6 Mart 2023 Pazartesi

SELÇUKLULARIN GAYRiMÜSLiM SiYASETi-1


Selçukluların, Sünni İslam Dünyasının liderliğini ele aldıktan sonra mücadele etmek zorunda kaldığı iki kesimden birincisini oluşturan Şii Fatımilerdi. İkinci kesimi oluşturan Hıristiyan alemi ile olan ilişkileri de en az birincisi kadar dikkate değer ve Selçuklular açısından önem verilen bir husustur. Uzun yıllardan beridir İslam ve Hıristiyan medeniyetlerinin temsilcileri, biri diğerinin aleyhine genişlemek kastıyla şiddetli bir mücadele yürütmekteydiler. Önceden hakim olduğu toprakları ve nüfuz alanlarını Müslümanlara kaptıran Hıristiyanlar, hem eski topraklarına yeniden sahip olmak, hem de zaman içerisinde kudretini kabul etmek zorunda kaldıkları bu yeni medeniyet mensuplarının içine düştükleri zaaftan istifade ederek, onlarla hesaplaşmak için büyük bir gayret içine girdiler. İslam aleminde ortaya çıkan bölünmeler ve kötü idareler sonucunda oluşan krizler, Hıristiyanlara bekledikleri bu fırsatı sunmaktaydı. Bu yüzden iki taraf arasında değişik zamanlarda ve çeşitli bölgelerde temaslar olmuş, olaylar meydan gelmiştir.


SELÇUKLULARDAN ÖNCE İSLAM ÜLKELERİNDE GAYRİMÜSLİMLER


Selçukluların hakim olmasından çok önce de İslam dünyasında gayrimüslim kesim önemli bir yer işgal etmekteydi. Özellikle Yahudi ve Hıristiyanların teşkil ettiği "Ehlu"z-Zimme", Müslümanların müsamahasından son derecede istifade eden kesimi oluşturmaktaydı. İslam toplumu ile birlikte emniyet ve güven içinde yaşayan bu insanlar, özellikle bazı halifelerin daha fazla ilgi ve hoşgörüsünün bir neticesi olarak çok rahat bir hayat yaşamaktaydılar. Bu durum Avrupalı tarihçilerin de dikkatini topladıkları ilk kurultayda alınan kararlara bakıldığında bu düşünceyi taşıdıkları açıkça görülür. Tertiplenen ilk büyük kurultayda, gelecekteki fütühat sahaları, Türk fütühat felsefesine uygun olarak Selçuklu beyleri arasında taksim edilmişti. Buna göre doğu bölgeleri Çağrı Bey, güney batı bölgeleri Musa Yabgu tarafından zaptedilecek, Tuğrul Bey ise batı bölgelerinin fethiyle ilgilenecekti.


Kurultay kararlarına göre harekete geçen Selçuklular değişik bölgelerdeki hakimiyetlerini genişlettiler. 1041'de Cürcan ve Taberistan bölgelerıni zapteden Tuğrul Bey, bölgeyi ele geçirip, adına hutbe okutarak, buradaki hakimiyetini tesis etti. Ertesi sene Harezm bölgesini ele geçirdikten sonra Cebel bölgesine yöneldi. Tuğrul Bey'in Cebel bölgesinde hakimiyetini tesis ettiği sırada (1043), özellikle Kaşgar ve Balasagun yöresindeki gayrimüslim Türkler arasında İslamlaşma olayı hızlandı. Bu bölgedeki Türkler arasında 10 000 çadırdan oluşan bir grup İslam'ı kabul ettiler ve bu olay Kurban Bayramı'na denk geldiği için 20 000 koyun kestiler. Daha sonra da İslam beldelerine dağıldılar.


Daha sonradan yapılan fetih hareketleriyle Selçuklular hakimiyetlerini genişletip, bir taraftan "Cihan hakimiyeti" fikrini gerçekleştirmeye çalışırken, diğer taraftan da İslam'ı gayrimüslim kitleler arasında yaymaya gayret etmekteydiler. Nitekim olaydan bahseden Makrızi: "Çin tarafındaki Tatar ve Hıtalar haricinde hiçbir yer İslam'dan hali kalmadı" demektedir. Bu da, bahsedilen bölgelerin dışında her yer İslamlaştı manasına gelir ki, bunda Selçukluların doğu bölgelerine yaptıkları faaliyetlerin payı büyüktür. Doğu bölgelerinde Türkler bulunduğu için bu İslamlaşma olayı daha çok Türkler arasında meydan gelmiş ve artarak devam etmiştir.


Selçuklular döneminde diğer bölgelerdeki Türkler arasında da İslamlaşma devam etmiştir. Nitekim Çağrı Bey'in ömrünün sonlarına doğru, Karahanlı ve Gaznelilerin tesiriyle Harezm valisi Selçuklulara karşı isyan başlatmıştı. Bu sebeple Harezm seferine çıkan Çağrı Bey, Ürgenç (Gürgenç)'e vararak isyanı bastırmış ve Selçuklu hakimiyetini yeniden tesis etmişti (1049). Bu sırada orada bulunan bir Kıpçak emiri Çağrı Beye gelerek itaatini arzetmiş ve onun elinden Müslüman olduktan sonra, Selçuklularla sıhriyet tesis etmişti.


Verilen örneklere bakıldığında gerek Kaşgar, Balasagun yörelerindeki, gerekse Kıpçak bölgesindeki Türkler arasında henüz gayrimüslim Türklerin olduğu ve İslamlaşma olayının bahsedilen dönemde tam manası ile gerçekleşmediği görülür. Selçukluların doğu bölgesindeki Türkler üzerine sefer yaparak bu bölgeleri hakimiyetleri altına almalarıyla birlikte İslamlaşma da hız kazanmıştır. Zira Selçuklular sadece topraklara hakim olmakla kalmıyor, aynı zamanda o bölgedeki insanların İslamlaşması için gayret gösteriyorlardı. Medreselerin açılması, sufilerin devlet tarafından desteklenmesi ve İslamın güçlenmesi için gösterilen gayret, bu gayenin tahakkuku için yapılan çalışmalardır.


FETHEDİLEN TOPRAKLARDA YAPILAN DÜZENLEMELER


Alp Arslan başa geçer geçmez, ilk hedef olarak komşu beldelerde fetihlerde bulunup hakimiyetini genişletmeyi ve Abbasi Halifeliği ile inanç birliği yaparak, Sünni İslam dünyası için tehlike teşkil eden Fatımileri ortadan kaldırmayı amaçlamıştı. Alp Arslan'ın ikinci büyük hedefi ise, Hıristiyan dünyasına karşı fetihlere girişerek, İslam alemini onların tasallutundan kurtarmaktı. Alp Arslan, Tuğrul Bey'in takip ettiği siyaseti takip ederek, Irak ve Orta İran sınırlarında kalmanın gereksizliğini görmüş ve Bizans üzerine akınlar yapmanın lüzumuna inanmıştır.


Doğu meselesini hallettikten sonra batıya yönelen Alp Arslan, Gürcistan ve Ermeni topraklarını fethederek, Bizans sınırlarına yönelmiştir. Alp Arslan döneminde yapılan fetihlerin mahiyeti Tuğrul Bey döneminde yapılanlardan farklı olmuştur. Tuğrul Bey dönemindeki fetihlerin amacı ganimet elde etmek, keşif yapmak ve Bizans mukavemetini kırmak olarak özetlenebilecekken; Alp Arslan dönemindeki fetihler kalıcı mahiyet arz etmekteydi. Anadolu'yu fethederken güdülen gaye asla istila ve ganimet olmayıp, Arapların asla başaramadığını başarmak ve Anadolu'yu fethederek Türklerin yerleşebilecekleri bir vatan yapmak maksadı güdülmüştü. Alp Arslan'ın bu işlerde en büyük yardımcısı kudretli veziri Nizamülmülk'tü. Selçuklu Devletinde otuz sene vezirlik yapan bu şahıs, tedbirli ve güzel idaresi sayesinde devletin kudretini en yüksek noktaya çıkararak, Islam aleminin en büyük kuvveti haline getirmenin yanı sıra, gayrimüslimlerin yanında da devletin azametini ve heybetini artırmış, artan bu gücü Bizans'a karşı yöneltmiştir. O, vezirliği müddetince iki temel siyaset takip etmiştir: Birincisi, Selçuklu Devleti ile Abbasi Halifeliği arasında uyum sağlamak; ikincisi, İslam'a zıt fikir ve akidelere karşı İslam'ı savunmaktı. Bu müdafaa, içerde Sünni düşünceye muhalif fikirlerle mücadele şeklinde olurken, dışarıda İslam'ı yok etmeye çalışan Hıristiyan dünyasına karşı olmuş, dolayısıyla Sultan'ı bu konuda teşvik etmiştir.


Azerbaycan ve Çevresindeki Fetihler


Alp Arslan, kardeşi Süleyman'ın tahtı ele geçirme çabasını bertaraf edip Selçuklu tahtına geçtikten sonra, Kutalmış isyanını ve memleket dahilinde ortaya çıkan meseleleri çözümleyerek, 1064'de gaza maksadıyla Rum diyarına hareket etti. Rey'den çıkarak Azerbaycan'a gelen Alp Arslan, burada daha önceden Anadolu gazalarına katılmış Türkmen beylerinden Tuğtekin'den Anadolu'ya ulaşan yollar hakkında bilgi aldı. Buradan hareketle, Yakuti ve diğer Türkmen beyleriyle birlikte Nahçıvan'a gelen Alp Arslan, Aras Nehri'ni teknelerden yaptırdığı köprü üzerinden geçerek Anadolu'ya girdi. Armaniya'nın daha önceden Bizans tarafından ilhak edilmiş olması ve Bizans savunma gücünün zamanla zayıflaması sebebiyle, Selçuklulara yeni bir taarruz alanı sağlanmıştı. Vasal devletlerin aradan kalkması Selçukluların doğrudan Bizans arazisine girip buralarda fetih yapmaları sonucunu doğurmuştur.

Ordusunu ikiye ayıran Sultan, karargahta Melikşah'ı bırakarak kendi yönettiği grubun başında Lori kentine yürüyerek Ermeni prensi Giorg'u yıllık vergi vermek kaydıyla kendine tabi kıldı. Buradan Gürcistan topraklarına geçerek Tiflis-Çoruh ırmağı arasındaki toprakları ele geçirdi. Ordunun ikinci kısmı ise, oğlu Melikşah'ın komutasında yanında Nizamülmülk, Yakuti ve Horasan amidi Muhammed b. Mansur olduğu halde Aras nehri boyunca ilerleyip Bizans topraklarına karşı fetih hareketine başladı. Selçuklu kuvvetleri Anberd'i şiddetli bir kuşatmadan sonra ele geçirip, Sürmeli (Sürmari) üzerine yürüdüler. Melikşah burasını ve yakınında bulunan başka bir kaleyi fethedip, buraları gıda, silah ve malla doldurarak Nahcivan emirine teslim etti. İlerleyişlerine devam ederek, içinde pek çok Hıristiyan rahip, papaz ve hükümdarları olan Meryem­ Nişin şehrine geldiler. Demir ve kurşunlarla tutturulmuş büyük taşlardan yapılma müstahkem surları ve bir tarafı nehirle çevrili olan bu şehri ele geçirmek için Nizamülmülk ihtiyaç duyulan gemileri ve malzemeleri hazırlattıktan sonra savaşa girişildi. Günlerce süren savaş sonucunda şehir ele geçirildi. Şehir sakinlerinin direnmeleri sebebiyle bazı kısımlar tahrip edildi ve direnenler öldürüldü. Halkın önemli bir kısmı da İslam'ı seçerek hayatlarını kurtardılar. Bu önemli kalenin fethedildiğini öğrenen Alp Arslan, oğlu Melikşah'ı ve Nizamülmülk'u huzuruna çağırarak onları kutladı. Fetih hareketlerini iki kol halinde yürüten Selçuklu kuvvetleri burada birleşmişlerdi.


Sultan, yeniden hareketle İslam tarihçilerinin Akşehir dedikleri A'al­ Lal şehri üzerine yürüyerek (1064) burasını kuşattı. Sağlam surlarla çevrili olan şehrin bir tarafı dağ, diğer tarafı da Borçala (Debeda) nehriyle çevriliydi. Sultan nehir üzerinden köprüler kurdurarak burasını muhasara ettirdi. Şehrin hakimi bir Gürcü olup, çok şiddetli direniş gösteriyordu.

Çetin savaşlardan sonra Türkler şehre girdiler. Bir kısım halk kalenin burcuna sığınarak direnişlerine devam ettiler. Bunun üzerine Sultan burcun etrafına odun yığdırarak içindekilerle birlikte yaktı. Akşam çıkan şiddetli bir rüzgar bu ateşi şehrin diğer kısımlarına da yayarak bütün şehri kül etti. Selçuklular, bu şehirden önemli miktarda ganimet ele geçirdiler. Alp Arslan, ileri yürüyüşüne devam ederek Çıldır Gölü'nün güneyinde ve Kars Çayı üzerinde iki küçük kale üzerine hücum edince, kale sakinleri Islam'ı kabul edip, kalelerindeki kiliseleri camiye çevrildiler.


Fetihlerine devam eden Alp Arslan, dönemin önemli şehirlerinden olan ve Bizans yönetiminde bulunan Anı'yı (Şirek) kuşattı. Mamur ve beşyüzü aşkın kiliseye sahip bulunan şehri almak Alp Arslan için prestij meselesi olmuştu. Şehrin kuşatması uzayıp bir netice elde edilemeyince; Sultan, ahşap bir burç yaptırarak içini bahadır askerlerle doldurdu, üzerine mancınıklar ve okçular yerleştirdi. Bu kule sayesinde Rumların faaliyetleri izlenebiliyordu. Selçuklu kuvvetleri surları delmek için ilerlerken olağanüstü bir hal oldu ve meydana gelen zelzele sebebiyle şehir surlarından bir kısmı kendiliğinden çöktü. Selçuklu kuvvetleri şehre girince, şehri savunan Gürcü generalleri Bagrat ve Greguvar iç kaleye çekilerek savunmalarına devam ettiler. Türklerin azmi ve şiddetli saldırısı karşısında tutunamayacağını anladıklarında ise teslim olmak ve cizye vermek mecburiyetinde kaldılar (1064). Alp Arslan, fethin tamamlanmasından sonra, şehrin idaresine Horasan amidi ile Hadim Şems'i tayin etti.


Alp Arslan'ın uyguladığı mahirine savaş teknikleri vasıtasıyla kaynakların "asla zapt edilemez" dedikleri Anı şehri Türklerin eline geçmiş oldu. Bizans'ın önemli bir kentinin Müslümanların hakimiyetine geçmesi, Hıristiyan aleminde derin üzüntü yarattı. Bizans'ın doğudaki bu en müstahkem kalesi fethedilerek, Bizans'a karşı yapılacak olan saldırılar için üs haline getirildi.


Anı'nın fethini gerçekleştiren Alp Arslan, ilk İş olarak Hz. Ömer'in Kudüs'ü fetihte yaptığını örnek alıp, şehrin en büyük katedralini temizleterek, üzerine İslam'ın sembolü olan "Hilal"i dikip, minber ve mihrapla donattıktan sonra "Fethiye Camii" adı ile Müslüman mabedi yapıp, askerleriyle birlikte ilk cuma namazını burada kılmıştır. Anı'nın fethedilmesinden sonra etrafa ve Bağdad'a müjde mektupları gönderildi. Bağdad'a gönderilen fetihname Halife'nin sarayında okundu. Halife, Sultan'a övgü ve dualarını muhtevi bir mektup göndermenin yanında, bu başarısından dolayı ona "Ebu'l-Feth" (Fetihler Babası) unvanını da verdi. Bu arada Gürcü Kralı, Alp Arslan'a elçi göndererek sulh teklifınde bulundu. Her yıl cizye vermek kaydıyla kralın isteği kabul edildi. Alp Arslan, şehre, bir kumandanının idaresinde yeteri kadar asker bıraktıktan sonra, İsfehan-Kirman yoluyla Rey'e dönmek üzere harekete geçti. Sultan henüz bölgeden ayrılmadan, Kars'ta hüküm sürmekte olan Ermeni prensi Gagik'e elçi göndererek huzuruna çağırttı ve itaatini arz etmesini istedi. Anı'da olanları gören prens, Alp Arslan'a itaat arz edip, eman dileyerek, Kars'ı Selçuklu hakimiyetine terketti.



Alp Arslan'ın bölgeden ayrılmasından sonra Anadolu'daki fetih hareketinin Selçuklu komutanları tarafından devam ettirildiği görülmektedir.

Salar-ı Horasan unvanını taşıyan kumandan Urfa bölgesine yönelerek (1066) Siverek'e (Sevarak) hücum etti. Ertesi sene (1067) Hacib Gümüştekin, emrinde Afşin ve Ahmed Şah gibi Selçuklu komutanlarıyla Murat ve Dicle havzalarını izleyerek el-Cezire bölgesine indi. Nusaybin'e karşı başarısız bir kuşatmanın ardından Fırat'ı geçerek Adıyaman bölgesinde akınlarda bulunup Anadolu'daki akınların üssü haline gelen Ahlat'a döndü.


Selçukluların güçlü emirlerinden Afşin, Ahmed Şah'la bozuşup, yaptıkları kavgada onu öldürünce, Alp Arslan'ın gazabından korkarak, ondan uzaklaşmak maksadıyla Anadolu'ya girip, emrindeki Türkmenlerle akınlar yapmaya başladı. Afşin'in başarılı akınlarını gören Alp Arslan, ona bir mektup göndererek affettiğini bildirip, Nisan 1068'de tekrar huzuruna çağırdı.


Bizans imparatoru Konstantin X. Dukas bu sıralarda ölmüş, hanımı genç generallerden Romanos Diogenes ile evlenerek onu Bizans tahtına geçirmişti. Yeni İmparator Selçukluları durdurma planları yapmaya başlamıştı. Bu sırada Kuzeydeki gayrimüslim Alan, Komuk ve bir kısım Hazarların güneye inerek Selçuklulara bağlı Şeddadoğulları ve Şirvanşahların yurtlarını işgal etmeleri üzerine Alp Arslan, 1067-1068'de ikinci Kafkas seferine çıktı. Yanında Nizamülmülk ve Savtekin olduğu halde Gürcistan'a girdi. Tiflis'i alarak Gürcü ve Abhaz memleketlerini ülkesine kattı.

Türkmen akınlarının bitmek tükenmek bilmediğini anlayan yenı İmparator, bu akınların önünü kesmek ve Anadolu'daki hakimiyetini pekiştirmek kastıyla harekete geçti. Anadolu'dan topladığı askerlere ilaveten Rumeli'deki Uz, Peçenek ve çeşitli Hıristiyan kavimlerinden de asker alarak 1068'de Anadolu'ya girip bazı askeri hareketlerde bulundu. İmparator, Kayseri'ye gelmeden önce, Selçuklu kuvvetlerinin Niksar'ı yağma ettikleri haberini alınca yolunu değiştirerek Sivas bölgesine yönelip, Selçuklu kuvvetlerini çekilmeye mecbur etti. Buradan Maraş'a gelip, sevk ettiği kuvvetlerle Fırat boylarında karşı hareketlerde bulunduysa da fazla başarılı olamadı. Kuzey Suriye'ye yönelerek Halep bölgesini yağma ve talan etti. Bölgedeki Menbic'i alarak (1069) buraya kuvvet bıraktı. Bahsi geçen bölgedeki Arap ve Türk birliklerinin ortak hareketi sonucunda Bizans kuvvetleri hezimete uğrayınca, İmparator tekrar bölgeye dönerek Selçuklu kuvvetleriyle çatışmalara girdi. Bu arada emir Afşin, Anadolu'daki ilerleyişini sürdürerek Sakarya havzasına kadar gitmiş, İstanbul yolu üzerinde önemli bir yer olan Amuriyye'yi zapt ve tahrip etmişti. Bu hadiseyi duyan imparator Afşin'in yolunu kesmek için geri dönmüşse de buna muvaffak olamamış ve kışın gelmesi üzerine İstanbul'a çekilmiştir.


Bizans imparatorunun İstanbul'a dönmesinden sonra Selçuklu beyleri Anadolu'daki akınlarına yeniden başladılar. Karşı harekete geçen Bizanslılar Anadolu'ya kuvvet sevketmişlerse de Selçuklular karşısında başarılı olamamışlardır. Anadolu içlerine akmakta olan Türkmen kuvvetleri Karaman ve Konya başta olmak üzere Orta Anadolu'nun önemli şehirlerini ele geçirmişlerdi. Selçukluların dönüş yolunu kesmek isteyen İmparator Kayseri'ye gelerek hazırlıklarına başladı. Onun bu planını anlayan Selçuklular, Toroslardan güneye inerek, Kuzey Suriye'deki hareket üsleri Halep'e ulaşmaya muvaffak oldular.


Alp Arslan'ın doğu orduları başkumandanlığına tayin ettiği eniştesi Erbasgan (Kurtçuk) 1070'de Sultan'a isyan ederek, kendisine bağlı Yavuk (Yivek) Türkmenleriyle birlikte Bizans topraklarına girip, Kızılırmak kıyılarına kadar ilerledi. Erbasgan, önünü kesmek isteyen Bizans generali Manuel'i bozguna uğratarak kendisini esir aldı. Fakat kendisini takiple görevlendirilen Afşin'den kurtulmak için Manuel'i ve diğer esirleri serbest bırakarak, Bizans'a sığındı. Takibini sürdüren Afşin, Denizli bölgesindeki yerleri yağma ve talandan sonra Marmara kıyılarına kadar ulaşarak, Erbasgan'ın teslimini İmparator'dan talep ettiyse de İmparator bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Afşin, Bizanslılarla yapılan anlaşmanın artık hükümsüz kabul edileceğini ve onların memleketlerini istediği gibi yağmalayabileceğini söyleyerek geri döndü. Erbasgan'ı yakalayamamış olmakla beraber aldığı esir ve ganimetlerle geri dönen Afşin, Sultan'a ulaşarak durumu ona arz etti. Bu seferle birlikte Türkler denize kadar ulaşmış, Bizansın her karış toprağını kat ederek onun hakkında öğrenilmesi gereken her şeyi öğrenmişlerdi. Tuğrul Bey döneminden farklı olarak daha geniş araziler ele geçirilip yağmalanarak, Bizans'ın direnci kırılmıştır.



Malazgirt Zaferi ve Sonuçları


Selçuklular, Bizans ülkesine akınlar yapıp yeni yerlerin fethiyle uğraşırken, dış siyasetlerinde önem bir mevki'de bulunan Fatımi'lerle uğraşmayı bir süre için askıya almışlardı. Oysa kuruluşundan itibaren Selçukluların çok büyük önem verdikleri meselelerin başında Şii-Fatımi'lerle mücadele gelmekteydi. Alp Arslan da Mısır Fatımi'lerine karşı sefere çıkma ve Tuğrul Bey döneminde yapılamayanı yaparak Fatımiler Devleti'ne son verme emelindeydi. Bahsedilen dönemde Mısır iç karışıklıklar içerisinde bocalamakta, özellikle Mısır ordusunu oluşturan çeşitli ırklardan askerler birbirleriyle savaşarak devleti zaafa uğratmaktaydılar. Halife Mustansır'ın otoritesi iyice azalmış durumdaydı. 1069'da Mısır ordusundaki Türk askerlerin komutanı Nasiruddevle b. Hemdan, dönemin fakihlerinden olan Ebu Cafer Muhammed en-Naccar'ı elçi olarak Alp Arslan'a göndererek, Sultan'ın gelip Mısır'ı almasını ve Sünni hutbesi okutmasını istedi. Bu davet, Alp Arslan'ın hedefleriyle paralellik arz ettiği için, askerlerini techiz eden Alp Arslan Mısır'a gitmek üzere yola çıktı.


Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya giren Alp Arslan, bu bölgede bulunan Selçuklu akıncı kuvvetleriyle de ordusunu takviye ettikten sonra Van Gölü'nün kuzeyinden Malazgirt önlerine geldi. Tuğrul Bey'in iki defa kuşatıp zabt edemediği Malazgirt'i ve arkasından Erciş'i fethettikten (1070) sonra, Murat ve Yukarı Dicle kolları arasındaki bazı kaleleri ele geçirdi. Diyarbekir üzerine yürüyerek buranın hakimi ve Selçukluların vasalı durumundaki Mervanoğulları arasındaki çekişmeyi sulh yoluyla halletti. Tulhum ve Siverek kalelerinin fethinden sonra daha önce Selçuklu kuvvetlerince kuşatılıp da alınamayan Urfa üzerine yürüdü. Buranın komutanı Vasil'i elli gün boyunca kuşattıysa da, Mısır seferinin gecikmemesi için kuşatmayı kaldırarak güneye doğru hareket eti.

İlerlemesine devam eden Sultan, Mayıs 1071'de Halep'i kuşatıp buranın hakimi Mahmud'u itaat altına aldıktan sonra, Mısır'a gitmek üzere Dımeşk yönünde bir günlük mesafe yol almıştı ki, Bizans imparatoru Romanos Diogenes'den gelen bir elçi Menbec, Ahlat ve Malazgirt'in Bizanslılara geri verilmesini, aksi taktirde İmparator'un güçlü bir orduyla harekete geçeceğini bildiriyordu. Bizans ordusunun Doğu Anadolu yönünde ilerlemekte olduğunu haber alan Alp Arslan, elçiyi sert bir cevapla geri gönderdikten sonra, ordusunu iki kısma ayırarak bir kısmını emir Aytekin ve Mahmud'un komutasında Mısır'ın fethiyle görevlendirip, diğer yarısıyla Bizans İmparatorunu karşılamak üzere yola çıktı.


Alp Arslan, son derece süratli hareket ettiği için, Fırat Nehri'ni geçerken ordusundaki at, deve, mal ve yiyeceklerin çoğunu kaybetti. Bunlara aldırmadan ilerlemesini sürdüren Sultan, yiyecek sıkıntısından dolayı ordusundaki Irak askerlerinden bir kısmını da terhis etmek mecburiyetinde kaldı. Emrinde kalan Horasan, Erran ve Azerbaycan askeriyle ilerlemesini sürdürerek Urfa üzerinden Diyarbekir'e ulaştı. Buradan Azerbaycan'a dönen Sultan, Hoy'u kendisine merkez seçtikten sonra hazırlıklara başladı. Durumun tehlike arz etmesi sebebiyle esas Selçuklu topraklarına çekilerek savaşı orada kabul etmeyi tehlikeli bulduğundan dolayı, emrindeki 4 000 has ğulam ve kendisine katılan 10 000 atlıyla Ahlat'a doğru ilerledi.


Bizans imparatoru, Rumeli'deki Uzlar ve Peçeneklerden başka muhtelif unsurları silah altına almış, Frank, Alman, Norman ve İskandinav ırklarından oluşan 200000 kişilik bir kuvvetle Kapadokya'ya gelerek karargah kurmuştu. İmparator, eksiklerini tamamlamak ve yeni kuvvetler tedarik etmek gayesiyle Sivas üzerinden Erzurum'a gelerek gerekli hazırlıklarını tamamladıktan sonra Malazgirt'e doğru harekete geçti. O'nun asıl gayesi Selçukluları hezimete uğrattıktan sonra Mısır ve Şam beldelerini de ele geçirmekti. Hatta bu yerleri komutanları arasında taksim ederek; Bağdad için, "Hiç kimse Halife'nin evine taarruz etmesin. Zira o bizim dostumuzdur" şeklinde tavsiyede bulunmuştu.



Bizans imparatoru Malazgirt'e yürürken, ordusu içinde bulunan Türk asıllı askerler Alp Arslan'a haber göndererek endişe etmemesini, zira Bizans ordusunun çoğunun Sultan'dan yana olduğunu bildirmişlerdir. Aynı şekilde Bizans ordusu içinde yer alan Uzlar da, soydaşları Selçuklulara eskiden beri kullandıkları bir işaret göndererek onlardan yana olduklarının haberini verdiler. Malazgirt'e ulaşan İmparator, az sayıda kuvvet tarafından savunulan kaleyi eman ile teslim almasına karşılık Müslüman halkı kılıçtan geçirdi.


Alp Arslan Ahlat'a geldiğinde Bizanslı komutanlar Ursel ve Trakhaniotes da aynı yönde hareket halindeydiler. Bizanslılar, Selçuklu kuvvetlerince bozguna uğratıldılar. Olayın doğruluğunu tespit için gönderilen ikinci bir Bizans birliği de emir Sanduk tarafından yenilgiye uğratıldı. İlk karşılaşmalar Selçuklular tarafından kazanılmış olmakla beraber asıl savaş henüz başlamamıştı.

Alp Arslan, Ahlat'a ulaştığında orada kendisini bekleyen Afşin'le karşılaştı. Emrindeki 4000 hassa askerinden başka Anadolu'da akınlarda bulunan 40 000 akıncı kuvveti de Sultan'ın saflarına katıldılar. Son ilhaklarla Selçuklu güçleri 50000 civarında bir sayıya ulaşmıştı. Buna karşılık Bizansın 200 000 askeri mevcuttu. Bizansın çeşitli milletlerden derlenmiş, birbirleriyle uyum içinde olmayan, daha çok mal ve şöhret peşinde olan askerlerine karşılık; Alp Arslan'ın Türklük ve cihat idealı ile savaşmaya hazır, son derece süratli hareket kabiliyetine sahip askerleri vardı.


Ahlat'tan hareket ederek Rahbe ovasına inen Alp Arslan, bölgedeki kontrolü sağladıktan sonra karargahını kurdu (24 ağustos 1071). Malazgirt'den hareket eden Bizanslılar, Selçuklu ordusunun çok yakınlara kadar gelerek karargah kurup, onların ovaya hakim olduklarını öğrenince telaşa kapıldılar. Sultan Alp Arslan, görünüşte barış teklifinde bulunmak, fakat gerçekte Bizans ordusunun durumunu tespit etmek maksadıyla Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah'ın kendisine elçi olarak yolladığı Ebu'l-Ganaim İbnu'l-Muhelleban'ı emir Savtekin'le birlikte hem kendi, hem de Halife adına, bir elçilik heyetiyle birlikte Bizans İmparatoruna gönderdi.


İmparator, Selçukluların sıkışık vaziyette olduğu için barış yapmak istedikleri kanaatiyle gayet mağrur bir şekilde bu teklifi geri çevirirken, aynı zamanda Halife'ye bir elçi göndererek, barış yapılması konusunda Sultan'a tavsiyede bulunmasını da istemişti. İmparatorun barıştan kastettiği şey, Rey'e kadar olan toprakların kendi isteği doğrultusunda Bizans'a bırakılmasıydı. Zira o, Rum diyarına yapılanları, İslam beldelerine de yapmadıktan sonra geriye dönmeyeceğim, demekteydi. İmparatorun cevabı Sultan'a bildirilince artık savaşın kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı.


Alp Arslan, en kısa zamanda savaş hazırlıklarının yapılmasını emretti. Sultan'ın barış sağlanamamasından dolayı müteessir olduğunu gören imamı ve fakihi Ebu Nasr Muhammed b. Abdulmelik el-Buhari el-Hanefi, Sultan'a: "Sen, Allah'ın zafere ulaştıracağını ve diğer dinlere üstün kılacağını vaadettiği bir din uğruna savaşıyorsun. Umarım Allah'u Taala bu fethi sana nasip edecektir. Cuma günü zeval vaktinden sonra hatiplerin minberlerde olduğu, mücahitler için Allah'a duada bulundukları ve duaların kabul edildiği saatte düşmana hücum et" dedi. Cuma günü namaz vakti gelince Sultan askerleriyle beraber namaz kıldı, gözyaşları içinde tazarru ve niyazda bulunup, Allah'a yalvardı. Kendisinin şehit olması durumunda oğlu Melikşah'ı yerine geçirerek ona itaat etmeleri vasiyetini yaptıktan sonra, askerlerinin başında düşmana hücum etti (1071).

Selçukluların insicamlı ve inançlı birliklerine karşılık, Bizanslıların değişik unsurlardan meydana gelen birlikleri arasında uyum da yoktu. Bizans ordusu; merkezde İmparator, sağ kanatta Rumeli kuvvetleriyle Nikephoros Bryennis ve sol kanatta Uz askerleriyle Alittas komutasında teşkilatlanmıştı. Gerideki ihtiyat kuvvetlerinin başında ise İmparatorun üvey oğlu Andronikos Dukas bulunuyordu.


Selçuklu ordusu kendi savaş taktiklerine uygun olarak muharebeye başladıklarında, Kanatlarda yer alan Uz ve Peçenek birlikleri de, başlarındaki Tamış adlı beyleriyle birlikte soydaşlarına karşı savaşmayarak, Bizans saflarından ayrılıp, Selçuklulara katıldılar. Savaş düzeni bozulan ve çembere alınan Bizans ordusunun büyük çoğunluğu öğlede başlayıp, akşama kadar devam eden, hatta gece de süren meydan savaşı sonucunda kılıçtan geçirilmiş, İmparator esir edilmişti.

Alp Arslan, bir müddet sonra imparatoru huzuruna getirterek süslü ve güzel bir yere oturttuktan sonra, barış çağrısına niçin olumsuz cevap verdiğini sordu. İmparator gayet üzgün şekilde: "Benim bu kadar para harcamam ve asker toplamam karşısında zafer senin oldu. Artık beni azarlama, fakat ne yapacaksan yap" dedi. Bunun üzerine Alp Arslan, "senin hakkında ne yapacağımı tahmin ediyorsun" dedi. İmparator, "üç şey yapabilirsin: Birincisi, beni öldürtmen; ikincisi, beni ülkende dolaştırarak halka teşhir etmen; üçüncüsünü de söylemenin faydası yok, zira sen onu yapmayacaksın" dedi. Sultan bunun ne olduğunu sorunca, "beni affederek fidye karşılığı mülküme döndürmen ve benim orda senin naibin olarak kalmamı temin etmen" dedi. İmparatorun bu cevabı üzerine Alp Arslan ona dönerek: "ben senin hiç ihtimal vermediğin bu işten başkasını sana yapacak değilim. Sen kurtuluşun için gerekli olan fidyeyi bana getir ve serbest kal" dedi. İmparator, Sultan'ın ne kadar istediğini sordu. Alp Arslan, "on milyon dinar getir" dedi. Bunun üzerine İmparator, "Allah'a yemin olsun ki, sen bana nefsimi bağışlarsan bütün Rum mülkünü hak edersin. Lakin ben halkımın mallarını savaş için harcadım ve fakir hale getirdim. Onların bu parayı verecek güçleri yoktur" dedi. Bunun üzerine şu maddelerle antlaşma yapıldı:


1- İmparatorun kurtuluş akçesi olarak 1500000 dinar ödenecek,

2- Bizanslılar her yıl Selçuklulara 360 000 dinar vergi verecekler,

3- Rum diyarında bulunan bütün Müslüman esirler serbest bırakılacak,

4- Selçuklular çağırdığında Bizanslılar askeri yardımda bulunacaklar,

5- İmparator, kızlarından birini Sultan'ın oğluna verecek,

6-  İmparator, yeniden tahta oturduğu zaman Antakya, Urfa, Menbec, Malazgirt şehirleri ve kalelerini Selçuklulara bırakacaktı. Antlaşma müzakerelerinden sonra, İmparator kendisine tahsis edilmiş olan çadıra götürüldü ve İmparatora borç olarak 10000 dinar gönderildi. İmparator, bu paranın bir kısmıyla yakın adamlarının hürriyetini satın alıp, bir kısmını da yanındakilere dağıttı. Geriye kalan generaller ise Alp Arslan'ın emriyle serbest bırakıldı. Ertesi günü kendisinden ganimet olarak alınmış olan imparatorluk tahtı onun için hazırlandı ve İmparator bunun üzerine oturtuldu, kendi elbisesi ve külahı giydirildi. Bu sırada Sultan, ona: "Sana güveniyor ve seni memleketine göndererek hükümdarlığını ilan ediyorum" dedi. Sultan'ın bu yaptıkları karşısında Rum Meliki eğilerek yer öptü, sonra da memleketine uğurlandı.

Alp Arslan'ın Bizans İmparatoruna karşı kazanmış olduğu bu zaferden sonra başta Halife olmak üzere, her tarafa fetihnameler gönderilerek kazanılan zafer müjdelemiştir. Halife, sarayında topladığı devlet erkanı önünde bu zafer mektubunu merasimle okutmuş ve tebrikler yapılmıştır. Haber Bağdad'da duyulunca şehir süslenmiş, davullar ve borular çalınarak fetih haberi kutlanmıştır. Bu fetihle birlikte İslam'ı yok etmeye gelen Hıristiyanlar durdurulmuş ve meşum emellerine set çekilmiş olduğu için de, İslam'da eşi benzeri olmayan bir zafer olarak kabul edilmiştir.


Malazgirt zaferi İslam aleminde bu denli sevinç içerisinde kutlanırken, Hıristiyan aleminde de yeis ve üzüntüye sebep olmuştur. Malazgirt'den kaçan bazı askerler İstanbul'a ulaşarak durumu bildirince, Bizans senatosu Romanos Diogenes'i tahttan indirip, yerine VII. Mihael Dukas'ı (1071-1078) imparator ilan ettiler. Devrik İmparator daha sonraları Bizans tahtını ele geçirmeye çalışmışsa da, bunda başarılı olamadığı gibi yakalanarak gözlerine mil çekilmiş ve feci bir şekilde hayatı sona ermiştir.

Diogenes'in ölümüyle birlikte, Selçuklu-Bizans antlaşması da ortadan kalkmış oldu. Alp Arslan, müttefiki Diogenes'in uğradığı felakete çok müteessir oldu ve emirlerine Anadolu'da fetih hareketlerine devam emrini verdi. Bizanslılarla yapılan antlaşmanın geçersiz kılınması, Türklerin Malazgirt zaferinin neticelerinden istifade etmesine vesile olmuştur.


Geçmiş savaşların pek azı Malazgirt kadar önem taşımaktadır. Zira bu savaş, asırlardır birbirleriyle hasım durumunda olan iki medeniyetin mensuplarının kesin netice için karşılaşmasıdır. Malazgirt zaferi, kazanan Türkler ve hezimete uğrayan Bizanslılar açısından büyük değişikliklere, gelişmelere yol açan bir hadisedir. Malazgirt zaferiyle birlikte, asırlardan beridir İslam toprakları üzerinde genişleme sevdasında olan ve Müslümanların askeri yönden zayıflıkları sebebiyle karşı koyamadıkları Hıristiyanların temsilcisi Bizansın, dolayısıyla da Hıristiyan aleminin ilerlemesine set çekilmiştir. Bu sebeptendir ki, C. Cahen: " ... bu, sadece Sultan'ın savaşı değil, bütün İslam aleminin savaşı idi. " derken çok önemli bir noktaya işaret etmiştir. Bu yönü ile Malazgirt zaferi, medeniyetler ve onların temsilcilerinin mücadelesinin kesin bir şekilde sonuçlanmasıdır. Malazgirt zaferiyle birlikte tarihte ilk defa bir Bizans imparatoru Müslümanlara esir düşmüş ve Müslümanlar bu şerefe Selçuklular sayesinde erişmiştir. Bu mücadelede üstünlüğünü ispat eden Müslümanlar ve onların bayraktarı durumundaki Selçuklular, gelişmeleri tersine çevirerek ilerlemelerine devam etmişler, daha sonra da bu vazifeyi torunları Osmanlılara devretmişlerdir.


Malazgirt zaferi, Tuğrul Bey'le başlayan Anadolu akınlarının ısrarlı takipçisi durumunda olan Alp Arslan'ın, amcasının siyasetini izleyerek hedefe ulaşmasıdır. Batı istikametine akan kesif Türkmen kitlelerinin Anadolu'ya yönlendirilmesi ve Bizans uçlarında bu insanların gaza ile meşgul olmaları Tuğrul Bey'in temel politikalarındandı. Nitekim Tuğrul Bey'in Diyarbekir emiri Nasruddevle b. Mervan'a gönderdiği mektubunda ona: "Kullarımın senin memleketine geldiğini haber aldım. Sen, bir suğur emirisin ve sana gereken şey, onlara mal vererek kafirlere karşı onlardan faydalanmandır" tavsiyesinde bulunduğu bilinmektedir.

Malazgirt zaferinden önce Anadolu'ya gelen Türkmenler, Bizans tarafından sıkıştırıldıkları vakit ya Azerbaycan'a veya Afşin örneğinde olduğu gibi daha güneye Haleb'e inerek soydaşlarının arasına dönmekteydiler. Çünkü, Anadolu'da kaldıkları zaman kendilerini koruyacak bir güç henüz oluşmamıştı. Bu yüzden de Malazgirt zaferinden önceki akınların kalıcı nitelik taşımadıkları bilinmektedir. Önceki akınlar sadece Bizans'ın maneviyatını kırmak, yeni yurtları için keşif yapmak ve ganimet elde etmeye yönelikti. Anadolu tam anlamıyla ele geçirilemediği için, Azerbaycan'da yığılmış Türkmen kitleleri bu topraklara akamıyordu.


Malazgirt zaferiyle birlikte, Maveraünnehr, Horasan ve İran'ı aşarak Azerbaycan'da ve diğer uçlarda toplanan bu Türkmen kitleleri, önlerinde engel teşkil eden Bizans barajının Malazgirt'de yıkılmasıyla birlikte Anadolu'ya akmaya başladılar. Artık onları durduracak bir kuvvet kalmadığı için rahatça Anadolu'nun içlerine yayıldılar. Bu Türkmen kitleleri, Arapların yaptığı gibi, Bizans'la yapılan savaşlardan sonra tekrar suğur hattına çekilmek gayesi de gütmemekteydiler. Onlar Arapların asla başaramadıklarını başarmak ve yöneldikleri bu topraklarda fetih yaparak, vatan tutup bir daha geri dönmemek amacındaydılar. Malazgirt zaferine kadar asırlar boyu "Cihat sahası" olan Anadolu, yeni sahiplerine vatan olurken, cihat sahası da Balkanlara doğru itilmek suretiyle yeni fetih yerlerinin yönü gösterilmiştir.


Anadolu'ya akmaya başlayan Türkler, ciddi bir direnişle karşılaşmadıkları için kısa süre içerisinde ilerleyerek Ege ve Marmara kıyılarına kadar süratle yayıldılar. Bu defa, daha önceki hareketler gibi yağma ve istila amacı gütmedikleri için fethettikleri bölgelere yerleşerek, Anadolu'nun Türk yurdu haline gelmesini sağladılar. Malazgirt zaferinden önce dalgalar halinde Anadolu'ya akan Türk boy ve oymakları, bu yeni gelenlerle beraber yavaş yavaş göçebeliği terk ederek, fethedilen topraklara yerleşip, toprağa bağlı ve gün geçtikçe medeniyet varlıklarını bu topraklara nakşeden uygar bir toplum yarattılar. Anadolu'da çok az miktarda kalmış olan eski sakinler, önceleri bu yeni gelenleri kabul edemediyse de, "başlangıçta, denizin ortasındaki adalar gibi, tecrit edilmiş durumda, kendi surları içine kapanan ve belki istilacılara (fatihlere) direnmiş olan büyük kentler, bir süre sonra, teker teker kapılarını açmak zorunda kaldılar.


Yerleşik hayata geçişle birlikte Anadolu üzerindeki Türk mührü tam anlamıyla belirginleşirken, Türklerde mevcut olan devletin saltanat ailesi fertlerinin ortak malı olması fikrinden dolayı, zaman zaman sultana isyan şekline dönüşen aile fertleri arasındaki çekişmeler, Malazgirt zaferinden sonra önemli ölçüde azalmıştır. Alp Arslan tarafından Anadolu'ya gönderilen Selçuklu ailesinin bu isyankar ve saltanatta hak iddia eden şahısları, önceleri merkezden uzaklaştırılmalarını hazmedemeyerek ve büyük davalarının peşini bırakmayarak geri, doğuya gitmek istemişlerse de, giriştikleri denemelerin neticesiz kaldığını görünce, kendileri asil sürgünler olarak, emirleri altındaki avam sürgünlerle beraber, bu yeni yurtlarına dört elle sarılarak onun vatan yapılmasına gayret ettiler. Dolayısıyla Selçukluların Malazgirt zaferiyle beraber, kırk yılda meydana getirdikleri gelişmeler ve değişmeler, onların halefi Osmanlılar tarafından ancak 150-200 yılda yapılabilmiştir. Malazgirt zaferinin önemini gösterme bakımından bu bile önemli bir ölçüdür.


Batılı tarihçilere bakıldığında, adeta ölümsüz kabul ettikleri Bizans'ın Türk'ün karşısında yenilmesini bir türlü kabullenemediklerini ve kendi telakkilerinin, Türk sultanlarınca da aynı şekilde kabul ediliyormuş gibi göstermek istedikleri anlaşılmaktadır. Jean-Paul Roux: "Yunanlıların arkasında yükselen Roma tıpkı Müslümanlığın kendisi gibi, sonsuz olduğu izlenimi veriyor ve sunulmuş olsa bile, onu almak, ona sahip olmak, onu ele geçirmek olanaksızdı" demek suretiyle; Malazgirt zaferi ile birlikte Anadolu Türklere sunulmuş olsa bile, Roma'nın sonsuzluğunu bilen ve gören Türklerin buna sahip olmanın imkansız olduğunu bilerek, böyle bir teşebbüse girişemeyeceklerini anladıklarını ima ediyor. Oysa Türklerin, Bizans'ın sonsuz olduğuna inandıkları konusunda hiç bir işaret, hiç bir delil olmadığı gibi aksine, Türkler kendi devletlerinin ve inançlarının sonsuzluğuna inanmakta ve bu düşünce ile hareket etmekteydiler. Nitekim Malazgirt savaşından önce Alp Arslan'ın imamı ve fakihi Ebu Nasr el-Buhari Sultan'a: "Sen, Alah'ın zafere ulaştıracağını ve diğer dinlere üstün kılacağını vaadettiği bir din uğruna savaşıyorsun. Umarım Allahu Taala bu fethi sana nasip edecektir..." derken aynı düşünceyi dile getirmekteydi.


Başka bir batılı tarihçi C. Cahen ise, Anadolu'dan ve Alp Arslan'dan bahsederek: "Yönü olmayan bu ülkenin ele geçirilmesi hiçbir Müslümanı ilgilendirmiyordu. Eğer aklından böyle bir şey geçmiş olsa bile, onun anlayışına göre, Roma da İslam gibi ölümsüz bir varlıktı demek suretiyle aynı yanlış kanaati dile getirmektedir. Oysa aynı tarihçi başka bir eserinde bu düşüncenin geçerli olmadığını yine kendi ifadeleri ile şu şekilde itiraf etmektedir: "Bizans İmparatorluğu'na ait toprakların tamamı, artık eskiden olduğu gibi, akınlarından sonra Azerbaycan'a çekilmek ihtiyacında olmayan Türkmenler tarafından işgal edilmekle kalmamış, buralar Bizans'ın kalbinden koparılıp alınmıştı. Bu ikinci ifade ile Türklerin ve onların Sultanı Alp Arslan'ın hiçte bahsettikleri gibi bir niyet taşımadığı, aksine Anadolu'yu fethetmeyi bir ideal haline getirdiğini hadiselerin gelişimiyle birlikte görmek mümkündür. Nitekim Anadolu, Bizans'ın elinden sökülerek alınmıştır. Anadolu'nun Bizans'ın elinden alınmasıyla birlikte, Büyük Bizans'ı tekrar kurabileceğini düşünen Doğu Roma'nın hayalleri ebediyyen ortadan kalktığı gibi, Bizans'ın Batı İslam toprakları üzerindeki emellerine de son verilmiştir.


Malazgirt zaferi, Türk tarihinin olduğu kadar, Bizans ve İslam tarihlerinin de bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebepten dolayıdır ki, Malazgirt zaferi, dünyada devir açan savaşlar arasında gösterilmiştir. Dandanakan zaferinden daha önemli olan Malazgirt zaferi, siyasi haritanın değişmesinin yanında, Türk fütuhatını engelleyecek dış sebeplerin ortadan kalkmasına da sebep oldu. Dünya tarihi açısından dönüm noktalarından biri olan Malazgirt zaferi, Türklerin Anadolu'yu vatan edinerek burada büyük bir devlet kurmalarıyla kalmamış, daha sonra bu sınırları aşarak Balkanlar, Macaristan, Suriye, Mısır, Irak, Kara Deniz havzası ve tüm Kuzey Afrika'da Roma'dan sonra dünyanın en büyük ve en devamlı imparatorluğunu kurmasına yol açan hadiselerin de başlangıcını oluşturmuştur.


Malazgirt zaferinin, aynı zamanda İslam tarihinin de dönüm noktalarından biri olduğu adeta genel kabul halindedir. Bu yönüyle, sahabeler döneminde yapılan ve önemli sonuçlar doğuran Yermük ve Kadisiye zaferleriyle aynı değerde kabul edilmiştir ki, bu mukayese yersiz değildir. Malazgirt zaferi kazanılmamış olsaydı, Müslüman kavimleri ve İslam medeniyeti daha onbirinci asırda sahneden çekilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi. İslam, asırlar boyu Hıristiyan Batı'yla boy ölçüşebilmişse, bunu büyük oranda Malazgirt'de kazanılan zaferin sonuçlarına borçludur.


Malazgirt zaferi, Hıristiyan dünyasında da birtakım gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Bilindiği gibi Hıristiyan dünyasının kendi iç meseleleri yüzünden yaşanan çekişmeler ve mücadeleler, bu dünyanın 1054 tarihinde kesin bir şekilde bölünmesine yol açmıştı. Hıristiyanlar, "Katolik" (cihan şümul) Roma Kilisesi ve "Ortodoks" (öze bağlı) Bizans Kilisesi olarak ikiye bölündü. Dikkat edilirse Hıristiyan dünyasının kesin olarak birbirinden ayrıldığı bu tarih, Malazgirt zaferinden onyedi sene öncedir. Birbirlerine karşı düşmanca tutum içerisinde olan ve mezheplerinin hakimiyet alanlarını bu şekilde ayıran Hıristiyanlar, kendi aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen Müslümanlara karşı birlikte davranmaktan da geri kalmıyorlardı.


Katolikler ve bu mezhebi benimseyen Avrupa devletleri, Ortodoksları ve onun temsilcisi olan Bizans'ı Müslümanların önünde bir kalkan, bir kale gibi görmekteydiler. Malazgirt zaferi ile Bizans yenilince, Katolik dünyası telaşa kapıldı. Zira Müslümanlarla kendi aralarındaki koruyucu kalkan delinmiş, kale yıkılmıştı. Bugün Ortodoksları mağlup eden güç, ilerlemesine devam ederek yarın bir gün de Katolikleri aynı akıbete uğratabilirdi. Bu endişeyi taşıyan Katolikler bir an önce yaklaşan bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için harekete geçtiler. Bu, tarihte "Haçlı Seferleri" diye bilinen ve Hıristiyanların Müslümanları yok etmek için başlattıkları askeri seferlerin temel sebeplerinden birisini oluşturdu. Asırlardan beridir Müslümanlar aleyhine genişlemiş olan Hıristiyan dünyası, Malazgirt'de yediği darbenin tesiriyle şoka girdi. Zira Müslümanlar, Hıristiyanların ilerlemesini engelledikleri gibi, onları yenilgiye de uğratmıştı. Bu gelişme Avrupa'yı son derecede rahatsız ediyordu. Eğer bu gelişmeler devam eder ve Müslümanlar eski güçlerine kavuşursa, bu Hıristiyanlık için tam bir tehlike olurdu. O halde bu hareketin gelişmesini engellemek ve beliren tehlikeyi yok etmek gerekmekteydi. Bunun için Haçlı seferlerini başlatılarak Müslümanlardaki bu gelişmeyi engellenmek Avrupa'nın ana hedeflerinden olmuştur.

Malazgirt zaferi, Avrupa devletlerinin Haçlı seferleri başlatmasına sebep olurken, aynı zamanda bu iki dünyanın birbirlerini tanımasına da vesile olmuştur. Haçlı seferleriyle İslam ülkelerine gelen Hıristiyanlar, Müslümanları tanıma imkanına kavuşurken, Müslümanlardan alınan pek çok bilgi sayesinde Avrupa medeniyetinin tesisinde de büyük rol oynamıştır. J. Sauvagert: Selçuklu devri tarihinin, Yakın Şark tarihinin ve İslam dünyasının anlaşılması için bir anahtar olduğunu, Emeviler devri müstesna hiç bir devrin bu kadar ehemmiyet arz etmediğini ve Haçlılar dolayısıyla Avrupa tarihinin de hesaba katılması gerektiğini söylerken, meselenin ne denli önem arz ettiğine dikkat çekmektedir. Haçlı seferleri ile birlikte, o zamana kadar Müslümanlarla çok sınırlı ilişkiler içinde olan Hıristiyanlar, yavaş yavaş ticari ve fikri ilişkiler içine girmişler, bunun sonucunda da, Müslümanlardan aldıkları medeniyet mahsulleriyle Avrupa hazırlıklarına başladı. Durumun tehlike arz ettiğini gören Nikephoros, fetih hareketlerinde bulunan Artuk Bey'le bir anlaşmaya vararak, onu Ursel'e saldırmaya razı etti. Ursel üzerine yürüyen Artuk Bey, Frank kuvvetlerini bozguna uğratarak Ursel ve Dukas'ı esir etti. Çok geçmeden de tutsaklarını kurtuluş akçesi karşılığında serbest bıraktı. Dukas, İstanbul'a dönerken, Ursel yeniden kuvvet toplayarak isyan etti.


Ursel'le başa çıkmak isteyen İmparator, Aleksios Komnenos komutasında bir orduyu Anadolu'ya gönderdi. Ursel ise, emir Tutak'la görüşerek Bizans'a karşı onunla ittifak yaptı. Durumu öğrenen Sultan, Tutak Bey'le görüşerek büyük miktarda para karşılığı Ursel'in Bizanslılara teslim edilmesini sağlayarak bu gaileden kurtuldu. Bu sırada Selçuklu kuvvetleri İzmit yakınlarına kadar olan bölgeleri ele geçirmiş durumdaydılar. Selçuklu beyleri Anadolu'nun fethiyle meşgulken, Sultan Melikşah'dan fethedecekleri yerlerin hükümdarlık menşurunu almış olan Kutalmışoğulları da o sıralarda Kilikya bölgesinin ele geçirilmesiyle meşguldü.


Bu sıralarda Suriye'de Sultan Melikşah'a tabi bir beylik kuran emir Atsız'ın komutanlarından Şökli, Mısır Fatımilerinden Akka'yı alarak ayrı bir beylik kurmak istemekteydi. Kutalmışoğulları ile yazışarak, Atsız’ın yerine, saltanat ailesinden Kutalmışoğullarına bağlanmayı tercih ettiğini belirtip, onları Filistin'e davet etmiştir. Bu davete icabet eden Kutalmışoğlu, Taberiye'ye gelerek Şökli ile birleşti ve Mısır Fatımi Devleti'ni resmen tanıdıklarını ilan ettiler. Bunlara karşı harekete geçen Atsız, Şökli'yi yenerek Kutalmışoğullarını koruması altına alıp, durumu Melikşah'a bildirdi. Anadolu'da fetihlerde bulunan Süleymanşah, Suriye'ye inip Halep'i kuşatarak kardeşlerini kurtarmak istemişse de başrılı olamamış, bunun üzerine dönerek Antakya'yı kuşatmış ( 1074) ve buranın Bizans valisini yıllık 20 000 altın vergiye bağlamıştır.


Türklerin Anadolu'daki faaliyetlerine engel olamayan Bizans imparatoru Mihael, 1074'de Papa VII. Gregoire'a başvurarak Türklere karşı yardım edilmesi halinde Ortodoks Kilisesi'nin Katolik Kilisesi'ne ilhakı sözünü vermiştir. Hıristiyanlardan haçlı seferleri başlatmalarını isteyen İmparator, umduğu karşılığı bulamayınca, bu defa Abbasi Halifesi'ne başvurarak (1074), Melikşah'a karşı tavassutunu rica etmiştir. 1075'de de çok değerli hediyelerle birlikte elçilik heyetini Azerbaycan'da bulunan Sultan Melikşah'a göndermiştir.


Süleymanşah, Suriye seferinden sonra Anadolu'ya dönerek fetihlerine devam etmiştir. Bizans'ın iç karışıklıklarından istifade ederek 1075'de İznik'i almış ve burasını kendine başkent yapmıştır. Bizans'ta iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri devam etmekte olduğu için, İmparator Dukas'a karşı isyan etmiş olan Bizanslı komutan Botaniates, daha önceleri Bızans'a sığınmış olan ve şimdi yanında tuttuğu Selçuklu emiri Erbasgan'ı Süleymanşah'a göndererek onun yardımını talep etmişti. Süleymanşah, bu teklifi kabul ederek 10 000 kişilik kuvvetle yardım etmişti. 1078'de Bizans tahtını ele geçiren Botaniates, Türklerden yardım gördüğü için onlara müsamahalı yaklaşmakta, buna karşılık Süleymanşah da Bizanslılara karşı daha kaygısız davranmaktaydı.


Üsküdar'a kadar ilerleyen Süleymanşah, kısa sürede devletinin sınırlarını Marmara, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına kadar genişleterek, Anadolu kıyılarında gümrük daireleri kurmuş ve boğazlardan gelip geçen gemilerden vergi almaya başlamıştır. Anadolu'da fiili hakimiyet sağlayan Süleymanşah'tan bunalan Bizans imparatoru, bu fetihlerin Sultan Melikşah'ın emriyle yapıldığını bilmekteydi. Bu sebepten fetihleri durdurmak veya hiç olmazsa hafifletmek amacıyla 1081'de Kuzey-Çin hükümdarına bir elçi heyeti yollayarak doğudan Selçuklulara karşı bir askeri hareket başlatmak istemişse de, bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır.


Bizans'tan sonra Çukurova'daki Ermeniler üzerine yürüyen Süleymanşah, Tarsus, Adana, Misis gibi yerlerden sonra Malatya'yı da fethederek topraklarını genişletti. 1084'de dönemin ve Hıristiyanların önemli şehirlerinden olan Antakya'ya karşı harekete geçerek burasını fethetti. Halka iyi davranarak onlara eman verdi; askerlerin halka dokunmaması hususunda emir çıkardı. Burada bulunan meşhur Kısiyan Kilisesi'ni camiye çevirerek 120 müezzin tarafından okunan ezandan sonra Cuma namazını kıldı. Hıristiyan alemi için özel bir yeri olan Antakya'nın fethini özel bir elçi heyeti ile büyük Sultan Melikşah'a arz etti. Melikşah'ı memnun eden bu zafer sebebiyle İsfehan'da müjde davulları çalındı ve şairler Süleymanşah'ı öven şiirler söylediler.



Süleymanşah ve onun kurduğu devlet Anadolu'da Bizans'a karşı mücadele edip, topraklarını genişletmişse de, kendi adına hutbe okutup, özel para bastırması tespit edilememesi sebebiyle Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na (Sultan Melikşah'a) tabi bir devlet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim dönemin İslam tarihi kaynakları da Süleymanşah'ı her vesileyle Melikşah'a tabi olarak göstermektedirler. Antakya'nın zaptından sonra Süleymanşah'ın Melikşah'a durumu arz etmesi ve Sultan'ın bu durumu sevinçle karşılaması da meseleyi teyit etmektedir. Bu sebeple, Süleymanşah'ın fetihlerini Melikşah adına yapılmış kabul etmek gerekir.




Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

5 Mart 2023 Pazar

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-7

 



KARMATİLERİN İNANÇ ESASLARI



İnanç Esasları ve ibadet Anlayışları. Allah inancı


İslam düşüncesinde uluhiyet inancının temeli tevhid inancıdır. Tevhid, bir kılmak, birlemek Allah'nın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tek ve benzersiz olduğu anlamına gelmektedir. Tarihi süreç içerisinde bütün İslam dünyasındaki ekoller temelde tevhidi benimsemekle birlikte anlaşılıp yorumlanmasında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu farklı yorumları ta'til ve teşbih terimleriyle ifade edilen karşılıklı iki aşırı noktanın sınırlarına kadar ulaşmıştır. Yaratıcıyı her türlü yaratılmışlık belirtilerinden tenzih etmeyi amaçlayan gruplar ise O'na herhangi bir kavramla yeni sıfat nispet etmeyi istememişlerdir. Böylece sıfatlardan tecrit edilmiş bir uluhiyet tasavvuruna ulaşmışlardır. Büyük bir ihtimalle bu anlayışa bir tepki olarak yaratıcıya cömertçe sıfat nispet etmeyi hedef almış diğer bir aşırı grup ortaya çıkmıştır. Bunlar Kur'an-ı Kerim'de yer almış bulunan sıfatları herhangi bir te'vile başvurmaksızın zahiri manalarıyla Allah'a izafe ettikleri gibi hadis olarak naklettikleri muhtelif metinlerde yer alan bir çok kavramı da Allah'ın zatını niteleyen kavramlar olarak benimsemişlerdir. Massignon, Karmatiler'in, Cehmiyye'nin ta'til ' inden daha sert olan tenzih'i bütün ilahi sıfatlarını inkar eder, cezri (köktenci, köke ait) bir zihniyeciliğin mutlak bir tevhidini zaruri gördüklerini belirtir. Buna göre Allah, kemal, noksan, birlik ve çokluk gibi bütün mertebelerin üzerindedir.

Tanrı'ya herhangi bir sıfat nispet etmek mümkün değildir. Dinsel öğretinin metinleri ve yasalarının te'vili ile Karmatilerin ayırt edici özelliği olmuştur. Uluhiyet, inancı da tevil inancı çerçevesinde yer almış, onu kendi dışında hiçbir şey mevcut olmayan zat ve künh-i ilahi, yalnız bir fikrin vüzuh ve bedahetinden ve tefavütsüz makuliyetin tevsikinden ibaret ve mütevadan ari olduğuna inanmakta idiler. Yeni Pisagorculuğun etkisiyle, yaratıcı tekamül nazariyesiyle de sudur nazariyesini öğretilerinin esası haline getirmişlerdir. Buna göre başlangıç ve sonda yalnız olan zati ilahi yani ulvi nur vardır. Önce Nur-ı Şa'şani (kıvılcım saçan) ve Kahir ( muzaffer nur) sudur eder. Bu da sonra külli aklı (akıl-ı külli) ve alemin nefsini (nefs) çıkarır. Bunların muhtelif tavırlar alarak beşeri akılları (peygamberlerin, imamların ve iyi kulların akılları; diğerleri yokluğundan ibarettir) meydana getirir. Nur-ı Şaşani'den ikinci derecede bir nur (karanlık nur) ortaya çıkar. Bu münfail, makhur ve sonunda fena bulacak olan maddedir; göklerde yıldızlar ve yeryüzünde fani vücut şeklinde tezahür eder. Malati, Karmatilerin, Allah'ın ulvi "bir" olduğunu iddia ettiklerini belirtir. Bundan "Nur-ı Şa'şa'ni" dedikleri başka bir nur ortaya çıkmış olduğunu ve bu nurdan da enbiya ve imamların yaratılmış olduğunu belirtir. Tabiat, ahlak ve amel bakımından diğer insanlardan ayrılan enbiya ve imamların menşei olan ''Nur-ı Şa'şa'ni"den güneş, ay ve yıldızlarda görülen nur yaratılmıştır ki bunun adı Nur'r Zalami'dir. Bazı Karmati grupları bu konuda farklı düşünmekte idiler. Friedlaender, Ebu Said el-Hasan b. Bahram el-Cannabi'nin ilah olarak kabul eden ve sonrada onun çocuklarına inanan bir kitlenin varlığından bahseder. Daha sonra Yemen'de Benü Hamdan ve Mansur olarak isimlendirilen bölgede ortaya çıkan Ebu 'I-Kasım en-Neccar' ın ilahlığını kabul ettiğini belirtmektedir. Bu anlayış tarzı;. Karmati grupları içinde en uç nokta olarak düşünülebilir.



Peygamberlik


Peygamberlik, İslam dininin inanç prensipleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Aynı şekilde diğer ilahi dinlerde de aynı önemi taşıdığı tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü, bireyi, kutsi alemi yönlendiren ve onu Tanrı'ya bağlayan peygamberlerdir. İlahi hitabın tebliğ edicisi de peygamberler olduğu için din ve dini hayatın peygamberlerle başladığını söylemek yanlış olmaz.


İsma'ili-Karmatiler'e göre de dinsel yasalar peygamberlerce ilan edilir, ancak bu yasaların gerçek anlamının olgunlaşmış ve imamı kabul etmiş değerli bir azınlık için yorumlanması ve açıklanması peygamberlerin vasisi olan imamların işidir. Batında olan değişmez gerçekler, Tanrı'nın yol gösterdiği günahsız ve yanılmaz isma'ili imamlarının ve onun tarafından görevlendirilen öğreticiler hiyerarşisinin özel bilgisindedir. Öyle ki bu gerçekler, resmi ve aşamalı bir olgunlaşma sürecinden geçenler dışında hiç kimseye açıklanamaz. Bu yüzden davanın en yüce başkanı imamı ile mezhebi yeni kabul eden sıradan inananlar kitlesi arasında aracılık eden dinsel kişiliklerin oluşturduğu bir hiyerarşi gereklidir. Bu hiyerarşide Natık, Esas ve İmam İsma'ili-Karmati düşüncesinin merkezinde yer alan kavramlardır. Bu kavramlardan "Kaim" veya "Sahibu'z-Zaman" diye isimlendirilen İmamın yeri ve derecesi İsma'ili düşüncesinde ilgi çekicidir. Buna göre, imam "natık peygamberlerden" "Ulu'l-Azm" denilen grup içinde addedilir. Natık Peygamberler, Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Kaim (Muhammed b. İsmail) olmak üzere yedidir. Ayrıca her peygamber için bir "esas", yani peygamberliği tebliğ ederken istinat ettiği bir dayanak olduğunu ileri sürerler. Bu dayanaklar Adem için Şit, Nuh için Sam, İbrahim için İsmail, Musa için Harun, İsa için Şe'mun, Muhammed için de Ali'dir. Yedinci olan Kaim'in dayanağı gizlilik prensibiyle saklı tutulmaktadır. Karmatiler Muhammed b. İsmail'in yeni bir nizamı getirmeyen ve "esas"'ı olmayan Natık olarak kabul etmektedirler.


Karmatilerin peygamberlikle ilgili bu görüşlerinde birtakım felsefi akımların etkisinde kaldığı muhakkaktır. Karmatilere göre külli akıl ile külli nefs ulvi alemin iki sınırını teşkil ettiği gibi nebi ve imam da süfli alemin iki boyutunu oluşturur. Nebi ''Natık" (konuşan), imam ise "samit" (susan)'tir. Samit'e bazen "sabit" de denilir. Nebi külli akıldan taşan manaları kutsi gücü sayesinde alarak zahiri bir kelama dönüştürür ve inananlara bildirir. Sanıldığı gibi nebi melek vasıtasıyla kendisine vahiy gelen ve mucizeler gösteren biri değildir. Peygamberlere atfedilen mucizeler ya tamamen asılsızdır veya Batıni manalara işaret eden sembollerdir. Kainatın bağlı bulunduğunu iddia ettikleri yedili sistem peygamberler ve imamlar için de geçerlidir. Bir peygamberin dönemi kendisi ve daha sonra gelen altı imamla birlikte yedi devir devam eder, sonra yeni bir peygamber gelir.


Malati, (öl. 377/982) Karmatiler'in peygamberler ve imamların görmüş oldukları bu işleri dikkate alarak peygamberlerin ve imamların ilahi bir nurdan doğuş olduğuna inandıklarını belirtir. Onlara göre, her ikisi de gaybı bilirler, her şeye kadirdir ve suretleri, tabiatları, ahlakları ve amelleri bakımından diğer insanlara benzemezler. Çünkü onlara göre peygamber, imam ve taraftarlarının akılları, "karanlık nurun" yani her gayr-ı şeri maddenin sinesinde sülük nurlarının devri nöbetlerini takiben aynalardaki akisler gibi ani olarak parıldayan Nur-ı Şaşa'ni'nin kıvılcımlarıdır. Bu kıvılcımlar parlar, o zaman bütün ferdiyetin kaybolduğu kurtarıcı bir yaratma içinde Allah ile bir olduklarının şuuruna vararak şu beş musibetten kurtuldular. Beş musibet, arzular ve nedamet veren tabiat gece ile gündüzü takip ettiren gök, emr ve nehyden kanun, murakabe ve tecziye eden devlet ve günlük çalışmayı zorlayan zaruret olarak açıklanabilir.




Hakaik-Zaman-Tarih Öğretisi


İsma'ililer-Karmatiler için hakaik, bir gnostik sistem oluşturuyordu. Bu gnostiki sistemin temel iki unsuru, çevrimsel bir dinsel tarih yorumu ve evren bilim idi. İlk dönem İsma'ili-Karmatiler, tarih ve peygamberlik anlayışlarıyla yakından bağlantılı özel bir zaman ve sonsuzluk anlayışı geliştirmişlerdi. Zaman hakkındaki eklektik kavrayışları, erken Şii grupların bu dünya ötesi görüşleriyle imamın evrimi hakkındaki torik anlayışlarının yanı sıra onları eski Yunan, Yahudi-Hıristiyan ve Gnostik etkileri de yansıtır. Zamanı, bir başlangıç ve bir son olan birbirini izleyen çevrimlerin sıralaması olarak kavrıyorlardı. Bu çevrimsel yapı, yarı çizgisel özel zaman kavrayışlarının sonucu olarak çevrimsel ve zorunlu olarak teolojik bir tarih, daha doğrusu dinsel tarih anlayışına götürdü. Bu anlayışlarına göre, tarih Kur'an'da adı geçen büyük peygamberlerle özdeşleşen çağların sıralanışıdır. Bu tarih anlayışında, imamiye'den miras aldıkları imamlık anlayışının yapısal bir rolü vardır.


İsma'ililere göre tarihin Kur'an'da adı geçen büyük peygamberlerle özdeşleştirilerek çağların ard arda sıralanışı; insanlık tarihinin yasalarının da şekillendirmesine neden olmuştur. İsma'ililere göre, insanlığın dinsel tarihi, her biri dışsal olarak farklı bir yasaya dayanan ve kutsal bir mesaj ilan eden konuşan bir peygamber yani natık tarafından başlatılan farklı uzunluklarda yedi çağda tamamlanacaktır. İsma'ili tarihin ilk altı çağı sırasıyla kitaplı peygamberler ya da Ulu'l Azm denilen Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, ve Muhammed tarafından başlatılmıştır. Nevbahti ile Kumroi'ye göre Karmatiler başlangıçta Adem'i dışarıda bırakarak, yeni bir mesaj getiren peygamberler listesine Ali'yi almışlardır. Daha sonra kendisine kitap verilen peygamberler listesine Adem'in alınıp, Ali'nin peygamberlikten Hz. Muhammed (sav)'in ardılı durumuna indirilmesi İsma'ililiğin farklı bir konuma geçmesinin işareti olarak görülebilir. İlk dönem İsma'ilileri kendi dönemlerinin düşüncelerini geçmişe yansıtmak suretiyle bu ilk altı natıkın her birinin mesajlarının yerine getirilmesinden sorumlu bir manevi mirasçı ya da vasi tarafından izlendiğini savunuyorlardı. Seçkinler için getirilmiş mesajın batıni anlamını açıklamakla görevli olan vasiye kurucu temel (esas) ya da suskun (samit) peygamberler de deniliyordu. Bu vasiler Adem için Şit, Nuh için Sam, İbrahim için İsmail, Musa için Harun ya da Yuşa, İsa için Şem'un el Sefa (Havari Petrus Simun) ve Hz. Muhammed (sav) için Ali olmuştu. Her vasi samit ya da esası da kutsal metinlerin şeriatın gerçek açıklamalarını hem zahir hem batın yönleriyle korumakla görevli, etimma (tamamlayıcı) denen yedi imam izliyordu. Her peygamberlik çağının yedinci imamı önceki natıkın şeriatını yürürlükten kaldırarak bir sonraki çağı başlatan natık oluyordu. Bu kalıp ancak tarihin yedinci ve son çağı için değişecekti.

 


Hz. Peygamber tarafından açılan altıncı çağın yedinci imamı gizliliğe geçen Muhammed b. İsmail idi. Yeniden ortaya çıktığında yedinci natık olacak ve Mehdi ve Kaim sıfatıyla tarihin son çağına hükmedecekti. Yalnızca o, son imam olarak natık ve esas vasıflarını kendisinde birleştirecekti. Muhammed b. İsmail İslam'ın yasalarını yürürlükten kaldıracak ve dünyanın son çağını başlatacaktı. Ancak yeni bir din getirmeyecek bunun yerine kendisinden önce gelen tüm mesajların gerisinde gizlenen ve o zamana kadar ancak kısmen ve yalnızca insanlığın küçük bir seçkin grubuna açıklanmış batın açıklamalarını tüm olarak açıklayacaktı. Böylece son çağda dünyanın sona ermesinden önce, hakaik bütün sembollerinden sıyrılarak bütünüyle anlaşılır hale gelecek ve saf bir manevi bilgi çağı başlayacaktı. Muhammed b. İsmail dünyayı adaletle yönetecek ve mehdi dünyanın sona ermesiyle insanlığın yargıcı olacaktı. Onun Kaim'ul Kıyame yani Kıyamet Günü'nün imamı oluşuyla zamanın ve insanlık tarihinin sonu gelmiş olacaktı. Karmatilere göre Peygamberler insanlara farklı emir ve yasaklar getirerek birbirleriyle çelişmişlerdi Güzel olan bazı hususları insanlara yasaklamışlardır. Buna karşılık zor olan bazı hususların yapılmasını emrederek de gereksiz yükümlülükler altına insanları sokmuşlardı. Muhammed b. İsmail'in Kaim ve son resul olduğunu iddia etmektedirler. Karmatilerin en uç noktasını temsil eden gruplara göre, Onun tekrar görünmesiyle peygamber Muhammed tarafından ilan edilenleri yürürlükten kaldırarak yeni bir dirlik getirecektir. Karmatiler en büyük peygamberler veya Ulu'l azm olarak kanun vazeden Peygamberleri yedili bir sıralamaya tabii tuttuklarını yukarda ifade etmiştik.


Buna göre Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed, Ali ve sıralamanın son imamı olarak Muhammed b. İsmail'i kabul ettiler. Ali'nin bu sıralamaya alınmamış olması kolayca anlaşılabilecek bir şey değildir. İlk dönem İsma'ilileri dinin kutsal kitaplarının iç ve dış görüşleri arasında fark gözetmeye dikkat etmişlerdir. Bu dahil etme Hz. Muhammed'in yerine geçen kendi dini kanunu resmen ilan etmesinden ziyade Hz. Muhammed tarafından verilen ayetlerin önemli bazı manalarını açığa çıkaran Ali için düşünülen rol yüzünden olabilir. Daha sonraki rol Kaim Muhammed b. İsmail için açıkça tahsis edildi. Aslında Muhammed b. İsmail'in Mehdiliğinden söz edenler Karmatilerden bir grup olduğundan şüphe yoktur. İmami mezhepler tarihçileri bir tarafa bırakırsak başlangıç dönemindeki hala mevcut olan birkaç İsma'ili kaynak kadar ilk Fatımi Halifesinin mektubundaki ifadesiyle de bu durum doğrulanmaktadır. Örneğin Kitab el-Rüşd, yedinci imamın natık ve ismi Muhammed olan sekizinci imamın Mehdi olarak tekrar görüneceği fikri çerçevesinde odaklandı. Fatımi öncesi, ayrı yazılmış 6 kısa bilimsel eserin bir toplamı olan başta bir isma'ili kitap olan Kaitap el-Keşf vardı. Bu çalışmada Mehdi ve Kaim olarak yedinci konuşan Peygamber'in (natık) geri döneceğine inanan, sıklıkla gösterilen Sahip el­ Zaman önemli bir yer oynar. İlk dönem İsma'ililerin fikirlerindeki yakın benzerlik Umm el-Kitab'ın son bölümünde yedi peygamber dizisine (devir) kısa referanslar içermektedir. İsimleri Adem'den başlar, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Peygamberlerin en sonu olarak Kaim yedinci ve son dizi (devir) tekrar başa dönmeyi esas almaktadır.



İmam ve İmamet


İmamet düşüncesinin Mehdilik kavramıyla yakından ilgisi vardır. İslam toplumundaki fırkaların çoğunun doğuşunda imamet konusundaki ihtilafın büyük etkisi vardır. imamet nazariyesi, özellikle Şia'nın en belirgin vasfı olmuştur. İmametin Hz. Peygamberden başlayarak toplumun X. asra kadar geldiği süreci konumuzla ilgili yönlerini incelemek konunun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.


İslam dini Mekke'nin medeni ortamında doğdu. Bedeviliğe karşı kabileleri yönetenlere karşı koymaya çalıştı. Gelenek ve kabile düşüncesinin yerini tutması için devlet ve kanun düşüncesi İslam dini aracılığıyla yerleştirmeye çalıştı. Kabile dışındaki otorite bedevilere yabancı bir düşüncede Peygamber'in oluşturmuş olduğu sistem sosyo-politik bir oluşum idi. Bu oluşum genişledikçe ülke de büyümekte idi. Peygamber dini otoriteyle dünyevi otoriteyi şahsında toplamıştı. Böylelikle dini alanla siyasi alan birbirinden ayrılmamıştı. Aksine bunlar birbirini gerektiren unsurlar olarak görülmüştü. Arap yarımadasındaki otoriteyle ilgili yukarıda bahsetmeye çalıştığımız arka plan imamet düşüncesine de etki etmiştir. İmamet düşüncesinin Mehdilik kavramıyla paralellikleri olması, İslam toplumundaki fırkaların İslam dinini farklı algılamalarından kaynaklanmaktır. Sosyal problemlere eğilmiş toplumdaki tabakalaşmaları önleyerek bir kavram üzerinde durulmuştur. Takva olarak adlandırılan bu kavram Müslümanlar arasındaki eşitliğin de sigortası olmuştur. Bu da sosyal gelişime etki eden ilkelerden biri olmuştur. Bu kavramlarla zayıflar olarak adlandırılan çocuklar ve kadınların karşılaştıkları haksızlık ve adaletsizliklere karşılık durumları düzeltilmeye çalışılmıştır. Hz. Peygamber'in seslendiği kitlede karşılaştıkları siyasi, sosyal problemleri peygambere devretmiştir. Peygamber dönemi ve sonrası Müslüman toplumlar İslam inancını özümseme açısından aynı ölçüde İslam'ı hazmedememişti. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortaya çıkan rahatsızlıklar da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber sonrasında ilk olarak ortaya çıkan sorun otorite sorunu oldu. Hz. Muhammed, Kur'an'da yeni olan veya ima edilen formlara uygun yaşayan bir cemaatin oluşturulmasını örgütlemişti. Ama toplumun nasıl bir otoriteye sahip olması gerektiğini vurgulamamıştı. Bu sorun İslam dünyasında anlaşmazlıkların ve çatışmaların da temel ilkelerinden birini oluşturdu. Hz. Muhammed (sav)'in halefliği halifelik ya da imamlık denen işlem bütün Müslümanların mı, yoksa sadece sahabeye ya da sadece onun ailesine mi açık olmalıydı, halife nasıl seçilmeli, imamın otorite olarak durumu nasıldı?

İslam toplumu bu soruna farklı açıklamalar getirmeye çalışmıştır. İmam kavramının tarihi gelişimi, İsma'ili ve Karmatilerde İmamlık düşüncesine geçmeden önce bu kavramın etimolojisini ele almamız gerekmektedir. Arapça bir kelime olan imam, yönetici lider manasındadır. Sadece kullanım olarak bir toplumun lideri için veya bir fikir veya mezhep, akımın önde gelen lideri için kullanılır. İmamın görmüş olduğu görevi ifade etmek için imamet kavramı kullanılır.

Şia kültüründe ise iki anlamı taşır:

Örnek, ideal tip, şahit, kisve, simge, yolun işareti, hüccet, kılavuz, üstün insan, İslam'ın ayni tecessümü, dinin zihinsel kavramlar şeklinde tebliğ ettiği ahlaki faziletler, akideler toplamını kelimelerle beyan eden kimsedir. İmam, varoluşu yaşaması ve ölümüyle kendini gösterir. İmam gözle görülen ve hissedilen bir İslam'dır. İnsan şekline dönüşmüş bir imamdır. Bu anlamda imam daima yaşayan imamdır. Her zaman imamdır. İster ölümden önce, ister ölümden sonra, ister hakim, ister muzaffer, ister yenik olsun yine de imamdır.

Rehber, önder, kurucu, ümmetin hidayetinin sorumlusu, ekole göre hayatın rehberliğini üstlenen, tekamül yolundan halkın imamlığını yapan kimsedir. 

Ehl-i Sünnet, İmam dini nass veya tayin ile değil icma ile sabit ve belli olur açıklamaları mehdi imamın dini konuları ve dünyayı yönetmek üzere -nübüvvetin yerine- hilafet için konulmuş olduğunu belirtir. Bu tanımlardan imametin üç boyutu ortaya çıkmaktadır. Birincisi nübüvvetin hilafetidir. İkincisi, imametin görevi, dinin korunmasıdır. Üçüncüsü dünyanın yönetilmesidir. Dünya işlerinin yürütülmesi nübüvvetin yetki kapsamına alınmış olması imametin de aynı görev ve yetkinlikle yükümlendirmiş ve donatılmış olması anlamına gelir. Mutezile ise, imamet dinin esaslarındandır; Peygamberin bu hususu bilmemiş olmasının mümkün olmadığı görüşündedir. O şahsın ismet ve keramet sahibi olması gerekir. Bu da ancak nass ve tayin ile olur. Muhtariye Fırkası, imamın naklen ve zorunlu olduğunu söyleyenlere muhalefet olarak dünyada hiçbir imamın bulunmamasını mümkün görmüştür. İmamiye fırkası, Hz. Peygamber'den sonra araya hiçbir kesinti girmeksizin Hz. Ali'dir. Zeydiye fırkasına göre, imamet Fatımi olanların, yani Ali'nin Fatıma'dan olan çocuklarından, başkaları için asla caiz değildir.

Görüldüğü gibi Sünni İslam ile Şia arasındaki imamet anlayışındaki farkı Şia'nın İmam'ın gücüne inanmayışı ve onun yerine otoriteyi koymuş olması noktasında odaklanmaktadır. Fazlur Rahman'a göre, Sünni İslam icma; Şii İslam ise otorite inancını temsil etmektedir. İki anlayışın referanslarını ortaya koymaya çalışmıştır. Bu manada İmam düşüncesi Batınilik-İsma'ililik ve Karmatilikle teşkilatın başıdır. Nübüvvet, Mehdi inanışıyla yakın ilgisi vardır. Külli akıl ile külli nefs ulvi alemin iki sırrını teşkil ettiği gibi Nebi ve İmam da Süfli alemin belirtisini temsil eder. Nebi natık (konuşan), imam ise Samit (susan)'dır. Nebi zahiri amellerle imam batıni tevillerle lafızların gerçek manasını ortaya koyar. Bu mana Allah tarafından imamlara öğretilmiştir. Böylece Şia imamları insanlara açıklanmamış "özel" manasını bilmekte, ona göre batıni konuşmakta, hükmetmekte ve davranmakta olduğuna inanır. Kainatın bağlı bulunduğu Yedili sistem peygamberler ve imamlar için de geçerlidir. Bir peygamberin dönemi kendisi ve daha sonra gelen altı imamla birlikte yedi devir devam eder. Bu anlayışa göre Hz. Muhammed (sav)[ natıktır, Hz. Ali ile başlayan Samitler Hasan, Hüseyin, Ali (Zeynelabidin), Muhammed Bakır ve Cafer es Sadık ile biter. İkinci devir, İsmail b. Cafer - bazı düşüncelere göre Muhammed b. İsmail b. Cafer es Sadık - ile başlar. Bunlar natıktır.                                                                                                 Masum olan imamlar peygamberlerin getirdiği nassları tevil ederek onların gerçek manalarını açıklamaktadırlar. Bu da onları emir ve yasakları değiştirebilen kutsi varlık statüsüne koymaktadır. İmamlar, "Esas" ve "Vasi' lakaplarıyla anılmıştır. "Yedullah" ve "Vechullah" gibi unvanları taşıyan İmamlar aslında Uluhiyetin beden kalıbına girdiği şahsiyetler olarak anlaşılır. Bu anlayış tarzı Weber'in otorite tipleri için de en ilginç olarak nitelediği karizmatik otorite veya karizmatik tip (insan) ile örtüşmektedir. Weber "Karizma" terimini kendisinde doğaüstü yeteneklerin olduğuna inanılan ve sıradan insanlardan belli niteliklere sahip olan ve toplumu bunalımdan kurtaran insan olarak tanımlamak için kullanmıştır. İsma'ili-Karmati düşüncesindeki imamet anlayışı bu karizmatik lider veya imam tanımlamasıyla açıklanabilir. W. Montgomery Watt, "Karizmatik Anlayışı" ilk Şia anlayışının asgari şekli Hz. Ali'nin şahsi değerine olan inançtır. Böyle bir inanışın özel karizma unsuru büyük ihtimalle yoktur. M. Watt, Haşimi kabilesinde veya bu kabileye mensup olan bazı kimselerde karizmatik vasıfların bulunduğunu kabul eden inanç şeklini, bu askeri inançtan ayırmak gerektiğini belirtir. Hatta 750'Ierde bile Haşim oğullarından Hz. Ali'nin kardeşi Cafer ve Hz. Muhammed (sav)'in amcası Abbas'ta kayda değer bir karizma bulunduğu ileri sürülebilir. Ancak karizmanın geniş şümulü ilk Şiiliğin mümeyyiz bir vasfı olduğunu belirtmektir. Aslında Şiiler için Hz. Ali karizmatik bir liderdir. Hüseyin'in şehid edilmesinden sonra kabul edilen imamların aynı kategoride değerlendirildiğini görmekteyiz. Gulat-ı Şia'nın Hz. Ali'yi peygamber derecesine hatta ilah derecesine çıkaran propagandası Güney kabilelerinde İslam'dan önceki "Yarı Tanrı kral" veya "İlahi Hükümdar" gibi karizmatik mistik lider anlayışıyla da uyuşmaktadır.


286/899 yılında, Ubeydullah kendisinin ve Muhammed b. İsmail'den sonra gelen atalarının da İmam olduğunu iddia etti. Bu reformu tam olarak anlayabilmek için orijinal inancın Muhammed b. İsmail 'den sonra başka bir imam için yer bırakmadığını göz önünde tutarak merkezi liderliğin bu iddiaya dek İsma'ili hareket içinde sahip olduğu otoritenin doğasını incelemek gerekir. Aslında Ubeydullah kendisini İmam ve Mehdi olarak ilan etmiş olması, İsma'ili dailerin imam adına toplamış oldukları vergileri eskisi gibi özgür kullanamayacağı anlamını taşımaktadır. Alınan vergileri istedikleri gibi kullanamamalarının, İsma'ili-Karmati ayrışmasında önemli bir etken olduğu düşünülebilir. Bu olgu imamet hakkında yeni değerlendirmelere yol açmıştır. Şia'nın imamet anlayışına göre, ilk imam Ali 'nin yerine oğlu Hasan ve ondan sonra da diğer bir oğlu Hüseyin'dir. Hüseyin'in nesebinden gelenlerin oluşturduğu nesil daha çok itibar görmüştür. İsna Aşeriyyenin on iki imamın son dokuzu Hz. Hüseyin'in soyundan gelmektedir. İmam terimiyle kastedilen anlam açık degildir. "Natık ve Vasi"ye en yakın takip eden yedi imamlardan biri olarak Fatımi-İsma'ili terminolojide imamlık düşüncesini ifade etmeye yarar. İmam için "el-imamu'l Mutimm" gibi bir ifade kullanılır. (misyonu peygamberin işini tamamlamaktır). Sözlük anlamıyla "Mutimm" (tamamlayıcı) 'dır. imam kelimesi yalnız başına sıklıkla kullanılır. Fakat ya lider insanların şefi ya da tekrardan kaçınmak için basitçe stilistik bir amaç tanımlamaksızın kullanılır.


Resul'den risalet, Vasi'den vesayet açıkça kullanılırken İsna aşere kaynaklarında imamet terimi kullanılır. Fatımi dönemi lsma'ili çalışmalarının zıddına İmam teriminin kullanılmasındaki belirsizlik nedeni oldukça farklı fikirleri ifade eden İmamu'z Ahir İmamu'l Batın veya İmamu'l-lah en-Natık veya İmamu'l-hak et­ batın ifadeler genelde kullanılmakta idi. Ali, el-İmam ba'd Muhammed fi asri'z zulmat, yani karanlık dönemde Muhammed'den sonra İmam olan Ali'nin imamlığını ifade etmektedir.

Karmatilere göre süfli alemin iki boyutunu oluşturan Peygamber "natık" (konuşan), imam ise Samit (susan), esas vasi'dir. Kainat nasıl akıl ile nefsin tahriki neticesinde hareket ederse, insanlar da natık ile esas tarafından vazedilen şeriatın tahriki ile hareket ederler. Kainattaki yedi felek gibi bunlar da yedişer yedişer devredirler. Nebi ile İmamın icra etmiş olduğu görev Karmatilerin dinsel öğetilerinin temeli batınla alakalıdır. Buna göre peygamber külli akıldan taşan manaları kutsi gücü sayesinde alarak zahiri bir kelama dönüştürür ve insanlara bildirir. İmam ise, yaptığı te'villerle bu lafızların gerçek manalarını ortaya koyar. Peygamberlerin getirdiği, nassları tevil ederek onların gerçek manalarını açıklayan böylece dini emir ve yasakları değiştirebilen kutsi varlıklardır. "Esas" ve "Vasi" gibi lakaplarla da anılan “yedullah" ve "vechullah" gibi unvanlar taşıyan imamlar aslında Uluhiyetin beden kalıbına girdiği şahsiyetlerdir. İmamlar silsilesi yedi devre halinde devam eder, biri sona erince yeni bir yedili devre başlar. Buna göre bazı Karmati grupların geliştirmiş olduğu düşünce Hz. Peygamber' den sora yedi imam ilah gelmiş olmasını esas olarak kabul edilmiştir.

Kummi ve Nevbahti'ye göre Mubarekiyye'den türeyen Karmatiler İmamlarının, sayısını yediyle sınırlamışlardır. Bu harekete İsma'iliyye adı yanı sıra Seb'iyye ya da Yediciler de denilmesinin nedeni budur. Yedi imam, imam olduğu kadar mesaj getiren bir peygamber de (resul) olan Ali b. Ebu Talib, Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyin (Zeynel Abidin), Muhammed b. Ali (Bakır) Cafer b. Muhammed ve son olarak hem Mehdi hem de resul olan Muhammed b. İsmail b. Cafer'den oluşur. Dikkat çekici nokta her iki yazar da yedi sayısını tutturabilmek için Karmatilerin Ali'yle başlayan imamlar listesinde İsmail b. Cafer'i dahil etmeyişleridir. Böylece Muhammed b. İsmail yedinci ve son imam olur. Bu yazarlara göre Karmatilerin imamlığın, tıpkı Allah'ın elçiliği görevinin Gadir Hum'da Muhammed peygamber tarafından kendi sağlığında Ali 'ye devrettiği gibi İmamlığında Cafer'in sağlığında oğlu İsmail'e geçtiğini kabul ettiklerini söyleyerek çelişkiye düşmektedirler. Bu durumda İsmail yedinci, oğlu Muhammed sekizinci imam olmaktadır. Muhtemelen batıni Karmatiler yada erken İsma'ililer, İsma'ili imamlar listesine dahil edenlerden bazıları II/IX. yüzyılın ortalarına doğru Karmatiler olarak adlandırılan ilk İsma'ililer Muhammed'den başka imam kabul etmiyorlardı. Hamdan hareketten koparan Muhamed el-Mehdi'nin İmamlık düşüncesiyle ilgili reformu İsma'ili-Karmati tarihinde Mehdi-İmam-İmamet kavramlarının yeniden yorumlamasına neden olmuştur.



DİNSEL SİSTEM



Batın-Zabir ve Tarih Öğretisi


Karmati-İsma'ili hareketin Abbasi baskısının etkisiyle ilk dönem İsma'ili tarihini devr el setr yani gizlilik dönemi olarak adlandırılmıştır. Ubeydullah'ın Kuzey Afrika'da (bugünkü Tunus) Fatımi halifeliğini kurması, imamın açıkça toplumun başında olması, devr el setr döneminin sona erip Devr-i Zuhur/Keşfin yani ortaya çıkma, açığa çıkma dönemi olarak ifade edilebileceğimiz dönem başlamıştır.


Bu iki dönemin öğretileri içinde bulundukları coğrafi, idari, sosyal ve ekonomik şartlarının gereği bazı farklılıkları içermektedir. Devr el-Setr dönemiyle ilgili o dönemde yazılmış kaynaklar az olduğundan Fatımi öncesi İsma'ililerin öğretileri hakkında ancak daha sonraki İsma'ili metinlerden ve İsma'ililere muhalif kaynaklardan az da olsa bilgi sahibi olmaktayız. Aslında ilk dönem İsma'ili-Karmati dini doktrini üzerinde Fatımiler tarafından bazı değişiklikler yapmışlar. Fatımilerin iktidara gelişleriyle Fatımi idarecileri Sünni Müslümanları da kucaklamak adına öğretilerinde bazı düzeltmeler yapmak zorunda kalmışlardır. Çünkü artık İsma'ili­ Karmati doktrini İsma'ili-Karmati olmayan kitlelere de idaresi altına almıştır. Fatımi idarecileri doktrinin bazı hususlarının değiştirilip düzeltilmesini İslam dünyasının en azından kendilerinin idaresi altında bulunan kısmının bütünlüğü için zorunlu görmüştür.


Fatımi Devletinin öğretideki bu değişikliği yapması devlet otoritesinin her şeyin üstünde olduğunun da bir göstergesidir. Ulema otoritesi veya İmam-Mehdi-Dai üçgeninde oluşan dini otorite daha alttadır. Toplumun problemleri devlet otoritesi kullanılarak çözülmesi gerekir. Devlet otoritesi bu problemi çözerken birtakım unsurları kullanmaktadır. Siyasi, askeri, eğitim unsurlarının tümünü kapsamaktadır. Bir taraftan İslam'ın kutsal metinleri ve ibadet biçimlerinin batın (iç) ve zahir (dış) yönleri ve boyutları arasında, diğer taraftan ise Kur'an ve Sünnet'in iç ve dış anlamları arasında temel bir ayırım yapılmıştır. Onlara göre, her görünüşün ardında içsel bir öz, bir gerçek (hakaik) vardır. Bu nedenle kutsal metinlerin ve bu metinlerin ortaya koyduğu zahiri mananın (lafzi mananın) yanı sıra bir de gizli ve gerçek anlamları vardır. Yeni bir öğretiyi başlatan her yasa koyucu peygamberle zahir değişikliğe uğrar ya da hükümsüz kalır. Buna karşılık batın gerçekleri ya da hakaiki temsil etmektedir. Ezeli ve ebedidir, değişiklikten münezzehtir.


Batın-Zahir felsefesi, imamet düşüncesine, dai erkanı kabul edilen unsurlar üzerine uygulanmıştır. Taharet, namaz, zekat, oruç, hac, cihad, velayet gibi dinin temel hususları batın-zahir felsefesine göre yorumlanmıştır. İsma'ililikteki hakaik; gizli, bir gerçekliğin içerik dünyasını temsil eden bir gnostik sistem oluşturur. Bu gizli manevi gerçeklik dünyasını temsil eden bilgiyi normal bilgiden (zahir) ayırt etmek gerekmektedir. Bu bilgi, daha sonraları genellikle "Marifet" olarak da anılmıştır. Bu yönüyle ilmi bilgiden ayrıdır. Arifane bilgi "dini sırların yüce bilgisi veya "gizli ve vahiy ilham edilmiş" bilgi devamlı ve daha isabetli olur. Çünkü bu şahsi ve mistik bir bilgidir. Daha çok seçkin ve mistik tabiatlı insanlara aittir. Dolayısıyla, bu nitelikteki insanlar tabiatüstüdür. Bu düşünce tarzı, I. ve Il. Yüzyıl Yunan felsefesinin, bilhassa Eflatun ve Yeni Eflatuncu felsefesinin etkisiyle yani felsefi cereyan olan İsfaniye mezhebi denen Gnostizm'den etkilenmiştir.

Batın içerdiği hakaiki yüceltmekle ilk dönem İsma'ilileri,  batıniyye arasında ön plana çıkarak gizli ve gerçek mana olarak adlandırılan exoterizmin ve gnostizmin İslamiyet içindeki en önemli temsilcisi olmuşlardır. Zaten imamın ve hudud denilen isma'ili-Karmati dini hiyerarşisinin önemi de burada yatmaktadır. Karmatilerdeki bu düşünce tarzı yani batın-zahir ayırımı dinsel öğretinin diğer alanlarına da uygulanmıştır.



Te'vil-Tenzil


Nassların zahiri manalarını muhtemelen bir başka manaya yorumlamak anlamına gelen te'vil İsma'iliyye-Karmatilerin tarih boyunca uyguladığı bir metottur. Zira onlara göre hakikate ulaşmanın tek yolu zahiri mananın batıni manaya te'vil edilmesidir. Bu tarzı inanç esaslarının tümüne uygulayan Karmatiler, Peygamberlik ve imamet bahislerinde Natık olarak peygamberlerin zahiri manayı insanlara aktardıklarını imamların ise asıl anlaşılması gereken batın anlamı hakaiki, teblil ettiklerini daha önce belirtmiştik. İsma'ili-Karmati grupları zahir-batın ayrımını islam'ın kutsal metinleri ibadet biçimi ve inanç akidelerine de uygulanılmıştır. Bu ayrım, bu düşünce tarzının temellerini oluşturmuştur.


Yapmış oldukları te'viller filozofların, tasavvuf erbabının ve kelamcıların te'vil tarzlarından farklıdır. Çünkü te'vile tabi tuttukları lafza vermiş oldukları batıni manaya lafız ne hakikat ne de mecaz yoluyla dalalet etmediği gibi hiçbir akli ve nakli ölçüyle de ulaşılamaz. Bu yüzden bu te'viller tamamen indi ve keyfidir. Herhangi bir dini, ilmi ve mantıki kayıtla mukayyet değildir. Bu te'vil tarzıyla daha çok dini hükümleri hükümsüz kılmayı ve kendi hükümlerini sürdürmeyi hedeflemişlerdir. Onlara göre itikadi ve ameli sahada varolan nasslar zahiri manalarıyla bir remizdir, gerçek manaları kendilerine verilen batıni manalardır. Mesela nasların haber verdiği şekilde kıyamet kopmayacaktır. Kıyametin kopması demek yedili devirlerdeki yedinci imamın gelmesi demektir. Cünüp olmak teşkilata bağlanmamış bir kimseye herhangi bir sır ifşa etmektir, yıkanmak ise bu sırrı ifşa eden kimse ile muahedeyi terk etmektir. Abdest almak, ilim-i batın vasıtasıyla ehl-i zahirin cehlini izale etmektir. Yalnız İslam'ın itikadi ve ameli konuları tevile tabi tutulmamıştır. Kur'an-ı Kerim'deki huruf-ı mukattaalar da tevile tabi tutulmuştur.


Karmatilerce oluşturulan te'vil yer yer İslam'ın temel öğretilerini tanınmaz hale getirmiştir. Bu yolda Karmati veliliğin peygamberliğe feda edildiği bir gerçek olmakla birlikte, üstünlük kendisine verilen nübüvvetin tebliğ ettiği vahyi veriler, te'viller sonunda tanınmaz hale gelmekte idi. Karmati te'vil anlayışına göre batıni mana ve bu manayı yalnızca imamların bileceği anlayışı, sergilemiş oldukları çarpıklıklardan kabul edilmektedir. Te'vil anlayışı onlar için ikinci kutsal bir kitap vazifesi görmüştür. Dinsel metinlerin ve yasaların gerisindeki gerçekler, te'vil İsma'ililiğin ayırt edici özelliği haline gelen sembolik, alegorik ya da (batıni) içkin yorumlamayla ortaya çıkabilir. Kelime anlamı geri dönmek ya da batını zahirden çıkarmak demek olan tevil, bir yorumlama biçimi olarak kutsal metinlerin açık anlamını açıklamak ve yorumlamak olan tefsir ve dinsel yazıların melek aracılığıyla peygambere öğretilmesi anlamındaki tenzilden farklıdır. İlk dönem İsma'ililer tenzili genellikle Kabbalistik biçimde yani harflerin ve rakamlarının mistik özelliklerine uygulamıştır. İlk Yahudi-Hıristiyanlarla gnostikler arasında da benzer bir yorum ve bir tür manevi pratikleri varsa da, İsma'ili tevilin doğrudan kaynakları İslamiyet içindedir. Bu anlayış II/VIII. yüzyılın Şii çevrelerinde görülmekte idi. İsma'ililik tarafından geniş ölçüde yararlanılan batıni tevilin amacı gerçek manevi hakikati ortaya çıkartmak için gizli olanı aşikar kılmaktır. Tevil zahir ya da dış görünüşten batın da gizlenen orijinal düşüncelere doğru yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuk kelimelerin gerçek anlamlarına, hakikatlere kavuşmaya neden olur. Özetlemek gerekirse zahirden batına, şeriatten hakikate ya da tenzilden tevile geçiş görünüşten hakiki gerçekliğe, peygamberin getirdiği kitabın lafzından gerçek anlamına ve sembolden sembolize edilenin kendisine geçişi gerektirir. Bu yolculuk fenomenler dünyasından numenler dünyasına geçiştir. Te'vil ya da batıni tevil yoluyla hakikat bilgisine ulaşma, İsma'ililer için bir ruhsal yeniden doğuştur. Manevi yorumlama ya da yorumlayıcı açıklama olarak da açıklanabilen te'vil, İslam'ın ileri sürdüğü dünya görüşü hızla bir entelektüel sisteme dönüşen daha incelikli bir görüşle tamamlanmıştır. İlk İsma'ililer böylelikle hızlı bir sonraki dinsel sisteminin olduğu kadar, inananların şeriat, tarih vb. zahir bilimlerinden kalkarak anlam-bilim, te'vil ve iman edinimlerinin nihai hedefi olan sonuç-bilim hakaike götüren batın bilimlerin ulaşılmasına öngören entelektüel bilimlerin de temelini attıklarını iddia etmişlerdir.



Ahiret


Karmatilere göre, Ahiret alem hem ezeli hem de ebedi olup onun nizamı hiçbir zaman değişmeye maruz kalmayacaktır. Kıyametin kopması, zamanın imamının ortaya çıkıp yeni bir şeriat getirmesi manasına gelir. Ölen insanın bedeni toprağa karışıp aslına döner, ruhu ise durumuna göre ya devamlı şekilde başka bir hedefe girerek cismani alemde kalır veya iyi ruhlarla beraber olur. Kıyametin kopması bir bakıma yedili devrin sonu yani yedinci imamın gelmesi olarak açıklanmıştır.


Ahiret telakkisi, İslam inancının temel prensiplerinden biri olarak kabul edilir. Diğer ilahi dinlerin de benimsediği bu ikinci hayat bir taraftan insanı ebedileştirirken diğer yönden ceza ile mükafat konularını gündeme getirmekte sorumluluk faktörünü hatırlatmaktadır. Karmatiler cennet dünyada mutlu olarak yaşamayı, cehennem ise sıkıntı ve ıstırap dolu bir hayat sürmeyi ifade eder. Cehennem azabı batın ilmini bilmeyen cahillere yükletilen şer'i vazifelerdir. Aynı şekilde Malati ve Hammadi, Karmatilerin ahiret ahvali'nin vuku bulmayacağını inandıklarını, cennet ve cehennem'in dünyada yaşanan mutlu veya meşakkatlerle dolu bir hayattan ibaret olduğuna inandıklarını belirtmektedirler.



Melekler



Karmatilere göre, Melek, Arapça'da olan "haberci" manasına gelmektedir. Kur'an-ı Kerim'de de geçen kavram genel olarak İsma'iliyye'ye göre, bir kısmı feleki alemde bulunan çeşitli sınıflara ayrılmış sadece görevlendikleri vazifeleri yerine getiren ve cevherleri aynı olan varlıklar için kullanılan bir isimdir. isma'ililer bu varlıkları melekler olarak adlandırılmaktadırlar.


İsma'ili kaynaklarında meleklere iman etmek imanın bir esası kabul edilirken daha sonraları bu hususun bir iman esası olup olmadığı kesin bir şekilde ortaya konulmamıştır.


Takiyye



Takiyye, Karmati gruplarının inanç prensiplerinden birisi olarak kabul edilmemekle birlikte, bu gruplarca benimsenmeleri ve merkezi otoritenin baskısından kurtulmak için takip etmiş oldukları yol olması açısından önemlidir. Arapça vikaye (korunmak) kökünden gelen takiyyenin terim manası "açık veya muhtemel tehlikeden korunmak maksadıyla inananın saklanması ve gizlenmesi" şeklinde özetlenebilir. Ayrıca takiyye; ihtiyat, korku veya kitman "gizlemek" manasında olup, mecburiyet veya zarar tehdidi karşısında dinin icaplarında muafiyet için kullanılan veyahut mensup olduğu zümrenin malını, canını, inancını zarardan korumak manalarına gelir. Takiyyenin taraftarlar için anlamı; dailerin imamı tehdit eden bir durum ile karşılaştıklarında, onu korumak için, bulunduğu bölgedeki resmi inancın zahiri görüntüsü altında imamını gizlemesine izin verilmesi hatta böyle davranılmasının istenmesidir.


Takiyye, Şia fırkasında önemli bir yer tutmaktadır. Şiiler tarih boyunca takibe, en çok maruz kalan topluluklardan olduğu için takiyyeyi benimsemişlerdir. Zamanla takiyye Şia'nın önemli bir prensibi haline gelmiştir. Bilhassa İsma'ili-Karmati gruplar takiyyeyi en aşırı şekilleriyle bir prensip olarak kullanılmıştır. Takiyye sayesinde, gizlilik döneminde, teşkilatlarını disiplinli bir şekilde yürütme imkanını bulmuşlardır. İsma' ililer Şiiliğin takiyye ilkesine yeni bir yorum getirmiştir. Bu kavram inananlara tehlike karşısında olduklarında başka türlü görünme görevinin yanı sıra hareketin batın sırlarını, hareket dışından kimseye açıklamama yükümlülüğü de getirmiştir.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


4 Mart 2023 Cumartesi

AİLE KAVRAMI ve ÖNEMİ



Kısaca, anne-baba ve çocuklardan oluşan ve toplumun en küçük birimini meydana getiren bir kurum olarak tarif edilen aile, kuşkusuz bundan çok fazla bir muhtevayı içermektedir.


Aile, insanoğlunun; içinde doğduğu, büyüdüğü, ilk eğitimini aldığı en küçük sosyal topluluktur. Bu "en küçük" lük niteliğine rağmen toplumların temelini oluşturmada "en büyük" role sahiptir. Çünkü toplum, işte bu aile dediğimiz en küçük sosyal ünitelerin bir araya gelmesinden teşekkül eden insan topluluğudur.


Yeryüzüne ilk insanın ayak basmasından itibaren aile kurumu da oluşmuştu. Bazı sosyologların iddia ettiği gibi ilk aile, içgüdüsel ve rastlantı sonucu oluşmuş değil, tersine Yaratıcı'nın iradesiyle ilk insan, bir aileye sahip olarak yaratılmıştı. Kur'ân-ı Kerîm, yeryüzünde yaşayan insanların atası olan Hz. Âdem'in (a.s.) bir eşe sahip olduğunu ve bu ilk karı-kocanın çocuklarıyla beraber bir aile yuvası kurduğunu haber vermektedir.


Bireyin mutluluğunu temin eden, toplumla birey arasını bağlayan ve onu topluma kazandıran ailenin kurumsal önemini şu âyet-i kerîme çok beliğ bir tarzda ortaya koymaktadır:

 


"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet varetmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen bir toplum için dersler vardır.”


Öyleyse aile, öncelikle insanın huzur bulacağı bir yuvadır. Beden ve ruh sağlığı için huzurun vazgeçilmez işlevi hatırlanınca bu yuvanın, insan için nasıl bir önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Bunun yanında aile, insanca yaşamanın ortamını hazırlamaktadır. Yaratılışı itibariyle yalnız başına yaşayamayan insan, aile ortamının sıcaklığında terbiye edilmekte, hemcinsleriyle ilişki kurabilmekte ve şahsiyetini kazanmaktadır. "Aile terbiyesi", "aile görgüsü", "aile şerefi" gibi sık kullandığımız deyimler, ailenin bu önemli işlevini dile getirir.


Yine hem âyetten, hem gerçek hayatın verilerinden anlaşılan bir diğer nokta da, ailenin sadece insan neslinin devamını ve kişilerin himayesini amaçlayan bir kurum olmadığıdır. Aile, bu önemli hedeflerin yanında çok daha kapsamlı bir biçimde dünyayı imar etmenin ve yaşanılır hale getirmenin de vazgeçilmez kurumudur.


Bunun içindir ki, mahiyeti ve bakış açıları değişmekle beraber bütün hukuk düzenleri, aile kurumunun hem iç, hem dış ilişkilerini düzene koymaya çalışmış, bunun için Aile Hukuku dediğimiz bölümü geliştirmiştir. Hukukun temel görevi toplum düzenini temin etmek olduğuna göre, aile hukukunun görevi de toplum içinde aile nizamını sağlamak, aileyi her yönüyle güçlendirerek toplumun temelini sağlamlaştırmaktır.

Gerek kurum olarak bizzat ailenin, gerekse aile hukukunun günümüzde arzettiği önem, son iki yüzyılda dünya ölçeğinde bu kuruma vurulan darbe düşünüldüğünde daha da belirginleşmektedir. Zira bireyi, hem toplum hem de aile içindeki bağlardan kurtararak ona siyasî, ekonomik ve kişisel bütün hürriyetini sağlamak hedefini güden endivi-düalizm (bireycilik) akımı ve bu akımın Batı'ya olan hakimiyeti, aileyi eski anlamından soyutlamıştır.


Oysa İslâm'ın temel kaynakları olan Kur'ân ayetleri ve Peygamber tatbikatına baktığımızda, aileye kurumsal varlık kazandırmanın ve onun üzerine titremenin aslî bir görev olduğunu görürüz. Zaten ilk insanın, dünyadaki serüvenine ailesiyle başlamış olması bu kurumun onun doğasında/fıtratında yer tuttuğunu gösterir. Diğer taraftan;


"içinizdeki bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer onlar fakir iseler, Allah onları fazlu kereminden zenginleştirir. Allah; herşeye gücü yeten, herşeyi bilendir." âyeti, aileyi oluşturmayı bir toplumsal görev olarak müslümanlara yüklemektedir.


Hz. Peygamber de (s.a.s.) "Ey gençler! Evlilik yükümlülüğüne gücü yetenleriniz hemen evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve ırzı harama karşı daha fazla korur..." ile "Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir...") sözleriyle, evlenerek aile kurmanın önemini vurgulamaktadır.


İslâm hukukçuları, ailenin hem kendi elemanları hem de toplumla ilişkilerini inceleyip aile hukukunun hükümlerini tesbit ederken bir inceliğe işaret etmişlerdir. Müslümanların nazarında ailenin oturduğu temeli gösteren bu incelik, nikâha kısmen ibadet anlamı da yüklemektir. Yani aile kurumunun kurulmasının hukuken ilk adımı ve meşruiyet vasıtası olan nikâh, normal bir akit/sözleşme olmanın ötesinde Allah'a yakınlaşma demek olan ibadet mahiyetine de bürünmektedir. Hanefî hukukçuları ed-Debûsî (v. 430/1039) ve İb-nu'l-Hümâm (v. 861/1457), "Nikâh ibadetlere daha yakındır. Öyle ki, evlenmek, kendisini ibadete vermek kasdıyla bekâr kalmaktan çok daha üstündür. Hatta cihadla karşılaştırıldığında da böyledir . derken bu ilişkiyi dile getirir.


Allah Rasulü'nün veda hutbesinde erkeklere yönelik olarak; "Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Siz onları, Allah'ın bir emaneti olarak aldınız ve onlarla beraberlik, Allah'ın kelimesi (nikâh) ile size helal oldu..." şeklindeki irşadıyla; kadınları kastederek, "Mü'min bir kişi, Allah korkusundan ve O'na itaatten sonra, sâliha bir hanım nimeti kadar başka hiçbir şeyden yararlanmamıştır Çünkü hanımına emretse sözünü dinler, yüzüne bakınca sevinir, üzerine yemin etse yeminini doğru çıkarır, kocası dışarıya gitse iffetini ve kocasının malını korur." İrşâdı, ailenin emanet duygusu ve iffet erdemi gibi nitelikler üzerine kurulduğunu gösterir. Bu iki olgu da zaten ailenin gerek bireysel gerek toplumsal öneminin temel taşıdır.



İSLAM AİLESİNİN BAZI TEMEL NİTELİKLERİ


"Ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk"; "Evlilik ve kan bağına dayanan, karı koca, çocuklar ve kardeşler arasındaki İlişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik."


Sözlükler aileyi böyle tanımlıyor. Bu tanımlar içinde, aileyi aile yapan sıcaklığı ve yakınlığı bulmak büyük çaba gerektiriyor. Aile gerçekten basit bir topluluktan mı ibaret? Acaba sadece belli bireyler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplumun en küçük birliğini, aile olarak görmek yeterli mi?


Doğal olarak sözlükler bir olgunun, bir kurumun, bir olayın ve niteliğin sadece dışa yansıyan belli başlı özelliklerini temel alarak tanımlar yapacaklardır. Fakat bu tanımlar o olgu, kurum, olay ya da niteliğin kabaca kuşatılması olduğundan çoğu zaman asıl kimliğe yer vermezler. İşte aile de bu talihsizliği yaşayan kavramlardan birisidir.


İnsan kaynaklı zaaflar taşıyan bu kategorilendirmeye karşı İslâm'ın aile anlayışına baktığımızda, kurum olarak ailenin üzerine bina edildiği temel bir ruhun öne çıkarıldığını görürüz. Bu ruh, "huzur, sevgi ve rahmet" tir.


Allah, insanı yaratan ve onun hemen yanıbaşında olan bu


Yüce Yaratıcı, Kur'ân'da bu gerçeği şu cümleyle belirliyor:


"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen bir toplum için dersler vardır."

Öyleyse bir İslâm ailesinin en temel niteliği, o ailenin bir huzur yuvası ve bir sevgi-rahmet pınarı olmasıdır. Bu ailede anne ile baba birbirleri dolayısıyla huzura kavuşurlar; çocuklar bu huzurlu havada dünyayı tanırlar ve hep beraber karşılıklı sevgi-rahmet vasatında şahsiyet kazanırlar.


İslâm ailesinde anne-baba, daima üzerlerine adeta titrenilen değerlerdir. Onlara üzüntü verilmemeye çalışılır. Meşru çerçevedeki arzu ve istekleri derhal yerine getirihr, incitmemeye azami gayret gösterilir. Bu o kadar önemli bir İslâmî hassasiyettir ki, Kur'ân tevhid gerçekliğinin yanında hemen ana-baba haklarına, bir başka ifadeyle kişinin anne-babasına karşı taşıdığı sorumluluğa işaret etmiştir:


"Rabbin, yalnız kendisine tapmanıza ve ana-babaya iyi davranmanıza hükmetmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında yaşlanacak olursa, onlara 'öf bile deme! Onları azarlama; onlara güzel söz söyle! Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarım ger ve: 'Rabbim! Küçükken beni büyüttükleri gibi, Sen de onlara acı”


"De ki: "Geliniz, size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri anlatayım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Ana-babaya iyi davranın! Yoksulluktan korkarak çocuklarınızı öldürmeyin!..."


Hatta şükrün sadece kendisine yapıldığı Yüce Allah, bir yerde anne ve babaya da şükredileceğini bildirerek, üstelik bunun için emir de vererek onların derecelerinin ne yükseklikte olduğunu göstermiştir.


"... Biz 'Bana ve ana-babana şükret' diye insana öğütte bulunmuşuzdur."


Az önce "ana-babanın her isteği yerine getirilir" derken bunu "meşru çerçevede" şartıyla kayıtlamıştık. İşte Kur'ân bu meşru çerçeveyi en genel biçimde "İslâmî değerler ve hükümler" olarak belirlemiş ve şöyle buyurmuştur:


"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler size, Allah'tan, Elçisi'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah, yoldan çıkan toplumu doğru yola koymaz.”


Öyleyse Allah ve Elçisi'nin düzenlemelerine ve bu uğurda cihad etmeye ters düşen ebeveyn istekleri müslümanı bağlamayacaktır. Konuyla ilgili bir başka âyette de şu buyruk yer almaktadır:


"Ey insanoğlu! Ana-baban, seni körükörüne Bana ortak koşman için zorlarsa onlara itaat etme! Dünya işlerinde onlarla güzel geçin! Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz Banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm."


Her iki âyet aslında ailenin gerek kendi iç hayatını, gerekse dış ilişkilerini yani toplumsal ilişkilerini İslâmî değer ve hükümlere göre düzenlemesini öngörmektedir. Bu da şu demektir: İslâm ailesi, Allah ve Rasulü'nün istediği gibi yaşayan bir ailedir.


İslâm ailesinde çocuklar Allah'ın bir emaneti olarak değer taşır. Çocuğu bahşeden, onun cinsiyetini belirleyen Yüce Yaratıcı'dır ve O, ana-babadan bu yavrunun iyi yetiştirilmesini istemektedir:


"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır; dilediğini yaratır. O, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir; yahut hem kız, hem erkek çocuk verir; dilediğini de kısır bırakır. O bilendir, her şeye gücü yetendir."


"Beyinsizlikleri yüzünden körükörüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar kaybetmişlerdir. Onlar şaşırmışlardır, doğru yolda değillerdir."


Ailenin moral gücü, neşesi ve hayat kaynağı olan çocuklar, aslında dünyada girilen en büyük sınavın da konusudur. Çocuklara verilen terbiye, onlara kazandırılan kimlik ana-babanın ahiretteki başarılarmın en büyük belirleyicilerindendir. Ayetleri bir kere daha okuyalım:


"Mallarınızın ve çocuklarınızın da bir sınav olduğunu, büyük ödülün Allah katında bulunduğunu bilin!"


"Ey inananlar! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın! Böyle olanlar ziyana uğrayanlardır." 


"Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan yararlı işler, Rabbinin katında sevapça ve ümit bakımından daha iyidir."


İşte İslâm ailesi bu bilinçle yavrusunu eğitir, onu İslâm şahsiyetinin canlı bir örneği yapmaya çalışır. Lokmân'ın (a.s.) çocuğuna bu yönde yaptığı şu tavsiyeler, Kur'ân tarafından örnek alınmak üzere bize de bildirilmiştir:


"(Lokman öğütlerine devam ederek dedi ki): Yavrum, (yaptığın iyilik veya kötülük) hardal tanesi ağırlığınca bir şey de olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa Allah mutlaka onu getirir. Çünkü Allah'ın bilgisi her şeye ulaşır ve O herşeyi haber alır. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin işlerdendir. İnsanlara yanak büküp yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tutumlu ol, sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir."


Hz. Peygamber'in (s.a.s.), "Bir babanın çocuğuna bırakacağı en büyük miras, iyi bir isimle güzel bir terbiyedir." buyruğu da aynı tesbite vurgu yapmaktadır.


İslâm ailesinin bir diğer özelliği, bu yuvaya mensup herkesin üzerine düşen görevleri bir ibadet vecdiyle yerine getirmesidir. İbadet vecdi diyoruz, çünkü aile bireylerinin görevleri, kısmen Kur'ân-ı Kerim'de, büyük ölçüde Peygamber Sünneti'nde dînî-şer'î bir muhteva ile duyurulmuş ve bu konuda müslümanlar uyarılmıştır. Nisa Suresi'nde yer alan bir âyet-i kerîme sözkonusu görevleri en genel çerçevesiyle şöyle belirlemektedir:


"Allah'ın bazılarını bazılarından üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler kadınları kollayıp gözetirler. İyi kadınlar, gönülden saygılı olup Allah'ın kendilerini korumasına karşılık, saklı olanı muhafaza ederler..."


Hz. Peygamber'in meşhur "Hepiniz çobansınız" hadisi de bu bağlamda hatırlanmalıdır:


"Sizden herbiriniz birer çobansınız ve herbiriniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet yöneticisi bir çobandır ve yönettiği kişilerden sorumludur Evin erkeği bir çobandır ve aile bireylerinden sorumludur Evin hanımı, kocasının evi içinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve bunun yönetiminden sorumludur."


Bir başka sözünde "Sizin en hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olandır Ben de aileme karşı hayırlıyım." şeklinde konuşan sevgili Peygamberimiz hem ahlâkî ve hukukî, hem cinsel ve bedenî hem de medenî gereklerin topluca yerine getirilmesini, "hayırlı olmak" gibi bir vasıfla nitelendirmiştir.


Eşlerin arasında zaman zaman başgösterebilecek kırgınlıklar, hem bu görevlerin ihmaline hem de aile yuvasının dağılmasına bir sebep teşkil edemez: "Ey inananlar! Kadınlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." âyeti yanında şu âyetler de eşler arasında çıkabilecek uyuşmazlık ve dargınlıkların hemencecik bir ayrılış vesilesi yapılmamasını, aksine yaraların sarılmasını istemektedir:


"... Sorumsuz davranmasından korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse, aleyhlerine başka bir yol aramayın. Allah yücedir, uludur. Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Eğer onları düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur. Allah bilendir, haberdardır."


"Ve eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan, yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde ikisine de günah yoktur. Barış daima iyidir. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer güzel geçinir, sakınırsanız Allah yaptıklarınızı haber alır."


Aile dışında kalan insanlara, kısaca topluma yönelik görev ve sorumluluklara duyarlı olmak, İslâm ailesinin bir diğer temel niteliğini oluşturmaktadır. Nasıl müslüman birey sadece kendisini düşünen bencil bir varlık değilse, müslüman aile de kendi topluluğu dışında diğer topluluklara karşı belli bir ahlâkî-hukûkî sorumluluk altında olduğunu bilir.


Bir müslüman ailenin, kendi dışında sorumluluk taşıdığı ilk grup, akrabalardır. Gerek anne gerek baba tarafından aynı sülâle içinde bulunan insanlar yekdiğerinin sevincine ve üzüntüsüne ortak olmak durumundadırlar.


"Kuşkusuz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." buyruğuyla Yüce Allah bu noktanın altını çizmektedir.


Sıla-i rahm dediğimiz akrabalık bağlarının muhafaza edilmesi, Kur'ân-ı Kerim'de iyi bir müslümanm vazgeçilmez vasfı olarak nitelenirken, tersine bu bağa riâyet etmeyip akraba sorumluluğunu gözardı edenler "hüsrana uğrayanlar", "yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, lanetlenip Cehenneme gidenler" olarak nitelendirilmiştir. Şu âyet-i kerîmeleri okuyan akıllı ve bilinçli bir müslüman, tercihini herhalde birinciler yönünde kullanacaktır:


"Onlar, Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten (akrabalık bağlarını koparmayıp onlara iyilik eden), Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir."


"Onlar öyle sapıklardır ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler; Allah' ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar, işte onlar gerçekten hüsrana uğrayanlardır."


"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği şeyleri (bağları koparıp) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar, işte lanet onlar içindir ve kötü yurt onlarındır."


Müslüman ailenin topluma karşı sorumluluğu elbette yakın akraba ile sınırlı değildir. Nisa Suresi'ndeki şu âyet sözkonusu sorumluluğun çerçevesine komşuları, yetimleri, yoksulları, dostları vb. kimseleri de dahil etmektedir:

"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez."


İslâm ailesinin özellikle günümüzde gözardı edemeyeceğimiz bir temel niteliği de ilim, kültür ve sanat bakımından sürekli kendisini geliştirmek olmalıdır. Bu son husus, bir taraftan dünyanın imar edilmesi için gerekliyken, diğer taraftan müslümanların dünyanın geri kalmış toplumları olmaktan kurtulması için önemlidir. Zaten beşikten mezara kadar bilgi ve kültür peşinde koşmayı bir erdem olarak sunan Peygambere, ilim nasipleri kıt aileler, ümmet olarak yaraşmaz. Müslüman aile Hz. Ali'nin (r.a.) tavsiyesine uyarak çocuklarını yarının bilgi ve tekniğiyle donatmalıdır. Böyle olduğu zaman toplum nitelikli, müslümanlar başı dik hale gelirler.


Ana hatlarıyla çizdiğimiz işte bu İslâm ailesi modeli üzerine şekillenen toplumlar, moral değerlerin alabildiğince tahrip edildiği, iffetsizliğin çağdaşlık ambalajıyla sunulduğu, nikâhsız birlikteliklerin aslında tam bir sorumsuzluk vesilesi iken özgürlük diye pazarlandığı günümüzde, insanlığın devamı için bir şanstır. Daha insanca bir hayat, daha huzurlu bir dünya umudu taşıyanlara düşen görev ise anılan bu niteliklerin kendi ailesinde hangi oranda bulunduğunu sorgulamaktır...



İSLÂM AİLE HUKUKU

Y. Doç. Dr. Ahmet YAMAN

Konya S.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak