7 Mart 2023 Salı

Sınırsız Denizaltı Savaşı 1917, Almanya

 



Almanların verimliliği meşhurdur. İş, organizasyona geldiğinde insan kaynaklarının kullanımı konusundaki yaratıcılıklarında kusursuz ve rakipsizdirler. Ama başlangıçta çok mantıklı gözüken kararları nedense sonuçta felakete yol açar. 1917'de sınırsız denizaltı savaşına girme kararında da aynı şey olmuştu.


Almanya için 1914'te iki cepheli bir savaş yaratan yanlış dış politikalar tam bir beceriksizlik örneğidir. Almanlar ancak 1916'da, Birinci Dünya Savaşı'nın üçüncü yılında yenileceklerini fark ettiler.


O yıllarda Hindenburg ve Ludendroff adlı generaller askeri bir diktatörlük yaratmışlar, Kayzer sadece bir süs olarak savaşlarda yer almıştı. Almanya pratik nedenlerden dolayı askeri bir ihtilal yaşamak zorunda kalmıştı.


Ne yazık ki, Almanların Fransızları yok etme planı 1916'da Verdun'da iki tarafın da neredeyse tamamen yok olmasıyla sonuçlandı. Somme'daki İngiliz saldırıları ise karşılıklı bir ölüm anlaşmasına dönüşmüş ve yılın başından beri Alman ordusu bir milyondan fazla kayıp vermişti. Tek iyi haber doğudaki Çar ordularının yenilmek üzere olduğuydu.


Bunun ötesinde, doğal kaynaklar da büyük bir sorun yaratıyordu. Bütün genç erkekler ordudaydı ve tarımsal üretim doğal olarak düşmüştü. Petrol ürünleri ve plastik gibi kritik savaş malzemeleri İngilizler yüzünden orduya ulaşamıyordu.


Tek belirsiz değişken Amerika'ydı. Endüstriyel kapasitesi savaş için belirleyici bir etkendi. Fransa ve İngiltere, Amerika'nın da savaşa gireceğini hesaba katmalıydı. Bu matematik denkleminin anahtarı Amerika'ydı. 1914'de Amerikan ordusu çok küçüktü ve savaşa hazırlanmasının en az bir yıl alacağı düşünülüyordu. Bu ordunun Avrupa'da bir güç olması ise bir yıl daha alırdı. H&L takımı Amerikan güçlerinin iki yıldan önce etkili bir ordu haline gelemeyeceğini hesaplamıştı. Eğer hesap tutsaydı, 1918 kışında ABD savaşa girdiğinde savaş çoktan bitmiş olacaktı ve Amerikalılar evlerine dönmek zorunda kalacaktı.


Hesap böyleydi. İngiltere'nin zor durumda kalması denizaltı saldırılarının başlamasından sonra birkaç ay içinde gerçekleşecekti. 1918'e kadar da durum böyle sürecekti. Kara saldırısı da İngilizleri yıkacaktı. Fransa, İngiliz desteğini kaybedince teslim olacaktı. Amerikalılar gelmeden zafer kazanılmış olacaktı. Sonra da Almanya tüm ilgisini çarlık Rusyasına yöneltip birkaç hafta içinde orayı da halledecekti.


Böylece 31 Ocak 1917'de plan uygulanmaya başladı. Almanya, İngiltere çevresinde sınırsız denizaltı savaşını ilan etti. Birkaç hafta içinde Amerikan bandıralı birkaç gemi vuruldu. Bazıları aslen İngiliz gemisiydi ama Amerikan şirketlerine satılmıştı.


6 Nisan 1917'de ABD, Almanya'ya savaş ilan etti. Aynı ay içinde İngiliz tüccarlarının 900 bin tonluk malzeme ve gıda kaybetmesiyle plan işliyor gibi göründü. Toplam kayıp hesap edilen miktara ulaştı. Almanya Batı cephesinde İngilizlere karşı başarılı olmayı garantilediğini düşünüyordu. 1917 baharı ve yazında İngiliz gemileri, yerlerine yenileri konamayacak kadar hızlı bir şekilde batıyordu. İngiltere'nin toplam yiyecek rezervi tüm ulusa ancak otuz gün daha yetecek kadar azalmıştı.


On altı ay sonra ise Almanya çok kötü bir noktaya gelmişti. Ülkedeki herkes açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve salgın hastalık başlamıştı. Ordu geri çekiliyordu. Peki ne oldu da böyle oldu?


Bu krize karşın Hindenburg ve Ludendroff bilimsel bir zafer planı yapıyordu. Almanya 1918'e kadar savaşı kazandıracak bir strateji bulamazsa askerler açlıktan ölecekti. 1916'da yapılan planlar başarısız olmuştu. Fransızlar saldırılara canla başla karşı koyuyordu.


Jutland'de İngiliz donanmasını yenme çabası ise Alman donanması için bir taktik zaferi olmuştu ancak stratejik olarak İngiliz barikatı aşılmamıştı. Rus cephesinden umut vardı ama Alman askerleri Rusya'nın uçsuz bucaksız topraklarında kaybolup gidebilirdi. Raporlara göre Rusya'da halkın rahatsızlığı artıyordu ve bir patlama yaşanabilirdi. Ancak H&L takımı bu uyarıyı pek dikkate almadı.


Hepsinden önemlisi Almanların ana yurdunu sıkıştıran İngiliz ablukasıydı. Generaller buna bir çözüm düşündüklerinde ise karşı abluka en iyi çözüm gibi göründü. 1915'te kısa bir süre için Almanya sınırsız denizaltı savaşına girişti. Ancak Luisitania olayı ve Amerikan müdahalesi tehdidi buna son verdi.


Bir plan düşündüler ama her planın içinde imparatorluk donanması vardı. Ve sonuçta şu önerildi:


X sayısında Alman denizaltı İngiliz kıyılarına ulaşırsa Y sayısı kadar İngiliz ticaret gemisi batırılabilirdi. Buradaki hayati sayı bu gemilerin tonajıydı. Belli bir miktarın üzerinde gıda ve savaş malzemesi batırılabilirse İngiliz savaş endüstrisi çöker ve İngilizler kıtlığa girerdi. Bu bir grafik üzerinde de gösterilebilirdi.


Bütün sorun Almanların, o kadar çok gemiyi, İngilizlerin yerine yenilerini koymalarına fırsat vermeyecek kadar kısa sürede batırabilmesindeydi. İngilizlerin belli bir rezervlerinin olabileceği ancak bunun da bir süre sonra biteceği hesaplanıyordu. Açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan İngilizler de barış için yalvaracaktı. Bu fikrin ağırlığını artırmak için Almanlar 1917'deki yerel operasyonlardan başka saldırıda bulunmayacak ve bu arada kendi rezervlerini artırıp, orduyu açlık çekecek İngilizlere karşı saldırmak üzere güçlendireceklerdi.


İlk başta akıllıca gibi görünen stratejik plan başarılı olamamıştı. Hesaplamadaki belirsiz değişken işleri bozmuştu. Müttefiklerin tarafında hiçbir teknolojik ya da taktiksel değişiklik olmayacağı varsayılmıştı. Büyük kayıplar, sonunda konvoy sisteminin ortaya çıkmasına neden oldu. Yük gemileri ağır savaş gemileriyle korunmaya başladı. Müttefiklerin kayıp oranı azalırken Almanlarınki arttı.


Başka bir etken de Amerikalıların endüstriyel tepkisiydi.


1942'yle karşılaştırıldığında başarısız bir düzen içinde olsalar da Amerikan endüstrisi güçlüydü ve 1917'de savaşa girdiklerinde sahip olduğu gemiler Almanlara ağır kayıplar verdirtti. 1918'de ise Amerikalılar gemilerin batırılmasından daha hızlı bir şekilde yenilerini yapabiliyordu. Bu gelişmeler konvoy sistemiyle birleşince Almanların durumu güçleşti.


Üçüncü ve hayati etken de Amerikalıların mobilize olmalarıydı. 1918 Martında Almanya Batıdaki ilk saldırısını gerçekleştirdi ve büyük bir başarıyla sonuçlandırdı. İngiliz ordusu 1916-17 yıllarındaki çatışmalardan sonra bu saldırıyla dağılmıştı.


1918'de kısa bir süreliğine Batı cephesindeki savaş hızlandı. Alman askerleri Paris'e yaklaştı. Fransız ordusunun da işi bitiyor gibiydi. Sonra Chateau-Thierry'de Alman ordusu Amerikan birliklerine rastladı. Önce binlerce, sonra on binlerce ve 1918'e gelindiğinde yüz binlerce Amerikan askeri vardı. Deneyimsiz olsalar da hayli hevesliydiler ve bu savaşın başından beri pek görülmemiş bir şeydi.


Bu sırada başka bir yerlerde Rusya çöküyordu.


Sınırsız deniz savaşının başlamasından sadece dört hafta sonra Çarlık karşıtı bir grup Rusya'da ihtilal gerçekleştirmiş, Çar II. Nikola görevden alınmıştı. Hindenburg ve Ludendorff'un bazı danışmanları yapılan planın gözden geçirilmesi için yalvardı. Hala sınırsız savaşı bitirmek için zaman vardı ve gerekirse Amerikalılarla anlaşma yapılıp, savaş dışı bırakılabilirlerdi.


Almanya tüm dikkatini Rusya'ya vermeliydi. Rusya devrim yüzünden bir kaos içindeydi. O tarafa bastırmalıyız diye ısrar etti danışmanlar. Rusya işi halledilirse elde edilecek geniş bozkır toprakları Müttefiklerin çıkaracakları sorunlara karşı çok işe yarayabilirdi. Sonra da ordu Rusya'dan çekilir, doğudaki bu zaferle moral bulmuş askerler Batı'da da zafer kazanabilirdi.


Bu plan işe yarayabilirdi. Ama Hindenburg ve Ludendorff Rusya'yı pek önemsemiyor, Alman askerlerini Rusya'ya göndermek gibi bir plan yapmıyorlardı. Öte yandan Lenin üzerine bir karar veriyorlardı ki, o tamamen ayrı bir yazı konusu. En tuhaf olan da şu: Denizaltı savaş planı uygulandı ve Rusya çöktü. Bu aslında Almanya için pek hayırlı olmadı, çünkü Brest-Litowsk anlaşmasıyla kendisine verilen Ukrayna ve öteki bölgelere asker göndermek zorunda kalınca stratejik bölgelerden askerlerini çekti.


1918 Eylülünde Argonne Ormanında bir milyonun üstünde Amerikan askeri bir savaşa girdi ve tüm tahminlerin aksine galip çıktı. Alman ordusu artık geri çekilmeye başlamıştı.


Alıntıdır.


Tarihî Devirlere Giriş

 

Destanlardan Hsiung-nu ve İskitlere Geçiş


Türk adı, şimdiki yaygın bilgiye göre, tarih sayfalarında ilk defa VI. yüzyılın ortalarında meydana çıkmaktadır. Oysa Eski büyük Alp-Er-Tunga veya Oğuz Kağan Devleti’nin dağılmasıyla da Türk adı, Karadeniz kuzeyinde kalmış olabilir. Bu arada doğu kanadında da Hun Yabguluğunun dağılmasıyla, Topa/Tabgaç, Apar ve Sabırların tarih sahnesinde görülmelerinden sonra beğleri Bumin idaresinde bir boy, İç Asya’nın doğu kesiminden başlayarak millî birliği sağlamıştı. Bu boy, kendisine asıl Türk manâsına gelen Göktürk adını veriyordu. Tabiatıyla bu adlanma daha önce Türk soyunun bulunmadığı anlamına gelmez.


Öyle seziliyor ki Türk has ismi, önceleri bir boyun adı idi. Bu boyun adı olarak da yaygın geleneğe uygun olarak önce bir kişinin ismi sayılmıştır. Daha sonra bu Türk boyunun önderinin kurduğu büyük bir boylar birliğinin adı haline geldi ve artık yerleşip kökleşti.


Türk, VI. yüzyılda büyük bir devlet olunca, komşuları bu büyük milletin köklü bir geçmişi olabileceğini düşünmüşlerdir. Mesela eski Çin kaynaklarında bulunan Tik kavim adının da Türk kelimesinin ilk şekli olduğunu kabul edenler vardır.


Türkler çeşitli kaynaklardan anlaşıldığına göre, tarih boyunca gerek kendileri gerekse komşuları tarafından çeşitli adlarla adlandırılmışlardır. Çin kaynakları, kuzeylerindeki komşu Türk kavimlerini önceleri Hsiung-nu adı altında tanımış ve tanıtmışlardır.


Batı’daki Grek yazarları, aynı toplumun batısındakileri, Skuthoi, yani İskit adı ile belirtmiştir. Bunlar aslında birer boy, bir başka deyişle büyük devletin iki ana kesiminin adı olmalıdır. Aynı isimler Çin, Ermeni, Süryani ve Bizans kaynaklarında daha uzun bir zaman Türkleri ifade etmek için kullanılmıştır.


Fars/İran ve Arap müellifleri, belki eski alışkanlığa sahip olmadıklarından, belki İslâm’ın daha ilk iki yüzyılı içinde Müslümanlığı kabul eden Türkler tesiriyle bu milleti VI. yüzyılda aldıkları isim ile Türk veya çoğul olarak Etrâk veya Türkân adı altında zikretmektedirler.


Destan veya mitoloji, Türkleri İç ve Batı Asya’da İran ile komşu bir alanda milattan önceki yıllara kadar kesinlikle çıkarmaktadır. Fakat bu zamanda, bilinen tarihî kaynaklar çok farklı bir isimden söz etmektedirler. İran destanına göre Afrasiyab’ın yaşadığı ve hükmettiği coğrafya, Grek ve Roma tarihçilerince İskitler ülkesidir.


Saka ile İskit (Skit) aynı kelime olup, kimi zaman kaynakların durumuna göre birbirleri yerine kullanılmıştır. Batı’da, Grek-Roma kaynaklarının etkisiyle kullanılan İskit/Skit kavramı, Asya sahasında Saka kavramına terk etmiştir.


Sakalar, günümüzde, Sibirya’da yaşayan bir Türk halkının adıdır. Dolayısıyla bu kavram ile Türkler arasında yakın bir ilgi vardır. Bu ilgi, sadece günümüzde değil, XV. yüzyıl ve öncesinde kurulmuştur. Daha Menandros, VI. yüzyılda “Bugün Türk denilen halk geçmişte Skit/Saka diye anılıyordu” demişti. XV. yüzyılda da Bizans tarihçisi Dukas, 1402 Ankara Savaşı’nda, Yıldırım Bayezid’in askerlerini Türk, fakat İç Asya’dan kopup gelen Temür Beğ’in askerlerini Skit diye adlandırıyordu.


Sakalardan kalan bazı edebî ve yazılı metinlerin Türk dilinde olmaması, onların kökeni konusunda Türk olmadıkları yolunda geniş nazariyelere ilham vermiştir. Mesela Tokharlar gibi. Sonradan Döğer adıyla Oğuz heyetine katılan Sakalar gibi. Oysa, Türk oldukları kesinlikle bilinen birçok Türk boy ve devletinin belgeleri Türkçe değil, Farsça yazılırdı. Bu sebeple araştırıcılar, kendilerinden Türkçe belge kalmayan ve İranlı sayılan birçok boyun, sonradan Türkleşmiş olduğunu ileri sürerler.


Karadeniz kuzeyinden Asya içlerine kadar uzanan geniş sahadaki Skit/Saka adlandırmasının içindeki unsurlara, kesin olarak Türklerin atalarıdır denilebilir.


Türkleşme ve Göçebelik 

Türkleşme


“Türkleşme”, geçmiş bin yıllarda çok gerçekleşmiş ve gerçekleşmekte olan bir oluşum gibi gösterilir. Bunda kısmen doğruluk payı vardır. Fakat İç Asya’daki bütün problemler bununla açıklanamaz. Türkleşme ancak iki biçimde söz konusu olabilir. Birincisi, iyice zayıflayan veya boşalan bir arazide Türk boylarının etkin olması; ikincisi ise, doğrudan doğruya öteki etnik kimliklere mensup kişilerin veya boyların doğrudan Türk heyetine girmeleri.


Kişi olarak Türk olmanın XV. yüzyıl sonrasında pek çok örneklerini biliyoruz. Önceki dönemlerden ise açık örneklerini sadece tahmin edebiliriz.


Kavim olarak ise, milat yıllarında Saka heyetine dahil bazı boyların sonradan Oğuz heyetine dahil olmaları sürecini gösterirler.


Burada, kendilerinden kalan dil örneklerinden önceleri İranî bir dil olduğundan İranî sayılan bazı boyların, sonradan Türk olarak görülmeleri söz edilebilir. Bunlar Aral gölü dolaylarında, Harezm sahasında veya Doğu Türkistan’daki vaha şehirlerinde, mesela Hoten’deki Tokharlar gibidir.


Burada dil yadigarlarının, kaldığı toplumun dili ile aynı olmayabileceğini söyleyeceğiz. Ali Şir Nevai, XV. yüzyılda Türklerin İran dilini rahatlıkla konuştuğunu, fakat Farsların asla Türkçe öğrenmediklerini belirtiyordu. Dolayısıyla kendilerinden velev ki Farsça dil hatırası kalanların, köken olarak Fars/İranlı olmayabilecekleri açıktır. Bu sebeple, İç Asya’da çok sözü edilen Türkleşme olayının büyük boyutlarını biz şüphe ile karşılıyoruz. Bu ancak çok küçük topluluklar için söz konusu olsa gerektir.


Gerçek olan o insanların genelde Türk özellikleri taşıdıklarından zaman içinde dil olarak da Türkçe yadigar bırakmalarıdır.


Aral gölünün doğusunda, eski Oğuz sahasındaki arkeolojik incelemeler yapan S. P. Tolstov buradaki kültürün M.Ö. yıllardan sonra hemen hiç değişmediğini kesinlikle ortaya koymuş idi. Değişmeyen maddî kültür, elbette aynı insanların, yani Oğuzların eseridir. Onların bir zamanda, dil bakımından Türkçe öğrendiklerini söylemek, abartılı bir husustur.


Göçebelik


Türk’ün ilk tanımında, onun yerleşik olmayıp göçebe (bir kısım kaynakların diliyle sahra-nişin) oluşu bir temel özellik olarak gösterilmektedir. Gerçekten de yaygın kanaate göre Türkleri göçebe bir kavimdir. Onların göçebe özellikleri sebebiyle, hayatlarında ve tarihlerinde yaptıkları göçlerle dünya yüzünde etkin olmuşlardır. Hatta W. Barthold’a göre Türk, bir yere yerleşirse, Türk olmaktan çıkarmış.


Oysa kesinlikle bilinmektedir ki, gerek arkeolojik kazılardan ve yüzey araştırmalarından gerekse tarihî kaynaklardan Türklerin oturdukları iskân yerleri de vardır. Bunlar en azından iki bin seneden beri varlıklarını devam ettirmektedir. Bunlar arasında, kısmen yukarda da söz konusu ettiğimiz Oğuz Yabgularının kışlık merkezi olan Yengi-kent başta gelmektedir. X-XI. yüzyılların bu yerleşme yeri, Türklerin bir kısmının göçebe, daha doğru bir deyişle yarı göçe olduklarını açıkça gösterir. Böyle olunca, Türkler belirli sahalarda yaylak ve kışlak olarak da bulunmakta idiler.


İnsanlık tarihinin bir safhası olarak aslında mağara=inlerde oturmak, yani yerleşiklik, göçebelikten çok önceki bir safhadır.


Netice itibariyle Türkler göçebedir veya yarı-göçebe ya da yerleşiktirler diye bir tanım yapmak imkânsızdır. Çünkü var oluşlarının başlangıcında yerleşik oldukları gibi, sonraki zamanlarda da içlerinde yerleşik olanlar her zaman bulunmuştur. Bu yerleşiklik kimi zaman keçeden göçürülebilir evi olamayanların, yani çok fakirlerin yerleşik sayılması gibi durum da ortaya koymuştur. Her ne olursa olsun, Türk hayatında sesleri daha çok çıkan ve etkin olan, mevsimlik hayat yaşayan, yani yarı göçebe olanlardır. Onlar kışları belirli bir yerde (kışlakta), sonraki bahar mevsimini, mevsimin Türkçe adıyla yazlakta, yaz, gerçekte yay mevsimini yaylakta ve güz mevsimini de güzlekte geçiriyorlardı.


Nasıl vaktiyle Türkler yaygın olarak et yer, sadece çok zengin ve varlıklı olanlar ekmek yiyebiliyorlarsa, bir zamanlar da Türklerin sadece çok fakir ve güçsüz olanları devamlı yaylak veya kışlaktaki yurtlarında kalmışlardır.


Oysa Türkler bugün üzerinde oturdukları toprakların özellikle İç Asya ve Doğu Avrupa kesimindekilerin, binlerce yıldan beri kendi öz sahipleridirler. Asya ülkeleri için olduğu gibi Anadolu sahası için de böyle olduğu söylenmektedir. Tarihi zamanlardaki görülen hareketlilik içinde, Anadolu sahasında Türklerin son gelişi öncesinde burada Rumlar/Yunanlılar olmakla birlikte, onlardan önce de burada insanlar vardır. Yunanlılar da buraya sonradan gelmişlerdir.


Dolayısıyla buranın en eski sakinleri pekâla Asya’dan gelmiş olabilir ki bu gelenler de Türklerin ataları sayılabilirler.


Sonuç ne olursa olsun, Türklerin tarihi devirlerde yaşadıkları sahaların, daha eski zamanlardaki aslî sahipleri olduğuna dair inanç, Atatürk’ün Tarih tezini oluşturacaktır.


Türk Adının Coğrafyası


M.Ö. VI-V. yüzyıllarda İç Asya’daki büyük devlet Karadeniz kuzeyi ile Baykal Gölü arasında yayılıyordu. Bu büyük devlet, Hakanlık, iki ana kesime ayrılmış gibiydi: Batı ve Doğu Yabgulukları. Batıdan komşuları, bu devleti, özellikle batı kanadının etkin ismi Saka/Skit olarak tanımlarken, doğudan komşuları Çinliler Hsiung-nu olarak biliyorlardı. Oysa bunlar bir büyük Hakanlığın, başında bir zamanlar İran destanına göre Alp Er Tunga/Afrasiyab, Oğuz Destanı’na göre de Oğuz Kağan bulunmuş idi.


Bu büyük Hakanlığın içinde, yaşayan insanlar farklı dil, kimlik de taşıyabiliyorlardı. Fakat hakim ve etkin unsur, hepsini sonradan kesinlikle Türk olarak bileceğimiz boylar, kabilelerdi. Bu sebeple olsa gerek kimi zaman, bu büyük coğrafya içindeki iskân yerleri buluntuları, "Türk” özellikleri taşımayabilir. Unutmamak gerekir ki bir Türk Devleti olduğu kesin olan Osmanlı ülkesinde de, iskân yerlerinin hepsinde veya bütün mahallelerinde Türkler oturmuyorlardı.


Türk insanının, geçmişin karanlıklarından tarih sahnesine çıkışında böylesine bir bulutsu durum söz konusudur. Ancak sonrasındaki açık ve berrak gerçekler, daha eski zamanlar için de bizim dayanağımızdır.


Bu gün bir dil ve kültür bütünlüğü taşıyan insanların ve belirli bir toplumların umumi adı olan Türk kelimesi, Göktürklerden sonraki Uygur metinlerinde de görülüyor. Onlarda bu kelimenin manası "güç, kuvvet ve kuvvetli” demektir. Türk kelimesi, daha sonraki Orta Çağ İran edebiyatında Güzel insan manasında da kullanılmıştır.


Kendilerine sonradan Türk denen insanların atalarının yaşadıkları yerler, arkeolojik malzemenin bulunmuş olduğu yerin adıyla anılan (Tagar, Karasuk vb.) kültürlerle ifade edilir. Şüphe yoktur ki bunların bir kısmı doğrudan Türklerin atalarına ait idiler. İşte bu insanların çocukları ve nesilleri, Türklerin ilk zamanlarda ihmal ettiği yazı yerine, komşularının yazılı kaynaklarının verdikleri isimlerle anılmaktadır. Böylece batıdan doğuya doğru, kimi zaman step=bozkır kuşağı da denen, fakat tam olarak bozkır olmayan coğrafyada yaşayanlar Skit— Saka--- Hsiung-nu diye anılmışlardır. Bunlar Asya’nın batısından, hatta Doğu Avrupa’dan Asya’nın doğusuna doğru uzanır gider.


Atın etkili olduğu bu topluluk, bir büyük ve merkezi devlettir. Bu büyük devletin içinde, Türk adı verilen bir halk da yaşamaktadır. Ancak bunlar, henüz büyük devlete, hakanlığa=kağanlığa adlarını vermemişlerdir. Kağanlık, birçok hanlıklara bölünmüştür. Bunun temelinde sonradan da iyi bilenen sağ-sol=doğu-batı en azından iki ayırım vardır. Fakat bazı araştırıcılar (V. G. Haussig), mesela Göktürk Hakanlığı’nın dahi, en azından dört Hanlık olduğunu söylüyorlar.


Bir sonraki kademede artık adı da Türk olacak olan devletin dört Hanlık olması, Türk devletlerinde devam edecektir. Böylece Türkler, insanoğlunun var olmasından sonra, belirli bir coğrafyada binlerce yıl birlikte yaşayarak ortak özellikler kazanmışlardır. Bu ortak özellikler, çok dar bir alanda değil, oldukça geniş bir alandadır. Kazak ve Kırgızların yakın zamanlarda dahi, ata dayalı hayatlarının çok geniş mesafelerde cereyan etmesi, Türk olarak birleştirici bir ada sahip olacak insanların, çok geniş bir sahada ortak özelliklerini kazanmış olabileceklerini belirtmiş olmuyoruz.


Bunun iki önemli temeli vardır:


At’ın ehlileştirilerek her alanda kullanılması;

Hayvancılığa dayalı bir ekonomik hayat.


Hayvancılık ve at, ortak özelliklerin çok geniş mekânlarda oluşmasına imkan vermiştir. Böylece iklim bakımından da orta kuşak, Karadeniz kuzeyi ile Altaylar arası Türk’ün ana yurdu gibi olmuştur. Burada Hazar ile Baykal arasını esas kabul ederek sonrasında daha dar bir alan da seçilebilir. Bu dar alan ise Aral ile Altaylar arası olabilir. Bir başka ifade Altaylar ile Tanrı Dağlarının esas olmasıdır.


En eski hayatın mağaralarda (in) geçmiş olması da Türk insanı için olağandır. Türkçenin en eski kelimeleri tek heceli olup in=mağara da bunlardan birisidir. Günümüz Türk ülkelerindeki inlerde=mağaralarda (=üngür) hayat yakın yıllara kadar sürmüştür. Üngürlerin içine konan hazinelerin ağzının kapatılması gibi.


En eski Türk rivayetlerinde de, vaktiyle sadece bir kurtun geçtiği dar yoldan girilen vadideki hayat ve sonrasında dağın eritilerek çıkılması, bu zamanı yansıtsa gerekir.


Burada Türk adının aynı soydan gelen halklar için birleştirici bir isim olmasının zaman içindeki olumlu veya olumsuz özelliklerine de kısaca temas etmek gerekir. Böylesine bir topluluğun komşuları, bitişiklerinde yaşayanların, aynı büyük bir siyasi birlik içinde yer almasını, daha da güçlü hale gelmesini istemezler. Aksine bunların ayrı ve daha küçük birlikler halinde kalmalarında, kendileri açısından fayda bulurlar. Bu sebeple komşu milletlerin bu insanlara ait, alt isimlerini tercih etmelerini destekleyerek, onların kendi içlerinde çatışmalarını bekler ve bunu kendi ülkelerinin rahat ve huzuru Bununla birlikte, güçlü bir siyasi yapıya ve birliğe sahip olan herhangi bir Türk boyu, Türk oluşunun şuurunda olarak bu birliğin siyasî bakımdan da etkili olacağını düşünerek, konuyu birleştirici özellikleriyle tabiî olarak gerçekleştiriyordu. Asya ölçüsündeki büyük devletlerin kurulduğu dönemlerde, böylesine birleştirici özellikler eskiden beri dikkati çekiyordu. Mesela Ma-otun/Mete, bütün yay çeken kavimleri birleştirmişti. Anlaşılıyor ki, M.Ö. VI-V. yüzyıllarda da Hazar Denizi’nin kuzeyinden doğuda Altayların ötesine kadar uzanan bölgede bir büyük devlet olmuştur. Yabancı araştırıcılar da Skit/Saka denilen bu devletin, kültürel mirasına sonradan Türkler sahip çıkacak ve devam ettireceklerdir.


Bütün bilinenleri, doğrudan Türk’e karşı bir peşin hükümlü olmadan, bir kere daha en kısa olarak şöyle özetleyebiliriz: Türk, aslî özellikleri ile tarihin karanlıklarından, birkaç bin yıl geriden oluşup gelerek, M.Ö. bin yıllarında şekillenmiş olmalıdır. Milattan önceki bin yıllarında Türkçe belirli bir zümrenin, halkın, insan kümesinin konuşma dili olmuştur. Bu halkın yaşadığı, ehlileştirdiği at ile mesafeleri yakınlaştığı bir geniş coğrafya içinde bazı alt isimler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Kırgız, Uygur, Oğuz, ve nihayet Türk gibi. Bu isimler yanında, hemen aynı zamanlarda bir insandan çıkış esaslı adlandırmalar da görülür: Karluk, Kalaç, Kanglı gibi. Türk, bir zaman için bütün bu insanların ortak ismi olarak hiçbir yerde veya kaynakta görünmeyebilir. Fakat bütün bu sayılan insanların dil ve kültür bakımından ortak özellikler içerdiği kesindir. Kültür olarak da en açık seçik belirginlik, Çin kaynaklarına göre yöneticilerin bir şekilde kurt ile bağlantılarının olmasıdır. Bu kesinleşen ortak özellikleri yaygın şekilde yaşayanlar, ata tam olarak hâkim ve demiri de etkili kullandıklarından dolayı, çevrelerinde daha üstün bir güç sahibi olmuşlardır.


M.Ö. VII. yüzyıldan itibaren, Avrupa ve Batı Asya yazılı kaynaklarının Skit/İskit dediği büyük devlet, sonradan kendilerine Türk denecek olan insanların idare ettiği bir siyasi güç idi. Hatta denebilir ki Türk daha milat yıllarına doğru ortaya çıkmış olabilir. Grek-Roma kaynaklarının İskit dediği bu devlete İran kaynakları Saka demektedir. Zaten Saka, doğrudan kendi özellikleri ile XXI. yüzyılda dahi bir Türk boyu olarak yaşayacaktır. İran millî destanı kuzeyindeki devletin başındaki Afrasiyab ile çetin mücaleleri anlatır. Afrasiyab ise doğrudan Alp Er Tunga adında bir Türk millî kahramanıdır. Böylece gerçek tarihî bilgiler ile destan iç içe girmekte bu Türkler artık tarih sahnesine çıkmaktadırlar. Alp Er Tunga’nın başında bulunduğu devlet ise, başkalarının İskit veya Saka dedikleri Karadeniz kuzeyinden Asya içlerine doğru uzanan büyük devlettir.


Bu büyük devletin Doğu Hanlığı, Yabguluğu Çin kaynakları sayesinde çok iyi bilinmektedir. Hsiung-nular, Çinliler tarafından da VI. yüzyılda doğrudan Türk adıyla devlet kuranların ataları olarak tanımlanır. Bu devletin içinde ise Türklerin daha pek çok boyu bulunmaktadır. Saka Devleti’nin Batıdaki Hanlığı, Denis Sinor’a göre, milat yıllarında dahi Türk adını hatıra olarak saklamış ve bu ad Pliunus ve P. Mela’ya geçmiştir.


Türk, kendilerine ne ad verdikleri bilinmeyen, fakat yaşadıklarını arkeolojik kalıntılarından anladığımız insanların, M.Ö. 500’lerden itibâren bu adı almaya başlayan çocuklarıdır. Türk, artık doğrudan kendisine mahsus özellikleri ile insanlık tarihinin içine girmiştir. 



Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

MEVLEVİ TARİKATININ TARİHİ: MEVLEVİ GELENEĞİ VE ORTAYA ÇIKIŞI

 


Mevlevi Tarihinin Kaynakları ve Problemleri


Farklı dinden insanların katılımı ile gerçekleşen Rumi'nin cenazesinden sonra, bu ünlü kişinin çağı kapanmış ve Mevlevi Tarikatı denen tarikatın çağı başlamıştır. Bu tarikatın tarihi hakkındaki bilgilere tarikat üyelerinin bıraktıkları yazılı tanıklıklar sayesinde sahibiz. Bu yüzden Mevlevi tarihi çalışmaları, özellikle Rumi'nin ve ilk öğrencilerinin ideolojilerinden ziyade yazıya geçen ideallerinin tekrar tekrar okunması üzerine kuruludur. Mevlevilerden günümüze kalan anlatılar, tarihsel olarak eleştirilebilecek hagiyografilerden ibarettir. Elimizdeki eserler özellikle Rumi'nin ölümünden sonraki ilk on yıllara dayanan kendisine ait yazılmış hagiyografilerdir.


Bu eserlerden ilk olarak Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in yazdığı (ölm. 1321), tarikatın tarihini anlatan İbtidaname isimli eseri sayabiliriz. 1291 yılında şiir tarzında yazılan bu eserin bir başka ismi de, Mesneviyi Veledi'dir. Sultan Veled, çok titizlikle kullandığı dil ile babasının derinliğini ve yaşarken yaptığı harikaları anlatır. Bu eser, oldukça hagiyografik olarak yazılmıştır, çünkü eserin amacı öğrencileri eğitmek ve Rumi'nin kutsal kişiliğini öne çıkarmaktır. İlk defa 1988 yılında Fransızcaya ve 1993 yılında da Fransızcadan İtalyancaya çevrilen eser, tarikatın kökleri ve Rumi'nin öğrencileri ile -sanki oğullarıymışçasına- iletişimi hakkında değişik yorumlar içerir. Bu farklı yorumlar el yazısı olarak yazılmış olan eser boyunca dikkat çekmekte olup, zaman içinde tarikatın yöneticileri tarafından biraz da değiştirilerek geliştirilmişlerdir.


İbtidaname ya da Veledname denen bu eserin yanı sıra Sultan Veled tarikatın tarihindeki ilginç öğeleri Divan adlı eserine kaydeder ve sonra da babasının derslerinden derlediği İbtidaname adlı eseri, yani "sonun kitabı"nı yazar.


Sultan Veled, Rebabname adlı bir eser de yazmıştır. Bu bir rebap kitabıdır. Rebap, Rumi'nin beyitlerinde birçok kez atıfta bulunduğu yaylı bir çalgıdır. Rebap gibi ney de Sufilerin hayatında, öğrenci ve hoca arasındaki mistik öğretide bir kesişme noktasıdır. Sultan Veled, Ma'arif (Bilgelik) adlı eserinde de babasının öğretilerini derlemiştir ve bu eserin birçok kısmında onun bazı yazılarını alıntılamıştır. Rumi'nin oğlunun eserleri hem tarikatın nasıl kurulduğunun anlatımı hem de Mevlevi tarihinin oluşumu açısından temel kaynak kabul edilebilir. Sultan Veled'in en büyük etkisi, hiç şüphesiz Mevleviliğin Anadolu’ya yayılmasındaki katkısı olmuştur. (Küçük, 2010)  


Rumi'nin dostu ve hocası olan Şems'e yönelik artan bir ilgi olsa da, aslında oğlu Veled'in tarikatın kuruluşundaki etkisi de okuyucunun merakını cezbetmektedir. Rumi'nin eserlerine ve tarikatın ilk dönemi tarihine ilişkin yapılan eleştirel etütler oldukça nadirdir. Ancak tarikatın kuruluşu dönemine ilişkin resmi tarih çalışmaları, o dönemin ruhaniyetine ilişkin çalışmalardan oldukça fazladır, bu da bütün sosyal kurumlar için önüne geçilemez bir durumdur.


Dervişlerin doğuşu ile ilgili Rumi'nin oğlunun yazdığı beyitlerden sonra, aynı konu Sipehsalar b. Ahmad Faridun'un Risale-i Sipehsalar adlı eserinde de işlenmiştir. 1320 ila 1328 yılları arasında Farsça yazılan bu eser, Rumi'nin ve öğrencilerinin biyografisini içeren en eski kaynaktır. Sipehsalar hakkında pek bilgimiz yoktur. Yalnızca kendisinin söylediği gibi Rumi'nin 40 yıl öğrencisi olduğunu ve yanına gömüldüğünü biliyoruz. Sipehsalar'ın, Rumi'nin bu kadar uzun süre öğrencisi olması, kendisinin yüz yaşının üzerine çıktığını işaret eder ve bu da hemen hemen imkansızdır. Aynı dönemde yaşamış olan bazı araştırmacılar, bu eserin gerçekliğine şüphe ile yaklaşırlar; ancak bu eser -ne denirse densin- tarikatın doğuş aşamasını anlayabilmek için temel kaynaktır. Bu kitap, Osmanlıcaya birçok kez tercüme edilmiş, hemen hemen bütün yazarlar bu eseri, Rumi'nin hayatını incelemek ve onu çağdaşlarına tanıtmak için kaleme almışlardır. Mevlevi Tarikatı üzerine Farsça yazılmış olan eserlerin Osmanlıcaya tercüme edilenlerine bakacak olursak, Sipehsalar'ın birçok eserinin bu tercümeler arasında olduğunu görürüz. Dahası, 1915 yılında, matbaa ile -Mevlevilik hakkında- ilk basılan Osmanlıca eserlerin bunlar olduğu görülebilir. Oryantalistler ise Eflaki'nin yazdığı biyografiyi tercüme ederek ona daha çok önem vermişlerdir.


Rumi'nin ve öğrencilerinin hayatına ilişkin fevkalade bir hagiyografik eser olan Manakib al-'Arifin, diğer adıyla Ariflerin Biyografileri'', Şemseddin Ahmed Eflaki (ölm. 1360) tarafından yazılmıştır. Sipehsalar'ın eserinden farklı olarak, Eflaki"nin eseri 20. yüzyılın başında Clement Huart tarafından Fransızcaya tercüme edilecek kadar başarılı bulunmuştur. Bu eser, kısa zaman önce Bernd Radtke tarafından lngilizceye de tercüme edilmiştir. Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in yazmak istediği Mancikib, yani Mevlevi Tarikatı hakkındaki Tüm Hagiyografik Yazılar, yüzyılın başında Ulu Arif Çelebi (ölm. 1320) tarafından yazılmıştır. Eflaki, Rumi ile tanışmış olmasa da onunla birlikte zaman geçirmiş olan kişilerin anlattıklarını toplar ve derler. Yaptığı bu derleme, Rumi'nin yaptıklarına şahit olan tanıkları bir zincir gibi bir araya getirir. Bu eser de bir hagiyografidir, Rumi'nin yaptığı olağanüstü işleri anlatır; her ne kadar Rumi'nin günlük hayatta yaptığı hareketler hakkında çok detay veriyor olsa da ... Rumi üzerine yazılmış bu hagiyografik başyapıt, Sufiliğin kutsallığına dair bir yorum içermemesinden ötürü çok önemli bir belgedir. Eserden o dönemde Anadolu'da yaşanan Selçuklu çağının sosyal durumu hakkında da bilgi alınabilir.

Bu temel eserlere ek olarak, direkt olarak Mevlevi Tarikatı'ndan çıkmasalar da tarikatın tarihinden bahseden iki eserden daha bahsetmek gerekir. Abdülrahman Cami (ölm. 1492) tarafından yazılmış olan Nafahat al-Uns (Mahremiyetin Kokuları) adlı eser, Rumi'nin hayatından, ailesinden ve öğrencilerinden bazı kişiler hakkında bilgiler verir. Sufiler hakkında birçok biyografik bilgi içeren bu metinde, Rumi'nin -Farsça yazılmış olan temel bir hagiyografinin yazarı ve bir şair olan- Attar ile karşılaşma hikayesi haricinde, daha önce yazılmış olan eserlerde verilen bilgilerden daha fazlası bulunmaz. Esere göre Attar (ölm. 1221 ), Rumi daha bir çocukken onunla karşılaşmıştır. Abdülrahman Cami, Sufi öğretisi ve ahlakı hakkında yazılmış bazı eserler de bırakmıştır.


Bahsetmemiz gereken bir başka eser de, Devletşah Semerkandi'nin 1487'de yazdığı Tadhkirat al-Shu'ara, diğer ismiyle Şairlerin Biyografileri adlı eseridir. Bu eser de Rumi'nin hayali hakkında bilgiler içerir ve bu bilgiler özellikle oryantalistler tarafından kullanılmıştır. Burada da bahsedilen olaylar, Rumi'nin hayatına mal edilen efsanelerden ibarettir ve kayda değer bir tarihsel bilgi içermemektedir.



Bu eserler, hagiyografik bir bakış açısı ile de olsa Rumi hakkında, tarikatın ilk dönemlerinin görkemi ve ilk öğrencileri hakkında bilgi vermektedirler. Tarihte daha sonra olan olaylar için başka türdeki tarihi ve edebi eserlere başvurmak gerekmektedir.


Mevlevi tarihinin ikinci aşaması için kaynak olarak görülebilecek eserlere başvurulabilir. Bu eserlerden bazıları oldukça kapsamlıdır. Şahidi İbrahim Dede (ölm. 1550) tarafından Farsça yazılmış olan Gülşen-i Esrar (Gül Bahçesinin Gizemi) adlı eser, Şiilikten esinlenmiş en eski eserlerden biridir. Şahidi, Mevlevi Tarikatı'na girmeden önce tamamen Anadolu kökenli olan Vefaiye Tarikatı'na mensuptu. Şeyh Fani ile karşılaştıktan sonra onun hizmetine girdi ve Mevlevi Tarikatı'na dahil oldu. Gülşen-i esrar eserinde Şahidi, tarikata girmeyi nasıl başardığını ve o döneme ait en önemli yazarlardan biri olan Divane Mehmet Çelebi (ölm. 1545'ten sonra) ile nasıl karşılaştığından bahseder. Eser boyunca, genellikle ruhsal hoca olarak kabul ettiği kişi ile yaptığı görüşmelere yer verilmiştir. Gerçekten Divane Mehmet Çelebi'nin yazdığı şiirler meşhur sema ibadetinin yorumlanma tarihini oldukça etkilemiştir. Bu “görkemli" törenin içinde bulunan gizemleri açıklayan eserlerin en eskilerinden biri olan Risale isimli eserini hatırlamalıyız. Çelebi, bu eserde dervişlerin pek estetik olan sema danslarını, ölümü simgeleyen bir hareket olarak yorumluyor. Şahidi ise eserlerinde karşılaştığı Mevlevilerden ve onların yaşamlarından daha çok bahsetmektedir. Şahidinin yazdığı diğer eserler, 16. yüzyılda Anadolu'da yaşamış olan Mevlevilerin dünyasını içermektedir. Tıraşname isimli eseri, sakal ve saç tıraşını sembolik olarak anlatmakla, Aşkname isimli eseri ise Allah'ı tutku ile sevmek konusunu işlemektedir. Bu iki eser de Mevleviliğin ilk dönemi tarihine ilişkin sembolik ve mistik edebiyatın iki incisidirler.


Mevlevi tarihini kronolojik olarak işleyen ikinci en büyük eser, Kütahyalı Mevlevi şeyhi Sakıb Mustafa Dede (ölm. 1735) tarafından kaleme alınmıştır. Eserin adı Sefine-i neftse-i Mevleviyan'dır ve anlamı "Mevlevi şahısların gemisi"dir. 1866 yılında basılmış olan üç ciltlik bu büyük yapıt, yazara kadar yaşamış olan Mevlevi şeyhlerinin, yazarlarının ve Çelebilerin, yani Mevlevi Tarikatı'nın en büyük yöneticilerinin biyografik ve hagiyografik anlatılarını bir araya toplar. Divan isimli başka bir eser de yazmış olan Sakıb Dede, Sefine-i nefrse-i Mevleviyan eserini Osmanlıca olarak kaleme almıştır. Eser oldukça hagiyografik ve Osmanlıca olduğundan uzmanlar için bile bu eserde çalışmak zordur.


Tarih konusunda araştırma yapanlar için başka bir kaynak daha vardır: Tezhire-i Şuarci-yı Mevleviye yani "Şair Mevlevilerin Biyografisi". Bu eser Esrar Muhammed Dede (ölm. 1796) tarafından kaleme alınmıştır. Bu yazar şiir ve düzyazı biçiminde birçok eser bırakmıştır. Eserleri arasında genellikle "ruhsal yiğitlik şeklinde tercüme edilen Fütüvvetname ve Müberrelname sayılabilir. Bunların yanı sıra bir gazel kitabı ve lstanbul'da yaşayan, ltalyanca bilen bir arkadaşı ile birlikle hazırladıkları Osmanlıca-ltalyanca sözlüğü de bulunmaktadır. 18. yüzyılda bile Mevlevi Tarikatı ile esnaf locaları arasında bir bağ bulunmaktaydı. Anadolu'da 13. yüzyılda esnaflar ahlaki ve ruhsal olarak bir gruba ait olma ihtiyacı hissettiler. Bundan dolayı Rumi ve öğrencileri esnaf localarına dahil oldular. Localar, bir tarikat gibi örgütlenmekteydiler. Asırlar geçtikçe bu iki sistem birbirinden ayrıldı; ancak Esrar Dede'nin de eserlerinde bahsettiği gibi, tarikatların ve esnaf localarının idealleri hiç değişmedi.


Yenikapı Mevlevihanesi'nden Sahih Ahmed Dede (ölm. 1813), Galata şeyhlerinden birinin babasıdır. Mecmuatü't-Tevarihi'l-Mevleviye isimli, Mevlevi tarihini hakkında yazılmış olan diğer kaynaklardan yararlanarak tarikatın tarihini kronolojik olarak anlatan bir eser yazmıştır. Bu esere de diğer eserler gibi temkinli bir şekilde yaklaşmak gerekir. Nitekim o çağda dolaşan bilgi ve haberler, tarihi belgelerle doğrulanamıyordu.


Tüm bu eserler tarikatın tarihine ilişkin belgesel bir temel oluşturur. Bu eserlere hiç şüphesiz bütün Mevlevi tekkelerinin arşivlerinde bolca bulunan kayıtları ve derviş yazarların şiirlerini de eklemek gerekir. Son on yıllarda Mevlevi Tarikatı'nın tarihine ilişkin bilimsel çalışmalar oldukça artmış olsa da, doğruluğu şüpheli olan belge ve kaynakların sentezi hala yapılmamıştır. Tarikatın tarihine ilişkin çalışmalar, ideolojiler tarafından da engellenmiştir. 1925'te Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bulunan tarikatın sosyal ve politik faaliyeti durdurulunca, bu tarih de resmi olarak son bulmuştur.

1925 yılından sonraki döneme ait, bahsedilmesi gereken bir başka yazar olan Abdülbaki Gölpınarlı (ölm.1983), çalışmalarında sadece Mevlevi Tarikatı'nın tarihine değinmekle kalmadı, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yenilenmiş olan Sufiliğin de içeriği hakkında kıymetli eserler verdi. Mevlevi dervişlerinin en sonuncularından biri olan bu kişinin bir araştırma merkezi kurduğu söylenmektedir. Bu yazarın çalışmalarının derinliği, araştırmacılık yeteneğini onaya koyuyor. Eserleri, özellikle 1953 yılında basılmış olan Mevlana'dan Sonra Mevlevilik adlı eseri Mevlevi Tarikatı çalışmaları alanında hızla öne çıkmıştır. Bugün bazı akademik camialarda Gölpınarlının tarikatların tarihi ve rollerine yönelik bakış açısı referans alınmaktadır. Bu araştırmacının, daha derin araştırmalar yapılabilmesi için bir zemin hazırlamış olduğu kabul edilir. Ruhani bir geleneğin kaynaklarını ortaya çıkarmış, farklı doktrin ve uygulamaların tarihini de araştırmacılara sunmuştur.


Mevlevi Tarikatı'na yönelik kitap ve makaleler artmaktadır; ancak bu eserler çoğu zaman zaten basılmış olan haber ve bilgilerdir. Gelecek yıllar içerisinde, on yıllar olmasa bile, tarihçilerin farklı disiplinlerde ortaya çıkaracağı bulguların daha derin analiz edilebileceği varsayımı hakimdir. Biz de burada Mevlevi Tarihi'nin ana hatlarından ve varoluşu boyunca karşılaştığı büyük sorunlardan bahsetmekle yetineceğiz.



Selçuklular Zamanından Kapatılışına Kadar: Bir Osmanlı Tarikatı


Mevlevi tarihinin bir başı bir de sonu vardır. Başlangıcı için Rumi'nin 1273 yılındaki ölümü verilebilir. Tarikata ilham veren Rumi, insanları peşinden sürükleyen biri olmasına rağmen hiçbir zaman öğrencilerinin kendi çevresinde ya da ruhsal rehberlerin çevresinde halka olduğu bir yapı oluşturmaya çalışmamıştır. Eğer Mevleviliğin paralel bir benzerinin gösterilmesi istenirse, buna en uygunu Fransisken Tarikatı ve kurucusu Assizili Aziz Fransua ile bu tarikatın ilişkisi olur. Bir grup kurulmasına ön ayak olan kişi direkt olarak Mevlana değil, Sultan Veled'dir. Rumi'nin ilk halefi olan Hüsameddin Çelebi (ölm. 1284), Rumi'nin ölümünden itibaren on yıl boyunca Konya'da onun öğrencilerini eğitmiştir. Bu süre içerisinde Rumi'nin türbesi yapılmış, bütün mal varlıklarının idaresi kurulan bir vakfa devredilmiştir. Mevleviler tarikatın açık olduğu zaman boyunca maddi olarak kendilerine yetebilmişler ve Selçuklu beylerinin ve şehirdeki varlıklı kişilerin bıraktıktan miraslar sayesinde mal varlıklarını arttırabilmişlerdir. Vakıflaşma sistemi, mal varlıklarını koruma konusunda sadece Konya'da değil, yayıldıkları bütün topraklarda faydalar getirmiştir. Bütün diğer tarikatların tekkeleri de aynı yolu izlemişlerdir. Vakıf sistemi ile dervişler, ekonomik ve finansal olarak bağımsızlıklarını koruyabiliyor ve mal varlıklarını arttırabiliyorlardı.


Ekonomik olarak bu şekilde devamlılıklarını sağlayan tarikatların 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda kapanmalarının emredilmesi kolaylıkla anlaşılıyor. Tarikatların mal varlıkları o kadar fazlaydı ki, genç Cumhuriyet'in ekonomisinin modern bir şekilde gelişmesini engelleyebilirlerdi. Böylesine büyük finansal bir güç olan tarikatlar, bu gücü kaybedeceklerini öngörebilselerdi, Türkiye'nin dini panoraması tamamen farklı olabilirdi. 


Nitekim 1924 yılında Nakşibendi Tarikatı'na mensup bazı bağımsızlık yanlısı gruplar kurulmuş olan politik yapıya başkaldırdılar. Şeyh Said isyanı, Osmanlı sonrası kimliğini aramakta olan ülkenin hükümetinin şüphesini ve endişesini uyandırdı. Şeyh Said'in öncülüğünde başkaldıran gruplar ile Türk ordusu arasındaki mücadelelerden sonra, tarikatlara karşı çok seri bir tutum izlendi. Olaydan bir yıl sonra, Mustafa Kemal Atatürk (ölm. 1938), Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bütün tarikatların resmi ve kurumsal varlıklarını sonlandıran ve Sufiliğin yaşam alanları olan asitane, tekke, zaviye vb. yerlerin kapatılmasını emreden bir karar aldı. Mevlevi Tarikatı da bu kararın dışında kalmadı, o da kurumsal olarak son buldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin böyle bir karar almasındaki şaşırtıcı taraf, tarikatların Kurtuluş Savaşı'nda büyük rol oynamış olmaları ve Mevlevi Tarikatı gibi tarikatların sadece dervişlerden oluşan bölüklerle savaşa katılmış olmalarıdır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Atatürk'ün bağımsızlık siyasetine destek vermekte olan tarikatlar, hem politik hem de sosyal yaşamdan silindiler. Laiklik prensibi üzerine kurulmakta olan bir Türkiye'nin radikal değişimlerinden biriydi bu. Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen ilk yıllarda yapılan devrimler sadece giysileri Avrupai ve batılı yapmaya yönelikti. Sultanın temsil ettiği halifelik de kaldırıldı ve bu kurumun sosyal, politik ve dini değeri kalmadı.


Bu tarihin iki uç noktası, başlangıcı ve bitişi oldukça açıktır; bu olaylar o çağları çok etkiledikleri için bilinmektedirler. Eğer bu tarikatın tarihini bölümlere ayırmak istersek, tarihi analizler yapmak için bazı boşlukların olduğu görülecektir. Tarikatın tarihini incelemek için iki yaklaşım benimsenebilir. Birincisi, kişinin kendi yöntemini ve önceki bölümde bahsedilen tarihi belgeleri izlemesidir; yani öncelikle Eflaki'nin yazdığı biyografi ile son bulan kuruluş döneminden yola çıkıp, Sakıb Mustafa Dede ile son bulan Çelebiler dönemini incelemesidir. Bu çalışmalardan sonra da üçüncü dönem olarak Gölpınarlı'nın yazdığı eser çalışılabilir ve Çelebilerden sonraki dönem incelenebilir. Bu çalışma tarihsel sıraya göre vuku bulmuş olayların incelenmesi olur ve bu yöntem birçok bakıma daha geçerlidir.


Bir diğer yaklaşım ise kronolojik olarak, vuku bulduğu bilinen olayların büyük zaman dilimlerinde incelenmesidir. Tarikatın kuruluşu ve Anadolu'ya yayılması 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar olan dönemi kapsar. Doktrinel tartışmalar 17. yüzyılda yapılmaya başlanmıştır ve 18. yüzyılın başında ise Mevlevi Tarikatı, bir devlet tarikatı kimliği kazanmıştır. Bu dönem 19. yüzyılı da kapsar ve 1925 yılına kadar, tarikatın kapatılmasına kadar sürer. Mevlevi ruhsallığından esinlenen yeni bir oluşumum dönemi başlar. Bu dönem de Mevlevi Tarikatı'nda yeni bir dönemdir ve 1950'de başlayıp günümüze kadar sürmektedir.



Rumi'nin ölümünden sonra Mevlevi manastırlarının, yani tekkelerin özellikle Anadolu'da yayıldığı dönem başlamıştır. Mevlevi Tarikatı'nın ruhsal ve politik merkezi olan Konya şehrinin haricinde, tekkeler bir yağ lekesi gibi en yakın şehirlerden en uzak topraklara ve vilayetlere kadar yayılmıştır. Sultan Veled'in döneminden oğlu Ulu Arif Çelebi'nin dönemine kadar geçen süre içerisinde durmaksızın yeni yeni tekkeler açılmıştır. 14. yüzyılda Konya'dan çok da uzak olmayan Afyonkarahisar'da, Kütahya'da, Sivas'ta, Niğde'de, Amasya'da, Karaman'da ve Edirne'de tekkeler olduğu kayıt edilmiştir. 13. yüzyılda, Rumi henüz hayattayken açılmış olduğu kesin olan diğer tekkeler Tokat, Kastamonu ve Antalya tekkeleridir. Kuruluş dönemine baktığımızda bu dervişlerin nasıl bir misyonerlik şevki ile zaman içerisinde arttıklarını görüyoruz. 15. ve 16. yüzyıllar arasında, özellikle de dinamizmi sayesinde ikinci kurucu olarak anılan Pir Adil Çelebi (ölm. 1460) döneminde Anadolu'daki tekkelerin sayısı artmıştır: Muğla, Kilis, Eskişehir ve Üsküp'te yeni tekkeler açılmıştır. Yayılma sadece bugünkü Türkiye'nin sınırları içerisinde olmamıştır, bazı Arap şehirlerine de sıçramıştır. 16. yüzyılda Kahire ve Şam tekkeleri kurulmuştur.



17.yüzyılda iç Anadolu'da ve Doğu Anadolu’da, Gaziantep, Bursa ve Yenişehir'de yeni tekkeler açılmış, yayılma Arap şehirlerinde ve Balkanlarda devam etmiştir. 1610'da Bağdat'ta, 1617'de Selanik'te, 1620'de Trablus'ta, 1650'de Saraybosna'da. 1661'de Elbasan'da, 1663'te ise bugünkü Macaristan sınırları içinde bulunan Pecs'te tekkeler açılmıştır. Daha yeni bir tekke kuruluş dalgası dervişler ile politik irade arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmak için destek görmüştür. 19. yüzyılda yeni bir coğrafik ve politik açılım gerçekleştirilmiştir, Girit Adası'nda, tam olarak Hanya denilen şehirde 1880 yılında bir tekke açılmıştır. Aynı dönemde Kudüs'te, Medine'de ve Mekke'de de tekkeler açılmıştır.


Tarikatın coğrafik olarak yayılması, Selçuklu Sultanlığından Türk beyliklerine, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu'na kadar sürmüştür. Mevlevi Tarikatının yayılması -diğer tarikatlarda olduğu gibi- değişen politik ortama uyum sağlamaları, adapte olmaları ile mümkün olmuştur. 13. ve 14. yüzyıllarda Küçük Asya'da Selçukluların dili, yani Farsça konuşulmaktaydı. Sadece Rumi'nin eserleri bu dilde yazılmadı, ilk döneme ait diğer yazılar da Farsça yazıldı. 1176'da Bizanslıları yenen Konya Selçuklu Sultanlığı 1243 yılında yıkılır ve bölge Moğolların idaresi altına girer. 13. yüzyılın sonunda Moğolların bölgedeki gücü zayıflamaya başlar ve Türk Emirlikleri, yani Beylikleri kurulur. Bu beyliklerden en güçlü olanı, Osmanlı Beyliğidir ve diğer beylikleri yener. 1360 yılında Osmanlılar Çanakkale Boğazı'nı geçerler ve başkentlerini Edirne'de kurarlar.



Bu stratejik noktadan yola çıkarak Konstantinopolis'i fethetmeye çalışırlar ve bunu 1453'te başarırlar. 1402 yılında yapılan Ankara Muharebesi'nde Osmanlılar, Timur'un orduları tarafından büyük bir yenilgiye uğratılmışlardı. Ancak bu hükümdarın ölümünden sonra, Osmanlılar bütün Anadolu'yu egemenlikleri altına almayı başardılar ve en sonunda da Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkentini, övgüyle "Hıristiyan Başkenti" denilen Konstantinopolis'i de aldılar. O andan itibaren Konstantinopolis şehri, Konstantin'in şehri olarak değil, 2. Mehmed'in yani Fatih Sultan Mehmet'in verdiği "İslambol" adı ile anılmaya başlandı. İnsanlar bu şehre İstanbul (eisten polin, "şehre, şehirde (gitmek)" anlamında) demeye devam etseler de, imparatorluk başkentinin çehresi, Muhammed Peygamber'in inancına büründü. Bölgenin tarihi ile ilgili olarak verdiğimiz bu sınırlı bilgiler, önce Selçuklular zamanında yayılan sonra Osmanlı devrinde devam eden, tekkelerin kuruluşu ve tarikatın büyümesi konularını anlamanıza yardımcı olacaktır. Eğer bu tarikat kendi doğal ortamında doğup gelişebildiyse, bu Rumi'nin daha bölgeye gelmeden önce Selçukluların bu topraklara çok zamandan beri yerleşmiş olmasından ve dervişlerin Osmanlı devrinin atmosferinde tamamen huzur içinde ve rahat olmasından kaynaklanır. Osmanlılar, fethettikleri her yeni bölgede bir Mevlevi mekanı kurmak için çabuk davranmışlardır. Suriye, padişah tarafından 1516'da fethedilmiştir ve Şam'da 1585'te bir tekke kurulmuştur. Kahire de 1511de fethedilmiş ve aynı yıllarda bir tekke açılmıştı.  Osmanlılar bu tarikata dini kültürlerinin yayılması görevini atfetmişler, hemen hemen 19. yüzyılın sonuna kadar Mevlevilere özel bir değer vermişler ve bu şekilde Mevleviler üstün konumda  olmuşlardır. Bazı araştırmacılara göre Mevleviler, Osmanlı otoritesinin temsilcisi vasfıyla, Divanı Hümayun'un ulaşmakta zorlandığı uzak toprak ve bölgelerde idari ve vergi kontrolü yaparak Babıali için çalışmışlardır. Bu düşüncenin ispatlanması gerekse de Mevlevilerin Babıali'den din alanında olmayan birçok vazife aldıkları bir hakikattir.

Osmanlılar, tarikatlara bölgelerinde ilk defa rastladıklarında, esnaf locaları ile tarikatlar arasındaki anlaşmaya dokunmamış, hatta onları İslamlaştırma için iyi birer destek olarak görmüştür. Bir iktisat tarihçisi olan Lütfi Barkan, 1942 yılında bir makale yazmış ve Anadolu'nun kolonileştirilmesinin başrolündeki Türk dervişlerinin etkilerini açığa çıkarmıştır. Belki de daha önceleri var olan uygulamalardan da esinlenen tarikatçılar, Osmanlı'nın manevi olarak hassas olmasına çok etki etmişlerdir.


Siyasi değişikliklere uyum sağlayabilen Mevleviler, Osmanlı kültürünün bir ifadesi haline geldiler. Osmanlıların gelişi ile tarikat daha fazla şehirleşmiş ve Babıali'nin prensiplerine saygılı hale gelmiştir. İmparatorluk başkenti olan İstanbul'da tam beş tekke kurulmuş ve asırlar boyunca bu tekkeler mevcudiyetlerini sürdürmüştür. Bu tekkelerden ilki, fetihten birkaç on yıl sonra, 1491-1492 yıllarında kurulmuştur. Bu tekke, Haliç'in kıyısındaki Galata'da, bütün Avrupa büyükelçiliklerinin bulunduğu bölgede antik bir Bizans kilisesinin kalıntılarının üzerine inşa edilmiştir ve imparatorun sarayının karşı kıyısında yükselen, bir şehir tekkesinin prototipi konumundadır. Galata tekkesinin akabinde, Yenikapı tekkesi 1597-1598 yıllarında Konstantinopolis'in antik surlarında kurulmuş; 1608 yılında Beşiktaş (Bahariye) Tekkesi, 1623 ile 1631 yılları arasında da Kasımpaşa Tekkesi açılmıştır. Üsküdar tekkesi ile ancak 18. yüzyılın sonunda açılabilmiştir. Bu tekkelerin çokluğu, o dönemde karşılaşılan zorluklara rağmen Mevlevi Tarikatı'nın dinamik olduğunu ispatlıyor.


17.yüzyıl ve özellikle de sonu, tarikatları doğuş, yayılış ve kök salış süreçleri ile imparatorluğun bünyesinde dengelerin değişmesi süreci arasında net olarak böldü. 16. yüzyılın sonunda bazı Sufiler İslam'ın temel dogmalarına ters bazı doktrinler öne sürdükleri için Osmanlılar tarafından zulüm görmüşlerdir. Bu mistikler bazen Şeyh Muhiddin Karamani ve Hamza Bali örneğinde olduğu gibi başları kesilerek idam ediliyorlardı. Bu kişiler, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin fetvası ile birincisi 1550 yılında, ikincisi ise 1572-1573 yılları arasında başları kesilerek idam edilmiştir. Bu tarihlerden sonra Divanı Hümayun, Sufilere ve tarikatlara yönelik bambaşka bir yaklaşım benimsemiştir. Bu değişim, 17. yüzyıl boyunca daha da radikalleşmiş ve Kadızadeli hareketinin buna çok etkisi olmuştur. Mehmet Kadızade'nin (ölm. 1635) öğretisinden esinlenen bu hareketin mensupları, yani Kadızadeliler, bir giysi reformu önermekteydiler. Zamanın resmi tarih yazıcıları, yani vakanüvisler Osmanlı'nın ilk tarihçileridir ve imparatorluğun çökmesinin sebebini olarak toplumun birçok alanda, dini alanda da yozlaşması olarak göstermişlerdir. Tarihçilerin bu yazılarını politik açıdan okuyup, Kadızadeli hocaların bu konudaki dini yorumlarını dinleyen Babıali, yozlaşmanın gerçek sorumlularının tarikatlar olduğunu düşünmeye başladı. Nitekim İslam dininin uygulanmasındaki saflıktan uzaklaşmış olmak, ahlaki yozlaşmaya ve politik gerilemeye sebep olarak gösterildi. Bazı "popüler" uygulamalar tarikatlar tarafından ayaklar altına alınmış olsa da, imparatorluktaki bütün kötülüklerin sebebinin tarikatlar olduğuna inanması, imparatorluğun yeni bir politik yola girmesi anlamına geliyordu. Bu düşünceler Divan-ı Hümayun'un toplandığı odalara geldiğinde, bakanlar ve sultanlar yozlaşmanın ve gerilemenin sebebinin Sufilerin uygulamaları olduğuna inandılar ve asırlardır süren denge bozuldu. Ateşli vaizler olarak binen Sufilerin mistik uygulamalarına karşı üç saldırı dalgası meydana geldi. Bunun sonucunda semanın yasaklanmaması düşünülemezdi. Sadece Mevleviler değil bütün tarikatlar saldırıların merkezindeydiler. Kaynaklar, bu yasağın süresi hakkında tutarlı değiller. Bazıları bir yıl, bazıları on sekiz yıl yazar. Bu yasaktan zamanın en büyük politik davalarından biri olarak bahsedilir ve Divan-ı Hümayun'un Sufilerin uygulamalarına karşı olan tutumunun nasıl değiştiğini bizlere göstermektedir. Hala 1666 yılındayız. Mevlevi kaynaklarına göre sema uygulamasının yasaklanmasından ("Yasağ-ı bedu (Kötü yasak)) sonraki bir yılın korkunç geçtiği, binlerce dervişin yeni düzenin yarattığı mutsuzluktan ötürü öldükleri yazmaktadır.


17.yüzyıl, dervişlerin müntesip olma ve mistik ritüeller icra etmelerine karşı vaazlar veren ve yazılar yazan Sufilerin önemli doktrinel tartışmalarına da sahne olmuştur. Bu dönemde büyük Zıtlıklar ortaya çıkmış ve buna bir de Kadızadelilerin saldırısı eklenmiştir. İsmail Ankaravi'nin (ölm. 1631) postnişinliği zamanındaki yazarlar, Sufiliğin klasik metin geleneğinde yazdığı gibi, Sufi uygulamalarının Peygamber'in Sünneti üzerine kurulmak istendiğinden bahsederler. Bu savunma, tarikatın içinde bulunduğu kötü töhmeti ortadan kaldırmaya yetmese de, o dönemde Sufi doktrinleri konusunda daha vicdani davranılması gerekliği düşüncesini uyandırdı. Politik krizin sorumlusu olarak görülen tarikatlara karşı açılmış olan bu yıkıcı furyadan sonra Osmanlı yetkilileri, Sufiler ve vaizler için, minberden vaaz edilen ve tekkelerde öğretilen İslam konusunu dikkate alarak yeni bir denge kurdu.


Bu korkunç yasaktan sonra Mevleviler, yeterince yayılmış, ruhsal ve artistik öğeleri oluşmuş olan tarikatın geleneğine sadık bir şekilde, sema uygulamasına yeniden başladılar. Mevlevi Tarikatı, bir anlamda politik güce bağlı bir "devlet tarikatı" oldu. Efsaneler, Konya'daki büyük postnişinin, tahta yeni çıkan padişahın onur kemerini bağlama hakkının olduğunu söyler. Bu bilgi tarihsel olarak yanlış da olsa, böyle bir söylentinin çıkması Babıali ile özel bir bağ olduğunun kanıtıdır.



Mustafa Muslu'nun "Osmanlı Toplumunda Tasavvuf” adlı kitabında (2003 s. 372) belirttiği gibi, 18. yüzyıldan sonra çok tekke inşa edilmemiştir. Muslu bu eserinde, Osmanlı topraklarında bulunan 15 tekke, asitane ve Mevlevi zaviyesini incelemiştir. 18. yüzyılda yalnızca bir; ancak 17. yüzyılda altı tekke inşa edilmiştir. Muslu'ya göre, 18. yüzyılda 89 Mevlevi şeyhi bulunmaktadır ve bu, tüm tarikat şeyhlerinin içinde % 29'luk bir orandır. Bu verilerle Mevlevi Tarikatı'nın 18. yüzyılda önem sırasında göre üçüncü tarikat oluyordu. Sezai Küçük'ün kitabında (2003, s. 438) bahsettiği gibi, 19. yüzyılda tarikat yine kapatılma ile karşı karşıya kaldığında, Divan-ı Hümayun'da Mevlevi Halet Efendi'nin bulunması, tarikatın devamı için bir garanti olmuştur. Nitekim bir önceki yüzyılda Konya'daki büyük postnişin olan Hacı Mehmet Çelebi, yapmak istediği reformlar sebebiyle 3. Selim ile anlaşmazlığa düştüğünde bile tarikata yönelik politik destek ve katkı azalmış değildi. Sultan Mahmut 1826 yılındaki ordu reformuna yeniçerileri feshederek başladığında, bu askeri bölüğe dini hizmet veren Bektaşi Tarikatı derhal kapatıldı ve yasa dışı ilan edildi. 19. yüzyılın sonunda bu tarikat yeniden açılana kadar, Mevlevi Tarikatı bu dini hizmeti vermeye devam etmiştir. İzleyen on yıllar içinde, dervişler direkt olarak engellenmeseler de, padişah tarafından desteklenmediler de. Özellikle maddi anlamda destekten mahrum kaldılar; binalarının restorasyon ve onarımını yapamadılar, finansal destek alamadılar. Diğer taraftan aynı dönemde bazı istisnalar haricinde ruhsal ve sanatsal eser üretimi durmuştur. Ayrıca şeyhlik vazifesi babadan oğula geçen bir yapıya bürünmüştür, bireylerin ruhsal kabiliyetine kapalı bir kuruma dönüşmüştür. Önceki çağlarda uygulanan tipik uygulamadan vazgeçilmiştir.

Bektaşiye Tarikatı'nın kapatılmasından sonra, Mevlevi Tarikatı'nın üyeleri, Melamilik-Bektaşilik Tarikatlarından gittikçe daha çok etkilendiler. Bunun kanıtı olarak İstanbul'da iki tekkenin bu tarikatların okulları olması görülebilir bu okullardan biri bir Melami tekkesi olurken, diğeri daha liberal kalmıştır.


1925'de on yıllar önce bir duraklama dönemine girilmiştir ama bir gerileme olduğundan söz edilemez. Büyük Millet Meclisi'nde alınan karardan sonra dervişlerin buna başkaldırmaması bunun bir ispatıdır. 1925 yılı, Mevlevi tarihini bir bıçak gibi keser. Tüm diğer tarikatlar gibi Mevlevi Tarikatı da resmi olarak sona gelmiştir. Bu yasa Eylülde çıkmıştır ve Aralık ayında uygulamaya girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nde işte bu yıl tarikat Sufiliği son bulmuştur.


Mevlevi Geleneğinin Yeniden Doğuşu: 1925'ten Günümüze


Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, beraberinde sosyal ve dini hayatı etkileyen birçok reformu beraberinde getirdi; halifeliğin kaldırılması, din adamlarının eğitim almaları, ezanın İslam'ın kurumsal dili olan Arapça değil de Türkçe okunması, Arapça ve Farsça kitapların basılmasının yasaklanması ve son olarak bütün Sufi uygulamalarının son bulması, bütün tekkelerin kapatılması ve tarikatların yasaklanması Atatürk, ünlü bir konuşmasında açıkça tekkelerin fabrikaya dönüşmesi gerekliğini söylemiştir. Bu kapatma yasası, bir tarikat dahilinde yaşanan Sufizmin devam ettiricisi olan şeyhler ile büyücüleri, falcıları ve üfürükçüleri aynı kefeye koymuştur. Bu yasanın çıkarılmasının sebepleri oldukça fazladır; ancak sonucunda Nakşibendi Tarikatı bünyesinde meydana gelen başkaldırılar önüne geçilemez bir hal almıştır. Genç Cumhuriyet, bağımsızlık isteyen asilere boyun eğemezdi, tam tersine -birçok etnik dini ve kültürel öğenin oluşturduğu toplumdaki- bütün geleneksel ve dini değerlerin üzerinde olan "milli birliğin" garantisi olmalıydı. Nitekim tarikatlar da bu konular hakkında hiçbir açıklama olmaksızın kapatılma ile karşılaştılar. Bu yasanın o dönemde çok nadir kişi ve gruplar haricinde tartışılmamış olması bugün bile çok şaşırtıcı bir konudur. Tarikatlar, o dönemde ilişkilerinde çok steril olmak zorundaydılar ve dervişlerin olaylara tepki vermesi gibi bir durum söz konusu değildi. Hatta, en doğal tepkileri, Sufi öğretisini yeni bir şekilde yaşamak oldu: kalplerinde yaşamak. Bazı kişilerin de dillendirdiği gibi, içerisinde Sufiliğin yaşandığı tekkeler kapatıldıktan sonra kalplerin tekkesinin açılması gerekiyordu. Sufiliğin mesajının, doktrinin ve uygulamalarının içselleştirilmiş olması, bir şekilde yine dervişlerin kurtuluşu yoktu. Yine de birçok derviş Türkiye'den ayrıldı, bazıları bu yeni yaşam şeklini kabul etti, bazıları da bu sürecin getirdiği acılara dayanmayı seçti. Diriliş Assumptionistleri isimli tarikatın üyesi olan bir misyoner, tarikat bültenine şöyle yazdı:


Dervişler Şehri olarak bilinen Konya’da artık dervişler görünmüyor. Dükkanları gezdim sokaktaki insanlara baktım, hükümet sarayının salonları gibi müzeleri ve türbeleri adını adım yalın ayak gezdim, ama bir tane bile derviş göremedim. Önceleri her yerdeydiler. Müslüman halkın hayatının içindeydiler, farklı meslekler icra ediyorlardı. Dükkanlarının ya da kulübelerinin komşularını ziyaret ediyorlardı, kahve ya da nargile içiyorlardı. 1908 yılındaki isyana kadar (2.Meşrutiyet -ç.11.)


Konya'nın neredeyse yarısının sahibi onlardı. Ancak jön Türkler onların malvarlıklarının çoğunu ellerinden aldı, şimdi de tamamen dağıldılar. Büyük ve muhteşem olan tekkeleri artık kapalı. Liderleri ve başları olan Büyük Çelebi laikleşmeye mecbur edildi. Tahta yeni çıkan sultanın kılıcını kuşandıran o idi. Büyük lideri ve başlıklı tipik giysilerini giyen yüzlerce dervişi olmayan bu kentin Anadolu'nun diğer yerlerinden ayırabilecek hiçbir özelliği kalmamış (Missions des Augustins de l'Assomption, 1927, Nisan, s. 56).



Anadolu'nun diğer Sufi mekanlarından Konya’yı ayrıştıran karakteristik özelliklerden hiçbiri kalmamış ve manzara tamamen değişmişti. 1925'ten 1950'ye kadar laiklik ya da laisizm bütün geleneksel dini kurumlara kısıtlayıcı ölçüler dayattı. Bazı durumlarda Sufiler, çeşitli zulümlerle karşılaştılar ve bu onları özel alanlarına çekilmeye zorladı. Mevleviler özel ortamlarındaki uygulamalarla hayatta tuttukları antik törenlerini ve tarikatlarına ait temel öğeleri bu özel alanlarında aktarmayı başardılar. Bazı durumlarda şeyhler kendi aldıkları öğretiyi aktardılar ve yaydılar. Cumhuriyet'in kuruluşundan seksen yıldan fazla geçmesine rağmen bu antik geleneğin hala hayattaki mirasçıları tekkelerin kapatılmasından sonraki döneme ilişkin anılarını anlatmaya başladılar. O yıllarda olan olayları anlamak için elzem olan sözel anılar bunlar. Tarikatlardaki dervişler ve şeyhler, yeni politik ve sosyal ortama uyum sağlamak yerine Rumi'nin öğretisindeki bazı öğeleri ve uygulamaları nesilden nesile aktarmaya çalıştırlar. Tarikattaki anılarını anlatanların bahsettiği, Türklerin bu tarikatın kültürünü yeniden anlamaları ve Rumi'nin öğretisinin getirdiği devrimi yeniden kavrama şekilleri, çok ilginçtir. Bu yakın tarih, az zamandır Türkiye'de olduğu kadar Avrupa’da (Ferraro, 2008) çalışma konusu olmaya başlamıştır. 2 Mart 1927 tarihinde Konya'daki büyük dergahın, bütün tarikat merkezlerin kapatılmasından iki yıl sonra yeniden, bu sefer dervişlerin yaşam alanı olarak değil, müze olarak açıldığı duyuruldu. Bu tekkenin birkaç ay içinde müzeye dönüştürülmesi, Atatürk Türkiyesindeki radikal değişimi sembolize etmektedir. Ancak Demokrat Parti'nin hayatının başında halkın alkışını kazanmak için liberal bir dini politika kartını oynayarak, 1946 yılının Aralık ayındaki Rumi'nin ölüm yıldönümü (Şeb-i Arus) için sema törenine izin verdiğini hatırlatmalıyız. Rumi ve dervişler konusunda duyulan ilgi, önceleri çok sönük iken, o andan itibaren yeniden canlanmıştır.



20.yüzyılın ortalarında bir Rumi hayranı olan Kültür Bakanı Ali Hasan Yücel, Mevlevi kültürüne ait olmak konusunda bir konuşma yapmış ve bu konuşmada -çok yerinde bir tespitle- Mevlevi ve Mevlanacı arasındaki ayrıma, yani tarikatın üyesi olan Mevlevilik ile sadece onu kültür olarak benimseyenler arasındaki ayrıma değinmiştir. Bunlardan ilki, yani tarikata dahil olmak, bu eski geleneğin artık ortadan kalkması sebebiyle imkansız olsa da, hissi manada onunla derin bir bağ yaşamak mümkündü. Rumi'nin soyundan gelen Celaleddin Bakır Çelebi (ölm. 1996) de faaliyetleri ile sadece Türkiye'de değil, özellikle Avrupa ve Amerika'da Mevlevi geleneklerine yeni bir ilgi dalgası uyandırmayı başardı. Celaleddin Bakır Çelebi, Rumi'nin mesajını ve dervişlerin ruhaniyetini yayarak öne çıktı. Kişisel özellikleri ve tanıdıklar sayesinde Uluslararası Mevlana Vakfı'nın temellerini attı.


Mevlana'nın ölümünün sekiz yüzüncü yılı, 1973 UNESCO tarafından Mevlana Yılı olarak ilan edildi. Rumi'nin ölüm yıldönümü, her yıl 17 Aralık tarihinde kutlanmaktadır ve ilgi yıldan yıla artmaktadır. Şu anda bu tarihlerde on gün süren kültürel ve dini organizasyonlar yapılmasına kadar gelinmiştir. Konya civarına çok sayıda hacılar, ziyaretçiler ve turistler gelmekte ve sayıları sürekli olarak artmakta, yıl boyunca yüz binlerce ziyaret yapılmaktadır.


Rumi'ye olan ilgi, sadece yıllık anma törenlerindeki kültürel ve dini alaka ile sınırlı değildir. 1940 yılından itibaren Sufi eğitimine ilgi duyan bazı gruplar kendilerine Mevlevi diyerek ortaya çıkmaya başladılar. Bu grupların antik tarikata ne kadar uygun olduğu ve sema uygulamalarının ne kadar gerçek olduğu hemen akıllara gelen bir sorudur. Mevlevi Tarikatı, diğer bütün tarikatlar gibi 1925 yılında kapatılmıştır ve yeniden yapılacak herhangi bir faaliyet Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre yasadışı sayılacaktır.  



Şu anda mevcut olan gruplar günden güne artmakta ve Rumi'nin ve Mevlevilerin ekollerinden esinlenen bağımsız kurumlardır. Bu yüzden bu grupların üyeleri, bir tekkeye bağlı olan dervişler olarak kabul edilemez. Bunlar daha çok bir Türk müzik kültürünün ve folklorunun devamı için çalışan dernekler olarak görülebilir. Bu gruplar semayı da farklı yerlerde "icra etmektedirler". Lakin sosyolojik olarak bambaşka bir gerçeklik içinde yaşamaktadırlar. Mevlevi Tarikatı, merkezi bir yönetime sahipti. Konya'daki bu yönetimin başında Rumi'nin soyundan gelen "Çelebi" bulunurdu. Tarikatın kapatılmasından sonra da hayatlarına devam eden Çelebi ailesi, en azından teorik olarak tarikatın eski birliğini sağlayabilirler. Nitekim Çelebiler, Tarikat olarak kabul edilebilecek bir oluşumun kalbi, merkezi; ancak bugün bir tarikattan bahsedilemez, Rumi'den esinlenen gruplardan bahsedilebilir. Bu gruplardan oluşan bir federasyon, "Uluslararası Mevlana Vakfı" isimli bir vakıf ile, Rumi'nin yirmi ikinci kuşaktan torunlarının öncülüğünde kurulmuştur ve tarikatın ruhsal mirası buradan yönetilmektedir. Bu vakfa dahil olan gruplar teorik olarak bir şeyh tarafından yönetilmektedirler. Bu gruplar teorik olarak Mevlevi tarikatında yeni öğrencilerin yetişmesi için verilen eğitim sonunda "silsile" (şeyhlerin kendi hocalarından aldığı yetki izin zinciri sistemi) uyarınca "icazet" almış şeyhler tarafından yönetilmekteydi. Şimdiki durum, eskiden inisiyasyonun gerektirdiği, tekkede 1001 gün geçirmek gibi bir antik ruhsal eğitimin yanında pek de hayranlık uyandırmıyor. Aday; ancak bu ciddi "çilecilik" (Fr. ascetisme) eğitiminden sonra aday bir derviş oluyordu ve ruhsal kapasitesini gösterdiği zaman sema yapabiliyordu. Cumhuriyet döneminde bu uzun ruhsal inzivanın gerçekleştirilmesinin imkansız olması, Mevlevi geleneğinin devam etmesini engelledi ve bu hakkı geri almak istemek çok büyük bir hata olurdu. Yine de, kumlu bir organizasyonel yapı olmasa da bu grupların üyeleri içsel arayışlarını samimiyetle devam ettirebilirler ve sema törenini icra edebilirler. Tüm bunların yanı sıra, eğitim sistemi de değişmiştir. Tarikatın kapanmasından önce hocalar adayları seçip eğitirken, bugün bir aday kolaylıkla bir gruba girip üyesi olabilir. Eskiden Mevlevi Tarikatı'nda seçilen adaylar ruhani yetkililere emanet edilirken, bugün grupların federasyona üye olmasını sağlayabilecek daha genel ve spontane bir eğitim veriliyor.



Bu vakfın dışında ortaya çıkan, Rumi'nin öğretilerinden ve Mevlevi ruhaniyeti geleneğinden esinlenen, hiçbir gruba ait olmayan kurumlar da vardır. Sonuç olarak, semada görülen estetikliğin ötesinde Rumi'ni manevi gücünden ve ününden faydalanıldığını görmek çok üzücüdür. Bazen -tamamen para için- restoranlarda, alışveriş merkezlerinde ve tiyatrolarda, ziyaretçilerin ilgilerini çekerek güzel zaman geçirmeleri ve "dervişlerin ünlü danslarını göstermek" için birilerinin semaya benzer bir dans yaptığını görürsünüz. Bu, daire biçiminde bir dönmek değil, Rumi'nin öğretisinden çok uzak olan, yere düşen ve gürültü çıkararak dönen bir bozuk para gibidir.


Tüm bu çok zarar verici uygulamalara rağmen, tek bir dansçının antik semazenlerin sembollerle dolu dansını sahneye koyması bile çok önemli bir kültür etkinliğidir. Sanat ve estetik Rumi'nin ruhsal derinliğini yansıtmayı başarmışlardır. Türkiye'de çağımızda Mevlevi Tarikatı'ndan çok Mevlevi kültüründen bahsedilmekledir.

2007 yılının UNESCO tarafından Mevlana yılı olarak ilan edilmesi, birçok farklı grubun resmi olarak tanınmasını sağladı, çünkü sema, "İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası" listesine girdi. Semanın kurtarılması gereken folklorik bir gelenek olarak tanınmasına yönelik bu olayı ve sema yapan bütün bağımsız grupları ve çalışmalarını destekleyen federasyon (vakıf) da resmen tanımış oldu. 2007 yılında Mevlana'nın doğum yıldönümü ve Mevlevilerin somut olmayan kültür mirası UNESCO listelerine girdiğinde, geçmişte iki kez yasaklanmış olan geleneksel sema uygulaması da artık dokunulmaz olmuştur. Şu anda kültür derneklerinin, vakıfların ve basit grupların temelinde antik tarikatın gerçekliğinden ziyade hatıraları yaşanmaktadır.



ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


6 Mart 2023 Pazartesi

I. IV. YÜZYILDA KADAR ROMA İMPARATORLUĞU

 


Coğrafi Yapı


Devletler bir coğrafi mekân üzerinde vücut bulurlar. Siyasi ve idari olarak nizamını gerçekleştiren devletler coğrafyanın kendisine sunduğu imkânlar ve sağladığı avantajlarla meydana getirdiği askeri, idari, iktisadi, dini, mimari ve kültürel varlığını geniş coğrafi alanlara taşıyan güçlü yapılar kurabilmişlerdir. Başlangıcı milattan önce 509 tarihine kadar uzanan Roma İmparatorluğu doğu ve batı olarak ayrılma süreciyle birlikte Batı Roma İmparatorluğu 476 yılında nihayete erdi. İmparatorluğun Doğu bölümünü oluşturan Bizans ise Roma İmparatorluğunun devamı olarak 1453 yılındaki yıkılışına kadar 1000 yıl devam edecek varlık mücadelesi sürdürdü. Doğu Roma için sonraki dönemlerde kullanılan Bizans tabiri İmparatorluk süresince bilinmiyordu. Bizans kendini Roma İmparatorluğu olarak tanımlarken halk ise Romalı olarak ifade ediyordu. Bunu sağlayan siyasi, iktisadi, askeri, inançsal ve demografik faktörler üzerinde Doğu Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü coğrafya önemli bir etken olmuştur. Bizans İmparatorluğu Doğu Akdeniz ülkelerinin tamamını Balkan coğrafyası ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde yıkılışına kadar etkisini kurmuş ve yaymıştır. Bu nedenle Bizans imparatorluğunun hüküm sürdüğü toprakların temel anlamda coğrafi özelliklerinin nelerden oluştuğunu bilmeye ihtiyaç vardır. Roma İmparatorluğu IV. Yüzyıl da geç Roma olarak adlandırılan döneminde 3,7 milyon km² lik bir alanı kaplayan topraklar üzerinde hâkimiyetini tahsis etmiş bir imparatorluk konumundaydı. IV. Yüzyıl sonlarında İmparatorluk sınırları bir taraftan Atlas dağlarından Atlas okyanusuna uzanırken diğer taraftan Kuzeybatıda Tyne-Solway’dan başlayarak Britanya Ren ve Tuna Nehirlerini geçip Karadeniz’e oradan Batum yakınlarından Kafkasya üzerinden Ermenistan’a ulaşıyor Fırat ve Dicle nehirlerinden inerek Mısır Libya ve Tunus’a ulaşıyordu. İmparatorluğun Sınırları toplamda 8000 mil olan uzunluğu ile oldukça geniş bir alanı kaplamaktaydı.


Bu geniş coğrafyanın demografik, ekonomik, tarımsal ve idari yönlerden şekillenmesini sağlayan kuşkusuz Akdeniz iklimi olmuştur. Akdeniz kıyılarını takip ederek batı doğu yönlü uzanan kıyılar boyunca iklim ve coğrafi özellikler bakımından pek değişikliklere rastlanılmadığı dar bir kıyı şeridine sahiptir. Akdeniz iklimi ortalamasının 28°C olduğu kurak ve sıcak yazları ile kış aylarının ılıman geçtiği (Ocak ayında ortalama 8°C), sahip olduğu düzensiz ve değişken rüzgârları ile sadece Egenin iki tarafında veya İyonya ve Adriyatik denizlerinde görülmektedir. Kış aylarında Kuzey Avrupa cepheli esen rüzgârlar soğuk hava taşırken, yaz ayları süresince çölden esen rüzgâr ise coğrafya ’ya sıcak havayı taşımaktadır. Mevsimlik rüzgârların zamanlarının gemiciler tarafından bilinmesi, onların düzenli bir yapısı olduğunu gösterir Akdeniz’de ticaret yapan gemicilerin mallarını doğudan ve batıdan istedikleri limanlara belirleye bildikleri zamanlarda mallarını ulaştırmalarına olanak sağlamıştır. Ancak yerel rüzgârlarda görülen düzensizlik özelikle adalar arasında faaliyet gösterecek gemilerin güvenlikleri için tehlike oluşturmuştur. Kıyılarının girintili çıkıntılı yapısı ve doğu bölümünde yer alan koylar ve körfezlerin varlığı ticaret için güvenilir ortamlar ve ulaşım imkânları oluşturduğundan kıyı çevrelerinin nüfuslanmasını ve buraların ekonomik yönden zenginleşmesine olanak sağlamıştır.


Bu iklimin bölgeleri, ocak ayında ortalama 30 izoterme karşı parsellenebilir ki buda zeytin kültürlenme limitidir. Bölgede yapılan paleoklimatik (Eski İklim) araştırmalar zaman içerisinde iklimde değişiklikler meydana geldiğini göstermektedir. Kış dönemi başlangıçta yaklaşık olarak (-1200’den +500’e) uzun bir süre sıcak geçmiştir. Bu iklim şartları zeytin tarımının yapılmasına imkân tanımıştır. VI. yüzyıl ortalarından itibaren sıcaklıklarda keskin düşüşler yaşanmıştır. Orta Bizans döneminde, aşırı kullanım neticesinde toprağın erozyona uğramadığı arazilerde tekrardan orman alanları oluşmaya başlamıştır. Ancak yeni oluşan bu orman alanları eskiye nazaran yetersiz durumdaydı. Bazı bölgeler yeniden oluşma imkânını hiç bulamadı. Bitki örtüsü ormanların bozulmuş yozlaşmış biçimi olan çalıklara ve makilere dönüştü. Kuraklık coğrafyanın en önemli sorunudur. Bu yağışların azlığından değil düzensizliğinden kaynaklanmaktadır. Sonbahar ve kış aylarında görülen yağış yaz sıcaklarıyla birlikte yerini kuraklığa bırakırken bu durum insanlar, toprak ve bitkiler için önemli bir sorun haline dönüşmektedir.


Balkanlarda, kuzey-batı-güney-doğu şeklinde (Dinarik Alpleri, Pindos, Mani, Suva Planina, Strymon ve Axios/Vardar nehirleri arasındaki Placovica) veya batı-doğu şeklinde (Rodop, Balkan/Stara Planina dağları) uzanan sıra dağlar bölgenin üçte ikisinde hâkim konumdadır. Dağlar deniz ikliminin içerilere sokulmasına engel olduğu gibi yağmurun daha iç bölgelere doğru ilerlemesini de kısıtlamaktadır.


Bu dağlık bölgelerde kışlar soğuk, yaz ayları ise aşırı sıcak geçen kıtasal bir iklime sahiptir. Doğu Balkanlarda, batı bölümlerine göre daha az yağış almaktadır. Tek büyük ovalar, en önemli nehirler Tuna veya Maritsa/Meriç etrafına merkezlenmiş olan Trakya ve Eflak’tır. Tuna nehri aynı zamanda sağladığı ulaşım ve taşıma imkânlarıyla bölgede oldukça etkili bir özelliğe sahiptir. Küçük kıyısal ovalar, Aksios/Vardar nehri veya Struma gibi nehirlerin ağızlarında konumlanmış ve daha küçük olanlar ise Epirus/Epir veya Mora bölgelerinde konumlanmıştır. Anadolu bölümü Ege, Akdeniz ve Karadeniz ile sınırlarını oluşturan iç bölgelerin ise dağ sıralarıyla ayrıldığı bir konumda bulunmaktadır. Dağlık yapı orta ve doğu bölümlerinde tarımsal faaliyetlerin yerine hayvancılığa imkânlar tanırken bu alanlar iskân bakımında uygun görülmediğinden nüfus bakımından düşük yerleşim yerlerinden oluşmuştu. Yüksek ve sarp dağ sıralarının yer aldığı doğu bölgelerinde dağlar kuzey yönünde Ermenistan ve Kafkaslara uzanırken güneyde ise Suriye ve Mezopotamya istikametinde uzanmaktadır. Bölgenin batı bölümünde uzanan dağlar arasında bulunan vadilerde kurulmuş olan Karya, Lidya, Frigya zenginlikleri ile dikkat çeken yerleşim yerleridir. Kapadokya ile Galatya istikametli uzanan yollar çevresinde şehir ve köy yerleşimleri kurulmuştur. Mısır ve Suriye sahip olduğu zengin ve verimli tarım alanlarıyla stratejik bir konumda bulunmaktaydılar.


Nil Nehrinin oluşturduğu vadi zengin toraklara uygun iklime ve zengin su kaynaklarına sahipti. Sahip olduğu zengin tahıl üretimi Mısır’ı İmparatorluğun en verimli ve en önemli tahıl tedarik merkezi konumuna getirmişti. Suriye, batısında Asi, doğusunda Fırat nehirleri arasında uzanan verimli kuzey platolarına sahipti. Suriye’de nüfus bakımından yoğun olan şehirler ve köyler bulunuyordu. Bu yoğun nüfusu ise sahip olduğu zenginliklere borçluydu. İyonya ve Ege Denizi üzerinde yer alan adaların çoğu dağlık bir yapıya sahiptir. Girit’te Kaz Dağı 2,456 metreye ve Kıbrıs’ta Olimpos 2,100 metreye ulaşmaktadır. Ovalar sadece büyük adalar üzerinde bulunmaktadır, örneğin Sicilya, Girit, Kıbrıs ve Eğriboz Adası. Daha küçük alana sahip olan, Semadirek, İstanköy ve Batnaz adaları su kaynaklarının yetersizliği ile dikkat çekmektedir. Genellikle, toprak istismarı köy çevresindeki eş merkezli bölgelerde gerçekleştirilmiştir. Sulama imkânına sahip sebze bahçeleri ve meyve bahçeleri, iskân edilen merkez etrafında işlenmiştir. Sulama imkânından mahrum olan kuru araziler ise tahıllar, asma bahçeleri veya haşhaş gibi tekstil bitkilerin yetiştirilmesi için sürülmüştür. Bu araziler iskân edilen yerlerden uzak alanlarda bulunuyorlardı. Bunun nedenini ise bazen öküzlerin bu bölgelere ulaşması üç saat kadar sürmesi, bu bölgelerin işlenmesinin daha az yoğun oluşu ve daha az sıklıkta kazma içermeleri olmuştur. Otlanma arazileri ve ağaçlık alanlar en uzak konumlarda yerleşmektedir. Pars Occidentalis’in düşüşü toplamda 1,3 milyon km²’lik bir azalma anlamına gelmiştir. Batıdaki şehirlerin tekrar fethedilmesi, Iustinian yönetimi altında sadece kısmi ve geçici olarak 2,7 milyon km² toparlanmaya olanak sağlamıştır.


Siyasi Gelişmeler



Bizans İmparatorluğu’nda iskân politikasının uygulanışı konusuna başlangıç noktası olarak belirlediğimiz IV. Yüzyıldan itibaren gelişen siyasi, iktisadi, askeri, sosyal ve dini gelişmelerin ve sorunların anlaşılması için bir önceki yüzyılda meydana gelen gelişmelerin bilinmesine ihtiyaç vardır.


Roma İmparatorluğunun kurumlarıyla yeniden yapılandırılması ve “yeniden canlanmasını” sağlayan gelişmeler, III. Yüzyılda meydana gelen olayların ve gelişmelerin diğer yüzyıllara etkisinin bir sonucudur. Bu dönemde meydana gelen olayları ve sorunları ortaya koymadan I.Costantinius’la başlayan süreci değerlendirmek mümkün değildir.


İmparator Alexander Severus’un 235 yılından ölümünden itibaren 284 yılına kadar geçen sürede imparatorluk tahtını elde etmek amacıyla 51 kişi mücadele vermiş ve bunlardan başarılı olup imparatorluk tahtına geçebilen ise sadece 22 kişi olmuştur İmparatorluğun başına geçecek kişinin belirlenmesinde bir yöntem veya kanun olmadığından krizlerinin yaşanmasına neden oluyordu. İmparatorluk tahtına geçmek isteyenler, giriştikleri kanlı mücadelelerde kendilerini destekleyen askerlerin gücüne dayanarak mücadele veriyorlardı. Olayların yaşandığı bu kriz döneminde isyancılar imparatorların çoğunun acı şekilde öldürülmelerinin baş aktörleri olmuşlardır. İmparator askerlerin kaprisleri veya ihtirasları doğrultusunda belirlenmiş ya da imparatorlar hem tahtından hem de canından olmuşlardı. Ancak mücadele eden tarafların hepsinin bir birine karşı kullandıkları güç, Romanın askeri gücü ve kaynağından oluşmaktaydı. İmparatorluk ordusunu güçsüz kılan ve zafiyet içine sokan bu durum kaçınılmaz olarak imparatorluğa düşmanlık besleyen devletlerin sayısının artmasına ortam hazırlarken sınırlar kuzeyden Alamanni topluklardan Gotlara, doğuda ise Perslere karşı toprakların savunmasız hale gelmesine neden oluyordu.


Yarım asır devam eden bu süreç içinde yönetim yapısından iktisadi sorunlara askeri yapıdan Roma İmparatorluk düşünce yapısına kadar çöküntünün yaşandığı bir süreç içindeydi. Yaşanan iktisadi sıkıntılar neticesinde artan fiyatlar ve yükselen enflasyon, ekonomiyi çökme noktasına getirmiştir. Çiftçiler topraklarını ağır vergiler nedeniyle terk ettiler. Vergilerin toplanması büyük bir sorun halini almıştı. Vergiler ve toplanma usulleri halkın tepkisiyle karşılandığından zengin ve güçlü aile bireyleri şehir meclislerinde üyelik ve memurluk görevlerine karşı isteksiz tutum takınıyorlardı.


Roma İmparatorluğunda III. yüzyılın ilk dönemlerine kadar taht idaresinde ailelerin hâkimiyetinin olduğu babadan oğula geçen hanedan idaresi mevcuttu. Roma İmparatorluğu Diocletianus’tan önce taht, Sevarus hanedanına mensup kişiler tarafından yönetilmekteydi. Sevarus Alexander’in askeri bir ayaklanma sonucu öldürülmesiyle birlikte bir dönem kapanmış oldu. Ordu tarafından imparator ilan edilen taşralı bir kumandan Maximinus senatonun desteğini almasıyla durumunu resmi olarak kabullendirmiş oldu. Bozulan iç düzeni tekrardan normalleştirmek için mücadele etti. Muhalif olan kesimleri kontrol altına aldı. Ordunun artan ihtiyaçlarını ve giderlerini karşılamak amacıyla vergilerin tam ve düzgün toplanmasını sağlamak için oldukça sert tutum sergiledi. Hoşnutsuzluklar neticesinde senatonun desteğini alan Afrika valisi Gordianus Maximinus yönetimine karşı harekete geçti. İsyan girişimi başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Gordianus ve oğlu öldürüldü. Senatonun kontrolü alma çabaları başarılı olamadı. III. Gordianus’un, Praetoria askerlerinin desteğiyle imparator ilan edilerek tatta geçmesi sağlandı. III. Gordianus yönetimiyle birlikte kaosa neden olacak iç savaş süreci başlamış oldu. İmparator kayınpederi olan Timistheus’un birinci kumandan olmasıyla birlikte senatonun etkisinden kurtulma imkânı buldu. Timistheus imparatorluktaki kargaşadan yararlanarak saldırıya geçen Sasani kralı I.Shapur’u yenilgiye uğrattı. Mezopotamya bu zafer sonucunda tamamen imparatorluk sınırlarına dâhil edildi. İmparator Gordianus 244 yılında isyan neticesinde öldürüldü. Senato desteğini alan Philippus yeni imparator oldu. İdari olarak oğlunu önce Caesar ardından Augustus ilan ederek kendinden sonra oğlunun yerine geçmesini sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirdi. Philippus Karpatlara sefer düzenledi. Ordu içinde oluşan memnuniyetsizlikleri önleyemedi. Tuna ve doğu bölgelerinde kendine karşı başlayan isyanı engelleyemedi. Tuna kumandanı olarak atadığı Decius ile girdiği mücadelede hayatını kaybetti. İmparatorluk tahtına geçen Decius iktidarının devamı için İtalya’ya gitti. Dacia bölgesinin korumasız bırakılması neticesinde, Alanların baskısıyla yerlerini terke zorlanan Gotlar, imparatorluk topraklarına girerek Balkanlar bölgesini yağmaladılar. Got istilacılara karşı mücadeleye girişen İmparator Decius, uğradığı yenilgiler üzerine ordu üzerindeki gücünü kaybedince 251’de öldürülmekten kurtulmadı.


Decius’un öldürülmesi üç yıl sürecek iç savaşın yaşandığı İmparatorluk tahtına geçme mücadelesinin verildiği bir sürecin yaşanmasına neden oldu. Valerianus, askerlerin desteğini alarak imparator oldu. İmparatorluğun iç çekişmeleri ve iktidar mücadeleleri imparatorluk sınırlarında oluşturduğu zafiyet Tuna’da Got ve Alamanların girişlerini engelleyemezken Frankların Ren sınırını geçmesini de engelleyemedi. Doğu sınırında ise Sasaniler harekete geçerek Anatakya’ya kadar ilerlediler. 259 yılında Valerianus’un anlaşma yapmak isteği Sasanilerin ihaneti sonucunda İmparatorun tutsak olmasına neden oldu. Babası tarafından Augustus ilan edilen ve tahtın eş sahibi olan Gallienus’u oldukça güç bir mücadele bekliyordu. Gallienus, sayısı dokuzdan az olmayan kişileri mağlup ederek İmparatorluk tahtına hâkim oldu. Gallienus, askeri yetkilerinin büyük bölümünü senatörlerden alarak senatonun gücünü azaltma yoluna gitti. Gallienus Sasani süvarilerine karşı koyabilmek amacıyla orduyu yeniden yapılandırma yoluna giderek ilk süvari birliklerini oluşturdu. Askeri alanda yaptığı yeni düzenlemeler, Got ve Heruller’in Balkanlara girmelerine ve Atina’nın yağmalanmasını durdurmada başarılı olamadı. Gallienus yakın adamlarının planladığı bir suikast sonucu öldürüldü. Gallienus öldürülmesinden sonra Claudius tahtın yeni sahibi oldu. İmparatorluğun Balkanlarda bulunan topraklarını işgal eden Gotları yenilgiye uğratarak Tuna bölgesinde güvenliği yeniden tahsis etmiş oldu. Gothicus ünvanlı İmparator vebadan hayatını kaybetti. Claudius’un ani ölümü nedeniyle yaşanan kargaşa ortamına Gallienus’un öldürülmesinde yer alanlardan biri olan Aurelianus son verdi. Balkanlarda Germen kavimlerinden olan Iuthungler (Juthungiler) mağlup edildi. Vandallar’a karşı kazandığı başarıyla Pannonia (Macaristan)’nın güvenliğini sağlamış oldu. Aurelianus M.S. 271 yılında iktisadi nedenlere dayanarak almış olduğu Dacia’dan çekilme kararı imparatorluğun parçalanmasını başlatacak siyasi sonuçlara neden oldu. Savunma giderlerinin fazlalığı düşüncesiyle Roma askeri gücünü ve vatandaşlarını bölgede bulunması uygulamasına son vererek Tuna sınırı yeniden düzenlemiştir. İmparatorluğun doğusunda Palmeyra Kraliçesi olan Zenobia ordusunun neden olduğu saldırı, Mısır’ın alınmasından sonra Anadolu yönünde ilerliyordu. İki ordunun Antiokheia (Antakya) yakınlarında karşılaştığı savaşı, Aurelianus’un taktiği sayesinde kazanıldı. Palmeyra’yı kuşatılması sonucunda direniş gösteremeyen Zenobia esir alınarak Roma’ya gönderildi.


İmparator Carus’un askerleri tarafından öldürülmesi sonucunda Doğu ordusu harekete geçerek askerlerinden biri olan Diocletianus’u imparator ilan etti. Ancak bu durumu kabullenmeyen Carus’un oğlu Carinus askerleri ile birlikte harekete geçti. Orduların Moesia’da yaptıkları savaşta Carinus’un ölümüyle sonuçlanan galibiyetin sahibi Diocletianus ortak imparator olarak ilan edildi. Diocletianus iktidarı ile birlikte III. yüzyılda anarşi dönemine son vererek istikrarlı bir ortamı tekrardan sağlayarak yeni bir siyasi başlangıç oluşturdu. Diocletianus yeni istikrar ortamını çok iyi bildiği askeri bir liderlik anlayışıyla gerçekleştirecektir. Yaşanan olaylar farklı milletlerin birlikte yaşadığı geniş İmparatorluk topraklarını ve onun güvenliğini sağlayan büyük sayıdaki orduyu bir kişinin yönetmesinin oldukça güç olduğunu göstermekteydi. Diocletianus düzeni sağlamak adına görevlerini paylaşacağı yeni bir idari düzenlemeyi hayata geçirdi.


Diocletianus’un ortaya koyduğu bu sisteme göre doğu ve batı olarak ayrılan imparatorluğu iki eşit Augustus tarafından yönetilecekti. Bunların her birine, görevlerinde yardımcı olmak ve emekliye ayrılıp görevlerinden ayrıldıklarında veya ölümleri halinde yerlerine geçecek konumda olacak Caesarlar görevlendirildi. İmparator Diocletianus, idari alanda yetki paylaşımı anlamına gelecek bu yeni yönetimin uygulanmasını sağlamak için imparatorluk ordusundan arkadaşı olan Maximanus’u uygun gördü. Yönetimi süresince imparatorluğun doğusuyla daha fazla ilgilendiğinden çok iyi bildiği bu coğrafyayı kendisine seçerek merkez olarak da Nikomediayı (İzmit) belirledi. Maximanus ise Batı Roma’ya Mediolanum’u seçti. İmparatorlara iki Caesar daha atanarak yönetim daha fazla bölünmüştü. Bunlar Augustus ünvanı taşıyan imparatorların astı olarak görev yapacaklardı. Bunlardan Diocletianus’un Caesar’ı olarak atanan Galerius Trakyalı olup acımasız bir askerdi ve kendisine Balkanlar idaresi tahsis edildi. Maximanus’un Caesar’ı ise Gallia’yı kendisine merkez olarak belirlemiş ancak Britanya’da Roma idaresini yeniden kurmakla görevlendirilen Constantius Chlorus’tu. İmparatorluğu yöneten dört güç yönetimde birliğin gereği ve göstergesi olarak imparatorluğun bütün alanlarında uygulanacak kanunlarda dört yöneticinin de isminin yer alması gerekiyordu. Stratejik açıdan önemli yönetim merkezlerinin seçildiği coğrafi bütünlük olarak adem-i merkeziyetçi yönetim uygulanmasına dayanan sistem uygulanmaya başlanıldı. Dört kişiden oluşan (Tetrarşi) yönetim şekliyle İmparatorluk otoritesinin geniş coğrafyaya yayarak bütünlüğü koruma esasına dayanmaktaydı. Sistemin özünde geçmiş dönemde yaşanan “Askeri Anarşi” dönemi olarak adlandırılan karanlık dönemlerin yaşanmaması içindi.


Kendinden önce imparatorlukta yaşanan başa geçme mücadelelerinin değerlendirmesini yapan Diocletianus devletin bütün idari mekanizmasını yeniden yapılandırma gereği görmüştü. İmparatorluğun bu yeni idare düzeni içinde artık senetoryal ve emperyal ayrımı olamayacaktı. Diocletianus sayıca az olmasına rağmen geniş coğrafi alanlara hükmeden ve bundan dolayı devletin zaafa uğradığı dönemlerde isyanlara ve İmparatorluk iddiasında bulunan geniş toprak sahiplerinin kalkışmalarına sahne olmuştu. Bu sorunun oluşumuna neden olan geniş arazilere sahip eyaletler küçültülerek bunların askeri bir güç oluşturup politik sorunların önüne geçilmeye çalışıldı. Bu idari düzenleme sonucunda 57 olan eyalet sayısı 96’yı geçmiştir.

İmparatorluğun idari yapısı şu şekilde ihdas edilmiştir;


1-Galya Eyaleti (Praefectura Galya) :Galya, İspanya ve Afrika’nın kuzeybatı kısmı,

2-İtalya Eyaleti (Praefectura İtalya):Afrika, İtalya, Tuna ve Alpler arasında kalan şehirler,

3-Balkan Eyaleti (Praefectura İllerricum) :Datça, Makedonya, Yunanistan ile birlikte bazı Ege adalarını da kapsar,

4-Doğu Eyaleti (Praefectura East) :Dört bölgeye ayrılmıştır. Trakya, Anadolu, Doğu(Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Sina Yarımadası) Mısır (Mısırın kuzeyi, Nil Vadisi ve Libya). Bu idari yapı 4. Yüzyıl sonlarından itibaren sınırları ile birlikte tam olarak şekillenmiştir.


İdari Taksimat Şekli ve Yöneticileri


İmparatorluk (bölümü):İmparator


Praefecturalar : Preator Praefectusları

Diocesisler: : Vicarius’lar

Eyaletler : Eyalet Yöneticileri

Şehirler : Şehir Meclisleri



Diocletianus, oluşturduğu bu idari teşkilat yapısındaki yeniliklerle amaçladığı imparatorluğun bütün yapısına Mutlak Monarşi yönetimini hâkim kılmaktı. Böylece karmaşık bir yapıya dönüşmüş olan yeni imparatorluk seçiminde (veya güçsüz imparatorlar dönemlerinde ortaya çıkan kriz ve yaşanılan buhran dönemlerinde) gücünü ve etkisini arttıran sivil ve askeri bürokrasi zayıflatılmış olacaktı. İmparatorlukta idari alanda yapılan değişiklikler sonucunda güçlü ve etkin bir yönetim meydana getirildi. İdari taksimat sonucunda sivil ve askeri bürokrasi birbirinden ayrılarak ortaya çıkan yönetim birimleri ve bunların sınırları belirlenmiş sivil yönetim anlayışıyla tahta karşı girişimlerin önü kesilmiş olacaktı. Roma İmparatorluğunun başkanlık sistemi, (Principatus) kriz ve anarşi dönemlerinin sorunları içinde mahvolmuş ve yerini Diocletianus’un hâkimiyet sistemi olan dominatio almıştır. Bu sistem Bizans otokrasisinin gelişim kaynağı olacaktır. Dörtlü iktidar yöntemiyle otoriteyi bölmeden katlanarak artmasını sağlamış oluyordu.


İmparatorluğun yönetim anlayışında yapılan bu yenilikler ile Preator Praefectusların sahip oldukları yetkinin gücüyle merkezi yönetimin organları güç yarışına girerken, gücün tek sahibi olan imparator bir yandan bunların etki alanlarını sınırlama yoluna gitmiş diğer yandan bunların vekili durumunda olan “Vicarius”ları da bunlara karşı kullanmıştır.


İmparator Diocletianus, askeri alanda imparatorluğun yeni idari yapılanmasına uygun düzenlemelere gitti. İmparatorluğun askeri güçlerinin ekseri büyük bir bölümü sınır ordusu şeklinde düzenlenmiş bir yapı şeklindeydi. Sadece sınırlar dâhilinde harekete hazır güç olarak Roma’da bulunan muhafız gücü “pretoriyen” mevcuttu. Bu sistemin gereksinimlerini karşılamada ve tehditleri önlemede yetersiz kalmaktaydı. Diocletianus bu amaçla sınır güçlerini takviye ederek güçlendirdi. İmparatorluk içinde ise dışarıdan gelen saldırılara karşı koymak ve imparatoru tahtından etmek amaçlı saldırılara karşı koyacak hareketli ve güçlü askeri birlikler oluşturuldu. Güney sınırında Perslerin saldırılarına karşı koymak amacıyla tahkimat ve güçlendirmeler yapıldığını Marcellinus şu cümleleriyle aktarmaktadır. “Diocletianus yüksek kaleler ve duvarlarla etrafını çevirinceye kadar eskiden o yer ( Kirkesium) küçük ve güvensiz bulunuyordu. Birkaç yıl öncesinde Syria eyaletine büyük zarar vermiş olan Perslerin Syria’yı istila etmesini önlemek amacıyla barbarlar topraklarının sınırları üstüne tam olarak sınır savunmaları düzenliyordu”.


Diocletianus’un tahtın yeni sahibi olarak İmparator ilan edilmesiyle birlikte 235 yılında Severus hanedanının son bulmasıyla başlayan ve devam eden düzensizliğin ve kaosun yaşandığı anarşi dönemini sona erdi.



Celal BİÇER

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı

Kastamonu

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak