınıfların tarihsel olarak sahip oldukları güç ve örgütlenme düzeyidir.


1919-1922 yılları arasında Türkiye'deki milli mücadele gelişirken Osmanlı devleti dağılıyor ve yerine "millete dayandığını", siyasal meşruiyet kaynağının millet olduğunu söyleyen yeni bir devlet sistemi adım adım kuruluyordu. İşte daha bu sürecin başlarında, henüz Ankara'daki yeni merkezin elinde ciddi bir askeri kuvvet olmadığı sıralarda Batı Anadolu'daki Yunan işgaline karşı ortaya çıkan "milli direniş" bir yandan Ege'deki efelerin çetelerinde, bir yandan da Çerkez Ethem'in kuvvetlerinde ifadesini bulacaktı. Bunlar milli mücadelenin gerilla örgütlenmesiydi.


Bandırmalı bir Çerkez ailesinin üç çocuğunun en küçüğü olan Ethem, Birinci Dünya Savaşı sırasında orduya katılmış ve ancak başçavuşluğa kadar yükselebilmişti. Mütarekeden sonra köyüne dönen Ethem'in ağabeyleri Tevfik ve Reşit de orduda subaydı. Yunan işgalinin ardından harekete geçen Ethem önce eski İzmir Valisi Rahmi'nin oğlunu kaçırarak 50 bin lira fidye almış ve daha sonra da civardan 300 kişilik bir müfreze örgütleyerek Yunan kuvvetlerine karşı mücadeleye girişmişti.


Salihli cephesinde Yunan askeri birliklerine karşı düzenlediği gerilla saldırılarıyla kısa sürede ünlenen Çerkez Ethem'in emrindeki kuvvetlerin sayısı da giderek artacak ve süreç içinde Kütahya ve havalisine egemen duruma gelirken "Kuvvayı Seyyare Umum Kumandanı" olacaktı.


Henüz Ankara'nın yeni bir iktidar merkezi olarak kendini kabul ettirmediği ve emrinde de önemli bir askeri kuvvet bulunmadığı 1920 yılının başlarında Batı Anadolu'da en önemli kuvvet Çerkez Ethem'di. Nitekim Ankara'daki harekete karşı gelişmeye başlayan yerel isyanların birçoğu Çerkez Ethem tarafından bastırılmıştı. İlk olarak 16 Şubat 1920'de Balıkesir taraflarında İkinci Anzavur isyanını bastıran Çerkez Ethem'in Kuvvayı Seyyare'si ardından Geyve, Adapazarı, Düzce ve Bolu bölgesindeki tüm isyanları bastıracaktı.


Bu isyanları gerilla birlikleri niteliğindeki Kuvvayı Seyyare'nin bastırabilmesi ve bu arada saflarını genişletmesi anlaşılır bir durumdu. Çünkü bu birlikler gönüllü savaşçılardan oluşuyor, uzun yıllardır süren savaşlar sonucunda halkta subaylara ve düzenli orduya karşı oluşan tepkiyi çekmiyor ve sahip oldukları olanaklar -giyim-kuşam, yiyecek, içecek- açısından da sefalet içindeki yoksul kitlelere cazip geliyordu. Dağınık durumdaki düzenli ordu askerleriyle karşılaştırıldığında Kuvvayı Seyyare çok daha iyi donatılmış durumdaydı.


Ordudaki askeri disiplin ve hiyerarşinin yol açtığı baskı ve eziyetten de uzak olan bu kuvvetlere halktan insanların katılımı mümkün oluyordu. Birçok yerdeki isyancılar karşılarında düzenli ordu askerlerini değil de aslında aynen kendileri gibi olan müfrezeleri gördüklerinde kolayca onların safına geçebiliyorlardı.


Zaten birçok yerde de isyanların elebaşılarını cezalandırdıktan sonra geri kalanlara hoş görüyle yaklaşılıyordu. Bu arada yöredeki zenginlerden, eşraftan alınan haraçlar bir adalet duygusuna da hitap ediyor ve yoksulların Kuvvayı Seyyare'ye daha farklı gözle bakmasında önemli bir rol oynuyordu.


1920 yılında Şubat'tan Mayıs'a kadar Marmara ve Ege bölgesindeki isyanlarla uğraşan ve tümünü de bastıran Çerkez Ethem ve kuvvetlerine Haziran ayında Yozgat yolları göründü. Çünkü Yozgat'ta isyan eden Çapanoğulları şehri ele geçirmişti ve yeni katılımlarla hareket bölgede yayılıyordu. Yozgat bölgesindeki isyanı bastırmak üzere Meclis tarafından Ankara'ya davet edilen Çerkez Ethem, Mustafa Kemal Paşa da dahil olmak üzere o sırada Ankara'da bulunan milli mücadelenin önder kadrosuna yukarıdan bakıyordu. Çünkü silahlı kuvvet kendisindeydi ve anlı-şanlı paşaların emrinde henüz pek bir kuvvet yoktu.


Zaten bunun için Ege'de Yunan kuvvetleri karşısında bulunan Kuvvayı Seyyare Ankara'nın doğusundaki isyanı bastırmak için çağrılmıştı. Nitekim Yozgat'a geçerken Ankara'daki paşalarla -Mustafa Kemal, Fevzi, İsmet, Refet- yapılan görüşmelerde eski başçavuş, yeni gerilla komutanı Ethem bir hayli sert eleştirilerde bulunacak ve paşalar bunu unutmayacaktı!


Yozgat isyanını da kısa sürede bastıran Çerkez Ethem asilerin bir bölümünü de kuvvetlerine katarak Ankara'ya döndü. İsyanın sorumlularının yargılanması için kurduğu mahkemede Ankara Valisi Yahya Galip'in de yargılanmasını istedi. Çünkü Yahya Galip, Çapanoğulları ile işbirliği yapmış, Kuvvayı Seyyare'nin üzerlerine geldiğini önceden bildirmişti.


Bu durum açığa çıkınca da valinin yargılanması gerekliydi ve cezasının ölüm olacağı da açıktı. Ancak aynı zamanda Mustafa Kemal'in yakınlarından olan Yahya Galip'in Çerkez Ethem'in "halk mahkemesi" tarafından yargılanmasına Ankara izin vermedi. Sadece valilik görevinden alarak olayı geçiştirmeye çalıştılar.


Bunun üzerine öfkelenen Çerkez Ethem'in Ankara'ya geldiğinde "Büyük Millet Meclisi Reisini Meclisin kapısında asacağım" dediği rivayet olunur. Ayrıca Miralay Refet Bey'in de isyanın bastırılmasında hiçbir katkısı olmadığı gibi, kendisi savaşırken Çorum'da saklandığını ileri süren Ethem onu da mahkemeye sevk etti ama sonra araya girenlerce sorun çözümlendi.


Yozgat isyanının bastırılmasıyla birlikte iyice ünlenen ve hatta Meclis tarafından kendisine "milli kahraman" unvanı verilen Ethem, Temmuz ortasında Ankara'ya döndüğünde Mustafa Kemal Paşa Ankara'da bulunmamayı tercih edecekti. Garp Cephesi'ndeki durumu yerinde görmek üzere Ankara'dan ayrılarak Eskişehir'e giden Mustafa Kemal Paşa o sıralarda Ethem'le karşılaşmak istemedi.


Ethem Eskişehir'e geldiğinde ise Mustafa Kemal Afyon'a geçmişti. Böylece Ankara ile birlikte hareket eden en önemli gerilla komutanı ile Millet Meclisi Reisi o günlerde köşe kapmaca oynarken varolan gerginliğin azalması için de gereken zaman kazanılmış oldu.


1920 yazında ününün ve gücünün doruğunda bulunan Çerkez Ethem'e milli mücadelenin önderliğini üstlenen kadronun uzun süre tahammül etmesi pek mümkün değildi. İşgal ettiği alanı genişleterek ilerlemeye devam eden Yunan ordusunun ancak düzenli bir orduyla durdurulabileceği görüşüyle varolan askeri kuvvetlerin hızla yeniden örgütlenmesini ve tam anlamıyla bir milli orduya dönüşmesini savunan Ankara'daki paşalar Çerkez Ethem'in direnişiyle karşı karşıya geldiler.


Aslında olayların gelişimi içinde böylesi bir yol ayrımına gelinmesi kaçınılmazdı. Ankara'daki paşalara güvenmemekle birlikte aralarında bir iktidar mücadelesinin de gelişmekte olduğunu gören Çerkez Ethem, kuvvetlerinin düzenli ordu birliklerine dönüşmesine de, kendisinin ve adamlarının paşaların komutası altına girmesine de karşı çıktı.


Bu güçlü gerilla liderini imha etmeden askeri otorite olunamayacağını gören Mustafa Kemal de Yunan kuvvetleriyle ciddi bir çarpışma öncesinde Kuvvayı Seyyare'nin dağıtılmasını zorunlu görüyordu. Nitekim sorunun barışçı yollardan çözümü için yapılan bir dizi görüşme ve tartışmanın ardından Mustafa Kemal 27 Aralık 1920'de Garp Cephesi Komutanlığına Çerkez Ethem'in kuvvetlerinin imha edilmesini emretti.


Artık bir tür iç savaş başlayacaktı ve bir ay kadar süren bu savaşın başlangıcında Çerkez Ethem'in kuvvetleri yaklaşık 5 bin kişi, düzenli ordu birlikleri de 15 bin kişiydi. Çeşitli çarpışmalar sonucunda Kuvvayı Seyyare yenilgiye uğradı. Milli mücadelenin başlangıcında çok önemli bir rol oynayan, Büyük Millet Meclisi tarafından "kahraman" ilan edilen, Yunan ordusuna karşı ilk önemli direnişi örgütleyen Çerkez Ethem sonuçta Yunan ordusuna sığınmaktan başka çare bulamadı.


Çoğunluğu Çerkezlerden oluşan kuvvetlerinin yarısına yakınıyla birlikte 26 Ocak 1921'de Yunanlılara teslim olurken, diğer yarısı ise Ankara'nın çağrısına olumlu yanıt vererek düzenli ordunun saflarına katıldı.


Nazım Hikmet 'Kuvayı Milliye Destanı'nda; "Ve 29 Aralık Kütahya/ 4 top/ ve 1800 atlı bir ihanet/ yani Çerkez Ethem/ bir gece vakti/ kilim ve halı yüklü katırları/ koyun ve sığır sürülerini önüne katıp/ düşmana geçti/ Yürekleri karanlık/ kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü/ atları ve kendileri semizdiler.../ Ateşi ve ihaneti gördük" diye yazacaktır ama Çerkez Ethem'in tasfiyesinden iki gün sonra, 28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gece Mustafa Suphi ve arkadaşlarının da topluca bıçaklanarak Karadeniz'in sularına gömülmesini acaba basit bir rastlantı olarak mı görmektedir?


Çerkez Ethem'in ünlü Yeşilordu ile bağlantıları nedeniyle Bolşevizme eğilim gösterdiği iddiaları varsa da bunların pek ciddiye alınabilmesi mümkün değildir. Ama aynı zamanda Kuvvayı Seyyare'nin bir halk örgütlenmesi, asıl örgütleyici çekirdeği ve gücü etnik olarak Çerkezlere dayanan bir "aşağı tabaka" hareketi olduğu da ortadadır. Bu yoksul kesimin çeşitli özlemlerinin yanı sıra öfkelerini, tepkilerini ve zaaflarını da yansıtması doğaldır. Ya milli mücadele önderliğinin emrine girecekler ya da tasfiye olacaklardı. Birincisini kabul etmeyince ikincisi oldu.


Öte yandan Bakü'den yola çıkan komünistler ise Ankara'daki önderliğe yardımcı olmak, birlikte mücadele etmek için geliyorlardı. Ama sonuçta Ankara açısından onlar da güvenilir değillerdi. Dünyada hızla yayılmakta olan Bolşeviklik Mustafa Suphi ve arkadaşları aracılığıyla Ankara'da güçlü bir temsil gücü kazandığında olayların nasıl gelişebileceği tahmin edilemezdi.


Sonuçta bu iki odağın da hemen hemen aynı günlerde tasfiye edilmesi pek de bir rastlantı olmayacak, milli mücadelenin önderliğini ne eski bir baş çavuşla, ne de komünistlerle paylaşmaya niyeti olanlar, hareketi kendi bildikleri doğrultuda ve herhalde koşulların da dayattığı biçimde götüreceklerdi.


Ulaştıkları yerde ve kurdukları yeni devlet sisteminde ne komünistlere yer olacaktı, ne de gerillalara... 


Alıntıdır.


NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-9

 JAN DARK (1431)


Fransızların ünlü kahramanı Jan Dark, Janet isimli bir genç kızdır. Bir köy memuru olan babasının ismini alıp, erkek elbiseleri giymek suretiyle, ingilizler tarafından neredeyse yok edilmek üzere olan Fransa'yı kurtarmak için mücadeleye girmiş; bunun kendisine verilen tanrısal bir görev olduğunu ilan ederek davasını Fransa kralına da kabul ettirmiştir. Emrine verilen askerî birliklerle gerçekten büyük başarılar kazanarak bir çok toprakları kurtaran Jan Dark bu sırada henüz 17 yaşında bulunuyordu. Kısa zamanda ünü her tarafa yayılmış ve bir azize konumuna yükselmiştir. Bir süre sonra Fransa kralı ve adamları tarafından yalnız bırakılınca,  krala muhalif Fransız gurupları tarafından yakalanmış ve para karşılığında İngilizlere satılmıştır. Bir kuleye hapsedilen ve büyük işkencelere maruz bırakılan genç kız bu sıralarda yirmi yaşlarındadır. Papazlar tarafından kurulan bir mahkemede yargılandıktan sonra, dinden çıkmış bir rafizî,  ruhunu şeytana satmış bir şarlatan, bir müşrik olarak afaroz edilmiştir. Cezası, ateşte yakılmak suretiyle idamdır.

30 Mayıs 1431 tarihinde, toplanan büyük halk kalabalığı arasından sürüklenerek getirilen ve kendisi için hazırlanmış odun yığınının üstüne çakarılıp oradaki direğe bağlanan Jan Dark; dininden dönmediğini, gökten emirler aldığını, İsa'yı sevdiğini söylemesine rağmen yakılmaktan kurtulamamıştır.

Kendisine Orleon Bakiresi de denilen genç kızın kömürleşmiş cesedi saatlerce kavrulduktan sonra direkten indirilmiş, tozları bir çuvala konularak Sen Nehri'ne dökülmüştür.


ULUĞ BEY (1449)


Türk-İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük astronomi bilgini ve devlet adamlarındandır.

Meşhur Timurlenk'in torunu olup,  babası Şahruh'un vefatı üzerine Doğu Türk İmparatorluğu'nun başına geçmiştir.

Dönemi birç ok siyasî ve askerî karışıklıklarla geçen Uluğ Bey 1449 yılında, kendisinin yerine geçmek isteyen oğlu ile giriştiği mücadeleyi kaybedince savaş meydanından kaçıp Semerkant'a sığınmak istemiş, bir süre önce koruması için şehri kendisine teslim ettiği komutan eski hükümdarı şehre kabul etmemiş, bunun üzerine oğlu tarafından kovalanan Uluğ Bey, esir düşmemek için, Türkistan sınırlarına kaçmıştır.

Bu maceranın sonunun gelmeyeceğini anlayınca oğlunun merhametine sığınan büyük hükümdar ne yazık ki, oğlunun yakınlarından ve daha önce bir suçu sebebiyle babasını katlettirdiği Abbas adlı bir kimseye teslim edilmiştir. Abbas, Uluğ Bey'in öldürülme müsadesini alınca onu Semerkant yakınlarındaki Bağrin Köyü'ne götürmek ve bir takım işkencelerden sonra başını kılıçla kesmek suretiyle şehid etmiştir.

Babasının öldürülmesi emrini veren yeni hükümdar Abdüllatif Mirza ise, altı ay kadar saltanat sürdükten sonra bir suikasta kurban gitmiş, onun da kesik başı babası Uluğ Bey'in kabri önünde teşhir edilmiştir.

 


ÇANDARLI  KARA HALİL PAŞA  (1453)



Fatih Sultan Mehmed döneminin ünlü veziri Çandarlı Kara Halil Paşa, İstanbul'un fethinden sonra, bu fethe taraftar olmadığı ve hatta padişahı kararından döndürmesi için kendisine Bizans imparatoru tarafından rüşvet verildiği gerekçesiyle ve hakkındaki diğer söylentiler sebebiyle idam edilerek öldürülmüştür.



FATİH SULTAN MEHMED (1481)


Osmanlı padişahlarının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen Fatih Sultan Mehmed, istanbul'u fethettikten sonra da bir çok zaferler kazanmış ve devletinin sınırlarını inanılmaz bir büyüklüğe kavuşturmuştur. Son seferinin İtalya üzerine olacağını ve onun, Batı Roma İmparatorluğunu da yıkarak bütün Avrupa'yı fethedeceğini düşünüp büyük bir korkuya kapılan Batılılar, çok iyi tasarlanmış bir suikast planıyla padişahı öldürmek istemişlerdir.

25 Nisan 1481 tarihinde yeni bir sefer için Üsküdar'ı geçip, Malta ile Gebze arasındaki çayırlığa otağını kurduran Fatih'e, hususi doktorlarından Yakup Paşa bir bardak şerbet sundu. Sultan şerbeti içtikten bir kaç gün sonra hastalandı. Tedavisi için yine aynı Yakup Paşa yeni şerbetler ve ilaçlar içirdi.

Bunların her geçen gün tesiri artan zehirler olduğu kimse tarafından fark edilmedi. 3 Mayıs 1481 günü iyice rahatsızlanan padişah henüz 49 yaşında iken hayata gözlerini yumdu.

Hakanın bir suikasta kurban gittiği anlaşılınca askerler, Venedikli bir Yahudi olup, asıl ismi Maestro Lacopo olan Yakup Paşa'yı öldürdüler. Ne var ki Avrupalılar emellerine kavuşmuş ve Fatih'i, ölümle bile olsa durdurmayı başarmışlardı. "Koca kartal öldü!" çığlıklarıyla bütün kiliselerde sevinç çanları çalındı.



GEDİK AHMET PAŞA (1482)


Fatih Sultan Mehmed'in ünlü vezirlerindendir. Arnavut veya Rum dönmesi olduğu, girdiği her mücadeleden galip ayrılmasını bildiği için nâmağlup komutan unvanını aldığı; sert tabiatlı ve acımasız bir kimse olduğu rivayet edilmiştir.

II.Beyazıd'ın Cem Sultan'la olan mücadelesinde Cem'in takibi ve yakalanmasında lakayd davrandığı gerekçesiyle idam edilmiştir. II. Bayezid öteden beri sevmediği bu adamı katletmeyi düşününce idam mahalli olarak İstanbul yerine Edirne'yi seçmiştir. Çünkü yeniçerilerin Gedik Ahmet Paşa'ya olan sevgi ve bağlılıkları sebebiyle isyan çıkartabileceklerini hesaplamıştır.

1482  yılının  Ramazan  bayramından  sonra Edirne'de, Yeni Saray'da, devlet adamlarını bir akşam yemeğine davet eden padişah bir çok kimseye hilat giydirdiği halde,  Gedik Ahmet Paşa'nın sırtına, idam alâmeti olan kara bir kaftan geçirilmiş ve bu arada sultanın işaret ettiği saray dilsizlerinden biri hemen ileri atılarak veziri hançerlemeye başlamıştır. Başka bir rivayete göre O,  sarayın bodrumuna  indirilerek boğdurulmuştur.


CEM SULTAN (1495)


Fatih Sultan Mehmed'in küçük oğludur. Babasının ölümü üzerine tahta çıkan ağabeyi Sultan II.Bayezid'in sultanlığını kabul etmeyerek onunla mücadeleye başlamıştır.

Cem'in Bursa'ya yürüdüğünü duyan Sultan Bayezid, üzerine, Ayas Paşa komutasında bir kuvvet göndermiştir. Yapılan savaşta Cem Sultan galip gelmiş, Bursa'ya girmiş ve burada padişahlığını ilan etmiştir. Ancak devletin ikiye bölünmesine razı olmayan Sultan Bayezid daha güçlü bir orduyla saldırarak Cem'i mağlup etmiştir. En yakın adamlarının da kendisini terk ettiğini gören genç şehzade canını zor kurtarıp Konya'ya kaçmıştır. Takip edildiğini öğrenince önce Adana'ya, daha sonra da Halep, Şam ve Kudüs yoluyla Mısır'a gitmiştir. Mısır'da Sultan Kayıtbay tarafından büyük bir merasimle karşılanan Cem Sultan aynı yıl içinde Hacca da gitmiştir. Geri dönüşünde kendisini yeniden mücadeleye davet eden Karamanoğlu ve diğer bazı beylerin teşviki ile Anadolu'ya geçmiştir. Ancak ağabeyinin gönderdiği ordu ile başa çıkamayacağını anlayınca mücadelesine Rumeli topraklarında devam etmeyi düşünüp, bunun için Rodos şövalyeleriyle anlaşmıştır.

Şövalyeler ise onu yanlarında tutmak karşılığında Sultan II. Bayezid'den büyük miktarda para koparınca Cem'i Rumeli'ye geçirmemişlerdir. Bir süre Rodos'ta kalan genç şehzade daha sonra Fransa'ya, oradan da Vatikan'a götürülmüştür. Kozların eline geçtiğini gören Papa, Osmanlı padişahı II. Bayezid'le anlaşarak ve kendisinden büyük paralar alarak Cem Sultan'ı bir esir gibi yanında tutmaya başlamıştır. O'nun yeniden Mısır'a dönmek isteği de reddedilmiş, fakat Hıristiyan olmayı kabul ederse kendisine kardinallik verileceği söylenmiştir. Bu hayasızca teklifi şiddetle reddeden Cem Sultan büyük acı ve keder içinde hayatını sürdürürken, onu öldürmek ve Osmanlı padişahından daha büyük paralar almak isteyen Papa ve yakınları kendisini alçakça zehirlemişlerdir. Tesiri geç fark edilen bu zehir,  Napoli'de bulunduğu sırada Cem Sultan'ı yatağa düşürmüş, yüzü, gözü ve boynu şişmeye başlamıştır.  Nihayet 25 Şubat 1495 tarihinde, henüz 36 yaşında iken vefat etmiştir.

Yakın arkadaşları Celal ve Sinan Beyler dinî merasimi yerine getirmişler, şehzadenin cesedi tahnit edilmiştir. Kardeşinin ölüm haberini alan Sultan II. Bayezid, bütün Osmanlı topraklarında gaip cenaze namazı kıldırmış, onun adına pek çok sadaka dağıtmış, ülkede üç gün yas ilan ettirmiştir. Şehzadenin cenazesi dört sene kadar sonra Napoli'den Bursa ya getirilerek daha önce vefat etmiş olan ağabeyi Şehzade Mustafa'nın kabri yanına defnedilmiştir.


ŞEHZADE KORKUT (1513)


Yavuz Sultan Selim'in, kendisinden üç yaş büyük ağabeyidir.  Önceleri onun saltanatına karşı çıkmayacağını beyan etmiş fakat sonra taht için mücadeleye giriştiği anlaşılınca valilik yaptığı Manisa'da sıkıştırılmıştır. Sarayın arka kapısından kaçıp kurtulmayı başarmışsa da,  gizlendiği mağarada yakalanarak yay kirişiyle boğulmak suretiyle öldürülmüştür.

Kabri Bursa'da, Muradiye Külliyesi içindedir.



ŞEHZADE AHMET (1513)


Yavuz Sultan Selim'in ağabeyidir. Saltanat için ayaklanınca Şah İsmail'den yardım görmesine rağmen mağlup olmaktan kurtulamamış, yapılan savaşta askerinin dağıldığını görünce kaçmaya çalışmış, fakat yakalanarak boğdurulmuştur.


ALÂÜDDEVLE (1515)


1339 yılında Maraş- Elbistan ve hatta Malatya ve Harput'a kadar olan bölgelerde bir beylik kuran Dulkadiroğulları'nın son hükümdarıdır.

Osmanlılar yerine Memluklu devletine tabi olduğu için Çaldıran Savaşı'ndan sonra, Yavuz Sultan Selim'in veziri Hadım Sinan Paşa komutasındaki ordu karşısında mağlup olmuş, Turnadağı'nda uğradığı bu yenilgi üzerine dört oğluyla birlikte esir edilmiş ve derhal öldürülmüştür. Alaüddevle'nin kesik başı Memluk sultanına gönderilerek ona da gözdağı verilmek istenmiştir.


TOMANBAY (1517)


Mısırda hakimiyet kurmuş olan Kölemenlilerin son sultanıdır.  Ridaniye Meydan Muharebesi'nde, Yavuz Sultan Selim tarafından mağlup edildikten sonra bir süre de Kahire içinde mukavemete devam etmiş, şehrin Osmanlıların eline geçmekte olduğunu anlayınca, yakınlarıyla beraber kaçıp bir Arap şeyhine sığınmıştır. Ancak şeyh ona ihanet etmiş ve saklandığı yeri haber vermiştir. Yakalanıp, elleri bağlanarak Yavuz'un huzura getirilince; devleti ve vatanı uğruna son ana kadar kahramanca çarpışmış olan bu hükümdarı, Yavuz büyük bir hürmetle karşılamıştır. Kendisine bir esir muamelesi yapılmayacağı söylenmiş, bir süre karşılıklı sohbetten sonra Tomanbay misafir edileceği çadıra gönderilmiştir. Ancak aradan geçen on-on beş gün zarfında Kahirelilerin Tomanbay lehine tezahürat yaptıkları ve onun esir edilmeyip mücadeleye devam etmekte olduğu şayiasının arttığı görülmüştür. Bu durum Osmanlıların aleyhine bir gelişme olduğundan, ilerde isyanların patlak vereceği ve düzenin bozulacağı hesap edilerek Tomanbay'ın idamına hükmedilmiştir.

Bir katır sırtına bindirilerek Kahire içinde dolaştırılan sabık hükümdar, daha sonra Kahire kapılarının biri önüne kurulan darağacında idam edilip öldürülmüştür. Yavuz Sultan Selim, onun, bir hükümdara yaraşır törenle gömülmesini emretmiş ve cenaze masraflarının tamamını kendi kesesinden karşılamıştır.



ORUÇ REİS (1518)


Büyük Türk denizcisi Barbaros Hayreddin Paşa'nın ağabeyidir. 1474 yılında Midilli'de doğmuş, kardeşleri ile birlikte denizci olmaya karar verdikten sonra küçük bir gemiyle ticarete başlamış, kısa bir zamanda Ege ve Akdeniz'de Hıristiyanlarla savaşlara girip büyük bir şöhret kazanmıştır. Bir ara Rodos şövalyelerine esir düşmüşse de kurtularak mücadelesine devam etmiştir.


Kuzey Afrika sahillerinde İspanyol ve Ceneviz donanmalarını mağlup ederek Cezayir ve civarını ele geçiren Oruç Reis, burada bir hükümet kurmuş, bu arada Osmanlı Devleti'nin tabiyetine girmiştir.


Oruç Reis, Cezayir'de hükümet kurduktan sonra Telemsan'ı da fethederek oraya yerleşmiştir. 1518 yılında İspanyollar tarafından büyük bir orduyla kuşatılan Telemsan'da sıkıştırılınca, elli kadar askeriyle kaleden çıkarak, düşmanlarını yarıp kaçmayı başarmış, fakat takipçiler onları Salado ırmağı kıyısında kıstırarak hunharca şehid etmişlerdir. Oruç Reis Salado'yu yüzerek geçip karşı kıyıya geçtiği ve kurtulduğu halde, geride kalarak İspanyollarla vuruşmaya başlayan arkadaşlarının: "Baba Oruç! Bizi düşman elinde koma!" diye bağırmalarına ve feryatlarına dayanamadığı için geri dönmüş ve orada kahramanca çarpışmak suretiyle can vermiştir.  Ölürken, kardeşi Hızır Reis'in intikamını almasını vasiyet ettiği ve ilerde Barbaros Hayreddin adıyla anılacak olan Hızır Reis'in de bu vasiyeti yerine getirip bütün Akdeniz'i bir Türk gölü haline getirdiği bilinmektedir.


MOLLA KÂBIZ (1527)


Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamıştır.

Nerede doğduğu belli olmamakla beraber bazı kaynaklarda iran'dan İstanbul'a geldiği ve burada yetişerek ilmiye sınıfına girdiği yazılıdır. Hem İslâmî ilimlerde hem de Hıristiyan teolojisinde geniş bilgi sahibi olan Molla Kabız, Hazreti İsa'nın Hazreti Muhammed aleyhisselâm'dan daha üstün ve faziletli olduğunu iddia ederek bütün İstanbul'da büyük bir çalkantıya sebep olmuş, gittiği her yerde davasını isbat için ilmî ve aklî deliller ileri sürerek kafaları karıştırdığı anlaşılınca yakalanıp sorguya çekilmiş; padişahın da takip ettiği bu ilk sorgulama sırasında Kazaskerler karşısında üstün konuma geçip, sultanın sinirlenmesine sebep olmuştur. Kanuni, peygamberinin savunulmasında yetersiz kalan kazaskerlerine çıkışarak, Molla Kabız'ın Şeyhülislâm Ibni Kemal karşısına çıkartılmasını emretmiştir.

Tutuklu bulunduğu yerden çıkartılarak yeniden saraya getirilen Molla, karşısında Şeyhülislâm'ı görünce büyük bir şaşkınlık geçirmiş, fakat daha önce ileri sürdüğü delillerle davasının haklılığını isbata çalışmıştır. Kendisini dikkatle dinleyen İbn-i Kemal, iddiaların her birini hem İslâm hem de Hıristiyan kaynaklarına dayanarak birer birer çürütmüş ve neticede Molla Kabız, boynunu eğip, cevap veremez hale gelmiştir. Bunun üzerine kendisine, tevbe edip, zındıkça düşüncelerinden vazgeçmesi teklif edilmişse de sözünün ve fikirlerinin arkasında duracağını açıklayarak yaptıklarından pişman olmadığını söylemiştir.

Onun batıl davasına olan inanç ve kararlılığı herkesi şaşırtmışsa da idamına hüküm verilmiştir. Boynu vurulmak üzere cellada teslim edilen Molla Kabız'ın ektiği şer tohumları bir süre daha İstanbul'u meşgul etmiştir. Nitekim Şeyhülislam İbn-i Kemal bu olaydan sonra Resûlullah'ın bütün peygamberlerden üstün olduğuna dair bir kaç risale yazmıştır.

Tarihte Molla Kabız ve onun gibi düşünenlere " Hub Mesîhî" denilmektedir.


PÎRÎ MEHMED PAŞA (1532)


Yavuz Sultan Selim'in son vezir-i  azamıdır. Kanuni'nin ilk yıllarında da görevini sürdürmüş, beş seneden fazla süren bu vazifesinden 1523 yılında azledilince Silivri'deki çiftliğine çekilmiştir. Aslen Konyalı, Amasyalı veya Aksaraylı olduğu söylenen büyük vezir iyi bir eğitim ve terbiyeden sonra hızla yükselerek önemli başarılara imza atmıştır. Çaldıran, Belgrad ve Rodos zaferlerindeki payı yanında Osmanlı denizciliğinin gelişmesi için de hayırlı çalışmalar yapmıştır.

Kendinden sonra yerine geçip sadrazam olan Makbul İbrahim Paşa, onun yeniden göreve döndürülmesi endişesini duymaya başlayınca bir plan yapmış ve Piri Mehmet Paşa'nın Edirne kadısı olan öz oğlu Mevlâna Mehmed Reşid Efendi'yi, yüksek mevki ve mansıp vereceği vaadi ile kandırıp babasını zehirlemesini istemiştir. Mehmet Raşid kapıldığı hırs sebebiyle bu cinayeti işlemekten çekinmemiştir. Bir gün, 66-67 yaşlarında olan babasına gelerek, şehre teşrif edecek olan padişaha dinç görünmesi gerektiğini söyleyip ona zehirli bir macun yedirmiştir. Zehirlendiğini anlayan eski vezir oğluna "Beni yaktın, Hak teala da seni yaksın!" diye beddua ederek ölmüş ve Silivri'deki kabrine defnedilmiştir.

Babasının ölümünden sonra arzu ettiği mevki ve mansıbın kendisine verilmediğini gören Mehmed Raşid Efendi büyük bir üzüntü içine düşüp esrar ve içki müptelası olmuş, bir kış günü yanan mangalın kenarında sızıp kalmışken eteğinin tutuşmasıyla uyanmış, ateşi söndürmek için su zannıyla rakı testisini dökünce alevler daha da artmış ve yanarak feci şekilde can vermiştir. Bu ibretâmiz ölüm, baba bedduasının tutacağını ve dünyanın gerçekten bir "etme bulma dünyası" olduğunu göstermesi bakımından hatıralardan silinmemiştir.



PÎRÎREİS (1543)


Konyalı bir ailenin çocuğu olarak 1465 yılında Gelibolu'da doğan Pîrî Reis, ünlü Türk denizcilerinden Kemal Reis'in yeğenidir. Amcasının yanında denizci olarak yetişmiş, Barbaros Hayreddin Paşa ile birlikte çalışmış, bir çok deniz cenginde büyük basanlar kazanmıştır. Aynı zamanda coğrafya ilmi ile de ilgilenerek sırları hala çözülememiş olan ve tarihî değeri çok yüksek bulunan haritalar çizmiştir. Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden önce bu kıtanın da haritasını çizdiği bilinen Pîrî Reis büyük eseri "Kitab-ı Bahriye"yi Kanuni Sultan Süleyman'a takdim ederek dönemin en ünlü kişileri arasına girmiştir.  Daha sonra Mısır donanmalarının reisliğine getirilmiş, Hind Denizi ve Umman kıyılarını fethetmiş, fakat daha sonra, Portekiz korsanlarınca Basra civarında sıkıştırılınca donanmayı orada bırakıp Mısır'a döndüğü gerekçesiyle ve hakkında uydurulan başka iftiralar yüzünden, 1543 yılında, seksen yaşına ulaştığı bir sırada, Kanuni'nin fermanıyla idam edilmiştir.



ŞEHZADE MUSTAFA (1553)


Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük oğludur. Üvey annesi Hürrem Sultan'ın entrikaları sonucu taht için isyan edeceği varsayımıyla, Konya Ereğlisi'ndeki Aktepe Menzili'nde; babasının elini öpmek üzere girdiği çadırda, dilsiz cellatlara boğdurularak şehid edilmiştir. Öldürüleceğini anlayınca babasını imdada çağırdığı, fakat yan taraftaki çadırda bulunan Kanuni'nin, nizâmı âlem uğruna, gözyaşı dökerek, sessiz kaldığı rivayet edilmiştir.



ŞEHZADE BAYEZİD (1554)


Kanuni Sultan Süleyman'ın oğludur. Babasından sonra sultan olmak isteyen II. Selim ve yakınlarının entrikalarıyla, isyan etmiş gibi gösterilmiş; üzerine gönderilen ordu sebebiyle mağlup olup, dört oğluyla beraber İran Şah'ı Tahmasb'a sığınmış, fakat bir süre sonra Kanuni ile anlaşan Tahmasb, Şehzade Bayezid'i ve oğullarını teslim etmekte bir mahzur görmemiştir. Hemen yay kirişleriyle boğulan Şehzade Bayezid ve oğullarının cenazeleri  Sivas'a getirilerek defnedilmiştir.


PİR SULTAN ABDAL  (1560)


16.yüzyılda yaşamış büyük halk şairidir. Efsane haline dönüşmüş hayat hikâyesinden anlaşıldığı kadarıyla o, Sivas'ın Yıldızeli Kazasına bağlı Banaz Köyü'nde doğup büyümüş ve nüfuzlu bir alevî dedesi olarak hayatını sürdürmüştür. Söylediği âşık-tekke tarzı şiirleriyle de edebiyat tarihine geçmiş olan Pir Sultan Abdal, dönemin İran hükümdarı Şah Tahmasb'a bağlılık gösterdiği ve bulunduğu yörede Osmanlılar aleyhine bir isyan başlattığı anlaşılınca takibe alınmış ve nihayet isyanı bastıran Hızır Paşa tarafından yakalanarak Sivas'da idam edilmiştir.

Hayatı boyunca alevilik davasını sürdüren ve Osmanlı devleti yerine İran şahlarını tercih ederek onlara övgüler düzen Pir Sultan Abdal, şiirlerinden açıkça belli olduğu gibi ideolojik saplantılara düşmüş; bir alevi dedesi olmaktan öte, siyasî kimliği ile tanınmış ve şiirlerini de tamamen bu kavgaya tahsis etmiştir. Gerçekten bütün yazdıklarında Şah'a olan sevgisi, Osmanlı ve sünnî düşmanlığı ve bir çok batinî görüş ve açıklamalar vardır.

İdam edildikten sonra daha da meşhur olan ve hayatı efsaneleştirilen Pir Sultan Abdal, Alevi-Bektaşîler arasında en büyük yedi şairden biri olarak kabul edilir. Bu yedi şair arasında Nesîmî, Fuzûli, Hatâyı (Şah ismail), Kul Himmet, Yemînî ve Virânî vardır.



TURGUT REİS (1565)


Ünlü Türk denizcilerinden Turgut Reis, 1485 yılında Menteş'te fakir bir ailenin oğlu olarak doğup büyümüş, genç yaşta denizciliğe merak salıp bir korsan gemisine levent yazılmış, bundan sonraki hayatı tamamen denizlerde geçmiştir. Önceleri bağımsız olarak hareket ederken, sonra Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrine girerek onun yakınlarından biri olmuştur. Preveze'de Osmanlı donanmasının kazandığı zaferde büyük bir pay da Turgut Reis'e aittir. Bir ara Ceneviz korsanlarına esir düşmüşse de Barbaros Hayreddin Paşa tarafından kurtarılmıştır.


80 yaşına geldiği sıralarda Malta Savaşı'na iştirak eden ünlü denizci, hayli ilerlemiş yaşına rağmen kahramanca çarpışırken, düşman tarafından atılan büyük bir taşla vurularak şehid düşmüştür. Cenazesi Trablusgarb'a götürülerek buradaki kabrine defnedilmiştir.


SOKULLU MEHMED PAŞA (1579)


Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murad dönemlerinde sadrazamlık yapmış olan büyük devlet adamlarından biridir. İyice yaşlandığı bir çağda, iktidar hırsıyla gözü dönmüş hasımları tarafından kiralanan meczup bir Boşnak tarafından hançerlenerek öldürülmüştür. Sokullu'nun her fırsatta sadaka vererek sevindirdiği meczup Boşnak'tan hiç şüphelenmediği ve onun, yanına kadar sokulmasına müsade ettiği bilinmektedir. 30 Eylül 1579 da cereyan eden bu olay sırasında sadrazamı öldüren meczup'ta hemen katledilmiştir.


ŞEHZADE MAHMUD (1603)


Sultan III. Mehmed'in büyük oğludur. Daha çok annesi Safiye Sultan'ın kışkırtmasıyla, Sultan III.Mehmet, oğlunun tahta göz diktiğini varsayarak, onu bir sabah namazı vakti, yatağında, gecelik entarisi ile, yalın ayak, başı açık olarak boğdurtmuştur. Cenazesi Şehzade Camii avlusuna defnedilmiştir.


ŞEHZADE MEHMED (1621)


Sultan I. Ahmed'in oğlu, Genç Osman'ın da kardeşidir. Büyük şehzade Genç Osman padişah olunca, son derece zeki ve kabiliyetli bir genç olan Şehzade Mehmet'in öldürülmesini emretmiş; cellatlarıyla amansız ve umutsuz bir mücadeleye girişen talihsiz şehzade son nefeslerini vermeden önce ağabeyine beddua ederek:

"Bre Osman! Allah'tan dilerim ki ömrü devletin berbad olup, beni ömrümden nice mahrum eyledinse sen dahi behremend olmayasın!" demiştir. Şehzade Mehmet'in bedduası tutmuş olacak ki Genç Osman da kısa bir süre sonra bir takım kanlı katillerin urganından kurtulamayıp feci şekilde can vermiştir.


GENÇ OSMAN (1622)


Osmanlı padişahları içinde katledilerek öldürülen ilk padişahtır. Çocuk yaşta iken tahta çıkmış, 18 yaşında iken yeniçerilerin çıkardığı bir isyan sonucu, ağır hakaretlere maruz tutulduktan sonra Yedikule Zindanı'nda hunharca boğulmuştur. Tarihî kayıtlara göre güçlü kuvvetli bir delikanlı olan Genç Osman, zindan hücresine girmeye çalışan katilleri ile epeyce mücadele etmiş, silahsız olduğu için karşısındaki on bir caniye fazla mukavemet edememiş, içlerinden birinin balta ile sağ omuzuna vurması ve bir diğerinin de hayalarını sıkması sonucu yere yığılmış, nihayet boynuna geçirilen iple boğularak şehid edilmiştir. Cenazesi gece vakti zindandan çıkartılıp Topkapı Sarayı'na getirilmiştir. Bazı kaynaklarda, öldürüldüğünün hasımları tarafından anlaşılması için kulaklarının ve burnunun da kesildiği ve bu azaların hasımlarına gösterildiği yazılıdır.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak