1 Nisan 2023 Cumartesi

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -15 ” Japonya”

 Amaterasu: Sunuş


Amaterasu söylencesiyle Japon yaratılış söylencesinin birbiriyle öyle yakın ilişkisi vardır ki, yaratılış söylencesinin girişi bunun için de geçerlidir. Japon yaratılış söylencesi gibi Amaterasu söylencesi de şu iki eserde anlatılır: Kojiki: Eski Olayların Kayıtları ve Nihon Şoki: Eski Zamanlardan MS 697 ‘ye Kadar japon Kayıtları.


Amaterasu söylencesi aynı zamanda Şinto dini geleneğinin de bir parçasıdır ve bu geleneğe göre doğanın bütün öğeleri ilahi bir ruha sahiptir. Amaterasu Omikami en önemli Japon tanrısıdır. O, güneş tanrıçası. Ulu Tanrıça veya Ana Tanrıçadır ve bereketten sorumludur; bütün tanrıları ve evreni yönetir. Ayrıca gücü sürekli elinde tutacak kişiliğe ve beceriye sahiptir. Pek çok ilahi sorumluluğuyla Amaterasu, kadınların eski Japon yaşamında sahip oldukları savaşçı, yönetici ve kâhin rollerini yansıtır.


Amaterasu söylencesi, Şinto dininin bereket ve bununla ilişkili törenlere olan ilgisini de yansıtır. Söylence güneş ve avın ayrılışını, dünyadaki yiyeceğin kökenini, tarımın ve ipek dokuma sanayisinin başlangıcını anlatır.


Diğer pek çok kültürde güneşin parlaması ve bereket, iki ayrı tanrıyla ilişkilendirilmesine rağmen aralarında mantıksal bir bağlantı da bulunmaktadır. Güneş olmadan bitkiler büyüyemez ve bitkiler olmadan, insanlar yiyecek yokluğu nedeniyle açlıktan ölürler. Tanrılar da açlıktan ölürler. Çünkü onlar da ya doğrudan ya da insanların onlara sundukları aynı yiyeceklerle beslenirler. Dolayısıyla Amaterasu kendini bir mağaraya kapadığında, bu hareketi tanrılara ve insanlara felaket getirir.


Amaterasu’ya saygı gösterildiği sürece güneş parlamaya devam edecek ve insan refaha ulaşacaktır. Bu iyimser bakış açısı, söylencenin ortaya çıktığı dönemde bitki, vahşi hayvan ve balıkların bol olmasıyla destek bulmaktadır.


Amaterasu


Göklerde hükümdarlığını sürdüren, güneşin ve evrenin tanrıçası Amaterasu, aynı zamanda kardeşi ve kocası olan ay tanrısını, yiyecek tanrıçasına yardım etmek üzere aşağıya, kamış tarlalarına yolladı. Tanrıça onu görür görmez, ağzını yere doğru döndürdü ve kaynamış pirinç tükürdü. Sonra denize doğru döndürdü ve her çeşit balığı tükürdü. En sonunda, dağlara döndü ve ağzından çeşitli kürk-postlu hayvan tükürdü. Daha sonra da bütün bunları yiyecek haline getirdi ve yüz masanın üstüne yerleştirip ay tanrısına yemesi için sundu.


Ay tanrısı onun yaptıklarını görünce çok hiddetlendi. "Beni tükürdüğün yiyeceklerle beslemeye nasıl cesaret edersin" diye bağırdı. "Yiyecekleri pis ve iğrenç hale getirdin!" Kılıcını çekti ve tanrıçayı öldürdü. Sonra Amaterasu'ya gidip yaptıklarını anlattı.


Beklediğinin aksine, Amaterasu bağırmaya başladı. "Sen kötü yürekli bir tanrısın. Artık yüzünü görmeye bile dayanamam. Benim yanımdan uzaklaş ve bir daha yüz yüze gelmeyelim." Böylece güneş ve ay birbirlerinden ayrı yaşadı, gündüz ve gece birbirlerinden ayrıldı.


Amaterasu, elçisi bulut perisini aşağıya yiyecek tanrıçasına yolladı. Elçi, tanrıçanın gerçekten öldüğünü gördü. Ancak bu arada tanrıçanın başından öküz ve atın oluştuğunu, alnından ve gözlerinden tahılların büyüdüğünü, kaslarından ipek böceklerinin çıktığını, midesinden pirincin büyüdüğünü, karnından buğday ve fasulyelerin ürediğini de gördü. Bulut perisi, bütün bunları toplayıp Amaterasu'ya götürdü.


Güneş Tanrıçası bu kadar çeşitli yiyeceği görünce çok memnun oldu. "Beni çok sevindirdin" dedi elçiye. "İnsanlar bu yiyecekleri yiyip yaşayabilecekler."


Amaterasu çeşitli tahıllardan ve baklagillerden tohum topladı ve kuru tarlalara bunları ekti. Pirinç tohumunu alıp sulu tarlalara ekti. Sonra da, bilge özelliklere sahip bir köy önderini bu ekinlerin büyümesine göz kulak olması için görevlendirdi. O sonbahar, hasat görülmeye değerdi. Bu arada, Amaterasu ipek böceklerini ağzına alıp onların ipek tellerini topladı. Böylece güneş tanrıçası ipek böceği yetiştiriciliğini başlatmış oldu.


Çok geçmeden, İzanagi ve İzanami, ölüler diyarını oğulları Sosa-no-wo'ya verdiler ve onu oraya sürgüne gönderdiler. Yerin altındaki diyara gitmeden Önce Sosa-no-wo, ışıldayan kız kardeşini ziyaret etmeye karar verdi. O kadar vahşi bir tanrıydı ki, göklere doğru giderken dağlar ve tepeler inledi, denizlerde fırtınalar koptu.


Onun geldiğini görünce, Amaterasu şöyle düşündü: "Benim kötü yürekli kardeşim, eminim ki buraya iyi niyetle gelmiyor. Benim krallığımı, gökyüzü ülkesini istiyor olmalı. Ancak annemiz ve babamız her ikimize de ayrı bir ülke verdiler. Sosa-no-wo kendine verilen krallıkla yetinmeli. Olabilecek en kötü şeye hazırlıklı olsam iyi olur."


Tanrıça saçlarını bir erkek gibi düğümleyerek yukarı topladı ve eteklerini toplayıp pantolona benzetti. Sırtına birinde bin, diğerinde beş yüz ok olan iki heybe; yanlarına üç tane uzun kılıç astı. Bir eliyle, üzerinde atılmaya hazır bir ok bulunan bir yay tutuyordu; öbür eliyle ise kılıçlarından birini sıkıca kavramıştı.


Karşı karşıya geldiklerinde, Amaterasu görünüşünün kardeşini ürküteceğinden emindi. "Bana niye geldin?" diye sordu sakin bir şekilde.


"Bir sorun bekler gibi bir halin var" diye yanıt verdi Sosa-no-wo. "Benden kesinlikle korkmamalısın. Annemin ve babamın beni sevmemelerine ve beni ölüler dünyasını yönetmekle cezalandırmasına karşın, benim yüreğim hiçbir zaman kara olmadı. Işık dünyasından ayrılmadan önce seni görmek istedim yalnızca. Çok uzun kalmak niyetinde değilim."

Amaterasu kardeşinin iyi niyetine inanmak isteğiyle silahlarını bir kenara bıraktı. Onu diğer göksel tanrılar arasında ağırladı ve ziyaretinin söylediği kadar kısa olmasını diledi.


Ancak Sosa-no-wo, istenildiğinden çok daha uzun kaldı ve davranışları çok kabaydı. Onun ve Amaterasu'nun, kendilerine ait üçer pirinç tarlası vardı. Amaterasu'nun tarlası çok fazla yağmur veya kuraklığa rağmen gelişmeye devam ederken, Sosa-no-wo'nunki hep verimsizdi. Kuraklık zamanlarında toprak parçalanıp çatlıyor, şiddetli yağmurlarda ise toprak akıp gidiyordu. Sonunda Sosa-no-wo'nun duyduğu kıskançlık öfkeye dönüştü. İlkbaharda pirinç tohumları ekildiğinde, Sosa-no-wo tarlalar arasındaki bölmeleri kaldırdı, kanalları doldurdu, oluklara ve borulara hasar verdi. Kardeşinin iyi niyetine inanmak isteyen Amaterasu ise, sakin ve sabırlı olmaya çalıştı.


Sonbaharda ekinler olgunlaşınca Sosa-no-wo göksel tayları serbest bıraktı ve onların pirinç tarlalarının ortasında yatmalarına neden oldu. Amaterasu sakin ve sabırlıydı.


Sonra Sosa-no-wo ilk meyve hasat bayramını, sarayı iğrenç pisliklerle kirleterek bozdu. Amaterasu yine de sakinliğini ve sabrını korudu. En sonunda, Amaterasu gizli dokuma odasında tanrıların giyeceklerine kumaş dokurken, kötü yürekli kardeşi tavanda bir delik açmak için birkaç kiremiti sessizce yerinden oynattı. Sonra da bir göktayını odaya fırlattı. Amaterasu o kadar şaşırdı ki, kumaş dokuduğu kemikle kendini yaraladı.


Bu kez, güneş tarıçası Sosa-no-wo'yu affetmedi. Büyük bir öfkeyle sarayı terk etti ve taş mağarasına girdi. Kapıyı kilitledi ve orada yalnız kaldı. Artık onun parlaklığı gökleri ve dünyayı aydınlatmıyordu; gün, gece kadar karanlık olmuştu. Evren sürekli bir karanlık içinde kalmak zorundaydı. Güneş olmadan bitkiler büyüyemediler. İnsanlar her yerde işlerini bırakıp bu yoksunluğun daha ne kadar süreceğini merakla beklemeye ve izlemeye başladılar. 


Bütün tanrılar gökteki Barış Nehri'nin kıyısında toplandılar ve Amaterasu'nun öfkesini nasıl yatıştırabileceklerini tartıştılar. Taş mağaranın önüne güneş tanrıçasının heykelini dikip ona dualar sundular. Ayrıca güzel dokunmuş kumaşlar, pahalı mücevher, tarak ve ayna gibi pek çok özel armağan sundular ve bunları sakaki ağacına astılar. Tanrıçalar kapısında dans edip şarkı söylediler.


Amaterasu müziği duyunca kendi kendine şöyle dedi: "Hem güzel dualarla yakarışlarını hem de müziğin ve dansın seslerini duyuyorum. Benim bu kaya mağarada inzivaya çekilmem, bereketli kamış tarlalarını sürekli karanlığa mahkûm etti, öyleyse tanrılar niye bu kadar mutlular?" Merakı kızgınlığına ağır bastı ve kayada bir yarık açarak dışarı baktı.


Tanrılar Amaterasu'nun tam da bunu yapmasını bekliyorlardı. Güneşin parlak ışıklarının geri gelmesini sevinçle karşılarken Amaterasu'nun elinden tutup onu yeniden aralarına katılmaya ikna ettiler.


Tanrılar Sosa-no-wo'dan bin masa dolusu armağan isteyerek onu cezalandırdılar. Ayrıca saçlarını, el ve ayak tırnaklarını çektiler. Sonunda ona şöyle dediler: "Davranışın dayanılmayacak kadar kaba ve uygunsuzdu. Bundan sonra gökten ve kamış tarlalarından sürgün edildin. Hemen ölüler diyarına git. Senin kötülüklerini yeterince çektik."


Böylece Sosa-no-wo, gökleri sonsuza kadar terk etti ve ölüler diyarına doğru yola çıktı.




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Maginot Hattı 1939, Fransa

 


Şu Kamerun Savaşı'nı bir hatırlasanıza. Hani Fransızların 1860'da Meksika'yı işgalinde 60 Fransız lejyoneri 3 bin Meksikalının tuzağına düşmüştü. Kamerun'da o gün hala törenlerle kutlanır. Maginot Hattında da buna benzer bir olay meydana gelmişti. Fransız askeri uzmanları Birinci Dünya Savaşı'nın olumsuz etkilerini en aza indirgemek için harika bir yol bulduklarına inanıyordu.


Ancak bu plan, hem Almanlardan, hem de Fransa'nın işe yaramayan müttefikleri Belçika ve İngiltere'nin üzerlerine düşeni yapmamasından dolayı başarısız olmuştu. Fransızlar bu kusursuz planın işe yaramadığına çok şaşırdılar.


1914'den 1916'ya Fransız ordusunu coşturan felsefenin kökleri Napolyon'a dayanıyordu. Teknolojik üstünlükleri ne olursa olsun, fanatik derecede inançlı bir ordu her türlü düşmanı yenen Bunun Fransa'ya maliyeti 1916'ya kadar makineli tüfeklere karşı göğsünü siper eden toplam bir milyon asker oldu. Neredeyse yarısı da Verdun'da kaybedildi. O yılın sonunda da Fransız ordusu zaten isyan etti. Fransız komutanlar orduya ağır saldırılardan kaçınılacağı sözü vererek kontrolü ele almaya çalıştı.


1918'de Fransa ihtiyatlı bir şekilde tekrar saldırılara başladı. Ancak büyük kayıplardan sonra artık tamamen savunmaya dayalı bir savaş politikası izliyordu. Önceki üç yüzyılda 14. Louis'nin emrinde çalışan Vauban adlı mühendisin zamanından beri Fransa askeri mühendisliğin üstadı kabul ediliyordu.


Verdun'un etrafındaki surlar hayli eskiden kalma ve yeterince korumalı olmasa da o bölgedeki en ağır Alman saldırısını püskürtmeyi başarmıştı. Almanya, Rusya, ABD ve İngiliz stratejistleri hendekleri aşmak için saldırı sistemleri bulmaya çalışırken Fransızlar bu programı yürürlüğe koyan Maginot'nun adıyla anılan Maginot Hattı'nı oluşturdu.


Hattın inşası 1920'lerin sonlarında başladı ve küresel bir ekonomik kriz yaşanmasına karşın 30'ların başında inşaat hızla ilerledi. Dünya tarihindeki surlarla ilgili en büyük girişimdi. İsviçre sınırından Fransa, Lüksemburg ve Belçika sınırlarının birleştiği Arden'a kadar olan hatta binlerce ton beton döküldü.


Bu set gerçekten de önemli bir mühendislik örneğiydi. Genelde 25 metreden daha derindi, üzerinde barakalar, tiyatrolar, hastaneler ve dar da olsa bir demiryolu vardı. Bir dahaki savaşta kimyasal gazların kullanılacağı düşünülerek hava filtresi sistemleri ve hava kilitleri de mevcuttu. Son savaşın etkilerini taşıyan bir orduya moral vermek için her şey düşünülmüştü. Bolca sağlanan en iyi şaraplar, aşçılar, resimler bu yapıda sıradan şeylerdi. 


Setin üstü silahla doluydu. Ağır toplar tamamen yer altına saklanmıştı. Savaş anında kamuflajın altından çıkıp ateş ettikten sonra da yerin içinde kaybolacak şekilde ayarlanmıştı. Duvarlarda ise daha hafif silahlar serpiştirilmişti. Yer altında tamamen korunmalı bir şekilde duran askerlerin periskoplarla kullanabileceği makineli tüfekler, her açıyı görüp vurabilecek silahlar yerleştirilmişti. Savaş ya da bir kriz sırasında savaşan askerler içeriden desteklenebilecekti. Sur hattı kapatılıp savunmaya geçmek de mümkündü. Almanlar bir akılsızlık yapıp da saldırmaya kalkarsa her şey hazırdı.


Sadece tek bir sorun vardı. Fransızlar arka kapıyı açık bırakmıştı. Yani arkaları tamamen açıktı.


Bunun esas nedeni diplomatikti. Maginot Hattı ilk tasarlandığında İsviçre sınırından Manş Denizi'ne kadar 640 km. olması planlanmıştı ancak sonra Belçika sorunu çıkmıştı. Belçika, Birinci Dünya Savaşı'nda sadık bir müttefikti ama sonradan kendini tarafsız ilan etmişti. Bu nedenle de bu seti Belçikalılar bir tehdit olarak görüyordu.


Setin inşası Fransa'nın Belçika'nın tarafsızlığını dikkate almadığını ve Belçika'nın da Almanya'yla sorun çıkması halinde kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacağını ima ediyordu. Fransa, Lüksemburg ve Belçika'ya birlikte bir savunma hattı oluşturmayı teklif etti. Ama olumlu yanıt alması olanaksızdı. Belçika bunun tarafsızlığına gölge düşüreceğini ve Almanya'yı da kızdıracağını düşünmüştü.


Belçika açısından dar kafalılığından kaynaklanan aptalca bir karardı. Ancak Fransızların sonraki adımları da pek akıllıca değildi. Fransızlar, Ardennes'nin kuzeyine doğru devam eden set inşasını durdurup beklemeye koyuldu. Kuzeye doğru önemli stratejik noktalarda bile inşaata devam etmeyi düşünmediler. Meuse geçidi, önemli demir yolları, Amiens kavşağı gibi yerleri güven altına almadılar.


İnşaat, bir nehrin yarısına kadar giden bir baraj yapıp, suyun durmasını beklemeye benzemişti. Bu politikanın bir nedeni de aslında parasaldı. İşe girişirken fazladan para ayırmış olmalarına rağmen Fransa'nın kaynakları tükenmişti. Zaten son iki bin yıldır Fransa'ya gelen saldırılar hep kuzeyden olmuştu. Bir fikir de güneye böyle bir set çekerek tüm adamlarını kuzeye kaydırma şansına sahip olmalarıydı, ama set inşa etmek bir savunma şekliyken bu fikir de tuhaf geliyor...


Sonunda 1939'da kriz patlak verip de Fransa ve İngiltere Almanya'ya Polonya'nın işgali yüzünden savaş ilan ettiğinde komedi başladı. Belçika da hemen harekete geçerek Fransız ve İngiliz askerlerinin topraklarına ayak basamayacağını açıkladı. Ne de olsa tarafsızdı.


Birkaç kişi Belçikalıları boş verip ilerleyelim dediyse de buna karşı çıkıldı. Sonraki dokuz ay içinde Fransız ve İngiliz askerleri Belçika sınırına yığılıp, Almanlar saldırsa da biz de Belçika'ya girsek diye beklemeye başladı. Maginot Hattında ise bir miktar asker bırakılmıştı, ancak Almanlar nasıl olsa buradan saldırmaz diye askerlerin çoğu kuzeye takviye gücü olarak kaydırılmıştı. 


Nihayet 10 Mayıs 1940'da Almanlar Belçika'ya girdiler ve Belçika da müttefiklerin yardım için topraklarına girmesine mecburen izin verdi. (Aslında böyle komşuya ne derdin varsa kendin çöz, başının çaresine bak demek lazımdı ama neyse...) Almanların, Belçika'ya yapılan bir saldırıda müttefiklerin harekete geçeceği varsayımına dayalı planı zekiceydi.


Müttefikler Belçika'ya girdi. Almanlar birkaç gün daha bekledi. Sonra Ardenne'nin kuzeyinden Fransa'ya daldı. Belçika'daki savaşta müttefikler yüz binlerce asker kaybetti.


Bu zaferden sonra Almanlar güneye ilerleyip 10 Haziran'da Paris'i aldılar. Bir hafta sonra da Fransa ateşkes imzaladı ve savaştan çekildi.


Maginot Hattı mı? Kimsenin çarpmak istemeyeceği bir duvar olarak hayatını sürdürmeye devam etti. O kadar mükemmeldi ki, kimse ona saldırmaya cesaret edemezdi. Ancak o kadar pahalıya mal olmuştu ki, Fransızlar, Almanlar saldırsa da şu duvar işe yarasa diye bakıp durdular.


Almanların ise hiç öyle bir niyeti yoktu. Fransa'da bayağı bir sallandıktan sonra Almanlar hatla yüz yüze gelmişlerdi ama yanlış taraftan. Silahlar yanlış tarafa dönüktü!


Almanlar, Fransızları çatışmaya girmeden teslim almaya çalışıyorlardı. Fransızlar da uğraştırmadan teslim oluyordu. Fransızların intihar sayılabilecek bir onurla Almanlara "kolaysa siz gelin alın" vakalarına çok az rastlandı. Bu ender vakalarda da Almanlar trajik tepkiler veriyordu. Beraberlerinde getirdikleri ağır inşaat makineleriyle, "gelin alın" diyenlerin evlerini başlarına yıkıyorlardı.


Sonuçta Maginot Hattı büyük bir mezar oldu. Birkaç yıl sonra Fransızlar duvarın bir kısmını otoyol yapmak için yıktılar. Otoyol inşaatı sırasında yedi yıl boyunca duvarların altındaki sığınaklarda yaşayan yarım düzine adam buldular. Adamların arkadaşlarının çoğu delirmiş ya da intihar etmişti. Hayatta kalanlar konserve, peynir ve büyük miktarlardaki şarapla beslenmişti. Yasal olarak ölü ilan edildiklerinden eve dönüşleri tuhaf olmuştu. Çünkü karıları evlenmişti!


Bu milyonlarca dolarlık yatırım bugün ilk amaçlarından birini hala gerçekleştiriyor: Harika bir şarap mahzeni görevi görüyor. Bölgenin çiftçileri de dahiyane bir fikirle hattın bazı kısımlarını gübreyle kaplamış paşa paşa mantar yetiştiriyorlar. 



Alıntıdır. 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-1

 GÜNEŞİ KOŞTURAN YARAMAZ FAETON





Okyanus Kızı güzel Klimene'nin oğluydu sevimli, yaramaz Faeton (Phaeton).


Gerçi Faeton, adının "parlak, ışıldayan" anlamına geldiğini de biliyordu bilmesine, ama yeni yetmelik çağında bile daha babasının kim olduğunu bilmiyordu! Bu arada sokak arkadaşlarından Epafos (Epaphos), kendisinin Baştanrı Zeus'un oğlu olduğunu söylüyordu şişine şişine! Sırf babası belirsiz Faeton'un damarına basmak için!.. Artık bu konuda diğer arkadaşlarının da iğneli sözlerine dayanamadığı bir gün, babasının kim olduğunu ille de söylemesini istedi anası Klimene'den. Anası da şişine şişine, Güneş'in oğlu olduğunu söyledi ona... Haliyle Faeton böyle bir şeye inanamadı. O yüzden de gerçeği kendi gözleriyle görebilmek için doğruca Güneş tanrısı Helyos'un (Helios) oturduğu ve duvarlarından ışıklar saçılan sarayına gitti... Gerçekten de bu saraya değil ölümlüler, tanrılar bile giremezdi öyle elini kolunu sallaya sallaya!.. Ama kimseler engellemedi onu saraya girerken... Ne var ki duvarlarından, camlarından püskürüp püskürüp gelen ışıklarla boğuşaraktan zar zor girebildi saraya ve az çok seçebildiği ilk odaya da hemen daldı. Odada parlak tacıyla tahtında oturan güneş tanrısı Helyos; "Gel bakalım Faeton," dedi gülümseyerekten. "Otur şöyle yanıma da, derdini söyle!" Faeton söyleyeceği sözü hiç dolandırmadı: "Ben anama sordum. Benim babam senmişsin. Ben de doğru mu diye bunu sana sormaya geldim..."


Tanrı Helyos, küçük yaramaz oğlunun altın saçlarını uzun uzun okşadı bütün sevecenliği ve hasretiyle... Sonra da anasının söylediklerini doğruladı. Ama Faeton gene de pek inanmışa benzemiyordu. "Bak güzel oğlum," dedi bunun üzerine tanrı Helyos. "Bana inanabilmen için benden ne dilersen dile; cehennemin Stiks Irmağı üzerine ant içiyorum ki, dileğini hemen yerine getireceğim!"


Belki de Güneş'in oğlu olduğundan Faeton, ta çocukluğundan beri gökyüzüne ve orada gördüklerine hayrandı hep. Hele hele Akdeniz'in yaz gecelerinde çok az uyurdu o yüzden. Zaten koyu mavi göklerde uçuşup oynaşan yıldızlar uyutmazdı onu; onunla hep oynaşmak isterlerdi... Bazı günler de Güneş tanrısının koşturduğu o ışıklı arabaya bakar bakar; "Bu arabayı bir günlüğüne de olsa, biraz ben koştursam!" diye iç geçirir; uzun uzun düşlere dalar giderdi. İşte şimdi düşünde görse bile inanamayacağı bir gerçekle yüz yüzeydi artık: Güneş'in öz oğluydu! "Baba, şu senin atlarla bir günlüğüne ben koşturacağım Güneş'i gökyüzünde!" dedi içindeki bitmeyen o çocukluk ateşiyle... Ne var ki Güneş tanrısı Helyos birden irkildi; hatasını anladı. Ama oğlunun böylesi bir istekte bulunabileceğini de doğrusu aklının ucundan bile geçirmemişti!.. "Oğlum," diye başladı umarsız, "sen yeni yetme bir delikanlı olarak bırak kendini, o ölümsüz Baş tanrı Zeus bile kullanamaz bu arabayı! Bahçede gördüğün o delişmen atlar; öyle herkesi dinlemez... Okyanuslardan kalkıp dik dağlardan tırıs geçmek ve daha sonra canavarların içinden sıyrılıp dörtnala gökyüzüne tırmanmak, sonra gene o yüksekliklerden yeryüzüne doğru alçalmak öyle pek kolay değil, sevgili güzel oğlum!.. Ben bile bazen elimde olmadan alçaldım mı, etraf neredeyse tutuşacak gibi oluyor!" Faeton sarayın bahçesindeki Güneş'in atlarına dikmişti gözlerini hep... Babası tanrı Helyos'u dinlemiyordu bile...


Güneş'in atları da her günkü gibi koşu sonrası okyanusta yıkanmış, karınlarını doyurmuşlardı. Sarayın bahçesinde az sonra gökyüzünde birlikte yeniden başlayacak koşuyu bekliyorlardı. Arada bir de kişniyorlardı sabırsızlıklarını duyurmak için...


Ne var ki Güneş tanrısı da oğlu ne isterse yerine getireceğine ant içmişti bir kez; artık dönemezdi... Zaten oğlu Faeton da hınzır bir "dediğim dedikçi"ydi!.. O yüzden babası daha sözlerini bitirir bitirmez, bir ok gibi fırlayıp sarayın bahçesindeki atların yanında aldı soluğu...


Gökyüzündeki yıldızlar çoktan çekip gitmişlerdi uykularına...


Yalnızca Şafak tanrıçası gül parmaklı Eos kalmıştı ortalıkta. O da


yeri, göğü ve de denizleri habire kızıla, maviye, safran sarısına


boyuyordu acele acele...


Faeton dizginleri eline alıp atlara deh dediğinde, haliyle atlar sürücülerinin çaylak biri olduğunu hemen anlayıverdiler! Bu yüzden de delicesine bir hızla, altlarında uzanan ovayı ve yüksek bir dağı aştılar. Sonra da yıldızların uykuya çekildiği gökyüzünün derinliklerine doğru şahlanıp dörtnala uçmaya başladılar... Ne var ki atların delişmenliğinden ürken Faeton bir süre sonra dizginleri bırakıverdi elinden! Artık dizginsiz kalan atlar başıboş, hızla yeryüzüne doğru alçala alçala koşuyorlardı. Ne var ki Güneş'in arabasının saçtığı ışık ve ateş yüzünden Kazdağları, Parnasos, tanrıların ülkesi Olimpos'taki tepeler ve nice vadiler ardı ardına tutuştu... Haliyle ırmaklar göller buharlaşıyor, kaçacak delik arıyorlardı. Büyük bir korkuya kapılan Nil Nehri de her nasılsa başını bir yere sokup saklanabildi!..– Zaten o gün bugündür Nil ırmağının başı olan kaynağının nerede olduğu hâlâ bilinemiyordu! – Güneşin atları Orta Afrika göklerine geldiklerinde de artık iyice alçaldılar ve oralardaki insanların derilerini yakıp kararttılar!..


Üstelik Olimpos'ta oturan tanrılar da sıcaktan boğulur gibi oldular ve Baştanrı Zeus'tan hemen yardım istediler... Zeus, gönderdiği bir yıldırımla Faeton'un arabasını anında tutuşturdu... Ve Güneş'in oğlu alevler içinde, İtalya'daki Po Irmağı'na düştü. Po Irmağı da arabadan püsküren alevleri söndürdü hemen. Ormanlardan, ırmak kenarlarından koşup gelen ve teyzeleri olan perikızları da, topluca yanık ezgiler, türküler eşliğinde yaramaz Faeton'u sevip okşamaya başladılar. Güneşin Kızları da geldiler daha sonra ve onun düştüğü yerin çevresinde kavak ağaçlarına dönüştüler hemen... Sırf arada bir salınıp sallanaraktan estirdikleri yellerle; bu kocaman ateş yürekli delişmen kardeşlerini serinletmek için...


Ne var ki daha sonraları dünyaya gelen Faeton'un bütün yaramaz arkadaşları da, Güneş'i ve atlarını gökyüzünde özgürce koşturma hasretiyle yanıp tutuşmaya başladılar... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


İLMİHAL

 



İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve Müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.


Fıkıh ilminin tarihî gelişimi hatırlanırsa, ilk dönemlerdeki yoğun ictihad ve fetva faaliyetinin mezheplerin teşekkülü ile belirli bir sisteme oturduğu, orta dönemlerden itibaren fıkıh mezheplerinin hem toplumda hukukî istikrar ve güveni, uygulama ve yargı birliğini sağlamada hem de fertlere ibadet ve ahvâl-i şahsiyye alanında rehberlik etmede önemli bir rol üstlendikleri bilinmektedir. Mezheplerin farklı bölgelere yayılıp mezhep içi ictihad ve fetvaların çeşitlenmesi ve zenginleşmesiyle birlikte aynı ihtiyaç tekrar hissedilmeye başlanmış, bu sebeple de mezhep içinde oluşan farklı görüşler arasında sahih ve muteber olanın belirlenmesi ve bunları esas alan metinlerin yazılması cihetine gidilmiştir. Bu dönemde mezheplerin muteber metinlerinin de kamu kesiminde ve bireysel hayatta yukarıda sözü edilen türden pratik bir ihtiyacı karşıladığı söylenebilir. Bu kademede mezhep fıkhını doktriner tarzda inceleyen hacimli eserlerin yanı sıra mezhep fıkhının ana çizgisini ortaya koyan muhtasar el kitaplarının da kaleme alındığı ve belli oranda rağbet gördüğü bilinmektedir. Çünkü hem âyet ve hadisler ile toplumsal hayat ve problemler arasındaki bağı kurmak, âyet ve hadisler etrafında zengin bir hukuk kültür ve doktrini oluşturmak hem de toplumda hukukî istikrar ve güven ortamını, yargı ve uygulama birliğini sağlamak, Müslümanlığı öğrenmek ve yaşamak isteyenlere sade, kolay ve anlaşılabilir temel dinî bilgileri sunmak gerekliydi. Fıkıh mezheplerinin değişik dönemlerinde kaleme alınan ve mezhebin klasik literatürünü teşkil eden bu hacimli ve muhtasar kitaplar böyle bir amaca hizmet etmiştir.


İslâm toplumunda her dönemde canlı bir şekilde var olan fetva verme (iftâ) faaliyeti de dinî hükümlerin ve mezhep görüşlerinin âdeta günlük hayata uyarlaması mahiyetindedir. Bu sebeple fetva kitaplarının da temel dinî bilgilerin yaygınlaşması ve fertlerin bu konudaki amelî ihtiyacının giderilmesinde etkin bir rolü olmuştur. Bu zengin tedvin faaliyeti içinde bütün müslümanlar için kaçınılmaz olan asgari ortak bilgilerin, ayrıca her müslümanın kendi durumuna göre bilmesi gereken temel dinî bilgilerin özlü bir şekilde ve belli bir mezhep geleneğine bağlı kalınarak yazıldığı kitaplar ile fetva kitapları İslâm toplumundaki ilmihal geleneğinin ilk nüvelerini teşkil ederler. İlmihal bilgileri arasında İslâm toplumunun dinî hatta günlük hayata ilişkin tecrübe birikimi ve geleneği de ana hatlarıyla mevcuttur. Böylece dinî eğitim için başlangıç, dinî hayat açısından ortak payda değerindeki ilmihal bilgileri, fertler için de kaçınılmaz pratik bir ihtiyacı karşılamıştır. Çünkü dinî hükümleri aslî kaynağı olan şer`î delillerden elde etme ve elde edilen bilgiler ile günlük hayatın ihtiyaç ve problemleri arasında bağ kurma ciddi bir ilmî çabayı, bilgiyi ve uzmanlığı gerektirdiğinden her bir müslümandan böyle bir çabayı beklemeye imkân bulunmadığı gibi buna ihtiyaç da yoktur.


İlmihal bilgilerinin başında inanç, ahlâk ve ibadet esasları ile hemen herkesin günlük hayatta karşılaştığı meselelere ilişkin temel hükümler gelir. İlmihal kitaplarının özünü oluşturan fetva kitaplarında fıkhın genel bir özeti ve sıkça karşılaşılan fıkhî meselelerin çözüm örnekleri verilmiştir. Geniş ilmihal kitaplarında ise inanç, ahlâk, ibadet ve helâl-haram yanı sıra peygamberler tarihi, Hz. Muhammed'in hayatı ve örnek ahlâkı (siyer) ile aile hukuku (münâkehât) bölümleri de yer alır. Çünkü bu konular da hem her müslümanın öncelikle bilmesi gereken bilgileri, hem de ferdî hayatında devamlı yüz yüze kaldığı problemlerin cevaplarını içermektedir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-2

 Hz. ZEKERIYYA (30)


Süleyman aleyhisselâmın soyundan gelen ve Israiloğulları'na gönderilen son peygamberlerden biridir. Kur'an-ı Kerim'de ismi birçok âyette geçmekte ve bazı kıssaları anlatılmaktadır. Beyti Makdis'te oturur; peygamber, din bilgini ve danışman olarak görev yapardı.


Imam-ı Müslim'in "Sahih" isimli eserinde belirtildiğine göre o, Beyt-i Makdis'deki görevi karşılığında kimseden bir ücret istemez, dülgerlik yaparak elinin emeği ile geçinirdi. Zaten bütün peygamberler yaptıkları tebliğin karşılığında kavimlerinden bir ücret talep etmemiş, "bizim mükafatımız âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir" demişlerdir.



Hazreti Zekeriyya'nın 70 yaşına kadar çocuğu olmadığı, daha sonra yüce Allah'a niyaz ederek kendisinin görevine varis olacak hayırlı ve salih bir evlat istediği Kur'an âyetleriyle sabittir. Meryem Sûresi'nin ilk âyetlerinde Hazreti Zekeriyya'nın bu duası ve kendisinin Yahya isimli bir oğulla müjdelendiği anlatılmaktadır. Zekeriyya aleyhisselâm bu niyazı sırasında: "Rabbim! Sana duamda (bir istekte bulunduğumda) hiç red olunmadım" diyerek Allah'ın kendisine olan büyük lütuf ve ihsanlarını anmıştır. Nitekim bu sefer de duası kabul olunmuş, saçları ağarmış yaşlı bir insan olduğu ve üstelik hanımı da kısır bir kadın olduğu halde Hazreti Yahya ile müjdelenmiştir.

Hazreti Zekeriyya'nın hem küçük yaşta kendisine ilim ve hikmet bağışlanan sevgili oğlu Yahya aleyhisselâmın, hem de hanımının kızkardeşi olan Hanne'nin kızı Meryem'in yetişmesinde büyük emeği geçmiştir.  Hazreti Meryem'in bakım ve terbiyesini üstlenmiş, onun için Beyt-i Makdis içinde bir hücre yaptırıp orada dua ve niyaz içinde,  tertemiz bir hayat sürmesini sağlamıştır.

Sonunda kavmi olan nankör ve hain Yahudiler; Hazreti Meryem'in babasız olarak Hazreti Isa aleyhisselamı doğurması üzerine  Zekeriyya aleyhisselâma ağır iftiralar atmaya başlamışlar, gözleriyle gördükleri mucizelere rağmen onu öldürmeye kalkışmışlardır. Tehlikenin büyüdüğünü farkeden Zekeriyya aleyhisselâm bulunduğu yerden kaçmaya çalışmışsa da, gizlendiği ağacın içinde yakalanarak, bir testere ile başı hizasından kesilip hunharca şehid edilmiştir. 

Kur'an  âyetlerine ve  Hadis-i  Şeriflere göre Yahudiler,  kendilerine  gönderilen  pek  çok peygamberi şehid ettikleri gibi, vefatı sırasında hayli yaşlı olduğu bilinen Zekeriyya aleyhisselamı da böylece şehid etmiş, büyük zulümlerden birine daha imza atmışlardır.


 

Hz. YAHYA (30)


Yüce Allah'ın büyük peygamberlerinden biri ve Hazreti Zekeriyya aleyhisselâm'ın oğludur. Kendisine hikmet, kalp yumuşaklığı ve safiyet verilmiş; daha önce hiç kimseye verilmemiş olan Yahya ismi ile şereflenmiştir. Hazreti İsa'nın çağdaşı ve anne tarafından yakın akrabasıydı.


Yahya aleyhisselâm çok genç yaşta vaaz ve irşad görevine başlamış olup, Kudüs ve civarındaki insanları Allah'ın yüce dinine davet etmiştir. O Tevrat'ı tamamen bilen ve ona göre amel edilmesini isteyen bir nebî idi. Daha sonra İncil nazil olunca Hazreti İsa'nın şeriatı ile amel etmeye ve fetvalarını da buna göre vermeye başladı.


Dönemin idarecisi Vali Heredos bir Yahudi olmasına rağmen, bağlı bulunduğu Roma devletine yaranmak için kendi idaresi altında bulunan kimselere zulmeden hain ve zalim bir despottu. O, kendisinden başka kimseyi düşünmez, heva ve heveslerinin arkasında koşup, büyük günahlar içinde yaşardı. Kardeşinin kızını metres edinmiş, sonunda onunla evlenmek için Hazreti Yahya'dan bir fetva istemişti. Yeni şeriata göre bunun haram kılındığını bildiren büyük nebî istediği fetvayı vermeyince hemen onu tutuklatıp hapse atmıştı.

Önceleri Hazreti Yahya'nın halk nazarındaki itibar ve sevgisinden çekinerek kendisini öldürmekten korkan Heredos bir eğlence sırasında iyice sarhoş olmuş; bu arada huzurunda dans eden bir fahişenin isteği üzerine Hazreti Yahya'nın katledilmesi emrini vermiştir.

Hemen Yahya aleyhisselamın kapatıldığı hücreye giden cellatlar onun mübarek başını kesip bir tepsi üzerine koyarak getirmiş ve Heredos ile fahişesine takdim etmişlerdir.




SEZAR (44)


Hazreti İsa'nın doğumundan önceki 101 yılında dünyaya gelen Sezar (Caisus Julies Caesar) eski Roma'nın soylu ailelerinden birine mensuptu. Kendisini iyi yetiştirmiş; hatip, yazar ve yetenekli bir asker olarak temayüz etmişti. Genç yaşından itibaren Roma'nın başına geçip imparator olma isteği duymuş, çalışmalarını buna göre yürütmüştü. Uzun mücadelelerden sonra emeline kavuştu. 49 yaşına eriştiğinde o, artık bütün dünyanın tanıdığı, bir çok parlak zaferlere imza atmış, doğu ve batının bir çok devletini mağlup ederek Roma'nın sınırlarını akıl almaz derecede büyütmüş bir imparatordu.  Beş yıl süreyle Roma'nın tek hakimi olarak göründü.

Dinî ve siyasî bütün liderlikleri kendinde toplayarak, olağanüstü bir güç kazandı. Halk tarafından da sevilip sayılıyor, ağzından çıkan her söz kanun yerine geçiyordu.


Ancak yüksek Roma Senatosu'ndaki arkadaşları, onun bir tiran haline geldiğini görünce kendi aralarında gizlice anlaştılar ve senatoda yapılan bir toplantı sırasında Sezar'ı aralarında sıkıştırarak hançerlemeye başladılar. Kendisini öldürmeye çalışanlar arasında çok güvenip sevdiği ve evlatlık olarak yetiştirdiği Brütüs de vardı. Vücudunu delik deşik eden hançer darbeleri altında son nefesini verirken:


"Sen de mi Brütüs?" demiş ve bu sözüyle de tarihe geçmiştir.


Anadolu'yu fethettikten sonra söylediği "Geldim, gördüm, yendim" (Veni, vidi, vici) sözü de ona aittir.


Sezar öldürüldüğünde 57 yaşındaydı.




PAVLUS (Sen Pol) (67)


Hıristiyanlığın mimarı olarak kabul edilen Pavlus (Sen Pol) Tarsus'lu bir Yahudidir. Soydaşı Yahudilerin birçoğu gibi Hazreti İsa ve havarilerinin amansız düşmanlarından biri olarak kendini göstermiş, fakat daha sonra bu yeni dine girdiğini, Şam yolundaki bir seyahat sırasında isa'nın kendisine göründüğünü ve elçi olarak vazifelendirdiğini söylemiş; akıl almaz bir azim ve kararlılıkla icad ettiği dini yaymak için çalışmıştır.


Hazreti İsa'yı hiç görmediği bilinen Pavlus, havariler tarafından da şiddetle eleştirildiği halde yoluna devam ederek, "Teslis Akidesi"ni yaymak için uğraşmıştır. Ona göre Hazreti İsa Allah'ın oğludur.


Allah,  oğlu İsa ve Ruhu'l-Kuds üçlemesiyle gerçek bir şirk dini doğuran Pavlus, bir kısım araştırmacılara göre Hazreti İsa'nın tebliğleriyle köşeye sıkışıp yok olma tehlikesi geçiren Yahudiliği kurtarmak için böyle bir yol çizen, ikiyüzlü bir kimsedir.


Pavlus, davası uğruna uzun seneler hapis yatmış ve nihayet Roma'da, dönemin putperest imparatoru ve adamları tarafından, miladın 67. yılında, başı kılıçla kesilmek suretiyle öldürülmüştür.




NERON ( 68)


Dünya tarihinin en zalim ve eli kanlı hükümdarlarından biri olan Neron, Roma imparatorlarındandı.


Annesi, Agrippina isimli bir kadındı. Bu kadın, kocası öldükten sonra imparator Claidius'la evlenmiş, oğlu Neron'un imparator tarafından evlat edinilmesini sağlamıştı. Asıl maksadı ise bir yolunu bulup onu hükümdar yapmaktı. Nitekim bir süre sonra kocasını zehirleyerek öldürdü ve sentoyu da kendi safına çekip henüz 17 yaşında bulunan Neron'u imparator olarak ilan ettirdi. Acımasız bir katil olan Neron ise imparatorluğun asıl veliahdı olan üvey kardeşini hemen ortadan kaldırıp kendisini emniyete aldıktan sonra, devlet üzerindeki gücünü hazmedemediği annesini de öldürmekten kaçınmadı. Karısından boşanıp onu da öldürttükten sonra safahat alemleriyle gününü gün etmeye başladı. Hakkında en küçük şüphe duyduklarını hemen yok ediyor, evlerini ve sokaklarını beğenmediği Roma'yı yakıp yeniden inşa etmek istiyordu. Bir süre sonra bu çılgın emelini de gerçekleştirerek bütün şehri ateşe verip, evlerin ve insanların yanışını sarayının balkonunda lir veya keman çalarak seyretti. Şehir harabeye döndükten sonra yeni inşa faaliyetlerine girişti ve kendisi için "Alün Ev" dediği muhteşem bir saray yaptırdı. Yangının suçunu da, Petrus ve Pavlus önderliğinde gittikçe yayılmaya başlayan ilk Hıristiyanların üzerine atıp, onları da arenalarda vahşi hayvanlara parçalatarak keyifli günler geçirdi. Yakalanan asiler, geçeceği yol kenarındaki direklere sıra sıra bağlanıyor, reçine sürülmüş çıplak vücutları tutuşturulup yakılıyordu.


14 yıl kadar vahşetin her türlüsünü sergileyerek imparatorluk yapan Neron nihayet ispanya'da çıkan ve dalga dalga yayılarak bütün ülkesini kuşatan ayaklanmalar karşısında ne yapacağını şaşırdı ve kendisini hain ilan eden senatodan canını kurtarmak için Roma'yı terketti. Aldığı bütün tedbirlere rağmen yolda yakalandı ve azadlı bir köle tarafından hunharca öldürüldü.


Onun, yakalandığı sırada intiharı tercih ettiği yahut kaçtığı bir çölde vahşi hayvanlar tarafından parçalandığı da söylenmiştir.




MANİ (277)


Maniheizm adıyla bilinen bir dinin kurucusudur. M.S. 215 veya 216 yılında Irak'ta doğduğu,  kendisinin Hazreti Isa tarafından müjdelenen son peygamber olduğunu iddia ettiği bilinmektedir. Kaynaklarımızda eski İran, Mazdekizm, Süryanilik, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm karışımı ve güya bütün cihana şâmil, universal bir din ortaya koymak istediği nakledilmiştir.  Mani,  bunun için muhtelif kavimlerin dinî fikirlerini ve teolojik ıstılahlarını kullanmıştır.

Kısa zamanda etrafına büyük kalabalıklar toplamaya başaran bu yalancı peygamber, 26 Şubat 277 yılında, derisi yüzülerek öldürülmesine rağmen öğretilerinin tesiri devam etmiş; hatta aradan asırlar geçmesine rağmen 759 yılında tahta çıkan bir Uygur hakanı Maniheizmi resmî din olarak kabul ve ilân etmiştir. Yine kaynaklarımıza göre bu dinin üç büyük esası "elin, dilin ve belin muhafaza edilmesi" tarzında ifade edilen ahlâkî bir telakkidir.



İslâm dünyasında dalâlete sapmış fırkalara, yani Mani akidelerine kapılan kimselere "zındık" veya "mülhid" denilir.


Islamın Irak, Suriye, İran ve Türkistan topraklarına yayıldığı sıralarda burada yaşayan kimselerin pek çoğunun mani akidesine bağlı kimseler olduğu bilinmektedir. Bunların çoğunluğu İslâm'ı kabul etmişlerse de içlerinden bir kısmı, eski inançlarından kopamayıp, yeni dine bu batıl fikirleri bulaştırmayı istemişlerdir. Bu hususta birçok yalan yani (mevzu) hadis uydurulmuştur. Müslüman idarecilerin "zındık" adı verilen bu gruplarla uzun mücadeleleri tarih sayfalarını doldurmaktadır. Büyük hadis alimleri zındık ve mülhidlerin İslâm'a sokmak istediği batıl itikatları yıkarak, uydurdukları hadisleri ortaya çıkarmış, Mani akidesini kökünden yıkmayı başarmışlardır.




ATİLLA  (453)


Dünya tarihinin en büyük cihangirlerinden biri kabul edilen Batı Hun imparatoru Atilla, M.S. 400'lü yıllarda Orta Macaristan'da hüküm sürmüştür.



Bütün Almanya'yı fethederek inanılmaz zaferler kazanan Atilla, daha sonra İstanbul ve İtalya üzerine yürümüş, buraları da fethetmesi mümkünken anlaşmalarla geri çekilmiş; İtalya seferinden dönüşünde, 60 yaşında iken, yeni evlendiği genç bir kadın tarafından, zifaf gecesi, zehirlenerek öldürülmüştür.


Sabahleyin büyük imparatorun cenazesini görenler, bir iç kanama geçirdiğini, ağız ve burnundan kan gelerek öldüğünü anlamışlardır. (M.S.453)


Mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.




Hz.YASİR  (r.a.)  (612)


Peygamberimize iman eden ilk Müslümanlar arasındadır. Hazreti Sümeyye'nin kocası, büyük sahabi Hazreti Ammar'ın babasıdır. Mekke'ye, Yemen'in bir köyünden gelmiş, burada Sümeyye isimli bir cariye ile evlenmiş ve oğlu Ammar'la birlikte topluca Müslüman olmuşlardır. Kendilerine ağır işkenceler uygulanarak islâm'dan döndürülmek istenmelerine rağmen, büyük sabır göstererek direnmişler ve Resûlullahın: "Sabrediniz ey Yasir ailesi! Allah'ın size va'dettiği Cennettir" sözü üzerine dinlerinden vazgeçmemişlerdir. Sonunda Mekke reislerinden, müşriklerin lideri Ebû Cehil; işkence edilmek üzere kızgın kumlar üstüne yatırılarak elleri ve kolları bağlanan Yasir ve Sümeyye'yi, mızrağı ile vurarak şehid etmiştir. Yasir ve Sümeyye İslâm'ın ilk şehidleri olarak kıyamete kadar şeref ve hayırla anılacaklardır. Kendilerini hunharca katleden Ebû Cehil de Bedir Harbi'nde başı kesilmek suretiyle Cehenneme gönderilmiştir.



EBÛ CEHİL (624)


islâm'ın azılı düşmanlarından biri ve Kureyş müşriklerinin liderlerindendir. Asıl ismi Amr İbni Hişam, künyesi Ebu'l-Hakem'dir. İslâm'a ve Müslümanlara olan düşmanlığı sebebiyle, peygamberimiz, onun künyesini Ebû Cehil şeklinde değiştirmiştir. Rivayetlere göre çirkin suratlı, şaşı ve ahlakî zaaflarla dolu bir kimse idi. Mekke dönemi boyunca Müslümanlara eziyet etmiş, onlar içinde zayıf ve kimsesiz bazı kimseleri öldürmüş veya kışkırttığı kimselere öldürtmüştür. Acımasız, zalim ve inatkâr bir kimse idi. Bedir Harbi sırasında, Kureyş müşriklerinin lideri olarak savaşırken Muaz ile Muavviz isimli iki ensarlı genç tarafından vurularak atından düşürülmüş,  tam  ölmek üzereyken başucuna gelen ve daha önce kendisine akıl almaz zulümleri reva gördüğü Abdullah İbn-i Mesud'a bakarak: "Sizin öldürdüğünüz kimse yüksek kimsedir!" diye övünmeyi sürdürmüştür.


İbn-i Mesud (r.a.) konuyla ilgili olarak şunları anlatmıştır: "Ben vardığımda Ebû  Cehil'i  son  nefesinde buldum, ayağımı boynuna basarak: 'Ey Allah'ın düşmanı! Allah seni hor ve zelil kılsın' dedim. Ebû Cehil: 'Niye beni horluyorsun? Sizin gibi adamların öldürdüğü kişi hakir olur mu?' dedi. Ben de onun başını kopartıp sürüyerek Resûlullah'ın huzuruna getirdim."



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

31 Mart 2023 Cuma

CİHAN HAKİMİYETİ ANLAYIŞINI TAMAMLAYAN UNSUR: TÜRK ORDUSU

 

Türklerde Ordu


Bozkır hayat şartları kendine en uygun orduyu çıkarmıştır. Eli silah tutan herkesin asker, her askerinde her an savaşa hazır olduğu bir ordu söz konusudur. Eski Türk ordusunu diğer bütün yerleşik ve orman kavimlerinin ordularından ayıran temel özelliklerinden biri de ücretsiz oluşu, daimi olması ve süvarilerden kurulu bulunmasıdır.


Askerî olarak düzenli ordu ile onlu teşkilat ilk kez Mete Han (Mete) tarafından kurulmuştur. Mete Han, bir tümen (on bin kişi)’nin komutanıydı. Kaynaklarda onun için “demir disiplinli” ibaresi geçmektedir. Yabancılar bu disipline hayran kalmışlardır.


Türk ordusunda asker olanların hemen hepsi “süvari”dir. Türkler uzun süre atın üzerinde bulunur, atın üzerinde yer-içer ve sohbet ederlerdi. Kız-erkek küçük yaştan itibaren eğitilir, büyüdüklerinde hem savaşa katılmada hem de atı sürebilmede yetenekli olurlardı. Kaynaklarda süvarilerin atlarını dizleri ile yönettikleri anlatılır. Çünkü kolları ok atmak için çalışmaktadır. Ata, deve ve fil gübresi koklatarak savaş sırasında korkmamasını sağlarlardı. Yine ata kişnememeyi öğreterek onun böylece plan-pusu alanını belli etmemesini sağlarlardı. At ile sahibi iç içe olduklarından ve birbirlerini dost-adaş kabul ettiklerinden sahibi öldüğünde atın ağladığı kaynaklarda anlatılmaktadır.


Türklerde ordular daimi idi. Sürekli olarak her asker ordunun bir unsuru durumundaydı. Her an tehlikeye açık bozkır hayat şartları bunu gerektiriyordu. Yaptıkları her türlü spor, eğlence ve avlanmalar askeri eğitim özelliği taşıyordu. Her türlü faaliyet, iyi savaşçılık özellikleri kazanma üzerine kuruluydu. Askerî-idarî unvanları taşıyanlar emirlerindeki askeri güçlerle her zaman savaşa hazır kumandanlardı. Hükümdarların özel muhafız kıtalarının dışındaki kuvvetler (merkez orduları), yüksek görevdeki bir devlet adamının sorumluluğu altındaydı.


Eski Türk devletlerinde ordu yukarıda da ifade ettiğimiz üzere 10’lu teşkilat üzerine kurulmuştu. En büyük askeri birlik olan 10 bin kişilik kuvvete tümen adı veriliyordu. Tümenler 1000’lere, 100’lere, 10’lara ayrılmış olup başlarındaki komutanlara, Tümen başı, bin başı, yüz başı, on başı gibi unvanlar takdim ediliyordu. Bu onlu sistem Türk tesirine giren yabancı topluluklarda da görülmektedir.


Bütün yerleşik kavimlerde görülen hareketsiz kitle muharebesi usulüne göre yetiştirilmiş, ağır teçhizatlı orduların aksine hafif silahlı ve hareketli süvarilerden oluşan Bozkır Türk ordularının uyguladığı hızlı, ani ve şaşırtıcı hücumlara dayanan savaş sisteminde birlikler arasındaki bağlantı bu şekilde sağlayabiliyordu. Ayrıca sol ve sağ (doğu ve batı) başbuğlarının yüksek idaresi altında eğitilen ve onların emirleri altında savaşa katılan ordunun 10’lu sisteme bağlanması, eski Türk devletlerini sosyal açıdan kabilevî (ayrılıkçı) kalıptan kurtararak, devlet bütünü haline getiriyordu. Neticede devletin bütün gücü barışta ve savaşta ortak gayeler etrafında birleşiyordu. Bu durum aslında bodunlar ve boyların sıkı işbirliğinden doğduğu açıkça görülen Türk devletlerinde sağlamlık ve devamlılığı sağlıyordu.


10’lu sistemin sosyal ve idari açıdan çok önemli iki fonksiyon icra ettiği anlaşılmaktadır. Birincisi devlet güçlerinin tümünün boy, soy ve benzeri ayrılıklarına bakılmaksızın 10’lu sisteme bölünerek, merkezden tayin edilen kumandanlar aracılığı ile en üstte tek sevk ve idareye bağlanmasıdır. Bu durum herkesin birbirine yardımcı olduğu millet birliğini meydana getiriyordu. İkinci olarak bütün idari görev sahipleri aynı zamanda asker olduklarından, ordunun görev ciddiyeti her türlü sivil, idari birimlere yansıdığı için devlet mekanizması askeri disiplin içinde çalışıyordu. Böylece eski Türk devletinin askeri karakteri ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Türklere neden asker (ordu) millet denildiği anlaşılmaktadır. Eski Türk topluluğu iki temel unsura dayanıyordu: biri aile diğeri ordu; devlet denilen kurum da bunun teşkilatlanmış hali idi.


Bu sisteme dayalı olmak üzere Asya Hun, Avrupa Hun, Kök-Türk, Uygur gibi çok geniş alana yayılan Bozkır Türk devletleri kurulmuş ve dünya tarihi sahnesinde mühim roller oynamışlardır. Türk orduları kuruluşları, kıyafetleri, savaş taktikleri ve sair sebepler yüzünden düşmanları tarafından fazla abartılmış, özellikle sayıları hakkında mübalağalı rakamlar verilmiştir.


İslâmiyetten önceki devrede Türk ordularında önemli faaliyetler için özel birlikler de bulunmaktaydı. Savaş zamanında düşman ordusunun durumunu öğrenmek için bir keşif kolu gönderilirdi. Bu keşif koluna yelme denirdi. Karahanlılarda ise tutgak adı verilirdi. Yine Karahanlılarda İslâm öncesinin devamı olarak görülen birlikler vardı. Onlarda öncü birliklere Yezek adı verilirdi. Gece düşmanın ordugâhına baskın yapan birliğe ise akıncı denmekteydi. Ordugâhı koruyan nöbetçiler sakçı adlandırılırdı. Sakçılar düşman casuslarının sızmasına ve sabotaj faaliyetlerine karşı im (parola) kullanmaktaydılar. Parolayı bilmeyen kimse öldürülmekteydi.


Düşmanlarının baskın hareketlerine karşı son derece dikkatli olan eski Türkler, düşman faaliyetlerini önceden öğrenebilmek için gözetleme kuleleri yapmışlardı. Bunlara da kargu (kargug) denirdi. Aynı kulelere küzet, içindeki nöbetçilere de küzetçi (közetdeçi/közetküçi) adı da veriliyordu.


Gözetleme kulelerinin yerleri genellikle çevreye hâkim tepelerden seçilmekteydi. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre gözetleme kuleleri minare biçiminde yapılmaktaydı. Düşmanın durumu, kulelerde yakılan ateşler (gece) ve ateşlerden çıkan dumanlar (gündüz) vasıtasıyla haber veriliyordu. Gündüz dumanların 170 km. mesafeden görülebildiği, günümüzde uygulamalı tespitlerden anlaşılmıştır.


Türk ordusunun asker sayısının zamana ve duruma göre değişmesi gayet normaldir. Çünkü askerin sayısı, devletin gücüyle doğrudan bağlantılıdır. Ancak, kaynaklarda kaydedilen bazı rakamlara tesadüf edebiliyoruz. M.Ö.199 yılı civarına ait kayıtlarda Asya Hun Hakanlığının asker sayısı 400 bin olarak gösterilmiştir. Aynı durumu Kök-Türk hakanlığının çok güçlü olduğu 560, 621, 698’li yıllarda da görebiliyoruz. M.Ö.199 tarihinde gerçekleşen ve kaynaklara geçen, meşhur kuşatma kaynaklara ilginç bir biçimde geçmiştir. Yani Çin imparatoru Kao-ti’nin, Büyük Hun hükümdarı Mete tarafından Pe-teng kalesinde kuşatıldığı esnada ordunun düzenlenmesi anekdotal tasvir edilmiştir. Buna göre doğudaki yüz bin askerin atı demir kırı (gri), güneydeki yüz bin süvarinin atı doru, batıdaki yüz bin süvarinin atı ak (beyaz), kuzeydeki yüz bin süvarinin atı kara yağız renklerden oluşmuştu. Biraz mübalağalı görülen bu düzenlenme biçimi daha çok kozmolojik düşünce sistemine uygun sıralanmıştır.


Türk savaş taktiklerinde hile geçerlidir. Genelde harekât, az kuvvetle çok düşman nasıl bertaraf edilebilir, üzerine kuruludur. Çinliler Türklere yenile yenile bu taktiği öğrenmişler ve M.Ö. II.yüzyılın sonlarında bir Çinli general bu taktikle Hunları yenmiştir. Türkler bu taktiği Malazgirt,  Niğbolu, Mohaç gibi savaşlarda da kullanmışlardır. Bunu yanında Türkler, uzun süre dayanabilen, heybelerinde saklayabilecekleri kurutulmuş eti (pastırma), kurutulmuş ekmek (peksimet)’i icat etmişlerdir. Bunlar daha sonra Çin’e ihracat ürünü olmuştur.


Türklerde savaştan önce keşif hareketleri olur, akınlar yapılır, nerede ne var bilinirdi. Daha sonra yıpratma savaşlarına geçilir, burada Türk akıncıları dolaşır ve düşmana vur-kaç halinde saldırırlardı. Bunun yanında bölgedekileri psikolojik korku ile yıldırırlardı. Düşmanın geldiğini öğrenmek için “karguy” adı verilen ateş kuleleri yapılmıştır. Çin ordusunun hareketi ateş ile iletilirdi. VI. yüzyılda Batı Roma, Gotlara karşı “turan taktiği”ni uygulamıştır.


Diğer bir taktik de iki ülke arasında boş yer bırakmaktır. Bu boşluk at gidişi ile 5 günlük mesafedir. Böylece Türkler kendilerine karşı yapılacak ani baskınların önüne bu şekilde geçmişlerdir.


Türk süvarisinin elbiseleri tunik tarzı cekete benzer bir kıyafetle, pantolon, çizme ve keten gömlekten oluşmaktaydı. Latin ve Bizans kaynaklarında bu elbiselerden ve süvarilerin at biniciliğinden söz edilmiştir. Nitekim daha sonraki dönemlerde bu giyim tarzı, Avrupa’ya da geçmiştir.


Bizans Devleti, Türk ordusunu incelemiş, silahlarını gözlemlemiştir. Üç Bizans imparatoru buna dair eser yazmışlardır. “Taktika Strategos” isimli eserler meydana getirerek kendi ordularına bir nevi askeri stratejiler ve giyim ile teçhizat konusunda el kitabı hazırlamışlardır.


Türk Silahları


Türk milleti ve ordusunun en önemli silahı ok ve yaydır. Sonra mızrak, kalkan, bıçak, kılıç, gürz vs. görülür. Türkler daha sonra “refleks” adı verilen bir yay icat etmişlerdir. Yayın gerginliği ile bir miktar menzil elde edilirken, yay tersine çekilerek daha gergin olmakta ve okta daha hızlı gitmekteydi, böylece menzil artmaktadır. Bazı kaynaklarda Türklere mahsus “ıslık çalan ok” tan bahsedilmektedir. Bu ok’un yaydan çıkmasıyla beraber yüksek hızdan dolayı çıkardığı ıslık sesi nedeniyle bu şekilde adlandırıldığı ifade edilmektedir.


Savaş araç ve gereçleri bakımından da eski Türk ordusu, diğer milletlerden farklı idi. Özellikle süvari ve süvarilik üzerine kurulu olduğunu söylediğimiz ordunun temel dayanağını at oluşturuyordu.


Türklerin atı çok iyi eğitmeleri ve savaş alanlarında kullanmaları askeri faaliyetlere yön veriyordu. Aslında çok iri olamayan Türk atı kaba kıllı, son derece dayanıklı, çevik ve süratliydi. Türkler bütün işlerini atları vasıtasıyla yapıyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesiyle, kuş için kanat ne ise Türk için de at o idi. Bundan dolayı her çadırın önünde daima koşumlu bir at hazır bulunmuştur.


Atı ilk evcilleştiren ve savaş alanında kullanan millet Türklerdir. Komşularına özellikle Çinlilere süvari tekniği Türklerden geçmiştir. M.Ö. 307 yılında yaptıkları bir reformla hareket kabiliyeti az, ağır savaş arabalarını hizmetten kaldırarak, Hunlarınki gibi hafif süvari birlikleri oluşturmuşlardır.


At binicisine son derece yüksek hareket yeteneği, sürat ve manevra üstünlüğü sağlıyordu. Türklerin büyük devletler kurarak geniş sahalara ve birçok kavme hükmedebilmeleri at sayesinde mümkün olabiliyordu. Türklerde devlet at üzerinde kurulmakta ve at üzerinde yönetilmekteydi.


Avrupa Hunları hakkında Bizanslıların tuttuğu kayıt ilginçtir: “Atlarına ȃdeta yapışmış gibi binen Hunlar, tabii ihtiyaçlarını gidermek için dahi atlarından inmezlerdi. At sırtında alış-veriş yaparlar, yerler içerler; hatta atın ince boynuna sarılarak uyuyabilirler ve güzel rüyalar görürlerdi. At sırtında istişare etmek suretiyle önemli kararlar verirlerdi.” Çocuklar daha küçük yaşlarından itibaren ata binmeyi öğrenirlerdi. Üç-dört yaşındaki çocuklar için dahi eyer takımları vardı. Daha da önemlisi annesinin yardımından yeni kurtularak ayakta duran bir Hun çocuğunun yanında eyerlenmiş at hazır bulunurdu.


Binit ve koşum takımları olarak da epey zengin idiler. Bunları başında gem (oyan), yular (burunduk, tin) eyer (eder) ve üzengi gelmekteydi. Gem ve yular, atı sevk ve idare etmek için kullanılmaktaydı. Gem sadece atlara takılırdı. Yular ise, hem atlar için, hem de arabaya koşulan hayvanlar için kullanılırdı. Eski Türk gemi, genellikle ahşap olup, üzeri stilize edilmiş, hayvan figürleriyle süslüydü. Ahşap kısmı birçok parçadan oluşmaktaydı. Bu parçalar, tespih taneleri gibi içeriden açılmış deliklerden geçirilen bir sırımla birbirine bağlanmaktaydı. Gem esas olarak ağızlık (gem), askı ve dizgin (çetgen) olmak üzere birbirini tamamlayan üç kısma ayrılırdı. Atın burnunun ve alnının üst kısmında birleştirilmiş olan askı, ağızlık kısmının sabit durması için başka bir halka gibi geçirilmekteydi. Dizgin ise atın ağzının iki yanında bir halka ile geme bağlanmaktaydı. Binici dizgin vasıtasıyla atı idare ederdi.


Bununla beraber binit ve koşum takımın en önemli unsurlarından biri de eyer idi. Eyerin üstü içe doğru hafif kavisli olup, ön ve arka kısımlarında yastık gibi bir çıkıntı veya iki çıkıntı bulunurdu.


Köpçük adı verilen çıkıntılar, binicisinin ileriye ve geriye doğru kaymasına engel olmaktaydı. En önemli fonksiyonunun binicinin rahatını ve dengesini sağlamak olan eyer, atın tam sırtına oturtulmaktaydı. Yalın olarak kullanılmayan eyerin hem altında hem üstünde örtüler bulunurdu. Altındaki örtüye terlik veya örtük üstünde bulunan örtüye belleme denmekteydi. Genellikle terlik keçe, belleme halı türünden bir örtü idi.


Atın iki yanında eyere sırımla bağlı üzengiler vardı. Binici buraya ayağını koyardı. Binicilerin dengesini sağlayan üzengileri sabitleştirmek için kolan (orgun), kuskun (kudurgun) ve göğüslük (kömüldürük) kullanılmaktaydı. Kolan yünden örülmüş enli bir kuşaktı. Bu kuşak atın karnının altından, kuskun da kuyruğunun altından geçirilerek eyere bağlanmaktaydı. Göğüslük ise atın göğsünde birleşen üç kayış olup, bu kayışların iki ucu eyere, bir ucu da kolana monte edilmekteydi. Kayışların göğüste birleştiği yere, bazen bir nazarlık takılmaktaydı. Binici kuskuna yancık adı verilen yiyecek torbasını asmaktaydı. Kolan ve kuskun binicinin ani duruşlarında veya sağa sola manevralarında eyerin bulunduğu yerde dönmesini ve ileri kaymasını önlemekteydi. Önemle vurgulamak gerekir ki Avrupalılar, at ile ilgili teknik malzemelerin pek çoğunu olduğu gibi üzengi’yi de Türklerden özellikle Avarlardan öğrenmişlerdir. Avarların VI- VII. asırlarda Doğu Avrupa sahasında bulundukları dönemlerde Batılı toplumların bundan çok etkilendiğini söyleyebiliriz. Sosyal, kültürel, sanat ve askeri alanlarda Avar Türklerinden çok istifade etmişlerdir.


Binit ve koşum takımları, genellikle deri ve ahşaptan yapılmaktaydı. Her binit ve koşum takımı aynı özellikte ve değerde değildi. Beylere ait özel yapılmış bazı binit ve koşum takımı vardı. Mesela ünlü Kök-Türk devlet adamı Tonyukuk’un anıt mezarında yapılan kazıda bu devlet adamına ait altından bir binit ve koşum takımı bulunmuştur. Kazıyı yapan bilim adamının raporunda adı geçen bu binit ve koşum takımları kayıplara karışmıştır. Bugün nerede olduğu bilinmemektedir.


Eski Türkler silaha tolum, silah kuşanmaya da tolummanmak veya tolumlanmak diyorlardı. Eski Türk askerleri seferlerde ve savaşlarda silahlarını ve yiyeceklerini yanlarında taşırlardı Hâlbuki başka ordular, silahlarını ve yiyeceklerini taşımak için binlerce araba kullanıyorlardı. Türkler, at üzerinde dörtnala giderken oklarını önlerinde, arkalarında ve yanlarında bulunan hedeflere isabetli şekilde atmaktaydılar.


Avrupa Hunlarının çağdaşı Romalılar, Hunların başarısını iyi ok atmaya ve iyi ata binmeye bağlamışlardır. “ Antik devirde hiçbir zaman at ile süvarisi arasında bu derce büyük bir uygunluğa rastlanmamıştır. Hunlar atları üzerinde sanki çivilenmiş gibi otururlar, sanki bir araya yapışmışlardır, sanki bir arada büyümüşlerdir. Romalıların gözünde onların atları çirkin fakat dayanıklıydı. Bu atlar inanılmaz iş gücüne sahip bir bozkır ırkıydı. Karların altında yiyecek bulurlardı. Daima bol sayıda atlarla hareket ederler bindikleri yorulduğunda dinlenmiş atlarla değiştirirlerdi. Bir Hun süvarisi beklenmedik bir yerde aniden ortaya çıkardı”.


Eski Türk kurganlarından çeşitli silahlar açığa çıkarılmıştır. Bunların başında uzaktan savaş silahı olan ok ve yay gelmektedir. Ok genellikle temren, ahşap çubuk ve yelek gibi kısımlardan meydana geliyordu. En eski Türk oklarının temreni kemikten yapılıyordu. Daha sonra kemiğin yerini demir almıştır. Bundan dolayı ok ucuna demirden yapılmış anlamında temürgen yani temren adı verilmiştir. Ayrıca ok ucuna başak da denilmekteydi. En çok kullanılan temren üç dilimli idi. Ayrıca düz, yivli veya çengelli temrenler de vardı. Bunlardan en tehlikelisi çengelli temrenler idi. Atılan ok insanı öldürmemiş, yani yaralı bırakmışsa, okun çıkarılması sırasında çengelli temren yaralıda büyük hasar yapmaktaydı. Türklerin kesme (enli temren), yasıç (yassı ve uzun) adını taşıyan temrenleri de vardı. Eğitim amacıyla yapılan temrensiz oklara kavla denirdi.


Bazen temrenin üzerinde ortada birleşen delikler açılarak, hedefe giderken ses yani ıslık çıkaran oklar yapılmaktaydı. Bu oklar Osmanlı döneminde de kullanılmış olup, bunlara Çavuş Okları adı verilmekteydi. Söz konusu oklar daha çok işaret vermek veya hedef göstermek için kullanılmaktaydı. Çavuş oklarını ilk bulan ve kendi birliklerinde kullanan Asya Hun hükümdarı Mete’dir.


Okun ahşap çubuğu genellikle huş (koguş) ağacından yapılırdı. Ahşap çubuğun arkasına da yelek ilave edilmekteydi. Bundan maksat okun hedefe giderken dengesinin bozulmamasını, yani dosdoğru gitmesini sağlamaktı. Bu tür oklara yüklüg ok denilmekteydi.


Oku hedefe fırlatma aracı olarak kullanılan yay, genellikle son derece sert ve sağlam bir ağaç türü olan kayın ağacından yapılırdı. Yayın iki kısmı vardır. Biri sert ve sağlam bir ağaçtan yapılan veya boynuzdan yapılmış kavisli kısım, diğeri öküz bacaklarının sinirinden veya hayvan bağırsağından yapılmış gerilen kısmı. İkinci kısma kiriş denmekteydi. Kiriş yani sinir kısmı, kavisli ahşabın iki ucuna bağlanmak suretiyle yay meydana getirilmekteydi. Yayın üstüne sırım (ince deri parçası) veya sinir sarılmaktaydı. Bundan maksat, yayın direncini artırmak, hem de kuruyup evsafını yitirmemesini sağlamaktı. Ayrıca esnekliğini koruması için yayın üzerine zamk da sürülmekteydi.


Ok çubuğunu arka kısmının tam ortasında gez (kez) adı verilen bir kertik bulunmaktaydı. Gez vasıtasıyla kirişe yerleştirilen ok, yayı bir elle tutmak ve diğer kirişi germek suretiyle kullanılan çift kavisli refleks yaylar idi. Bu yaylarla atılan okların öldürme gücü çok yüksekti. Ok menzili yaklaşık 660-684 m idi.


Hunların, Doğu Avrupa’ya hiç tanınmayan yayları getirmeleri “sihirli silahları” şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur. Hunların yaylarını pekiştirmek için kullandıkları bazı kemik safihalar İtil, Özi ve Kerç bölgelerinde bulunmuştur. Yayın ölçüleri konusunda değişik bilgiler bulunsa da en büyüklerinin 160, hatta 140-150 cm boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Avar oklarının ise 120-130 cm uzunluğunda olduğu bilinmektedir. Ancak, bazı mezarlarda daha küçük boyutlarda ok ve yaylara da rastlanmıştır. Kafkaslardan Orta Avrupa’ya kadar I. ve V. yüzyıllara ait ok ve yayların kökeni Moğolistan ve Baykal Gölü civarında ortaya çıkmaktadır. Yay tıpkı sadak gibi omuza asılmak suretiyle taşınmaktaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse ok ve yay Türk savaşçısının daima elinin uzanabileceği bir yerde bulunurdu. Herkesin her an savaşa hazır olduğu bir toplumda, bu durum kendini daima güvende hissetmesini sağlıyordu.


Eski Türk kurganlarında kılıç, meç (kısa kılıç), mızrak (kargı, süngüg), kısa mızrak (kaçut, bıçak) hançer (bügde/bükte), gürz (topuz), kamçı (berge), tolga, börk ve kement (ukruk) gibi çeşitli yakın savaş silahları bulunmuştur. Bunlardan kılıç, Türk savaşçısının en çok kullandığı silah idi. Türk kılıçlarının kabzaya yakın kısmı düz, uca yakın kısmı ise hafif kavisliydi. Bu rast gele verilen bir eğrilik olmayıp, savaşçının vurduğu darbede bütün gücü burada toplardı. Bu durumdan dolayı Türk kılıcının darbe özelliği çok yüksekti.


Genellikle ahşap olan Türk kılıçlarının kabzaları (boyın), sade ve yalın değildi. Kabzaların başı, bazen Türklerin hayatında önemli bir yer tutan kurt başları şeklinde yapılarak, kılıçlara sanat eseri özelliği kazandırılıyordu. Kabzaları muhtelif kıymetli taşlarla ve altın kaplama ile süslüdür. Diğer silahlardan mızrak ölülerin mezarları üzerine dikilmiş olarak rastlanır. Kılıçlar kın adı verilen bir çeşit kılıf içinde taşınmaktaydılar. Kılıç kını bir halka ile savaşçının kemerine asılmaktaydı. Kılıç çekmekte kolaylık sağlamak için kılıç kınının yeri sol tarafta bulunmaktaydı.


Eski Türk hayatında bıçak, hem günlük hayatta, hem de savaşlarda en çok kullanılan eşyalardan idi. Türklerin çok çeşitli bıçakları vardı. Bunlardan en çok dikkat çekeni her iki tarafı kesen kıngırak adlı bıçaktır. Türkler bu tür bıçağa bugün kama adını vermektedirler.


Türk savaşçılarının çeşitli savunma silahları da vardı. Bunların başında kalkan (tura), zırh (yarık) ve tolga (tulga, yaşuk/aşuk) geliyordu. Kalkan genellikle deri, ahşap ve demir gibi silah darbelerine dayanıklı maddelerden yapılmaktaydı. Zırh ve tolga ise deri ve çeşitli madenlerden imal edilirdi. Türkler iki çeşit zırh kullanmaktaydılar. Bunlardan biri kübe yarık, diğeri say yarık adıyla anılmaktaydı. Kübe yarık bütün vücudu örten zırh idi. Say yarık ise sadece demir göğüslükten ibaretti.


Saldırı Yöntemleri


Türk savaş sistemi hareket ve sürat üzerine kuruluydu. Bunu sağlayan da hiç şüphesiz atın evcilleştirilmesi, ehlileştirilmesi ve eğitilmesi idi. Süratin savaştaki önemini keşfeden millet gerek Avrupalı gerekse diğer milletlerin tarihçilerine göre Türklerdi. Geniş bozkır coğrafyalarını kısa sürede aşmanın başka da yolu yoktu. Kısaca Türkler, atın sağladığı sürat ve hareket kabiliyeti sayesinde karşı konulmaz bir güce ulaşmışlardır.


Türk savaş sisteminde müstakil ve hareketli birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Bu birlikler, savaşta tam bir hareket serbestliği içinde sık sık dağılmakta ve birleşmekteydiler. Savaşçılar da at üzerinde süratle giderlerken öne, arkaya ve yanlara isabetli ok atışı yapabilmekteydiler.


Irmakların, vadilerin ve tepelerin sağladığı avantajlardan azami ölçüde yararlanmak, ȃdeta savaş taktiğinin bir parçası idi. Türkler, savaşta kendilerine avantaj sağlayacak stratejik yer ve mevkileri düşmana kaptırmamaya büyük özen gösteriyorlardı. Bundan dolayı savaş meydanına düşmandan önce gelmeyi ve stratejik mevkileri tutmayı hiçbir zaman ihmal etmezlerdi.


Türklerde savaş için ayın birinci ve ikinci yarısı, zamanın gece ve gündüz, havanın da yağışlı ve yağışsız olması gibi durumlar çok önemliydi. Bu konuda onlar, kendileri için en uygun zamanı seçmekteydiler. Mesela Hunlar, genellikle ayın ilk yarısında hücuma geçmekte idiler. Ayın ikinci yarısında da geri çekilmeye başlarlardı. Sürpriz baskınlarda da özellikle ayın dolun (bedir) halde bulunduğu geceyi tercih etmekteydiler. Çünkü bu durum düşmanı en pasif halinde basabilmek için kendilerine büyük avantaj sağlamaktaydı. Öte yandan Türkler, yağmurlu havalarda savaşmaktan daima çekinirlerdi. Çünkü yağmurda yayın üzerindeki zamk erimekte, kiriş gevşemekte ve bu durum da yayın kullanılmasını son derece güçleştirmekteydi. Hatta bu durum savaşı bırakmayı ve geri çekilmeyi bile zorunlu kılmaktaydı. Daha sonraki dönemlerde yağmurda erimeyen zamklar yapılmış ve yağmur yağdığı zamanlarda da savaşılmıştır.


Yıldırma Ve Yıpratma


Türkler savaşa önce düşmanın maneviyatını bozmakla başlıyorlardı. Bu konuda en çok başvurdukları yöntem korkutma idi. Çünkü savaşın gidişi ve sonucu üzerinde korkunun çok büyük etkisi vardı. Her şeyden önce korku, düşünceyi ve hareketi bozmakta, iradeyi zayıflatmakta, azmi ve cesareti kırmakta ve savunma gücünü azaltmaktaydı. Korkunun insan üzerindeki bu gücünü ve etkisini çok iyi bilen Türkler, amaçlarına ulaşmak için korkutmayı ustalıkla kullanıyorlardı. Bunun için onlar daha sefere çıkmadan önce kendileri hakkında korkunç rivayetler (psikolojik harekât) yaymak suretiyle düşmanlarının arasına büyük korku salıyorlardı. Bu faaliyet, düşmanla karşılaşıp yüz yüze gelince daha başka şekillerde devam ediyordu. Mesela onlar, küçük gruplar halinde beklenmedik zaman ve yerlerde yaptıkları sürpriz saldırılarla bir taraftan düşmana maddi kayıplar verdiriyorlar, diğer taraftan yeri göğü inleten korkunç naralar atarak, tüyler ürperten çığlıklar çıkararak ve ağır tehditler savurarak, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyorlardı.


Türkler savaşın yıldırma ve yıpratma safhasında daima uzaktan savaşmayı tercih ediyorlardı. Bu hiç şüphesiz akıllıca bir davranış idi. Çünkü Türkler uzaktan savaşta bir taraftan ağır kayıplar verdirirken diğer taraftan kendileri için kan kaybını büyük ölçüde azaltıyorlardı. Türklerin uzaktan savaş için kullandıkları yegâne silah, çok uzak mesafelere isabetli attıkları ok idi. Onlar, atları üzerinde ȃdeta uçar gibi süratli bir şekilde saldırırlarken, bütün oklarını düşman üzerine boşaltmaktaydılar. Yağmur gibi yağan oklar karşısında düşman ordusunun ön safları da ȃdeta tırpan yemiş otlar gibi birer birer yere serilmekteydi (Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre). Bu hareket düşman ordusunu maddeten ve manen çökertinceye kadar devam ederdi.


Öte yandan Türk birliklerinin yaptıkları keşif seferleri ve akınlar da bir bakıma düşmanın gözünü yıldırmak ve yıpratmak amacını güdüyordu. Türkler, özellikle gözlerine kestirdikleri ülke üzerine büyük bir sefer hareketine girişmeden önce birçok defa keşif seferi ve akın yapmaktaydılar. Bu arada küçük akıncı birlikleri düşmanın yığınak merkezlerine, önemli yol kavşaklarına, yiyecek ve malzeme depolarına yüzlerce baskın düzenlemekteydiler. Bu baskınlar düşmanı takatsiz düşürünceye kadar devam ederdi.


Sahte Geri Çekilme


Türk savaşçıları oklarını boşaltıp düşman ile yüz yüze gelince, mızrak, gürz ve kılıç gibi yakın savaş silahlarını kullanıyorlardı. Böylece taraflar arasında kanlı bir boğuşma başlıyordu. Fakat yüz yüze çarpışma çok uzun sürmüyordu. Bu arada Türk komutanları düşmanın savaş gücünü ölçüyorlardı. Eğer Türk komutanları bu ilk yüz yüze çarpışmada baş edemeyecekleri bir kuvvetle karşılaştıklarında anlamışlarsa, birliklerine süratle geri çekilme emrini veriyorlardı. Bundan amaç düşmanın saflarının bozulmasına ve emir-komutanın yitirilmesine sebep olmaktı.


Sahte geri çekilme büyük bir sürat içinde gerçekleşiyordu. Bu arada Türk savaşçıları, tıpkı saldırıda olduğu gibi, atları üzerinde geri dönüp oklarını aynı isabetle atarak arkalarından gelen düşmana kayıplar verdiriyorlardı. Bu durum pusunun kurulduğu yere kadar devam ediyordu.



Pusuya Düşürme ve İmha


Pusu, Türk savaş sisteminin son safhası idi. Pusu kurulacak yer önceden belirlenmekteydi. Pusu yeri için genellikle iki tarafı dağlık derin vadiler ile ormanlık, bataklık, çöl ve uçurum kenarları gibi belirli özellikleri olan arazi parçaları seçilmekteydi. Savaştan önce bazı birlikler burada pusuya yatmaktaydı. Sahte geri çekilme ile pusu yerine çekilen düşman, burada kıskaç veya çember içine alınmaktaydı. Bundan sonra düşman birkaç saat içinde tamamen imha ediliyordu. Yıldırma-yıpratma, sahte geriye çekilme ve pusu ile imha kadim Turan Taktiği, Sahte Ricat veya Kurt Kapanı stratejisinin safhalarıdır. Bu strateji Türk ordusunu dünyanın en iyi ordusu statüsüne çıkartmıştır. Bu taktiğin iki temel unsuru vardır o da at ve süratli hareket etme yani çok hızlı olmadır.


Bu yöntemlerin dışında ırmak veya bir nehirden geçiş sırasında saldırı ile arkadan saldırı taktiklerini de uygulamışlardır.



Savunma Yöntemleri


Çöle Çekme Yöntemi


Uygulamada en zor olan yöntemlerden biridir zira düşmanın kendisinin bilinçli olarak çöle çekildiğinin farkında olmaması gereklidir. Daha çok İskit, Hun ve Kök-Türkler döneminde uygulanmıştır. Bu taktiğin uygulanması için askeri teşkilatlanmanın çok iyi olması zorunludur.


Saldırıya geçen düşman ordusu ve onun komuta kademesine sızılması ve güçlü bir bilgi iletişiminin sağlanması mecburiyeti vardır. Çöl’e çekilme planı uygulandığında çöl de kendilerini zor durumda bırakmayacak tedbirler de alınır ve bunlar çok gizli, seri ve hızlı bir şekilde yerine getirilerek düşman ordusu imha edilirdi.


Sarp Arazide Pusuya Düşürme Yöntemi


Hayatı bozkırda geçen Türkler, bozkırın her karışını çok iyi bildikleri için düşman ordusunu en sarp ve engebeli arazilere çekerlerdi. Bu araziler manevra ve hareket kabiliyetini en az seviyeye düşürüyor, saklanamayan düşman askerleri açıkta kalarak kendilerine saldıranlar için tam bir av oluyorlardı. Bu yöntemle düşman ordusu çok rahat imha edilirdi. Bu yöntemde önemli olan düşmanın bunu fark etmemesi idi ki o yüzden de gizli uygulanırdı.


Boğazda Düşmanı imha Yöntemi


Bu yöntemde düşman ülke topraklarına girdiğinde ülkenin hükümdarı ve komutanı bir boğaz bulur (ki topraklarını çok iyi bildiği için bu kolayca tespit edilir) ve o boğazdan düşmanın girmesi engellenirdi. Önce öncü birlikler gönderilerek düşman ordusunun imkanlar dahilinde boğazın bulunduğu bölgeye yönlendirmesi yapılırdı. Düşman boğazı geçtiğinde yüksek tepelerden ve her yönden saldırılarak düşman ordusu dağıtılıp imha edilirdi.


Yabancı Yazarların Gözünden Türk Ordusu


Aşağıda çeşitli yazarların eserlerinde Türk ordusu hakkında verdiği bilgilerden bazıları aktarılmıştır:


Ammimanus Marcellinus: “Piyade olarak dövüşmeye hiç alışkın değillerdi. Bir defa eyere oturduktan sonra, küçük ve çirkin, ama yorulmak bilmeyen ve yıldırım gibi giden atlarına sanki yapışık kalırlardı. Bütün hayatlarını atları üzerinde kâh bacaklarını ayırarak, kâh kadınlar gibi yan oturarak geçirirlerdi. At üzerinde kurultay toplarlar, alış- veriş yaparlar, yerler içerler, hatta boynuna doğru eğilerek uyurlar. Savaşlarda korkunç çığlıklar atarak, düşmanın üzerine çullanırlar. Bir direnme ile karşılaşınca, hemen dağılırlar, ama kısa zaman sonra aynı süratle gelerek, önlerine çıkan her şeyi delip geçerler. Buna rağmen bir müstahkem mevkii kuşatıp, merdivenlerle ele geçirme sanatını bilmezler. Ancak, şaşılacak kadar uzak mesafelere attıkları ve demir kadar sert ve öldürücü sivri kemikten uçlu oklarını atmada gösterdikleri maharete hiç kimse erişemezdi”.


“Hunlar at üstünde pire gibi çevik ve dayanıklıdırlar. Korkunç savaşçılar olup, yay ve kement kullanmakta eşsizdirler”.


Prokopios: “Yerin sırtında insanlar yaşamaya başlamasından beri ne Yunanlılar, ne İranlılar kafalarından bir türlü Sabarların kullandıkları silahları atabilmişlerdir”.


Efraim: “Hunların haykırmaları arslanların kükremesini andırır. Atları üzerinde ufukta bir fırtına gibi uçarlar. Ordularıyla kapladıkları bütün arz üzerinde dehşet uyandırmışlardır. Silahlarına karşı gelebilecek kimse mevcut değildir”


“Bunlar Yecüc Mecüc kavmidir. Küheylanların üzerinde fırtına gibi giderler. Geriye dönüp ok atarlar. Karşılarında kimse duramaz….”


Sidoine: “Hunların okları ölüm taşıdığından nişan aldıkları kimseye daima yazık olmuştur”.


Bir Çin kaynağı: “Türkleri üstün kılan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse, şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgâr gibi kaçarlar, şimşek gibi kaybolurlar”.



Esirlere Bakış Açıları


Devletin çoğunluğunu temsil eden hür insanlardan başka, elbette ki bütün kadim devir camiasında olduğu gibi eski Türklerde de esirler vardı. Bunlar harpte esir edilmiş, yabancı milletlere mensup insanlardı. Bunlar mülkiyet sahibi olan Türkler için çobanlık etmek ve tarlalarda çalışmak gibi hizmetleri ifa ederlerdi. Ayrıca mesela Hunlarda her Hun askeri sağ olarak eline geçirdiği düşman askerini kendisi için esir etme hakkına sahipti.


Türklerin esirlere karşı nasıl muamele ettiklerini Bizanslı tarihçi Priskos'un anlattığı şu hadiseden çıkarabilmekteyiz: "Dün başımdan garip bir vak'a geçti. Onegesius'un bazı hediyeler takdim ettikten sonra konağın (sarayın) dış duvarları haricinde sokakta geziniyordum. Kıyafetinden İskit sandığım bir Hun yanıma gelerek bana Grek dilinde "kharie" diyerek selam verdi. Bir İskit'in Grekçe konuşmasına hayret ettim. Çünkü bunlar kendi dillerini veya Hun, Got, Roma dilini de konuşurlardı. İskitler arasına karışmış Romalılar vardı. Fakat onlar kolay kolay Grek diliyle konuşamıyorlardı. Sadece Trakya ve deniz kenarındaki İllyria'dan getirilmiş olan esirler konuşabiliyorlardı. Bu adam zengin bir İskit görünümü veriyordu. Çünkü güzel giyinmiş ve saçı daire şeklinde traş edilmişti. Selamını aldım ve "Kim olduğunu, Hun topraklarına nasıl geldiğini, niçin İskit hayatı sürdüğünü ve nereli olduğunu" sordum. O da cevap olarak "niçin bunları sorduğumu" sordu. Bende "böyle güzel Grekçe konuşman beni meraklandırdı" dedim. O zaman gülerek aslen Grek olduğunu, Viminacium'a geldiğini" söyledi. Burada uzun müddet kalmış ve zengin bir kadınla evlenmiş. Fakat bu mutluluğu uzun sürmemiş, zira İskitler şehri zaptedince zengin olduğundan, Onegesius tarafından esir alınmış, zira onların adetlerine göre esirleri Attila, sonra da diğer İskit ileri gelenleri seçiyormuş. Bundan sonra Romalılara ve Acatırlar'a karşı olan savaşlarda yararlılık göstererek elde ettiği ganimeti efendisine vermiş, bu suretle İskit adeti üzere esaretten kurtulmuş. Sonra bir Hun kadını ile evlenmiş, çocukları da olmuştu. Şimdi Onegesius ile aynı masada yemek yiyor, yeni halini eskisinden çok daha iyi görüyordu. İskit arazisi sahipleri savaştan sonra sakin bir hayat sürüyorlardı. Herkes kendi serveti ölçüsünde bir hayat geçirir ve kimseye yük olmazdı. Halbuki Romalılar harpte tamamıyla mahvolurlardı. Çünkü kurtuluşu başkasından beklerlerdi. Efendileri de silah taşımalarına müsaade etmezdi. Silah taşıyanlarda kumandanların kötülüğünden bir türlü eski mevkilerini elde edemezlerdi. Sulh de insanın hali daha zordur, çünkü vergileri çok ağır ve kötü insanların zulümleri fazladır. Güçlü olanın sözü geçer. Zira bütün bunlar kanunların herkese eşit olarak uygulanamamasında doğar. Kanunlardan orada sadece zenginler istifade eder ve kanuna aykırı hareket eden zengin yaptığı suçun cezasını görmez. Fakir ise hele bu kişi hukuktan anlamıyorsa, bu şekilde kanunlar onu daha fazla ezer. Malı-mülkü elinden alındığı gibi hayatı da tehlike konusudur. Çünkü hakka ulaşmak sadece parayla olur. Avukat ve hakimlerin aldıkları paralar hiç te dengeli değildir. Kim çok para verirse, mahkemeye çıkmadan işini halledebilir. Bu ve buna benzer misalleri bana anlattı" demektedir.


El-Cahiz, Türklerin "esirlere iyi muamele edip, onları öldürmediklerinden" bahsetmektedir. Yine o, Şumâme b. Aşraş'ın Türkler hakkındaki şu sözlerini nakletmektedir: "Onların (Türklerin) elinde bir müddet esir kaldım, onlar gibi insana ikram ve taltifte bulunanları görmedim".


VIII. asır müellifi Makdîsî (ölm. 985'den sonra) el-Bed've'l-tarih adlı eserinde: "Türkler esirleri, yaralıları harpte ele geçirdikleri insanları öldürmek adetleri değildir. Harpte ele geçirdikleri yaralı olursa onu tedavi edip evine ve ailesine götürürler"demektedir.  



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak