5 Nisan 2023 Çarşamba

ŞEYTANDAN KORUNMA YOLLARI


Ekseriyet itibariyle hidayet ve hayırlı işler, olumlu ve yapıcı; buna karşılık dalâlet ve şer olumsuz ve yıkıcıdır. Tahrip çok kolay, buna karşılık tamir çok zordur. Şeytan, dalâlet ve şer cephesinde bulunduğundan yıkıcı ve bozguncudur.


Onun ve yardakçılarının bu tahriplerine karşı alınabilecek tedbirlerin en önemlileri şunlardır:



Kur’an-ı Kerim Okuma


Kelamcılara göre Kur’an: Allah kelamı olup kadîmdir. Bu yüzden sonradan meydana gelen şeylerden ayırmak gereklidir. O, kelâm-ı nefsîdir. Fatiha’dan Nâs sûresinin sonuna kadar, hükmî kelimelere bağlı kadîm sıfattır. Yani bu kelimeler zihnî ve ruhî harfler ve seslerle tasvir edilen hakiki lafızlar değildir.


Usulcüler ve dilciler ise Kur’an’ı şöyle tarif ederler: “Allah Teâlâ tarafından, Hz. Muhammed (s.a.s)’e Arapça olarak, ceste ceste ve veciz bir üslûpla indirilen, sayfalarda yazılan, bize tevatüren naklolunan ve tilavetiyle ibadet olunan yüce kitabın adıdır.”


Allah Teâlâ, kendi kelamını bize anlatırken: “Ey insanlar, size Rabb’inizden bir öğüt, göğüslerde olan (sıkıntılar)a bir şifa, inananlara bir yol gösterici ve bir rahmet gelmiştir,” buyurur. Bu ayete göre Kur’an: İnsanları kötülük ve günahlara karşı uyaran, ikaz eden bir öğüt; insanın ruhî-bedenî her türlü rahatsızlıklarını giderici bir şifa; insanların dünyada değişik saplantılara girmeden, istikamet üzere yaşamalarını temin eden bir kılavuz ve rehber; içindekileri okumak, anlamak, yaşamak ve başkalarının da yaşamasına vasıta olmak sûretiyle Cenab-ı Hakk’ın affını, yarlığayıcılığını ve müsahamasını celbeden bir rahmettir.


“Biz Kur’an’dan öyle ayetler indirip duruyoruz ki mü’minler için şifa ve rahmettir,” ayetinde de aynı mana vardır. Bu ayette dünya, türlü türlü hastalıklar ve belalarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir tabibe, Kur’an da hastalıklara şifa veren bir kimseye benzetilmiştir. Şüphe, nifak, küfür, zulüm, düşmanlık, hırs, yeis, atalet, cehalet, taklit, taassub, kötü niyet gibi ahlakî, sosyal ve psişik hastalıklara karşı Kur’an’ın aynı şifa ve rahmet olduğu şüphesizdir. Bundan başka tıbbın aciz kaldığı nice cismanî hastalıklara karşı da Kur’an’ın şifayab olduğu bilinmektedir. Fakat bütün bunlar, mü’minler içindir. Kur’an, zalimlerin sadece hüsranını artırır.


Abdullah b. Mes’ud: “Bu Kur’an, Allah’ın bir ziyafetidir. Gücünüz yettiğince bu ziyafetten istifade etmeye bakın. Bu Kur’an, Allah’ın yapışılacak ipi, bir nur, faydalı (dertlere derman) bir şifadır. Kendisine tutunanı korur, tâbi olanı kurtuluşa erdirir ve saptırmaz, hoşnut bırakır. Ayağı kaydırmaz, aksine sağlamlaştırır. Orijinallikleri tükenmez. Kendisine çok müracaat edilmesinden dolayı eskimez. Onu okuyun, zira onun tilaveti size sevap kazandırır, diyerek bizleri ona teşvik etmekte ve onun bir şifa kaynağı olduğunu vurgulamaktadır.


Ebu Hüreyre de şöyle der: “Kur’an okunan ev, ehline genişler. Melekler orada hazır bulunur, şeytanlar orayı terk eder, o evin hayrı artar. Kur’an okunmayan ev ise, ehline dar gelmeye başlar. Melekler orayı terk eder, şeytanlar doldurur ve hayrı da azalır.”

 


Kur’an’ın, okunduğu eve bu kadar yararı dokunuyorsa, Onu yaşayan, başkalarının da yaşaması için çalışan insanlara nasıl faydalı olduğu her türlü izahtan azadedir.


Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber: “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Şüphesiz ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar,” buyurmuştur.


Numan b. Beşir (r.a)’in rivayetinde de Allah Rasûlü: “Bir evde üç gün Amene’r-rasûlü okunmazsa o eve şeytan yaklaşır,” demiştir.


Allah Rasûlü’nün arkadaşlarından bazıları, bir yolculuğa çıkmışlar, reisleri yılan tarafından sokulmuş bir kavme rastlamışlardı. Ashab’dan birisi ona Fatiha sûresini okumuş üflemiş, o zat da eski sağlığına tekrar kavuşmuştu.


Şeytan, insana değişik yollar kullanarak yaklaşır Onu farklı farklı stratejilerle baştan çıkarmak ister. Sinesine vesvese verir. Hayır yapmasına engel olur. Nerede şer ve hayırsız işler varsa, onları gönlüne güzel gösterir. Değişik baskılar yaparak ruhî ve kalbî rahatsızlıklara iter, bunalımlara sürükler, karanlık düşüncelere salar. Ebedîyet için yaratılan insan, şeytanın peşi sıra giderken aradığı mutluluğu ve huzuru bulamaz. Arzularının çoğuna yetişemediğinden, psikolojik sıkıntılara maruz kalır. İşte tam bu anda Kur’an onun imdadına koşar. Ondaki ebed arzusuna cevap verir. Burada ulaşamadığı arzularına, öte tarafta kavuşabileceğini fısıldar. İçini huzur ve itminanla doldurur. Hem dünya, hem de ukba mutluluğuna erdirir. Şeytanın devamlı olarak aldatma yörüngeli va’dlerine karşılık Kur’an, ona iki cihan saadetini va’deder. İnsanın maddî, manevî hastalıklarına Allah’ın izniyle şifa olur.




İbadet Etme


Şeytandan korunma adına yapılacak önemli işlerden birisi de ibadettir. “Niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a kurbet ifade eden hususi taate denir. İnsanın ruhuyla cesediyle, zâhir-bâtın bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah’a yaptığı şuurlu taatidir.” “Cenab-ı Hakk’a boyun eğme ve inkıyadın ifadesidir.” Cenab-ı Hakk’la insanın arasındaki irtibat ve bağın göstergesidir. İnsanın yaratılış gayesi Allah’a kullukta bulunmaktır. “Ben cini ve insanı (başka bir şey için değil) bana ibadet etsinler diye yarattım,” ayeti gayet açık olarak bunu anlatır.


Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste, Allah Rasûlü, Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu haber vermektedir: “Kim beni tanıyan ve ihlas ile bana ibadet eden bir kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulum, kendisine yapmasını farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. O kulum, nafilelere devam etmek sûretiyle de bana yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki, ben artık onu severim. Sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse, istediğini veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. Ben yapmayı dilediğim hiçbir şey hususunda mü’minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat kulum ölümden hoşlanmıyordu. Ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum. ”


Allah, kendine ibadet edenlere “kulllarım” diyerek sahip çıkmaktadır. Farzları tastamam yerine getirmenin yanında nafilelerle de ciddi meşgul olma, beraberinde Allah’ın sevgisini getirecektir. Cenab-ı Hakk tarafından sevilen bir insanın, şeytanın yalan va’dlerine kanması, onun vartalarına düşmesi ihtimali ise yok gibidir. Zira artık onu Allah tutuyor, her türlü fenalıktan koruyor demektir. Öyle ki, artık o kişi hep doğruyu görür, doğruyu tutar, hak ve istikamet üzere hayat çizgisini devam ettirir. Daha doğrusu Allah, onu her türlü fenalıktan muhafaza eder. Bu insan, Allah’ın halis bir kuludur ki şeytan böyle insanlara tesir edemez. O, bunu ağzından kaçırmış: “Rabb’’im, beni azdırmandan ötürü, andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinden ihlasa erdirilenler müstesna,” demiştir. Cenab-ı Hakk da: “İşte benim korumayı üzerime aldığım yol budur. Benim halis kullarıma karşı senin hiçbir gücün yoktur. Sen, sadece sana uyan azgınları saptırabilirsin” buyurmuştur.


Böyle bir seviyeyi yakalamanın kolay olmadığı bellidir. Yoğun çalışmalara, büyük fedakarlıklara, bıkıp usanmadan sarf edilen gayretlere bağlıdır. Bununla beraber bu konuda birkaç adım atma da, işi belli ölçüde kolaylaştıracaktır. Zira kulun böyle bir adım atması, Allah’ın yardımına davetiye çıkaracaktır. Bunu bir hadis-i kudsîde Allah Teâlâ: “...Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim,” buyurur. Allah (c.c), mecaz ifadelerle kulun birazcık gayret etmesine karşılık, kendisinin ona fazlaca yardım edeceğini, hedefine ulaşmasında işlerini kolaylaştıracağını haber vermektedir. Bu, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu bir kanundur. Dünyevî-uhrevî her meselede insan, kendini ispat edebildiği ve iradesinin hakkını verebildiği ölçüde Allah’ın yardımına mazhar olacaktır. Böylelikle insan, şeytanın bin bir türlü iğvalarına karşı kendini karantinaya almış, Allah’ın koruması altına girmiş olmaktadır.




Allah’a Sığınma


Şeytandan korunma deyince ilk akla gelen, ondan Allah’a sığınmadır. Çünkü Kur’an’da iki yerde, bizzat Hz. Peygamber’e hitap edilerek: “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse derhal Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, her şeyi en iyi bilendir” buyurulmuştur. Şeytanın dürtülerine ve her türlü aldatmacalarına karşı Allah’a ilticanın önemi sadece bu ayetlerle vurgulanmakla kalmamış: “Ve de ki Rabb’’im, şeytanların dürtmelerinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabb’’im,” denilerek meseleye bir kez daha dikkatler çekilmiştir.


İstiâze, lügat manası itibariyle: Bir şeyden bir kimseye sığınmak, onun korumasına girmek demektir. Istılahî manası da: Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm diyerek Allah’ın huzurundan kovulan şeytanın şerrinden, Allah’ın koruması altına girmek, O’na sığınmak demektir. İstiâze, eûzü’yü bizzat söyleyerek Allah’ın korumasını isteme şeklinde tefsir edilmiştir.


Kur’an’da, değişik yerlerde, farklı üslûplarla, Allah’a sığınıp, O’nun himayesi altına girmek ifade edilmektedir. Musa (a.s), Firavn’un azgınlığı karşısında: “Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabb’’im, sizin de Rabb’’iniz (olan Allah)a sığındım,” demiştir. Kibir, şeytanın kullandığı silahların en etkililerindendir. Bu yüzden kibirden ve kibirli insanların şerrinden Allah’ın koruması altına girilmelidir: “Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışanlar (yok mu), onların göğüslerinde, hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kibirden başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, görendir,” ayeti bu korunmayı ifade eder.


Cehalet de, şeytanın tuzaklarına düşmeyi kolaylaştırıcı bir unsur olduğundan, ona karşı da istiâze edilmiştir: “Musa, kavmine: “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor,” demişti. “Bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım,” dedi.”


Hz. Nuh, oğlunun boğulmaması için Allah’a yalvarmıştı. Allah (c.c): “Ey Nuh, o senin ehlinden değil, onun yaptığı yaramaz bir iştir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme, sana cahillerden olmamanı öğütlerim” deyince, Hz. Nuh: “Rabb’’im, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım, eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyana uğrayanlardan olurum” diyerek cehaletten Allah’a sığınmıştır.


Yusuf (a.s), kadın kendisine musallat olunca, yanlışlık yapmaktan korkmuş, Allah’ın korumasını talep etmişti. Kardeşi Bünyamin’i yanında tutabilmek için de, diğer kardeşlerine karşı bir çareye başvurmuş, zalimlerden olma endişesiyle istiâzede bulunmuştu.


Yukarıdaki ayetlerde kibir, cehalet ve zulümden Allah’a sığınılmış, bunların şeytanın önemli vartaları olduğuna dikkat çekilerek bunlara karşı Cenab-ı Hakk’ın koruması altına girilmesinin ehemmiyetine işarette bulunulmuştur.


İmran’ın karısı, doğum yapıp bir kız dünyaya getirince, ona Meryem adını koymuş, onu ve zürriyetini, racîm şeytanın şerrinden koruması için Allah’a ısmarlamıştı.


Hz. Meryem de, Cebrail (a.s)’ı endamlı bir insan şeklinde görünce: “Ben, senden pek merhametli Allah’a sığınırım. Eğer müttaki isen (bana dokunma)” demişti.


Hz. Peygamber (s.a.s)’e ise, biraz önce geçtiği üzere, bizzat kendisi muhatap alınarak, şeytandan Allah’a sığınması emredilmiştir. Hatta, bunların da ötesinde iki sûre indirilerek fikir birikimi yapılmıştır.


Felak ve Nâs sûrelerine “muavvizeteyn,” ihlas sûresiyle beraber “muavvizât” denilir ki “sığındırıcı sûreler” demektir. Allah Rasûlü, bir rahatsızlık duyduğunda ve her gece yatağına yatması esnasında bu üç sûreyi okuyup, ellerine üfleyerek başını ve yüzünden başlayarak aşağıya doğru ellerinin yetiştiği her yerini sıvazlar ve bunu üç defa tekrarlardı.


Felak sûresinde, şerlerden bütünüyle Allah’a sığınılmış, sonra da önemine binaen bunların en aşırıları nazara verilmiş; karanlığı çöktüğü zaman gecenin; düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadının; hased ettiğinde hasedcinin şerrinden ayrı ayrı Allah’a sığınılarak O’nun himayesine girilmesi salıklanmıştır.


Nâs sûresinde ise, Allah (c.c), Rab, Melik ve İlah isimleriyle zikredildikten sonra, gerek insanlardan, gerek cinlerden olsun, insanların sinelerine kötü şeyler fısıldayan, sinsi vesvesecilerin bütününün şerrinden Allah’a sığınılmıştır.


İstiâzede bulunulması tavsiye edilenlerin başında, şerlerin en aşırısı şeytan gelmektedir. O, hiç olmadık zaman ve mekanda bile insanların göğüslerini zararlı düşüncelerle doldurmanın planlarını yapar. Kur’an okurken akla türlü türlü şeyler getirir. O esnada bile, Kur’an dışı şeylerle meşgul eder. Ayetler üzerinde düşünüp, manasında derinleşmekten insanı alı kor. Kur’an’ın ayetleri, sûreleri hakkında şüpheler sokuşturur. Daha başka bir çok yollar kullanarak, insanı Kur’an’ın atmosferinden uzaklaştırmaya çalışır. Allah Teâlâ, Kur’an okumaya başlamadan önce ondan kendisine sığınılmasını: “Kur’an okuyacağın zaman, racîm şeytandan Allah’a sığın,” buyurarak salıklamış, şeytanın, Kur’an okuma esnasında da, kalbe olumsuz dürtülerde bulunabileceğini ihtar etmiştir.


İstiâze ile emir, manası ile emirdir. Kur’an okumaktan istifade edebilmek için, öncelikle, şeytandan Allah’a sığınmak lazımdır. Bu ise esasen kalbin fiilidir. Onun için cumhur “eûzü” demeye vacip değil, müstehab demişlerdir.


Şeytandan Allah’a sığınma, aynı zamanda Allah’a karşı bir tevekkülün de ifadesidir. İnsanın bu en büyük düşmanına karşı, Allah’ın korumasını istemesi, o kişinin Cenab-ı Hakk’a olan itimadını gösterir. İstiâze eden birisi bilmekte ve inanmaktadır ki Allah’ın her şeye gücü yeter. İsterse kendisini şeytandan korur, onun bütün tesirlerini kırar. Bu mana: “Hakikat bu ki, iman edip de Rabb’lerine tevekkül edenlere onun (şeytanın herhangi) bir sultası yoktur,” ayetinde barizdir.


Cenab-ı Hakk’ın, şeytandan kendisine sığınılması hususunu ifade ederken, bizzat Hz. Peygamber’e hitap etmesi dikkat çekicidir. Şeytanı kendisine teslim olmuş birisinin, Kur’an okurken başka düşüncelere kayması mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın böyle bir üslûbu tercih etmesinde, işin ehemmiyetini daha tesirlice anlatmak hikmeti olduğunu düşünmekteyiz. Bu konuda Hz. Peygamber’in bile ikaz edilmesi, diğer insanların takınmaları gereken tutumu ifade etmesi bakımından önemlidir.


İstiâze, şeytanın insanı alt etmekte kullandığı vasıtalar için de söz konusudur. İnsana ait bazı zaaf noktalarını değerlendiren şeytan, bu yolla insanı vurmak ister. Mesela, öfke insana ait bir özelliktir ki o, bu duyguyu negatif manada işlettirerek insana zarar vermek ister. Süleyman b. Surad şöyle bir hadise nakleder: Hz. Peygamber’in yanında bulunan iki kişi, birbirlerine sövdüler. Biz de orada oturuyorduk. Onlardan biri, diğerine aşırı öfkeli bir sûrette sövüp sayıyordu. Öyle ki öfkesinden kıpkırmızı kesilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben öyle bir kelime biliyorum ki onu birisi söylese öfkesi muhakkak gider, eğer Eûzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm dese,” buyurdu. Oradakiler o öfkeli adama: Sen, Peygamber’in dediğini duymadın mı? dediler. O adam: “Ben deli değilim,” dedi.


Allah’tan başkasında meydana gelen öfke, şeytanın fitlemesi neticesi ortaya çıkar. Bu yüzden, öfkeli bir kişinin eûzü çekerek Allah’a sığınması lazımdır. Zira istiâze, öfkenin geçmesine sebep olur. Üstteki hadiste öfkelenen zat, Allah Rasûlü’nün sözünü tutmamış, deli olmadığını söylemişti. Bu sözü, onun dini tam bilmediğini, İslam’ın nuruyla büsbütün aydınlanamadığını gösterir. O, öfkenin, şeytanın bir dürtüsü olduğunu bilememiş, istiâzenin öfkesini yatıştıracağını düşünememiştir. Gerçekten de insan, öfkeli haliyle çoğu zaman dengeli davranamaz, fikir ve davranış çarpıklığından kurtulamaz.


Kur’an’ın, istiâzenin üzerinde önemle durduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) de istiâze üzerinde durmuş, onu tavsiye etmiştir. Hatta bizzat kendisi, şeytandan Allah’a sığınmış, O’nun himayesine iltica etmiştir. Böylelikle hem kendine verilen emri yerine getirmiş, hem de ümmetine örnek olmuştur.


Allah Rasûlü’nün hayatında, dua ve istiâze çok önemli bir şey işgal etmektedir. Hayatının hemen her safhasında Cenab-ı Hakk’a, ya bir duası veya bir istiâzesi vardır. Biz burada O’nun, Allah’a sığınma adına yaptığı tavsiyelerinden ve bizzat kendi istiâzelerinden birkaç misal vermek istiyoruz:


a. Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.s): “Sizden birinize şeytan gelir ve şunu kim yarattı, şunu kim yarattı der (durur), hatta (en sonunda) Rabb’ini kim yarattı der. Bu hal kime gelir ulaşırsa hemen Allah’a sığınsın ve o hali terketsin,” buyurmuştur.


b. Abdullah b. Mes’ud (r.a)’dan: Rasûlüllah (s.a.s): “İnsanoğlu için hem şeytanın ve hem de meleğin telkini vardır. Şeytanın telkini şerri va’detmesi ve hakkı yalanlaması, meleğin telkini ise iyiliği va’dedip hakkı tasdik etmesidir. Kim vicdanında bunu (meleğin telkinini) duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır. (bundan ötürü) Allah’a hamdetsin. Kim de diğerini hissederse, hemen o kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın,” dedi, sonra da şu ayeti okudu: “Şeytan size fakirliği va’deder, fuhşiyatı emreder.”


c. Ebu Bekir (r.a): “Ya Rasûlallah, bana sabah-akşam okuyacağım bir şey (dua) emir buyur” dedi. Allah Rasûlü de: “Şöyle de: Ey görüneni de, görünmeyeni de bilen, gökleri ve yeri yoktan yaratan, her şeyin terbiyecisi ve sahibi. Şehadet ederim ki senden başka tanrı yoktur, nefsimin ve şeytanın şerrinden ve onun beni şirke düşürmesinden sana sığınırım,” dedi ve: “Bunu sabahladığında, akşama vardığında ve yatağına uzandığında oku,” buyurdu. 


d. Hz. Peygamber (s.a.s), ölüm anında şeytanın aldatmasından da Allah’a sığınmıştır. Ebu’l-Yesâr’ın rivayet ettiği bir hadiste O (s.a.s), yüksekten düşmekten, yıkık altında kalmaktan, suda boğulmaktan ve yanmaktan Allah’a sığındığı aynı yerde: “Ölüm anında şeytanın çarpmasından sana sığınırım” diye dua ederdi.


e. Efendimiz (s.a.s) mescide girerken: “Racîm şeytandan, Azim Allah’a, O’nun pek yüce zatına, O’nun ezelî saltanatına sığınırım,”derdi. Aynı  hadisin devamında: “Birisi bu duayı mescide girerken okursa, şeytan: “Günün sair vakitlerinde benden korunmuş oldu,” der,” buyurulmaktadır.


Allah Rasûlü’nün mescide girerken de şeytandan istiâzesi gayet manidardır.


f.Abdullah b. Abbas’dan: Allah Rasûlü (s.a.s): “Sizden biriniz, hanımına yaklaşacağı zaman: “Allah’ım, şeytanı benden de, bana rızık olarak lütfedeceğinden de (çocuktan) uzaklaştır,” der de bir çocukları olursa, şeytan ona zarar veremez. Şeytan o çocuğa musallat edilmez,” dedi.



Takva Sahibi Olma


Takva, vikaye kökünden gelir. Lügat manası olarak; bir şeyi, kendisini rahatsız eden ve zarar veren şeylerden korumak, siyaneti altına almak, himaye etmek demektir. Takva, insanın korktuğu şeylerden sakınmasıdır. Bundan ötürü takva ve korku (havf), manaca birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Şer’î ıstılahta ise; kişinin kendisini günaha sokacak şeylerden koruyup muhafaza etmesi, hatta mahzurlu şeyleri bırakmanın ötesinde, mubah şeyleri bile terk etmesi gibi manaları içermektedir.


“Hakk’ın en çok beğendiği iş takva, en temiz, en nezih kulları da müttakilerdir. Takva adına müttakilere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan Bedîu’l-Beyan’dır. Bu ulu kullar burada Kur’an’la beslenir, ötede de rü’yet-i rıdvanla. Buradaki zevk, oradaki ruhanî haz, takvadaki derinliğe bir ikinci mevhibe olması itibariyle Cenab-ı Hakk: “Allah’a karşı olabildiğince takva dairesinde olun!” buyurarak bu manadaki takvanın önemini hatırlatır. Bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma manalarına gelen takva sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki takvayı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur.”


Havf, başa gelmesi istenmeyen bir zarardan ötürü duyulan endişe ise; takva, duyulan bu endişenin başa gelme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak veya onu asgariye çekmek adına gerekli tedbirleri almaktır.


Gerçek takvaya ulaşabilmek için, Allah’a iman etme ve bu imanı inkişaf ettirme önemli hususlardandır. İman; Allah’ın varlığını ve birliğini kalben tasdik etmek ve bunu dille söylemektir. İmanın inkişafı ise, farzları bütünüyle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma ile mümkündür. “Onlar ki iman ettiler, sonra da salih ameller işlemeye koyuldular,” ve: “Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar,” ayetleri, takvanın vazgeçilmez kaidelerini anlatırlar.


Bunların dışında bir de, sağâir denilen küçük günahlar vardır ki bunlara karşı da ciddi tavır almak gereklidir. Bütünüyle takvayı elde edebilmek ise, mubahlardan bile kaçınmakla ancak mümkün olabilecektir. Hz. Peygamber: “Kul, şüpheli şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncalı olmayan şeyleri terk etmedikçe, gerçek takvaya ulaşamaz,” buyurarak bunlara karşı da titiz olmayı hatırlatmıştır.


Başka bir hadiste de şöyle buyuruluyor: “Helal bellidir, haram da bellidir. Bunların arasında şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu bunları bilmez. Şüpheli şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa, koruluk etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi ki (davarların o koruya) girme ihtimali vardır. Haberiniz olsun ki her melikin bir korusu vardır. Allah’ın korusu da haramlarıdır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır. O sıhhatli olunca bütün beden de sıhhatli olur, o bozulursa bütün beden de sıhhatini kaybeder, işte o kalbdir.”


Takvalı olabilmek için, kaçınılması gereken günahlar, düşülebilecek vartalar hakkında bilgiye ihtiyaç olduğu gibi, Cenab-ı Hakk hakkında da az çok malumata ihtiyaç vardır. Bu bilgi, Allah’a karşı bir saygı hissi meydana getirecektir. Bu, takvanın bir buudu olan haşyettir. “Kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak alimler korkar,” ayeti, ilim olmadan gerçek takvanın da olamayacağına işaret eder.


Allah marifeti, helal-haram bilgisi ve elden geldiğince yasaklardan kaçınma, hakiki takvanın üç mertebesidir. Esasen bunlar arasında birbirini gerekli kılma diye ifade edebileceğimiz telâzum vardır. Allah’ı bilen, O’nun emir ve nehylerini de öğrenecek, öğrendiği şeyleri titizlikle hayatına uygulamaya gayret edecek, onun bu gayretleri de takvayı netice verecektir.


Hasılı “Sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvada en ileri olanınızdır,” ayetinin de ifade ettiği gibi, Allah’tan en çok korkan, aynı zamanda en takvalı olandır.


Hayatlarını takva yörüngeli sürdürenler, şeytanın bir hücûmuna maruz kaldıklarında yaşadıkları hayat seviyeleri, onların bu vartaya düşmelerine engel olur. Tıpkı kamil manada eda edilen namazın, sahibini fahiş yanlışlıklardan alıkoyduğu gibi.


“Müttakiler, kendilerine şeytandan bir hayal iliştiğinde (Allah’ı) hatırlarlar. Ve hemen gözlerini açarlar,” ayetinde anlatılan da budur. Onlar, böyle bir durumda, derhal kendilerini yoklayıp, nerede hata ettiklerini düşünürler. Şeytanın hilelerini farkederler ve gerekli tedbirleri alarak Allah’a sığınırlar.


Hayatlarını bu çizgide devam ettirmeyenlerin ise böyle bir avantajları yoktur. Şeytan, her zaman için onları kandırıp baş aşağı getirebilir. Onun peşi-sıra sürüklenir giderler ki bunlar, Ku’ran’da şeytanın kardeşleri olarak vasıflanmışlardır: “(Şeytanların) kardeşlerine gelince, (şeytanlar) onları azgınlığa sürüklerler. Sonra yakalarını hiç mi hiç kurtaramazlar.”


Takvada ileri olanlar, şeytana karşı koymada en muvaffak olanlardır. Zira şeytana karşı kazandıkları bu başarılar, onları Allah nezdinde en değerli insanlar seviyesine yükseltmiştir.


“Şeytana karşı bir müslümanın zırhı Kur’an tezgahında yapılan takva, siperi Sünnet-i Seniyye, silahı ise istiâze, istiğfar ve Cenab-ı Hakk’a ilticadır.”



Az Yeme


Cin ve insan şeytanlarına karşı, pratikte alınabilecek önlemlerden birisi de yeme-içmeye dikkat etmektir.


Yeme-içmede dengeyi yakalama, hayatı sağlıklı, rahat, iktisatlı ve enerjik geçirmenin belki de birinci şartıdır. Gıda almada ölçülü olma, insan bedeninin sıhhati adına alınacak tedbirlerin en önemlilerindendir. Gerçi ne kadar dikkat edilirse edilsin, hemen herkes hastalık geçirmiş, ağrıyı sızıyı tatmıştır. Fakat, yeme-içmede ölçüyü kaçırmanın, birçok hastalığa davetiye çıkarmak manasına geldiği de herkesin malumudur. Fazla kilolu olma, aynı zamanda psikolojik olarak da insanı rahatsız eder. Şişmanlık, beraberinde getirdiği hastalıklarla, bazen, insana bir hayli yüklü masraf açar. Herhangi bir rahatsızlık olmasa dahi, fazla kilolarını atmak için birçok insan, yüklü paralar harcamaktadır. Bazı insanların şu dünyadaki en önemli problemleri, fazla kilolarından kurtulmaktır.


Ölçüsüzce yeme-içme, dünya hayatını olumsuz açıdan etkilediği gibi, dînî hayatı da olumsuz yönde etkiler. Beraberinde, fazla uyku, gaflet, lüzumsuz konuşma, çok gülme, unutkanlık, zihinsel faaliyetlerde donukluk, ibadetlere karşı arzusuzluk gibi istenmeyen sonuçlar doğurur.


Bunlara karşılık; insan, yeme-içmeyi kontrol alabilirse daha canlı ve dinamik hale gelecek, zihni daha cevval, kalbi daha parlak, ibadetlere karşı daha duyarlı ve titiz olacaktır. Dikkatli beslenme, şeytanın oyun sahasını daraltacak, buna mukabil, insanı ona karşı daha dikkatli olmaya sevk edecektir.


Şeytanın en güçlü silahlarından olan şehvetin önünü alabilmek için en pratik çözüm, alınan kalori miktarını azaltmaktan geçer. Allah Rasûlü (s.a.s), insanların şehevî duygularını dengelerden, gücü yetenlerin evlenmelerini, evlenemeyeceklerin ise oruç tutmalarını tavsiye etmiştir.


İmam Gazâlî (ö. 505/1111), dikkatli beslenmenin faydalarını şu şekilde maddeleştirmiştir:


a. Kalbin parlaması, terkip kabiliyetinin canlılığı, kalb gözünün açılmasına vesile olur. Tokluk, kalın kafalılığı ve kalb körlüğünü netice verir. Bir konuyu anlamadaki intikal hızını keser.


b. Kalbe rikkat kazandırır. Yumuşak ve hassas bir kalbî hayata götürür. İbadetlerden alınan lezzeti artırır.


c. Hakk’a itaati kolaylaştırır. Fazla neşe ve şımarıklığı kırar. Kişinin aczini anlayıp Allah’a teveccüh etmesini sağlar. Kendi yetersizliğine karşılık, Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kibriyasını vicdanında daha iyi duymasına yardımcı olur.


d. Kişiyi, etrafında müşahede ettiği hadiselere karşı  daha duyarlı  hale getirir. Olaylar, vicdanında daha iyi yer eder ve onlardan ibret alır. Fakir-fukaraya karşı, şefkat hissi artırır.


e. Uykuyu azaltır. Uyku, insanın sermayesi olan ömründen yer.


f. İbadetlere devamlılığı sağlar.


g. Bedenin sıhhatini ve hastalıklardan azade yaşamayı temin eder.


h. Geçim kolaylığına sebep olur. İnsanın daha iktisatlı olmasını sağlar. Bu sûretle yetim ve fakirlere daha çok tasaddukta bulunmasına vesile olur.


ı. İnsandaki şehvet duygusunu ve kötülüklere karşı meyil arzusunu kırar. İnsanı, Allah’a isyana götüren şeylerin başında şehvet duygusu gelir. Her âzânın kendine göre bir şehveti vardır. Şehvetin en şiddetlisi ise, karşı cinse duyulan cismanî istektir. Beslenmede ölçülü olma ve açlık, bütün bu temayülleri kırıp, asgariye indirecek en kuvvetli sebeptir.


İnsan, karnını iyice doyurduğunda, şehvetine sahip olamaz. Karşı cinse duyulan şehvet ile, midenin doluluğu arasında ters orantı vardır. İnsanın karnı tok olduğu ölçüde şehveti aç olur. Karnının açlığı nispetinde de şehveti tok demektir. Dünyada birçok insan, bu konudaki gevşekliğinin cezasını, sonradan çok ağır bedellerle ödemektedir. Oburluğundan dolayı aldığı fazla kiloları başına dert olmuş, sıkı diyet ve perhizlerle ömrünü geçirmektedir. Veya oburluğunun neticesi olarak, değişik yanlışlıklara girmiş, onların vebal ve utancıyla yaşamaktadır. Halbuki biraz kendini kontrol ve riyazet ile hem kalbî ve ruhî hayat inkişaf ettirilebilir, hem de daha sonra onulmadık dertlere maruz kalınmayabilirdi. Fakat, şeytanın rağmına yaşamak, nefs-i emmarenin aleyhinde olmak öyle zordur ki bir çok insan, onların peşinde giderek hem dünyasını, hem de ahiretini berbat etmektedir. Daha bir süre de bu, böyle gideceğe benzer.





İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

4 Nisan 2023 Salı

ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 1077 – 1308


BİRİNCİ MESUD: 1116 - 1155


Birinci Kılıçaslan'ın yerine oğlu Mesud geçti. Kılıçaslan'ın ölümü ile devletin birliği bozuldu. Birçok beyler Büyük Selçuklulara tabi oldular. Bizanslılar Akşehir'e kadar ilerlediler. II. defa tahta on bir yaşında büyük oğlu Melikşah geçtiyse de; memleketi idare edemedi. Bunun üzerine Birinci Mesud geçerek: Devletin birliğini kurdu. Mesud, Danişmendliler ve Bizanslılar'la savaşıp onları yola getirdi. Urfa'yı, Musul Atabey'i ( İmadeddin Zengi), Haçlıların elinden alınca Haçlılar Avrupa'dan yardım istediler. Bu defa ikinci Haçlı Seferi başladı. Avrupa Kralları bu sefere komutanlık ettiler. Alman imparatoru (Üçüncü Konrat) ve Fransız Kralı (Yedinci Lui) Haçlı ordularıyla Anadoluya çıktılar. Sultan Mesud, Alman ordusunu Tarsus geçitlerinde yakalıyarak tamamen perişan etti. Konrat yaralanarak İznik'e kaçtı. Fransa Kralı Yedinci Lui ordusu ile Baba dağına geldiği zaman Mesud onların da üzerine akın ederek bu orduyu da perişan etti. Lui canını Antakya'ya dar atabildi. İkinci Haçlı seferi de böylece yok edildi.

Mesud 39 yıl saltanat sürdü. 1155 tarihinde 57 yaşında iken Konya'da öldü. Yerine oğlu İkinci Kılıçaslan geçti.

İKİNCİ KILIÇASLAN: 1155 ·1192


İkinci Kılıçaslan babasının yerine geçince Danişmendlilerle uğraştı. Bunlar Anadolu'nun birliğini bozuyorlardı. Çünkü Anadolu'ya bir Sultan yeterdi. Danişmendliler Yağı Basan'la uğraştı. Onun ölümü üzerine Danişmend devletini ortadan kaldırdı. 1157 tarihinde Sultan Sancar'ın ölümüyle Büyük Selçuklu İmparatorluğu da yıkıldıQ. Onun yerine Anadolu Selçuk Sultanlığı kaldı. İkinci Kılıçaslan fetihleriyle bu devleti imparatorluk haline getirdi.

Bizans imparatoru (Manuel Komnen) büyük bir ordu hazırlıyarak Selçuk topraklarına saldırdı. İkinci Kılıçaslan 60.000 kişilik bir ordu ile Bizanslıların karşısına çıktı. İki ordu Eğridir gölünün kuzeyinde bulunan Çardak boğazında (Miryokefalan) mevkiinde çarpıştı (1176). İkinci Kılıçaslan bu orduyu tamamen çevirerek imha etti. İmparator, zorlukla kaçabildi. Türklerin eline pek çok ganimet geçti. Bu zaferden sonra Selçuklular için Bizans tehlikesi kalmadı. Anadolunun ebediyyen Türklerin olduğu bir kerre daha gerçekleşti.

İkinci Kılıçaslan zamanında üçüncü Haçlı Seferi oldu. (Selahaddin - Eyyubi) ordusuyla Kudüs'e hücum ederek bu şehri haçlıların elinden aldı. Avrupalılar tekrar Kudüs'ü almak üzere üçüncü haçlı seferini hazırladılar. Bu sefere Fransız Kıralı Filip Ogüst, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Rişar ve Alman imparatoru, Frederik Barbarus katıldılar. Frederik Barbarus Anadolu'ya çıkarak Konya'ya kadar geldi. Kılıçaslan kuvvetleri bunlara fazla zayiat verdirdiğinden Konya'dan Adana'ya doğru yollandılar. Frederik Silifke'ye geldi.  Buradan akan Göksu'yu geçerken düşüp boğuldu. Bir kısım askeri de kılıçtan geçirildi. Bundan sonra Haçlılar Anadolu'ya gelmediler. Diğer beş seferi denizyolundan yaptılar.

İkinci Kılıçaslan, eyaletleri on bir oğluna verdi. Fakat oğulları arasında Saltanat kavgaları çıktı. İkinci Kılıçaslan 1192 yılında Konya Aksaray'ında öldü. Yaşı 77 idi. Onu Konya'da Sultan Mesud camii yanındaki bir Kümbede gömdüler.  Yerine oğlu (Rüknüddin Süleyman) geçti. Erzurum'u Saltuklulardan aldı. Fakat 1204 de öldü. Yerine (Gıyaseddin Keyhüsrev) geçti. Bu Sultanlara kadar Anadolu Selçukluları kurulma devrini yaşadı. Sultan Keyhüsrev'le de yükselme devrine girdi.  Artık Anadolu'ya Türk'ler tamamen yerleşmişler ebedi bir yurda sahip olmuşlardı.



YÜKSELME DEVRİ


Anadolu Selçuklu Sultanlığının temelini Kutalmış oğlu Süleyman Şah atmış, onun oğlu Kılıçaslan, Sultan Mesut ve ikinci Kılıçaslan Haçlı Seferleri felaketini atlatarak devletin yükselmesini sağlamışlardı. Horasan'da Büyük Selçuklu İmparatorluğu sönerken bu hanedanın bir kolu olan Anadolu Selçukluları yeni devleti devam ettirmişlerdir. Alpaslan ve Melikşah zamanında Türkleşen Anadolu Süleyman Şah ve Birinci Kılıçaslan zamanında (kurulma devri) ni yaşamıştır. Gıyaseddin, Birinci Keyhusrev ve İzzeddin Birinci Keykavus devirlerinde ise Anadolu Selçuklu Sultanlığı (Yükselme Devrine) girmiş, Sultan Alaeddin Keykubad da bu devri daha fazla yükseltmiştir.



GIYASEDDİN KEYHUSREV I.


Anadolu Selçuklu Tahtına Yedinci Hükümdar olarak 1205 tarihinde Gıyaseddin Keyhusrev I. çıktı. Babası ikinci Kılıçaslan'dı. 1169 tarihinde Konya'da doğmuştur. Onbir oğlan kardeşinin en küçüğü idi. Babası Keykusrev'i çok sevdiğinden onu vali yapmıştı. Ayni zamanda kendine veliaht seçmişti. Sultan Kılıçaslan hastalanmış hayatından ümidini kesmişti. Oğulları içinde çok sevdiği küçük oğlu Keyhusrev'i yanına çağırıp ona:

Ey oğul. Bil ki ben bu fani dünyadan göçüyorum. Hayatım · sönmek üzeredir. Sen Saltanat bağının yeni yetişmiş meyvası ve Yüce Tanrı'nın lütuf ve Kerem bahçesinin çiçeğisin. Tahta senden daha elverişli kimseyi ve tahtıma senden daha layık olanı görmüyorum. Seni, kardeşlerin arasından bundan dolayı seçdim. Şahlık vasıflarını ancak sende buldum. Tanrı emaneti olan bu halkın başına seni geçiriyorum. Mülk ve canlarını sana emanet ediyorum, dedi ve Kur'an'dan bir Ayet okuduktan sonra:

Ey oğlum, Tanrıya ortak koşma, çünkü Allaha ortak olmak isteyen daima felakete uğrar. Doğruluktan ayrılma. Halka karşı yüzünü ekşitme. Yeryüzünde gururla yürüme, çünkü Tanrı mağrurları sevmez. Öğütlerine devamla:

Oğul! Vefasız dünya hiç kimseye kalmadı. Onun gülüşü bulutun ağlayışı gibi süreksiz, onun ağlayışı, şimşeğin gülüşü gibi devamsızdır. Bir saat gülersen, bir yıl ağlarsın. Eğer sana bir kötülük erişirse bu dünyanın adeti icabıdır. Şeklindeki bu güzel ve manalı sözleri oğluna söyledikten sonra:

Devlet büyükleri gelsinler; dedi, onlara da:

Benim saltanatımın güneşi sönmek üzeredir. Mülk sahipsiz ve şehir büyüksüz olmaz. Biri göçer, öteki yerine geçer. Cihan başsız olmaz. Ben Keyhüsreve tahtımı veriyorum. Devlet kapısını ona açtım. Tahtıma varis buldum. Size; ona itaat etmek, ardından yürümek düşer dediği zaman büyükler gözyaşları döktüler. İkinci Kılıçaslan hasta döşeğinde oğluna tahtını verdi. Çok geçmeden öldü. Birinci Keyhüsrevi tahtına oturttular. Devlet büyükleri tahtın sağına ve soluna oturdular. Sayısız altın ve gümüş paralar serptiler. Memleket büyüklerine hediyeler gönderildi. Herkesin sevinci arttı. On gün eğlenceler yapıldı. 1205

Gıyaseddin birinci Keyhüsrev'in tahta geçişini duyan kardeşleri ayrı ayrı kıskançlık duydular. Herbiri yurdun bir yerinin idaresini ellerine almışlardı. Tokat'da Rükneddin ikinci Süleyman, Niksar'da bir oğlunu, Elbistan'da Tuğrulşah, Kayseri'de Sultanşah, Sivas'ta Melikşah, Malatya'da Kayserşah, Konya Ereğli'sinde Sancarşah, Amasya'da Ergunşah, Ankara'da Mesud Şah bulunuyordu. Bunların hepsi Birinci Keyhüsrev'i kıskanarak Rüknüddin Süleyman'ın hizmetine girdiler. Bunlardan yalnız ikinci Süleyman bir ordu ile Konya üzerine yürüdü. Birinci Keyhüsrev tahtını terke mecbur oldu. Bir akşam üzeri gök'ün mavi kubbesinde yıldızlar, açılmış taze çiçekler gibi parlamaya başlamıştı. Keyküsrev üç oğlu Keyferidun, Keykavüs ve Keylanbant'la Konya'yı terk etti. Buradan Bizans'a gitti. İmparatorun misafiri oldu. Rükneddin Süleyman sekiz yıl saltanattan sonra öldü. Yerine üçüncü Kılıçaslan geçti. Fakat pek gençti. Bundan faydalanmak isteyen birinci Keyhüsrev Anadolu'ya gelerek bir ordu ile Konya'nın üzerine yürüdü. Halk Keyhüsrev'i şehre sokmadı. O da kızarak halkın bağlarını baltalarla kestirdi. Evlerini de ateşe verdi. Genç Sultan, üçüncü Kılıçaslan anlaşmaya taraftar oldu. Birinci Keyhüsrev Kılıçaslan'ı tahtından indirip Tokat'a gönderdi.

Ertesi gün güneş doğarken Keyhüsrev, siyah çetirin altında Konya'dan içeri girdi. Coşkun bir deniz gibi dalgalanan ve sayısız yağmur tanelerinden çok olan ordusu da onu takip etti. İkinci defa Atalarının tahtına oturdu. Ruhlara yeni bir neşe, orduya ise yeni bir şenlik geldi. Çünkü babası ona tahtını vermişti. O da kudretli ve cesurdu.


 

ANTALYA'NIN ALINIŞI



Birinci Keyhüsrev ikinci defa tahta oturunca devlet işleriyle yakından ilgileniyor, halkın dertlerini dinliyordu. Bir gün huzura bir kaç tüccar girdi. Ağlaşarak dert yandılar ve dediler ki:

Ey Yüce Hakan! Biz tüccar kafilesiyiz. Çoluk çocuklarımızın helal yiyeceklerini kazanmak için başımızı tehlikeye koyduk. Yorucu yolculuklara katlandık. Çocuklarımızın gözleri yollarda kaldı. Mısır'dan mal alıp İskenderiye'ye geldik. Oradan bir gemi ile Antalya'ya geldik. Buradaki kafirler ne kadar mallarımız varsa elimizden aldılar. Bizlere eziyet ettiler. Gülerek de bize Konya'da oturan Sultanınıza söyleyin de bizim elimizden mallarınızı geri alsın. Derdinize çare bulsun dediler. Birinci Keyhüsrev bu sözleri dinleyince fena halde hiddetlendi ve:

And içerim ki, sizin mallarınızı geri alıncaya kadar yerimde oturmıyacağım. Ben gurbet acısını tatmış ve zalimlerin kahrını çekmiş bir insanım. Diye tüccarlara intikam alacağını söyledi. Sultan ordunun hazırlanma emrini verdi. Birinci Keyhüsrev ordusunun başına geçerek Antalya'ya hareket etti. Bir kaç konak yer aldıktan sonra Antalya sınırına vardı. Cenk zamanında onların üzerine atılacak derecede cesaretli ve savaşçı Türk Askerleri Antalya'yı her taraftan kuşattı. Mancınıklarla kalelere taşlar attılar. Zaman zaman kaleye hücumlarda bulundular. Kuşatma iki ay sürdü. Fakat Bizanslı ve Kıbrıslı Venedikliler karşı koyuyorlardı. Bunu gören Sultan ok ve yay yerine gürz ve kılıç ile hücumun başlamasını emretti. Kale duvarlarına merdivenler dayadılar. Askerler her tarafa üşüştüler. Nihayet kalenin burcuna ilk defa (Yavlak Aslan) adlı Konyalı bir sipahi çıkmayı başardı. Kılıç ve Kalkanıyla bir kaplan gibi düşmanların üzerine atıldı. Bir kaç tanesini kanlar içinde yere serdi, diğerleri kaçmağa başladılar. Bu sırada Türk Askerleri yalın kılıç, dağlardan kopan bir fırtına gibi kalenin üzerine doldular. Sultan bayrağını kalenin üzerine diktiler. Kale kapılarını da açtılar. Askerler yıkılan bir seddin suları gibi şehre girdiler. Önlerine gelen düşmanı Kılıçtan geçirdiler. Antalya koyunun laciverd yüzünü düşmanın kızıl kanları boyadı. Sıra sıra göke merdiven kurmuş Beydağları bu zaferi karlı doruğundan seyretti. Her taraftan köpüre köpüre akan çağlayanlar hızla Akdeniz'e akmıştı. Güzel ve eşsiz Antalya Bizanslılar elinden alınarak Türk mülküne katıldı. (1207) O gün şehirde zafer şenlikleri yapıldı. Altıncı gün Antalya beylik olarak hassa askerlerinden (Ertakuş)a ihsan edildi.

Bu şehirde cami olmadığından bir meydan namazgah haline getirilip mihrap ve minber yapılarak namaz kılındı. Şehre bir kadı ve imam tayin edildi. Birinci Keyhusrev de Ordusuyla Konya'ya döndü. Önce Karadeniz'de Samsun alınmıştı. Şimdi de Akdenizde en önemli bir liman olan Antalya Türk Eğemenliğine geçmiş oldu. Derhal birçok Türkmen aşiretleri şehre, Beydağları ve Akdağ ormanlık bölgesine yerleştiler. Bu Türkmenler bu dağlarda göçebe olarak yaşamaya başladılar. Venediklilerle bir ticaret andlaşması yapıldı. Antalya Limanında bir de donanma kuruldu.

Birinci Keyhusrev bu zaferden sonra Anadolu'ya tüm olarak sahip olmak için bütün gayretini gösterdi. Bu defa Adana üzerine yürüyerek bir Ermeni ordusunu bozguna uğrattı. Keyhüsrev Güney Anadolu'nun da emniyetini sağladı. Selçuk devletinin yükselmesine çok çalıştı ve başardı.


BİRİNCİ KEYHÜSREV'İN ÖLÜMÜ


Dördüncü haçlı orduları Türk'lerden korktukları için Anadolu'ya çıkamadılar. Bu defa İstanbul'a gelip bir Latin imparatorluğu kurdular. Bizans'ı da yağma ettiler. Bizans İmparatoru da İznik'i Başkent yapmıştı. Keyhüsrev zamanında Bizans tahtında üçüncü Aleksi'nin damadı (Jaskarin) bulunuyordu. Jaskarin topraklarını genişletmek istiyordu. Bunun üzerine birinci Keyhüsrev ordularını alarak Ege Bölgesinden Bizans'ın üzerine yürümeye başladı. İki ordu Alaşehir civarında karşılaştılar. Türk Ordusu deniz gibi coşup dalgalandı. Sultan Keyhüsrev parlak bir güneş gibi kaftan giymiş, koluna bir yay beline de mücevherli bir kılıç takmıştı. Küheylan atı üzerinde savaşı idare ediyor ve savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bu anda Sultan yalınkılıç meydana atıldı. Selçuk askerlerinin şiddetli hücumuna dayanamayan Bizans ordusu dağıldı. Bu esnada Sultan Keyhüsrev yaralılar arasında geziniyordu. Birdenbire yerden fırlayan bir Bizanslı Asker Sultan'a hücum ederek elindeki kılıcı ile şehit etti (1211). Antalya'nın fatihi bu kahraman, yiğit, kanıyla aziz vatan topraklarını yıkadı; ruhu göklere yükseldi.

Jaskarin Keyhüsrev'in ölümünü duyar duymaz kaçak askerlerini toplayıp harp meydanına geldi. Sultanın naaşını getirtti. Onun kanlı cesedini görünce gözyaşı döktü. Sultanın cesedini Alaşehir'e gömdüler. Sonra buradan alıp Konya'da dedelerinin kümbetleri altına gömdüler. Keyküsrev öldüğü zaman 42 yaşında idi. Büyük bir hükümdardı. Sultan Keykavus ile Sultan Alaeddin Keybubat oğullarıdır. Selçuk tarihinin yükselme devrini açmıştır.


İZZEDDİN KEYKAVÜS I.


Birinci Keyhüsrev 1211 yılında şehit olarak hayata gözlerini yumunca, Vezirler toplanıp bir danışma yaptılar. Oğullarından İzzeddin Keykavusu tahta çıkarmayı kararlaştırdılar. Kayseri'de bulunan birinci İzzeddin Keykavusu tahta çıkardılar. Vezirlere Hilatlar giydirildi Hepsi el öpme şerefine eriştiler.


Keykavüs'ün tahta çıktığına dayanamayan kardeşi Alaeddin Keykubat bir ordu ile kardeşinin üzerine yürüdü. Keykavüs Kayseri'yi kuşattı. Her iki taraftan birçok beyler öldü. Kendisine iyilik yapmış olduğu Zahirüddin Pervane'den de hiyanet görünce şu kıtayı söyledi.


Şimdi bir mum gibiyim. Vücudum yanıp bitti. 

Ağlamadan bir gecem geçmedi. Hiç gülmedim. 

Bana sadık dostunum deyen Pervane bile 

Ne yazık ki boynumu vurmağa razı oldu.

diye acısını belirtti. Kuşatma epey sürdü. Fakat Alaaddin'in askerleri gizlice para vaadile kandırıldı. Bunu duyan Alaaddin canını kurtarmak için Ankara kalesine sığındı. Sultan birinci Keykavüs de Konya'ya giderek tahta oturdu.

Sultan Keykavüs kardeşinin Ankara'ya yerleştiğini duyunca çıkardığı fitneye son vermek üzere ordusunu hazırladı. Bunu duyan Alaaddin de hazırlığını tamamladı. Keykavüs'ün ordusu saflar halinde Ankara şehrini çepeçevre kuşattı. Alaaddin Keykubat bu orduyu kaleden seyretti.

Ankara kalesi önünde eşine az rastgelinir bir sahne doğdu. Alaaddin komutanlarından Mübarezeddin, kale önünde düşmanı olan Behramşah ile mubareze edeceğini Alaeddin'e söyledi. O da razı oldu. Mübarezeddin kalenin burcuna çıkarak bağırdı:

Behramşah! Yiğit isen cenk meydanına çık. Karşı karşıya çarpışalım. Deyince, o da vuruşmayı kabul etti. Derhal Behramşah meydana çıktı. Her ikisi de ellerinde kalkan ve mızraklariyle aslanla kaplanın çarpışması gibi vuruşmaya başladılar. Bu boğuşmada ellerinde mızrak ve kalkanlar parça parça oldu. Birbirlerini öldürmediler. Bunu seyreden Alaaddin bir çavuş göndererek Mübrezeddin'i geri çağırdı. O da geri döndü. Bu kuşatma bir yıl sürdü. Nihayet kalede açlık başlayınca Ankaralılar barış istediler. Sultan da Alaaddin'e bir şey yapmıyacağını affedeceğini bildirdi. Sultan Keykavus Seyfeddin Kızıl Beyi, bayraklar taşıyan bir kafile ile Ankara kalesine gönderdi. Kızıl Beyin türbesi (Şimdiki Ziraat Bankasının bulunduğu yerde idi.) Bayraklar kalenin burçlarına asıldı. Sultan da ordusu ile şehre girdi. Alaaddin Keykubadı, Aybey, Malatya'daki (Minşar) kalesine götürüp hapsetti. Keykavus da Konya'ya döndü.

Antalya'lı hıristiyanlar bir gece isyan ederek Türkleri kestiler. Bunu duyan Sultan Birinci Keykavus ordusuyla Antalya kalesini kuşattıktan sonra şehri aldı. Bundan sonra Karadeniz'in en önemli limanlarından biri olan Sinop'u da 2 Kasım 1214 tarihinde fethetti. Bu ticaret şehri Türk donanmasına bir üs oldu.


KEYKAVUS'UN DÜĞÜNÜ


Birinci Keykavus bu fetihleri yaptıktan sonra evlenmeyi arzu etti. Ona Erzincan Meliki Behramşah'ın kızını salık verdiler. Bu kız iyi soydan ve çok güzeldi. Keykavus hazineden pek çok değerli hediyeleri Erzincan'a gönderdi. Behramşah bu hediyeleri aldıktan sonra üç ay düğün için hazırlık yaptı. O da pek değerli hediyelerini Konya'ya gönderdi. Bir gün sonra da Konya'da nikah töreni yapıldı. Nikahta bulunanların önüne altın ve gümüş tabaklarda iri şekerler konuldu. Ayrıca onlara gül ve anber kokulu şerhetler sunuldu.

Kadı nikahı kıydı. Kızın nikahı ikiyüz bin altına kıyıldı. Kız tarafı:

İstenileni kabul etti, onların üzerinden fazilet bulutları eksik olmasın. Kutlu ve çocuklu olsunlar!.

Dediler. Bu zaman seher rüzgarının kımıldayışı ile etrafa dağılan bahar çiçekleri gibi altınlar saçıldı. Sonra hepsine yemek verildi. Bundan sonra gelini getirecekler hazırlandı. Birçok ta hatunlar bu alaya katıldı. Ertesi gün yola düzülüp Erzincan'a geldiler. Behramşah ta bir alayla Sultan'ın adamlarını karşıladı. Kendilerine bir ziyafet verildi. Sultan'ın hediyeleri teslim edildi. On gün Erzincan'da eğlenceler yapıldı. Ertesi gün de gelin bir mahfe içine konuldu. Alay hareket etti. Konya sarayı süslendi. Konya'ya gelince saray kadınları tarafından karşılandı. Gelin sarayın harem dairesine alındı. Gece de eşi görülmemiş bir düğün başladı. Düğün bir hafta sürdü. Gelin de Sultanlar arasına karışarak mutlu oldu.


Birinci Keykavus Şam üzerine bir sefer açtı. Fakat almağa muvaffak olamadı. Bu yenilgiye sinirlenen Keykavus Hassa Askerlerini öldürttü. Bu olaydan fena halde acı duyduğundan bir gece korkulu bir rüya gördü. Ondan sonra hastalandı ve ateşi düşmedi. Ona Fırat suyu içirdiler. Ağırlaşınca şu kıt'ayı söyledi:


Blz ki dünyayı terkedip göçtük. 

Gönül derdi ekdik, matemler biçtik.

 Şimdiden sonra da nöbet sizindir: 

Biz sıramızı savdık ve geçtik.


Bundan sonra ağırlaştı. Geçici dünyadan ebediyet diyarına göç etti. Cesedi Sivas Dürüşşifası'na gömüldü. ( 1220)

Keykavus 35 yaşında öldü. Devri, Selçukluların yüksek zamanı idi. Keykavus Anadolunun bayındırlığına hizmet etmiştir. 1217 tarihinde Sivas'ta büyük bir tıp fakültesi ile bir de hastahane açmıştır. Onun zamanında Anadolu halkı en yüksek refaha ermişti. Kendisi çok cömert ve adaletli büyük bir hükümdardı. Ayni zamanda şairdi. Yerine kardeşi Birinci Sultan Alaeddin Keykubat geçti.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-3

 


Me'mun'un Devrinde İslam Ülkesinin Coğrafik Durumu


Sınırlar


Doğuda Hindistan toprakları, Çin'in bazı kısımları, Hint Okyanusu; batıda Rum ülkesi (bugünkü Karadeniz, Anadolu) ve Akdeniz; kuzeyde Sibirya (serir), Hazar Denizi, Ran (Kalkasya) ve Avrupa yönünden Pirene Dağları; güneyde, Basra Körfezi, Hint Okyanusu ve Mısır'da Nübe ülkesiyle çevriliydi.

lslam ülkesi birbirinden farklı vilayetlere bölünmüştü. Ülkenin Me'mun zamanındaki taksimatını o devrin coğrafyacılarından özellikle lstahri, lbn Hallikan, lbn el-Fakih'ten naklen gösterelim:

lslam dünyası o sırada 27 bölgeye (iklim) ayrılmıştı. Bunların yedisi batıda, yirmisi doğuda yer alıyordu.

Batı Bölgeleri: Diyaru'l-Arap (Ceziretü'l-Arap), Bahr-i Fars (Bahr-i Muhit-i Hind ve Bahr-i Ahmer), Darü'l-Mağrib (Mısır'ın dışında Afrika'nın kuzey sahilleri), Mısır, Şam (Bütün Suriye bölgesi), Bahri-Rum (Bahr-i Sefid/Akdeniz), El-Cezire (Fırat ile Dicle arası).

Doğu Bölgeleri: Irak, Huziztan (Ahvaz), Fars, Kirman, Mekran, Turan, Sind, Ermeniye (Ermenistan), Azerbaycan, El­ Cibal (lran Dağları), Deylem, Taberistan, Cürcan, Kums, Horasan Çölü, Sicistan, Horasan, Maveraünnehir, Harezm, Ran Ülkesi (Azerbaycan'ın kuzeyinde Aras ile Gür nehirleri arasındaki bölge).

Şimdi söz konusu bölgelerin yer ve durumları hakkında kısaca bilgi verelim.

Diyaru'l-Arap: Ceziretü'l-Arap denilen bölgedir. Dicle Irmağı'nın denize döküldüğü Abadan'dan itibaren Bahr-i Fars çevresinden Bahreyn ve Umman'a ulaştıktan sonra Muhra, Hadramut, Aden ve Yemen kıyılarını takip ederek Cidde, Medyen ve daha sonra Eyle ile son bulur. Bahr-i Fars'la kastedilen tüm Arap Yarımadası'nı çevreleyen denizdir. Bununla birlikte Babü'l-mendib'e kadar olan kısma Bahr-i Kılzım (Bahr-i Ahmer) da denir. Arap Yarımadası kuzeybatı yönünden Şam ve Filistin'le çevrilidir. Bu hat Eyle'den başlayarak sırayla Lut Gölü, Şerat, Balka, Ezreat, Selmiye ve Hanasra'dan geçtikten sonra Fırat Irmağı'na ve buradan Rakka, Kırkisiyye, Rahbe, Küfe, Betaih (bataklıklar) ve Vasıt'tan geçerek Abadan'da sona erer.

Diyar-ı Arap veya Ceziretü'l-Arap; Mekke, Taif, Medine, Yemame ve bunlara bağlı kaza ve sancakları içine alan Hicaz, Bahreyn topraklarına bitişik olan Necd Hicazı, Irak Badiyesi, Cezire Badiyesi, Şam Badiyesi (Tühame'yi içine alan) Yemen bölgesi, Necd Yemeni, Umman, Mühre, Hadramut bölgesi, San'a, Aden ile Yemen kaza ve sancaklarına ayrılmıştı.

Bahr-i Fars: Bundan maksat Irak'ta bulunan ve Dicle'nin denize ulaştığı yere kadar Arap Yarımadası'nı çevreleyen denizdir. Bu durumda söz konusu deniz Basra Körfezi ile Arap Denizi (Bahr-i Hind) ve Aden Denizi, Kızıldeniz ve Akabe Körfezi'nden oluşuyordu.

Mağrib bölgesi: Batıda Mısır'dan itibaren tüm kuzey Afrika sahil bölgeleridir. Berka, Ifrikiyye (Tunus), Tahert-Tiaret (Cezayir'de), Merakeş'de Tanca, Sus, Zevile buranın önemli şehirleriydi.

Bunlardan Berka, Orta Mağrib'de yer alır. Verimli toprakları vardır. Çevresinde Berberi kabileler otururdu. Berka ile lfrikiyye arasında Trablusgarb şehri yer alır. Ifrikiyye'ye bağlı olan bu şehir taştan inşa edilmiştir. Trablusgarb'dan sonra Mehdiyye ve Tunus gelir. Tunus da verimli ve büyük bir şehirdir. Daha sonra yer alan Kayrevan şehri lfrikiyye'nin idare merkezi ve en büyük şehriydi. Tahert'in idare merkezi de yine aynı adı taşıyan merkeziydi. Sicilmase de buraya bağlı olup çöl ortasında yer alan önemli bir yerleşim yeriydi.

Endülüs: Bu bölgeyi de "Bilad-i Mağrib" içinde kabul ediyorlardı. Fethildiği dönemde böyle düşünülmüş ve öylece de kalmıştı. Endülüs (ispanya) büyük bir ülkedir. ldare merkezi Kurtuba'dır. Tulaytula, Sarakosta, Vadilhicare, Tercala, Maride, Bace, Gafik, Leble ve Karmüne, Estice, Riyye buranın önemli şehirlerindendi. Şinetrin, Malaga, Cebel-i Tarık sahil şehirlerindendi.

Mısır: O günkü sınırları yaklaşık bugünkü sınırları gibiydi. Kızıldeniz kıyısındaki Becce, Nübe ve Mısır tarafındaki kıyıları da bu bölgeye ilave ediyorlardı.

Şam: Tüm Suriye anlamına gelen Şam, yedi bölgeye ayrılıyordu:

1. Filistin garnizonu, 2. Ürdün garnizonu, 3. Hınıs garnizonu, 4. Dımeşk (Şam) garnizonu, 5. Kınnesrin garnizonu, 6. Avasım (sınır şehirleri), 7. Sugür (sınır şehirleri).

Filistin garnizonu batıdaki Şam garnizonlarının ilkiydi. Mısır yönünden Refah ve kuzeyden Leccun ile çevriliydi. Yafa, Eriha, Beytilahm, Gazze, Şerat, Lut Gölü, Gurbisan. Nablus bu ordugah sınırları içindedir. Filistin'in idare merkezi Remle'dir. Sonra büyüklük bakımından Beyt-i Mukaddes (Kudüs) gelir. Ürdün'ün idare merkezi Taberiye'dir. Dımaşk'ın merkezi yine Dımaşk'tır. Burası tüm Suriye bölgesinin en büyük şehridir. Hımıs garnizonunun merkezi Hınıs kentidir. Hınıs ünlü kentlerden biriydi. Çöl kıyısında yer alan Antardus, Selimiye ile Şizer (Asi nehri üzerinde yer alırdı), Hama buraya dahildi.

Kınnesrin garnizonunun yönetim merkezi Haleb'di. Haleb bugüne kadar önemini koruyan büyük bir şehirdir. Avasım ile Irak arasındaki yol üzerinde yer aldığından çok önemli bir yerleşim yeriydi. Kınnesrin ve büyük şair Maarri'nin doğum yeri olan Maarratü'n-nu'man bu garnizona bağlı diğer şehirlerdi. Kınnesrin o dönemde küçük bir kentti.

Avasım'a gelince, Şam bölgesinin Haleb'in arkasından lskenderun'a kadar çıkan yukarı kısımlarıdır. Bu yerlerin idare merkezi Antakya idi. Antakya, gezinti yerleri, bağ ve bahçeler yönünden Şam'dan sonra gelirdi. Rumlar döneminde Şam bölgesinin yönetim merkezi burasıydı. Son derece büyük bir surla çevriliydi. Rivayete göre bir atlı bu surların çevresini iki günde dolaşabiliyordu. Fırat üzerinde yer alan Baleş ve karada yer alan Menbic şehirleri de bu bölgeye bağlıydı.

Sügür, Avasım'ın arkasında bulunan ve Toros Dağları'na kadar uzanan yerlere deniyordu. Fırat üzerindeki Sisat ile en büyük sınır şehri olan Malatya, Hısn-ı Mansur buranın en önemli kentleriydi. Hades (Malatya ile Maraş arasında) Maraş, Zebatra (Malatya ile Sisat arasında) Haruniye (Maraş yakınında), Misis, Adana, Tarsus buraya bağlıydı. Bazen Sügür şehirlerini Avasım bölgesine dahil ederek her ikisine birden Avasım adı verilirdi. Tekili "sugr" olan bu "sugur" kelimesiyle lslam ülkesi ile Rum ülkesi arasındaki o zamanki sınır şehirleri kastedilirdi. Biri Şam bölgesindeki "sugur-i Samiye" diğeri el Cezire'deki "hududu Cezeriye" adıyla iki sınır vardı.

Bahr-i Rum (Bahr-i sefid/Akdeniz) bu bölge adalardan oluşuyordu.

El Cezire: Dicle ile Fırat arasında yer alan ve (Mabeyn el­ nehreyni Mezopotamya -iki ırmak arası) adıyla bilinen bölgenin kuzeyine "el Cezire", güneyine "Irak" deniliyordu. Her iki bölge arasında ayırıcı nokta Dicle üzerindeki Tikrit ile Anbar veya Fırat üzerindeki Hit şehirleridir. Bu şehirlerin karşı kıyılarında yer alan şehirler de bu bölge içinde kabul ediliyordu. El-Cezire; kuzeyden Meyyafarikin ile Malatya yakınında Fırat'a kadar olan yerlere batıdan komşu olan yerler, güneyden Fırat Nehri üzerinde yer alan Hit ve Dicle kıyısındaki Tikrit, güney batıdan Cezire çölü. Doğudan, lran dağları ve Azerbaycan ile sınırlıdır. El-Cezire, Irak toprakları gibi oldukça verimli bir bölgedir. En önemli şehirlerinden olan Musul, bu bölgenin batısında Dicle kıyısındadır. Aynı şekilde en ünlü şehirlerden Sincar, Diyar-ı Rebia adındaki çöl ortasında yer alır. Bu şehrin hurmalıkları kadar El­ Cezire'nin hiçbir yerinde hurmalık yoktur. Nusaybin de buranın en güzel havalı, bağlı, bahçeli ünlü bir şehriydi. Dara, bu bölgenin küçük bir yerleşim yeriydi. Re'sü'l- Ayn, Dar-ı Muzar adıyla bilinen çölde düz bir yer üzerindedir. Amid şehri Dicle'nin yukarı bölgesinde ve Cezire-i lbn Ömer, Dicle Nehri üzerinde yer alır. Rakka, Kırkisya, Hadise, Hit, El-Cezire'nin Fırat Nehri kenarında yer alan şehirlerindendir. Söz konusu bölgenin ortasında Harran yer alır ki, bu şehir Sabiler (Afitab Perestler/güneşe tapanların) şehriydi. Ruha-Raha (Urfa) Süryaniler zamanında okullarıyla ve bilimsel çalışmalarla meşhur olmuş bir şehirdi. Suruç da verimli bağlarıyla bilinen kentlerdendi.

Cezire bölgesinde bazı çöller de vardı. Bunlardan kuzeydoğudaki çöllerde Rebia ve güneybatıda Mudar aşiretleri yaşıyorlardı. lslamiyet'ten önce buralara yerleşmiş olan bu aşiretler hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Şehirlerle de bağlantıları olduğundan hem bedevi, hem medeni idiler. Tikrit, el-Cezire'nin Dicle Nehri üzerinde yer alan en son şehridir. Halkının büyük kısmı Hıristiyandı.

Irak: lki nehrin güney kısmı ile buralara komşu yerlerden oluşur. Kuzeyden güneye doğru, Dicle üzerindeki Tikrit'ten, güneyde Fars Denizi kıyısındaki Abadan'a; batıdan doğuya doğru, Kofe Kadisiyesi'nden doğudaki Hulvan'a kadar uzanır. Bu bölgenin kapsadığı alan şöyleydi: Tikrit'ten başlanırsa; doğudan Şehr-i Zor, daha sonra güney doğudan Hulvan ve sırayla Silvan, Sumera ve Sus sınırından geçerek Abadan'a varılır. Buradan da Basra'ya sonra çölde Basra'nın zirai toprakları ve bataklıkları üzerinden, kuzeybatıya doğru bükülerek Küfe'ye gelinir. Küfe'den sonra Fırat kıyılarından Ambar'a varılır. Buradan da kuzeyden Tikrit'e tekrar gelinir. Bu bölgede Fırat ile Dicle arasındaki araziye Sevad adı verilirdi. lslam medeniyeti döneminde Irak'ın sınırları böyleydi. Bu sınırlar bazı nehirlerin eski yataklarını değiştirmeleri yüzünden bugünkünden farklıdır.

Irak'ın en ünlü şehri Bağdat'tır. 2. Abbasi halifesi Mansur'un kurduğu bu şehir, Irak'ın yönetim merkezi ve lslam ülkesinin en parlak devrinde başşehriydi. Basra da Irak'ın ünlü şehirlerindendi. Hz. Ömer devrinde kurulmuştur. Vasıt şehri de hacılar tarafından Sevad'ın ortasında kurulmuştur. Fırat'ın batısında yer alan Küfe de Araplar tarafından kurulan şehirlerdendir. Nahrawan, Dicle Irmağı'nın doğusunda yer alan bir başka şehirdi. Bugün kurumuş olan Nehrevan ırmağının kenarındaydı. Irak'ın doğu hududunun sonunda yer alan Hulvan da, büyük bir kentti. Küfe yakınındaki Hire ve Basra yakınındaki Eyle de bu bölgenin önemli kentlerindendi. 

Huzistan: Bu bölge Irak'ın doğusunda Irak ile Fars arasındaki yerdir. Kuzeyden Cibal sancakları (Irak acemi), doğudan Fars ve lsfahan, batıdan Irak ve güneyden Basra körfeziyle çevrilidir. Huzistan'ın yönetim merkezi Ahvaz şehriydi. Bu yüzden tüm Huzistan'a Ahvaz bölgesi de deniliyordu. Huzistan bazı kaza ve sancaklara ayrılmıştı. Bunların birincisi Ahvaz'dı. Cündişabur, Sus, Tüster ve Ramhürmüs bu bölgenin diğer sancaklarıydı.

Bilad-i Fars (Fars şehirleri): Batıda Huzistan, doğuda Kirman arasında yer alır. Kuzeyden lsfehan ile Horasan çölü güney ve batıdan Fars Denizi ile sınırlıdır. Beş sancağa ayrılmıştı. Büyükten küçüğe Istahr, Erdeşir-i hire gelir ki, buranın yönetim merkezi Cur şehriydi. Bütün Fars bölgesinin idare merkezi olan ve Darü'l-umara'yi (vali konağını) ve hükümet dairelerini içine alan Şiraz da bu sancağa bağlıydı. Dara Bücert (idare merkezi Ercan olan) Ercan ve Kazrun şehrini içine alan Sahur sancakları, söz konusu bölgenin diğer üç sancağıydı. Sahur sancağı bunların en küçüğüydü. Fars beldelerinde bazı boş ve ıssız topraklar vardır ki, buralarda sayıları yüz yurttan fazla kürt aşireti oturuyordu. Ve "rumum" ismi verilen bazı yerlerde hayvancılık ve çiftçilikle geçinirlerdi. Yalnız Fars beldelerinde yerleşmiş olan bu kabileler 500 bin hane kabul edilirdi. Bunlar Arap kabileleri gibi yaz kış otlak yerlere konarlardı. Bir hanede bulunan bireylerin sayısı, ırgat ve çobanlar dahil olmak üzere on kişiye kadar çıkardı. Her haneyi beş kişi sayacak olursak söz konusu kabilelerin nüfusunun 2,5 milyona ulaştığı anlaşılır.

Kirman: Bu bölge Fars bölgesinden büyüktür. Batıdan Fars ile doğudan Mekran ve Sicistan arasında yer alır. Kuzeyde Horasan çölü ve güneyden Fars Denizi ile çevrelenmiştir. Şircan, B., Cireft ve Hürmüz önemli şehirlerindendi.

Mekran: Kirman'ın doğusunda yer alır. Doğuda Turan ve Sind ülkesinin bir kısmı kuzeyde Sicistan ve Hindistan güneyde Fars Denizi Mekran'ı kuşatır. Burası Kirman'dan daha büyüktür. Kiz, Derek ve Resk önemli şehirlerindendir.

Turan: Fars bölgesinden küçüktü. Batıda Mekran doğu ve kuzeyde Sind ve güneyde Fars Denizi arasında yer alır. Mahali, Kızkanan ve Kastar en önemli şehirleridir.

Sind: Burası doğu yönünde lslam ülkesinin son hududunu teşkil ediyordu. Buranın en ünlü şehri Hindlilerce Brahmanabaz adıyla bilinen Mansure'dir. Deniz kıyısında yer alan Dibel ile Multan diğer önemli şehirlerdi. Mansure şehrinin halkı tamamen Müslümandı. lstahri, Mekran, Turan ve Sind'e hep birlikte Sind adını veriyor.

Ermeniye (Ermenistan): El-Cezire'nin üstünde ve lslam ülkesinin yukarı taraflarında yer alır. Doğudan Azerbaycan ve lran, batıdan Bilad-ı Rum (Küçük Asya-Anadolu), kuzeyden Kafkasya dağları, güneyden El-Cezire ile sınırlanmıştır. ldare merkezi vali konağını da içine alan Debil veya Dübeyl şehridır. Burada çok Hıristiyan vardır. Halat, Erzen, Kalikla, Meyafarkin bu bölgede yer alır. Meyafarkin'i bazıları El-Cezire'ye dahil ederler, biz de öyle yaptık.

Azerbaycan: El-Cezire'nin doğusunda yer alır. Batıda el-Cezire ve Ermeniye, doğuda Hazar Denizi ve Deylem, kuzeyde Ran ülkesi ve güneyde Cibal sancakları ile sınırlıdır. ldare merkezi ordu merkezini ve Daru'l-Umera'yı içine alan Erdebil şehridir. Şehrin uzunluğu ve genişliği ikişer mildir. Erdebil'den sonra büyüklük bakımından Maraga şehri gelir. Burası daha önce vilayet merkezıydi. Sonra Şorat Gölü (Urmiye Gölü) kenarındaki Urmiye şehri gelir. Silmas, Merent, Şis bu bölgenin başlıca şehirlerindendir.

Biladü'r-Ran (Ran ülkesi): Azerbaycan'ın kuzeyinde yer alan bu bölge doğuda Hazar Denizi, batıda Ermenistan, kuzeyde Kafkasya dağları ve güneyde Azerbaycan ile çevrilidir. En büyük şehri Berzea'dır...

Cibal (Dağlar): Cibalden maksat Fars (lran) Dağları'dır. Bu bölge önemli şehirleri Dinever'den ibaret olan Mah el-Küfe ve Nihavend'in diğer adı olan Mah el-Basra (Basra şehri) sancaklarıdır. Cibal bölgesi doğuda Horasan çölü ve Fars bölgesi, batıda Irak ve El-Cezire; kuzeyden Azerbaycan, Deylem, Rey ve Kazvin; güneyden Huzistan ve Irak ile çevrilidir. Bu bölge çok önemli şehirleri içine alır. Bunların en büyükleri Hemedan, Dinever, Masbezan, lsfehan, Kum, Kaşan, Nihavent, Lor, Kerç, Kazvin, Şehr-i Zor, Hulvan'dır. Hemedan şehrinin kapladığı alan enine boyuna birer fersah uzunluğundaydı. Şehrin demir kapılı bir suru vardı. Dinever (Mah el Küfe) şehri Hemedan'ın üçte ikisi büyüklüğündeydi. Isfahan araları iki mil kadar aralıklı iki şehirden oluşuyordu. Nihavent (Mah el Basra) bir dağ üzerinde olup binaları çamurdan yapılmıştır. Hulvan şehri lrak'a bakan bir dağ eteğindedir. Şehr-i Zor'da lrak'a yakın bir yerdedir. Kazvin, Iran bölgesinin yukarısında yer alır ve Deylem'in sınır şehridir. Kum, verimli bir yerde ve sur içerisinde yer alır. Kaşan ise küçük bir şehirdir.

Deylem: Bu bölge Hazar Denizi'ne ve Bahr-i Kazvin'e bakan dağlardan oluşmuştur. Güneyde Kazvin ile Azerbaycan'ın bir kısmı, kuzeyde Hazar Denizi, doğuda Kums, batıda Azerbaycan ile sınırlıdır. Halkı dağ ve ova ahalisi olarak iki kısma ayrılır. Rey, Ebher, Zencan, Dalkan, Kazvin, Ruyan önemli şehirlerindendir.

Taberistan: Doğuda Deylem'den sonra gelir. Bu da Hazar Denizi üzerinde yer alır. Doğudan Cürcan ve batıda Deylem ile sınırlıdır. En büyük şehri vilayet merkezi olan Amel'dir. Sarye de buranın büyük şehirlerinden olup suyu oldukça boldur. Demavent veya Dembavent bu bölgeye bağlı büyük şehirlerindendi.

Cürcan: Taberistan'ın kuzeydoğusunda yer alır. Kuzeyde Türkistan, güneyde Kums, doğuda Horasan, batıdan Hazar Denizi ile çevrilidir. En büyük şehri Cürcan'dır. İkinci derecede güneyde Esterabat ve deniz kıyısında Dihistan gelir.

Kums: Cürcan ve Taberistan'ın güneyinde yer alır. Güneyde Horasan Çölü ve batıda Rey ile sınırlıdır. Yönetim merkezi Damgan şehriydi.

Horasan Çölü: Doğudaki bölgelerin ortalarında yer alan bir çöldür. Kuzeyde Kums, güneyde Fars ülkesi ve Sicistan, doğuda yine Sicistan ve Horasan, batıda Cibal ve Rey ülkesiyle çevrilidir. Bu çöl Arap çölünde yaşayan insanlardan daha az nüfusa sahiptir. Bu çölün bir kısmı Horasan'a diğer kısmı Fars ve Kirman vilayetlerine bağlıydı. Sarp bir çöldür. Kuraklıktan dolayı seyahat etmek çok zordur.

Sicistan: Mekran'ın kuzeyinde yer alır. Doğuda bu bölge ile Sind arasında yer alan çöl, güneyde Mekran, kuzeyde Hind arazisi, batıda Horasan Çölü ile çevrilidir. Zerenç Bist ve Tak en büyük şehirlerindendir.

Horasan: Doğuda bulunan en verimli ve en geniş ülkelerden biridir. Kuzeydoğuda Maveraünnehir, güneydoğudan Sind ülkesi ve Sicistan, kuzeyden Harezm ve Türkistan arasında yer alan Guz-Oğuz ülkesi, güneyden Horasan Çölü ve Fars bölgesi, batıdan Kums ile sınırlıdır. En önemli kentleri Nişabur, Merh, Herat, Belh'dir. lkinci derecede Kuhistan, Tuz, Nesa, lbort, Serahs, lsfezar, Buşenc, Bazgıs, Zem ve Amil sancakları gelir.

Horasan'ın idare merkezi Nişabur'du. Nişabur bu bölgenin en büyük şehridir. Ebr-i şehr adıyla da anılan Nişabur'un düz arazi üzerinde yer alan çamurdan yapılmış evleri vardır. Şehrin yüz ölçümü bir fersah uzunluk ve bir fersah genişliktedir. Mervüşşahcan adıyla da bilinen Merv çok eski bir şehirdir. Horasan'ın arazisi çok verimlidir. Müslümanlar buradan büyük gelir elde ederdi.

Maveraünnehir: Kuzeydoğu yönünden Müslümanların en son ülkesiydi. Kuzeyde Türkistan ve Hind ülkesi, güneybatıdan -arada Ceyhun Nehri olmak üzere- Horasan, kuzeybatıdan Harezm, güneyden Toharistan ile sınırlıdır. Bağ ve bahçeleri ve bol geliriyle en verimli bölgelerden biriydi. En ünlü yerleşim yerleri Buhara, Semerkant, Keş, Nahşap, Beykend, Saganyan, Fergana, Sogd, Şaş, Üşrusne ve Hocend (hokand).

Harezm: Ünlü coğrafyacılardan lstahri tarafından Maveraünnehir'e bağlı sayılan bu bölge uzun bir biçimdedir. Kuzeyde Ceyhun Nehri boyunca devam eder. Kuzeyden Harezm Denizi (Aral Gölü), güneyden Horasan ve Sogd ülkesiyle sınırlı ve doğu ve batıdan çöllerle çevrilidir. ldare merkezi Harezm şehridir.

Me'mun'un halifeliği yıllarında lslam ülkesi kısaca coğrafi ve idari yapısı ve vilayetlerinin birbirlerine olan mevkileri yukarıda açıkladığımız gibiydi. Söz konusu devirde devletin gelirleri Endülüs'ün dışında yukarıda belirttiğimiz tüm bölgelerden toplanıyordu. Bununla birlikte belirtilen bölgelerden her birinın haracı o bölge adına ayrıca bağımsız olarak ödenmiyor ve bazı bölgeler diğer bölgelerle birleştiriliyordu.

Bu durum zaman zaman değişiklikler göstermiştir. Bazen muhasebe kayıtlarına, "Filan bölgenin haracı" diye geçirilen meblağ, valinin kaç bölgeye hükmü geçiyorsa ona göre o bölgelerin haracı demekti. Çünkü valilerin yetki alanları zaman zaman değişiyordu.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

 İNKİSÂR:

 

Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.

 

Ben, kalbleri benim için inkisârda olanların yanındayım. (Hadîs-i kudsî-Keşf-ül-Hafâ)

 

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Allahü teâlâ ilim ve kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bunlar; kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtaç olmak demektir. Buna karşılık kullarına üç aşağı sıfat vermiştir. Bunlar da, zül (aşağılık) ve inkisâr ile ihtiyâç ve fâni olmak, yok olmaktır. Bunun için kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; "Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim" buyruldu. (Osman bin Nâsır)

 

İNNÂ LİLLAHVE İNNÂ İLEYHİ RÂCİ'ÛN:

 

Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi. ( İstirca')

 

Bir belâ gelince; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" demek yalnız bu ümmete mahsûs bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Yâkûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığı musîbeti başına gelince; "Ey Yûsuf'un firâkıyla (ayrılığı ile) beni kaplayan hüzün ve hasretim" demez; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" derdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

Abdullah bin Abbâs'ın kızı öldüğünde "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" dedikten sonra; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı ; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" dedi. İki rek'at namaz kıldıktan sonra, Allahü teâlânın; "Sabır ve namaz ile yardım isteyin" (Bekara sûresi 45) meâlindeki emrini yerine getirdik" dedi. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Namazda kötü habere "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" demek namazı bozar. Bunu, namaz dışında söylemek, sünnettir. (Alâüddîn Haskefî)

 

İNNÎN:

 

İhtiyârlık, tenâsül hastalığı veya sihir sebebi ile cimâ yapamayan. İktidârsız erkek.

 

Kendinde bir mâni, kusur bulunmayan kadın, kocasının innîn olduğunu anlarsa, nikâhın feshi (bozulması) için, çok zaman sonra bile dâvâ açabilir. (İbn-i Âbidîn)

 

İNSÂF:

 

Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.

 

İnsâf, dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

Allah  korkusu  kalbine  yerleşmiş  olan kimse, insanlar hakkında insâflı   muâmelede bulunur. İnsanlar ise, kendilerine insâf ile iyi muâmelede bulunan kimseyi severler. İşte bunun için, insanların sevgisi, kişinin kalbinde Allah korkusunun mevcûd olduğuna ve o kişinin iyiliğine; insanların buğzu (kini) ise, o kimsenin kötülüğüne ve kalbinde Allah korkusunun az olduğuna delîl gösterilmiştir. (Mâverdî)

 

İNSAN:

 

Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik.

 

Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir. (Mü'minûn sûresi: 12-14)

 

Cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)

 

İnsanın hayırlısı haramlardan sakınan, akrabâyı ziyâret eden ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker edendir. (Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayandır.) (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

İnsanın sevmesi ve buğz etmesi, vermesi ve vermemesi Allah için olursa, îmânı kâmil (tam, olgun) olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezzetli yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, nîmetlenmek, oyun ve eğlence değildir. Onun yaratılmasından maksât, Allahü teâlâya kulluk etmek, O'na karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Şu insan dedikleri el ayakla baş değil

İnsan rûha denilir, surat ile kaş değil.

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

İnsan-ı Kâmil:

 

Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.

 

Doğruyu tanı, doğru ol! İnsan-ı kâmilin her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullah'a tam uygun olur. Çünkü bütün seâdetlere, iyiliklere O'na uymakla kavuşulur. O'na uymak, İslâmiyet'e yapışmak demektir. (Muhammed bin Muhammed Endülüsî)

 

İnsan Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. (Dehr Sûresi)

 

İNŞÂALLAH:

 

Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Bir şeyi yarın yapmağa azmettiğin, karar verdiğin zaman, onu yarın yaparım deme. İnşâallah yarın yaparım de! (Kehf sûresi: 23, 24)

 

Ey mü'minler! Elbette gelecek yıl, inşâallah, Mescid-i Harâm'a girersiniz. (Feth sûresi:27)


Allahü teâlâ onların Mescid-i Harâm'a gireceklerini dilemiş ve bunu biliyordu. Fakat kullarına öğretmek için inşâallah buyurmuştur. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de kabirdekilere kavuşacağını kesin olarak bildiği hâlde, mezarlığa uğradığında; "Esselâmü aleyküm yâ ehle dâr-il -kavmil-mü'minîn ve innâ inşâallahü an karîbin biküm lâhıkûn: Ey mü'minler diyârı! Size selam olsun. İnşâallah biz de size yakında kavuşacağız" buyurarak ilâhî emre uyarak inşâallah demiştir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İNŞİKÂK SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin seksen dördüncü sûresi.

 

İnşikâk sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi beş âyet-i kerîmedir. Göğün yarılmasından bahsedildiğinden, Sûret-ül-İnşikak denilmiştir. Sûre, amel defterlerinin kıyâmette sâhiplerine gösterileceğini bildirmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Ebû Hayyân)

 

Allahü teâlâ İnşikâk sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Îmân edip sâlih amel işleyenler için, arkası kesilmeyen bir mükâfât vardır. (Âyet: 25)

 

Kim İnşikâk sûresini okursa, kıyâmet günü amel defterinin arkasından verilmesinden Allahü teâlâ onu muhâfaza eder (korur). (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

İNŞİRÂH SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin doksan dördüncü sûresi.

 

İnşirâh sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyet-i kerîmedir. Resûl-i ekremin kalbinin açılma hâdisesine işâret edildiğinden, Sûret-ül-inşirâh denilmiştir. İnsanoğlunun hayâtı ve çalışmanın esas olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

 

Allahü teâlâ İnşirâh sûresinde meâlen buyurdu ki:

 

(Ey Resûlüm!) Senin için, senin zikrini yükselttik. (Âyet: 4)

 

Kim İnşirâh sûresini okursa, sanki ben elemli iken bana gelip, beni ferahlandırmış gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)

 

İNTİHÂR:

 

Kendini öldürme.

 

Bir kimse bir demirle intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak demiri elinde karnını dürter durur. Bir kimse zehir içerek intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak onu içer durur. Bir kimse de kendisini uçurumdan atarak intihâr etse, Cehennem'de ebedî kendini atar durur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

İntihâr eden kimse hemen ölse bile, yıkanır ve namazı kılınır. (İbn-i Âbidîn)

 

Malını, mevkiini kaybettiği için veya düşman eline esir düştüğü için intihâr eden ahmaklarda şecâat (yiğitlik) değil korkaklık vardır. (Muhammed Hâdimî)

 

İNTİKAM:

 

1. Öc alma.

 

İntikâm almağa gücü yeten kimseye yakışan; kızmamak, kin tutmamak ve bağışlamaktır. (Ebû Ziyâd)

 

2.   Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırması.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

(Yâ Muhammed!) Biz senden önce, kendi kavimlerine (nice) peygamberler gönderdik de, (o peygamberler) onlara (helâl ve harâmı bildiren, hak peygamber olduklarını isbât eden


apaçık) delillerle geldiklerinde, kavimleri onları yalanladılar. Fakat (îmân etmedikleri için)

 

biz o günâh işleyenlerden intikâm aldık... (Rûm sûresi: 47)

 

Vaktâ ki (Fir'avn ve kavmi inâd ve isyân ederek) bizi gazablandırdılar (kızdırdılar). Biz de kendilerinden intikâm alıp, hepsini birden (denizde) boğarak helâk ettik. (Zührûf sûresi: 55)

 

Haramları (Allahü teâlânın yasaklarını), büyük ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ intikâm alıcıdır. Gadabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sayılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed Rebhâmî)

 

İNTİSÂB:

 

Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere) bağlanma, talebe olma.

 

Hocam Şems-i Tebrîzi'ye intisâb edince, aklımı tamâmen bırakıp ona tâbi oldum. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)

 

İNTİSÂR:

 

Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak.

 

Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimsenin zâlime (zulmedene) bedduâ ettiğini görünce; "İntisâr eyledin" buyurdu. (Muhammed Hâdimî-Berîka)

 

İNZÂL:

 

1. İndirmek.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

İşte bu (Kur'ân-ı kerîm) bizim inzâl ettiğimiz mübârek bir kitabdır. O'na uyun, O'na muhâlefet etmekten sakınınız ki merhamet olunasınız. (En'âm sûresi: 155)

 

2.   Kur'ân-ı kerîmin, Ramazân-ı şerîf ayında Kadir gecesinde Levh-i mahfûzdan, dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma bir defâda, topluca indirilmesi. (Tenzîl)

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Ramazân ayı, Kur'ân-ı kerîmin inzâl edildiği aydır. (Bekara sûresi: 185)

 

Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) çoğuna göre Kur'ân-ı kerîm, Ramazân ayının Kadir gecesinde dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma inzâl olunmuş, sonra, buradan hâdiselere ve ihtiyâca göre azar azar yirmi üç senede Peygamber efendimize indirilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî, Abdülhak-ı Dehlevî)

 

İNZİVÂ:

 

Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.

 

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin Kabr-i şerîflerini ziyâret edip selâm verdiğinde, Kabr-i şeriften: "Allahü teâlânın selâmı da senin üzerine olsun ey müslümanların imâmı (büyüğü) diye cevap verildi. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe ziyâret dönüşü ilk fırsatta inzivâya çekildi. (Ferîdüddîn-i Attâr)

 

İmâm-ı Gazâlî on sene kadar Şam'da Mescid-i Emevî'nin minâresinde inzivâ eyledi. (Tâcüddîn Sübkî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak