8 Mart 2023 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-4

 

Sakız, Çiklet


Çam ağaçlarından süzülen sakızla zifti ayırmak, mumu eriyip sakız oluşana kadar ağızda o nesneyi çiğnemek Türklerin çok eski âdeti olmalı ki, sözcük Altaylara kadar ortak kökle biliniyor. Osmanlı devletinde Sakız Adası’ndan elde edilen reçineyle bir çeşit şeker yapılırdı ve bu sakız devlet tekelindeydi. 1640 tarihli narh defterinde de üç çeşit sakız görülür. Herhalde bu meyveli-şekerleme sakızlar 18. yüzyıla varamadı ki, hafızalarda yalnızca damlasakızı kaldı. Şehirlerde bilinen ve satılan kengerotunun sakızıydı.


Münih’e kimya okumaya giden ve hükümetin verdiği emirle, zehirli gazlara karşı korunma yollarını araştıran Hikmet Konuralp, bu alanda kullanılan bütün eşyanın kauçuktan imal edildiğini görmüştü. Yurda dönüp imalat'i harbiye kimyageri olarak göreve başladığında, kauçuk yetiştirilmesi olanağı olmadığından laboratuvarda kauçuk araştırmalarını yoğunlaştıran Hikmet Bey, kauçuğun ısıda gösterdiği özellikleri, Selanik’te çocukken bir okul arkadaşının kırlardan kuş öksesi yapmak için toplayıp kaynattığı otların gösterdiği özelliklere benzetti. Kayaş’ta sayısız ot üstün de yaptığı araştırmalar sonucu önce yabani hindiba sonra çarşıdan aldığı kenger sakızından kauçuk elde etmeyi başardı. 1935’te ve 1942’deki buluşlarının iki kez patentini alan Konuralp, ürettiği kauçukla ayakkabı, maske, traktör ve bazı makinelerin lastik akşamını, kolon ve şeritlerini yaptı. Üstünde çalıştığı dört yüz yabani otta % 0 0,5-3 kauçuk varken, kenger ve guayulde bu oran % 10’lara çıktığından, guayulden kauçuk üretebilmek için Antalya’da Devlet Üretme Çiftliği’nde guayul üretimine başlandı ve 1956 yılında Kauçuk Sanayii Türk Anonim Şirketi kuruldu.


Sakızı piyasadan kaldıran çikletin üretimi de sentetik lastik üretimiyle başlar, fakat bütün dünyaya yayılan Amerikan çikleti âdetiyle biter. Aztekler Meksika ormanlarında yetişen ‘sapodilla’ bitkisinin kurutup çiğnedikleri özsuyuna çictli adını veriyorlardı. Çictli çiğneme alışkanlığı olan Meksikalı general Antonio Lopez de Santa Anna (John Wayne’in ünlü filmine konu olan Teksas’taki Alamo Kalesi’nde gerçekleştirilen katliamın kahramanı), emekli olduktan sonra New York’a yerleşti ve burada tanıştığı mucit Thomas Adams’a çikleti tanıttı. Çikletten ucuz sentetik lastik üretme çalışmaları başarısız kalan Adams, o zaman popüler olarak çiğnenmekte olan parafin parçaları yerine çikleti pazarlamaya karar verdi. Çiklet 187l ’de Adams New York Sakızı’ adıyla satışa çıkarıldı. 1875’de John Colgan çiklete, o zamanlar öksürük şuruplarında kullanılan ve Güney Amerika’dan getirtilen ‘Myroxylon toluiferum’ ağacının aromalı reçinesini kattı. İlk naneli çiklet 1880’de üretildi, parayla çiklet satışı yapan ilk makine New York istasyonuna aynı yıllarda konuldu. 1890’lardan itibaren paketi, reklamı, çeşitli tatlarıyla çiklet üretimi sanayileşti. Anne babaların bağırsaklara yapıştığı, öğretmenlerin dikkati dağıttığı, doktorların tükürük bezlerini kuruttuğu, çok kimsenin kadınsı bulduğu için karşı olduğu çikleti Amerikalılar çok sevdi. Ve çiklet, tatsız, kokusuz sentetik bir polimer olan polivinil asetattan üretilmeye başlandı.


1910’da Henry Fleer gevrek, beyaz, şekerli türü ve kardeşi Frank 1928’de eskisinden iki kat büyük balon yapılabilen ‘kuru’ çikleti üretti.


1960’larda Amerikancılığın göstergelerinden sayılan çiklet, sakızı büyük oranda yerinden ettiyse de, kâğıtlarına niyet çekme işlevine sahip maniler yazılması âdeti çok daha dirençli çıktı.


Baycan sakızları Denizli Çivril’de 1965’de, Danimarka patentli Dandy üretimi 1973’de başladı. Kent, Ülker gibi şirketlerin üretimiyle yıllık 150 milyon paketi bulan üretimin bugün 100 milyonu ihraç ediliyor.



Dondurma


Çin’de IÖ 2000 yılından beri aşırı pişirilmiş pirinçle baharat ve sütün karla karıştırıldığı bir zengin yemeği vardı. 13. yüzyıla gelindiğinde meyve sularıyla karıştırılan kar Pekin sokaklarında satılan bir tatlı haline gelmişti. 14. yüzyılda İtalya’da, yeraltı mahzenlerinde saklanan karların kullanılmasıyla yapılan meyveli buz zengin yemeğiydi ve Çin’e giden Marko Polo ile tatlıcı Bernardo Buontalenti’nin getirdiği bir yenilik olarak kabul ediliyordu. Catherine de Medici 1533’de geleceğin Fransa kralı II. Henri’yle bir ay süren düğününde buzlu tatlılarıyla sükse yaptı ve onları Fransa ve Avrupa aristokrasisine tanıttı. 1560’larda İspanyol fizikçi Blasius Villafranca Roma’da kar ve buza güherçile katıldığında sıvının donma noktasına çok çabuk ulaşıldığını keşfetti. İtalya’da tatlıcılar katı dondurma üretmeye başladılar ve Fransa ve İngiltere’de dondurmacılık İtalyanlara özgü bir meslek olarak yayıldı.

Evliya Çelebi Tire’de vişne hoşafının dondurmayla yenildiğini anlatır. Fast-food dükkânlarının milk-shake diye sattıkları da özünde güney illerinin karlanbaç’ıdır.


Dondurma külâhı bilindiği kadarıyla ilk kez 1904 St. Louis Dünya Fuarı’nda ortaya çıktı. Hikâyeye göre kâğıt tabağı biten dondurmacı, komşusu Şamlı satıcıdan gözleme alarak dondurmaları onlara koyup satmaya başlamış ve külâhlı dondurma fuarın gözdesi olmuştur. 1912’ye kadar elle yapılan külahlar, bu tarihten sonra külah makinesinde üretilmeye başlandı.


Tabakla yenilen dondurmanın seyyar arabalarda külâhla satılması her halde bundan sonra başladı. Fakat önce pastanelerde, sonra yalnızca dondurma satmak için açılan dükkânlardaki çeşitler ve nihayet diyet ürünleri seyyar satıcılara rekabet şansı bırakmadı. 1994 yılında vanilya-çilek, vanilya-çikolata çeşitleriyle piyasaya giren Algida bakkallara yaptığı dağıtımla başarı kazandı. Gene de Maraş dondurmaları ile Ankara’da AOÇ dondurması tiryakiliği devam ediyor.



Şeker


Şekerkamışı Bengal kökenlidir. Adını çakıl anlamında Sanskritçe çarkarfl, Prakrit ve Pali biçimiyle sakkhara’dan alır. Sasani hükümdarı Keyhüsrev I. Nuşirevan zamanında (531-599) Hindistan’dan İran’a getirilmiş, önce Suriye sonra Mısır’da üretilmiştir. Yunanca ve Latincesi de Hintçeden gelir. İS 1. yüzyılda Bizans’ta balla karıştırılarak ilaç olarak tüketilmiş, nadir bir devadır. Batıya Haçlı Seferleri sırasında cassonade adıyla geçen esmer renkli bu şeker, Mısır’da gerçekleşen teknik gelişme ile beyazlatılmış ve kand adını (Sanskritçe khand kırmak, kahnada kırılmış, kırık, Tamil dilinde kankanda, İmla'kanda sözcükleriyle akraba Farsça kend’den, Avrupa’da candi) almıştır. Bu adın Arapların Girit’in Kandiye şehrinde kurdukları fabrikadan geldiği de ileri sürülür. Ortaçağda Şam meyveleri ve Suriye şekeri ile yapılan Şam reçelleri çok ünlüdür. Şekerkamışı kısa sürede Güney Fas, İspanya, Ebre Vadisi ve Sicilya’ya yayılmıştır. Üretilen şekerin (sükkar) Venedik’e ilk gelişi (zucchero) 996’da duyulmuştur. Türkçede ‘ne Şam’ın şekeri’ deyişinin halen yaşamasının da gösterdiği gibi, Şam şekeri yıllarca Batıya olduğu kadar Doğuya da satılmıştır. Hindistan’da beyaz şekere Çin’den alındığı için çini, şekerkamışına Mısır’dan geldiği için mısri, kelle şekere ise kand denir.


Şeker Sasanilerden beri reçetelerin değişmez unsurlarındandı ve Avrupa’da da ilaç muamelesi gördü. 1572’de Ortelius “Eskiden ilaç olan şey şimdi yemek oldu,” demektedir. Avrupalıların Güney Amerika’ya şeker üretimini sokmasından sonra ihtiyacını buradan karşılamaya başlamasıyla şeker tüketimi yaygınlaştı. Şeker üretimi ucuz ve bol emek gerektiriyordu. Amerika kıtasında köleliğin yaygınlaşması pamuk kadar şeker plantasyonlarıyla da ilgiliydi. 1783’de Lord Sheffield, Avrupa’nın yarısında şekerin bilinmediğini düşünerek, şeker tüketiminin çok artmasını bekliyordu.


İkinci Dünya Savaşı anılarında çayın kuru üzümle içildiği anlatıldığı gibi, 16-17. yüzyılda şeker yerine pekmez, bal, üzüm suyu kullanılması olağandı. Bir defa kaynatılmış ve posası alınmış süleymani, eritildikten sonra kalıplara dökülen dibi yuvarlak, tepesi sivri kaniz veya kelle şekeri, üç defa kaynatılıp beyazlatılan kand-i mükerrer çeşitleriyle biliniyordu. Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan itibaren artan şeker tüketimi Avrupa’dan yapılan ithalatla karşılandı ve şekerin yaygınlaşması Cumhuriyet devrinde pancar üretiminin başlatılmasıyla gerçekleşti.


Pancar 1Ö 2000’de Mısır’da biliniyordu, Sicilya’ya gelmesi 1Ö 100’leri buldu. Türkiye Türkçesi ve Azericede pancar sözcüğü Ermeniceden alıntıdır; Başkurt, Türkmen ve Tatarlarda pancar, Anadolu ağızlarında da kullanılan çukundur biçimiyle akraba sögöldör, çögündir ve şıığundur iken, Kazak, Kırgız Özbek ve Uygurlarda kılıça’dır. Pancarda şeker bulunduğu 1747’de saptanmış olmasına karşın, Anadolu'da pancardan şeker elde etmek için Birinci Dünya Savaşı’nda şeker kıtlığı çekilene kadar ciddi girişimde bulunulmadı. 1840’da Dimitri Efendi, 1841’de Necip Paşa ve 1900’de Rauf Paşa’nın fabrika kurma arzuları gerçekleşmedi. 1917 yılında şeker ithalatında zorluk çeken hükümet, kapitülasyonların da işlememesi sayesinde pancar yetiştirme ve şeker fabrikaları kurma kararı aldı. Avrupa’da bilimsel dergilerde Anadolu ikliminin pancara elverişli olmadığının yazılmasına karşın, ilgili mevzuat hazırlandı, ancak savaşın yenilgiyle sonuçlanması pancar üretiminin başlamasını geciktirdi. 1923 yılında Uşaklı bir çiftçinin kurduğu fabrikadan sonra, 5 Nisan 1925’te şeker fabrikaları kurulmasına ilişkin kanun kabul edildi. 19 Nisan 1925’de Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu ve 22 Aralık 1925’de Alpullu şeker fabrikasının temeli atıldı. 25 Ocak 1926’da şeker üretimi devlet tekeline alındı, 1926’da Alpullu ve işlemeyen Uşak fabrikası işletmeye açıldı. 1932’de şeker tekelinin İş Bankası’na devredilmesinden sonra 1933’de Eskişehir ve 1934’de Turhal fabrikaları açıldı. 1935’de İş Bankası, Ziraat Bankası ve Sümerbank ortaklığıyla Türkiye Şeker Fabrikaları A .Ş. kuruldu.


İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilen şeker sıkıntısından sonra 1950’den itibaren yeni şeker fabrikaları kurulmaya başlandıysa da, 1955’de de şekerli madde imalatçılarının şeker stok ettikleri ihbarıyla, nüfus başına ayda bir kilo şeker tahsisi kararı alınarak dağıtımın muhtar listelerine göre yapılacağı bildiriliyordu.



Şekerleme


1780’lerin sonlarında İstanbul’da “fellah Arapların aselî [bal rengi] yapıp kamış helvası diye” şeker sattıklarını, III. Selim’in Enderun’da görevlendirdiği Ahmet Cavit’in Lûgatçe-i Kenzü’l'iştihâ adlı yazmasından Orhan Şaik Gökyay aracılığı ile öğreniyoruz (III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri).


Bugün bin bir çeşit üretime başlayan şekerciliğin akidecilikle başladığı anlaşılmaktadır. Akide Arapça ağda sözcüğünden türetmedir. Divan-ı hümayun toplandığında “hüsn-i hal-i askere işaret için” akide dağıtmak âdetti. Sadrazama iki yüz, yeniçeri ağasına, sekban başılara ve kethüdaya yüzer, öteki Divan halkına 30’dan 15 dirheme kadar akide verilirdi. Akidecilerin ne kadar rağbet gördüğü, İstanbul’a gelen şekeri alarak pahalanmasına neden oldukları için şekercilerin 1582’de şikâyet etmelerinden anlaşılmaktadır. 1650 tarihli Kanun-nâmea Ehl-i Hıref de akidenin narhı üzüme bağlanmıştır; onda bir kâr üzerine narh verilir, pişmiş olması, kokmuş ve sulu olmaması tenbih edilir.

Osmanlının son günlerinde sayılan şekerleme türleri şunlardır: rahat lokum, bademli sucuk, fıstıklı hanım şiltesi, güllü akide, miskli akide, naneli akide, badem ezmesi, bergamot şekeri, halka şekeri, bayat peynir şekeri ve salep, karanfil, portakal, limon, elma, armut, kayısı, hurma, nane, tarçın, kakulelisi, Hindistan cevizlisi.


‘Turizm patlaması’ndan önce Türkiye’nin tam tim malzemesi şiş kebap ve rakıdan ibaretti. Daha önce lokum ve göbek dansı vardı ki, Batı argo sunda ‘Türk lokumu’ deyişi kadını da içerirdi. Osmanlılar devrinde de lokum varmış. James Joyce’un 1922’de Paris’te yayımlanan ‘tuğla kitabı’ Ubysses’de Türkler ‘Ali Baba Backsheesh [Bahşiş] Rahat Lokum Effendi’yle temsil edilir.


Fransa’nın bonbonu 1604’e tarihlenir. Şekercilerin ortaya çıkışı 1800’leri bulur. Türkiye’nin en yaşlı işletmesi şekercidir: Hacı Bekir aslen Kastamonuludur, İstanbul’da çalışmaya 1777’de başlamıştır. Osman Nuri Denizlilidir, 1914’de Koska Helvacısı adıyla çalışmaya başlamıştır. 1933’de Mardin’de tahincilik yapan Kent Gıda’nın sahipleri 1956’da İstanbul’a taşınmışlardır, bugün şeker, çiklet ve öteki ürünleriyle dünya pazarlarına açılmışlardır.


Tatlılar


1619 yılında Iran karşısında bozguna uğrayan Osmanlı ümerası, burnunun büyüklüğünden dolayı Burun Kasım adı verilen elçinin başkanlığındaki Iran heyetiyle çadırda buluşmuştur. Peçevi, Burun Kasım’ın burnunun zaferden sonra göklere sığmayacak kadar büyüdüğünü söyler. Fakat heyetin gelişi fırtınaya denk gelmiş, rüzgâr çadırları sökmüş, ortalığı toz duman kaplamıştı. Göz gözü görmüyordu. Ama Kasım Bey iki saat kimseye söz vermeden, görünürde barışı pekiştirmek için, aslında Osmanlıları utandırmak ve gurur taslamak için sürekli konuşur. Osmanlı serdar, vüzera ve beyleri çaresiz, sessiz dinlerler. Sonunda bir fırsat bulan serdar Dilaver Paşa lafı çevirmek için, “A Kasım Bey, bu diyarın rüzgârı her zaman böyle sert midir?” diye sorar. Baki Paşa, İran elçisinden önce davranarak, “Yok sultanım, bu şimdi Kasım Bey’in burnunun yelidir,” diye cevap verir. Kasım Bey, “İlahi Baki Paşa, Allah sana bela vermesin, Murtaza Ali’nin kılıcına uğra, her zaman böyle şeytanlığı bırakmazsın,” derken, herkes kahkaha ile bir yana savuşur. Söz Şah Abbas’a kadar ulaşır ve İran Şahı Baki Paşaya üç katır yükü tatlı armağan gönderir.


Tatlı kutlama, sevinme, anlaşmanın, barış ve sözleşmenin simgesidir. Aşure dışında ritüelleşmiş sayılabilecek tatlı, özellikle baklavadır. Tadıcılar tatlının yalnız sevinç zamanında değil, üzüntülü günlerde de yenmesi gerektiğini söylüyor, böyle zamanlarda tatlı yemenin fizyolojik ve psikolojik katkılarını vurgulayarak her zaman tatlı yememizi istiyorlar. Geleneksel olarak tatlı, kutlama yemeğidir. Şimdi doğum günü ve düğünlerde pasta yaygınlaşmışsa da, eskiden konuklara tepsilerle tatlı sunulurdu. Kız istemeye de baklava ile gidilirdi, gönül almaya da.


Pizzacıların pizza hamurunu çevirerek açmalarıyla öğünmelerinin karşılığı, baklavanın kaç kat açıldığıdır. Bunun bir sırrı buğdayın cinsindedir. Anadolu’da dünyada yetişen otuz küsur buğdayın yirmi kadarı bulunmaktadır. Orta Türkçe döneminden beri oklağu biçimiyle bilinen oklava ile merdane ve elle açılan hamurun sırrı belki bazı tarihsel katmanların sırrını da saklamaktadır.


Baklava: Bayram günlerinde evlerde yapıldığı gibi, kutlama ve her türlü ziyarette, bir dönem ucuzken çikolata götürme âdeti çıkmadan önce, baklava alıp götürmek nezaket gereğiydi. Ramazanın on beşinci günü on yeniçeriye bir tepsi olmak üzere baklava verilir, yeniçeri subayları saraydan aldıkları tepsileri törenle ocağa götürürler, buna Baklava Alayı denirdi. Baklavadan söz eden en eski metin 1473 yılına ait, A . Süheyl Ünver’in Fatih Devri Yemekleri (1952) kitabında tanıttığı saray mutfağı defteridir.

Orta Asya’da ve Kaşgarlı Mahmud’da bulunan yufka ve aynı teknikle Orta Asya’da yapımı devam eden katlama, baklavanın atası olarak görülmektedir. Belki de fındık fıstığı, şerbeti ve fırını da Azerbaycan’ın ünlü Bakı pahlavası’nda bulmuştur. Baklavanın Arap tatlısı olduğunu kaydeden kaynaklar vardır; Arapça ‘bakla’ (asıl anlamı sebze, yeşilliktir) sözcüğünden geldiği de ileri sürülmüştür. Aynı hamur açma tekniğini kullanan Yunanlı ve Türkler arasında baklavanın sahipliği konusunda çekişme vardır. Baklavanın kardeşi kadayıf da, aynı saray defterinde geçer. Güney illerinin künefesi büyük şehirlere son dönemde, tatlıcı dükkânları yaygınlaştığında gelmiştir.


Sütlaç: Lokantalarda bulunurken keşkül pastanelerde, eskiden seyyar çalışan muhallebicilerce satılırdı, eskisi kadar yapılmıyor. Asıl adı Keşkül-ü fukara’dır; keşkül hindistancevizi veya abanozdan yapılan çanağın adıdır, 30 cm kadardır, üzerinde ayet, beyitler yazılıdır. Dervişler keşkülle ‘selman'a çıkar, hayır sahiplerinden yiyecek toplar, tekkeye getirirler. Süt, pirinç unu, patates unu, şeker, hindistancevizi, nişasta, badem, şamfıstığı katılarak yapılan tatlıya da bu ad verilir ki, bin bir yerden toplanmış malzemenin kullanımından esinlenmiştir.


Revani: III. Ahmed zamanında Karabağ’ın merkezi Revan şehrinin fethi vesilesiyle tatlılar hazırlanırken ‘icat’ olunmuştur. Şair Nedim de “Tezkîr içün feth-i Revân ni’meti şükrün/ Meclisde gerek kim gele helvayı revanı” beytiyle bunu anlatır.



Pastalar


Pasta Batı dillerinde hamur, macun, lapa ve makarna anlamlarına gelir. Türkçeye Birinci Dünya Savaşı öncesi, meyveli ve kremalı tatlı anlamıyla girdi. Kuru ve yaş pasta olarak ikiye ayrılır ve yaş pastalar çoğunlukla Batı kaynaklıdır.


Fırınlarla pastacıların ayrışması Fransa’da 1440 yılında başlar. Bundan sonra fırınların yalnızca ekmek yapmalarına izin verilmiş, şarap da satan pastacılar, bazılarının varlığı bugün de devam eden pasta (kurabiye, bisküvi) türlerini geliştirmişlerdir.


Kurabiye: Kuru pastanın şekerlisidir. Evde yapılan börek, çörek dışında birçok pastane çeşidi vardır. Bunlardan pandispanyanın adı İtalyanca parıdi Spagna’dan gelir, anlamı Ispanya ekmeğidir. Kruasan ise Viyana seferinin sonuçlarından biridir. 1683’de şehri muhasara eden Osmanlı ordusu lağımcılarla surları yeraltından aşmak ister, fakat gece çalışan fırıncılar yerin altından gelen sesleri duyar ve şehir yönetimine haber verirler. Lağımcıların girişimi sonuçsuz kalırken, bu başarılarını ölümsüzleştirmek isteyen Viyana fırıncıları Türkleri temsil eden hilal biçiminde çörek yaparlar. Viyana’dan Fransa’ya geçen çörek croissant (hilal) adıyla bize de gelir. Fransızların kahvaltıda yediği marmeladı kruasanın versiyonu tarçın ve cevizli ayçöreği’dir.


Galeta: Denizcilerin uzun süre dayanması için fırında kuruttukları ekmektir. İtalyanca galletta’dan gelir ve bütün Akdeniz ülkelerine denizcilik terimi olarak yayılmıştır; Fransızcada 1636, Türkçede 17. yüzyılın ilk yarısında tespit edilmiştir. 19. yüzyılda şehirliler için özel undan yapılmaya başlanan aynı tarz küçük ekmekler de bu adı taşır. Adın Galyalılar yani Keklerden geldiği de ileri sürülür.


Peksimet: Galetadan farkı ekmek içinin ayrı, dışının ayrı fırınlanmasıdır. Arapça beksemad’dan geldiği iddialarına karşın kökeninin Yunanca paksimadi olması daha muhtemeldir. 14. yüzyıl sonlarından beri Türkçede de kullanılan sözcük Akdeniz’de denizcilik terimi olarak yaygınlaşmıştır: “Bizi oturdub ve bir mikdar kurtlu peksimat ve kokmuş tuzlu balık getürüp önümüze koydular. Fler ne ise yakın bir hafta oldu ki etmek [ekmek] yemedik, karnımız aç olmağla Belgrad baklavası gibi tatlı tatlı yedik,” (Tietze ve Kahane’ler, The Lingua Franca in The Levant). Evliya Çelebi peksimetciyan emininin görevini “seferde azim ağalıktır” diye açıklar, Birinci Dünya Savaşı’na kadar askere peksimet verilmiştir.


Bisküvi: Roma’da IO 3. yüzyılda Latince bis coctum iki kez pişirilmiş diye adlandırılan bisküviler şarapla ıslatılarak tüketiliyordu. Fransızcada 1175, İngilizcede 1330 yılında varlığı saptanmıştır. İngiltere’de gevrek kuru ekmek anlamındayken 16-18. yüzyıllarda Fransızcadan tekrar alıntılandığı anlam ve biçiminden anlaşılmaktadır. Bisküvi Türkiye’ye de ithal ediliyordu. Şemsettin Sami’nin Fransızca-Türkçe sözlüğünde 1905 yılında biscuit sözcüğünün karşılığı “peksimet, galeta, yumurtalı ve şekerli gevrek, bisküit” olarak verilir. 1924 yılında üretim başladı, 1932’de iki fabrika kuruldu. 1954'de bantlı üretim başladı, Ülker 1944’de, Arı 1949’da kuruldu ve 1950’lerin sonunda İstanbul’daki fabrika sayısı 22’yi buldu. Eti Eskişehir’de 1972’de üretime başladı. İlk proteinli bisküvi 1992’de yapıldı. Gıda sektöründeki gelişmelerle şeker, pasta, kuru pasta ve kurabiye arası sayısız ürün birçok ad altında üretilmeye başlandı, bisküvi çeşitleri de arttı. Bu kadar çeşit içinde Cemal Mıhçıoğlu İngilizce cracker’den gelen kraker için öz Türkçe karşılık türetmiştir: “Çıtırdak sözcüğünü 18 Mart 1979 Çarşamba günü türettim. Türk Dil Kurumu’nda üyesi olduğum Batı Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Yarkurulu, önerimi 21 Mart 1979 Çarşamba [Cumartesi] günkü toplantısında benimsedi,” (Sözcüklerin Öyküsü, 1996).

Kek: Kek kabartmak kabartma tozuyla sorun olmaktan çıkmış değil, ama kadınlar konuklarını hazır kekle de ağırlayabiliyorlar. İsmet Zeki Eyuboğlu’na göre Farsça kâk kül çöreğinden gelir. Kuzey dillerinde yuvarlak biçimli çöreklerin genel adı kok’tur ve Hollanda’da düğün kekinin adı koekje de bu dildeki koek biçiminin küçültülmüşüdür.


Turta: Latince tortus eğri, kıvrılmış sözcüğünden gelir, İtalyancası torta, Fransızcası tourte, tane, Almancası Torte. Turta sözcüğü Şemsettin Sami’nin Fransızca sözlüğünde (1896) “bir nevi börek” diye açıklanırken, Ali Nazima’da (1911) “boğaça, turta” olarak yer almakta ve turtanın Türkiye’ye girdiğini de göstermektedir.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.

Almanya Lenin'i Gizlice Rusya'ya Gönderir 1917, Avrupa

 



Vladimir İlyiç Lenin, Almanya, Avusturya ve Osmanlı tutuklu kamplarında çürüyen diğer Rus askerleri gibi, İsviçre'de üç yıl bir savaş tutuklusu gibi yaşadı. Lenin 20. yüzyıl başlarında Rusya'dan sürülmüştü. İsviçre'de Bolşevik Partisini gizliden gizliye örgütlemeye devam etti.


Ancak Rusya'yla olan bağlantısı onun için bir sorundu. Fransız ve İtalyan hükümetleri Lenin'i hala düşman olarak görüyor ve yakalamak istiyordu. Sınırı geçmek istemesi halinde hemen tutuklanacaktı. Yakalanır yakalanmaz da Almanya ya da Avusturya İmparatorluğu'na gönderilecekti. Olduğu yerde kısılmıştı Lenin.


1917 Martında nefret edilen Çar hükümeti devrildi ve başında Alexander Kerensky'nin olduğu bir hükümet göreve başladı, Lenin yaşamakta olduğu İsviçre'de kendini boğulmuş gibi hissediyordu, devrim için yirmi yıldır yaptığı planı gerçekleştirmek açısından çok uygun bir fırsat çıkmıştı ve o bunu gerçekleştiremiyordu. Rusya'da sosyalist bir devlet kurmanın tam zamanıydı.


Kılık değiştirip sahte belgelerle Fransa'ya  geçmeyi  ve  oradan  da  gemiyle Rusya'ya ulaşmayı deneyecekti. Aslında bu saçma bir plandı, çünkü Müttefiklerin ajanlarının sürekli onu izlediği biliniyordu.


Sonunda gerçekleşmesi mümkün bir plan yaptı. Almanlardan yardım isteyecekti. Lenin Almanya'dan bir bakanla Bern'de buluştu ve teklifini sundu. Almanlardan onu Finlandiya'ya sokmalarını istiyordu. Oradan da Rusya'ya geçecekti. İhtilali başlatıp, yönetimi ele geçirmek ve Rusya'yı savaştan çekmek niyetindeydi. Böylece Almanya da güçlerinin tümünü Batı'ya kaydırabilirdi.


Bern'deki Alman bakan ve yanındaki ajan danışmanları bu çılgınca plana gülmemek için kendilerini zor tutmuş olsalar gerek. Tüm Rusya'daki Bolşevik sayısının 50 bini geçmediği tahmin ediliyordu. Lenin, Kerensky hükümeti için sorunlar çıkarsa bile tüm Rusya'nın Bolşevik bir hükümetin yönetimi altına girmesi imkansızdı. Dahası Lenin, yakında Almanya'nın da sosyalizmle yönetileceğini söylüyordu.


Sonuçta Almanya bu planı ciddiye alarak desteklemeye karar verdi. En azından Rusya'nın savaştan çekilip Alman ordusunun tüm gücüyle Batı'ya yüklenmesinden korkan Müttefikler için korkulacak bir neden daha olurdu. Böylece Lenin ve beraberindeki 18 kişi bir trenle gizlice Almanya'dan geçirildi ve Finlandiya'ya ulaştırıldı.


Bern'deki Alman bakan ve projeyi onaylayan askeri danışmanlar Lenin'den bir daha haber alınamayacağını düşünüyordu. Rusya'da bir karışıklık çıkarsa bile bir ay içinde ölür deniyordu. Bu da pek fena olmazdı hani. En azından Almanya savaşı kazandıktan sonra ortalıkta olmazdı. Ancak daha sonra Churchill'in dediği gibi: "Almanya, Rusya'ya en etkili silahı sundu. Lenin'i 'mühürlü' bir tren içinde İsviçre'den Rusya'ya yolladı."


"Bir şeyi çok fazla isteme, elde edersen kötü olabilir" diye bir laf vardır. Bir buçuk yıl sonra Doğu Cephesindeki bir Alman subayı ve Moskova'daki bir temsilci aynen bunları hissediyordu. Lenin büyük sorunlar yarattı. Almanya, Rusya'daki başarılı devrimden sonra Ukrayna'yı da içine alan bölgeleri isteyince Lenin buna yanaşmadı. Alman hükümeti isteklerini gerçekleştirebilmek için Doğu Cephesine batıdan takviye yapmak zorunda kaldı. Yüz binlerce asker doğuya gitti ve Hazar Denizi'ne kadar anlamsız bir şekilde ilerledi.


1918 yazının başlarında Alman hükümeti kendi yarattığı canavar konusunda endişelenmeye başladı. Doğu Cephesinde barış vardı ancak Sovyetler dünya çapında bir devrimden söz etmeye başlamıştı ve dahası sonraki hedefleri Almanya'ydı. Alman birlikleri de gizliden Lenin karşıtı beyaz birlikleri destekliyordu. Bu garip bir durumdu, çünkü Batı'daki Müttefikler de Beyaz orduyu destekliyordu.


Kızıl Ordu'nun başındaki Troçki Doğu Avrupa'nın geri kalanının da özgürlüğe kavuşturulmasından bahsediyordu. Almanya'da ise komünistler Rus desteği peşindeydi. Bir son dakika planı olarak Almanya, Çarı komünistlerin elinden kaçırıp tekrar iktidara getirme planları yapmaya başlamıştı. Operasyon başlamadan önce Kayzer Wilhelm'in talihsiz kuzeni ve ailesi, öldürüldü. Kısa bir süre sonra da Almanlar Batı'da savaşı kaybedip bir ateşkes imzaladı. Bu ateşkes, çok ağır şartlar taşıyan Versailles antlaşmasına dönüşerek imzalanacaktı.


Almanlar için en büyük korku Batı'daki Müttefik güçler değil Rusya'dan gelen komünizm tehdidiydi. Ateşkesle birlikte Ukrayna, Baltık ülkeleri ve Polonya'yı alma girişimleri de başarısız oldu. 1920'ler boyunca Alman hükümetleri Lenin'in yarattığı korku içinde yaşadılar. Birçok insan demir yumruğa sahip biri tarafından taşınan güçlü bir kalkanın tek çıkar yol olduğunu düşünmeye başladı. Küskün bir eski onbaşı Bolşevik korkusunun kendi politik grubuna yandaş kazandıracağını gördü. Nazizmin tohumları atılıyordu.


Almanya'nın kazancı sıfırdı ve yüzyılın geri kalanında dünyanın çoğu büyük bedeller ödedi. Lenin'i Rusya'ya gönderen Bern'deki Alman bakan ve onun danışmanlarına gelince, onlar kendileri açısından en iyi kararı aldıklarını düşünüyorlardı.


Alıntıdır.


ŞEYTANIN İNSANA ULAŞMA YOLLARI VE KALBE MUSALLAT OLMASI

 


Şeytanın İnsana Ulaşma Yolları


Şehvet ve Kadın


Şeytanın insanı baştan çıkarmak için kullandığı pek çok yolu ve maşası vardır. O, akla hayale gelmedik entrikalarla, bu uğursuz hedefine ulaşabilmek için çabalar durur. Bunun için de, insanın zaaflarını tespit ederek bu noktalara daha fazla hücum eder. İnsana ait zaafların en önce akla geleni ise şehvettir.


Şehvet; bir şeyi çok sevmek, ona düşkün olmak ve rağbet etmek, arzu edilen şeye atılmaktır ki gönül çekmek diye de tabir olunur. Ebu Ubeyd (ö. 224/838): “Bazı insanlar şehvet denilince sadece karşı cinse ait arzuyu anlamışlardır,” der. İbn Manzûr (ö. 711/1311) ise: “Bana göre, şehveti, sadece bir tek şeye indirgemek doğru değildir. O, işleyenin açığa vurmadığı ve ısrar ettiği her türlü masiyettir,” demektedir. İnsanın, işlediğinde gizlediği, başkalarının muttali olmasından hoşlanmadığı, helal olmayan çirkinliklere de gizli şehvet demişlerdir. Aynı paralelde Hz. Peygamber (s.a.s) günahı tarif buyurmuştur: “Günah, insanların muttali olmalarını arzu etmediğin, senin gönlünde yer eden hatıradır. ” Gizli şehvetle alakalı yapılan tarif, büyük ihtimalle bu hadisten mülhemdir ve şehvet ile günah arasındaki sıkı irtibat adına iyi bir fikir vermektedir.


Allah Teâlâ da, şehveti sadece karşı cinse duyulan alakaya tahsis etmeyerek, daha geniş çerçevede ifade etmiştir: “İnsanlara; kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınlar, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden şehevât sevgisi(bu gibi şeylere aşırı düşkünlük) bezendi. Fakat bunlar hayatın geçici geçimliği, halbuki Allah ki, akıbet güzelliği O’nun yanındadır.”


Her ne kadar şehvet denilince, karşı cinse olan alaka anlaşılmamalı ise de, akla ilk gelen de odur. Allah (c.c) da yukarıdaki ayette, insanlara süslendirilip sevdirilen şeylerin başında kadınları zikretmiştir. Allah Rasûlü de bu hususa parmak basmış: “Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha beter bir imtihan vesilesi bırakmadım,” demiştir. Erkekler için kadınlar neyse, kadınlar için de erkekler odur. Ve bu iki karşı cins birbirleriyle sınanıp durmaktadır.


Ayetin de ifade ettiği gibi bu duygu ve hisler insana verilmiş, onun fıtratına yerleştirilmiştir. Bunları inkâr etmek insanın kendisiyle çelişmesi demek olur. Önemli olan bu duyguyu inkâr değil, doğruya kanalize etmektir. Allah Rasûlü, her hususta olduğu gibi bu konuda da dengeyi kurmuş, insanların değişik sıkıntılara girmelerine meydan vermemiştir. Birgün Ashab-ı Kiram’dan birkaç kişi, Efendimiz’in zevcelerine O’nun gizlice yaptığı ibadetlerden sormuşlardı. O’nun Allah’a kulluğundaki fevkalâdeliğe muttali olduklarında, bunlardan biri: “Ben hiçbir zaman kadınlarla evlenmeyeceğim,” diğeri: “Ben bir daha et yemeyeceğim,” öteki: “Ben bundan sonra döşekte yatmayacağım,” dedi. Bu sözler Allah Rasûlü’nün kulağına gitmişti. Minbere çıkıp Allah’a hamd ve senâdan sonra: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle diyorlar. Dikkat edin, vallahi Allah’tan en ziyade korkanınız ve sakınanınız benim. Ama ben (buna rağmen) bazen oruç tutar, bazen de tutmam. Hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Şimdi kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir,” demiştir. O (s.a.s), gençlere bu konuda tavsiyede bulunurken: “Ey gençler topluluğu, Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek gözü daha yumdurucu, iffeti de daha koruyucudur. Kimin de evlenmeye gücü yetmiyorsa oruç tutsun. Çünkü oruç, o kimse için şehvet kırıcıdır,” buyurmuştur. Evli insanlara gelince, onlara da: “Birinizin bir kadın hoşuna gider de gönlüne girerse, hemen kendi karısına giderek onunla beraber olsun. Zira bu nefsindeki şeyi giderir (onu sükûnete erdirir),” diyerek dengeyi onlara da ihtar etmiştir.


Her hususta insanlığın rehberi Efendimiz (s.a.s), aynı duygulara kendisinin de sahip olduğunu ifade etmiş: “Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi,”  demiştir. O da bizim gibi bir beşerdir. Fakat O’nu bizden ayıran çok önemli bir hususiyeti vardır. O’na vahy gelmiştir. Bununla beraber O, yer, içer, güler, ağlar, konuşur, susar, insanlarla içli-dışlı olur, sosyal hayatın içerisinde aktif olarak bulunurdu. İnsanların başlarına gelmesi muhtemel birçok hadise daha önce, O’nun başına gelir, O bu hadiseleri aşar, yapılması gerekeni gösterirdi. Bir gün O (s.a.s) bir kadın görmüş, sonra zevcesi Zeyneb’e gelmişti. Hz. Zeynep o esnada bir deri ovalamaktaydı. Rasûlüllah, hacetini giderdikten sonra arkadaşlarının yanına çıkarak: “Şüphesiz kadın şeytan sûretinde gelir, şeytan sûretinde gider. Biriniz bir kadın görü(p te etkileni)rse hemen ailesine gelsin. Zira bu, onun nefsinde olan şeyi giderir,” demiştir.


Alimlerin beyanına göre kadının şeytan sûretinde gidip gelmesinden murad, nefsi, fitneye ve değişik arzulara davet etmesinden dolayıdır. Zira Allah Teâlâ, erkeklerin nefislerinde kadınlara karşı bir meyil yaratmıştır. Kadın, erkeği baştan çıkaran, fitneye düşüren en kuvvetli saiklerden olduğu için şeytana benzetilmiştir. Osman b. Maz’un, kendisini sadece ibadete hasretmek, başka duygu ve düşüncelere kapanmak arzusundaydı. Bunun için de gelip Hz. Peygamber (s.a.s)’den izin istemişti. Allah Rasûlü, ona izin vermemiş, orucu tavsiye etmiştir. Hadisi rivayet eden Sa’d b. Ebi Vakkas diyor ki: “Eğer ona izin verilseydi biz de kendimizi iğdiş ettirir (şehvetimizi kırmak, bekarlığı kendimize kolaylaştırmak için yapılması gerekeni yapar)dık.”


Şeytan, fuhşiyatı emreder, ahlaksızlığı körükler, gayrı meşru hayatı cazip gösterir. Flört etmeyi insanların nazarında bezer. Barut ile ateş beraber olunca, artık patlama an meselesidir. Bunların hepsi, İslam’ın çizdiği sınırın dışına çıkmaktır.


Allah Rasûlü, haccı esnasında Has’am kabilesinden bir genç kız: “Benim yaşlı bir babam var, Hac ona farz olarak terettüb etmiş bulunuyor. Ben onun yerine haccetsem yeterli olur mu?” diye sormuştu. Hz. Peygamber de: “Sen babanın yerine haccet” demişti. Sonra da Fadl’ın (kıza dönük olan) başını çevirmişti, Abbas: “Ya Rasûlallah, amca oğlunun yüzünü niçin başka tarafa çevirdin?” deyince O da: “Bir delikanlı bir de genç bir kız gördüm ve o ikisi hakkında şeytandan emin olamadım,” demiştir. Hadisten, Hz. Peygamber’in, amcası Abbas’ın oğlu Fadl ile, bir genç kızın birbirlerine bakmalarından hoşlanmadığı, bunu meşru kabul etmediği, şeytanın bu iki gencin kalbine vesvese verip kötü şeyler telkin etmesinden endişe duyduğu, bu sebeple duruma müdahale ettiği anlaşılmaktadır. Allah Rasûlü (s.a.s), Hz. Ali’ye, bir kadını aniden görmeyle alakalı olarak: “Bakışların birbirini takip etmesin. İlk bakışta bir şey yoktur, fakat ikincisi senin aleyhine işler,” demiştir.


Kadının saçına bakmak haramdır. Çünkü saç başı, baş insanın diğer uzuvlarını hatırlatır. Çağrışımlar ve hatıralar insanı gitgide yasak sınıra doğru çeker götürür. Bu açıdan, Allah Rasûlü (s.a.s)’nün duyduğu endişe -hâşâ- yersiz değildir. Allah (c.c)’ın bu mevzudaki hükmü şöyledir: “İnanan erkeklere söyle, bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. İnanan kadınlara da söyle, bakışlarının bazısını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına veya babalarına veya kayınpederlerine veya oğullarına veya kocalarının oğullarına veya kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin oğullarına veya kız kardeşlerinin oğullarına veya kadınlarına veya cariyelerine, erkekliği kalmamış hizmetçilerine ya da henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, topluca Allah’a tevbe edin ki felaha eresiniz.”


Şehvet, insanda potansiyel olarak vardır. Ama onu asgariye indirmek, istenilen seviyede tutmak, kontrol altına almak her zaman için mümkündür. Bunun formulü de yukarıdaki hadislerde de beyan olunduğu üzere oruç tutmak veya perhizdir.


İnsanın karnı, şehvetlerin kaynağı, hastalık ve rahatsızlıkların doğup geliştiği yerdir. Mide dolu olunca, erkek ve kadının birbirlerine olan düşkünlüğü artar. Kişi, açlıkla nefsini terbiye ederse, şeytanın tesir alanını daraltmış olur. Az yemenin en büyük faydalarından birisi, insanı günaha götüren şehvetin önünü alması, nefs-i emmârenin istilasından korumasıdır. Açlık, insanın damarlarında dolaşan şeytanın yolunu daraltır, onu dar mekanlara sıkıştırır. Bu, aynı zamanda onun tasallutundan da kurtulma ve huzura erme demektir. Zira insanın bütün mutluluk ve saadeti, kendisini zabt-u rabt altına alabilmesinde, nefsine hakim olabilmesindedir.


Şöhret ve Riya


Şeytanın önemli maşalarından biri de şöhret ve makam tutkusudur. Şöhret, bir şeyin çirkin yüzünün ortaya çıkması, insanların da onu o haliyle bilmesidir. Bu tarifi “Kim, şöhret elbisesini giyerse, Allah da ona zillet (alçaklık) urbasını giydirir,” hadisi desteklemektedir. Cevherî (400/1009): “Bir işin ortaya çıkmasıdır,” der. Bu kelime skandal manasına da gelmektedir.


Ahiret yolcusu, öbür hayatı için çalışır, gayret eder, belirli bir seviye kazanır, ibadetinde derinleşir. Sonra –maazallah– yaptığı ibadetin yalnız Allah tarafından bilinmesiyle yetinmez de insanların da buna muttali olmalarını arzular. Çünkü o bilir ki insanlar, onun şehvetleri terk edip şüphelerden sakındığını ve ibadetin meşakkatine dayandığını bilirlerse kendisini övecekler, görmekten haz alacaklar, bir merci kabul edip ona koşacaklar, duasını almak için sıraya girecek, yanında yümn-ü bereket arayacaklardır...


Neticede de o şahıs, insanların itibarını, Allah’ın rızasına tercih edecek, kendisini Allah’a yakın kimselerden biri zannederken münafıklar defterine kaydolduğundan habersiz yaşayacaktır. Gazâlî buna, “şeytanların ördüğü en büyük ağlardan biridir der” ve devam eder: “Bundan sıddıklar ancak kurtulabilir. Bu öyle dar ve derin bir yoldur ki buradan ancak Allah’a yakın kullar geçebilirler. Bundan ötürü demişlerdir ki ileri gelen sıddıkların kalblerinden en son çıkan şey, başa geçme arzusu ve makam sevgisidir.”


Şöhret ile riya arasında küçük bir nüans vardır. Her ikisi de, iyi görünmek sûretiyle insanların kalbinde yer bulma, gönüllerine girme arzu ve iştiyakı manalarını taşısa da riya, başka yollarla değil sadece ibadetle insanların gönlüne girmek demektir. “Riya en büyük tehlikelerdendir. Zira riya, karıncanın ayak sesinden daha gizli kalbe gelir. Kalbin gailelerini, nefsin afetlerini bilmeyenler şöyle dursun, fazilet sahibi alimlerin bile ayağı kayabilir.” Şöhrette ise ibadet dışı konularda da göze girme hevesi söz konusudur.


Yüce Allah, namazlarından gaflet edenleri, önemsizce geçiştirenleri anlattığı yerde, insanlara göstermek maksadıyla yatıp kalkanları da zikretmiş ve onları bu olumsuz yanlarıyla nazarlarımıza sunmuştur.


Yukarıdaki ayetlerde, Allah’ın kendilerinden razı olmadığı mü’minlerin hali anlatılıyor. Rabb’lerini razı etmiş mü’minlerin durumu ise, bizzat onların diliyle şöyle ifade edilmektedir: “Biz size Allah rızası için yemek yediriyoruz. Bundan ötürü de sizden ne bir karşılık ve ne de bir teşekkür bekliyoruz.”


Riya, bir beklenti ve beşerî arzularla amelleri kirletmedir. Fevkalâde sakınmayı gerektirir: “Ben, Senden önce hiçbir Peygamber göndermedim ki O bir temennide bulunduğunda, şeytan O’nun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın,” ayeti peygamberlerin de şeytanın katıp karıştırmalarına maruz kalabileceğini anlatmaktadır. “Peygamber’e temenni yakışmaz. Çünkü vahiy tamamen Allah’ın emridir. Ümniyeye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile kazâra bir temennide bulunduğu vakit ümniyesine şeytan, hak olmayan şüpheler karıştırır. Ümniye hevâ ve hayalden arınmaz. Demek ki peygamberlerin ismeti, yakîni, vahiy ile aralarındaki bağ münasebetiyledir. Yoksa içtihatlarıyla hareket ettiklerinde hata yapmaları muhtemeldir.” Halbuki Hz. Peygamber’in şeytanı müslüman olmuştu ve sadece iyiliği emrediyordu. Gönlü Allah muhabbeti ile doygunlukta ve emirlerine karşı hassasiyette O’nun önünde kimse yoktu. Böyle olmasına rağmen Allah Teâlâ ona: “Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et,” ikazında bulunmuş, onun da başına gelebilecek herhangi bir fitneye karşı uyanık olması gerektiğini ihtar etmiştir. Belki de Allah Rasûlü: “Benim de kalbim buğulanır. (Bundan ötürü) Günde yüz defa Allah’a istiğfar ediyorum,” derken, böyle olması muhtemel hatalara ait kaygılarını da ifade etmiş olmaktadır. Peygamberler için bile söz konusu olan şey, diğer insanlar için evleviyetle bahis mevzuudur. Bu yüzden Efendimiz, bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş, ümmetine ikaz birikiminde bulunmuştur.


Birgün Şeddad b. Evs (r.a.) ağlamıştı. Ona “Niçin ağlıyorsun?” denildi. “Rasûlüllah’tan işittiğim bir şeyi hatırladım, beni ağlatan oydu. Allah Rasûlü’nü şöyle derken duymuştum: “Ümmetim hakkında en çok endişelendiğim husus şirk ve gizli şehvettir.” Ben “Ya Rasûlallah, sizden sonra ümmetiniz şirke düşer mi?” dedim. “Evet, onlar, ne güneşe ne aya, ne taşa ve ne de puta taparlar, fakat amelleriyle gösterişe girerler. Gizli şehvete gelince o, onlardan birinin oruç tutması, fakat iştahına yenilerek orucunu bozmasıdır,” dedi.”


İnsanın gönlü, esen bütün rüzgarların savurduğu çör-çöpü bünyesinde toplayabilecek kadar geniştir. Ayıbıyla, tehlikelisiyle, gülüncüyle, rahatsız edicisiyle ve daha birçok çeşidiyle düşünceler akla gelir, hayale uğrar, gönlün kapılarından içeriye dalar. Riya da böyledir. Aniden kapımızı çalar, istemesek de misafirimiz olur. Bu tür problemler sadece bizi değil, Ashab-ı Kiram’da meşgul ve rahatsız etmiştir. Ebu Hüreyre der ki: “Ashab’dan bazıları Efendimiz’e gelerek: “Ya Rasûlallah, bazen içimizden öyle şeyler geçiyor ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük (bir suç) sayıyor,” demişlerdi. Hz. Peygamber: “Siz hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sorunca “Evet” dediler. O zaman Rasûlüllah: “İşte açık açık iman budur,” buyurdu.”


İnsanın aklına bazen hiç arzulamadığı düşünceler, hoşlanmadığı hatıralar gelir. Çoğu kere de bunların önünü almak imkansızlaşır. Bu durumda yapılması gereken, böyle düşünce ve hatıraların meydana getirdiği olumsuz çeperi elden geldiğince delmek, onların vicdanda büyümesine fırsat vermemek olmalıdır. Bunlardan daha önemlisi de bu tür mülahazaları dışa hiç aksettirmemek, onlarla hayatın akışını değiştirmemektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s): “Allah, ümmetimin gönlünden geçen şeyleri, konuş(up dışa vur)madıkları ve onları davranışlarına aksettirmedikçe bağışlamış, görmezden gelmiştir,” buyurmuştur.


Kibir ve Ucb


Kibir, büyüklük demektir. Bir şeyin kibri denilince, o şeyin büyük olanı anlaşılır. Şeref ve yükseklik manalarına da gelir. Kibirlenme, Allah’a boyun eğmeme, O’na ibadeti içe sindirememe manasında kullanıldığında şirk ve küfür ifade eder. İstikbar, tekebbür ve tekâbür de aynı manalardadır. “Bana kulluk etmeye kibirlenenler, aşağılıklar olarak cehenneme girecekler,” ayetinde, şirk ve küfür manalarına, imanın zıddı olarak kullanılmıştır. Neticede cehenneme vardırır. Kibriya ise azamet ifade eder. Vücud ve zat bakımından kemâlde olmak demektir ki sadece Allah Teâlâ onunla vasıflandırılır. Kibirde de azamet ve ululuk manaları vardır.


Kibir, şeytanın zehirli oklarındır. Onunla insanları vurmak, derbeder etmek ister. Kibir ve Kibriya, Allah’tan başka hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi O’ndan başkasına da yakışmaz ve uymaz. Büyüklük taslayan insan, haddini aşmış, Yaratana ait bir sıfatı, yaratılana yakıştırmış olur. Bunun neticesi de maksadın aksiyle tokatlanmaktır ki yukarıdaki ayette de kibirlenenlerin aşağılanacağı, alçaltılacağı haber verilmiştir. Zaten, şeytan da emri dinlememiş, diretmiş, kibirlenmiş ve kafirlerden olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s): “Tevazu göstereni Allah yükseltir, kibirleneni de alçaltır,” sözüyle aynı noktaya parmak basar. Cenab-ı Hakk’ın gadabını çeken kötü bir haslettir. Hz. Allah: “Kibriya benim ridam, azamet benim izarımdır. Kim bunlarda benimle çekişirse, onu ateşe atarım,” buyurur.


Ucb ise; çok karşılaşılmadığı, alışılmadığı için herhangi bir şeye karşı duyulan yadırgama hissidir. İbn Arabî (ö. 543/1148): “Ucb, ülfet ve alışkanlık haline gelmeyen bir şeye bakış tarzı,” der. Ucb, kendini daha ziyade amellere güvenme şeklinde gösterse de bunun dışındaki başka şeylerle övünüp böbürlenme, kendini beğenme de ucb içinde mütâlaa edile gelmiştir.


Ucb, kibre benziyor gibi gözükse de, aralarında fark vardır. Bu farkı kelam ilminin doğuşunu hazırlayan zatlardan Haris el-Muhâsibî (ö. 243/857) şöyle ifade eder: “Ucb, kibrin ilk işaretidir. Genelde kibir, ucbdan meydana gelir ki bu yüzden ucbe kibir denmiştir. Ucb sahibi birisinin kibirden kurtulması imkansız gibidir. Zira insan bazen, kendisine verilen din veya dünyayı büyük görüp onlarla övünür ve bunların Allah’ın bir nimeti olduklarını unutur, ama başkasına karşı böbürlenmez. İşte bu ucbdur. Ancak bununla birlike, başkasını hakir, kendisini üstün gördüğü zaman kibirlenmiş olur, Çünkü insan bir kimseyi küçümsemeksizin, nefsiyle övünerek sevinince kibre değil, ucba düşmüş olur. Fakat ne zaman ki böbürlenir, başkasına bakarak içinden onu horlar ve “ben daha hayırlı ve daha üstünüm,” der, işte o zaman ucbdan kibre kaymış olur. Öyleyse kibir, ucb değil ondan başka bir şeydir.”


İnsanın, Allah’ın kendisine bahşettiği meziyetlerle övünmesi ve kendisinde bir fazilet vehmine kapılması ucb; kendisini diğer insanlardan üstün görüp onları küçümsemesi ise kibirdir.


İnsan, Allah’ın ihsanlarına teşekkür etmezse hem nankörlük ediyor ve hem de ucba kayıyor demektir. Allah’ın nimetlerine nankörlük ise, en az ucb kadar yanlış ve tehlikelidir. Bu insan zamanla kendi yanlışlık ve hatalarını göremez olur, kusur ve arızalarına ufak-tefek sürçmeler nazarıyla bakar, günahlarını önemsemez, kendini kusursuz ve mükemmel sanır. Bütün bunlar ise insanın gafletini artırmaktan ve kalbini kör etmekten başka bir işe yaramaz. Hele bir de kendisini düzeltme adına yapılan en masum nasihatları bile hased olarak algılamaya, hakkı kabul etmemeye, başkalarını hor ve hakir görmeye başlamışsa işte o zaman kibre girmiş, başındaki musibeti ikileştirmiş demektir. Zira “Kibir, hakkı kabul etmeyip inkâr etme, insanları bayağı görüp küçümsemedir.”


Oysa ki Allah’ın lütuf ve ihsanları olmasaydı, insanların iyi işler yapmaları mümkün olmayacaktı. Çünkü dünya ve ahiret adına elde edilen bütün başarılar Allah’ın birer ihsanıdır. Burada böyle lütuflara mazhar olmanın yanında, öbür tarafta cennete girme de yine ve sadece Allah’ın lütfuyla mümkün olabilecektir. Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber, arkadaşlarına: “Hiç kimse kendi ameliyle cennete giremez” demişti. “Sende mi (giremezsin) Ya Rasülallah?” diye sordular. “Evet, ben de (giremem). Ne var ki Allah beni rahmetiyle çepeçevre sarıp sarmalamıştır,” buyurdu. Hal böyleyken insanın hala ego eksenli bir hayat sürmesi, onun şeytan tarafından kuşatılıp kontrol altına alındığı, onun oyuncağı haline geldiği manasını ifade etse gerektir.


Kur’an’da, kibir, nefsine güvenme, faziletleri kendinden bilme gibi özellikler, hep kafirlerin, fasıkların sözlerinde görülür. Firavn, son kertesindeki kibriyle ilahlık iddiasında bulunmuş, kavminin önde gelenlerine: “Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum,” demiştir. Allah, hem onun, hem de ordusunun haksız yere kibirlendiklerini, Allah’a döndürülmeyeceklerini sandıklarını anlatarak, onların zalimler olduğunu haber vermiştir. Zulmün nihâî noktası ise küfürdür: “Kafirler, (işte) zalimler onlardır,” ayeti bunu belirtir. Bu ayetlere dayanarak diyebiliriz ki, kibir de zulüm de küfre açılan birer kapı konumundadırlar.


Zenginliğiyle şımaran Karun, kendisine yapılan nasihatlara hiç kulak asmamış: “Bu (servet), bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi,” demiştir.


Denilmesi gerekeni, takınılması gereken tavrı ise Peygamberler: “Bizim bir ilmimiz yok, gizlileri tamamıyla bilen yalnız Sensin Sen,” diyerek ortaya koymuşlardır.


Hased ve Kıskançlık


Şeytanın çok işlettiği gizli mekanizmalardan biri de haseddir. Hased: Bir insanın başkasında gördüğü bir nimetin ondan zail olup gitmesini arzulayıp, o nimetin kendisine gelmesini temenni etmesidir. Böylece o şahıs diğer kişiden daha üstün hale gelecektir. Râgıb (ö. 565/1169)’ın beyanına göre hased, bir nimetin müstahikkından zevalini temennidir. “Hasedde asıl olan mana, bir nimetin, bir faziletin, bir kemâlin sahibinden zevalini arzu etmek, kendisine geçmesini gerek istesin gerek istemesin başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir.” Hased eden insan, aklına gelen bütün kötülükleri yapabilir, bin bir türlü şeytanlık planlayabilir. Bu yüzden tıpkı şeytandan Allah’a sığınıldığı gibi hased edenin şerrinden de Allah’a sığınılmasının lüzumu ihtar edilmiştir.


Bir de Cenab’ı Hakk’ın tavsiye buyurduğu bir yarış vardır. Ahirette yüksek derecelerin mazharı olabilme, “gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç kimsenin aklına hayaline gelmeyen,” nimetlere kavuşabilme, Allah’ın rü’yetiyle müşerref olabilme gibi ölüm ötesi hayat adına yapılan bir yarıştır bu. Salihlerden olabilme yarışı. “İyiler elbette nimet içindedirler. Divanlar üzerinde oturup (birbirlerine) bakarlar. Yüzlerinde nimetin sevinç ve parıltısını sezersin. Onlara mühürlü, halis bir şaraptan içirilir, ki sonu misktir. (İçildikten sonra misk gibi kokar.) İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar,” ayetleri ile anlatılan böyle bir yarış vesilesiyle aynı zamanda, insanda potansiyel olarak bulunan “mükemmeli yakalama” hissi doğruya ve iyiye kanalize edilmektedir.


Ahirette kemâlata mazhariyet, buradaki mükemmeliyetle doğru orantılıdır. Onun için dünyada kamil ve erdemli bir hayata nail olabilmek için, “başkasında görülen bir kemâle imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefisler, mükemmellikte yarışır ki buna münâfeset denir. Hased ile arasındaki fark açıktır. Hased eden, kemâle düşmandır. Hased ettiğinin zararından, nimetinin zevalinden memnun olur. Münâfis, yarışçı ise kemâle aşıktır. O karşısındakinin düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister.”


Başkasında  bulunan  nimetin  zevalini  arzulamaksızın,  aynı   nimete  mazhar  olma temennisine ise gıpta denir. Bunda bir sakınca yoktur. Bazı hadislerde hased, gıpta manasında kullanılmıştır: “Şu ikisinden başkasına hased edilmez (gıbtayla bakılabilir): Bir adam ki Allah ona mal verir ve onu hak yolunda harcayıp tüketmeye teşvik eder. Ve bir adam ki Allah ona hikmet verir, o da onunla amel eder ve onu insanlara öğretir.”


Her ne kadar gıpta etmekte bir mahsur olmasa da bir adım ötesi hased olduğundan o da bir nebze sakıncalıdır. Hiç durmadan gıpta edip duran birisinin bir gün bu işi hasede kadar götürmesinden korkulur.


Kıskançlık ise hasede benzese de Arapça’da gayret manasına gelir. Kamus mütercimi Asım  Efendi (ö.  1174/1760) “Gayret,  nam  ve  namusu,  zarar  verecek  hususlardan korumaktır,” der. Mesela, erkeğin karısını başkasından kıskanması, aynı şekilde kadının kocasını başkasından kıskanması hased değil, övülen bir haslet olan gayret ve hamiyettir. Fakat birisi, diğerinin karısı, kocası, evladı, malı, güzelliği veya herhangi bir nimet ve meziyetini, şerefini çekememek, ona göz dikmek, onun, ondan zevalini arzu etmesi haseddir ki yerilen budur. Buna da kıskanmak tabir edilse de, bu çekememezliği bir gayret ve hamiyyet manasında mübalağa sûretiyle kullanmak kabilinden mecaz ifadedir.


İman ile aynı kalbde bulunmayan şeylerden birisi de nefsin hırs ve kıskançlık huyudur ki ihtiras denir. Şeytan bu hissi de devamlı ateşlemek sûretiyle insanı yıpratmak ister. Bu, onun vazifesidir ve hiç aksatmadan da vazifesini yerine getirmeye çalışmaktadır.


Hased ve kıskançlığın şeytanla olan alakası, Yusuf sûresinde, Yusuf (a.s)’ın babasının dilinden ifade edilir. Yusuf (a.s), bir rüya görmüş ve bunu babasına anlatmıştı. Rüyayı kendine göre yorumlayan Yakup (a.s), oğlu Yusuf’un ileride peygamber olacağını anlamış: “Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma, olur ki sana bir tuzak kurarlar. Şüphe yok ki şeytan, insan için besbelli bir düşmandır,” demişti. O, bu sözüyle şeytanın, insanın içine hased ve kıskançlık tohumlarını ekebileceğini, bu hased ve kıskançlığın ise insana pek çok fenalığı yaptırabileceği hususunu belirtmiş oluyordu. Aynı kötü duygu ve hissiyat, Âdem (a.s)’ın iki oğlunun arasını açmış, nihayetinde biri, diğerini öldürerek bedbaht olmuştu.


Şeytanın Kalbe Musallat Olması


Şeytanın oklarına hedefgah edindiği yer, insanın kalbidir. Vesvese, ilk önce kalbde başlar. Genel olarak kalb denildiğinde, iki mana anlaşılır; Birisi, göğsün sol tarafında, çam kozalağına benzeyen, yapısı itibariyle diğer uzuvlardan fevkalâde farklı bir organ. Diğer manaya göre ise, o, insanın hakikatı, Allah (c.c) ın emirlerine karşı muhatap, talep olunan, cezaya veya azarlanmaya maruz kalan ruhânî ve rabbanî bir latîfe. İnsanlık, bu manadaki kalb ile beden arasındaki alakayı henüz çözememiştir.


Allah Rasûlü (s.a.s), kalbin insan bedenindeki önemine dikkat çeker: “Dikkat edin; insanda bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur, o fesada yüz tutunca da bütün cesed bozulur gider. Dikkat edin, o kalbdir.” buyurur.


Hakikaten de kalb, hastalanınca tedavisi çok zor olan bir latîfedir. Dört bir taraftan gelebilecek taarruzlara karşı korunma altına alınmazsa, bağrında onulmaz yaralar açılabilir. Bundan ötürüdür ki Kur’an bize “Rabb’imiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...”duasını öğretmekte, Hz. Peygamber (s.a.s) de: “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere tespit eyle,” duasını sabah-akşam söyleyerek bu çok önemli korunmayı hatırlatmaktadır.


“Kalb, iman, ibadet ve ihsan ruhunun vatan-i aslîsi ve her zamanki otağı, Allah-Kainat-İnsan, arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihan paha latîfeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecrâ değiştirtmek için onun sayılamayacak kadar da düşmanı vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.”


Allah, insanla olan muamelesini, onun kalbine bakarak cereyan ettirir. Bu yüzdendir ki imanın sadece dil ile söylenmesi hüsn-ü kabul görmemiş, kalb ile de ikrarı, tasdik edilmesi şartı getirilmiştir. Fıkhu’l-ekber şerhinde: “İman, lisan ile ikrar, kalb ile tasdiktir,” denmektedir. Evet, “Allah Teâlâ, cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de cehenneme koyacak, sonra da “Bakın, kalbinde hardal tanesi kadar imanı bulunan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın,” diyecektir.” “Allah (c.c), sizin sûretlerinize ve bedenlerinize (dış görünümünüze) değil, kalblerinize bakar,” hakikatı da bu manayı teyit eder. Diyebiliriz ki “İmanda asıl olan kalb ile tasdiktir.”


“Bütün benliğimiz evvela bundadır. Bunun için idrak eden “ben”, idrak olunan “ben”in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, irademe bundan geçerim, Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Basiret bunun nazarı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi de kabul edenler çoktur. Lisanımızda biz buna yine kalb deriz. Kalbe, gönül de denilir. “Gönlümden geçti” dediğimiz zaman da; “kalbimden geçti,” “zihnimden geçti,” “aklımdan geçti” dediğimiz zaman da hep aynı manayı kastederiz. Bununla beraber kalb ile gönlü farklı kullandığımız da olur. Mesela, “kalbin çürük” deriz de aynı manada “gönlün çürük” demeyiz. Bazen yürek kelimesini de bu manada kullandığımız olur ki yürekli adam, şecaatli, kuvvet-i kalb sahibi adam demektir.”


Kalbin kendine göre mertebeleri vardır. Mesela, bazı kalbler selimdir. “İçine girdiğinde onu ifsat edecek, terslik yapacak her şeyden arınmış kalb,” demektir. “Tertemiz, her türlü lekeden sâlim, Allah sevgisinde hâlis, tamamen ona teslim olmuş kalbdir.” Kur’an da, böyle kalbe sahip insan olarak İbrahim (a.s) anlatılır: “İbrahim de, O’nun (Nuh’un) kolundan (neslinden) idi. Zira, Rabb’ine selim bir kalb ile gelmişti.” Başka bir yerde o, dua ederken: “(İnsanların) diriltilecekleri gün beni utandırma, O gün mal da, oğul da fayda vermeyecektir, ancak Allaha, selim bir kalb ile gelen müstesna,” demekte ve bize Allah katında kıymetler üstü kıymet ifade eden şeyin ne olduğunu haber vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) de, işinde sebatı, rüşd ve hidayet üzere olmada azimeti, nimete karşı şükrü istediği yerde, selim kalbli olmayı ve dosdoğru bir lisana sahip olmayı da istemiştir.


Selim olan kalbdir ki, Allah’a inâbe eder: “Cenab-ı Hakk’a münib (saygı dolu) bir kalble geldi,”ayeti ile manasını bulur. Ve cennet, işte böyle bir kalb “her şeyden geçip, yalnız O Rahman’ın rahmetine sığınan bir kalb” ile Allah’ın huzuruna gelmiş bulunan kimselere yaklaştırılır.


İnâbe; tevbe ve yürekten yapılan amellerle Allah’a teveccüh etmektir. “O, insanı Allah’ın hidayetine ehil hale getirir. Öyleyse anlaşılan odur ki inâbe etmeyenler, müstakim çizgide bulunmamaktadırlar. İnâbe, kalbin hidayete istidatlı hale gelmesi, onu talep etmesi ve onun için gayret göstermesidir.” Allah’ın hidayetine mazhar olmanın önemli hususiyetlerindendir. Kalbin, Hakk’a yönelmesi, adeta hidayete davetiye çıkarmasıdır. Ra’d sûresinde bu mana apaçıktır: “...De ki Allah dilediğini saptırır, her inâbe edeni de kendisine hidayet eder. Ki bunlar, Allah’ın zikriyle kalbleri mutmain olarak iman edenlerdir. İyi bilin ki gönüller, ancak Allah’ı anmakla itminana erer.” Bu ayette kalb ile onun itminana ermesi arasında bir irtibat kurulmuştur. Bazı kalbler vardır ki iman etmek için Kur’an’dan başka bir delile ihtiyaç hissetmezler. Ondan daha büyük bir mucize olamayacağını bilirler. Daha başka olağanüstülükler peşinde beyhude yorulmadan Allah’ın ayetleri ile doyuma erer ve huzur bulurlar.


Kalbler, sadece Allah’ın zikriyle, O’nu anıp hatırlamakla itminana erer. Gönüllerin ıztırabı yatışır. Zira başlama ve bitiş ancak Allah’da nihayet bulur. Allah deyince, bütün fikirler zirveye ulaşmış, mantıklar durmuş, bütün ümitler, korkular son noktaya gelmiş dayanmış demektir. Gönüller, O’ndan başka meylettiği hangi şeye ulaşsa, hepsinin daha ilerisi olduğundan, hiç birinde karar kılamaz. Hiç birisi ruhunun iştiyakını dindiremez, heyecanını gideremez. Lezzet ve gıbtada daha yükseğine intikal etmek ister, fakat Allah bilgisinde zevkyab olmaya başladı mı bütün her şeyin Allah’a raci olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir merci ve maksada geçiş mümkün olmaz. Onun içindir ki marifetullaha yükselemeyen, Allah’ı zikretmeyen kafir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ızdıraptan kurtulamaz, kalb huzuruna ve saadetine ulaşamaz, çırpınış ve kalaklar içinde kalırlar.


“Kalb, Allah ile aralarındaki bağı, O’na yakın olmanın rahatlığını, O’nun yanında ve koruması altında olduğunu hissedince huzura erer. Yalnızlığın kalaklarından, yol şaşkınlığından kurtulur. Hilkatin, başlangıç ve neticenin ne olduğunu kavramakla sükûnete erer. Allah’ı anmakla kalbin itminana ermesi meselesi öyle derin bir hakikattır ki onu, iman neşvesi ile kalbleri doymuş olanlar ancak anlayabilirler. Bilmeyenlere, kelimelerle bunu ifade etmek imkansız gibidir. Çünkü o, kelimelerle aktarılamaz. O, kalbe akan bir duygudur. Kalb, onunla huzur bulur. İtminanı ve emniyeti bizzat hisseder. Ve işte o zaman bilir ki o, yalnız değildir, çevresindekiler ona dost ve arkadaştır. Zira etrafındaki her şey, Allah’ın sanatıdır ve O’nun himayesindedir.”


Fakat her inanan gönül, itminana erecek diye de bir şart yoktur. Şeytan, birçok inançlı kalbe musallat olur, vesvese verir, yoldan çıkarmaya, kendisi gibi onların da sapkınlardan olmalarına gayret gösterir. Konuyla alakalı şu hadise gayet manidardır: “Abdullah b. Abbas (r.a), Abdullah b. Amr b. As (r.a) ile karşılaşır. Ona “Allah’ın kitabında, sana en çok ümit veren ayet hangisidir?” diye sorar. O da: “Ey nefislerini (kötüye kullanarak) israf eden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin...” ayetidir der. O zaman Abdullah b. Abbas: “Bana göre ise: “İbrahim de bir zaman, “Rabb’im, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster,” demişti. (Allah) “İnanmadın mı?” dedi. İbrahim: “Tabî ki (inandım). Fakat itminana ereyim diye (görmek istiyorum)” dedi...” ayetidir. Çünkü burada Allah Teâlâ, İbrahim (a.s)’ın “tabî ki” sözünden razı olmuştur. Bu (yaratma mevzuu) ise, insanların akıllarına gelebilecek ve şeytanın da vesvesede bulunabileceği bir meseledir,” demiştir.


Öyle kalbler de vardır ki maraza müpteladır, hastadır. “Maraz: İnsanın normal halinden çıkışıdır. Bedene ait olanı da vardır, ahlak bozukluğu olarak ifade edileni de. İkincisi ; cehalet, korkaklık, cimrilik, nifak gibi şeylerdir.”


Hastalığı tarif ederken Fahreddin Râzî (606/1209): “Maraz öyle bir sıfattır ki, bunun bulunmasıyla ortaya çıkan fiiller, zarara sebebiyet verir. Bazen insanın kalbinde marifetullah, itaat veya ibadet gibi güzel duygular meydana gelir. İşte gönülde bu gibi güzel duyguların oluşmasına mani olan bütün sıfatlar, kalbin hastalıklarıdır.” İmam Kurtubî (ö. 671/1272)’ye göre ise maraz: “Akide hususunda meydana gelen fesad manasına kullanılan müstear bir isimden ibarettir. Şüphe, nifak, inkâr, yalanlama gibi şeylerdir. Onların kalbleri hasta dendiğinde mana; onların kalbleri ismetten, tevfikten, riayetten ve teyitten nasipsizdir demek olur.”


Başka bir kategorizeye göre kalbler üçe ayrılır: Birincisi yukarıda da anlatılan bütün şirk şaibelerinden temizlenerek Allah’a ibadette halis olan selim kalbdir. Kalb, her fonksiyonunda Cenab’ı Hakk’ın rızasını gözetiyorsa bu onun selim olmasından kaynaklanmaktadır. İkinci çeşit kalb, kuru ve ölü olan kalbdir ki ne Rabb’ini, ne de emir ve yasaklarını bilir, O’nun rızasından habersizdir, Allah’ın gadabını üzerine çekse de yine arzularını tatminden geri kalmaz. Üçüncü kalb türü ise hasta olan kalbdir. İçinde iki madde birden taşır. Onda hem Allah’ın muhabbeti, hoşnutluğu; hem de şehvet, hırs, haset gibi kötü duygular vardır. O, bu ikisi arasında gelip gitmekte ve aralıksız sınanıp durmaktadır.


Evet kalb sıhhati, selameti, temizliği esastır. Gönüllerin şüpheden, nifaktan, küfürden ve benzeri rahatsızlıklardan arınmış olması, kalbin taharet ve nezâfetini gösterir. Kalbi böyle arızalı bir insanın hidayet üzere olması pek zordur: “...Allah, birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalblerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır,”ayetinde de belirtildiği gibi, kalbleri itibariyle nezâfet ve tahareti elde edemeyenler, dalâlet vadilerinde dolaşır dururlar.


“Allah Rasûlü (s.a.s)’ne bir genç, zina etmek için izin almaya gelmişti. Allah Rasûlü de, onun aklına ve mantığına hitap ederek onu ikna etti. Sonra da, “Allah’ım, onun günahlarını bağışla, kalbini temizle, namusunu da koru” diye dua etmişti. Böyle bir duaya mazhar olan genç, bir daha da başını kaldırıp kadınlara bakmadı.” Zaten Hz. Peygamber (s.a.s), bizzat kendisi, kendi kalb temizliği için dua etmiştir: “Allah’ım, kalbimi nifaktan, amelimi riyadan, dilimi yalandan, gözümü da hıyanetten temizle. Gözlerin hainliğini ve sinelerin gizlediğini bilen sensin ” diye yalvarmakta, bize de ışık tutmaktadır.


Kalbî hayatın zirvesine gelince o, Allah (cc )’ın adı anılınca ürperen, yüreği hoplayan kalbin seviyesidir. Enfâl sûresinde, kamil manada inananlar anlatılırken, en mümeyyiz vasıfları olarak bu yanları nazara verilir: “Mü’minler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğunda imanları artar ve Rabb’lerine tevekkül ederler.” Onların kalbleri artık, rıza yörüngeli yaşar, idrak eder ve hep O’nun için çarpar durur. Hz. Peygamber (s.a.s) bu manayı ifade sadedinde bir gün kalbini göstererek: “Takva işte buradadır,” buyurmuştur. Amellerin Allah katında makbul olması takvaya bağlıdır. Takvanın mevcudiyeti ise, kalbin Allah’a karşı saygılı olması, O’nun azametini idrak etmesi gibi şeylerle belli olur: “İşte böyle, kim Allah’ın nişanlarına saygı gösterirse, bu, kalblerin takvasındandır.”


Bazı kalbler de vardır ki mühürlüdür. Gaybe imanda ve marifetullahta, bu kalbi sezip tanıyabilme çok önemlidir. Her şeyi bu kalb ile duyup hissedip, sonra da bundan gafil olanlar, bunu mülahaza edemeyenler, din hususunda putperestlikten ve gözleri önündeki cismaniyete tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalbler işte bunlardır.


Kalbler, günahlarla devamlı içli dışlı olursa, pas tutmuş aynalar gibi körleşir, kirlenir, kararır, artık duymaz, hissetmez, görmez ve göstermez olur. Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s): “Mü’min, bir günah işlediğinde kalbinde bir siyah nokta meydana gelir. Eğer tevbe eder, çekinir, istiğfar ederse kalbi yine parlar. Döner tekrar işlerse, kalbinin lekesi artar. İşte, Allah’ın kitabında “Hayır, bilakis, kazandıklarından ötürü kalbleri paslandı,” diye zikrettiği pas budur.”


Kalb, dört bir taraftan içine oklar yağdırılan bir hedef; içine muhtelif sûretlerin düştüğü bir ayna; pek çok nehrin akıp akıp kendisine boşaldığı bir göldür. Evet kalb, melek ve şeytan tarafından bir o tarafa, bir bu tarafa çekilip durmakta, devamlı ırgalanmaktadır. Bu açıdan o, bütün hayırlara yataklık yapabileceği gibi, akla gelen bütün dürtülere de geçiş izni vermeye müsaittir. Allah Rasûlü (s.a.s)’nün ifadeleri içerisinde: “Kalbe, iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı va’d, hakkı tasdik (vs) tir. Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu Allah’tandır. (Bundan dolayı) Allah’a hamdetsin. Diğer baskı da düşman (olan şeytan) dandır; şerri teşvik, hakkı yalanlama, hayırdan alıkoyma (gibi şeyler) tir. Kim de bunu hissederse hemen o şeytan-ı racîmden Allah’a sığınsın” buyurmuş ve: “Muhakkak ki şeytan, size fakr-u zarureti va’deder, çirkinliği emreder,” ayetini okumuştur.


Hasılı; kalbin sıhhatli ve selim olması, her müslümanın yakalaması gereken bir hedefidir. Bu hedefe ulaşmak için lazım gelen şeyleri yapmak, bir müslüman için en önemli vazifeler cümlesindendir. 




İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-1


Uygarlığın Dış Görünümü ve Kapsamı



Bilindiği gibi lslam ülkesi zenginlik ve refahta en yüksek dereceye Abbasiler döneminde ulaşmıştır. Konumuz servetin açıklanması ve betimlenmesiyle sınırlı olsaydı, toplanan paralardan devlet hazinesine ne kadar girdiğini, gerek halifelerin gerek maiyetlerindeki idarecilerin nasıl zenginlik ve savurganlık içinde vakit geçirdiklerini, söz konusu servetin kaynağını belirtmekle yetinirdik. Ancak biz konuyu böyle üstünkörü geçmeyeceğiz. Gerekli araştırmaları yaparak her olayı sebep ve hikmetiyle göstermeye, nedenlerinin özünü bulmaya ve bunların zaman ve mekan açısından genel durumlar üzerinde yaptığı etkiyi açıklamaya çalışacağız.


Bununla beraber şurası iyi bilinmelidir: lslam idaresi veya lslami hükumet ile lslam ülkesi farklı kavramlardır. ldare veya devlet belli kişilerden oluşur. lslam ülkesi ise, bütün ülke ile halkından oluşur. Buna dayanarak söz konusu servet ve zenginliği; biri lslam hükumetinin serveti, diğeri lslam ülkesinin serveti olarak iki kısma ayırmak ve her döneme göre incelemek gerekir. lslam ülkelerinin her devrine göre zenginliğini ve refahını gösterebilmek için öncelikle Hz. peygamber zamanından başlayarak Raşid Halifeler, daha sonra Emevi ve Abbasiler devirlerine geçeceğiz. Her devri birtakım alt bölümlere ayıracağız. Bu bölümlerin, bir kısmı lslam hükumetinin veya devlet hazinesinin bir kısmı da hükumet adamlarının servetlerinden söz edecektir. Yine aynı şekilde söz konusu zenginliğin az veya çok olmasının nedenlerini de ortaya koyacağız. Haraç, cizye vs. vergilerin tarihsel gelişimi ve harcamaların çeşitlerinden söz edeceğiz.


lslam devletinin refah ve zenginliği beş devreye ayrılabilir: 1. Hazreti Peygamber Devri, 2. Raşid Halifeler Devri, 3. Emeviler Devri, 4. Abbasilerin Birinci veya Yükselme Devri, 5. Abbasilerin lkinci veya Duraklama ve Gerileme Devri.


Mısır, Endülüs ve diğer bölgelerde kurulan lslam idarelerinin refah ve zenginliği konusunda da bazı tesbitlerde bulunacağız. Değerlendirmelerimizde asıl göz önüne aldığımız dönem lslam'ın rönesansı olarak kabul edilen ünlü Abbasi dönemi ve uygarlığıdır.


İslam Devleti'nin Mali Durumu


1. Hz. Peygamber Zamam (H. 1-11/M. 622-632)


Devletin mali durumu veya servetiyle anlatılmak istenen, yapılan harcamalar toplam gelirlerden çıkarıldıktan sonra kalan fazlalık veya harcamalar ayrıldıktan sonra biriktirilen malların durumudur. lslam devletinin Hz. Peygamber zamanında bugünkü anlamda gerçek bir bütçesi yoktu. O tarihlerde bütçedeki yıllık fazlalık da saklanmazdı. Devlet Hazinesi denilen Beytülmal henüz kurulmamıştı. Toplanan gelirler ve ganimet hazinede bekletilmeden paylaşılır veya dağıtılırdı. Zekat ve sadakalarda da durum aynıydı. Buna rağmen artan bir şey olursa gerektiğinde kullanılmak için korunurdu. Tüm gelirler ve dağıtım işlerine bizzat Hz. Peygamber nezaret ediyordu. Sadakaların büyük çoğunluğu koyun, keçi, sığır, deve ve atlardan oluşuyordu. Peygamber bu hayvanların her çeşidini diğerlerinden ayıran bir damgayla damgalatıyordu.


Buna göre Hz. Peygamber zamanında lslam devletinin gelirleri zekatlardan artan deve, at, davar ve sığırdan oluşuyordu. Bu hayvanlar birtakım özel otlaklarla diğerlerinin hayvanlarından ayrı tutulurdu. Söz konusu hayvanlar Medine yakınında Baki' mevkiinde Hama adı verilen otlaklarda atlatılır ve bizzat Hz. Peygamber tarafından vurulan bir damgayı taşırlardı Hz. Peygamber zamanında bu mallar deve, at vs. olarak 40.000'e ulaşmıştı. Söz konusu mallar ile ona ilave edilen nakit sadakalardan savaş giderleri, zekat toplama giderleri ve yoksulların nafaka parası ödeniyordu.


Hulefa-i Raşidin Devri (H. 11- 41/M. 632- 661)


lslamiyet'in altın çağı işte bu dönemdir. Bu devir adalet ve takva devridir. lslam hükumeti bu devirde adalet, doğruluk, diyanetin gerçek kurallarına göre hareket ediyordu. Dünyanın basit ve çirkin çıkarını düşünmüyordu. Müslümanların her zaman örnek kabul ettiği dönem bu dönemdir. Bir devlet hak ve adaletten çıkarsa dönmek istedikleri, örnek almak istedikleri devir Raşid Halifelerin eseri olan bu yüce dönemdir. Bu tarihten sonra lslam idaresi yeni bir biçime, yani dini hilafetten dünyevi padişahlık haline dönüşmüştür. Gerek halifelerde gerek valilerde açgözlülük hırsı uyanmış, zengin olmak için, para toplamaya ve biriktirmeye başlamışlardır.



Beytülmalin Kurulması


Hz. Peygamber vefat etttiği zaman hükumet memurları ve askerler tamamen Müslümanlardan oluşuyordu. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı henüz Beytülmal yani devlet hazinesi yoktu. O devirde Müslümanlarda zorunlu ihtiyaçlardan fazla para biriktirme ve çıkar peşinde koşma hırsı yoktu. Müslümanların eline geçen mallar çoğunlukla sadakadan ve savaşlarda elde edilen ganimetlerden ibaretti. Nakit para çok az bulunuyordu. Daha sonra Şam, İran ve Mısır bölgeleri fethedilince gelirler arasına altın ve gümüş de eklendi. Bu şekilde gelen altın ve gümüş sikkelerin çokluğu ilk yıllarda Müslümanları hayrete düşürmüştür. Bu zamandan itibaren artık nakit paraya önem vermeye başladılar. Rivayete göre sahabeden Bahreyn Valisi Ebu Hureyre söz konusu kentten bir hayli fazla nakit parayla halife Hz. Ömer'in yanına çıkmıştı. Hz. Ömer'in "Ne getirdin?" diye sorması üzerine "500 bin dirhem" cevabını verdi. Hz. Ömer miktarı çok bularak "Ne söylediğinin farkında mısın?" diye sordu. Ebu Hureyre "Evet beş kere yüz bin" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer minbere çıkarak "Ey ahali! bize pek çok para geldi. Ölçüyle almak isterseniz ölçüyle, sayıyla almak isterseniz sayıyla size veririz” demiştir. Paranın bu şekilde çoğalması Hz. Ömer tarafından divan (defterhane) teşkil olunmasına ve Müslümanların her birine lslamiyet'teki önceliğine ve Hz. Peygamber'e olan yakınlığına göre maaş verilmesine yol açmıştır. Bununla birlikte Hz. Ömer para biriktirilmesini yasaklamıştı. Kendisine "Ey müminlerin emiri ortaya çıkması muhtemel durumlara karşı hazırlık için hazinede birşeyler bıraksanız fena olmaz." şeklinde görüş belirten adamı azarlayan ve uyaran Hz. Ömer "Bu düşünce şeytanın vesvesesidir. Allah beni ondan korusun, bu sözler benden sonra gelecekler için bir fesat ortaya çıkarır. Ben olması muhtemel olaylara karşı Allah'a ve Rasulüne itaatten başka hiçbir şey hazırlamam. Bugünkü hale ulaşmamız işte bu inanç yüzündendir" cevabını vermiştir.


Hz. Ömer zamanında devletin gelirleri artınca bunun hesap ve kitabını yapabilmek için divan kurulmuştu. Onun zamanında Hz. Ömer valilere ve kadılara maaş bağlamış mal biriktirmelerini yasaklayarak Müslümanları çiftlik sahibi olmaktan, tarımla uğraşmaktan veya tarımla uğraşanlarla ortaklık yapmaktan men etmişti. Çünkü Müslümanların, ailelerinin, hatta köle ve azatlıların geçimleri devlet hazinesi tarafından karşılanıyordu. Hz. Ömer bu gibi yasaklarla Müslümanların sürekli asker kalmalarını, daima sefere hazır bulunmalarını, tarım mahsulünün veya refah ve eğlenceye düşkünlüğün hareketlerine engel teşkil etmemesini arzu etmişti. Ülkenin yerli halkından biri Müslüman olursa daha önce sahip olduğu arazi ve ev kendi köyü halkına kalarak aralarında pay edilirdi. Onlar da bu arazi için evvelce ödenen haracı ödemeye devam ederdi. Müslüman olan kimseye diğer malları, köleleri, hayvanları teslim olunur, diğer Müslümanlar gibi divandan kendisine maaş bağlanırdı.


Hz. Ömer'in bu kuralı koymaktaki gayesi cihadın yürütülmesi için gerekli olan gider ve malların gayr-i müslimlerce tedarik olunmasıydı. Böylece cihadla uğraşan Müslümanlar için sürekli bir gelir kaynağı oluşturulmuş oluyordu. Müslümanlar çiftlik satın aldıkları takdirde gelirlerinden yalnızca kendileri faydalanabilecekti ve bu çiftlikler bir iki yüzyıl geçmeden kendilerinin özel mülkleri haline gelecekti. Oysa Hz. Ömer, o köylerin henüz lslam hakimiyeti altına girmeyen yerlerin, lslam mücahitleri için bir gelir kaynağı olarak kalmasını, satılmamasını, miras yoluyla intikal etmemesini arzu ediyordu. Cihad her Müslüman üzerine farz kabul edilmişti. Emevi Halifelerinden Ömer b. Abdulaziz bu kuralı iyice güçlendirmek istedi. Her konuda Hz. Faruk'un (Hz. Ömer) yoluna göre hareket eden bu halife "Müslümanların ahd ve zimmeti altına girmiş herhangi bir gayr-i müslim Müslüman olursa Müslümanlığı onun nefsini, kendisini ve malını korur. Daha önce sahip olduğu arazi, geliri tüm Müslümanlara ait arazi hükmüne geçer. Cizye ödemek şartıyla barış imzalayan toplumlardan herhangi bir kişi Müslüman olursa sahip olduğu ev ile toprak mensup olduğu millet bireylerine kalır" demiştir. İşte bu ve benzeri durumlardan dolayı Müslümanlar ticaret, tarım vs. ile uğraşmaya tenezzül etmezlerdi.


Halife ve Valilerin Servetleri


Yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı gibi Raşid Halifeler kendi nefisleri için servet ve zenginlik aramamışlardı. Hz. Ebu Bekir vefat ettiğinde, yanında hükümet parası olarak yalnız bir dinar bulunmuştur ki o da Beytülmal'e ait bir çuvaldan çıkmıştı. Ebu Bekir gelen paraları Müslümanlara eşit olarak dağıtır, kendi nefsini düşünmezdi. Hatta İslamiyet'ten önce sahip olduğu tüm mallarını da dağıtmıştı. Bunların yekünü kırk bin dirheme ulaşıyordu. Ticaret yoluyla kazanıp sarf ettiği mal ve mülk hesabımızın dışındadır. Ebu Bekir kendi nafakasını temin için ticaretle uğraşırdı. Daha sonra ticaretle meşgul olması Müslümanların işlerini görmeye engel olmasın diye kendisi ve ailesi için hazineden bir maaş tahsis olurdu. Vefatına yakın, sahip olduğu bir arazinin satılarak parasıyla Beytülmal'den aldığı maaşın geri ödenmesini vasiyet etmiştir. Vefat ettiğinde yalnızca iki parça elbisesi kalmıştı. Onlarla kefenlenip gömülmesini vasiyet etmiştir.


Hz. Ömer'in zühd ve nezahetle (dünyaya ra'bet etmemek nefsani zevk ve arzudan kendini çekerek ibadete vermek ve ahlak temizliği, incelik) ilgili rivayet olunan hayatı ve icraatı her türlü ününün üstündedir. Kısaca denilebilir ki, İslam devletini güçlü temeller üzerine inşa eden zat Hz. Ömer'di. O, bu devleti, adalet, takva, zühd, hak ve hakikati müdafa ve fedakarlık esasları üzerine kurmuştu. Bu kadar büyük meziyetin bir kişide toplanması pek az görüldüğünden, Hz. Ömer hakkında aktarılan bilgi ve özellikler ilk bakışta abartılı zannedilir. Ancak O yüce kişinin hayat hikayesini, tarihte eşi görülmeyen bir biçimde ortaya çıkan adil uygulamalarını göz önüne alacak olursak kolayca inanabiliriz. Hz. Ömer devrinde yapılan fetihleri Medine'deki hazineye, mal ve nakit paraların oluklardan yağmur boşanırcasına akmasını, buna rağmen Hz. Ömer kendinden önceki halifeyi örnek alarak kendine ayrılan maaşın dışında bir şey almamasını, almayı aklına bile getirmemesini düşünmek, Ömer'in diğer faziletlerini ve yaptıklarını anlamak için yeterlidir. Hz. Ömer kendi maaşından fazla paraya muhtaç olduğu zaman, Beytülmal idarecisinden borç alır, sonra maaşından kestirirdi. Hz. Ömer, suikaste uğrayıp yaralanınca ecelinin yaklaştığını anlayıp "Beytülmal'den 80 bin dirhem borç aldım. Çocuklarımın mallarından ödensin. Bu yetmezse geri kalan kısmı Hattab ailesi ödesin" sözüyle vasiyette bulunmuştu. Hz Ömer'in yemek ve giyim konusundaki tevazuu, dünya ve dünya nimetleri konusundaki tok gözlülüğü de çok iyi bilinmektedir.


Hz. Ömer'de bulunan bu üstün özellik ve yaşam felsefesi Hz. Ali'de de aynıydı. Hz. Ali de zühd ve adalet anlayışıyla ünlenmişti. "Fatıma ile evlendiğim zaman bir koç derisinden başka yatağım yok idi. Geceleyin onun üzerinde yatardık. Gündüz su taşıyan hayvanımıza yine onun üzerinde yem verirdik. Fatıma'dan başka bana hizmet edecek kimsem de yoktu" sözleri Hz. Ali'den gelen rivayetler arasındadır. Hz. Ali'nin halifeliği zamanında kendisine lsfehan'dan bazı mallar gelmişti. Hz. İmam söz konusu malları yedi kısma ayırdı. Taksimden sonra bir ekmek arttı. Hz. Ali bu ekmeği ·de yediye böldü ve her parçasını o yedi paydan birine ekledikten sonra emri altındaki yetkilileri çağırıp hangisine daha önce vereceğini kural ile belirledi. Hz. Ali bir tuğlayı diğer bir tuğla, bir taşı diğer bir taş, bir kamışı diğer bir kamış üzerine bina eylemedi. Medine'den hububatını bir dağarcık içinde getirirdi. Rivayete göre, bir gün pazara bir kılıç çıkararak sattıktan sonra "Çarşaf parası için dört dirhemim olsaydı bu kılıcı satmazdım" demiştir. Hz. Ali'nin tok gözlülüğü ve zühdü gösteren bu çeşit menkıbelerinin sayısı belli değildir.


Raşid Halifeler devrinde vali tayin olunan kişilerden çoğunun zühdü takva ve lslamiyet hakkında hüsnü itikat sahibi bulunmaları söz konusu halifelerin adalet ve doğruluğu yaymaları konusunda kendilerine yardım etmiştir. Hz. Ömer valilerden birinin belirli maaşının dışında, ticaret yoluyla veya başka bir yolla para kazanarak zenginleştiğini anlarsa o valinin elindeki servetin yarısını alıp Beytülmal'e teslim eder ve bunda bir haksızlık görmezdi. Nitekim Küfe valisi Sa'd b. Ebi Vakkas ve Mısır valisi Amr b. el 'As ve Bahreyn valisi Ebu Hureyre vs. hakkında bu şekilde muamelede bulunmuştu.


Hiç kuşkusuz idareciler; devletin başındaki halife veya başkanı, dünya nimetlerine karşı tok gözlü, hoşgörülü, barışsever, kişisel çıkarlardan uzak ve yalnızca halkını düşünen biri olarak görürse, onun yolundan gitmeyi bir zorunluluk olarak hisseder. Bununla birlikte halifeler kendi düşünce ve politikalarını takip etmeyenleri idari göreve getirmezlerdi. Özellikle Hz. Ömer vali tayini konusunda çok titiz davranırdı. Her yıl valiler hakkında teftişler yaptırır, en küçük bir ihmal veya suçtan dolayı görevden alırdı. Rivayet göre; Hz. Ömer Umeyr b. Sa'd adında bir kişiyi Hınıs şehrine vali olarak göndermişti. Bir yıl sonra bu valiye mektup gönderir ve "Yanımıza gel" diye yazar. Umeyr yayan, yalınayak ve elinde bir baston olduğu ve yolculuk gereçleri, dağarcık ve çömleği sırtında bulunduğu halde halifenin katına çıkar. Hz. Ömer onu bu halde görünce "Ey Umeyr bizi mi aldatmak istiyorsun yoksa bulunduğun memleket mi fenadır?" diye sorar. Umeyr "Ey müminlerin emiri fena söylemekten ve kötü zanda bulunmaktan sizi Cenab-ı Hakk men etmedi mi? Dünya mallarından her neye sahipsem onu beraber getirdim" cevabını verdi. Hz. Ömer'in "Peki ne getirdin?" sorusuna Umeyr "üzerine dayandığım ve bir düşmanla karşı karşıya geldiğimde kullanacağım bir değnekle, içine yemeğimi koyduğum dağarcık" der. Hz. Ömer'in "Şu halde valiliğin sırasında ne yaptın?" şeklindeki sorusuna da Umeyr "develeri, deve sahibi olanlardan, yani zekatı, zekat vermesi gerekenlerden, cizyeyi de gayr-i müslimlerden alarak fakirlere, miskinlere, yolculara dağıttım geriye bir şey kalmış olsaydı onu size getirecektim" cevabını verir. Bunun üzerine Hz. Ömer valiyi "Öyleyse tekrar valilik görevine dön" diyerek eski yerine gönderir.


Burada bir nokta üzerinde biraz düşünmemiz gerekir: Hz. Ömer'in mal ve servet toplamadığını, para biriktirmeyi de yasakladığını yukarıda açıklamıştık. Şu halde onun zamanında, Hz. Peygamber ve ondan sonra Hz. Ebu Bekir devirlerinde hazineye gelen mal ve ganimetler hakkında yapıldığı gibi Beytül­ mal'e gelen mallar eşit pay edilip dağıtılsaydı mal biriktirmek mümkün olamazdı. Halbuki Hz. Ömer zamanında bu şekilde paylaştırma ve dağıtma usulü kaldırılmış ve Müslümanlara yıllık maaşlar bağlanmıştı. Bunun dışında devletin geliri, fetihlerle genişleyen lslam topraklarından toplanan vergileri dolayısıyla daha önceki devirlere oranla çok fazla artmıştı. Ele geçirilen ülkeler haraç ve cizye ödüyordu. Ganimetlerden de çok miktarda mal geliyordu. Buna göre Hz. Ömer bu gelen mallardan maaşları ödedikten sonra artan bölümü ne yapıyordu? Tüm bunlardan çıkan sonuçtan anlaşılıyor ki Hz. Ömer bu artan kısmı ihtiyaç sahiplerine dağıtıyordu veya bu gibi sıkıntısı olanlara gerektiğinde dağıtmak için bekletiyordu. Bununla birlikte bu normal bir biriktirme anlamına gelmiyordu.


Müslümanların Servet Sahibi Olmaları



Gerektiğinde harcamak için hazinede para bırakmamak, devletlerin egemenliklerini sağlayan ve yönelimlerini sürdüren kurallara aykırıdır. Elde kuvvet olmak üzere ileriyi düşünerek para saklamak hükümranlığın yapılanması ve sürekliliği için - olmazsa olmaz- kurallardan biridir. Egemenlik metodları böyleyken hazine oluşturmamak nasıl doğru ve mantıklı kabül edilebilir? Bunun en önemli nedeni, ilk Müslümanların halifeliği, siyasal egemenlik kurumu olarak düşünmemiş olmalarıdır. Bu yüzden peygamberlik devri sona ermesine rağmen onun etkisi bir süre daha devam edebilmiştir. Bu devir geçince halk eski huylarına dönmüş, mal ve servet biriktirmeye, hakimiyet kurmak için birbirleriyle rekabete başlamışlardır.


Halk bu dünyevi yola, 3. Halife Osman b. Affan zamanında (H. 23-35) girmiştir. Çünkü Hz. Osman, Hz. Ömer gibi sert ve otoriter davranmıyordu. Bunun yanında kendisi Emevi ailesindendi. Halifenin bu yumuşak ve müsamahalı yönetiminden yararlanan Emeviler her geçen gün güçlerini artırdılar. Cahiliye döneminde ellerindeyken lslamiyet'ten sonra Hz. Peygamber'in ailesi olan Haşimilerin eline geçen iktidarı tekrar elde etmenin yollarını düşünmeye başladılar. Hz. Osman, daha kolay otorite kurabilmek düşüncesiyle valiliklere kendi akrabalarından adamlar tayin etmeye başladı. Bunlar arasında zoraki Müslüman olmuş kişiler de vardı. Ayrıca Hz. Osman zamanında fetihler iyice artmıştı. Her taraftan çok miktarda mal ve ganimet geliyordu. Hz. Osman bu ganimetlerden devlet memuriyetlerine tayin ettiği kendi yakınlarına diğer sahabelerden fazla verirdi. Nitekim H. 27 yılında Afrika'dan gelen ganimetlerde yaptığı gibi. Müslümanlar (Hz. Osman'ın süt kardeşi olan) Abdullah b. Sa'd'ın kumandası altında söz konusu bölgede savaşmışlar ve 2.500.000 dinar değerinde ganimet ele geçirmişlerdi. Hz. Osman bunun beşte birini (hums) Mervan b. el-Hakem'e vererek kızını onunla evlendirdi. Oysa bu hums, Beytül­mal'in hakkıydı. Hz. Osman valilerden hesap sorulması uygulamasını da kaldırdı. Çünkü valiler kendi akrabasındandı. Bunun üzerine valiler ve hükumet memurları hırs ve açgözlülüğe düşerek servet biriktirmeye başladılar. Özellikle Muaviye b. Ebu Süfyan -ki Şam Bölgesi valisiydi- hepsinden daha zeki ve geniş görüşlüydü. Bu yüzden Müslümanların tarımla uğraşmalarını, köy ve çiftlik vs. sahibi olmalarını engelleyen Hz. Ömer'in yasağını ortadan kaldırdı.


Müslümanlar Şam Bölgesi'ni ele geçirerek toprakları yerli sahipleri elinde bıraktıkları dönemde, bölgenin büyük kısmı Rum kumandanlarından Batarika'nın mülküydü. Rumlar yenilip de Batarika da kaçtıktan veya öldürüldükten sonra ellerinde bulunan köyler ve çiftlikler sahipsiz kalmıştı. Müslümanlar bu yerleri hazineye bıraktılar. Bir insan kendi köyünü nasıl kiraya verirse valiler de bu köyleri öylece kiraya verirlerdi ve gelen ürün hazineye teslim olurdu. Muaviye Şam valiliğine yerleşip, savurganlığa başlayarak, gereğinden çok memurlar istihdam edip, Rumlar'ı taklit etmeye başladığında aldığı maaş kendisine yetmez olmuştu. Hz. Osman'da da bu konuda bir müsamaha gördüğünden kendisine verilen maaşın ordu ve idarecilerine gelen özel heyet ve görevliler için yapılan masrafları karşılamadığını halifeye bildirdi. Bu mektupta adı geçen köy ve çiftliklerin varlığından söz ederek buraların sahipsiz olduklarından, haraca tabi olan araziler dışında olduğundan söz ederek bunların kendisine "ikta" edilmesini istedi. Hz. Ömer, Muaviye'ye yıllık bin dinar maaş tahsis etmişti. Bu miktar o dönemdeki diğer vali maaşlarından çoktu. Muaviye yukarda adı geçen köyleri de ikta olarak isteyince Hz. Osman bu talebi uygun gördü. Söz konusu çiftliklerin kontrolünü Muaviye'ye bırakarak gelirini kendi hanedanından muhtaç durumda olan bazı yakınlarına tahsis etti. Muaviye'nin bu konudaki başarısı, daha sonra halife olduğu zaman birçok arazi sahibi olup satmasına ve aynı yetkiyi tüm Müslümanlara vermesine zemin hazırlamıştır.


Muaviye'nin tuttuğu bu yola diğer vali ve bazı sahabeler de yönelmişti. Bunlardan Talha, Zübeyr, Sa'd ve Ya'la vs. gibi bazı büyük sahabeler de köy ve akar sahibi olarak hayli zengin hale gelmişlerdir. Hz. Osman da birçok köye sahip olmuş, çok mal biriktirmiştir. Kendisi vefat ettikten sonra hazinedarının yanında 150.000 dinar ve 1000 000 dirhem bulunmuştur. Hz. Osman'ın Vadi al-Kura ve Huneyn vs.'de bulunan köyleri 100 bin dinar değerindeydi. Bunların dışında at ve develer de bırakmıştı. Durumdan anlaşılıyor ki, Hz. Osman gelirlerin çok fazla artması üzerine, Müslümanların da servet sahibi olabilmeleri için birtakım kolaylıklar sağlamıştır. Çevresindekilerin, özellikle de Muaviye'nin teşvikleri bu düşünceyi kafasında şekillendirmiştir. Daha sonra akar sahibi olmak sıradan bir olay haline gelmiştir.


Hz. Osman ile kendisinden sonra gelen halifelerin, tam bilinmeyen bazı arazileri icar veya iltizam şeklinde, hazineye bir miktar para ödemek şartıyla mukataa şeklinde vermeleri de Müslümanlar arasında emlak ve arazi sahibi olma oranını çok yükseltmiştir. Hicri 82 yılında haricilerden Abdurrahman b. Eş'as fitnesi ortaya çıktığı zaman, Divan yakılmış ve bunun üzerine herkes elindeki arazinin gerçek sahibi olmuşlardır.


Bununla birlikte Müslümanlar, Muaviye'nin bu konudaki uygulamalarından memnun değillerdi. Bundan dolayı, -özellikle de fakihler ve zühd ü takva sahibi kişiler- Muaviye'ye çok kızıyorlardı. Sahabenin büyüklerinden Ebu Zer el-Gifari ile Muaviye arasındaki tartışma bunun en güzel örneklerindendir. Ebu Zer, Hz. Ömer tarafından konulan kurallara sıkı sıkıya bağlı bir şahsiyetti. Ona göre "Bir Müslümanın bir gün ve gece yiyecek ve içeceğinden veya Allah yolunda dağıtacağı miktardan fazla bir şeye sahip olması caiz değildir." Ebu Zer Şam'da bu düşüncesi doğrultusunda nasihatlerde bulunuyordu: "Ey zenginler takımı! Fakirlere eşit muamelede bulununuz. Altın ve gümüşü saklayıp da Allah yolunda harcamayanlar, kıyamet günü ateşten damgalarla alınlarının, yan taraflarının, bellerinin damgalanacağından emin olsunlar." Ebu Zer bu şekilde konuştukça fakirler kendisine yakınlık duymuş ve hayran kalmışlardı. Zenginlere karşı bir baskı grubu oluşturdular. Onlarda bu durumu Muaviye'ye haber vererek Ebu Zer'i şikayet ettiler. Aslında Muaviye onlardan daha çok kendisi de Ebu Zer'den rahatsızdı. Ebu Zer birkaç kez kendisini de mal biriktirmeme ve biriktirenlere fırsat vermeme konusunda uyarmış ve bazı ithamlarda bulunmuştu. Örneğin, Muaviye Şam'da el­ Hadra sarayını inşa ettirdiğinde Ebu Zer'e "Bunu nasıl görüyorsun?" diye sormuştu. O da Muaviye'ye "Eğer bu sarayı Allah'a ait mallardan yaptırdıysan Allah'a hiyanet etmişsin. Eğer kendi paranla yaptıysan o zaman da savurganlık yapmışsın demektir" demişti.

Muaviye Ebu Zer'in bu uyarılarından son derece rahatsız olduğundan kendisini muhame edecek bir fırsat kollamaya başlamıştı. Ona bir aracıyla bin dinar gönderdi. Amacı, Ebu Zer'i bu parayla tahrik edip aldatmak ve sonra da para biriktirmek suçuyla itham ve samimiyetsizliğini ispat etmekti. Ebu Zer paraları alır almaz fakirlere dağıttı. Oysa, paralar kendisine gece ulaşmıştı. Ertesi gün sabah erkenden Muaviye'nin gönderdiği bir adam Ebu Zer'in evine gelerek, paraları yanlışlıkla kendisine vermiş olduğunu söyleyerek geri istedi. Ebu Zer parayı alır almaz dağıttığını söyleyerek, parayı bulup iade için üç gün süre istemişti. Bunun üzerine Muaviye, Ebu Zer'i fitnecilikle suçlayacak hiçbir neden bulamayarak Hz. Osman'a "Ebu Zer ile Şam'ı kendi hakkında bir fitne ve fesad yuvası yaptık" diye yazar. Hz. Osman buna cevap olarak "Ebu Zer'i mindersiz, semerli bir deveye bindirerek yanıma gönder" emrini verir. Ebu Zer Medine'ye varınca halife Hz. Osman onu sorgular ve isteklerini sorar. Ebu Zer hiç korkmadan, Ümeyyeoğullarının hırs ve açgözlülükle çok ileri gittiklerini ve Hak yolundan saptıklarını açıkça söyler. Bunun üzerine Hz. Osman kuvvet kullanarak Ebu Zer'i Medine'den çıkartarak, kendi köyü olan Rebeze'ye gönderir. Ebu Zer köyünde vefat edinceye kadar yaşar. Ebu Zer'in bu şekilde sürgün bir şekilde yaşayıp vefat etmesi Hz. Osman aleyhindeki fitneyi iyice körüklemiş ve kendisine karşı olanların düşmanlığını artırmıştır.


Daha sonra H. 35/M. 657 de Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle halifelik fitnesi ortaya çıkınca, kendi nefsi için halifelik arzusunda bulunan Muaviye, hilafeti isteyenler arasında gerek soy ve gerekse kıdem açısından kendisinden daha haklı birtakım kişiler olduğunu, bu nedenle amacına ulaşmak için para kullanılması gerektiğini görerek, taraftar kazanmak için, gereğinde dağıtıp harcamak gayesiyle para biriktirmeye gayret etmiştir. Gerçek şu ki; para öyle bir güçtür ki, hangi amaçla kullanılırsa o amaca göre bir silah halini alır. Ta eski devirlerden beri büyük plan ve teşebbüslerin kaynağı paradır. Bugün de uygar dünyanın çarkları bununla dönmektedir. Dünyada hiçbir savaş, barış, muahede, hiçbir fetih gerçekleştirilmemiştir ki, para onun itici gücü veya nedeni olmasın. Muaviye'de bu yolda hareket ederek deha, zeka veya kahramanlığıyla sivrilmiş Arap dahilerinden bazılarını paranın gücüyle kendi hizmetinde kullanmış ve bu sayede "Sıffin" Savaşı'ndan sonra hilafeti ele geçirme siyasetinde başarılı olmuştur. Bununla birlikte, aslında hilafet onun kontrolüne ancak H. 40. yılda Hz. Ali'nin şehadeti ve oğlu Hz. Hasan'ın halifelik hakkından feragat etmesi üzerine geçebilmiştir. Muaviye'nin para ve maddi çıkarlar temin etmek suretiyle hilafeti ele geçirdiğini halk biliyordu. Hatta Hz. Ali'nin torununun oğlu Zeynelabidin "Muaviye kendi altınının kuvvetiyle Hz. Ali ile savaşıyordu" demişti. Daha sonra diğer Emevi halifeleri Muaviye'nin izini takip ederek, parayı ve genel olarak maddi zenginliği muhaliflerine karşı sürekli bir silah olarak kullanmışlardır. Bu nedenle hangi biçim veya yolla olursa olsun zenginliklerini daha da artırmak zorunda kalmışlardır.


Bu duruma göre, Raşid Halifeler devrinde Müslümanların servet sahibi olmalarını yasaklayan kanunlar uzun süre devam etmemiş gözükmektedir. Bunun devamı edebilmesi Hz. Ömer'in veya onun felsefe ve yolunu takip edecek, onun karakterine sahip kişilerin yönetici makamında olmalarına bağlıydı. Bu ise umran ve uygarlık kurallarına aykırı bir durumdur. lşte bu sebepten Araplar, Rumlar ve İranlılarla karşılaşınca kısa süre içinde varlık ve rahatlık içine düştüler ve servet biriktirmeye başladılar. Emevilerin amaçlarına ulaşmak için paraya düşkünlükleri bu arzuyu iyice kamçılıyordu. Bu şekilde Raşid Halifeler devri sona ermiş oldu. Ancak Müslümanlar daha sonra hiçbir dönemde böyle harika bir devir göremediler. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in sözleri ve adaletli icraatları asırlardır Müslümanlar arasında dilden dile gönülden gönüle vecize, kıssa ve atasözü şeklinde aktarılmaya devam etmektedir. Her ne zaman bir halife veya idarecide bir eğrilik görülse Hz. Ebu Bekir ve Ömer'i örnek alması istenir. Özellikle Hz. Ömer'in adalet ve hakkaniyet konusundaki titizliği ve şiddeti her zaman örnek alınırdı. Hatta Emevi vali ve idarecilerinden bazıları da onların yolunda gitmeyi denemiş ancak becerememişler, devirleri zulüm ve karışıklıklarla geçmiştir.


Rivayete göre Ziyat b. Ebih valilik görevindeyken Hz. Ômer'in yolunu takip etmeye çalışmış, ancak ölçüyü aşmıştır. Daha sonra ünlü Haccac b. Yusuf Hz. Ömer'i kendine örnek almışsa da o da ölçüyü kaçırarak halka zulüm etmiştir.


Emeviler veya Ümeyye Oğulları Devri (H. 41-132/M. 661-749)


Ümeyyeoğulları veya kısaca Emeviler Devleti, Raşid Halifeler devrinden hakimiyetin dini hilafet şeklinden siyasal saltanat biçimine döndürmekle farklılık gösterir. Aynı şekilde Abbasilerden yalnızca bir Arap Devleti, başka unsurlara küçümseyici bir bakışla bakan ırkçı bir devlet olmasıyla ayrılır. İşte bu yüzden Müslümanların himayesi altına giren gayr-i müslimler ve diğer halk kesimleri Emevi idarecilerin dayanılmaz davranışlarıyla karşılaşmışlardır. Hatta Müslüman olanlar bile Araplarca köle muamelesini görüyorlardı. Araplar o devirde lslam'a girmiş o kişilere "Mevali" (azatlılar) adını verirler ve kendilerini bunlar üzerine velinimet kabul ederlerdi. Çünkü onları küfürden kurtarmışlardı. Mevali mescidlerde Arapların arkasında namaz kılacak olsalar, Araplar bu durumu Cenab-ı Hak'a karşı kendileri için bir alçak gönüllülük sayarlardı.


Araplardan biri önünden bir Müslüman cenazesinin geçtiğini görünce "Kimin cenazesi?" diye sorardı. "Kureyş'ten" derlerse "vah kavmim" derdi. "Araplardan" derlerse "vah hemşerim" derdi. "Mevaliden" derlerse "Allah'ın malıdır. İstediği zaman alır istediği zaman bırakır" derdi. Mevaliyi künye taşımaktan da men ederlerdi. Onları isim ve lakaptan başka bir şeyle çağırmazlardı. Onlarla bir safta, bir sırada yürümezlerdi. Mevaliye "Alüc" (Arap olmayan kafirler) adını verirlerdi. Ünlü Cahız'ın "Kitab al Mavali"sinde anlatıldığına göre; Haccac, İbn Eş'as ile savaşan mevaliyi ele geçirdiği zaman tekrar toplanmalarına meydan vermemek üzerine onları dağıtmak istedi. Her birinin eli üzerine gönderdiği şehrin ismini nakşetti. Bu nakış (Beni Id) kabilesinden biri tarafından yapılmıştı.


Emeviler, fethettikleri ülke halkı ile mallarını Arap ırkçısı olmaları ve diğer toplumları aşağı görmeleri sonucu olarak bunu bir zevk haline getirmişlerdi. Irak valisi Said b. el As'ın "lrak'ın zirai toprakları Kureyş'e ait bir bahçedir. İstediğimizi alır istediğimizi bırakırız" sözü bu durumu açıkça gösterir. İskenderiye bölgesindeki "Ahna" emiri cizye olmak üzere kendilerinden ne kadar para istendiğini Amr b. El As'tan sorduğunda Amr'ın "Siz ancak bizim bir hazinemizsiniz. Paraya çok ihtiyacımız olursa çok, az ihtiyacımız olursa az isteriz" demesi de bir başka delildir.


Emeviler bu durumları halkın mallarından istediklerine el koymak için bir vasıta biçimine sokmuşlardır. Muaviye'nin önceki icraatlarından cesaret alıyorlardı. Gerek Muaviye, gerek kendisinden sonra gelen Emevi halifeleri Haşimi taraftarlarıyla Hariciler vs. ile sürekli savaşmak mecburiyetinde kaldıklarından çok fazla paraya muhtaç oldular. Bu nedenle haraç ve cizye şeklinde halktan sürekli para toplamaktan başka bir yol bulamadılar. Bu vergilerin düzenli toplanması için de kendilerine yakın valiler görevlendirdiler. Bu valilerin en şiddetlisi ve dehşetlisi halife Abdülmelik'in Irak valisi Haccac b. Yusuf idi. Abdülmelik kendisine rakip olan kişilere özellikle de Mekke'de halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr'e ve lrak'da Ehl-i Beyt'in intikamını almak üzere Muhammed b. al Hanefiyye adına hilafeti ele geçirmek için ayaklanan Muhtar b. Ehi Ubeyd vs. karşı durmaya mecbur oldu. Bu amaçla Haccac ve benzerlerini görevlendirdi. Bunlar halktan haklı haksız para toplamak için baskı ve zulüm yapıyorlardı.


Valilerin Eziyet ve Zulümleri


Emevi valileri lslam yönetimini kabul etmiş gayr-i müslim toprak sahiplerine gerek vergi toplamada gerekse diğer işlerde eziyet ve zulüm yapıyorlardı. Halkın elinde mahsulden bir şey kalıp kalmamasına önem vermezlerdi. Arazi ekilsin ekilmesin belirlenen haraç alınırdı. Bununla birlikte toprak sahibine bir felaket veya afet zamanında kullanabilmesi için bir miktar ürün bırakmak haracın şartlarındandı. Rivayete göre, Haccac bunu da toplamak için halife Abdülmelik'ten izin istemiş, o da "Aldığın paradan fazla bıraktığın parayı düşünme. Onlarda et bırak ki o et üzerine yağ bağlasınlar" cevabını yazdı. Anlaşıldığına göre bazı köylüler ve toprak sahipleri bu baskılardan kurtulmak için Müslüman olmuş ve mevali hükmüne girmişlerdi. Ancak bu da kendilerini haraç ve cizye ödemekten kurtaramadı. Haccac buna benzer kişilerden haraç ve cizye almaya devam etti. Halbuki bunlar o vergilerden kurtulmak için tarlalarını kendi akrabalarına terk ederek şehirlere yerleşmişlerdi. Haccac bunları tekrar köylerine göndererek haraç bedelini istedi. lslamlar o vakte kadar kendileri tarafından kurulmuş şehirlerden başka yerlerde oturmazlardı. Ülkenin asıl halkı ise tarımla uğraşmak üzere köylerde yaşarlardı. Halktan herhangi biri lslam olursa ondan haraç kaldırılır ve daha önce sahip olduğu arazi ve hane köy halkına kalırdı. Köylü o haracı vermekle mükellef tutulurdu. lslam'a girenler artık Küfe, Basra, Fustat gibi lslam şehirlerine gidip yerleşirlerdi. Haccac yukarıda da belirttiğimiz gibi bunu önlemeye çalışmış "Her kimin aslı köyden ise köyüne dönsün ondan cizye ve haraç alınacaktır" diye ilan ettirmişti. Haccac'ın bu hareketi lbn Eş'as'ın isyanı zamanında olmuştu. Bunun üzerine halk gözleri yaşla dolu olduğu ve "ya Muhammedah! ya Muhammedah!" diye bağırdıkları halde gruplar halinde toplanarak nereye başvuracaklarını, hangi tarafa gideceklerini şaşırmışlardı. Sonunda Haccac'ın aleyhine olarak lbn Eş'as'ın yanına geçtiler. Bu gibi davranışlar Emevi valilerinden yalnız Haccac'a mahsus bir şey değildi. 8. Emevi halifesi Yezit b. Abdülmelik Afrika'daki valisi Yezit b. Eba Müslim Ömer b. Abdülaziz devrinde Horasan'da vali bulunan Cerrah ve Maveraünnehir'de diğer bazı valiler de benzeri hareketlerde bulundular.


Müslümanların zimmet ve himayesi altına girip de dinlerini muhafaza eden Hıristiyanlar ve diğer din mensuplarına da zaman zaman eziyet ve sıkıntı çektirilmiştir. Bazı gayr-i müslimler lslam'a girmekle vergiden kurtulamayacaklarını anlayınca rahip elbisesi giyerek cizyeden muaf olmaya çalıştılar. Ancak çok geçmeden bu hile anlaşılınca papazlara da cizye ödeme zorunluluğu getirildi. Bunu ilk uygulayan Mısır valisi Abdülaziz b. Mervan'dı. Papazların sayısını tesbit ettirdi. Her biri üzerine bir dinar cizye yükledi.


Emeviler bunlarla da kalmayıp Raşid Halifeler zamanında takdir edilmiş olan haraç miktarını da yükselttiler. Muaviye haracı bir kırat artırmak istediğinden Mısır valisi Amr b. el­ As'ın azatlı kölesi Verdan'a "Kıptilerden adam başına bir kırat fazla koy" diye emr gönderdi. Fakat o Muaviye'ye "Ellerinde bulunan ahidnamelerde fazla istenmeyeceği kayıtlıdır. Fazlayı nasıl teklif edeyim?" cevabını vererek emri uygulamamıştır. Mısır, Amr b. el-As'a ekmeklik olarak verilmiş olduğu için bu emre uymamış olmalıdır. Ancak ondan sonra gelen Emevi valileri vergileri istedikleri şekilde artırmışlardır. Bunlardan birisi Emevi halifesi Hişam b. Abdülmelik (H. 105-125) zamanında haraç mütevellisi bulunan Ubeydullah b. Hahhah idi. Kıptilerin haracını bir kırat yükseltince Kıptiler ayaklandılar. Bunun üzerine Müslümanlarla Kıptiler arasında savaş çıktı. Birçok kişi bu savaşta telef oldu. Daha sonraki bazı valilerde de benzeri suistimaller olduğunu görüyoruz. Üsame b. Zeyd'in zamanında papazlığa yönelenlerin sayısı çok artmıştı. Haraç ve cizye gelirlerindeki eksikliği önlemek için Üsame bütün manastırları ve görevli papazların listesini hazırlattı. Papazların ellerine demir bir bilezikle bir işaret koydurdu. Bileziğin içinde papazın ismi, görev yeri ve damga tarihi yazılıydı. Herhangi bir rahipte bu damga görülmezse o rahibin eli kesilirdi. Her Hıristiyan vergisini ödediğini gösteren bir koçan veya makbuz taşımaya mecbur edildi. Koçan taşımayanlardan 10 dinar nakit ceza alınmasını emretti. Daha sonra manastırları kontrol ettirerek damgasız papazlardan bazılarını şiddetli şekilde cezalandırdı. Ancak Üsame'nin bu eylem ve zulümleri halifenin rızasına ve politikasına aykırıydı. Halife Hişam bu durumu işitince valisine bir mektup yazarak Hıristiyanları incitmemesini, ellerinde bulunan ahidnamelere aykırı fazla bir talepte bulunulmamasını emretti. Ancak bu emrin hükmü uzun sürmedi. Hanzala b. Safvan gibi bazı valiler tekrar zulüme başladılar. Haracın miktarını artırdıktan sonra hayvanları da kaydettirmiş her Hıristiyanı bir aslan resmiyle damgalamıştı. Bu işareti taşımayan her kimi yakalarsa onun elini kestirirdi. Emevi valilerinin gayr-i müslimler ve Arap olmayan Müslümanlar (mevali) hakkında gösterdikleri baskı ve zulümle ilgili örnekler çoktur.



Emevilerin haraç ve cizye gelirini artırmak için uyguladıkları baskıcı siyasetin bir örneği olarak Irak halkının yıllık cizyeleri bir dinar, iki müd buğday, ikişer kıst zeytinyağı ve sirkeden ibaretti. Abdülmelik b. Mervan hilafet makamına geçince bu miktarı az gördü. Valisine yazdığı emirle tüm halkın nüfus sayımını yaptırdı. Herkes işçi statüsünde sayılarak yıllık kazancı hesap edildi. Toplamdan yıllık nafakası çıkarıldıktan sonra her adamın elinde yıllık dört dinar kalacağı hesaplandı. Abdülmelik böylece Cezire bölgesinde adam başına dört dinar cizye vermeyi kanun haline getirdi. Bütün cizye verenler tek sınıf olarak kabul edildi.


Bununla birlikte Emeviler döneminde bu vergi ve baskılar yalnızca gayr-ı müslim olanlara ve mevaliye yapılmıyordu. Müslümanlar da çeşitli baskı ve eziyet altındaydı. Haccac b. Yusuf'un kardeşi Muhammed Yemen'e vali olunca kötü bir yönetim sergilemiş halka zulüm ve eziyet ederek, ellerinden yurtlarını ve yerlerini almış, "üzerlerine vazife adıyla haraç bile koymuştur" daha sonra Ömer b. Abdülaziz halife olunca bu vergiyi kaldırtmış öşür ile yetinilmesini emretmiştir. lran'daki Emevi valileri meyveleri önceden tahmin üzerine gerçek değerinden daha aşağı bir fiyata götürü şeklinde kendileri alırdı.


Boş ve verimsiz araziye vergi koymak da yine o valilerin para toplama hırsından kaynaklanıyordu. Bunun dışında halk üzerine niruz (nevruz) bayramında hediye adıyla bir vergi daha koymuşlardı ki bunun yıllık toplamı Muaviye zamanında 10 milyon dirheme ulaşmıştı. Evlenenler ile arzuhal yazanlar üzerine de bir vergi konmuştu.


Vali için başka çiftçi için başka kileler kullanılıyordu. Memurların yiyecek, içecek, kağıt ve mürekkep parası, kile ve kilecilerin ücreti ve erzakı hepsi halk üzerindeydi. Halktan biri haraçdan borcuna karşılık para getirdiği zaman, tahsildar o paranın bir kısmını kendisi için ayırırdı.


Emevi valileri ve memurları tüm bunları her zaman kendileri doğrudan doğruya yapmazlardı. Emirleri altındaki adamları aracılığıyla da yaparlardı. Gerek Muaviye gerekse sonraki Emevi halifeleri, özellikle Abdülmelik bu yolu devam ettirdiler. Yukarıda sık sık adı geçen Haccac gibi bir zalim onun döneminde yetişti. Emevi halifeleri bu baskı ve zulümleri önlemek gücüne sahiplerdi. Ama bu güçlerini kullanmadılar. Hz. Ömer zamanında bir vali böyle bir zulme bulaşırsa hemen şiddetle cezalandırılıyorlardı. Ahvaz valileri bunun örneğidir. Haklarında şikayet gelir gelmez Hz. Ömer onların servetlerinin yarısını Beytülmal adına musadere ettikten sonra kardeşlerinin servetlerinden bir kısmını da musadere ettirmişti. Hz. Ömer'in bu uygulaması Muaviye için de örnek oldu. Valiler öldükçe bıraktıkları servetin yarısı Muaviye tarafından mirasçılarından alınırdı. Ve bu musadereyi yaparken "Bu Hz. Ömer tarafından konmuş bir usuldür" derdi. Muaviye zamanla sıradan insanların mallarını da musadere etmeye başladı.


Her şeyde iyilik ve düzen baştan başlar. Yukarda sıraladığımız olaylardan da anlaşılacağı üzere Emeviler en baştan beri hakimiyetlerini sürdürebilmeleri için zengin bir hazineye ihtiyaçları vardı. Bu nedenle valilerine büyük yetki ve imkanlar vererek kendi yollarına soktular. Valiler hem halifeler hem de kendileri için mal mülk ve servet biriktirmeye başladılar. Daha alttaki memurlar da onları takip etti. Toprak sahiplerinin şikayetleri zamanla o derece arttı ki vergi toplama görevi Arapların elinden alınarak mevaliye özellikle de lrak'ta köy sahipleri olan "dehhak"lara verildi. Bunu ilk uygulayan kişi H. 64 yılında lrak'ta haraç mütevellisi bulunan lbn Ziyat idi. Bazıları bundan dolayı kendisini ayıplayınca lbn Ziyat şu cevabı vermişti: "Haraç toplama işinde ne zaman bir Arap görevlendirmiş isem haraçta eksiklik olduğunu gördüm. Bu eksikliği o memurlardan veya aşiretlerinden tahsil etmeye kalkışsam o aşiretleri gücendireceğim, vazgeçsem, bile bile devlet hazinesine zarar vermiş olacağım. Bu köy sahiplerini cibayet-i emvalde (mal ve vergi toplama) sizden becerikli, daha güvenilir ve halka daha yumuşak ve merhametli davranır gördüm. Bununla birlikte kimseye zulüm ve haksızlıkta bulunmalarına fırsat vermemek için siz de onları kollayınız.


Kadı Ebu Yusuf'un haraç memurları hakkında halife Harunürreşid'e sunduğu vasiyetnamesindeki açıklamalar o küçük memurların o çağda halktan ne şekilde para topladıklarını gösterir: "Aldığım malumata göre bazen valilerin maiyetlerinde öyle adamlar bulunur ki bunlardan bir kısmı valinin yakın çevresinden, diğerleri de bir vesileyle onlara bağlananlardandır. Bunlar doğru ve ahlaklı kimselerden olmadıkları halde valiler bunları hükumet işlerinde kullanarak işlerinin düzeni için ve tahsilat için şuraya buraya gönderirler. Bu gibi adamlar kendilerine verilen görevi gereğince yapmadıkları gibi halka da hoşgörülü davranmazlar. Amaçları her ne şekilde olursa olsun ellerine para ve mal geçirmektir. Hem bence bu parayı ve malı zulüm ve baskıyla topluyorlar. İşkence yapmak için haraç ehlini güneşte durduruyorlar. Son derece şiddetle onlara dayak atarlar. Boyunlarına testiler asarlar. Namaz kılmaya engel bukağı ile bukağılarlar. Bu ise Allah'ın yanında büyük bir suç, lslamiyet nazarında da çok çirkin bir durumdur. Emevilerle, valileri, memurları ve tahsildarları Ömer b. Abdülaziz halife oluncaya kadar yukarıda anlatılan zulüm ve eziyet üzere devam ettiler. Ömer b. Abdülaziz hilafet makamına geçince yaratılışında olan adalet, insaf ve zühd ü takvanın itmesiyle devlet işlerini adaşı olan ve annesi tarafından büyükbabası bulunan Ömer b. Hattab zamanındaki şekle döndürmek istedi. Bu yüzden tüm valilere emirnameler göndererek daha önce yapmış oldukları haksızlık ve zulmü teker teker belirterek bunların ortadan kaldırılmasını emretti. Minberler üzerinde Hz. Ali'ye lanet etmek adetini terk ettirdi. O zamana kadar akrabası olan Emeviler birçok köy ve çiftliklere sahip olmuşlar ve bunların birçoklarını gayr-i müslimlerden haksız olarak gasp ve musadere etmişlerdi. Ömer b. Abdülaziz kapılarını şikayetçilere açtı "Her kimin şikayeti varsa müracaat etsin" diye ilan ettirdi. Bunun üzerine şikayetçiler ve bunların arasında Hıristiyanlar, Museviler, mevali vs. hepsi bu adil halifeye müracaatta bulundular. Bazıları mal ve eşyalarının çalındığından bazıları da köylerinin ve tarlalarının gasp olunduğundan şikayet ediyorlardı. Ömer b. Abdülaziz bu şikayetlere karşı hak ve adalet neyse, kendi oğulları, kardeşleri, yakın akrabaları aleyhine olsa bile gereğini yapıyor, hakkı yerine getiriyor, zulmü ortadan kaldırıyordu. Bazıları Ömer b. Abdülaziz'e "Böyle hareket edersen çocuklarına bir şey kalmayacak. Onları ne yapacaksın?" diye sorunca kendisi kalbinin yumuşaklığı ve hassasiyetinden dolayı ağlayarak "onları Allah'ın yardım ve himayesine bırakıyorum" demiştir. Ömer b. Abdülaziz amcaları ve amca çocuklarının gaspettikleri malları ellerinden alarak bunlara "emval-i mezalim" adını vermiştir. Ömer b. Abdülaziz'in akraba ve yakınları olan Emeviler bu hali görünce hakimiyetin kendi ellerinden çıkmasından korkmaya başladılar. Ellerinde bulunan servet ve saman, emlak ve arazi giderse hakimiyeti de kaybedeceklerdi. Bu nedenle halifenin halası Mervan'ın kızı Fatıma'ya müracaat ve Ömer'in yaptığı şeylerden şikayet ettiler. Fatıma Hz. Ömer b. Abdülaziz'in yanına giderek aracı olmak istedi. Ömer, halasına dönerek "Cenab-ı Hakk Ekrem Nebi Hz. Muhammed (s.a.v)'i bütün insanlara rahmet olsun diye gönderdi. Azap olsun diye göndermedi." cevabını verdi.


Mevali (Arap Olmayan Müslümanlar)



Halifenin adalet ve takvasını görünce durumdan yararlanmak isteyen mevali de içinde bulundukları baskı ve aşağılanmadan dolayı durumlarını kendisine arz etti. Horasan valisi Cerrah b. Abdullah Hakemi, Şam'a Halife Ömer b. Abdülaziz'in yanına ikisi Araplardan, biri de mevaliden oluşan özel bir heyet göndermişti. Araplar halifenin huzurunda söz söylediler. Mevali hiç konuşmadı. Bunun üzerine halife mevaliye dönerek "Neden hiçbir şey söylemiyorsun?" diye sorunca mevali "Ey Müminlerin Emiri! Mevaliden 20 b. kişi maaşsız, yiyeceksiz olarak cihadla uğraşıyorlar. Bunlar ehl-i zimmetken lslam olmuşlardır. Ancak yine de bunlardan haraç alınıyor. Şimdiki valimiz adeta Haccac'ın kılıçlarından bir kılıç gibi baskı ve zulm ile hükmediyor." diyerek zulümden şikayette bulundu. Ömer b. Abdülaziz mevaliden olan kişiye dönerek "Özel görevli olarak senin gibi adam göndermek gerek!" dedikten sonra Cerrah'a "Arkanda kimin namaz kıldığını görürsen ondan cizye alma!" emrini verdi. Bunun üzerine halk süratle lslam'ı kabül etmeye başladı. lslamiyet hızlı bir şekilde yayılıyordu. Bu durumu hoş görmeyen bazıları Cerrah'a "Herkes cizyeden kurtulmak için Müslüman oluyor. Bunlar sünnet oluyorlar mı, olmuyorlar mı? Bir kere teftiş ve tahkik etseniz iyi ulur" şeklinde görüş bildirdiler. Cerrah durumu halifeye yazar. Halife Ömer b. Abdülaziz'de Cerrah'a "Cenab-ı Hakk; Hz. Muhammed'i (s.a.v), halkı kurtuluş yoluna döndürsün diye gönderdi, sünnetçi olarak değil" cevabını verir.


Ömer b. Abdülaziz aynı muameleyi Mısır valisi Hayyan b. Şerih hakkında da uygulamıştır. Hayyan halifeye "Halkın lslam olmaları cizye gelirlerini o derece düşürdü ki, divan memurlarının maaşlarını ödemek için Haris b. Sabite'den 20 bin dinar borç almaya mecbur oldum. lstikraz olunan paranın Emirü'l-Müminin tarafından ödenmesi için emir verilmesini istirham ederim" diye yazmıştı. Hayyan'a da şu cevabı göndermişti: "Yazını aldım. Zayıflığını, gelirlerin azlığını bile bile seni Mısır'a vali olarak gönderdim. Bu kez gönderdiğim adama başka yirmi değnek vurmasını emrettim. lslam olanlardan cizyeyi kaldır. Görüş ve tedbirin kabül edilmemiştir. Zira Cenab-ı Hak Hz. Muhammed'i hidayet edici olarak gönderdi. Para tahsildarı olarak göndermedi. Ömer için bütün alemin kendi aracılığı ile lslam'a girmesini görmek gibi yüce bir zafer, büyük bir bahtiyarlık nerde.

Halife Ömer b. Abdülaziz diğer valiler için de aynı şekilde hareket ediyordu. Ahlakına ve doğruluğuna güvenmediği valileri azletmiştir. Bu yüzden devlet adamlarının pek çoğu kendisine muhalefet etmeye başladılar. Halife, devlet işlerini birden ve süratli bir biçimde ıslah etmeye çalışıyordu. Halbuki o derece fena bir durumda olan bir devleti öyle birden düzene sokmak imkansız bir şeydi. Emevilerden bu durumdan memnun kimse kalmamıştı. Ömer b. Abdülaziz'in hilafetini üç yıldan fazla çekemediler. Sonunda halifeyi zehirleterek şehit ettiler. Tarih yazanlar Ömer b. Abdülaziz'i Raşid Halifelerden saymışlardır. "Ömereyn" (iki Ömer) dediklerinde kendisi ile Hz. Ömer b. Hattab 'ı kastederler.


Yukardan bu yana verdiğimiz malumatla lslamiyet'in üzerine bina edildiği asıl kuralların insaf ve müsamahayı emrettiğini gördük. Öyle ki, yönetimi ellerinde bulunduranların tuttukları yola göre durum şekillenmiştir. Ömer b. Abdülaziz lslam'ın kural ve esaslarını Raşid Halifeler devrindeki hale çevirebilseydi Emevilerin neden olduğu zulüm ve baskıcı yönetimin olumsuz etkilerini büsbütün ortadan kaldırabilecekti. Ne çare ki, uygun olmayan talihsiz bir zamanda başa geçti. Bu yüzden çabaları istenilen ve umulan olumlu sonuçları vermedi. Kendisinden sonra işler, aksülamel olarak eskisinden daha kötü bir hale döndü. Valiler daha katı ve baskıcı bir yönetim sergilemeye başladılar. Haraç miktarı zamanla çok fazla artırılınca, bazı toprak sahipleri sahip oldukları araziyi halife veya valilerin akrabalarından birinin adına kaydettirmeye, onun himayesi altında tarım etmeye mecbur kalmıştır.


Halifeler de savurganlıkta sınırı aşmışlardı. Bunun ilk örneği Yezid b. Abdülmelik'ti. Kendisini büsbütün zevkusafa ve içkiye verdi. Devlet işleriyle uğraşmak yerine Selame ve Habbabe adındaki iki cariyesiyle meşgul oluyordu. Yezid'in bunlarla geçen hayatı ve eğlenceleri çok ünlüdür. Yezid'den sonra kardeşi Hişam halife oldu. Hasis bir adamdı. Daha önce belirttiğimiz gibi, Mısır'da vergilerin artırılması bunun zamanında olmuştur. Hişam'dan sonra hilafete Velid b. Yezd b. Abdülmelik geçti. Bu da Yezid gibi zevkusafa ve işu işrete düşkündü. Hilafeti çok sürmedi. Yakınları tarafından öldürülerek H. 126 yılında Yezid b. Velid b. Abdülmelik hilafet makamına getirildi. Kendisine biat edilirken yaptığı konuşmadan da anlaşılacağı üzere Ömer b. Abdülaziz'in yoluna uyarak devlet işlerini düzeltme niyetinde bulunmuşsa da maalesef Ömer'in uğradığı başarısızlığa bu da uğramıştır. Durum ıslah olunamayacak derecede kötü bir hale gelmişti. Kendisinden sonra gelen Mervan bin Muhammed zamanında Abbasiler galib gelerek lslam hilafetini ellerine geçirmişlerdir.


O yıllarda Emeviler, yiyip içme, savurganlık, zevkusefaya, işu işrete dalmışlar bu nedenle hakimiyetlerini güçlendirecek önlemlerle uğraşmayı bırakmışlardı. Tayin ettikleri vali ve bürokratların seçimine dikkat etmemeye başladılar. Hatta bazen bir adamı bir cariyenin önerisi veya hediyeye karşılık olarak bir vilayete vali olarak gönderirlerdi. Nitekim 10. Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik, Cüneyd bin Abdurrahman'ı bu şekilde görevlendirmişti. Cüneyd, Hişam'ın karısına kıymetli taşlar ile değerli bir gerdanlık hediye etmişti. Hişam gerdanlığı çok beğenmişti. Cüneyd benzeri bir gerdanlık daha hediye edince Hişam kendisini H. 111/M. 719 yılında Horasan'a vali olarak tayin etmişti. Emeviler devrinde Zülefa adında bir cariyenin fiyatı bir milyon dirheme ulaşmıştı.


Valilerin bütün himmet ve gayretleri büyük bir servet toplamak, birçok adam, köle ve hizmetkara sahip olmaktı. Hakkaniyet ve adalet sahibi olan dürüst kişiler, valilerin hırs ve hırsızlıklarına alet olmamak için memuriyetten kaçıyorlardı. Nitekim yedinci halife Süleyman bin Abdülmelik, Irak valiliğini Yezid b. Mühelleb'e verdiğinde Yezid kendi kendine şöyle demişti "Haccac Irak'ı bir harabeliğe çevirdi. Şimdi o bölge halkı benden adalet ve dürüstlük bekler. Oralara gidip haracı Haccac'ın yaptığı gibi işkence ve zorla toplamaya kalkışsam halkın başına bir bela olacağım. Haccac'ın o dehşetli zamanlarını tekrar yaşatacağım. O durumda cihan beni lanetle anacak. Böyle yapmayıp da daha az haraç toplasam halife razı olmayacak." Adalet, rıfk ve mülayemet duygularıyla ahlaklanmış diğer ileri gelen kişiler de benzeri düşünceler içindeydi. Bu yüzden çıkarlarını her şeyden üstün tutan bencil insanlar dışında kimse memur olmak istemiyordu. Bunun dışında, halifeler de istediklerini kolayca yapabilmek için bu türlü memurların maaşlarını alabildiğine artırmışlardı. Emevilerin zon zamanlarında Irak valisi olan Yezid b. Ömer'in yıllık geliri 600 bin dirheme (Frank) ulaşmıştı. Valiler görevlerinin devamından emin olmadıkları için valilikleri her zaman de geçmez bir fırsat olarak görüyor ve kısa sürede büyük servet sahibi olmayı düşünüyorlardı. Bunlardan Hişam b. Abdülmelik'in Irak valisi bulunan Halid'in gailesi (geliri) 13 milyon dirheme ulaşmıştı. Bir başka deyişle yaklaşık bir milyon dinara varmıştı. Bu gibi hallerde, halifeler azlettikleri valilerden servetlerinin hesabını soruyorlar gerektiğinde mallarına hazine adına el koyuyorlardı. Yukarda adı geçen vali Halid'in malları da, şikayet üzerine yapılan inceleme sonunda halifenin emri üzerine musadere edilmiştir. "lstihrac" adı verilen bu uygulamada son derecede şiddet kullanılıyordu. Bu sebepten dolayı valiler ile halifeler arasında Emevi devletinin yıkılmasını hızlandıran bir nefret oluşmaya başlamıştır.


Emeviler devrinde devletin gelirlerine yani haraç, cizye vs.'den toplanan yekununa gelince, o dönemde ortaya çıkan fitne ve karışıklıklar arasında Emevilerin kaybolan diğer belgeleri arasında bunlar da kaybolmuştur. lslam ülkesi, Emeviler zamanında, daha sonra Abbasiler devrinde ulaştığı büyüklüğe yakın bir ölçüye ulaşmıştı. Bununla birlikte en büyük gelirler, Irak, Cezire, Şam ve Mısır'dan geliyordu. Diğer bölgelerden toplanan gelir ise ancak maaş ve giderleri karşılayabiliyordu. Emevilerin hakimiyetinin tam manasıyla oluşturulamadığı bazı yerler daha vardı ki oralardan kayda değer bir gelir elde edilemiyordu.


Irak, Şam, Mısır gelirleri yıllara ve valilerin uygulamalarına göre değişiyordu. Özetlemek gerekirse: Emeviler zamanında Irak bölgesinin yıllık ortalama geliri 130 milyon dirhem, Mısır'ın 3 milyon dinar/36 milyon dirhem, Şam bölgesinin geliri ise 1 milyon 700 dinar/20 bin dirhemdi. Bu durumda üç bölgenin yıllık toplam geliri 186 milyon dirheme ulaşıyordu.


Sözün özü; Emeviler devrinde gelirler çoktu, ancak buna servet veya zenginlik denilemezdi. Çünkü toplanan paralar Emevilerin hakimiyetlerini güçlendirmek için savaşlarda harcanıyordu. Emeviler Hz. Ali ile, oğlu Hz. Hüseyin ile, Muhtar b. Ebi Ubeyd Sakafi ile, Abdullah b. Zübeyr ile, Hariciler vs. ile savaşmışlardı. Yemen Arapları ile Hicaz ve Necd Arapları veya Araplar ile Arap asıllı olmayan Müslümanlar arasında da birçok fitne ve fesad çıkmıştı. Tüm bunları kontrol altına alabilmek için çok fazla harcama yapılıyordu. Bunun dışında halife ve diğer idarecilerin zevkusafalarına, savurganlıklarına da az para gitmiyordu.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak