26 Şubat 2023 Pazar

HİNDİSTAN DİNLERİ

 


Vedizm-Brahmanizm-Hinduizm -Jianizm-Budizm


Hindistan denince biz bugün, İngiltere'nin egemenliği altında kalmış olan kıtayı anlıyoruz. Burada 22 milyonu aşkın insan Hinduizm, 60 milyon kadar insan da İslam dinine bağlıdır. On milyon kadar insan Animist olarak kalmıştır. Burada ayrıca Hristiyanlar, Şıh'lar, Jainist'ler Parsiler de vardır. Bu noktayı böylece saptadıktan sonra konumuza dönebiliriz:


Mısır'da olduğu gibi Hindistan'da da çok ilkel tapınışlardan başlayan ve bunların birçok izlerini taşımakla birlikte hepsini de mucizeli biçimde geride bırakmış olan bir dinle karşılaşırız. Başka hiçbir yerde, insanlık ne fizikötesi alanda bu denli olağanüstü başarılar göstermiş, ne de ruhani yaşamın sırlarını böylesine derin bir tarzda eşelemiştir.


Hindistan'ın dinleri bol miktarda Totemik ve Animist kalıntılar karışımı ile; bazen tektanrıcılığa, bazen de koyu bir tanrıtanımazlığa (Atheisme) doğru yönelen bir çoktanrıcılık biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu düşünce bile insanın bu birlikten yoksun, uçsuz bucaksız alem karşısında duyduğu karışıklık izlenimini açıklamaya herhalde yeter. Bize çok gerekli olan bir açıklığa erişebilmek için, başka yerlerde olduğundan daha çok burada, çok karmaşık bir gerçeğin kimi yönlerini gözden çıkarmak zorunda kalacağız. Mısır Hindistan'a da, niçin Avustralyalılarla Polinezyalılarınki gibi ilkel dinlerle Semit'lerinki gibi en olgunlaşmış dinler arasında yer verdiğimizin nedeni herhalde kolayca anlaşılacaktır. Zaten Paul Mason-Oursel de "Doğuda Felsefe" adlı yapıtında bize hak veren şu satırları yazıyor: "Hindistan her bakımdan, Sumer Mezopotamya'sı ya da Semitlerle Pasifik'in adalardan oluşan adalar alemi arasında ortalama bir yerde bulunmaktadır."


 

 

Hindistan'da başlıca ortodoks, ya da bir ölçüde ortodoks (bu deyimi biz burada "hak dini" olduğunu savunan anlamına kullanıyoruz) bir din olan Brahmanizm'le Hristiyanlık çağından önce en az VI. yüzyılda beliren iki şia'yı Jainizm ve Budizm'i görüyoruz. Brahmanizm, bu dine bağlı olanlarca, Hristiyanlıktan önceki en az VII. yüzyıldan bugüne değin korunmuştur.


Bununla birlikte kimi tarihçiler (Brahmanizm'e daha sınırlı bir anlam vererek) daha eski bir din olan Vedizm'le daha yeni bir olan Hinduizm'i Brahmanlığın kendisinden ayrı tutmaktadırlar. Biz de incelemelerimizde başlangıç noktası olarak bu ayrımı ele alacağız.

Gerek Baltık dolaylarından, gerekse Güney Rusya'dan gelmiş olan ve sonradan Hint-Avrupa deyimiyle adlandırılan gruplar, bugünkü İran'ı işgal etmişler; sonra (kimilerince ileri sürülen kronolojiye göre) M.O. XVI. yüzyılda bunlardan bir bölümü Hindistan'ın Kuzey-Batısını kuşatmıştır. Kimi metinlerde bu Hinduiranlılar sarışın ve yakışıklı olarak nitelenmektedir, bunlar kendilerine Arya (yani soylu, asil) adını veriyorlardı.


Bunlar Hindistan' da Pencab'ı, sonra Ganj vadisini, daha sonra da ülkenin geri kalan yerlerini işgal ettiler. Az-çok esmer, azçok siyah tenli, Güney Hindistan'ın bugünkü Dravidyen'lerine (yani Hindistan'dan Anmım'a dek olan bölgedeki zenci kanı izi taşıyan kavimlere) az-çok benzeyen nüfus yığınlarını egemenlikleri altına alma işini başardılar.


Bu insan grupları Arya'ların istilasından önce ne gibi bir durumdaydılar? Galiplerin kimi sözleri doğru kabul edilerek, bunlar uzun zaman sıradan barbarlar sayıldı. Tersine olarak, daha sonraki zamanlarda Hint bilgini Bannerji ve İngiliz Sir John Marshall M.Ö.3000 yılına doğru İndus nehri vadisinde Vedizm dininden önce kurulmuş olan dikkate değer bir uygarlık bulunduğu tezini savundular. Nitekim İndus havzasındaki Harappa ile Mohenja-Daro'da yapılan çok esaslı kazılar, böyle bir düşüncenin doğması gibi bir sonuç vermiştir. Hatta Kalde'yi ilk işgal eden ve kendilerinden daha ilerde sözünü edeceğimiz Sümerlerin bu kültürün kökü olabilecekleri bile akla gelebilir; bu arada bir Sümer-Draidyen uygarlığından sözedenler bile olmuştur.


Herhalde şu var ki, egemenlik altına giren kavimler, ilkel Totemizmle Animizme fatihlerinden daha yakın bulunmaktaydılar. Bu dinler o sıralarda ya henüz yaşıyor, ya da bir ara kaybolduktan sonra yeniden canlanmış olmalıydı; çünkü bu dinlerden kimi izler yalnız Güney Hindistan'ın en geri halklarının "boş inançları" diye adlandırılan şeyler arasında değil, bugünkü din olan Hinduizm'in içinde şimdi bile ayakta durmaktadır. Bunlar, inek, maymun, yılan gibi kutsal sayılan ve kutsal kalacak olan, ya da hayvan başlı tanrılar haline gelmeye hazır bir takım hayvanlardır: Nitekim bugün de buralarda fil başlı olup Ganeş diye adlandırılan bir tanrı vardır; sonra kutsal bitkiler vardır; belki -Dekkan'da da hala kalmış olduğu üzere- erkek tanrılardan önce varolmuş kadın tanrılar vardır, göksel cisimlere, nehirlere ve özellikle Ganj'a kutsal bir nitelik verilmiştir. Ölülere saygı gösterilmektedir; bir takım büyücülük işlemleri yapılmaktadır; kalkık durumdaki erkeklik organı olan linga büyük rol oynamaktadır. Bunun, evrensel doğum bolluğu ve verimli bereket lehinde büyülü bir etki yapacağı sanılmaktaydı; işte bugün bile Hindistan'da karşılaştığımız bu şeyler, Totemizm ya da Animizmin apaçık kalıntılarıdır; buna göre bu düşünüş ve davranışların AryalıIarın gelişlerinden önce de varolduklarını kabul edebiliriz. Hatta, atalara tapınışla hayvanlara saygıyı bağdaştıran ruhgöçü'nün bu gibi çevrelerde ortaya çıkıp çıkmadığını bile insanın kendine sorası gelmektedir.


İstilacı gelince, bunlar, zihinlerinde öyle büyük bir yer tutan o kurban görüşünü belki de Totemizmden almış bulunmaktaydılar. Ayrıca doğanın içinde bütün bir ruhlar alemi bulunduğuna inanıyorlardı. Fakat bunlarda Animizm daha o zamandan çoktanrıcılık haline gelmiş bulunuyordu: Yani kimi ruhlar, tanrı olmuşlardı. Eski Kapadokya'daki Boğazköy'de yapılan kazılarda M.Ö. XIV. yüzyıldan kalma bir barış antlaşması bulunmuştur. Bu antlaşma Hititlerle, iki yüzyıl önce İran'dan Pencap'a geçenlerin artcıları olan Aryalar (ki bunlara Mitannililer de deniyordu) arasında yapılmıştı. İşte bu antlaşmada Mitannililerin koruyucu tanrıları olarak Indra, Mithra ve Varuna'nın adları geçmektedir ki sonradan bunlar, Vedizmin büyük tanrıları olmuşlardır.


Vedizmin tanımı bu dinin kutsal metni olan Veda'da (ya da Veda'lar da) yapılmaktadır. Veda sözü, bilgi anlamınadır. Bu, gözler yoluyla değil de, kulak yoluyla edinilen bir bilgidir. Metinde "yazılı olduğuna göre" yerine "duyulduğuna göre" denmektedir. Bu ise "kutsal bir sözün duyulmuş olması" demektir.


Metnin en eski parçası olan ve içinde 1.028 övgü (kaside), ilahi bulunan Rig-Veda, söylendiğine göre M.Ö. 1500 ile 1000 yılları arasında düzenlenmiştir; en eski övgülerin M.Ö.'ki ikibin yıllık dönemin ilk bölümünden kalma oldukları sanılmaktadır. Söderblom'a göre bu, "insanlığın en eski Kutsal Kitap'ıdır".

Veda'larda özellikle ayinlerde okunacak övgü ilahilerle büyücülük formülleri, özellikle büyü çözme yöntemleri ve sevgiyi uyandırma çareleri, ayrıca felsefi şiirler ve hatta monden koşuklar vardır.


Dikkate değer olan şudur ki, istilacı Aryaların getirdikleri bu yapıtta, ötedenberi Hindu düşüncesinin en belirgini olarak sayılması adet olmuş bulunan düşüncelerden biri, yani ruhgöçü düşüncesi tümüyle eksiktir.

Veda'larda adı en sık geçen tanrı, İndradır. İndra bir doğa tanrısıdır: Gökgürültüsünün, fırtına ve yağmurun tanrısı o olduğu gibi, aynı zamanda bir çeşit ulusal Tanrı, savaşçı tanrıdır ki kavmi için zafer dolu savaşlar yapar.


Kaba, haşin gücün tanrısı olan İndra'nın karşısında, akıl tanrısı olan Varuna bulunmaktadır. Varuna ilkin Gök, fakat daha çok gece Gökünün, yıldızlı Gökün tanrısıydı. (Bu Vanma sözcüğünü, Grekçede Gök anlamına gelen Uranus sözü ile, eski İran'ın büyük tanrısı Ahura'yı gösteren terime yakın bulanlar olmuştur). Varuna yavaş yavaş doğanın düzgün işlemesini sağlayan Evrensel Düzen tanrısı ve dünyaya gözkulak olup insanlığa yol gösteren ahlak tanrısı haline gelmiştir.


Varuna'nın yanısıra bir de Mithra vardır ki gündüz Gök'ünün ışığın ve aynı zamanda hakkın tanrısıdır (Her şeyi gören tanrı, insanlar arasında adaletin iyice egemen olmasını sağlamaya da yetkilidir.)


Söylentiye göre Varuna ile Mithra'nın anaları, Aditi'dir; Aditi tanrılarla tüm varlıkların ortak özüdür ve belki de ilkel mana'yı simgeleştirmektedir. Kadın tanrıların erkek tanrılara göre önceliklerini bu nedenle bir kez daha gözlemek yerinde olacaktır. Nitekim insan toplumlarında ataerkillikten önce anaerkillik vardı.


Veda övgülerinde ayrıca -Grek';rin Zeus poter'lerinin karşılığı, öteki tanrıların babası olan- Diyaus pitar'ın da adının geçtiğini görürüz. Onun yanısıra Prithivi Matar yani Toprak-Ana; onun oğullarından biri olup Güneş tanrısı olan Surya; (adına Cermen tanrısı gibi Votan da denen) rüzgar tanrısı Vata; yasaları koyan Manu vd. de vardır ki bu sonuncu tanrının adı, Almancada erkek anlamına gelen man terimini de anımsatmaktadır.


Yavaş yavaş tüm bu tanrılar önemlerini yitirmektedirler; ön plana geçenler ise kurban tanrıları ve bu arada özellikle ocak (yurt) tanrısı olan ateş tanrısı Agni ile kutsal sıvı tanrısı Soma'dır.


Zira Veda'ların ana teması, Vedizmin ana düşüncesi, kurbanın değeridir. Ölülerin, sonradan yaşamak için, kendilerine sunulacak cenaze armağanlarıyla beslenmeleri gerektiğinden, tanrıların da kendi onurlarına, ateşin yardımıyla ve törenle kurbanlar kesilmesine ve ölmezlik şerbeti olan somanın sunulmasına gereksinimleri vardır.


Kurban, tanrıların nafakasıdır; kurbanlar ise tanrıları yaratırlar. Böylece de varlığı yaratan, eylemdir. Hindu düşünceleri arasında bir Batılı için anlaşılması en güç olanı, hiç kuşkusuz, bu düşüncedir. Çünkü bir Batılı için harekete geçmek gerçeği yaratmak değil, onu değiştirmek demektir. Hatta buradaki, insandışı, insandan üstün olan bir gerçeği yaratan, insani bir eylemdir.

Tanrıları yarattıktan sonra onları besleyen kurban, onların aracılığı ile insan arzularının giderilmesine olanak verir. Bu arzular öldükten sonra yaşamak, uzun ömürlü, zengin ve erkek evlat sahibi olmak gibi şeylerdir.


Bu dönemde insan için kurtuluş kurban yoluyla elde edilen kurtuluştıır.


Kurban töreni büyücü rahiplerce yapılır. Brahman sözü ile anlatılan kurban formüllerini bilenler, yalnız onlardır: Nitekim kendi kendilerine de Brahman adını vermişlerdir.


Bu durumda onlar, bizim adına kamu hizmetlisi dediğimiz şey değildirler: Zira Devlet dini diye bir şey yoktur. Rahipler başkalarının büyücülük yapmasını yasak ederler ve bunun dine aykırı olduğunu ileri sürerler; fakat büyücülüğü kendi hesaplarına olduğu gibi, hizmetlerine girdikleri özel kişiler hesabına da yaparlar. Bu hizmetleri için onlardan uygun bir ücret, örneğin öncelikle bir veya birkaç inek isterler ki o zaman inek çok değerli bir hayvandı. Rig Veda'nın X. kitabının onuncu övgüsü şöyle sona ermektedir: "İnsan bir Brahmana bir inek verirse dünyalara kavuşur." Bu arada toplumun da dört irsi kasta bölünmeye başladığını görmekteyiz ki bunların en üstünü, Brahmanlar kastıdır. Bunun altında iki Arya kastı vardır ki birisi prenslerle savaşçılarınki olan Kşatriya, öteki hayvan yetiştiricilerle tarımcılarınki olan Vaikya kastıdır; dördüncü olarak renkli insanların, zanaatkarların, işçilerin, kölelerinki olan Çudra kastı gelir. Kast'ların dışında ve altında olanlar ise Parya'lar ya da Çandala'lardır ki bunlar insanlığın en aşağı sınıfı sayılır.

Bununla birlikte Veda döneminin en civcivli zamanında bile bazı kimseler kendi kendilerine şunu sormuşlardır: Acaba bu çok sayıdaki tanrılar, asıl yüce tanrı olan bilinmez bir tanrının çeşitli yönleri değiller midir? Rig Veda'nın X. kitabının 121. övgüsünde bu kaygı, çok görkemli bir biçimde ifadelendirilmiştir:


"O ki can vermektedir, güç vermektedir, gölgesi hem ölümdür hem yaşamdır; kimdir bu tanrı? Kurbanlar keselim onuruna.


O ki karlı dağlarla denizi ve uzaklardaki nehri yaratmıştır, o ki kollarını göklerin içine salmıştır; kimdir bu tanrı? Kurbanlar keselim onuruna.


ki güç verendir ve kurban töreninin ateşini doğuran gözlerini sular üstünde gezdirmektedir; o ki tüm tanrılar üstünde tek tanrıdır; kimdir bu tanrı? Kurbanlar keselim onuruna.


Rig Veda'nın bir başka övgüsü de aynı ruh haline uygun düşmektedir:


"Bilgeler tek Varlığı başka başka adlandırırlar: Agni derler, Mithra derler, Veda derler ona.


Bu metinlerde mana düşüncesinin yüceltilişini ve aynı zamanda · kamutanrıcı (pantheistique tektanrıcılığa doğru bir yönelişi görmek olasıdır.


Kesin olan, bu bölümlerin ateşli bir düşünce yaşamının varlığını görmedikleridir ki Vedizm'den Brahmanizm'e giden dinsel evrim bununla açıklanabilir.

Hristiyanlık çağından önceki IX. ya da VIII. yüzyıla doğru Brahmanlar Vedizm'den, kendilerinin toplumun ilk planında kuşattıkları yeri haklı gösterecek olan bir din çıkardılar. Sözcüğün dar anlamıyla Brahmanizm diye adlandırılan işte budur.


Brahmanizm'in kutsal metinleri Brahmana'larla Upanişad'lardır.

Brahmana'ların Hristiyanlık çağından önceki 800 ile 600'üncü yıllar arasında düzenlenmiş olmaları gerekir. Bunlarda kurbanlarla ilgili ve bunların karmaşık ayrıntılarını ya etimolojilerle, ya da tanrılar üzerine efsanelerle haklı gösteren bölümler vardır.


Upanişad'lar (yani gizli bildiriler) de Hristiyanlık çağından önceki 600 ile 300 yılları arasında düzenlenmiş olsalar gerek. Bunlara Vedanda (yani Veda'lamı vargısı) adı verilmektedir.


Upanişad'larla Hindu metinlerinin en güzellerinden birçoğu vardır.

Sırası gelmişken, Upanişad'ların ne gibi bir raslantı yüzünden XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'ya tanıtılmış olduğunu da anlatalım:


Anquetil Duperron (1731-1805) adında meraklı bir Fransız genci Zerdüşt dinine hayran olmuştu. Gidip bu dini yerinde, Bombay bölgesindeki Parsi'lerden öğrenmek istedi; Hindistan'a gitmek için de yirmi yaşındayken gemici oldu. Dönüşte, İran'ın bu eski dini hakkında Hindistan'dan birçok elyazmaları getirdi. Bunlar arasında, Farsçaya çevrilmiş elli Upanişad da vardı. Anquetil Duperron bunları Latinceye çevirdi. Kitabı birçok Avrupalı ve bu arada büyük Alman filozofu Schopenhauer (1788-1860) için de esin kaynağı oldu.


Söderblom diyor ki: "Upanişad'larda Hind'in şimdiye dek söylemiş olduğu en büyük sözler bulunmaktadır. Upanişad'lardan çıkmakta olan taze ve temiz soluk, ruhları besleyip onarmış, onlara daha özgürce soluk alma olanağını vermiştir. Bugün bile Hindistan'da binlerce insan günlerine Upanişad'ların, yani Veda'ların bir bölümü üzerine düşünceye vararak başlarlar. Bu kutsal metinlerin birlik ve özgürlük, ruhun rahat ve huzuru hakkındaki sözleri Batıda da yankılar yaratmıştır. Schopenhauer şöyle diyor: "Bunları okumak, dünyada en kazançlı, en öğretici işi yapmak demektir. Yaşamımın avuntu kaynağını onları okuyarak buldum ve öleceğim ana kadar bana destek olacak olan, onlardır."

Upanişad'lar çok derin bir felsefeyi açıklamaktadırlar. Bu öğretinin ne çeşit insanların eseri olabileceğini herkes merak etmiştir. Bir cizvit papazının fikrince böyle bir vahyi getirebilecek olanlar, ancak rahiplerdir. Başkalarına göre ise tersine olarak, kurtuluş için beslenen özleyişler, asil Kşatriya'lar olan laikler tarafından gelmiş olmalıdır: Çünkü bunlar pek yüzeysel olan kurban töreniyle kendilerini tatmin edilmiş saymıyorlardı. Kesin olan şudur ki Brahmanlar bu çeşit düşünceleri benimsemişlerdir. Kurban yoluyla kurtuluşa erişme konusunda eskisi kadar ayak diremeyerek, bilgi yoluyla kurtuluşa erişilebileceğini açıklamışlardır. Bilgiye onlar sahip olduklarından, bunları da müritlerine onlar vermişlerdir.

Çeşitli Brahman okullarını çok teknik biçimde incelemeyi bir yana .bırakırsak, Brahmanizmin ana tezlerini şöylece sıralayabiliriz: Brahman'ın özdeşliği (evrenin temel özü); atman (yani derin ben), daha önceki varlıklamı eylemleri (kamran) ile belirlenen ruhgöçü (samsfıra).


Brahman terimi (ki o döneme ilişkin bu terimi, daha sonraki dönemlerin Brahma adlı tanrısı ile karıştırmamak gerekir) ilkin kurban formülünü anlatmak için kullanılmıştır.

"Başlangıçta yalnız Brahman vardı: Tanrıları o yarattı." "Gerçekte, ölümsüz olan Brahman her yerde, önde, arkada, sağda solda, yerde gökte vardır, hazırdır. Yerin gökün, havakürenin, sonra ruhun ve tüm duyuların benliğinde dokunmuş olduğu kimse, odur." "Köpüklerle dalgalar, denizin tüm görünüşleriyle tüm manzaraları nasıl denizden ayrı değilse, evrenle Brahman arasında da hiçbir fark yoktur." "Gerçekte, her şey Brahmandır."

Brahman, duygun imgelerden oluşan dış alemin, "adların ve biçimlerin alemi"nin derin özüdür.


Brahman hem büyülü kudretin ana aracı ve hem de her gerçeğin en yükseği anlamına alınınca, Melanezya mana'sının tam tamına bir "takdim-tehir" i gibi görünmektedir.


Dış alemin özünü böylece keşfettikten sonra, Hindu düşünürleri kendi benliklerine dönmüşler ve ben'lerinin derinliğinde de atman'ı görmüşlerdir. İnsan bedenine bir takım yaşamsal soluklar işlemiş bulunmaktadır; tüm bunlar ise bir tek merkezi soluğa, atman'a bağlıdır.


"Atman ortada, yaşamsal soluklar çevrededir." "Atman, gönlümün derinliğindeki ruhumdur, bir arpa tanesinden daha ufak, bir hardal tohumundan daha küçük, bir pirinç tanesinden daha miniktir. Ve atman, gönlümün derinliğindeki ruhumdur, dünyadan daha geniştir, havaküreden daha geniştir; göklerden ve bu sonsuz alemden daha geniştir."

Atman'da biz, hem yaratılmamış, hem yokolmayacak olan bir gerçeği buluyoruz. Başlangıç, olu (devenir) ve son, ancak dış görünüşlerdir.  


Brahman'da nesnel mutlak'ı, atman'da ise öznel mutlak'ı görünce, Hindu düşünürleri bir ana gerçeği daha keşfedeceklerdir ki o da brahman'la atman arasındaki derin özdeşliktir. Şu halde gerçek mutlak, atman brahman'dır: "Gerçekten temaşası, dinlenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi gereken, atman'dır; çünkü atman'ı gerçekten dinlemiş, anlamış, temaşa etmiş, onun üzerinde düşünmüş olan kimse, bu evrenin tümünü de tanıyor demektir." "insanın derinliğiyle güneşin içinde bulunan, tek ve aynı nesnedir."

Varlığımızın derinliğini kazıdığımız zaman, Varlık'ı buluyoruz. Bütün insan · bilinçlerinin, bütün hayvan ve bitki varlıklarının, bütün gerçekleri derinliğinde bulunan, bu aynı Varlık'tır.

Varolan her şeyin karşısında duymak, hissetmek zorundayız:

Sen busun (Sanskritçesi: Tattvam asi.)


Bununla birlikte "ben" gerçekte özdeşlik halinde olduğu bu evrenden, görünürde ayrılmaktadır.


Varlıkların ve nesnelerin çokluğu, bir kötülüktür. O olmasaydı, acı da olmayacaktı. "Evrenin gözü olan güneş nasıl insan gözüne musallat her hastalıktan uzak ve bağışık kalırsa, tüm varlıklarda bulunan o Tek nesne, yani atman da dünya acısından öylece uzak ve bağışık kalır."


Oldenberg bu metni şöyle yorumluyor:

"Tek ve yargılayıcı Atman'ın çokluk ve oluş aleminde de görünmek istemiş olması çok mutsuz bir şeydir; bu çokluk olmasaydı daha iyi olurdu."

Çokluk dediğimiz bu kötülüğü, benle evren arasındaki bu ayrılığı nasıl yorumlamalı?


Brahman öğretisi, bu olayı açıklamak için Totemizmden uzaktan uzağa esinlenen halk inançlarından samsara (yani ruhgöçü, transmigration) düşüncesini benimsemişe benzemektedir.


Vedizm, Animizmden ölülerin sonradan yaşadıkları düşüncesini alıp korumakla birlikte, aynı varlık tarafından birbirini sonsuz biçimde izleyen yaşamlar sürülebileceğini kesinlikle kabul etmiyordu.


Şimdi ise tersine olarak, bu yaratıkların birden çok oluşlarının yeryüzünde ya da öte dünyalardaki insan ya da hayvan yaşamları içinden birbirini izleyip geçişlerine bağlı olduğu hatıra gelmektedir.


Bu yaşamların her biri, daha önceki yaşamlar içinde yapılmış eylemlerle belirlenmektedir: İşte bu zorunluluk kamımı diye adlandırılıyor. Bu tıpkı, "alacak ve borç haneleri olan manevi bir sermaye" gibidir.


Az ya da çok iyi bir yaşam sürmüş olduğumuza göre, ölümden sonra da az ya da çok yüksek bir yaşama kavuşuyoruz. Yani yeni bir bedene giriş biçimimiz daha önceki hal ve gidişimize bağlı olan bir şeydir.


Böylece din düşüncesi, ahlakın da özü haline gelmektedir: İnsanın yaptıklarının iyi ya da kötü oluşunun ödülü ya da cezası, sonradan daha iyi ya da daha kötü bir bedene giriş biçiminde kendini göstermektedir.


Fakat yeniden doğmak, "dünyanın acılarına" yeniden ortak olmak demektir. Yaşamın böyle sonsuza dek yeniden başlayışı, acıların da sonsuza dek yeniden başlayışı demektir. Kurtuluş nereden gelebilecektir? Bir Brahman metni şöyle diyor: "Kurtar beni, kendimi susuz bir kuyunun dibindeki kurbağa gibi hissediyorum."


İnsan atman'dan başka hiçbir şey istemese, bu mümkün olabilecektir, çünkü sonsuz atman, çokluğun ve acının ötesindedir: "Ölmez olan o, iyilikle kötülüğün ötesindedir; O, yapılmış ya da yapılmamış olanı umursamaz: Bulunduğu yerde ona, hiçbir eylem erişemez."


Oldenberg'in "Yüz çeşit yolun Brahmana'sı"ndan aldığı güzel bir metin, aşağıdaki vahyi açıklamaktadır:


"Nasıl ki işleme yapan bir kadın rengarenk bir kumaştan bir parça alıp bundan bir başka, yeni ve daha güzel örnek çıkarırsa ruh da (ölüm sırasında) tıpkı böylece, bu bedeni kaldırıp bilmezliğin gayyasına atar ve bir başka, bir yeni biçime girer ... ki bu ya tanrısal, ya insani, ya da başka herhangi bir varlığın biçimidir ... Nasıl hareket etmiş, ne türlü davranmışsa o zaman da öyle olur. İyilik yapan iyi, kötülük yapan kötü bir varlık olur; temiz işler yapmışsa temiz, haince işler yapmışsa hain olur ... Kendini arzuya kaptırmış olan için de durum aynıdır. Fakat ya artık arzu duymayan? Arzusuz olan, arzudan sıyrılmış olan, atman'dan başka şey arzulamayan, arzusuna erişmiş olan böyle bir kimsenin bedeninden yaşamsal soluklar çıkıp (başka bir bedene) gitmezler; onun bedeninde toplanıp birleşirler; böyle bir kimse artık Brahma' dır ve Brahma'ya döner. İşte aşağıdaki dizeler de bunu anlatmaktadır:

Bir fani gönlündeki tüm arzulardan kendini sıyırdı mı, Daha bu dünyada ölmezliğe erişip Brahma'ya girer."


İnsan atman'la Brahma'nın tıpkılığına inandığı anda, arzu da sönecektir. İşte bu bilgi yoluyla erişilen kurtuluştur.


Upanişad'lar ben'le evrensel Varlık arasındaki birlikten doğan sevinci kutlamaktadırlar ki bu, aşağıda açıklanmaktadır.


"Gören kişi parlak varlığı, kudret dolu yaratanı, Brahman'ın kendisine özdeş olan Ruhu seyretti mi, o zaman iyilikle kötülüğün üstüne yükselerek, her tutkudan temizlenerek, yüce özdeşliği kavrayabilir ... O zaman gören kişiler atman'ı, hem uzak hem yakın olduğu halde, gönüllerine sinmiş olarak bulurlar. Böylece yetkinliğe erişen, derin bir huzura kavuşan bilge insan, Bütün'le birleşir ve her nesnenin içine işlemiş olan atmana erişir ... Nasıl ki ırmaklar Okyanus'un içinde eriyip giderler, adlarıyla biçimlerini yitirip Okyanus'un kendisi olurlarsa; tıpkı onun gibi, addan ve biçimden sıyrılan bilge insan, öbür dünyanın da ötesinde, ruh'un ışıldayan özü içinde yitip gider ... Brahman ki yüce Varlık'tır, onu tanıyanın kendisi de Brahman olur."


Önemli bir Hindu okulu olan Yoga üstteki, dıştaki ben'i yokedip derindeki, içteki ben'i kalıcı kılmak amacını güden bir takım yöntemler göstermektedir. Bu okulun müridi olan yogin, olduğu gibi olmak çarelerini araştırır. Kimi zaman kımıltısız durarak, kimi zaman soluğunu disiplin altına alarak, kimi zaman da duyularını iptal, düşüncesini teksif ya da her türlü düşünceyi yokederek, çok inceden inceye ayarlanmış bir takım işleri gittikçe ilerleterek yapar. Kimi zaman da "ani ve zorlama bir kendine telkin" yöntemi kişiliğin çerçevesini kırar, fenomenal ya da yüzeysel ben'i öldürür.


Rene Giousset'nin "Doğu Felsefesi Tarihi" adlı yapıtında yazdığına göre: "Gaipten haber verme hassası, her yerde bulunabilme, maddedışı olma yetisi, yogin'in en olağan üstünlüklerindendi. Çilekeşin benliğinde yarattığı kendine telkin, kendinden geçme, hipnoz ve katalepsi halleri ona, çevresi üzerinde adeta bir mıknatıs gücü vermekteydi.


Brahman, ya da onun çömezi, aile ödevlerini yerine getirdikten sonra, oğluna topluluğun yönetimiyle malını mülkünü teslim eder, dünyadan elini eteğini çekerek ormanın derinliklerine çekilip orada sessizlik içinde, dinsel düşüncelere dalar. Ya da dilenci keşiş olur. Oldenberg'in dediği gibi: "Brahman'lar atman'ın kendisini tanıdıkların, döl sahibi, varlık sahibi, malmülk sahibi olma arzusundan vazgeçerek dilenci olup yollara düşerler." Hindu keşişliği de işte böyle başlar; fakir'ler ortaya çıkar. "Bu uzun saçlı, giysi olarak esmer bir kir tabakasıyla kaplı, çırpınarak titreyen kimseler, tanrı bedenlerine girince, rüzgarın peşine takılıp öylece giderler.


Kurtuluş için yeter derecede değilse bile gerekli bilgiye artık sahip olduklarından, Brahmanlar tüm toplum üzerinde ağır bir egemenlik kurdular. Hristiyanlıktan önceki VI. yüzyılda bunların güçlerine karşı gelen iki önemli şia, yani Jainizm ile Budizm çıktı. Bunun üzerine rahipler, yönetimleri altındaki dini halk inançlarına yaklaştırmanın gerekli olduğunu düşündüler. Çoğu kez Hinduizm terimiyle anılan ve gelenekçi yüksek öğretilerle az-çok eski köklere dayanan bir takım boş inançlardan meydana gelme karışım da böyle doğdu.

Düşüncelerin böyle derece derece değişişini doğru bir tarih sırası ile göstermek mümkün olmamakla birlikte Hinduizm'in M.S. ilk yıllarda ortaya çıktığını söyleyebiliriz ki Budizm'in çökmeye başlayışı da o döneme rastlar.


Hinduizm'in kutsal metinleri -daha önceki metinler olan Veda'lar, Brahmana'lar ve Upanişad'lardan ayrı olarak- şunlardır:

Purana'lar ki eski efsaneleri anlatırlar;


Mahabharata ki bu belki M.Ö. 111. ya da II. yüzyılda yazılmış olup sonraki çağlarda baştan başa değiştirilmiştir: Bunun en güzel parçası, tanrı Krişna'yı öven Bhagavat Gita (yani Cennetliğin Şarkısı )dır.


Ramayana, tarihi pek belli olmayan bir destandır ve belki Mahabharata kadar eskidir; XVI-XVII. yüzyıllarda ozan Tulsi tarafından yeniden yazılmış olup tanrı Rama'nın yaşamını anlatmaktadır.



Aydın Hindu'lar eski Brahmanizm'in derin felsefesinin, bazen kötümser yanından ayıklanmış olarak, hala korumaya devam ederler. Bhagavat Gita gibi yapıtlarda bu felsefenin güzel ifadelerini bulurlar.


Örneğin, Tanrı Krişna, kendisinin eski zamanın kişilikdışı Brahma'sının devamı, yani eski çağların hem kurbanı, hem de evrensel Varlığı olan tanrı Brahman ile eş olduğunu anlatır:


"Ben kendim kurbanım, duayım, adakım ve adakın yarattığı iyilikim. Ben kurbanın işlemiyim, kutsal içkiyim ve hem de mihrabın üstünde çıtırdayan ateşim.


Ben tüm nesnelerin anası, babasıyım; doğuran ve koruyan kimseyim, tüm bilgeliğin sonu, temizliğin ve -tüm tanrısal nesneleri içinde toplamış olan- kutsal OM hecesinin, Kelam'ın, Veda'ların ta kendisiyim.


Ben Ses'im, efendi ve besleyiciyim, konut ve evim, sığınak ve dostum, tüm yaşamın kaynağı ve yaşam okyanusuyum. Ben başlangıçla sonum, hazineyim; değişiklikleri ben yaparım, yemişleri durmadan yetişiren tohum da benim.


Güneş ışıkla sıcaklığı benden alır; yağmuru veren ve isterse vermeyen benim. Yaşam ve ölmezlik ben olduğum gibi, ölüm de benim. Ben Varolan'la Varolmayan'ım ...

Bilgelik olarak herkesin gönlünde yeretmiş bulunmaktayım. Ben iyilik yapmanın iyiliğiyim...


Ben her şeyin tanrısıyım; güçlünün gücü, güzel nesnelerin güzelliği, zeki insanların zekasıyım; bilen kişilerin zihinlerindeki bilgi, tanrısal gizemin egemen olduğu sessizlik de yine benim." Evrensel Varlığın keşfi tüm bencil arzulardan uzaklaşmak ve bilgeliğin, yürek huzurunun verdiği rahatlığa kavuşma olanağını yaratır:


"Doğanın işleyişini aldırmaz ve çıkar gütmez bir seyirci gibi hoşlanarak seyreden kimse, onun bir yasaya uyduğunu kabul eder; Bir kimse ki onun için sevinçle acı, bir taşla bir külçe altın, dostla düşman eşittir; bir kimse ki övme ile sövme karşısında her zaman sakindir;

Böyle bir kimse için artık hiçbir şey çekici olamaz; evrende artık hiçbir şey korkutamaz, çünkü hangi yasaya boyun eğdiğini bilir o; biz böylesine, doğayı dizginlemiş kimse deriz...

Keder böyle bir insanı yormadığı gibi, hiçbir zevk de onu neşelendirmez; böyle bir insan ne tamah, ne kıskançlık, ne korku, ne öfke işler; eriştiği bilgelik içinde böyle bir insan, halinden memnun yaşar. O bir keşiştir, bir azizdir, dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimsedir, bütün dış nesnelerden sıyrılıp kendi öz varlığına egemen olarak, kendi iç hayatını yaşar.


Hiçbir kimseye, hiçbir şeye bağlı değildir; her türlü arzudan kurtulmuş olduğundan, mutsuzluk artık onu sarsamaz, mutluluk artık onu heyecanlandıramaz. Gerçek bir bilgenin nitelikleri işte bunlardır."


Bu yüksek felsefe kurgularıyla halk tapınışları arasındaki ortalama, Hinduizm'in kendine özgü bhakti, yani sofuluk düşüncesidir. Bu da bir tanrıya inanmak, bu tanrısal Kurtarıcıyı sevmektir.

Kurtuluş artık kurbanda ya da bilgide değil, böyle bir sevgidedir.


Bu tanrı, kendisine inananların en aydınlarına, gelenekçi, felsefi görüşlere uygun, görkemli vahiylerde bulunur:


"Tüm inancı ve itikadının tüm ateşliliği ile kendini bana adayan kimseyi ben, doğanın tüm güçlerinden bağışık tutarım; benimle içiçe olur o, ben ki Brahma'nın özü Krişna'yım...


Kendini olanca benliği ile bana bırakan, benden başkasını sevmeyen kimse, beni keşfeder ...


Beni tüm varlıkların içindeki tek varlık olarak tanıyan kimsenin benliğinde ben yaşadığım gibi, bu dünyada yazgının kendisini götüreceği yol ne olursa olsun, o kimse de bende yaşar."


Bu tanrı aynı zamanda kadınlarla aşağı kastlara bağlı kimseler gibi en güçsüz, aciz kimselerce de sevilebilir; oysa eski Brahmanizm, bunlara kendi içinde hiç yer vermiyordu: "Rama'nın adını kim söyleyemez, Krişna'nın tasvirini kim süsleyemez, rakseden Siva'nın ayağını kim öpemez?"


Felsefelerin en etkini, evrensel Varlığın birliği içinde insanlar tarafından yaratılmış olan farkların boşluğunu göstermektedir. Böylece bu felsefe, Söderblom'un da dediği gibi: Tasvirlere olan tapınışın en kaba-sabasına bile simgesel bir anlam vermektedir."

Hinduizm'in halk arasında en yaygın olan tanrıları Siva (ya da Şiva) ile, birçok tanrılar arasında Rama ile Krişna'nın da cismine girmiş olan, Vişnu'dur.


Siva yaratıcı yoketmenin tanrısıdır; varlıklarla nesneleri yokedip yetiştiren odur; bir Varlığı hem yokeden, hem vareden bir eylem gösterir. Kendisine hem eğlence alemleri, hem de perhiz ve nefis isteklerini kırma ile tapınılır.


Bu tanrı, Hindu "fallüs"ü olan linga ile simgeleştirilmiştir; onunla içiçedir. Nitekim kendisinden "siva linga" diye de sözedilir.

Ayrıca Durga ve kara renki Kali gibi kanlı tanrılarla da eş tutulur.


Siva çoğu zaman başında bir hilal taşıdığı halde, üç gözlü olarak betimlenir; boynunda ölü kafalarından meydana gelme bir gerdanlık asılıdır. Birçok kolları, baltalarla mızrakları tutup havaya kaldıran elleri vardır, bedenine yılanlar dolanmıştır. Kimi zaman yarı-erkek, yarı-kadındır; çünkü o hem erkek hem kadın sevgili, tüm insanların babası ile anası, şehvet tadıldığı zaman kendisine tapınılan tanrıdır. Kimi zaman rakseder ve çok sayıdaki kolları bedeninin çevresinde bir hale biçimini alır. Kimi zaman da çıplak ya da ağaç kabukları giymiş olduğu halde, perhiz yapan bir keşiş kılığında betimlenir. Bu ise doğayı anlatmak için bulunmuş çok güzel bir simgedir, çünkü Doğanın sinesinde birleşmiştir.



Lotüs çiçeği biçiminde gözlü, Mutlu Vişnu tanrı ise dünyayı korur, sakınır. Yanıbaşında Lakhsmi vardır ki bu, güzellik, aşk, döl ve bolluk tanrısıdır ve inek, ona özgü kutsal bir hayvandır. Vişnu' nun yanında çoğu kez bir güneş kuşu olan Gamda da vardır.


Vişnu dört kollu bir tanrı olarak betimlenir, ellerinde de bir yuvarlak, bir sedef kabuk, bir balyoz, bir de lotüs çiçeği tutar.


Dünyayı kurtarmak için birkaç kez başka başka kalıplara girmiş; sıra ile balık, kaplumbağa, domuz, arslan, cüce; ayrıca Rama ile Krişna olmuştur.

Bir Hindu kralının büyük oğlu olan Rama'yı, bir üvey kardeşin entrikaları yüzünden babası kovmuştur. Bir ormana çekilerek yoksul bir yaşam sürecektir. Karısı olan güzel Sita da onunla gelmek ister. Fakat ifritlerin kralı olan Ravana, güzel kadını kaçırıp Seylan adasına götürür. Bunun üzerine Rama maymunlar kralı ile anlaşır; Hanuman adlı maymun-generalin kumandasındaki maymun ordusuyla Seylan'a girer, Ravana'ya saldırıp onu öldürür, güzel karısı Sita'yı yine elde eder. (Nitekim Ramayana adlı kutsal kitabın birçok sahneleri Kamboçya'daki Angkor Vat tapınağının duvarlarını kabartmalar halinde süslemektedir.)


Vişnu'nun kalıbına girmiş olduğu bir başka tanrı da Krişna'dır ve Hindu tanrıları arasında en çok sevilenlerden biridir. Hindistan' da bugün bile dinsel eşya satan dükkanlarda onun küçük heykellerine ya da resimlerine adım başında rastlanır. Krişna kara, ya da koyu mavi bir tanrıdır, uzun rengarenk gözleri vardır, çoban kızları arasında flüt çalar.


Krişna'nın efsanesi özellikle Hristiyanlara pek alışık oldukları birtakım öyküleri anımsatır. Kızoğlan kız bir anadan, mucizeli bir biçimde bir ahırda dünyaya gelmiştir, kötü bir kralın hışmına uğramış, bu kral onu yoketmek için çok sayıda çocukları öldürtmüştür; mutlu bir raslantı sonucu kurtulunca ilkin kendi halinde bir çoban olmuştur, fakat günün birinde onu alıp tapınağa götürmüşler, o da bilgeliğinin derinliği ile brahman rahiplerini şaşırtmıştır. Erkeklik çağına gelince en şehvet dolu zevklerle en yüce vaızlardan, öğütlerden oluşan garip bir yaşam sürmüştür: Bu bakımdan kendisini Don Juan bir Hz. İsa'ya benzetebiliriz. Tam on altı bin tane sevgilisi vardır, bunlara her şeye boyun eğmelerini ve iyicil olmalarını, çıkar gütmemelerini salık verir.


Bir XII. yüzyıl şiiri olan Gita Govinda bize, Krişna'nın aşklarını anlatmaktadır. Bu şiire Hinduizmdeki "Şarkıların Şarkısı" denilmiştir. Bu şiir Krişna'nın çevresinde hem şehvet, hem sevgi dolu bir tapınış yaratmıştır.


Nihayet Vişnu'ya inananlar onun son olarak Buda'nın bedenine girdiğine itikat ederler; Buda ise Budistler için bir tanrı değil, bir kurtarıcıdır.


Çoğu zaman Siva ile Vişnu'yu Brahma ile eş tutup bir "üçlü" yapanlar olmuştur. Buna göre, kişilikdışı Brahma yaratıcı olarak Brahma'da, yokedici olarak Siva'da, tanrısal inayet olarak Vişnu'da ortaya çıkmaktadır. Fakat bu, halk sofuluğunun bir verisi olmaktan çok, tanrıbilimciler tarafından yaratılmış bir kuramdır.


Hinduizm'de ayrıca daha birçok tanrılar -örneğin bilgelik tanrısı olan fil başlı Ganeş- vardır. Birçok kutsal hayvan vardır ki bunların başında inek, sonra maymun, sonra yılan gelir. Kutsal ağaçlar, kutsal nehirler de vardır ve bu nehirlerin en ünlüsü, Ganj'dır.

Hindu'lar ruhgöçüne inanmayı sürdürmektedirler. Cenaze töreninin usule, adaba uygun, doğru bir biçimde yapılması, sonradan daha iyi bir bedene girmeleri konusunda ölülere yardım edebilir.

Ölüler yakılıp külleri Ganj nehrinin suları içine serpilirse, kendilerine hizmet edilmiş olur.

Kast'lar (yani toplumun sınıflara bölünüşü) rejimi, toplumun temeli olmaya devam etmektedir. Kast'lar rejimi bir Brahman anlayışı olan kannan ile sıkı ilişki halindedir. Sylvain Levi'nin dediği gibi: "Eğer şimdiki doğum, önceki eylemlerin toplamının bir sonucuysa toplumun değiştiremediği bir şeyi gözetip korumaktan başka yapacağı şey yoktur. Kan aristokrasisi yüksek hakkın, doğal hakkın verdiği bir aristokrasidir." İlke olarak kast, beslenme ve evlenme bakımından bazı zorunluluklarla bağlı, kalıtsal ve mesleksel bir gruptur. Bu zorunluluklar kadının çok aşağı bir durumda tutulmasına yol açar.


İşbölümü yayıldıkça kast'ların sayısı da sonsuz biçimde çoğalmıştır. Fakat Brahman'lar yönetici kast olmayı sürdürmektedir.


Mahatma Gandhi gibi kimi aydın Hindular kast'ları birbirlerine yakınlaştırmak ve özellikle -toplumun en aşağı derecesinde yer almış- kastdışı kişiler olan ilişkileri daha insani hale sokmak için büyük çaba göstermişler ve göstermektedirler.


Hinduizm' de tapınış tanrı'ları yüceltmekten, onların onurlarına ya da kutsal hayvanlarına özen gösterip gözetmekten, kutsal nehirlerde yıkanmaktan, en uğurlu tapınaklara, özellikle Benares'e ziyaretler yapmaktan ibarettir.

Hindistan'da dinsel yaşamın merkezi, her zaman -"dünyanın göbeği" olan - Benares kentidir. Hacıları, fakirleri, kutsal inek ve maymunları, iki bin tapınağı, sayısız daha küçük tapınakları, beş yüz bin tane tanrı heykeli, kutsal hamamları, cenazelerin yakıldığı odun yığınları ile bu kent, dünyada gorülmemiş çok olağanüstü bir manzara yaratmaktadır.

Büyük Hindu şia'larını incelemeden önce Hinduizm'le Müslümanlığın bir birleşimi olan ve XV-XVI. yüzyıllarda başlamış bulunan Şia İslamı dini ile, Vişnuizm, Budizm ve Hristiyanlığın bireşimi olan ve XIX. yüzyıldan kalmış bulunan Brahma Samaj'ı da anmak yerinde olur.


XIX. yüzyılın sonunda yaşamış dikkate değer iki Hindu kişisi olan Ramakrişna ile Vivekananda'da da bunlara benzeyen bir düşünceler karışımına raslanmaktadır.

Brahman'ların dini olan "ortodoks" hindu dininin karşısına, M.Ö. VI. yüzyılda iki şia çıkmıştır. Bunlar, yalnız Hindistan'da etkinlik göstermiş olup bugün bile varolan Jainizm ile, Hindistan'dan kovulup Asya'nın içerilerine yayılan ve orada hala çok sayıda inananları bulunan Budizm'dir.

İki din arasında birçok benzerlikler vardır.

Bu dinler, kast'larından ayrılmış olan insanları birleştirirler; bu insanlar da güçlü bir kişi tarafından ileri sürülen bir ülküyü tüm bir özgürlükle benimserler ve bu yeni yaşam anlayışını yaymak için birleşirler.


Her iki grup da daha önceki dinin tapınma yöntemlerini reddederler, Veda geleneklerine ve o zamana dek tapınılan tanrılara aldırmazlar ve kast'lar rejimine de hiç önem vermezler.


Yeni dinin kurucusu ortaya bir tanrı olarak çıkmamaktadır; bu bir insan, bir haberci, bir kurtarıcıdır. Jainizm de Budizm de kurtuluş dinleridir.

Jainizm, Budizm' den biraz önce ortaya çıkmıştır.

Onun kurucusu da, Buda gibi bir tşatriya'lar (yani savaşçılar ve prensler) ailesindendi. Kendisine Mahavfra (Büyük Kahraman) ve ına (Muzaffer) adı verildi. Perhizle geçen bir yaşam sürdü, hiçbir giysi giymedi. Öğretisini, kendisinin de bağlı olduğu soylular çevresinde yaymaya başladı. Birçok müritler edindi. Söylendiğine göre de yetmiş yaşındayken öldü.

Jainizm de Budizm gibi, Tanrıtanımaz bir dindir: Yaratış diye bir şey olmamıştır: Dünya sonsuzdur. Bir nesneyi yoktan vareden bir yaratış düşüncesi, aklın almayacağı şeydir. Yaratan da yoktur. Nesnelerin köklerinde zaten mükemmel Varlık da yoktur. Mükemmellik ancak insan çabalarının ülküsel amacıdır.


Jainizm de Budizm gibi ruhgöçünü kabul eder. O da Budizm gibi çok yüksek ahlak kuralları öne sürer: İlk kural, hiçbir canlı varlığa kötülük yapmamaktır.


İki şia arasındaki başlıca fark, Jainizm'e bağlı olanlara çok sıkı bir perhiz önerisinde bulunmasıdır. Orucun değerli olduğunu ileri sürer. Başlangıçta üyelerinin çıplak gezmesini de emretmişti. Sonra, zayıf kimselerin hafif bir urba giymelerine izin verdi. Hatta bu bakımdan giyinikler ile çıplaklar, beyaz giymişler ile hava giymişler arasında bir mezhep ayrılığı bile oldu.


Perhizi, nefis isteklerini kırmayı son haddine dek götüren Jainizm, sonunda intiharı da övmüştür: İnsanın aç durarak kendisini öldürmesi çok iyi bir şeydir, demiştir. İnananların bir bölümü keşişler ve özellikle dilenci keşişleri; öbür bölümü de bir çeşit dinsel tarikat üyeleri gibi yaşayan laiklerdir.  


Jainizm'in Hindistan'da bugün bile üyeleri vardir. Sayıları bir buçuk milyon kadar olan Jain'ler özellikle Ahmedabad bölgesinde yaşarlar.

Jainizm gibi M.Ö. VI. yüzyılda ortaya çıkmış olan Budizm de dünyada çok önemli bir rol oynamış ve oynamaktadır.


Bu dinin kutsal metnine Sanskritçede Tripitaka; Orta Hindistan'da konuşulmakta olan ve kimilerince Buda'nın dili olduğu sanılan pati dilinde de Tipitaka (Üç Sepet) denir. Sepetlerin birincisinde keşişlik kuralları, ikincisinde kurtuluş çareleri, üçüncüsünde felsefi ve özellikle psikolojik görüşler vardır.



Söylentiye göre Buda'nın ölümünden hemen sonra müritleri bir takım yazıları toplamışlar sonradan bu yazılara yavaş yavaş başkaları da eklenmiş. Bu metinlerin gerçekliğini doğrulayan "Knon" yani kudl, okullara ve eğilimlere göre değişmiştir. Pali kanon'u ancak Hristiyanlık çağının başlangıcında bitirilebilmiştir.


Hint uzmanı Alman Max Müller'e göre Brahman dini kutsal kitap'ların en eskisine sahip bulunmaktadır; Budizm ise Kutsal Kitap'ların en kalınına sahip olmakla övünebilir.

Budizmi çok sayıda başka dinlerle karşılaştırdığımız zaman onun özgün yanı şudur: Kimi noktalarda toplumsal çevrenin geleneklerine karşıt olan bu öğreti kurucusu tarafından kendi yaşam deneyiminin içinden çekilip çıkarılmıştır.


Onun için ilkin bu yaşamı tanımanın önemi vardır. Pek açık biçimde efsanevi olan kimi ayrıntılar bir yana bırakılarak, bu· yaşam şöylece özetlenebilir:

Henüz Buda olmayan, fakat sonradan bu adı alacak olan Gotama, M.Ö. VI. yüzyılın ortalarına doğru Kuzey Hindistan'da, Himalaya yakınlarında dünyaya gelmiştir. Küçük prensler olan Sakya ailesindendi: Şiir dilinde kendisine verilen Sakya ailesinin Bilge insanı (Sakya Afuni) adı da buradan gelmektedir.


Doğumundan birkaç gün sonra, annesi Maya öldü.


Gotama ilkin soylu ve zengin delikanlıların lüks yaşamını sürdü. Bir oğlu oldu. Bu elverişli dış koşullara karşın derin bir melankoliye tutuldu.

Bir budist efsanesi onun ne gibi konuları düşündüğünü bize öğretmektedir ki bunun adı, Dört Rastlayış'tır. Gotama sarayından çıkar; yaşlı bir kişiye rastlar, eninde sonunda yaşlanmayla bitecek olan gençliğin boş şey olduğunu anlar. Bir başka kez yine sarayından çıkar, bir hastaya rastlar, günün birinde sağlığın yerini hastalığa bırakacağını keşfeder. Bir üçüncü kez sarayından çıkınca bir cesede rastlar, kendi kendine: Ölüm kaçınılmaz olarak geleceğine göre, yaşamak niye? der. Bir dördüncü kez, sarayından çıkışında, mutlu ve sakin yüzlü bir keşişle karşılaşır. Bunun üzerine keşişin örneğine uymaya, lüksten vazgeçmeye, dinsel gerçeği ve gönül rahatını arayanların özgür yaşamını sürmeye karar verir.


Yirmi dokuz yaşındayken mehtaplı bir gecede sarayından ve ailesinden ayrılır. Yedi yıl boyunca çok sıkı perhizler yapar, oruçlar tutar, hemen hemen hiçbir şey yemez, kendisiyle birlikte yaşamakta olan ve perhiz yapıp oruç tutan beş kişi daha vardır, onlar da onun bu yiğitçe çabasına hayran kalırlar.


Fakat Gotama bu perhizlerin, oruçların insanı ne mutluluğa, ne de kurtuluşa götürmediklerini anlar; bu boş yöntemlerden vazgeçer, yıkanır, yitirdiği gücünü yeniden edinmek için yemeğe başlar. Keşişler onun bu düşüşü karşısında umutsuzluğa kapılırlar, arkadaşlarından ayrılırlar.

O sıralarda otuz altı yaşında olan Gotama, kendi iç alemine kapanıp düşüncelere dalar. Bir incir ağacının altında oturmaktadır ki buna sonradan bilgi ağacı adı verilecektir, 8 Aralık gecesi, gerçek karşısına çıkar. Bundan böyle o artık Buda, yani Nura kavuşan, Bilen, Kurtaran kişi olacaktır. 8 Aralık, Budizm'in kutsal gecesidir. Bütün insanlık için yeni bir çağ başlamaktadır.


Buda dört kere yedi gün bilgi ağacının altında kalarak "kurtuluştan ileri gelen mutluluğun zevkine varır". Daha sonraki bir efsane Buda'yı, Budizm'in şeytan'ı olan Mara tarafından baştan çıkarılmak istenirken, ve Buda'yı da bu düşmanı yenerken betimler.


Derken bir fırtına patlak verir, yedi gün sürer. Buda, kendisine yedi kez dolanmış bir yılan tarafından korunduğu halde, gönül rahatlığını korur. Yılan bir delikanlı kılığına girince, Buda ona ilk sözlerini söyler (bunları Incil'in yazdığı "öbür dünyadaki Yedi Mutluluk"a benzetebiliriz):


"Gerçeği bilen ve gören mutlu kimsenin yalnızlığı ne hoştur: tuttuğu yoldan ayrılmayan, hiçbir varlığa kötülük yapmayan kimsenin hali ne hoştur, hiçbir tutku, hiçbir arzu duymayan kimsenin hali ne hoştur; ben'in inatçılığını yenmek, gerçekten, mutlulukların en yücesidir."

Buda keşfettiği gerçeği, ya da gerçekleri yaymayı düşünmektedir. Bunları ilkin eskiden yapmış olduğu dindarca çabalarda kendisine arkadaşlık eden beş keşişe açıklamak ister. Gidip Benares'te bunları bulur. Perhizci keşişler, Buda'yı tasarılarından vazgeçip yine lüks dolu bir yaşamın içine düştüğü için kınarlar. Buda onlara şunu anlatır. "Her iki aşırı uçtan,yani iğrenç ve boş olan bir zevk ve safa yaşamından da, iç karartıcı ve boş olan bir perhiz ve oruç yaşamından da sakınmak gerekir; bilgiye, gönül rahatlığına, mutluluk dolu bir hiçliğe erişmek için ikisinin ortasından geçen yoldan gitmek gerekir."


Bunun üzerine Buda beş keşişin karşısında ünlü Benares Vaazı'nı verir ki bu, onun bütün öğretilerini dört kutsal gerçek'te özetlemektedir.


Beş keşiş inanırlar; Üstadı yüceltirler; Budist Topluluk'un da ilk beş üyesi olurlar.


Ondan sonra Buda'nın ömrü gerçeği yaymak, vaazetmek, kendi dinine adam toplamakla geçer. Kast ayrılıklarına hiç aldırış etmeksizin, en sıradan işçilerden krallara dek herkesi kendi dinine kabul eder. Hepsine de dinsel yaşamın kapılarını açar: Bu, çok derin bir ahlak devrimi olur.


Budizm yalnız alt düzeydeki insanları değil, toplumun içine almadığı, düşmüş insanları da kalkındıracaktır. Buda'nın en sadık çömezi olan kendi kuzeni Ananda, bir kuyunun başında günahkar bir kadınla karşılaşır, kendisiyle çok yumuşak bir eda ile konuşup onuda Buda dinine geçirir.


Buda yaşlanınca gücünün, kuvvetinin azaldığını duyar. Seksen yaşında da Nirvana'ya girmeye karar verir.


Kusinara'da, bir çift ikiz ağacın altındadır. Ağaçlar, mucizeli biçimde çiçeklenivermiştir. Buda muritlerine veda eder. Kendi yakınlarından en sevdiği olan Ananda'nın ağlamak için saklandığını öğrenir. Sevgi dolu bir sesle onu yanına çağırır, kendisine şöyle der:


"Ey Ananda, böyle ağlayıp sızlama, umutsuzluğa kaptırma kendini. Sana daha önce de demedim mi:? İnsanın sevdiği her şeyden, hayran olduğu her şeyden, bunların hepsinden ayrılması, yoksun kalması, sıyrılması gerekir. Doğan, yaratılan, elle yapılan, dolayısıyla geçici olan her şeyin yokolmaması mümkün müdür, ey Ananda? Olur şey değildir bu. Fakat sen, ey Ananda, sen uzun zaman Mükemmel'e karşı sevecenlikle, iyicillikle dolu bir saygı gösterdin; bunu yapmacığa sapmadan sevinçle, sınırsız biçimde, düşüncenle olduğu kadar sözlerin ve eylemlerinle de yaptın. Sen iyilik yaptın, ey Ananda; tuttuğun yolda direnirsen, çok geçmeden tüm günahlarından arınacaksın.

Müritlerine son olarak: "Yılmadan savaşınız," dedikten sonra da Buda ölür.

Güneş doğarken kentin kapılarında toplanan müritlerle Kusinara soyluları, onun cesedini yakarlar.

Yukarıda anlattıklarımızın tarihsel bir değeri olduğu kabul edilebilir mi? Buda gerçekten varolmuş mudur? Bu soruya çeşitli yanıtlar verilmiştir:


Hollandalı bilgin Kern, özellikle Kuzey (Nepal, Tibet, Çin) deki Budistler arasında yaygın olan efsanevi bir özgeçmişe, Lalita Vıstara'ya dayanarak, Buda'nın Krişna kadar az tarihsel bir esatir kişisi olduğunu ileri sürmektedir.


Bir Hint uzmanı olan Fransız Senart ise Buda'yı bir güneş efsanesinin kahramanı yapmıştır. Güneş nasıl karanlıklardan çıkmışsa, Buda da (Hayal, serap anlamına) Maya'dan çıkmıştır; güneş doğar doğmaz karanlıklar nasıl kaybolurlarsa, Buda'nın anası da onun doğumundan sonra ölmüştür. Buda Şeytan'ı altetmiş, zafer dolu bir yaşam sürmüş, güneşin bulutları yendikten sonra yükselip ışıldayan yuvarlağını gökyüzünde döndürüşü gibi, o da "yasanın çarkını döndürmüş"tür. Sonra, güneşin ufka inişi gibi, o da yere inmiştir. Varlığının sona erdiği odun yığınının alevleri, batan güneşin son ışıklarıdır.


Bu ustalıkla varsayıma Lalita Vısta'nın çokca karıştırıldığı ileri sürülmüştür. Nitekim Sahte İncil denen bir kitap vardır ki bu, İsa'nın tarihselliğini inkar eder. Bu Sahte İncil'e dayanarak İsa'nın tarihsel olmadığını ileri sürmek nasıl yanlışsa, Buda için Lalita Vistara'yı ileri sürmek de o denli yanlıştır. Nitekim Solomon Reinach biraz da alaylı bir biçimde, Napoleon'un da bir güneş efsanesinin kahramanı sayılabileceğini ileri sürmüştür: Çünkü o da bir adada doğup bir adada ölmüştür, yılın nasıl on iki ayı varsa onun da on iki mareşali vardır vb.


Senart, yapıtının ikinci baskısında, geleneğe dayanan öykülerde "sahte saymak için hiçbir kesin nedene sahip olmadığımız belirli sayıda ögeler" bulunduğunu; birçok ayrıntının öykünün geri kalan bölümü üzerinde belirgin halde bulunan tarihsel bir renge, gerçekçi bir niteliğe sahip bulunduklarının kuşkusuz olduğunu kabul etmiştir.


Oldenmberg ise Budanın tarihselliğine inanmaktadır. Buda'nın ölümü ile ilk ruhani meclisin toplantısı arasında yalnız yüz yıllık bir zaman geçmiştir: Bu meclis ise, toplantısından çok önce Buda'nın yaşamına ve öğretisine dayanılarak yazılan metinleri benimsemiştir. Öte yandan Jainist metinlerde de Buda'nın adı geçmektedir.


Bundan başka, Buda'nın doğduğu yerin neresi olduğu da buraya M.Ö. 111. yüzyılda büyük budist kral Asoka tarafından diktirilen (ve 1896 da keşfedilen) bir anı taşı sayesinde bulunmuştur. Üstadın geçtiği ve tüm müritlerinin, örneğin budist Çin hacılarının da mola verdikleri konakların hepsi saptanmıştır. 1898'de yadigarlara özgü bir tepede bir de vazo bulunmuştur ki, üzerindeki yazıya göre bunun içinde Buda'nın külleri vardı.


Söderblom bu olaylardan, "Budanın tarihselliğinden kuşku duyulamayacağı sonucuna varmaktadır.

Buda ölüm döşeğinde Ananda'ya şöyle demişti: "Ben ölünce öğrettiğim ve vaazlarımda belirttiğim öğretiler size hocalık edecektir."


Bu öğreti her şeyden önce kişinin her konuyu özgürce incelemesi, özgürce denemesi esasına dayanmaktadır; ve sırf bu noktadandır ki, tüm diğer dinsel öğretilerden ayrılmaktadır. Buda şöyle diyor:


"Bir şeye sırf kulaktan duydunuz diye inanmayınız; birkaç kuşaktanberi değer veriliyorlar diye, geleneklerinde doğru olduğuna inanmayın ... Sırf hocalarınızın ya da rahiplerin otoritesine dayanıyor diye hiçbir şeye inanmayın. Ancak kendi hissettiğiniz, denediğiniz ve doğru olarak kabul ettiğiniz, kendinizin ve başkalarının iyiliğine olan şeylere inanın ve tutumunuzu onlara uydurun."


Kişisel akla olan bu inanç öylesine kesin olarak belirtilmiştir ki Budizm ilk ağızda bir din değil, bir felsefe sanılabilir. Bununla birlikte o, yine de bir dindir. Çünkü amacı kesinlikle soğuk bir gerçeği bulmak değil, fakat ruhları kurtarmaktır. Buda diyor ki:

"İnsan nasıl ki engin denizi bir tek tatla tuzun lezzetiyle anlarsa, bu öğreti ve bu kural da bir tek tatla, kurtuluşun tadıyla anlaşılıverir."


Durkheim Budizm'i gerçek bir din olarak görmektedir. Çünkü bunda bir insan topluluğu, kutsal olanla olmayan arasında az çok ayrılık bulunduğunu kabul etmektedir. Benares Vaazı'nda anlatılan dört gerçek, kutsaldır.

Tüm öğretiyi içinde özetleyen bu dört gerçek nelerdir? Bunların birincisi, acı hakkındaki gerçek'tir: Yaşam acılarla doludur.

"İşte, ey keşişler, acı hakkındaki kutsal gerçek. Doğum acıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acıdır, ölüm acıdır, sevilmeyenle birleşmek acıdır, sevilenden ayrılmak acıdır, arzunun gerçekleşmemesi acıdır, bizi kendilerine bağlayan tüm nesneler acıdır."


Budist şia'sı, "ortodoks" öğretiden ruhgöçü düşüncesini almış olup korumaktadır da. Buna göre, acı dolu bir halin gerisinde ve ilerisinde sonsuz bir acı geçmişiyle engin bir acı geleceği uzayıp gitmektedir. Buda bu kötümser buluşu anlatmak için çok yüce bir ifade tarzı kullanmıştır:


"Ne dersiniz ey müritlerim, dört büyük okyanustaki su mu daha çoktur, yoksa dökülen ve sizin de döktüğünüz gözyaşları mı? O gözyaşlarınızı sizler rasgele, boş boş dolaştığınız o uzun yolculuğu yaparken döktünüz: Nefret ettiğiniz nesneden pay alıp sevdiğiniz nesneden alamadınız diye ağlayıp inlerken döktünüz bu yaşları ... Bir ananın ölümü, bir babanın ölümü, bir kardeşle kızkardeşin ölümü, bir oğulun ölümü, bir kızın ölümü, hısımların ölümü, malın mülkün yitirilmesi... Uzun çağlar boyunca tüm bu acılara uğradınız siz. Siz çağlar boyunca bu sınavlardan geçerken dört büyük okyanusta olduğundan daha fazla gözyaşı döküldü."


Evrensel acı varlıkların, nesnelerin, duyguların devamlı olmayışından ileri gelmektedir. Her şey geçer; insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur. "Ey keşişler, size acıdan başka şey duymadığımı söylüyorsam bilin ki bu, tüm nesnelerin sürekli olmayışından ileri gelmektedir."

Budizm'in Brahmanik öğretilerin çoğundan ve özellikle Upanişad'lardaki Brahmanizm'den ayrıldığı nokta işte budur: Ne madde dünyasında, ne de ruh dünyasında sürekli hiçbir şey yoktur. Evren yoktur, öz yoktur, öz-ruh yoktur. Ancak hal'ler vardır -ki bunların koşulları kendilerinden öncekiler tarafından meydana getirilir- bu haller geçici olarak biraraya gelip yalan ve boş bir evren, yalan ve boş bir "ben" yaratırlar.

Oldenberg diyor ki: "Brahmanların kurgusu her oluda varlığı kavrar; Budistlerinki ise her görünen varlıkta oluyu kavrar." Nedenselliklerle sonuçlar olu aleminde belirdiklerinden, Oldenberg şunları ekliyor. "Birinci nedenselliksiz öz, öbüründe özsüz nedensellik vardır."


Temel yasa, nedenselliksizleri sonuçlara izleten kannan'dır. Bu simge kendi çevresinde dönen bir çarkla simgeleştirilmiştir ki bu olu çarkı'dır. Karman, yani kendi çevresinde dönen tüm, bu dıştözel alemi yaratan kumaştır.


Bu gözlemler ise ikinci kutsal gerçeğin, yani acının kökü üzerindeki gerçeğin anlaşılmasına yardım edecek niteliktedir:

"Ey keşişler, işte acının kökü hakkındaki kutsal gerçek: Hayata susamışlıktır ki insanı yeniden doğuşun birinden ötekine götürür. Bunun yanısıra da zevkle zevkini şurada burada bulan aşırı tutku vardı: Zevke susamışlık, yaşamaya susamışlık, sürekli olmayana susamışlık gibi."


İşte burada, Budist öğretinin anlaşılması en güç düşüncelerinden biriyle karşılaşıyoruz. (Nitekim daha önce incelediğimiz Veda öğretisinde kurbanın tanrıları, eylemlerin ise varlığı yarattığı düşüncesinin anlaşılması da öylece güçtü.) Burada varlığı yaratan anudur. Varolma arzumuz bizi varlığa bağlar; yaşama olan susamışlığımız bizi ölümden sonra bile yaşatır, bir başka bedene sokar ve yeniden acı çekmemize yol açar.


Ya da -çünkü bu ifade tarzı bir öz-ruh bulunduğunu sandıracak biçimdedir- arzu yüzünden, insanın görünürdeki bireyselliğini oluşturan birçok haller birbirlerini kendi içlerine çekerler ve ölümden sonra bile birbirlerini çekmeyi sürdürürler.


Buda'nın acıyı anlatmak için ileri sürdüğü ve insanlığın kurtuluşu için gerekli bulduğu derin metafizik işte böyledir. Ancak, örneğin dünyanın zaman ve mekan içinde bitimsiz mi, bitimli mi olduğunu bilmek türünden öbür metafizik sorunlara gelince, Buda bunları çözmeye uğraşmamakta ve hatta ortaya bile atmamaktadır. Tıpkı sonradan İsa'nın da yaptığı gibi o, kendini bir hekime benzetmektedir: Zehirli okla yaralanmış insanı iyileştirmeye başlamadan önce, oku atan kimsenin hangi kast'tan, hangi aileden olduğunu, boyunun bosunun nasıl olduğunu mu incelemek gerek?  "Ben bir şeyi açıklamamışsam, onu açıklanmamış olarak bırak; açıklamışsam da onu açıklanmış olarak bırak." Oldenberg diyor ki: "Budjzm, kökünü ahlaksal bir yarardan almayan her türlü metafizik yarara karşı yabancı durumdadır."

Kutsal gerçeklerden ikincisi, yani acının yokedilmesi üzerine olan gerçek, üçüncüyü hazırlamak amacını gütmektedir. Bunun ahlaksal sonuçları da önemli olacaktır:


"İşte ey keşişler, acının yokedilmesi üzerine olan gerçek: Arzunun tümüyle yokedilmesi (yaşamaya olan) susamışlığın söndürülmesi ancak bu arzuyu uzaklaştırarak, bundan vazgeçip sıyrılarak, buna yer bırakmayarak mümkün olur."


Böylece, insanın yönelmesi gereken amaç, arzunun yokolmasıdır; o arzu ki bizi dış nesnelere bağlar ve benliğimizi o an için meydana getiren çeşitli öğreleri birleştirir. Yüreklerimizden yaşamaya olan susamışlığı yokederek, varolmaktan, dolayısıyla acıdan da kurtulmuş oluruz. Hiçbir çıkar gütmeyen insan kendini doğum ve ölüm dünyasından da sıyırır; bencilliği ile birlikte bireyselliği de kaybolur: Artık Nirvana'ya girmiştir o.


Nirvana, "arzunun yokolması, hıncın yokolması, doğru yoldan çıkışın yokolması"dır. Bu dört kutsal gerçeğin cahili olmanın artık sona ermesidir; o cahillik ki, yaşamaya olan bağlılığın kökünü oluşturur:


"Dört kutsal gerçeği olduğu gibi görmediğimden, bir doğumdan öbürüne giden uzun yolu aştım. Şimdi onları gördüm artık: Varolmanın seli durdu. Acının kökü kurudu. Bundan sonra yeniden doğuş yok artık."


Buna göre Nirvana bireysel varlığın yokoluşu ve bunun ayrılmaz parçası olan acının sönmesidir. Fakat bireysel varlığın yokolması acaba tüm varlığın yokolması, salt yokluk mu demektir? Yoksa, tersine olarak, bizim bireysel varlığımızdan çok farklı olduğu için kendisinden ancak olumsuz terimlerle sözedebileceğimiz bir varlık; her bireyselliğin sınırlarının Mutlak'ın içinde silindikleri üstün bir varlık mı demektir? Bu önemli soru çeşitli Budist okullar ve Budizm'in çeşitli kuramcıları tarafından çeşitli tarzlarda çözülmüştür.


Nirvana'ya, bu ülküsel amaca varlıklar ancak bir yaşam boyunca ilerleyerek ulaşırlar. Buna karşın, böyle bir ilerleyişin bir yaşamdan ötekine geçen aynı ruhun sürekliliği anlamına geleceği ve böylece de Brahman'ların öz-ruhuna dönülmüş olacağı gibi bir karşı çıkış ileri sürülebilir. Budist düşünürleri buna da şöyle yanıt veriyorlar. Yaşamlar dizisinde nöbetleşe yer alan varlıklar ne tıpatıp aynı, ne de birbirlerinden tümüyle başka varlıklardır: Tıpkı gece boyu yanan bir alevin hiçbir zaman tümüyle aynı, ya da tümüyle başka olmayışı gibi! Herhalde şurasını bilmekte ahlaksal yarar vardır: Yaşamlar dizisinde kötü eylemler "akılsız kimsenin ayağına dolaşırlar", ve "iyilik yapan kimse bu dünyadan ötekine geçtiğinde yaptığı iyilikler onu, tıpkı bir yolcuyu dönüşünde karşılayan hısımları ve dostları gibi karşılarlar." Öznenin aynı olmayışının böyle bir inancı önlediği yolundaki metafizik karşı çıkış ise arzudan doğan kötü bir düşüncedir ki Buda bunu kınamaktadır.

Buna göre, ahlaka götüren yol artık açılmış demektir. Böylece de kutsal gerçeklerin dördüncüsüne ve sonuncusuna, acının yokedilmesine götüren yolla ilgili gerçeğe ulaşılmış olur:

"İşte, ey keşişler, acının yokedilmesine götüren yolla ilgili gerçek. Bu, sekiz kola ayrılan bir yoldur ki adına katıksız inanç, katıksız irade, katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları, katıksız çalışma, katıksız bellek, katıksız düşünce denir."


Bu skolastik bölüşleri bir yana bırakarak, Budist ahlakın kurallarıni Buda'nın son dünyevi yaşamındaki mükemmelliğe erişmeden önce sürmüş olduğu yüzlerce yaşamla ilgili daha birçok metinlerden, dörtlüklerden, simgelerden, efsanelerden de çıkarabiliriz.


Budizm'de neyi yapmamak gerektiğini emreden olumsuz bir ahlakla, neyi yapmak gerektiğini emreden olumlu bir ahlak bulmak mümkündür.

Olumsuz olanı, doğruluğu emreden ahlaktır ki, beş kuralı vardır:

1- Öldürmemek; (Bir Budistin bir hayvanı bile öldürmekten kaçınması gerekir. Budist keşişler yanlışlıkla bir böcek yutup bir varlığı yoketmemek için, içecekleri suyu bile süzgeçten geçirirler.)

2- Başkasının malını almamak;

3- Başkasının karısını almamak;

4- Yalan söylememek;

5- Sarhoş edici içki içmemek.

Budizmin olumlu ahlakı ise bireysel acıya boyun eğerek katlanmayı, yaşayanların acılarını düşünmeyi, zihnen de olsa onların sevinçleriyle kederlerine ortak olmaya çabalamayı, iyicil olmayı, merhametli olmayı, hakaretleri bağışlamayı, başkası için özveride bulunmayı emreder.


"Kalbin kurtuluşu" olan iyicillik, herhangi bir dinsel eylemden çok daha fazla değerlidir.


"Nasıl ki, ey keşişler, yıldızların hepsinin ışığı ay ışığının on altıda birine eşit değilse ve ay ışığı yıldızlarınkini yutarak yine parıldayıp nur saçıyorsa; işte tıpkı öylece, ey keşişler, bu yaşamda dinsel bir sevap elde etmek için kullanılan tüm araçlar da -kalbin kurtuluşu demek olan- iyicilliğin on altıda birine eşit değildir."


Gerçek iyicillik, herhangi maddi bir bağıştan çok daha önemli bir ruh halidir.

"Sabah, öğle ve akşam kalbinde bir an için iyicilliğe yer veren kimse, ey keşişler, sabah, öğle ve akşam, her seferinde yüz çanak yiyecek bağışlayan kimseden çok daha fazla sevap kazanır."

İyicillik başkasını bağışlamak ödevi ile sonuçlanmaktadır ve Buda bu ödevi çok heyecan verici bir formülle ifade etmiştir. "Hınca hınçla yanıt verilirse, hıncın sonu ne olacaktır?" Kunala efsanesi genç bir prensin serüvenini anlatmaktadır: Bu prens, üvey anasının günahkar aşkını geri çevirdiği için kadın da onun gözlerini kör ettirmiştir. Prens, mutsuz kadını bağışlaması için babasına şöyle yalvarır: "Gözlerimi kör ettiren anama karşı kalbimde ancak iyilik duyguları var..."


Yalnız başkalarına acı çektirmemek yetmez, onlara iyilik yapmak, varını yoğunu onlara vermek, kendini de onlara vermek gerekir. Küçük tavşan simgesinde bu düşünce çok güzel bir biçimde ifade edilmiştir. Buda, daha önceki yaşamlarından birinde küçük bir tavşandı. Sadaka olarak verecek hiçbir şeyi olmadığından, kendini bir dilenci-keşişe vermek için kebap ettirmişti: "Soylu bir bağıştır, şimdiyedek eşi benzeri hiç yapılmamış bir bağıştır bu, sana bugünlük vermek istediğim bundan ibaret. .."


İnsan başkalarına yalnız varını yoğunu değil, zamanını, canını, benliğini de vermelidir.


Böyle davranan kimse, aslı ne olursa olsun, gerçek bir Brahmandır:


"Yoksul olan, her şeyden sıyrılmış olan, korku nedir bilmeyen kimseye Brahman derim ben ... Ne acizlere ne güçlülere karşı zor kullanmayan, adam öldürmeyen ve öldürtemeyen kimseye Brahman derim ben. Hoşgörü sahibi olmayanlara hoşgörü gösteren, sertlere yumuşak davranan, tamahkarlar arasında tamahsız davranan kimseye Brahman derim ben. Tıpkı bir iğnenin ucuna yerleştirilen hardal taneciklerinin silkelenip dökülüşü gibi benliğinden imrenmeyi, hıncı, gururu, ikiyüzlülüğü silkeleyip atan kimseye Brahman derim ben. Doğru sözü sertliğe sapmadan dinleten, başkasını incitmeyen kimseye Brahman derim ben."


Sosyal düzeyi ne olursa olsun, her insan kurtuluşa kavuşabilir. Bununla birlikte daha kanaatkar bir yaşayışı yeğleyen erkekler keşiş, kadınlar da rahibe olabilirler. Keşişler bekar kalmak ve yoksul olmak zorundadırlar ama, sevince erişmek arzusundan vazgeçmiş oldukları için, yine de sevinç içinde yaşarlar.


Budizm kast ve sınıf ayrılıklarına olduğu kadar, ırk ve milliyet ayrılıklarına da aldırmamaktadır. Bu bakımdan evrenselci dir: O, tüm insanları kendi sinesinde toplamak, evrensel bir din haline gelmek amacındadır ...

Bir insan çıkar gütmediği için yüceleştikçe, insanlığın çeşitli aşamalarında da daha çok yükselir ve Buda'nın haline daha çok yaklaşır. Yaşamaya olan susamışlığı iyice altettiği zaman da kurtuluşa erer, Nirvana'ya ulaşır.


Nitekim günün birinde tüm dünyalardaki tüm varlıklar ve en ufacık toz zerreleri bile Nirvana'ya ulaşacaklardır.

Budist tanrıtanımazlığı, "ortodoks" biçimi altında, anılara tapınıştan başka tapınışa sahip değildir.


Bir tanrı olmayan ve Nirvana'ya girdiğinden artık inanan için elinden hiçbir şey gelemeyecek olan Buda'ya dua etmek gerekli değildir.

Kimi törelerde, Üstad'ın heykelinin önüne çiçekler atılır. (Budist düşünce tarzı Türkistan'da Yunan tekniği ile karşılaşarak Greko-Budist sanat ortaya çıkalıberi, Buda'nın kimi heykelleri görkemli yapıtlar olmuşlardır. Bu sanat akımından sonraki ilk heykellerinde Buda, Apollon biçiminde betimlenmiştir.)


Budist tapınaklarında öğretiyi yaymak için ayda dört kez vaazlar verilir.


Stılpa'ların, yani dinsel emanetleri, yadigarları saklamaya ondan sonraki ilk heykellerinde Buda, Apollon biçiminde tasvirler yapıldığı da olur.

Üstadın ölümünden sonra Budizm, Hindistan' a yayıldı. M.Ö. III. yüzyılın ortasında, dünyanın o zamana dek tanıdığı en iyi hükümdar olan Asoka tarafından da desteklendi.


Budizmin etkisi yayıldıkça savaşın, ölüm cezasının, baskı ve işkencenin, ölümlü büyük av partilerinin kayboldukları; insanlar, hayvanlar için bile hastanelerin yapıldığı görüldü.


Fakat Brahman'lar kendi ayrıcalıklarını yokeden bu şi'a ile zorlu biçimde savaşıyorlardı.

Budizm M.S. VII. yüzyıla doğru çökmeye başladı. XII. yüzyılda da Hindistan'dan kovuldu.

Fakat, Asya'nın daha önce yayılmış olduğu bölgelerinde, yani Seylan, Birmanya, Siyam, Kamboçya, Türkistan, Tibet, Çin, Kore ve Japonya'da bu din hala yaşamaktadır.

Hristiyanlığın başlangıç dönemine doğru Budizm'de iki büyük eğilim görülmektedir: Bunlardan biri Küçük Araba (Hinayana), öteki de Büyük Araba (Mahayana) eğilimidir. Öğreti, insanı kurtuluşa götüren bir araba sayılmaktadır. Küçük araba hafiftir ve bir tek insanı kurtuluşa eriştirebilir; büyük arabaysa daha geniştir ve inanan buna kendisiyle birlikte başka insanları da bindirebilir.


İlkel Budist kilisesinin tezlerini koruma savında olan ve özellikle Seylan'la Birmanya'da müritleri bulunan Hinayana (KüçükAraba) ya göre Nirvana, nesneyle öznenin, ben'le evrenin yokolması, yani katıksız yokluk demektir. Bu öğretiye "metafizik bir nihilizm" adı verilmiştir.

Bugün Budist dünyanın en büyük bölümüne yayılmış olan Mahayana (Büyük Araba) ise insanlığın ortalaması için daha memnunluk verici ve daha az aykırı yeni düşünceler getirmiştir ki böylelikle, Buda dinine daha iyi uyabilmektedir.


Hinayana'daki arhat ülküsüne, yani olabildiğince çabuk Nirvana'ya girip kendi kişisel kurtuluşunu sağlayan azize karşılık, Mahayana Bodhisatva, yani gelecekteki Buda ülküsünü ileri sürmekteydi. Bu da, öteki insanları kurtuluşa ulaştırmak için yeryüzünde kalmakta ve Nirvana'ya girişini geri bırakmaktadır.

Dini vicdanların çeşitliliğine uydurmak için, Mahayana Buda'nın türlü yönlerini, yani geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki Buda'ları, ortaya koymaktadır; örneğin bunlardan Amitabha ya da Amida (yani sonsuz Işık) bir güneş tanrısını anımsatmaktadır; merhamet dolu bir tanrı olan Avalokitesvara, lanetlerin acılarını dindirmek için cehenneme -Budizmin kimi varlıkları kısıtlı bir zaman için gönderdiği geçici cehenneme- inmiştir. Bu bakımdan Budizm çoktanrıcılığa yaklaşmakta, görünürde de ona benzemektedir.


Nirvana göreceliğin yokluğu, yani mutlak bir gerçek haline gelmektedir. Halka verilen vaazlarda bu, altın göklü bir cennettir ki içinde devimsi lotüs çiçekleri vardır; burada insan her türlü acıdan sıyrılır, hoş bir müzik kulakları okşar, tatlı bir ışık içinde güzel dansözler olan Apsara'ları seyreden kimse, gözleriyle de zevk duyar. İnanan, bu cennete inayetle, Amida'nın inayetiyle gelir. Şu halde, artık bu inayeti bahşetmesi için Amida'ya dua edilebilir.

Mahayana Hinayana'ya göre daha az entelektüalist, daha az nefse karşı koyan, daha az kötümserdir.


Budizmi Çin'de ve Japonya'da yine bulacağız.


Fransız Çinhindi'nde son zamanlarda çıkmış bir din olan Kaodaizm ya da yenileştirilmiş Budizm, öteki büyük dinlerin tümünün kutsal varlıklarına saygı göstermek için bunları Buda'nın çevresinde toplamaktadır.


Tibet'te bozulmuş bir Budizm, garip bir takım Totemik ve Animist anlayışlarla karışmış bulunmaktadır ve adına Lamaizm denmektedir (Lama, üstün anlamındadır.) Buda, bir çeşit papa olan Dalai-Lama'nın kalıbına girmiş sayılmaktadır ve kendisi aynı zamanda geri bir teokrasinin de önderidir.

Bu gibi kuraldışı haller dışında Budizm içlerine yayıldığı kavimlerin ahlaksal, toplumsal, estetik yaşayışı üzerinde, en elverişli etkiyi yapmıştır.


Budizmin ilkel Hristiyanlık üzerinde de biraz etkisi olup olmadığını soranlar bulunmuştur. Salomon Reinach'a göre "Kral Asoka   M.Ö. 250 yılına doğru komşusu olan Yunan krallarına, Suriye'ye ve Mısır'a misyonerler göndermekle övünüyordu: Esenyen'ler, hatta İskenderiye Hellenizmi üzerinde Budizmin etki yapmış olması pek de uzak bir olasılık değildir." Nitekim, ilkel Hristiyanlık de Essenyen'lerin etkisi altında kalmıştır.


Şu da var ki, bir takım Avrupalılar da bireysel olarak Budizmin sevimliliği karşısında duygusuz kalmamışlardır.


Yunan- İrlanda aslından olup İngiliz diliyle yazan ve Japon yurttaşlığına geçmiş olan Lafcadio Hearn (1850-1904) Budizmin modern bilim ve felsefenin kavrayışlarına en uygun din olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. Evrende birbirine bağlı ve değişken bir olaylar topluluğu, ben'de birçok geçici haller katışımı gören Budizm, bu görüşünde haklıdır. Budizm'deki daha önce varolma ise modern soyaçekim'den başka bir şey değildir.

Bu sonuncu savlar üzerinde ne düşünülürse düşünülsün, kesin olan şudur ki Hindistan, evrensel din yaşamının doruklarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hinduizm'in gariplikleri, Hindu dininin ya da dinlerinin ana düşüncesini unutturmamalıdır ve bu tüm tanrıların, tüm insanların, tüm varlıkların, tüm gerçeklerin hısımlığı, derin özdeşliğidir.


Brahmanların ''Sen busun" ilkesi, bu hısımlığın en şaşırtıcı açıklanışı, kardeşlik duygusuna yapılmış en heyecan verici çağrıdır; o kardeşlik ki insan bunu tüm öteki insanlar, tüm öteki varlıklar ve gerçeğin tüm yönleri için duymak zorundadır.


Budist metafiziğin incelikleri arasından derin bir psikolojik ve ahlaksal gerçeği görmek mümkündür: Bu da insanda acının, yaşama olan bağlılığından, bencilliğinden ileri geldiğidir.

Ve dünyada hiçbir öğreti her canlıya saygıyı, tatlı davranmayı, acımayı, hakaretlerin bağışlanmasını ve özveriyi Budizm kadar dokunaklı sözlerle öğütlemiş değildir.


 



Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu 

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-5

 


DEMTISTAK TEKFUR FOKAS


Tekfur, Bizans imparatorudur. Daha önceki imparator Romanos zamanında onun sayılı kumandalarından idi. Girit ve Halep seferlerinde başkumandanlık etmişti. Her ikisi de İslâm ülkesine olan bu seferlerden pek de parlak bir netice alamamıştı. Girit’ten mağlûp olarak dönmüş, Halep seferinde ise; yazlık sarayında gafil avlanan ve sonra basıldığını görünce bütün eşya ve silâhlarını bırakıp halkı ile Halep kalesine sığınan Seyfûddevle’nin yazlık sarayında bıraktığı silâh ve eşyayı toplayarak bu bol ganimetle İstanbul’a dönmüştü.


Bununla beraber Tekfur, bir hayli ün kazanmış, kendisini imparatorluğa namzet görmeye başlamıştı. Her Bizans kumandan veya devlet adamının kalbinde yatan arslanın onun kalbinde de yatması tabii idi.

Fakat tam kader yüzüne gülecekken iş sarpa sarmıştı:


İmparator Romanos, şehvet israfından ileri geldiği söylenen bir hastalıktan ölmüştü. Ama imparatorluğun varisleri çıkmış ve Tekfur’un önüne geçmişlerdi. Bunlar: Romanos’un oğulları Kostantin ve Vasiliyus idi. Bunlar, müştereken imparatorluk tahtına çıkmışlar, hatta üçüncü olarak anneleri Siyafano da onlara ortak olmuştu.


Bu fırsatı kaçıran Tekfur, pek üzülmüştü. Ne yapıp yapıp bu kadın ve tecrübesiz gençlerin elinden tahtı koparmak lâzımdı ve yolda muvaffakiyetli çalışmalar yaptı.

Bir yandan halkı kazanmaya, şöhretini duyurmaya çalışırken; bir yandan da, tahtın ayaklarını ellerinde tutan patrik ve imparatoriçe Siyafano’nun gönüllerini hoş etti. Beş aylık bu zekice çalışmalardan sonra, patrikin eliyle imparatorluk tacını giydi, halk kendisine biat etti ve üstelik Siyafano ile de evlendi.


Tekfur, imparator olur olmaz istikbalde işleyeceği zulüm ve haksızlıkların ilk işaretini de vermiş oldu: Halen zevcesi olan annelerinin de hatırına bakmadan mazûl imparator Kostantin ve Vasiliyus kardeşleri yakalatıp bir adaya sürdürdü.


Tekfur’un yedi veya on senelik saltanatı daha çok İslâm beldeleri üzerine akınlarla geçti. Kıbrıs, Klorya, Sakaliye, Kilikya (Çukurova), Müstebna ve Tarsus üzerine seferler yapmış, bilhassa kendisinin fethettiği Müstebna kalesinde sayısız müslüman halkını kılıçtan geçirerek şehit etmiştir.


Müslümanlar için bir belâ olmakla beraber aslında cesur ve tedbirli bir devlet adamı olduğu ve dış seferlerde başarılar sağladığı halde, aşırı zulüm ve tamahkârlığından ötürü ne Rum halkının, ne de saray erkânının sempatisini kazanamamıştı.


Tekfur, suçlu gördüğü vatandaşları akla gelmedik işkence şekilleri ile öldürtür, sık sık muhtelif bahanelerle zenginlerin mallarına el koydurur, hâzineye aldırırdı. Zaman zaman bozuk ayarlı sikkeler ( paralar) piyasaya sürdürüp halkın elindeki yüksek ayarlı paraları çekerdi. Hatta tamahkârlıkta ve halka karşı gaddarlıka o kadar ileri gitti ki; zamanında büyük bir kıtlık oldu. Halk çok sıkıntıya düştü ve aç halkı, halkın imdadına koşmakta tek Mes’ul olan imparator Demustak Tekfur, gözü dönmüş bir canavar gibi halkın bu açlığından istifadeye kalkıştı. Elindeki imkânlarla ihtikâr yaparak büyük vurgunlar vurdu.

Nihayet İlâhî adalet onu cezalandırmak istemiş olacak ki, kendi eliyle buna bir zemin hazırladı: Tekfur, kendi eliyle imparatorluğu kardeşi Liyon’a devretmek ve bunu da gene bir zulümle tamamlamak istedi. Kardeşine rakip olmasınlar diye sürgündeki Kostantin ve Vasüilyus’u getirtip onları hadım ettirmeye kalkıştı. Bunu haber alan karısı Siyafano, annelik gayreti ile hemen harekete geçti, imparator ile arası açık olan Anadolu valisine haber göndererek yardım talep etti. Vali, bazı güvendiği adamları ile yola çıkıp İstanbul’a geldi. Gece, Ahırkapı’dan, bir arslanın bir sığırı parçalar şekilde taştan yontma resminin bulunduğu mahalden iplerle tırmanarak kale içine girdiler ve Tekfur’un sarayına geldiler. Tekfur’un karısı Siyafano, onları karşıladı ve Tekfur’un yatak odasına götürdü ve zalim hükümdarın oracıkta işine son verdiler.


Fakat, vaktiyle çocuklarına ihanet edip bu zalime saltanatı devreden Siyafano da bu kadarla yakasını kurtarabilmiş olmuyordu. İmparator olmak isteyen Anadolu Valisine karşı patrik diretti: «Sen imparatorun katilisin. Katil olmadığını ispat Siyafano’yu tecziye ve çocuklarını ortak etmedikçe sana taç giydirmem ve kiliseye sokmam» dedi.


Bunun üzerine vali, katil olmadığına yemin etti. Siyafano’yu sürgün etti. Kostantin ve Vasiliyus’u da kendine ortak ve ordularına başkumandan tayin etti. Ve patrik de kendisine taç giydirdi ve kiliseye girmesine izin verdi.



Bu vali Çemuşkin’in akibeti de aynı şekilde son bulmuş, Vasiliyus tarafından zehirlenerek öldürülmüş, yerine geçen Vasiliyus da bir kumandanı tarafından hapsedilmiş ve orada kahrından telef olmuştur.


DESPOS


İlk hıristiyan imparator olarak bilinen Filibos ve aynı şekilde tanassur eden oğlu, putperest halk tarafından öldürüldükten sonra tahta çıkan Despos, bu putperestlik heyecanının adamı idi. Aslında iyi bir idareci ve cesur bir kumandan olduğu halde, putperestlik tassubu, onu zalim bir insan yapmıştı. Bu hal ise; onun zalim bir insan olarak tarihe geçmesine ve cezalanmasına sebep oldu.


Hırsitiyanlara karşı hiç insafı yoktu. Onları topluca katl ettirmekte, diğer Roma imparatorlarını da geçmişti. Onun bu gaddarlığı İlâhî adalete dokunmuş olacak ki, başına Got’ları musallat etti. Ülkesinin Trakya (Trasya) ve Hungarya kısımlarına taarruz eden Got’lara karşı çıktı ise de muvaffak olamadı. Saltanatına ortak ettiği oğlu da yanında idi. Got’lar her ikisini de ele geçirdiler ve milâdî 255 senesinde katlettiler. Ve putları onun yardımına yetişemediler.


EMLİYOS


Tarihlerde, Roma şehrinin kuruluşu ile alâkalı rivayetlerde de geçen Emliyos’un hikâyesi şöyledir:


Emliyos’un babası ve Roma çevresinin hükümdarı olan Herkülos, uzun süren saltanatının sonlarında, saltanat haklarını büyük oğlu Nömitör’e devreder. Bunun üzerine Emliyos isyan ederek taraftarları ile babasını devirir ve saltanatı eline geçirir. Babasını ve ağabeyi Nömitör’ü hapseder. Ağabeyinin oğlu Austos’u öldürtür. Onun kız kardeşi Riyasilâya’yı da İffetini koruması şartı ile Zeşta adlı putun hizmetine verir.

Emliyos, rakipsiz saltanatına devam ededursım, Riyasüâya da sözünde durmayarak hamile kaldı ve ikiz oğlan doğurdu. Amcası Emliyos’tan korktuğu için, de Romenos ve Romos adındaki çocuklarını Beslemek üzere bir çobana verdi. (Bazıları, çobana bizzat durumu Öğrenen kral Emliyos tarafından öldürülmek üzere verildiğini, çobanın bunları kıyamayıp beslediğini yazar.) Çobanın karısı Lîba (Kurt) çocukları emzirerek büyüttü. (Gene bazıları, çobanın karısının adının kurt manasına geldiğine aldanarak, çocukların Emliyos tarafından Tiber nehrine atıldığını, dalgalar tarafından kıyıya çıkarıldıklarını orada da bir kurt tarafından emzirildiklerini, sonra çoban tarafından görülerek alınıp karısına görüldüklerini rivayet ederler.) Delikanlılık çağına gelen kardeşler, büyük amcalarından intikam almak için çareler arıyorlar.

Günün, birinde, avlanmakta olan Emliyos’u tenha bir yerde sıkıştırarak üzerine hücum edip öldürüyorlar ve bu suretle dayı ve dedelerinin intikamını alıyorlar.


Romalos kardeşler zalimi cezalandırdıktan sonra, henüz hayatta olan dedeleri Nomitor’ü hapisten çıikararak tahta çıkarmışlar. Bu suretle büyük güç ve ün kazanan kardeşler, dedelerinden sonra tahta geçerek Tiber nehri kenarında bu günkü Roma şehrinin temellerini de atmışlardır.



YAHUDİ FİTYON SALEBİ


Medine’nin eski ismi «Yesrib» idi. Burada eskiden beri meskûn olan yahudi kabileleri ile Yemen’den meşhur Arim Selinden sonra gelen bazı arap kabileleri otururdu. Yahudiler: Kurayza, Nadir, Kaynuka, Benû Mâsile.. Zagorâ v.s. kabileleri ve araplar da Evs ve Hazrec kabileleri idi.


Bütün kabilelerin ayrı semtleri, harp zamanında sığınacak kuleleri vardı.


Araplar, daha sonra geldikleri ve az oldukları için, ilk zamanlar hep yahudiler hakim durumda idiler. Fakat zamanla araplar da hakimiyeti ara sıra ellerine geçirme imkânlarını araştırdılar ve muvaffak da oldular Çünkü yahudilerin zulüme devamlı tahammül mümkün değildi.


Gene yahudilerin hakim olduğu bir devre idi. Beldenin hakimi de yahudilerden Fityon idi. Bu Fityon, o kadar ahlâksız bir adam idi ki: beldesinde evlenen biri oldu mu, gerdeğe evvelâ kendisi girerdi. Böyle emretmiş ve böyle de tatbik ediyordu.


Günün birinde, Açlan oğlu Malik adında bir delikanlının kız kardeşi nişanlanır, düğün hazırlığı başlar, fakat düğün merasimi içinde Fityon da var. Hazrec’li bir arap olan Malik’in, durumu düşündükçe aklı başından gidiyor, bunu bir türlü hazmedemiyor, bunun için de hemşiresinin düğününe sevinecek yerde de kan ağlıyordu. Bir yahudinin, zulmen hemşiresine tecavüzüne Bu bir kıral da olsa asla göz yumamazdı, yummamalı idi.


Nihayet, her ne pahasına olursa olsun bu işe bir son, vermeye karar verdi ve hemşiresinin düğün hazırlığı ile beraber kendisi de hazırlığını tamamladı.


Malik, kadın kıyafetine girmiş, süslenmiş ve genç te olduğu için anlaşılmaz hale gelmişti. Bu kıyafetle ve elbisesinin altına gizlendiği kılıçla, hemşiresi ile beraber gelin odasına girdi.


Gelinin hazır olduğunu haber alan Fityon, hemen gelip odaya girer ve odada yalnız kadınlar olduğu ve esasen tatbik edegeldiği bir iş olduğu için hiç şüphelenmez, oturur. Malik de kılıcını çökerek bu zalim ve ahlâksız adamın canını cehenneme gönderir.


Hayatı tehlikeye giren Malik, hemen Medine'yi terk ederek Şam’a gider. Orada durumu arap Gassânî hükümdarının yakınlarına duyurur, onlar hükümdara naklederler. Hükümdar, bu iğrenç zulmü duyunca pek müteessir oldu ve gidip Yesrib (Medine) yahudilerini cezalandırmadıkça ailesine dönmiyeceğine yemin etti.


Büyük bir askerle yola çıkan Şam hükümdarı, Yemen’e gidiyormuş gibi yapıp Yesrib’e uğradı. Bütün yahudi ileri gelenlerini yemeğe davet etti, Yahudiler de bu ziyafete bütün yakınları ile geldiler. Fakat hepsinin nasipleri, yemek yerine kılıç oldu. Evs ve Hazrec arap kabileleri de yahudilerin zulmünden kurtulduktan başka; onların mallarına, hurmalıklarına ortak, kendilerine hakim oldular.



FOKAS


Roma imparatorlarındandır. Saltanat soyundan değil idi. Sekiz sene saltanatta kaldı. İktidara geçer geçmez, selefi imparator Muriki’nin evladı ve akrabalarından kimler varsa hepsini takip edip toplattı ve hepsini katlettirdi. Bu bigünah insanları böyle zulmen öldürttüğünü halktan saklı tutmaya çalıştı. Bu suretle, saltanatta rakip olabilecekleri bertaraf ederken ayni zamanda halkın sempatisini de kaybetmemiş olacaktı.


Fakat bu cinayetlerin haberi gizli kalmadı. Ta Iran şahı Perviz Behram’ın kulağına kadar gitti. Perviz, eski imparator Müriki’nin dostu ve damadı idi. Hatta velinimeti idi; çünki, Çopinle olan harbinde ona sığınmış, imparator da onu himaye ile kalmamış, ülkesini düşmandan kurtararak ona iade etmiş, üstelik kızını da vererek onu kendisine damat edinmişti.


İşte şah Perviz, bunun için kayın pederinin katledilişi ve üstelik yerine imparator olan Fokas’ın bütün saray mensuplarını öldürtmesi karşısında harekete geçmiş, evvela askerlerini Mısır, Şam ve Kudüs üzerine sevk ederek oralarını Rumların elinden almış ve bir çok adamı intikam hissi üe katlettirmiştir.


Daha sonra büyük bir hazırlık yaparak İstanbul üzerine sefere çıktı. Hatta Îstanbula kadar gelen Iran askerleri, îstanbulu denizden kuşattılar.


Bu sırada, İstanbul halkına zahire temin eden ve onları İran askerine karşı harekete getiren ve bu suretle halkın sevgisini kazanan Hirakl isminde ileri görüşlü bir adam vardı.


Bu açıkgöz adam, fırsatı kaçırmadı. Rum halkına acem askerinin geliş sebeplerini açıkladı. Bütün bu düşmanları üzerine çeken adamın imparator Fokas olduğunu, onun eski hanedan halkına yapmış olduğu zulümlerin, onların akrabası olan Iran şahını kızdırdığını ve bunun acısını zavallı halkın çektiğini anlattı. Halk bunun üzerine galeyana geldi. İsyan etti. Ve sarayı basarak zalim ve korkak imparatoru öldürdüler, yerine Hirkal’ı imparatorluk tahtına çıkardılar.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

25 Şubat 2023 Cumartesi

Mardin

 


Kastamonu

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 49

 

TUĞ


Hükümranlık sembolü.  Her birinin ucunda hayvan kılından birer püskül bulunan dokuz kollu değnek biçimli sembol.  Ayrıca kıldan yapılan flama. Kut simgesidir ve uğurlu bir nesne olarak kabul edilir. Bazen savaşçılığı ifade etmek için, bazen de başkaldırı ve isyan sembolü olarak kullanılmıştır.  Moğollarda, Selçuklularda ve Anadolu beyliklerinde bağımsızlık alameti sayılmıştır. İlk başlarda "kutas" denen yaban öküzünün veya atların kuyruğundaki kıllardan yapılan püsküller mızraklara bağlanmıştır.  Tuğun ilk biçimi sayılabilecek örneklerse sancağın tepesine takılan at kuyruğundan ibaretken, daha sonraları bayraktan ayrılarak tekli, ikili ve üçlü püsküler olarak da sıklıkla kullanılmıştır. Bunlar dokuzar tane olmak üzere askeri birliklerde yer almıştır. Ancak en özgün biçimiyle dokuz kollu bir değnek şeklinde özel olarak tasarlanmış ve uçlarına dokuz kutlu hayvanın kuyruğu asılmıştır. İlerleyen zaman içindeyse bu kuyrukların yerine renkli püsküller geçmiştir. Ayrıca değneğin üzerine bakırdan büyük bir top ve bazen de onun üzerine bir hilal yerleştirilmiştir. Türklerdeki "dokuz tuğ" geleneği dokuz sayısının kutluluğu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bir iddiaya göre tuğun kollarından her biri gökteki dokuz gezegeni temsil etmektedir. Türklerin İslam öncesi evren anlayışında gök dokuz kattan oluşur ve yeryüzü de dokuz bölgeye bölünmüştür. Ayrıca dokuz kollu Yaşam Ağacı'yla da doğrudan bağlantılı olup onun temsili bir simgesidir. Şamanların törenlerde Ak-Tuğ, Gök-Tuğ ve Al-Tuğ kullandıkları da bilinmektedir. Uygur hakanlarından biri adına dikilen Şine Usu Yazıtı'nda "Üç tuğluk Türk budunu" ifadesine rastlanır. Cengiz Han'ın kağanlığını ilan ettiğinde dokuz kollu beyaz bir tuğ diktirdiği bilinmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin sultanı tarafından kendilerine beylik verdiğini belirtmek üzere Osman Gazi'ye davul, tuğ ve sancak gönderilmiştir. Osmanlı padişahlarının da Oğuz geleneğine uygun olarak dokuz tuğu bulunurdu. Bu uygulama bir cihan imparatorluğu sembolüdür.



TULPAR


Kanatlı at. Kanatları olan genelde beyaz veya kara (tek renk) bir at olarak betimlenir. Kuday (Tanrı) tarafından yiğitlere yardımcı olması için yaratılmıştır. Bunlar Manas Destanı'nda ünlü savaşçıların bindiği, rüzgarı bile geçen efsanevi atlardır. Başkurt inançlarına göre onların kanatlarını hiç kimse göremez çünkü Tulpar kanatlarını yalnızca karanlıkta ve çok uzun mesafeleri aşarken açar. Eğer birisi Tulpar'ın kanatlarını görürse onun kaybolacağına inanılır. Moğolistan devlet armasında Tulpar motifi yer alır. Ayrıca Kazakistan'da bir havayolu şirketinin adı olarak kullanılmaktadır. "Tulpar" adı yalnızca Türk lehçelerinde değil komşu Avar, Lak, Andı, Dargı ve Tabasaran kavimlerinin dillerinde de yer alır. Osetlerde "Tolpar': Çeçenlerde ise "Turpal" olarak bilinir. Bir Kumuk atasözünde şöyle der: "Tulpar yerün birevü buççağunda bulsa da, öz yılkısın tabar." (Tulpar dünyanın bir başka köşesinde olsa da kendi sürüsünü bulur.)



TUR


Türklerin atası olan efsanevi hakan. İran söylencelerinde Farsların baş düşmanı olarak anılır. Kardeşlerine saldıran ejderhayla vuruşmuştur. Babası ülkeyi oğulları arasında bölüştürürken ona Türkistan ve Çin'i vermiştir. Pers soylu devletlerin döneminde "Tur" adı "Türk" sözcüğüyle ilişkilendirilmiştir ve daha sonraki çağlarda Göktürklerle bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Onun adına istinaden ülkesine de "Turan" adı verilmiştir. Türk kavimleriyse Fars efsaneleriyle tanıştıklarında, bizzat kendilerini Tur'un kavmi olarak görmeye başlamışlar ve gururla Turan ülkesinin uyruğu olduklarını kabul etmişlerdir.  Onun soyundan yine Fars efsanelerinde adı geçen ve Türklerin hakanı olarak görülen Afrasyab'ın geldiği söylenir. Eski Farsça metinlerde Turya/Tuirya/Turiya/Turyan (Turi) adıyla anılan bir halktan bahsedilir. Bu kelimeler kimi zaman Farsların kendilerini ve geldikleri soyu tanımlamakta sıkça tercih ettikleri Arya/Airyal Ariya/Aryan (Ari) kavramıyla karşıtlık oluşturacak biçimde kullanılır.



TURUG


Tanrı ilk şamanı yarattığında onun evinin önüne sekiz dallı bir ağaç dikmiştir. Bu nedenle her şaman kendisini temsil eden bir ağaç diker. İşte bu ağaca "Turuğ" adı verilir.



TÜRK/TÜRÜK HAN


"Uluğ Türk" olarak anılır. Adını ona Tanrı vermiştir. Türklerin atası olarak kabul edilir. Aynı zamanda kutlu ve ak saçlı bir baksıdır. Bilge ve rüya yorumcusudur. Ateşi Tanrı'dan alarak insanları donmaktan kurtarmıştır. Otağı o bulmuştur ve aşa ilk kez tuzu o (veya oğlu) katmıştır. Bu bağlamda insanın gereksinimleri karşılamaya dayanan buluşlar yapan bir kişiliği temsil eder.  Tanrı'nın ona verdiği ve boynunda taşıdığı Yada Taşı ile doğaya etki edebilir. Bozkurt zor anlarında ona yardım eder. Koruyucu ruhunu çağırırken "Uzganmas Uluğ Türk!" (Ulu Türk Uyumaz) diye seslenir.  Türkan adlı bir eşi (bazı kaynaklarda kız kardeşi) olduğu ileri sürülür. Dört oğlunun adı Tütek!Tüzek, EmiekiAmlak, Barsçak!Barsacak ve Çegel/Çekel şeklinde anılır. 1126 yılında yazılmış olan ve yazarının kim olduğu bilinmeyen "Mücmel et-Tevarih" (Mucmal at-Tavarih) adlı eserde "Türk doğuya doğru gitti. . ." şeklinde başlayan ve dağların, göllerin, akarsuların ve ormanların yanı başında uygun bir yer bulup otağını kurarak oraya yerleşmesini anlatan ifadeler yer alır. Türk'ün oğlu Tütek'in avladığı geyiği pişirip yerken elinden bir parça eti tuzlaya (tuz taşına, tuz kayasına) düşürmesi ve böylece tuzun keşfi Şecere-i Türkide anlatılmaktadır. Türk kavimlerinin ve devletlerinin tamamının Türk Han'ın soyundan geldiği kabul edilir. "Türkti Ata'' adlı bir erenle de bağlantılıdır.

Türk adının kökeni ve ilk olarak ne zaman kullanıldığı konusunda çeşitli görüşler öne sürülmekte ve farklı kaynaklara ait verilerden yararlanılmaktadır. Ayrıca bazı benzer sözcüklerin doğrudan ilişkilendirilmesi ile kapsamı çok genişlemektedir. Özellikle Çin kaynakları bazı kavim adlarının değerlendirilebilmesine olanak tanımaktadır. Bu kaynaklar üzerinden milattan önce üçüncü yüzyıla kadar uzanan "Tik/Tük'' (Çince Tieh) sözcüğü ile bağlantısı ileri sürülmektedir. Milattan sonra 1. yüzyılda Romalı tarihçilerce tarafından Karadeniz'in doğusunda yaşayan İskit kavimleri için Turcae/Tyrcae/ Tyrkae adı kullanılmıştır. Ayrıca Yunan kaynaklarında bahsi geçen Targıta, Hint kaynaklarındaki Turukha, Mezopotamya çivi yazılarında rastlanan Turukku, Etrüskleri ifade eden Tyrrheni, Trakya'ya adını veren Thraik gibi tarihin değişik dönemlerinde yer alan bazı topluluk adlarının Türklerle bağlantılı olabileceği ileri sürülmüştür. Ayrıca yine tarihi kayıtlar içerisinde Torkıl adlı bir kavimden bahsedilir. Günümüzde Türk soylu halkları tanımlamak için Arapça bir ekle Türki kavramı kullanılır. 


TÜRK VE TÜRKAN


Yaratılan ilk Türk erkek ve kadındır. Ömer Seyfeddin "Altun Destan'' adlı şiirinde (belki de bazı Türk destanlarında yaratılan ilk insan olarak bahsedilen "Törüngey" adının Türk sözcüğüyle olan bağlantısından etkilenerek) '1.dem ile Havva'' çiftini "Türk ile Türkan'' olarak simgeleştirmiştir. Ziya Gökalp de benzer bir biçimde "Türk'üm, adım Türkan'dır" diyerek bu anlayışı şiirlerinde kullanmıştır. Türkan adının soyla (yani türeyişle) olan ilgisini ortaya koymak için bu adı taşıyan bir boy örnek gösterilir.  Türkmenler ile Kürtlerin bütünleşip bir arada yaşadığı "Türkan Aşireti" günümüzde de Güneydoğu Anadolu'da varlığını sürdürmektedir. Türkan sözcüğü Farsça çoğul ekiyle Türkler demektir. Daha özeldeyse kağana saltanatta yardımcı olan ve ortaklık eden eşi yani kraliçe anlamına gelir.



ALTUN DESTAN


Tanrı önce mavi göğü, kara yeri yarattı,

 Sonra gökte günü, ayı, yıldızları parlattı. 

Yeryüzünü denizlerle, dağ ve belle bezedi,

"İşte sana su,  od,  ağaç, demir, toprak,  al!"  dedi. 

''Al, bunlarla bir şen yurt yap, bir yeşil bağ hazırla;· 

"Sana bir çift gelecektir, onu iyi ağırla!"

Ey biricik olan Tanrı, ey ikiler: Gök ve Yer!

Ey altılar: Gün, Ay, Yıldız, Dağlar, Beller, Denizleri

 Ey dokuzlar ve ey beşler, siz sevinçten coştunuz; 

Türk ve Türkan geliyordu, hep görmeye koştunuz! 


TÜŞİMEL


Rüyaları yorumlayan kişi. Rüyalardaki bazı işaretlere dayanarak geleceğe dair çıkarımlarda ve öngörülerde bulunur. Oğuz Kağan Destanı'nda "Tuşı Koca" adlı bir kişinin adı geçer.



TÜZEK


Efsanevi kişi. Uluğ Türk Han'ın oğludur. Bu isim töre oluşturmayı, yasa koyuculuğu ve düzeni temsil eder. Şecere-i Türki'de avladığı geyiği pişirip yerken elinden bir parça eti tuzlaya (tuz taşına, tuz kayasına) düşürmesi ve böylece tuzun keşfi anlatılmaktadır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


SELÇUKLULARIN Şii SiYASETi-2

 


Şİİ KAYNAKLI DÜŞÜNCELER KARŞISINDA SELÇUKLULAR


Selçukluların Sünni İslam dünyasının liderliğini ele almalarından sonra, en fazla uğraşmak zorunda kaldıkları mesele daha önce işaret edildiği gibi Şiiliktir. Bu grupla çeşitli bölgelerde, değişik şekillerde büyük bir mücadelenin verilmesi zarureti ortaya çıkmıştır. O dönemde Şiiliğin en az Sünniler kadar, hatta onlardan daha teşkilatlı oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu örgütlenmenin başını da, her yönden Fatımiler çekmekteydi. Mısır'da Kahire merkez olmak üzere teşkil edilen bu devletin tam manasıyla uzantıları sayılabilecek teşekküller, özellikle Hicaz, Yemen, bugünki Suriye ve Irak ile İran'ın batısında hakim idiler. İşte Selçuklular Devleti böylesine geniş bir cephede mücadele etmek zorunda kalmıştı.


Fatımilerle siyasi ve askeri alanlarda verilen mücadelenin yanında, bunlardan çok daha geniş ve önemli bir başka sahada da şiddetli bir uğraş verilmiştir ki, fikri ve ilmi alanda gerçekleşen bu mücadelede de Sünniler, Selçuklular sayesinde gerçek manada bir üstünlük sağlamışlardır. Böylelikle siyasi ve askeri alanlardaki başarılar için gerekli olan maneviyatın yanında, İslam'ın ilim ve fikir hayatında da yeni atılımlar yapması temin edilmiştir. Eğer bu mücadele kaybedilmiş olsaydı, Şii fırtınasını müreakip ortaya çıkan Haçlı kasırgası, İslam alemini belki de yok edebilirdi.


Çeşitli tehlikeler karşısında Sünni İslam dimdik ayakta durulabilmiş veya en azından fazla zarar görmemiş ise bu, fikri planda sağlanan bütünlüğün bir sonucudur. Böyle bir sonuç ise ancak, Sünniliğe muarız fikirlerle yapılan mücadelenin sonunda kavuşulan düşünce birliği ve muarız fikirlerin ayıklanmasıyla sağlanabilmiştir. Nitekim Selçukluların uğraşmak zorunda kaldıkları Şii kaynaklı hareketlerin başında Batınilik gelir. Tarih içerisinde çeşitli adlarla anılan İsmailiyye, Selçuklu ülkesinde ise daha çok "Batıniyye" veya bu propagandayı yapan lider Hasan Sabbah'dan dolayı "Sabbahiyye" olarak tanınmıştır. Hasan Sabbah grubu, İsmailiyyenin daha çok terör ve katliam yapanı olup, bunu da fedailer eliyle gerçekleştirmesinden dolayı "Fidaviyye" veya hasımlarını öldürecek fedailerine haşhaş yedirerek onları uyuşturmalarından dolayı "Haşişiyye" olarak da tanınmışlardır. Bu hareket Selçuklulara ve Sünni düşünceye düşman olan Fatımiler tarafından desteklenmenin yanı sıra, ihtilalci karekteriyle de Selçuklu ülkesinde insanlara tesir edecek ve sosyal düzeni bozacak boyutlara ulaşacaktır.


Batınilik


Batıniler, mevcut siyasi yapılanmaya muhalif oldukları gibi, Müslümanların ekserisinin inanç esaslarına da karşıdırlar. Onlar kendi mezhep anlayışları içinde değişik bir yol ve yorum kabul etmek suretiyle inanç sistemlerini oluşturmuşlardır. Sistemin temeli batıni yoruma dayandığı için, sadece kendilerince kabul gören birtakım batıni yorumlara yönelerek, Müslümanların büyük çoğunluğunun kabullerine ters düşen görüşler benimsemişlerdir. Dolayısıyla Batıni olmayan Müslüman alimler tarafından inançları kınanmış ve kendileri yerilmiştir.


Kur'an'ın ve hadislerin bir zahir (açık), bir de batın (gizli) manasının olduğu ve bunların ancak Allah tarafından belirlenmiş masum bir imam tarafından anlaşılabileceğini iddia edenlerin yanında, merkezi idareye karşı gizlice teşkilatlanıp muhalefet eden zümrelere de Selçuklularda genel olarak Batıni denilmekteydi. O yüzden Batıniler, esasda gizlilik prensibine dayanan, büyük çoğunluğun benimsediği İslami akideleri benimsemeyen ve İslam ülkelerinde idareyi hedef alan siyasi faaliyette bulunan insanlar topluluğu olarak da bilinirler. Genelde gizlilik esası ile hareket ettikleri için bunların menşeleri ve doğuşları hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür.

Batınilerde imamet fikri adeta inancın temellerini oluşturur. Batıniler, yerin ve göğün yedi kat olması, haftanın yedi gün olması gibi bilinen şeylerden hareketle peygamberlerin sayısını yedi olarak belirlemenin yanında, imamların sayısının da yedi olduğuna inanmaktadırlar. Bu inançlarıyla diğer Şii ekollerinden ayrılmış ve yedi sayısına dayanmalarından dolayı "Yedi imamcılar" manasına gelen "Seb'iyye" denmiştir. Felsefi ekollerden Pisagorculardan iktibas ettikleri bu esas, Batınilerin temel dayanak noktasını oluşturmuştur Onlara göre: İmamlar ya "zahir" yada "mestur" olurlar. İmamın mestur olması durumunda, mestur imam kendisini "dailer" vasıtası ile açık eder. Bu sebepten, imamlar ile bunların davasını anlatan dailer arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. İmamlarla beraber dailere de Batınilik içerisinde büyük bir mevki ve değer verilmiştir. Böylece imamdan başlayarak aşağı tabaklara kadar inen bir hiyerarşik sıra oluşmuş, Batıni hareketi içerisindeki insanların değeri de bu sıralamada bulundukları noktaya göre belirlenmiştir.


Çoğunlukla gizli doktrin esasına dayanan ve masonik bir hiyerarşi sistemine göre çalışan Batıniler, mezhepleriyle ilgili sırları, Batıni olduğunu ispat edebilen ve en yüksek noktaya ulaşan şahıslara vermekteydiler. Çeşitli hile ve desiselerle kandırılıp Batıni yapılan insanların durumları, onlara telkin edilen fikirler göz önüne alındığında, bu düşüncenin, İslam'ı yıkmak isteyen güçler tarafından teşekkül ettirilip, çeşitli felsefi fikirlerle desteklenen bir hareket olduğu görülür.


Batınilik ve Hasan Sabbah


Batıniliğin en önemli şahsiyeti hiç şüphesiz Hasan Sabbah'dır. Başlangıçta dini hakikatlerin masum bir imam tarafından öğretilebileceğini savunduğundan dolayı "Talimiyye" olarak anılan bu hareket, sonraları "Sabbahiyye" şeklinde de isimlendirilecek, hatta Hasan Sabbah'ın getirdiği yeni yorum ve üslup sebebiyle "ed-Da'vetü'l-Cedide" dendiği de olacaktır.


Hasan Sabbah, bir rivayete göre Yemen umerasından Yusuf Himyeri neslindendir. Babası Yemen'den Kufe'ye, oradan Kum'a, Kum'dan da Rey'e gelerek yerleşmiş ve Hasan Sabbah burada dünyaya gelmiştir. Nizamülmülk'e göre o, Tus eyaleti köylülerindendir. Babası Şianın "Oniki İmam" kolu müntesiplerinden olup, bazen ilhad, bazen de dalaletle suçlanmıştı. Onun için Hasan Sabbah'ı Nisabur'da İmam Muvaffak en-Nisaburi'nin yanına göndererek Sünni bir eğitim almasını temin etti.


Dönemine göre iyi bir eğitim aldığı anlaşılan Hasan Sabbah'ın Melikşah zamanında Selçuklu sarayına intisab ettiği ve Sultan'a taktim edildiği yolundaki bilgiler pek sıhhatli bulunmamaktadır. Yine onun Nizamülmülk'ün bir tertibi neticesinde Selçuklu ülkesini terkederek Mısır'a gittiği yönündeki görüşlere de fazla itibar etmek mümkün değildir. Nitekim Hasan Sabbah'ın büyük ihtimalle Fatımi dailerini koruduğu ve kışkırtıcılıkla suçlanacağından korktuğu için Mısır'a gitmek ihtiyacı duyduğu kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca, bizzat Hasan Sabbah'ın eserinden nakillerde bulunan Cüveyni, onun dönemin ileri gelen Batınilerinden Abdulmelik Attaş ile 1072'de Rey'de görüşerek "Dai nakipliğine" atandığına işaretle, artık insanları Batıni yoluna davet etmede yetkili bir kimse hüviyetindedir 1076 yılında Mısır'a gitmek üzere İsfehan'a gelmiş, buradan ayrılarak birçok tehlikeler atlattıktan sonra Azerbaycan yolu ile Suriye'ye, oradan da Mısır'a ulaşmıştır" demektedir.


Cüveyni'nin Hasan Sabbah'ın kendi eserinden naklettiği hayat hikayesi biraz eksik görülmektedir. Zira 1076'da Rey'den İsfehan'a hareket ettiğinde, buradan Azerbaycan yoluyla Silvan'a ulaşmıştır. Ama dini yorumlama hakkının sadece imamda olduğunu kabul ile, Sünni alimlerin üstünlüğünü reddettiği için Silvan kadısı tarafından şehirden kovulmuştur. Buradan hareketle Şam'a ulaştığında Mısır'a giden yolun askeri birlikler tarafından kesildiğini görmüş ve batı istikametine yönelerek sahil yoluyla Beyrut'a, buradan da muhtemelen deniz yoluyla gidememesi yüzünden Filistin yoluyla Mısır'a ulaşmıştır.


Mısır'da özellikle Kahire ve İskenderiye'de toplam üç yıl kalan Hasan Sabbah, Mısır'da bulunduğu zaman Halife Mustansır'la görüşmüş ve ondan Batıniliğe davet izni alarak, gizlice memleketine dönüp Mustansır adına davette bulunması istenmiştir. Mısır'da iken Halife Mustansır'a kendisinden sonra kimin imam olacağını sormuş ve ondan Nizar cevabını da almıştı. Bu cevap, Hasan Sabbah için daha sonra Nizar adına yapacağı davetin de temelini oluşturmuştur. Mısır'da iken ordu komutanı Bedrü'l­ Cemali ile anlaşmazlığa düştüğünden dolayı ülke dışına sürülmüştür. Mısır'dan bir Frank gemisi ile ayrılan Hasan Sabbah, geminin batması üzerine önce Suriye'ye çıkmış, oradan Bağdad yoluyla 1081'de İsfehan'a gelerek yerleşmiştir. Buradan dokuz yıl boyunca sürecek davet için tüm Iran'ı dolaşacaktır.


Daveti için müsait bölgeler ve uygun zeminler arayan Hasan Sabbah, dikkatini İran'ın kuzey kesimlerine yöneltmiştir. Hazar kıyısındaki Geylan ve Mizenderin vilayetleriyle birlikte özellikle dağlık bir bölge olan Deylem, Hasan Sabbah'ın en fazla ilgisini çeken yerlerdi. Bahsedilen sahalar dağlık ve merkezi hakimiyetin etkisinin az olduğu bölgelerdi. Özellikle Deylem halkı, İslam'ı çok sonradan kabul etmenin yanında, dini bakımdan da Ehl-i sünnet inancına muhalifti. Onun için, her zaman Abbasilere gaile çıkarmışlardı. Selçukluların ortaya çıkışıyla bu durum değişmiş ve Deylemliler güçlerini kaybetmişlerdi. Hasan Sabbah bahsedilen bölgede Şii-Batıni propagandasını yapmak için uygun bir zemin bulmuştur.

 


Hasan Sabbah, Batıniliği Fars bölgesine taşıyan ve yeni daveti başlatan kişi olarak kendisini normal İsmaililerde imamın olduğu noktaya taşıyacaktır. Bu sebepten ·dailer de, yine Hasan Sabbah'a rüştünü ispat etmiş kişilerden seçilecektir. Burada dikkati çeken-bir özellik de "fedailer"in durumudur. Bu grup Hasan Sabbah Batıniliğinin en özel ve belirgin vasfını oluşturur. Çünkü, Batıniliğe muhalif olan şahıslar, bu fedailer vasıtasıyla öldürülerek ortadan kaldırılmışlardır. Yani bu grup, Batıniliğin vurucu gücünü oluşturmakta ve günümüzde gerilla hareketlerinde görülen şiddete dayalı silahlı propagandanın temelini teşkil etmekteydi.


Hasan Sabbah; Batıni hareketini İran, Taberistan, Kuhistan, Cürcan, Kirman vb. bölgelerde yaymıştır. Halife Mustansır'dan sonraki halifenin Nizar olacağını öğrenen ve bu söze tam manasıyla bağlı kalarak hilafetin babadan sonra büyük oğula geçeceğine kani olan Hasan Sabbah, 1084 yılına kadar daveti Mustansır adına yürüttü. Ancak Mustansır'ın ölümünden sonra Nizar'ın yerine el-Müstali halife yapılınca Ismaililerin ikiye bölünmesine sebep oldu. Hasan Sabbah, Halife Mustansır'la yaptığı görüşmeye dayanarak gerçek halifenin Nizar olduğuna inanıp, el­Müstali'nin halifeliği gasbettiğini ileri sürdü. Doğudaki davetini Nizar adına yaptı. Bu yüzdendir ki, Hasan Sabbah hareketi; Batınilik veya Nizarilik olarak da tanındı.



Hasan Sabbah'a Karşı Selçukluların Aldığı Tedbirler


Hasan Sabbah, Mısır'dan döndükten sonra propaganda faaliyetlerine hız verirken, kendilerini Sünniliğin müdafii olarak gören Selçuklular da duruma seyirci kalmadılar. Şiilik karşısında son derece duyarlı olmalarından dolayı Hasan Sabbah'ın propaganda faaliyetleri devlet yöneticilerinin anında dikkatini çekmiştir. Ama, Alp Arslan döneminde devletin istihbarat teşkilatının bizzat Sultan'ın emriyle dağıtılması devlet adına bir talihsizlik, Batıniler adına ise bir şans olmuştu. Zira yeterince takip edilemeyen Batıniler Selçuklu ülkesinde kökleşme imkanı bulmuşlardır. Yalnız Hasan Sabbah'ın faaliyetleri hemen dikkati çekmiş ve Nizamülmülk, Rey'deki yönetici Müslim Razi'ye emir vererek onun yakalanmasını istemiştir. Bunun üzerine Hasan Sabbah Rey'e gitmekten vazgeçerek, daha önceden propaganda kastıyla dailer gönderdiği Deylem'e gitmeye karar verdi ve Huvar yoluyla Kazvin'e ulaşarak, Rey'den uzaklaşmış oldu.


Hasan Sabbah'ın bu şekilde takibata uğraması, onu yeni yollar ve yöntemler aramaya sevk etti. Zira, sürekli saklanarak veya devamlı takibat altında rahat çalışamaz, dolayısıyla davasını yürütemezdi. Bu yüzden her zaman kalabileceği bir yer arama fikrine kapıldı. Bu düşünce Batıniler için vazgeçilmez olan müstahkem kaleler ve fedailer gibi iki önemli esası da beraberinde getirdi. Hasan Sabbah, artık kendi davetini yürütebileceği ve başkalarının kolaylıkla ulaşamayacağı bir mekan aramaya başladı ki, çağın şartlarına göre böyle bir yer ancak müstahkem bir kale olabilirdi. Çok geçmeden de bu isteğine kavuşmuştur. Nitekim bu merkezi üs, ana karargah Elburuz Dağları üzerinde oldukça yüksek bir konumda bulunan Alamut Kalesi olacaktır. Ancak bundan sonradır ki, Selçuklu ülkesinde yeni bir dönem başlayacak ve Hasan Sabbah, merkezi otoritenin yanında bütün alimlerin, emirlerin ve Sünni halkın korktuğu önemli bir tehdit unsuru olma vasfına erişecektir.



Alamut'un Ele Geçirilip Merkez Haline Getirilişi


Hasan Sabbah, daha Damğan'da otururken bu bölgeye dailer göndererek propagandasını yaptırmıştı. Öyle ki, adamları kaleye yakın köylerde toplanmakta, gönderilen dailer de kale sakinlerini ve kalenin Alevi reisini kendilerine çekmeye çalışmaktaydı. Kale reisi onlara inanmış gözükerek, Batıniliği kabul edenlerin tümünü tespit ettikten sonra hepsini kovup, Alamut'un Sultan'a ait olduğunu bildirerek, kale kapılarını kapattı. Ne var ki, uzun müzakerelerden sonra onları tekrar kaleye kabul etmek zorunda kaldı ve bilahare onları tekrar kovmak istediğinde artık iş işten geçmiş oldu. Zira durumu öğrenen Hasan Sabbah, Kazvin'den ayrılarak kaleye ulaşmış ve "Aluh Amut" kelimelerinin ebcet hesabıyla karşılığı olup, kendilerince uğurlu sayılan 4 Eylül 1090 Çarşamba günü gizlice kaleye alınmıştı. Buraya yerleştikten sonra kimliğini açıklayınca, bu sefer kale hakimi burasını terketmek zorunda kaldı. Artık Batıni faaliyetleri için önemli bir üs ve Hasan Sabbah için bu hareketleri yöneteceği mükemmel bir merkez kazanılmıştı.


Alamut Kalesi'nin ele geçirilmesiyle birlikte burada yetiştirilen dailer değişik bölgelere gönderilerek oraların halkı Batınilere katılmaya davet edildi. Artık sabit bir merkez ve daha planlı çalışma söz konusu olduğundan dolayı Hasan Sabbah, bu yeni merkezden gönderdiği propagandacılarla gücünü çok geçmeden etrafta hissettirmeye başlamıştı. Özellikle dağlık kesimler ve cahil halk onların tercih ettiği başlıca unsurlardı. Dağlık bölgelere merkezi idarenin uzanması zor olduğundan bu, Batıniler için bir avantaj teşkil etmekte ve daha kolay propaganda faaliyeti yürütebilmekteydiler. Halkın cahil olması ise onları ikna ederek mezhebe kazandırmada, gerekirse o insanları fedai olarak kullanmada işe yaramaktaydı.


Alamut'dan sonra yeni kaleler ele geçirmek ve propaganda alanını biraz daha genişletmek üzere büyük bir hareket başlatıldı. Gözü pek ve maharetli dailer vasıtasıyla civardaki kaleler ve komutanlarına tesir edilerek bunlar Batıniliğe kazandırıldı. Nitekim genel karargahın ayrılmaz bir parçası ve Batıni davetinin önemli bir merkezi haline getirilen Rudbar Kalesi de bu şekilde ele geçirilmişti.


Batınilerin Alamut üssünden yönlendirdikleri hareketler ve buna bağlı olarak gerçekleştirilen yağma ve kıtaller çoğalınca; Selçuklular, harekete geçmekte gecikmediler. Batınileri yok etmekle Alamut ve çevresinin iktası kendisine verilmiş olan emir Yoruntaş görevlendirildi. Bu emir, 1091'de Alamut Kalesi'ni kuşatarak zaman zaman içeridekileri zor durumlara sokmuş ise de, Batıniler büyük bir metanet ve sabırla bu muhasaraya dayanmasını bilmişlerdir. Öyle ki, Yoruntaş'ın muhasarayı şiddetlendirmesi ve kalede erzakın bitmesi üzerine Batıniler burayı terk etmeye niyetlenmişken Hasan Sabbah'ın, İmam'dan yani Halife Mustansır'dan orayı terk etmemeleri ve yakında başarıya ulaşacakları konusunda emir aldığını söylemesi üzerine, kaledekilerin mukavemet gücü yeniden artmıştır. Bu arada emir Yoruntaş'ın vefat etmesi ile Batınilerin maneviyatı artmış ve bu Hasan Sabbah'ın kerametine bağlanmıştır. Gerçekten de emirin ölümünden sonra kuşatma kaldırılacak ve Batıniler büyük bir tehlikeden kurtulacaklardır.


Batıniliğin Kuhistan'a Nüfuzu


Alamut'taki durumunu güçlendiren Hasan Sabbah, yeniden değişik bölgelere açılma ve hakimiyetinin kapsamını genişletmeyi düşünmüştür. Bu iş için en müsait bölgeler de, daha önce değişik inanç sistemlerine bağlı iken İslam'ı sonradan ve biraz da zorla benimseyen insanların yaşadığı yerlerdi. Bu insanların bir kısmı İslam'a tam manasıyla ısınamadıkları gibi, çoğunlukla eski dinlerinin de özlemi içindeydiler. Onun için İslami kaideleri tam olarak benimseyememeleri ve eski inançlarından birtakım kalıtımlar taşımaları, Batıniler açısından bulunmaz bir fırsat doğurmaktaydı. Kendilerinin her meşrebe göre davranma metodunu bu bölgelerde rahatça tatbik etmekte ve İslami esasların gereksizliğini o insanlara çabucak kabul ettirebilmekteydiler. Bunun yanında, merkezi hükümetle birtakım ihtilafları olan bu insanların durumlarını da istismar etmekteydiler.


Bahsedilen özelliklere sahip bölgelerden biri olan İran-Afganistan sınırındaki Kuhistan da zikredilen sıfatlara sahip bir yerdi. Burası Zerdüşlüğün son sığınaklarından biri olmuş; Müslümanların hakimiyetinden sonra da Şiilerin ve diğer fırkaların barınağı haline gelmişti. Bölgenin özelliğinden faydalanmak isteyen Hasan Sabbah 1091'de harekete geçerek, Alamut Kalesi'nin de ele geçirilmesinde büyük faydaları dokunan maharetli daisi Hüseyin Kaini'yi burada faaliyetlerde bulunmakla görevlendirdi. Bu kişinin kendisinin de Kuhistanlı olması sebebiyle, çalışmalar kısa sürede meyvesini vermiş ve bölgede hayli taraftar kazanılmıştı.

Batınilik, Kuhistan'da yerleşmeye çalışırken bölgedeki Selçuklu komutanı Batıniliğe yeni girmiş mahalli emirlerden birisinin kız kardeşine talip olunca, zaten Selçuklulardan hoşlanmayan halkın nefreti iyice kabarmış ve bir isyana sebep olmuştur. Batıniler kısa sürede Zevzen, Kalin, Tebes, Tun ve diğer önemli yerleşim birimlerini ele geçirerek, durumlarını güçlendirdiler. Bu gelişme artık onların hareket alanlarını genişlettiklerinin ve Selçukluların kurulu sosyal düzenini sarsacak hale geldiklerinin işaretidir. Bu şekliyle Batıniler, Sünnilik açısından sadece sapkınlığın en aşırı temsilcisi olarak kalmamış, aynı zamanda toplumda kargaşa çıkaran ve cemiyeti sarsan bozgunculukları körükleyen bir hareket olma özelliğini de göstermiştir.


Sultan Melikşah'ın Batıniliği Yok Etme Çabaları


Batınilerin Selçuklu ülkesinde hem doğuda, hem de batıda etkili olmaya başlamaları karşısında durumun ciddiyetini kavrayan Sultan Melikşah, meseleyi daha ciddi planda ele alma gereği duyarak, Kızıl Sarıg adlı bir kumandanını Kuhistan bölgesindeki Batınileri, Arslantaş adlı diğer bir kumandanını da Hasan Sabbah ve arkadaşlarını yok etmekle görevlendirdi. Melikşah'ın meseleyi bu şekilde ele alışına bakılırsa, onun Batıniliğin merkezi ve en fazla yayılma imkanı bulduğu bölgeleri ele geçirerek bu hareketi kökünden kazımak istediğine hükmedilebilir.


1092 yılının başlarında harekete geçen Arslantaş, aynı yılın Haziran­ Temmuz aylarında Alamut'u kuşatmıştır. Hasan Sabbah, kalede çok az sayıdaki adamıyla sıkışınca Kazvin'de bulunan daisi Dihdar Ebu Ali'ye haber göndererek yardım istedi. Bu bölge, dailerin çalışmaları neticesinde Batıniliği kabul edenler ve dışardan Kazvin'e gelip yerleşen Batıniler sebebiyle önemli bir potansiyele sahipti. Nitekim Kazvin, Talikan ve Kuh-i Bara gibi bölgelerden toplanan Batıniler efendileri Hasan Sabbah'ın yardımına koşmakta gecikmediler. Dolayısıyla yeni gelenlerle güçlenen kaledekiler bir gece Selçuklu kuvvetlerine ansızın baskın yaparak bozguna uğrattılar.

Sultan Melikşah, Selçuklu kuvvetlerinin bu bozgunundan sonra durumun vahametini ·iyice kavramış ve Batıniliğin kökünü kazımak için yapılması gerekenler hakkında yeniden kafa yormaya başlamıştır. Bu­ arada Kuhistan· bölgesindeki Batınilerin yok edilmesiyle görevlendirilen Kızıl Sarıg, Batınileri tedip ve tenkil hareketine girişmişken Melikşah'ın ölüm haberi geldi. Bunun üzerine Batınileri yok etmek için başlatılan bu hareket de-sonuca ulaşamadan durduruldu.



Hasan Sabbah'a Yazıldığı İddia· Edilen Mektup Meselesi


Hasan Sabbah'la yapılan savaşlar özelde Batınilere karşı verilen bir uğraş olarak gözükse de, genelde Sünni Selçukluların Şii düşüncesine karşı göstermiş oldukları çabanın bir parçasıdır. Şii Büveyhiler ve Fatımilerle yapılan askeri ve siyasi · mücadelenin devamı mahiyetinde olan Hasan Sabbah hareketi, Selçukluların kurmuş olduğu siyasi ve ictimai nizamı kendisine hedef alarak bunu yıkmayı amaçlamıştır. Böylece Fatımilerin Selçuklulara karşı yapmış olduğu fiili dış müdahale, Hasan Sabbah eliyle · Selçuklu ülkesinin içine taşınmıştır. Metot olarak kendilerine müstahkem kaleler ve suikastlerini gerçekleştirecek fedailer seçen Batıniler, bu araçları kullanmak sureti ile merkezi otoriteye karşı yeni ve özel bir mücadele başlatmıştır. Sonuçta Selçukluları yıpratacak, idarecileri bezginliğe .ve karamsarlığa sürükleyecek, halkı ise korku ve baskı ile sindirecek bir yol seçilmiş ve bununla amaca ulaşılmak istenmiştir.


Batınilerin kötülükleri artıp, insanlar bunlardan muzdarip olmaya başlayınca, Sultan Melikşah, Hasan Sabbah'a bir elçi gönderip yaptığı kötülükleri sayarak, kendine itaate davet edip, umera ve ulemaya karşı işlemiş olduğu cinayetlerden vazgeçmesini istemişti. Hasan Sabbah'in Melikşah'a verdiği cevap·, onun insanlar üzerindeki. Tesirini ve erişmiş olduğu gücü göstermesi açısından önemlidir. Hasan Sabbah, Sultan'ın elçisine kendi gücünü göstermek ve böylece aynı zamanda fiili bir cevap vermekten de geri kalmadı. Hasan Sabbah, önünde beklemekte olan adamlarına dönerek: "Bir ihtiyacın yerine gelmesi için sizleri mevlanıza göndermek istiyorum, hanginiz bu görevi yerine getirmek ister" dedi. Orada bulunan adamların hepsi bu görevi yerine getirmeye hazır olduklarını söylediler. Melikşah'ın elçisi, Hasan Sabbah'ın bunlar ile Sultan'a bir mektup göndereceğini zannetmişti. Hasan Sabbah, bu grupta bulunan gençlerden birine işaret ederek, kendini öldür, dedi. Adam hemen bıçağını çekerek boğazını kesti ve cansız olarak yıkıldı. Diğer birisine, kendini kale bedeninden at, dedi. Bu şahıs da hemen kendini kaleden atarak paramparça oldu. Kendilerine intihar etmeleri emredilen iki fedai bu emri hemen yerine getirirlerken, Hasan Sabbah da elçiye dönerek: "Git sultanına söyle bana bu şekilde itat eden 20000 adamım vardır" dedi. Elçi Melikşah'a döndüğünde gördüklerini anlatınca, Sultan bunları hayret içinde dinledi ve bir daha onların kelamını etmedi.


Muteber kaynaklarda Melikşah ile Hasan Sabbah arasında geçen mektuplaşma olayı çok kısa nakledilerek fazla bilgi verilmemektedir. Yalnız M. Şerefeddin'in Halis Efendi kütüphanesinde 309 numaralı kayıtta bulunan eski bir mecmuaya dayanarak tercümesini yaptığı bir mektupta olay çok farklı gelişmektedir. Burada Hasan Sabbah, Melikşah'a karşı son derece hürmetkar ifadeler kullanmakta ve Sultan'a bağlılığını bildirmektedir. Ancak bu kaynağı doğrulama imkanı şimdilik bulunamamıştır.

Ibnu'I-Cevzi, İbn Kesir gibi eserlerde muhtasar olarak zikredilen Sultan Melikşah-Hasan Sabbah arasındaki mektuplaşma ile, M.Şerefeddin'in fazla güvenilir olmayan bir kaynaktan rivayet ettiği bu mektuplar arasında tenakuzlar görülmektedir. Çünkü, İbnu'l-Cevzi'nin verdiği bilgilerde Hasan Sabbah, Sultan'ın elçisinin önünde adeta gövde gösterisi yaparak kuvvetini göstermesi ve " ... git Sultan'ına söyle emrimde bu adamlardan 20 000 tane vardır..." demekle, bir noktada Melikşah'ı tehdit etmesi söz konusudur. Oysa M. Şerefeddin'in naklettiği mektupta Hasan Sabbah, Melikşah'a karşı gayet itaatkar davranmakta ve sadece düşmanlarından korktuğu için bu kalede kaldığını zikretmektedir. Yine aynı mektupta insanları katletmediğini, kendi dininin İslam olduğunu ve en yakın zamanda Sultan'a gelerek bağlılığını göstereceğini söylemektedir.


M. Şerefeddin'in sözkonusu ettiği mektup doğru ise Hasan Sabbah Melikşah'ı inceden inceye tahrik etmekte ve Kavun oğullarının Melikşah'ın saltanatına karşı yapacakları muhtemel hareketin doğru olmaması gibi, Abbasilerin muhaliflerine yaptıklarının da doğru olmadığını ispata çalışmaktadır. Bu değerlendirme Hasan Sabbah'ın ne kadar zeki olduğunu da göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca kendi davasının haklılığını ispat için, muhayyel bir senaryo kullanmakta, geçmiş olayları adeta Melikşah'ın şahsıyla inibatı varmış gibi göstermekte, bununla da Türkler arasında mevcut olan mülkün saltanat üyelerinin ortak malı olması meselesinden hareketle, Kavun Bey'in çocuklarının bu düşünceyi harekete geçirdikleri taktirde Melikşah ve evlatlarına ne kadar haksızlık yapmış olacaklarını zikredip, Melikşah'ın Abbasiler hakkındaki düşüncesini değiştirmeye çalışmaktadır. Yine aynı düşünceyi teyit etmek için tarihten örnekler vererek, Abbasilerin Ebu Müslim el-Horasani, Ebu Hanife, Hallac-ı Mansur gibi şahsiyetlere yaptıkları kötülüklerden söz etmektedir.


Gelişmelere bakıldığında İbnu'l-Cevzi’de nakledilen bilgilerin resmettiği Hasan Sabbah'ın daha gerçek olduğu görülür. Aksi varid olsaydı Melikşah'dan sonra Berkyaruk ve Mehmet Tapar zamanında Batınilere karşı o kadar şiddetli mücadele verilmezdi. En azından bahsedilen bilgilerin doğruluğunu onaylayan tarihi rivayetlerle de karşılaşmak mümkün olurdu. Oysa hem Doğu, hem de Batı kaynakları adeta ittifak edercesine Batınilerin kıtallerinden, Selçuklu ülkesindeki yıkımlarından bahsetmektedirler ki, olayların tarihi gelişimi de bunu doğrulamaktadır.


Batınilerin bütün kıtallerine, cinayetlerine ve Selçuklu düzenini yıkmayı amaçlamalarına rağmen, doğrudan Selçuklu hanedanını hedefledikleri söylenemez. Bu kanaatin oluşmasını sağlayan davranış; Selçuklu hanedan ailesinden sultan ve şehzadelere herhangi bir suikastte bulunulmamasıdır. Eğer aksi varid olsaydı halifeleri, emirleri, kale komutanlarına suikastler tertipleyen bu insanların hanedan üyelerinden bazılarını da, en azından gözdağı vermek kastıyla öldürmeleri mümkündü. Fakat tarihi kayıtlar böyle bir olay nakletmemektedirler.


Batınilerin Gerçekleştirdiği Kıtaller


Batınllerin en belirgin vasıflarından birinin, muhaliflerini hançerle katlederek ortadan kaldırmak olduğu daha önce görülmüştü. Aynı şekilde, bu hareketin müstahkem kaleler ve fedailere istinat ettiği de zikredilen hususiyetlerdendi. Bu hareketin bağlıları daha çok cahil dağlılardan meydana gelmekteydi. Kaynakların ifadesi ile; " ... solu ile sağını birbirinden ayıramayan, dünyadaki gelişen olaylardan haberdar olmayan kimseler. ..” bu hareketin insan kaynağını oluşturmaktaydı. Bu tür insanların meydana getirdiği kitleden istifade eden Hasan Sabbah, onlara ceviz, bal ve haşhaştan oluşan özel bir karışım yedirerek dimağlarını uyuşturmakta, bu şahıslar özel olarak yapılmış cennetlerde çeşitli nimetler ve güzellikler içerisinde bir süre tutulmaktaydı. Uyanmaya yakın çıkarıldığı bu cennet, göstereceği sadakat ve yararlık karşılığı olarak o şahsa vaad edilmekteydi.


Beyinleri Batıni propaganda ile yıkanmış ve kendilerine gerçek sandıkları yalancı cennet gösterilmiş şahıslar, istenilen her şeyi yapacak şekilde kandırılmaktaydı. Liderlerine o kadar körü körüne bağlıydılar ki, "Bunlardan bir tek kişi, kendisinin öldürüleceğini bile bile, bir cemaate hücum eder ve onları aşikare öldürürdü." Fedailer, Batınilik davasına muhalif olan herkese karşı kesin çözüm kastıyla kullanılmışlardır. Seçilen bu insanların son derecede cahil ve gayet mükemmel bir şekilde ikna edilmiş olmaları, canları pahasına verilen görevleri yerine getirmelerini sağlıyordu. Bu konuda sadece fedailer değil, onların aileleri de yapılan vaadlerle ikna edilmişlerdi. O kadar yüce bir dava için savaştıklarına inanıyorlardı ki, bu uğurda ölmek şeref; verilen görevi yerine getirememek şerefsizlik olarak addediliyordu."


Yüce idealler adına cinayet işlemek eskiden beri bazı gruplarca kullanılan bir yoldur. Hasan Sabbah, bu işi metot haline getirmekle kalmamış, öldürme işini hançerle yaptırarak, bunu Batıniliğin ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Muhaliflerin öldürülmesi Batınilikle beraber anıldığı için Batılılar "assassins-katiller" kelimesini Batıniler manasında kullanmışlardır.


Batınilerin Selçuklu ülkesindeki ilk kıtalleri, muhtemelen Alamut'un ele geçirilmesinden daha önce Save'de meydana gelmiştir. Batınilerden onsekiz kişi bir bayram günü burada buluşarak bayram namazı kılmışlardır. Bunların haberini alan beldenin emiri bu şahısları tutuklatmış, sonra da serbest bıraktırmıştır. Bu olay Batınilerin ilk toplanmalarıdır. Bunlar Save'li olup, İsfehan'da ikamet eden bir müezzini kendilerine katılmaya çağırdılar. Fakat o, bu daveti kabul etmeyerek reddedince, açığa çıkacakları korkusuna kapılarak müezzini öldürdüler. Bu Batınilerin işledikleri ilk cinayet olmalıdır.


Olay Nizamülmülk tarafından duyulunca, müezzini öldürmekle itham edilen kişilerin yakalanması emrini verdi. Öldürme olayıyla itham edilenler yakalandı ve katil olduğu tahkik edilen Tahir ismindeki bir marangoz kısasen katl edilerek, ayağından sürüklenip sokaklarda teşhir edildi. Bu şahıs da Batınilerden öldürülen ilk kişidir. Selçuklu ülkesinde ilk defa kanlarının akmasına sebep olan ve bu yöndeki emri veren Nizamülmülk olduğu için Batıniler, ona karşı büyük bir kin ve nefret beslemişlerdir. Bu sebepten, Batınilerin katlettikleri ilk şöhretli kişi de, Nizamülmülk olacaktır.


Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın faaliyetlerinden endişe ederek onun doğuda Ubeydullah el-Mehdi durumuna gelmesinden çekinmekteydi. Bu yüzden de, Batınilerin faaliyetlerine göz yummayarak, ilk defa Batıni kanı döktüren kişi olmuştu. Bunu unutmayan Batıniler, onu katletmeye karar vermişlerdi. Nizamülmülk 1092 senesi Ramazan ayında Bağdad'dan Isfehan'a dönerken Nihavend'de konaklamış, iftardan sonra harem çadırına dönerek dinlenmek istemişti. Ondan birşey istemek için yaklaşan Batıni bir çocuk, Nizamülmülk'e yaklaşınca, saldırarak veziri bıçakla yaraladı. Batıni, kaçarak kurtulmak istediyse de, Nizamülmülk'ün adamlarınca yakalanarak öldürüldü. Fakat Nizamülmülk aldığı bıçak darbesi sonucunda hayatını kaybetti. Nizamülmülk'ün katledilmesini kendileri açısından çok önemli sayan Batıniler; O, bizden bir marangozu katletti, biz de onu katlettik diyerek, bu olayın kendileri açısından bir prestij ve kısas meselesi olduğunu gösterdiler.

Nizamülmülk gibi şöhretli ve Batıni düşmanı birisinin öldürülmesi, hiç şüphesiz ki,: Batınilerin güçlerini göstermesi ve ses getirmesi açısından önemlidir. Fakat bu olaydan önce de Batınilerin öldürme ve yağma olayları yaptığına dair kayıtlar mevcuttur. Yine İbnu'l-Esir'in verdiği bilgilere göre Batınilerin ilk sahip oldukları yer Kayin yakınlarında bir kaledir. Bu kalenin komutanı Batınilerden olduğu için onun etrafına toplanıp, güçlenerek etrafa tehlike saçmaya başlamışlardı. Kirman'dan Kayin'e gitmekte olan büyük bir kafile bu kaledeki Batınilerin saldırısına maruz kalmış ve kafiledekilerden bir Türkmenin dışında herkes öldürülmüş, malları yağmalanmıştı. Saldırıdan kurtulabilen bu Türkmen, Kayin'e ulaşarak olup bitenleri şehir halkına haber vermişti. Şehir Kadısı el-Kirmani'nin başkanlığında toplanan halk Batıniler üzerine saldırmışsa da, onlara karşı bir şey yapamadan geri dönmek zorunda kalmışlardı. Bu olay Nizamülmülk'ün öldürülmesinden önce cereyan etmişti.


Selçuklularda Taht Kavgaları ve Batınilerin Güçlenmesi


Sultan Melikşah'ın vefat etmesi Batıniler açısından bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Nizamülmülk ve Melikşah'dan sonra devletin tepesinde güçlü ve otoriter bir şahsiyet kalmadığı gibi, Melikşah'ın evlatları da birbirleriyle taht mücadelesine tutuşmuşlardır. Bu mücadele, Batıniler açısından bulunmaz bir ortam yaratmış ve güçlerini artırdıkları gibi, halk üzerinde de daha tesirli olmaya başlamışlardır. Selçuklu şehzadelerinin birbirleriyle mücadele etmeleri devletin gücünü zayıflatırken, Batınilerin gücünü artırmıştır. Dolayısıyla yeni kaleler ele geçirmişler ve durumlarını sürekli güçlendirmişlerdir.


Yeni kaleler ve yeni suikastler birbirini takip etmiştir. Halk arasında o kadar dehşet ve korku salmışlardı ki, evinden sabahleyin işine giden bır insan, ikindi vakti geçti de evine dönmediyse, hane halkı artık ondan ümit keserdi. Türlü türlü desiseler kullanarak insanları kaçırır ve onları öldürdükten sonra kuyulara atarlardı. Devletin gücü azalıp, buna karşılık Batınilerin gücü ve kötülükleri artınca, halk arasında korku artmaya başladı. Bu yüzden halk iki kesime bölündü. Bir kısmı bunlara açıktan açığa düşmanlık ederek onlarla çarpıştı, diğer kısmı ise onlarla barışık yaşama şeklini tercih etti.


Batınilere düşman olan kesim, her an onlardan gelebilecek tehlike korkusuyla yaşadılar. Sulh halinde olanlar ise onların işledikleri kötülüklere ve cinayetlere ortak olmakla itham edildiler. Ülkede hiç bir kimse bunların kötülüklerinden emin olamadı. Batıni olanlar devletin takibatına maruz kaldılar. Batıni olmayanlar ise ya Batıniler tarafından taciz edildiler veya kendilerini sevmeyen kişiler tarafından Batıni olmakla jurnallenerek devlet tarafından cezalandırılma tehlikesine maruz kaldılar. Ülkede asayiş ve güvenin yerini endişe, korku ve dehşet aldı. O kadar ki, devletin ileri gelen şahsiyetleri ve önde gelen alimler bile Batıni olmak ithamından kendilerini kurtaramadılar.


Batıniler, kendileri açısından tehlikeli veya ortadan kaldırılmasını faydalı gördükleri her seviyeden insana karşı suikast düzenlemişlerdir. Özellikle Batınilere karşı sefer düzenlemiş veya açıktan düşmanlığı görülmüş kişileri hiç affetmediler. Bunlardan biri olan emir Aksungur, Batınilere karşı birçok sefer düzenlemiş, bazılarını öldürüp, mallarını yağmalamış, beldelerini tahrip etmişti. Bu sebepten dolayı emiri takip eden Batıniler 1048 senesi Ramazan ayında Hemedan'da üzerine hücum ederek onu öldürdüler. 1096 senesinde ise Tuğrul Bey'in arkadaşı ve Selçukluların ilk Bağdad şahnesi olan emir Porsuk'u katlettiler. Aynı sene Berkyaruk'un amcası Yakuti'nin kızıyla evli olan emir Arğuş en-Nizami'yi Rey'de katlettiler. Batıniler için her gruptan insan hedef durumundaydı. Onların öldürülmesi için güçleri ve sosyal mevkileri önemli değildi. Batınilerin kıtalleri çoğalınca onlardan çekinen emirler gömleklerinin altından zırh giyerek dolaşmaya başladılar.

Batıniler için sadece emirler ve kolluk kuvvetlerinin ileri gelen şahsiyetleri hedef değildi. Onlar kendileri gibi düşünmeyen herkese savaş açmışlardı. Bu konuda sivil halk da kendilerine düşen payı almaktaydı. Nitekim 1104'de Hindistan, Maveraünnehr ve Horasan'dan gelmekte olan hacılara saldırarak mallarını yağmalayıp, insanları kılıçtan geçireceklerdir. Bu masum insanların tek suçu Batıni olmamaktı. Bu kadar gözü dönmüş ve kin duygularıyla dolu Batınilerin yaptıkları elbette ki sadece bunlar değildir. Onlar umeradan sonra ulema üzerinde de büyük baskı ve tehdit oluşturmuşlardır.


Batıniler bir taraftan halk üzerinde propaganda yaparak dini emirlerin lüzumsuzluğu ve hakikatlerin ancak masum bir imam sayesinde öğrenilebileceği düşüncesini yayıyor, bir taraftan da Selçuklu idaresinden gayri memnun insanları ele geçirerek taarruz ağırlıklı bir ihtilal akidesi geliştiriyorlardı. Dailer vasıtasıyla şehir ve kasabalardan Selçukluların idaresinden hoşlanmayan insanları taraftar olarak bir araya toplayıp, bunların gayri memnun hallerinden istifade ile devlete karşı kullanıyorlardı.


Selçuklular, özellikle Şii-Batıni fikirlerle mücadele etmek için medreseler kurarak, buralardan Ehl-i sünnet fikriyle yetişen insanlar sayesinde bahsedilen düşüncelere karşı savaş açıp, halkın zihinlerini onların teşvişlerinden korumayı amaçlamaktaydı. Alp Arslan döneminde açılan bu medreseler sonraki sultanlar tarafından da desteklenmiş ve devletin resmi Sünni görüşünü yayan müesseseler olarak büyük fonksiyon icra etmişlerdir. Selçuklular, açmış oldukları bu medreselerden yetişen insanlar sayesinde, bir taraftan Batınilerin bu propagandalarını tesirsiz hale getirirken, diğer taraftan da Batıni fikirleri çürüten, Sünni düşünceyi halk arasında yayan ve devlet otoritesine bağlanmayı gerekli gören insanlar yetiştirmişlerdir. Yıkıcı faaliyetlerin engellenmesinde askeri hareketlerden sonra, belki de ondan daha fazla etkili olan yol bu metottu. Selçukluların-bu mücadelesinde en büyük destekçisi Sünni alimler ve onların yetiştirdiği talebelerdi. Bu sebepten dolayı, Batiniler için ortadan kaldırılması gereken grupların başında bu insanlar gelmiştir.



Batınilere Karşı Yürütülen Fikri Mücadele


Selçuklular, -Batınilere karşı değişik yollar kullanılarak mücadele etmişlerdi. Bunun birinci safhası hiç şüphesiz ki, onların faaliyetlerini ve yuvalandıkları yerleri ortadan kaldırmayı hedefleyen askeri hareketlerdi. Nitekim durumun ciddiyetini kavrayan Sultan Melikşah, değişik komutanlarına Batınilerle mücadele etme ve onları bulundukları yerlerden söküp atma emrini vermişti. Melikşah'ın bu niyetini gerçekleştirmesine ömrü vefa etmemiştir. Yoksa Pamir'den Mısır'a, Yemen'den Kafkaslar'a kadar hükmeden güçlü Sultan'ın bu meseleyi halletmemesi düşünülemezdi.


Melikşah'ın vefatından sonra evlatları arasında baş gösteren taht kavgaları Batınilerin gelişip güçlenmelerine zemin hazırlamıştı. Buna rağmen Berkyaruk ve Mehmet Tapar'ın öncelikli mesele olarak ele aldıkları konuların başında Batınilerin tenkili meselesinin geldiğini tarihi kayıtlardan bilmekteyiz. Askeri hareketler Batınilerin faaliyetlerini kesmeye yetmemiştir. Çünkü Batıniler, hem doğan boşluktan istifadeyle yeni kaleler elde ederek askeri yönden güçlenmişler, hem de propagandalarını sadece askeri metotlara dayandırmamışlardır; onlar aynı zamanda fikri bir mücadele başlatarak, Selçuklu ülkesinde hakimiyetlerini yaymayı amaçlamışlardır.


Fatımilerin açmış oldukları medreselerden yetişen Şii dailerin Selçuklu ülkesindeki faaliyetleri sonucunda Ehl-i sünnet fikri gerileme göstermiş, hatta bu propagandaları destekleyen Büveyhiler Devleti ve Besasiri gibi komutanların gücünden Ehl-i sünnet yok olma noktasına gelmişti. Selçukluların İslam aleminin liderliğini ele geçirmesinden sonra ana hedef, Şii düşüncesi ve onun temsilcisi olan Fatımiler devletinin ortadan kaldırılmasıydı. Bu gaye için sadece askeri faaliyetlerle yetinilmemiş, bu düşünceye karşı fikri yolla mücadele edecek müesseseler de oluşturulmuştur. Sultan Alp Arslan ve vezir Nizamülmülk'ün gayretleriyle açılan Nizamiye Medreseleri bu görevi en iyi şekilde yerine getirmişlerdir. Genelde Ehl-i sünnet dışındaki düşüncelere, özelde ise Fatımilerin dışardan yönelttiği fiili müdahaleyi Selçuklu ülkesine taşıyan Hasan Sabbah ve onun temsil ettiği Batıni fikirlere karşı koyan bu medreseler önemli fonksiyonlar İcra edeceklerdir.


Nizamiye Medreseleri'ne özellikle dönemin güçlü Sünni ilim adamları müderris olarak atanmış, bunların bilgi ve birikimlerinden istifade cihetine gidilmiştir. Bu müesseseler için hiçbir masraftan kaçınılmamış, hoca ve öğrenciler için en geniş imkanlar hazırlanmıştır. Temel gayesi Ehl-i sünnet düşüncesini öğretecek insanlar yetiştirmek olan bu medreselerden mezun olan öğrenciler ülkenin dört bir yanında görev alarak temsilcisi oldukları düşünceyi yayarken, ona muarız olan Batıni fikirlere karşı da mücadele etmişlerdir. Bu şahıslar aynı zamanda İslam aleminde ortak bir kültürün ve düşüncenin doğmasına da imkan hazırlayacaklardır. Öyle ki, değişik bölgelerden gelen insanlar bu medreselerde okuyarak, Ehl-i sünnet düşüncesini öğrenip, sonrada kendi memleketlerine dönüp bu düşünceyi yaymışlardır: Böylece- halk idarecilere gönülden bağlanmış ve yönetenler ile yönetilenler arasında "Sünnilik' düşüncesi" ortak payda haline gelmiştir. Türkistan'ın içlerinden Nil deltasına kadar uzanan geniş· topraklarda ülke bütünlüğünün yanı sıra, manevi birlik de bu-müesseseler sayesinde temin edilmiştir.



Nizamiye Medreseleri'nin başlattığı fikri mücadele sayesinde Şiilik egemen bir mezhep olmaktan çıkmış ve Enl-i sünnet fikri yeniden güçlenmiştir. Batıni propagandalara karşı halka Sünni fikirler öğretilerek onların propagandaları tesirsiz hale getirilmiş, aynı zamanda dini emirlerin gereksizliğini tavsiye eden yıkıcı düşünceler de bertaraf edilmiştir. Nizamiye Medreseleri bir taraftan halkın ıslahını ve eğitimini hedef alırken, diğer taraftan da devlet otoritesine ve kanunlara itaat etmenin gereğini öğretmiştir. Böylece devletin bütünlüğünü korumanın yanında, kanunlara bağlı fertler yetiştirilmiştir. Bu şekilde bir yapılanma, ülkede huzurun yanı sıra, adalete dayalı bir idarenin gelişmesini de sağlamıştır. Bu yüzdendir ki, Selçuklu idaresi, Roma'da Antonion, İran'da Nevşirevan, Araplar'da Hz. Ömer ve İngiltere'de de Büyük Alfred devirleri gibi huzur, güven ve adaletin hakim olduğu bir devir olma özelliğine sahiptir.


Batınilerle yapılan fikri mücadelenin merkezi olan Nizamiye Medreseleri ve buralarda görev yapan büyük alimler bahsedilen konularda çağlarını aşan görevler ifa etmişlerdir. Bu mücadelenin bayraktarlığını yapan kişi de, Nizamiye Medresesi müderrislerinden İmam Gazali'dir.  Gazali'den önce de Batıniler hakkında eser yazarak onların görüşlerinin yanlışlığını ortaya koyan şöhretli alimler vardı. Lakin Gazali döneminde iş daha bir ehemmiyet kesbetmişti. Çünkü, Batıniler sadece fikri alanda kalmamış, meseleye bir de cinayet boyutunu katarak durumu daha vahim hale getirmişlerdi. Baskı ve terörün desteğiyle propagandalarına hız veren bu insanların sapkınlıklarından ve desiselerinden halkı korumak gerekmekteydi ki, bu da Gazali ve onun gibi düşünen insanlar sayesinde olmuştur.


Batınilere karşı, Gazali'den önce eser verenlerin başında aynı zamanda Gazali'nin de hocası olan İmamu'l-Harameyn Cüveyni gelir. Nisabur Nizamiye Medresesi'nin de müderrisi olan Cüveyni, hem Ehl-i sünnet düşüncesinin gelişmesinde büyük rol oynamış, hem de yetiştirdiği öğrencilerle bu müdafaa ekolünün devam etmesini sağlamıştır. Cüveyni, yazmış olduğu "el-Akidetü'n-Nizamiyye fi'l-Erkani'l-İslamiyye" adlı eserinde normal olarak kelami meseleleri açıklamıştır. Esere verilen isim de gayet manidardır. Adeta Ehl-i sünnet itikat ve ibadet esaslarının öğretildiği Nizamiye Medreseleri ile, Ehl-i sünnetin görüşlerini anlatan eser özdeşleştirilmiştir. Cüveyni, bu eserinin sonuna normal ilmihal kitaplarında olmayan bir bölüm ekleyerek Ehl-i sünnet itikadına göre İmam'da (Devlet Başkanı) aranan şartları belirtmiştir.


Cüveyni'nin alışılmışın dışında eserine farklı bir bölüm açmasının sebebi, Batınilerin dini hakikatlerin masum imam tarafından öğrenilebileceğini ve bunun da nassla tayin edilen Hz. Ali soyundan bir şahısla mümkün olabileceğini savunmalarını boşa çıkarmak, onların yanlışlığını ortaya koymak içindir. Cüveyni, burada imamın gerekli şartlarını açıklamakla aynı zamanda, bu meselenin Şiilerin savunduğu gibi, itikadi bir mesele olmadığını da ispat etmektedir.


İmam Cüveyni'nin bu sahada "Gıyasu'l-Umem" adlı bir başka eseri daha vardır. Bilindiği gibi Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün bir lakabı da "Gıyasu'd-Din" idi. Cüveyni, eserlerini "Nidmı" ve "ilyasi" adlarıyla telif etmekte ve Nizamülmülk'e ithaf etmekteydi. Bu sebepten dolayı bahsettiğimiz bu eseri "el-Gıyasi" olarakta tanınmaktadır. Bu ikinci eserini tamamen imamat konusuna hasretmiş ve birincisinden daha teferruatlı olarak imamet meselesini ele alarak Abbasilerin Hilafeti'nin meşruluğunu savunmuştur. Cüveyni, bu eserinde imamda bulunması gereken şartları sayarken nesep itibariyle "Kureyş"ten olma şartını koyarak, bunu Hz. Peygamber'in hadisiyle delillendirmiştir. Buna karşılık Mısır Fatımilerinin kendilerini Hz. Peygamber'in nesebinden göstererek şeref elde etmek istediklerini, bu uğurda çok çaba sarfettiklerini, fakat bu davalarında yalancı olduklarını zikretmiştir. Görüleceği üzere Cüveyni, tamamen Sünniliğin klasik görüş olan imametin güvenliliğini savunmakta, buna karşılık Şiilerin ve onların değişik versiyonu olarak Selçuklu ülkesindeki uzantısı olan Batınilerin gerçek halifenin Fatımi Halifeleri olduğu görüşünü reddetmektedir. Böylece onların gerçek halifenin Mısır Halifesi olduğu konusundaki propagandalarına cevap vermekte, Sünni görüş açısından bu meseleyi enine boyuna irdelemektedir.


Cüveyni'den sonra Batınilere karşı en büyük mücadeleyi veren şahıs onun öğrencisi olan Gazali'dir. Gazali, hem Nizamiye Medresesi'ndeki müderrisliğiyle yetiştirdiği talebelerle, hem de bu sahada otorite olması hasebiyle yazdığı eserlerle, Ehl-i sünnet görüşünü savunmuş, Batıni propagandaları geçersiz kılacak çalışmalar yapmıştır. Gazali'nin bu sahadaki en meşhur eseri bizzat Halife'nin emriyle kaleme aldığı "Fedaihu'l­ Batıniyye" adlı eseridir.


Bizzat halife tarafından Batınilerin fikirlerini çürütmekle görevlendirilen Gazali, bu konuda büyük bir uğraş vermiştir. Kelam alimlerinin yaptığının aksine, bu mücadelede tamamen aklı ön plana çıkararak, nasslara ikinci planda yer vermiştir. Böylece akli metotlar kullanarak halk üzerinde tesirli olan Batınilere karşı kendi silahlarıyla cevap verilmiştir. Batınilere karşı "Hüccetu'l-Hakk", "Mufassilu'l-Hilaf", "el-Kıstisu'l­ Müstakim" gibi eserleri de kaleme alan Gazali, "Fedaihu'l-Bitıniyye" adlı eserindeki uzun izahları biraz daha muhtasar hale getirerek özetlemiş ve herkesin anlayabileceği bir üslupla "Kitabu Kavasımi'l-Batıniyye" adıyla bir risale şeklinde yeniden kaleme almıştır. Gazali bununla da iktifa etmemiş "el-Munkizu mine'd-Dalal" adlı eserinde de, Batıniler için bir bölüm ayırarak, burada onların delillerini tartışıp, akli metotlarla çürütme cihetine gitmiştir.


Gazali, Batınilere karşı sadece müstakil eserler yazarak karşı çıkmamış, hocasının yolundan giderek normal kelami meseleleri ele alan eserlerine de, Batınilerin görüşlerini reddeden kısımlar eklemiştir. Bu cümleden olarak, önemli eserlerinden biri olan "el-İktisad fi'l-İ'tikad" içinde de imamet konusuna bir bahis ayırarak bunun bir zaruret meselesi olduğunu ve Şiilerin iddia ettiği gibi nassla tayin edilmediğini savunmuştur. Gazali, bu bahsedilen eserlerinin dışındaki kitaplarında da Batınilerin fikirlerini çürüten bahisler eklemiş, "Batıniyye, zahiri Rafızilik, batını sırf küfür olan bir mezheptir." şeklindeki değerlendirmesi ile onlar hakkındaki hükmünü özetlemiştir. O, kılıç ve askerin kazanamadığı zaferi, kalemiyle elde etmeye çalışmış, hiç olmazsa Batıniliğin fazla yayılmasını engellemiştir.


Batınilerin fikirlerinin çürütülmesinde bahsedilen şahısların dışındaki alimler de eserler kaleme almışlardır. Bunlardan biri de Yemen ulemasından olan Muhammed b. Malik el-Hammadi el-Yemeni'dir (öl.1077).

 Batıni ve Karmatilerin fikirlerini çürüten bir eser kaleme almıştır.

Fatımilerin temsilcisi olarak Doğu İslam topraklarında faaliyet gösteren Hasan Sabbah ·ve onun kurduğu· Batıni teşkilatı, Ehl-i sünnet düşüncesi ve· Selçuklular için · büyük bir tehlike oluşturmuştu. Bu insanlar, propaganda ile yanlarına ·çekemedikleri halkı korku, tedhiş ve suikastle taraftar kılmayı başarıyorlardı. Dışarıdan Hıristiyan aleminin, içeriden ise Batınilerin yarattığı bu·tür tehlikelerin en kısa ve kesin yoldan bertaraf edilmesi gerekmekteydi. Selçuklular, bunlara karşı bir taraftan askeri ve siyasi yollarla uğraşırken, diğer taraftan da dönemin alimleri bu mücadeleye fikirleri ve yazdıkları eserler yoluyla katılmışlardır.


Karmatilik


Selçukluların mücadele etmek mecburiyetinde kaldığı Şii kaynaklı hareketlerden birisı de Karmatiliktir. Batıniler kadar geniş bir sahaya yayılıp, çoğalmamış olmakla beraber, bir kısım faaliyetleriyle, Sünniliğin temsilcisi olan Abbasi Halifeliği'ne ve Selçuklulara gaile çıkarıp, merkezi otoriteyi zor duruma sokacak davranışlara yönelmişlerdir. Karmatilerin ortaya çıktığı Kufe ile Basra arasındaki bölge Arap, Sudan ve Nebat menşeli insanların yaşadığı bir yer olup, ekserisi fakir insanlardan meydana gelmekteydi. İsmailiyye Fırkasının önemli lideri olan Abdullah b. Meymun'un 874'deki ölümünden sonra, onun talebesi ve ateşli propagandacı olan Hamdan Karmat, bu bölgede kendi adıyla anılan davetini yapmaya başladı. Kufe yakınlarında bir merkez inşa ederek burasını vaaz ve davetinin merkezi haline getirdi. Halkın fakirliği ve bozuk sosyal yapıdan istifade ederek, kısa sürede mal ve kadın ortaklığına dayanan bir örgütlenme gerçekleştirdi. Büyük oranda Mecusilik esaslarına dayanan, Sabiilik ve Manilik gibi İslam öncesi inançlarla karışan Karmatilik, Abbasi Halifeliği'ne düşmanlığı ana prensip haline getiren fırkaların başında yer alır.


Karmatilerin önemli liderlerinden olan Ebu said el-Gennabi, 899 yılında Bahreyn bölgesinde başkenti el-Ahsa olan bir devlet kurmayı başarmıştır. İslam devletinin yıkılacağı ve Mecusi devletinin kurulacağına inanan, bunun için de belirli bir vakit bekleyen Karmatilerden bir grup· da Şam bölgesinde harekete geçerek Abbasi Halifesi'nin ordularını bozup, er-Rusafe şehrine girerek buradaki bütün-mescitleri yakmışlardı. Aynı mantıktan hareket eden ve Mecusi devletinin kurulma vakti geldiğine inanan Ebu Tahir Süleyman adlı Karmati reisi de el-Ahsa'dan hareket ederek Kufe ve Basra'yı ele geçirmiş, 927'de Mekke'ye girerek Kabe'de tavaf eden hacılar dahil bulduklarını öldürüp, Kabe örtülerine el koymuş, katlettiği insanları Zemzem Kuyusuna atmıştır. el-Haceru'l Esved'i Kabe'deki yerinden sökerek Bahreyn'e oradan da Kufe'ye götürmüştür.


Karmatilerin, bazı ortak inançları paylaştıkları Mısır Fatımileri ile yakın ilişkiler içerisinde oldukları gözlenmiştir.  Bu yakın münasebetlerin neticesidir ki, Kufe'ye götürülen ve uzun süre yeri boş kalan el-Hacerü 'I Esved, Fatımi Halifesi Mansur'un özel emriyle 950-951 senesinde yerine Iade edilmişti. el-Hakim döneminde yapılan bütün çalışmalara rağmen Karmatiler el-Hakim'in uluhiyetini kabul etmemekle beraber, Fatımilerle olan sıcak ilişkilerini devam ettirmişlerdir. Buna mukabil Humiler Karmatilerin akidelerini benimsemekte fazla zorlanmamışlardır. Ebu Tahir'in vefatından sonra Karmatilerle Humilerin arası siyasi sebeplerden dolayı açılınca Karmatilerin nüfuzu azalmıştır.


Fatımiler, Halife Aziz zamanında ülkenin sınırlarını genişletirken bir taraftanda, Suriye bölgesinde kendileri için gaile olan ve Dımeşk'e ulaşmak üzere olan Karmatiler üzerine kuvvet sevk ederek onları yenilgiye uğrattılar. Kaçabilenler Bahreyn'e döndü. Fatımilerin yanında yer alan Karmatiler, değişik dönemlerde Abbasi Halifeliğini zor durumda bırakmışsa da, 988'deki yenilgilerinden sonra, varlıklarını Oval Adası ve Bahreyn bölgesinde fazla bir varlık gösteremeden devam ettirmek durumunda kalmışlardır.



Karmatilerin Sünnilere Karşı Faaliyetleri


Karmatiler, farklı din ve ırktan olan insanların birlikte kardeşliğinin yanında, hangi düşünceden olursa olsun insanları bu harekete girmeye ve sığınmaya çağırmıştır. Ancak sadece Mecusi inançlarını İslami Boyayla boyayarak ve çeşitli tevillerle meşru göstermekle kalmamış, İslam'ın emirlerini yok sayarak, yasaklarını helal gören bir davranış içine de girmişlerdir. Onun için dini emirleri kendi istekleri doğrultusunda tevil ederek kız kardeşler ve kızları ile evlenmeyi, hoşuna gittiği takdirde kardeşinin karısının kişiye meşru olduğunu, şarap içmeyi ve bütün zevk verici şeyleri mübah görmüşlerdir. Bunlardan da anlaşılacağı üzere Karmatiler, diğer Batıniler gibi İslami emirleri yok sayarak, dini esasları kendi mantıklarına göre yoruma tabi tutmuşlardır. Temel düşünce Sünni Halifelik ve İslami esaslara düşmanlık olduğu için, İslam'a muhalif olan her şeyi sistemlerine almaktan kaçınmamışlardır. Karmatiler, İslam tarihinde en habis ve en zararlı bir ur halinde gelişim göstermekle kalmamış, fitne ve fesadın yatağı haline de gelmişlerdir.


Oval Adası ve Bahreyn bölgelerinde bir müddet varlıklarını devam ettiren Karmatilerin zamanla güçlerini kaybettiklerine şahit olunmaktadır. Ancak Adada bulunan Ehl-i sünnet mensuplarının gerçekleştirdikleri bir dizi isyanlar Karmatilerin gücünü iyice zayıflattı. Zira adaya hakim olan Karmatiler Fatımiler adına hutbe okutmakta ve halkı kendilerine düşman edecek derecede ağır vergiler koymaktaydı. Karmati idarecilerine karşı ayaklanan halk onların valilerini azledip, kara ve deniz birliklerini imha etti. 1066 senesindeki isyandan sonra Ada, Karmatilerin elinden çıkarak, Sünnilerin hakimiyetine geçmiş oldu. Bunlar, ticari hayatı canlandırmak ve tüccarları bu bölgeye çekmek için adada bir cami inşa ettiler ve hutbeleri Abbas! Halifesi adına okutmaya başladılar.


Selçukluların Karmati Politikası


Oval Adasının Karmatilerin elinden çıkması Bahreyn Karmatilerini de zor duruma soktu. Sünni halk, Bağdad halifesi ve Selçuklularla temasa geçerek onlardan yardım istedi. Bu olaylar Karmatilerin üst üste yenilgiler alacağı askeri seferler zincirinin başlangıcı oldu. 1069'da Abdulkays kabilesinin reisi Abdullah b. Ali 'el-Uyuni Halife ve Sultan'dan yardım talep etti. Yardım isteğini olumlu karşılayan Melikşah bu bölgede Karmati hakimiyetini bitirmek için kuvvet göndermeye karar verdi. Böylece Karmatileri arka arkaya yenilgiye uğratacak ve hakimiyetlerine son verecek dönem başladı.


Kiçkine'nin Seferi


1075 senesinde Yahya b. Abbas, Katif ve Oval adasının hakimi bulunuyordu. Katifliler bir vesileyle Sultan Melikşah'ın mabeyincisi Kiçkine'ye ulaşarak, eğer Sultan emirimiz Yahya b. Abbas'a kuvvet yardımında bulunursa, biz Ahsa'yı Karmatilerden alır, Sünni hutbesi okutur ve her yıl muntazaman vergimizi veririz dediler. Kiçkine, Yahya b. Abbas'la görüşüp, gerekli teminatları aldıktan sonra Melikşah ve Nizamülmülk'le bir araya gelerek müsaadelerini alıp, söz konusu bölgenin fethiyle ilgili hazırlıklara başladı.


Selçuklulardan yardım talebinde bulunan Katiflilerin temsilcisi Bağdad'a gelerek o sıralarda Bağdad Şahnesi bulunan Sadu'd Devle Gevherayin'le de görüşüp, onun desteğini temin etmişti. Gevherayin, sefere iştirak etmeyecek, fakat manevi destek ve Araplardan gelebilecek zararları engellemek kastıyla Basra'da oturarak seferin yapılmasını kolaylaştıracaktı. Meydana getirilen Arap kuvvetler ve İsfehan'dan gelen Kiçkine, Vasıt'da birleşerek sefer planlarını görüştüler. Varılan anlaşmaya göre de geçecek ganimetlerden on birde birer hisse Halife ve Sultan'a, on birde bir hisse aralarında bölüşülmek üzere Nizamülmülk ve Sadu'd Devle'ye, geri kalan sekiz hisse de Kiçkine ve Mehariş'in adamlarına verilecekti.


Topladığı kuvvetlerle harekete geçen Kiçkine, çölü geçerken Kays ve Kubas kabilelerinin saldırısına maruz kalmış, bu tehlikeyi atlattıktan sonra onları bozguna uğratarak mallarını yağmalamış, kadın ve çocuklarını esir etmişti. Daha sonra aldığı esirleri ve ganimet mallarını bu kabileye iade ederek onların dostluğunu ve Karmatilere karşı yardımlarını temin etmiş, sefer bittikten sonra bunlara da ganimetten pay vereceğini vaad etmişti. Emrindekı kuvvetlerle Katif'e ulaşan Kiçkine'nin gelişi Yahya b. Abbas'ı memnun etmedi. Zira o, Sultan'ın kendisine kuvvet göndereceğini ve kendi komutasında Karmatilere karşı sefere katılacaklarını sanmaktaydı. Kiçkine'nin gelişi ile menfaatlerinin zail olacağını sanmaktaydı. Bu yüzden de iki taraf arasında çarpışmalar meydana geldi ve kan döküldü. Kiçkine karşısında tutunamayacağını anlayan Yahya b. Abbas, Kays ve Kubas kabilelerini kandırarak, Kiçkine'nin kuvvetlerine saldırıp, yiyeceklerini ve ağırlıklarını yağmalamalarını sağladı. İki kuvvet arasında kalan Kiçkine yenilerek 1076'da yanındakilerle birlikte Basra'ya perişan bir vaziyette döndü. Kiçkine'nin bu seferi Bedevilerin ve ihtiraslı Arap kabile reisleri yüzünden amacına ulaşamamıştır.


Artuk Bey'in Karmatiler Üzerine Gönderilişi


Kiçkine'nin bu başarısız seferinden sonra, bölgede yıllarca tek başına Karmatilere karşı mücadele veren Abdullah b. Ali el-Uyuni 1076 senesinde Sultan Melikşah'a başvurarak, kendisinin mücadelesini anlattıktan sonra, kuvvet verilirse Ahsa ve Bahreyn bölgelerini Karmatilerden temizleyerek Abbasi Halifesi ve Sultan adına hutbe okutacağını bildirdi. Kiçkine'nin intikamını almak ve Karmatilere ağır bir darbe vurmak isteyen Melikşah, değerli komutanlarından ve Hulvan (Luristan) bölgesi kendisine ikta olarak verilen Artuk Bey'i Karmatilerin tedibi ile görevlendirdi. Artuk Bey emrindeki Türkmenlerle birlikte Hulvan'a geldikten sonra 7000 kişilik bir kuvvetle buradan Katif'e doğru hareket etti.

Ordusunu çöl savaşı için techiz etmek ve gerekli ihtiyaç malzemelerini temin etmek maksadıyla Basra'ya uğradığında, Artuk Bey'in askerleri şehrin dışında ne buldularsa yağmaladılar. Korkan halk şehrin kapılarını sıkıca kapatarak içeri kapandılar. Fakat üç gün sonra su sıkıntısı baş gösterince, şehrin ileri gelenleri Artuk Bey'e giderek yaptıkları işin çirkinliğini anlattılar. Anuk Bey de, niyetlerinin şehri yağmalamak olmadığını, fakat Ahsa'ya gidebilmek için bin tane binek devesi, beş yüz su taşıma hayvanı, beş yüz batman un, bu kadar arpa ve hurma, ayrıca 10 000 dinar da para alması gerektiğini, şehir ileri gelenlerine bildirdi. Teklifleri kabul edilen Artuk Bey istediklerini temin ettikten sonra Ocak 1077'de seferine başladı.



Daha önceleri Kiçkine'ye yaptıklarından dolayı cezalandırılmaktan korkan Katif emiri Yahya b. Abbas, Artuk Bey'in yaklaşmakta olduğunu öğrenince şehri boşaltarak Oval adasına sığındı. Katif'i kolaylıkla ele geçiren Artuk Bey, burada fazla kalmayarak Ahsa'ya doğru harekete geçti. Şehre ulaşarak burasını yağmaladıktan sonra, buradaki kaleye sığınmış bulunan Karmatiler, Artuk Bey'e bir elçi göndererek anlaşmaya varmak istediklerini bildirdiler. Aslında bu anlaşma niyetleri bir hileden ibaretti. Artuk Bey'e teklif olarak "Biz sana barış karşılığı olarak 10 000 dinar para verelim ve hutbeleri Selçuklu Sultanı ile Abbasi Halifesi adına okutalım" dediler. Artuk Bey, bu şartlar karşılığında barışı kabul edince, ikinci bir teklif getirerek "Bu malı halktan toplamamız için bir müddet kuşatmayı kaldırarak bizden uzaklaş" dediler. Anlaşmanın garantisi için de bir miktar insanı rehine olarak verdiler.


Artuk Bey'in anlaşma şartları gereği kuşatmayı kaldırarak şehirden uzaklaşmasını fırsat bilen Karmatiler, civar bahçelerde bulunan gizli yiyecek depolarındaki zahireyi kaleye naklettikten sonra yeniden müdafaaya başladılar. Karmatilerin hilesini anlayan Artuk Bey, geriye dönerek elindeki rehineleri öldürüp, civar köyleri yağmalattırdıktan sonra kaleyi sıkı bir kuşatma altına aldı. Bölge şartlarının elverişsizliği ve Türkmenlerin sıcağa dayanamaması Artuk Bey'i bölgeden ayrılmaya zorladı. Karmatilere karşı mücadele eden Abdullah b. Ali el-Uyuni ile anlaşarak, Kardeşi Alpkuş'u 200 Türkmenle birlikte Abdullah'ın yanında bırakıp, yarım kalan seferi daha sonra dönüp tamamlamak kastıyla oradan ayrıldı. Yolda pek çok Arap kabilesini yağmalayarak Basra'ya döndü.


1077 senesinde Ahsa'dan Bağdad'a Artuk Bey'in bir mektubu ulaştı. Mektubunda Karmatilerin yurtlarını aldığını ve ganimet ele geçirdiğini bildirmekteydi. Daha sonra Artuk Bey kendisi de Bağdad'a gelip, Halife'nin huzuruna çıkarak durumu anlatıp, niyetinin tekrar geri dönerek Ahsa'yı almak olduğunu Halife'ye söyledi. Artuk Bey'in bu seferinden son derecede memnun olan Halife, onun Karmatilere karşı giriştiği mücadelede bir teşekkür nişanesi olarak önünde okunmak üzere bir tevki yazılmasını emretti. Bu tevki Artuk Bey'in önünde okunduktan sonra Artuk Bey ayağa kalkarak yer öpüp teşekkür etti ve huzurdan ayrıldı. Halife ona ayrıca bir at, elbise ve altın süslemeli bir de eğer hediye etti.


Artuk Bey, bu hediyeleri aldıktan sonra Vasıt yolu ile Basra'ya hareket etti. Yolda Kardeşi Alpkuş'tan bir mektup aldı. Alpkuş mektubunda gelişen olaylardan bahsederek; Karmatilerle birleşen Ezd ve Amir-Rebia kuvvetlerine karşı hücuma geçerek onları bozguna uğrattıklarını, savaş gücü yok olan Karmati büyüklerinin hayatlarına dokunulmamak kaydıyla sulh yaptıklarını ve Abdullah'ın boru sesleri arasında kaleye girdiğini, fakat Türkmenlere kötü davranıp, onları kaleye sokmadığını anlatıyordu.


Abdullah, Karmati ve Ezdlere müsamaha gösterip, onları serbest bırakmıştı. Bunlar da, Amir-Rebiaları imtiyaz elde etmek kastıyla Abdullah'a karşı kışkırttılar. Bu kabile mensupları Ahsa önlerinde toplanarak önceleri Karmatiler ve Ezdler zamanında almış oldukları vergilerin yine kendilerine verilmesini istediler. Taraflar arasında yapılan savaşta Abdullah ve Alpkuş'un maharetleri sayesinde Amir-Rebialar hezimete uğratılıp malları ganimet olarak alındı.

Abdullah ile Alpkuş arasındaki dayanışmanın daha sonradan bozulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Abdullah, Alpkuş ve adamlarına iyi davranmamış, ganimetlerden paylarına düşenleri hakkıyla vermemiştir. Duruma kızarak karşı gelen Alpkuş'u hapse attırdıktan sonra öldürtmüştür Kardeşinin intikamını almak isteyen Artuk Bey, 2000 kişilik kuvvetle Ahsa üzerine yürüyerek Abdullah'ı sığındığı kalede kuşatıp, kardeşinin diyeti olarak oğlunu kendisıne rehin bıraktığı taktirde kuşatmayı kaldırarak geri döneceğini söylemiştir. Neticede Abdullah'ın oğlunu alarak 1078'de Ahsa'dan ayrılmıştır. Ahsa'dan ayrıldıktan sonra kuvvetleriyle birlikte yönetim bölgesi olan Hulvan'a gelen Artuk Bey, Sultan Melikşah'a Karmati seferi hakkında geniş bilgi arzetmiştir.


Karmatilere karşı Kiçkine'nin ilk seferi, Arapların entrikaları yüzünden başarıya ulaşamamıştı. Fakat güçlü Selçuklu komutanı Artuk Bey'in düzenlediği ikinci Karmati seferi başarıya ulaşmış ve yüzyıllardır çıbanbaşı olarak yaşayan Karmatilerin bölgedeki varlığı nihayete erdirilmiştir. Sünni İslam aleminin her yönden koruyucusu olan Selçuklular, muarız şakirtlerin Sünniliği yok etmesine müsaade etmemişlerdir. Karmatiler de Batıniler gibi bir anarşi ve sosyal bünyeyi tahribe yönelik çalışma içinde olduklarından dolayı Selçuklulardan gerekli karşılığı almışlardır. Böylece Doğu Islam topraklarında faaliyet gösteren Batınilerden sonra, Güney bölgelerinde ortaya çıkan başka bir Şii kaynaklı hareket Karmatilik tesirsiz hale getirilmiştir. Bu şeref Selçuklular ve onların kudretli komutanı Artuk Bey'e aittir. 




Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak