24 Şubat 2023 Cuma

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -13 ”Çin”

 




Güneşi Arayış: Sunuş


"Güneşi Arayış", Şangay'ın güneyindeki Zhejiang Eyaleti'nin başkenti Hangzu'nun batısında bulunan Batı Gölü yöresinden toplanmış yaklaşık dört yüz söylence ve halk masalından biridir. Malzeme, esas olarak Zu Fei, Çen Veijung ve Şen Tuki tarafından 1959'da derlenmiştir. Ancak The Folk Tales of West Lake (Batı Gölü Halk Hikâyeleri) adı verilen koleksiyon, ilk kez 1978 yılında Zhejiang Halk Yayınevi (Zhejiang People's Publishing House) tarafından yayımlanmıştır.


Batı Gölü, çok eski tarihi ve bulunduğu yerin güzelliği nedeniyle Çin'in en ünlü gölüdür. Çok eskiden beri Çinliler burada çok güzel yapılar inşa etmişlerdir. Bu halk masalı böyle bir yapının, Bao Çu Pagodası'nın kökenini anlatmaktadır.

Kahraman Bao Çu, bütün dünyadaki söylence kahramanlarına benzer özellikler taşır. Doğumu ve büyümesi olağandışıdır. Görevi, güneşi yeniden ele geçirerek dünyanın düzenini kurmak ve yeryüzüne bereketi getirmektir. Toplumun iyiliği için yaşamını feda etmeye hazırdır.

Diğer kahramanlar gibi Bao Çu da, bu büyük görevi tamamlayana kadar pek çok sınavdan geçer. Bu sınavlar onun olağanüstü gücünü ve yaratıcı zekâsını ortaya çıkarır ve ona büyük bir ün kazandırır, ölümlü olduğu için sonunda ölür; ama dünyayı kurtardıktan sonra...


Bao Çu'nun annesi Hui Niang da bir kadın kahramandır, ideal bir eş ve anne olarak sunulmaktadır. Yaratıcı, akıllı ve fedakârdır. Kocasını, daha sonra da oğlunu bu kahramanca görev için cesaretlendirirken, bilinçli olarak yalnızlığı ve acıyı seçer.


Başlıca Karakterler

Liu Çun: Hui Niang'ın kocası; genç çiftçi, güneşi arayan ilk kişi.

Hui Niang: Liu Çun'un karısı, Bao Çu'nun annesi, dokumacı.

Bao Çu: Hui Niang'm oğlu, güneşi bulan kahraman.

Kötülük Kralı: Güneşi ele geçiren cin kral.

Yaşlı: Köyün bilge adamı, danışman.


Güneşi Arayış


Çok uzun zaman önce, Batı Gölü sahilindeki Değerli Taş Dağı' nın eteğinde küçük bir köy vardı. Bu köyde genç bir çiftçi olan Liu Çun'la dokumacı karısı Hui Niang yaşardı. Çok çalışkan ve sağduyulu bir çift oldukları için diğer köylüler onları çok takdir ederlerdi.


Bir sabah, güneş dağın ufkunda kıpkırmızı parladıktan kısa bir süre sonra siyah bulutlar Batı Gölü'ne doğru gelmeye başladı ve beraberinde şiddetli bir yağmur fırtınası getirdi. Güneş aniden gözden kayboldu ve fırtına dindikten sonra bile ortaya çıkmadı.


Dünya karanlık ve soğuk olmuştu. Ağaçlar kurudu, yeşilden kahverengine döndü. Çiçekler soldu, kırmızıdan kahverengine döndü. Ekinler tarlalarda kurudular ve altın renginden kahverengine dönüştü. Şeytanlar, hayaletler ve diğer kötü gece yaratıkları büyük bir sevinçle ortaya çıktı. Çünkü sonsuz bir gece dünyayı siyaha boğmuştu. Onların şeytani hareketleri insanlara acı veriyordu.


İnsanlar birbirlerine, "Ne yapacağız?" diye soruyorlardı. "Güneş nereye gitti? Ürün yetiştiremezsek nasıl yaşarız?"


Liu Çun, mahalledeki en yaşlı kişiyi görmeye gitti. Adam yüz seksen yaşındaydı. "Bana güneşe ne olduğunu söyleyebilir misin?" diye sordu.


"Sanırım söyleyebilirim" diye yanıtladı yaşlı adam. "Doğu Denizi'nin altında kötü bir kral yaşıyor. Bütün kötü ruhlara, şeytanlara ve diğer kötü yaratıklara hükmeden odur. Bu yaratıklar için güneş büyük bir düşmandır. Ondan korkar ve nefret eder, çünkü güneş onların korkunç kötülüklerini ortaya çıkarır. Sanıyorum bu nedenle, şeytan kral güneşi çaldı."


Liu Çun yaşlı adama teşekkür edip eve döndü. Karısına şöyle dedi: "Hui Niang, yola çıkıp güneşi bulmaya çalışmalıyım, insanlar donuyorlar ve açlıktan ölüyorlar. Yüreğimde büyük bir acı hissediyorum."


"Çok iyi bir iş yaparsın" diye yanıt verdi karısı; "huzur içinde git. Seni özel bir giysiyle uğurlayacağım."


Hui Niang kocasına, pamukla sıkıca doldurulmuş bir ceket dikti. Sonra uzun saçından bir demeti, kendir saplarıyla birleştirerek bir çift sandalet yaptı.

Liu Çun ayrılırken, gökyüzünden kendilerine doğru gelen parlak altın rengi bir ışık gördüler. Bu ışık Liu Çun'un omuzuna konduğunda, bunun altın anka kuşu olduğunu fark ettiler. Liu Çun, kuşun yolculukta ona eşlik etmesini istedi, o da başını salladı.


Liu Çun ayrılırken karısına şöyle söyledi: "Hui Niang, güneşi bulana kadar dönmeyeceğim. Eğer daha önce ölürsem parlak bir yıldız olacağım. Bu şekilde, güneşi bulacak kişiye rehberlik edeceğim."

Sonra kuşla beraber yola çıktılar.


Hui Niang günler boyunca Değerli Taş Dağı'nın tepesine tırmandı ve güneşi görebilmek için gökyüzünü taradı. Her gün hayal kırıklığına uğruyordu. Dünya sonsuz bir geceyle örtülmüştü.

Bir gün yine gökyüzüne bakarken, parlak bir yıldız yeryüzünden göklere doğru yükseldi. Sonra altın anka kuşu gelip ayaklarının dibine kondu. Başı eğikti. Hui Niang kocasının öldüğünü anlamıştı. Kalbi öyle büyük bir acıyla doldu ki kendini kaybetti.


Hui Niang kendine geldiğinde bir oğlan doğurduğunu gördü. Ona Bao Çu adını verdi. Rüzgârın ilk dokunuşunda bebek konuşmaya, ikinci dokunuşunda yürümeye başladı ve üçüncü dokunuşta altı metre boyuna ulaştı. Hui Niang böyle muhteşem bir oğulun annesi olmaktan gururluydu, ama oğlu babasını hiç tanıyamayacak diye de kederleniyordu.


Annesini yaslar içinde gören Bao Çu bunun nedenini sorduğunda, o da babasının ölümcül arayışının öyküsünü anlattı. "Anne, eğer izin verirsen gidip güneşi bulacağım" diye haykırdı çocuk. "Babamın görevini tamamlamak benim için büyük bir mutluluk olacak."


Hui Niang'ın kalbi sanki ikiye bölündü. Bir yanı kocasının onurunu düşünürken, bir yanı genç oğlunu bekleyen tehlike nedeniyle kaygılanıyordu. Ancak dünyadaki insanları kurtarmak için üzerine düşeni yapmak zorunda hissetti kendini ve oğluna izin verdi. Bir kez daha pamuk dolgulu bir ceket dikti ve saçının bir tutamından ve kendir saplarından bir çift sandalet yaptı. Bir kez daha altın anka kuşu kapılarına geldi. Ayrılmaya hazır olduğunda Bao Çu'nun omuzuna tünedi.


Hui Niang oğluna şöle dedi: "Doğu'daki en parlak yıldıza dikkat et. Baban öldüğünde kendini bir yıldıza dönüştürdü. Onu takip et, seni güneşe götürecektir. Altın anka kuşu arkadaşındır. Babana yolculuğunda eşlik ettiği gibi, senin yolculuğunda da sana eşlik etmek için geldi."


"Aynen senin dilediğin gibi yapacağım" diye yanıt verdi Bao Çu. "Ne kadar uzun zaman ayrı kalırsak kalalım, sakın yüreğini benim için üzme. Senin gözyaşların beni üzer; görevimi tamamlamak için güç bulamam." Bu sözleri söyledikten sonra Bao Çu ve ankakuşu yola çıktılar.


Doğuya, en parlak yıldıza doğru hiç durmadan yol aldılar. Bao Çu on sekiz uçurumu ve on dokuz doruğu aştı. Dağlardaki çalılar ceketini lime lime etti, vücudu kanlı yaralarla kaplandı. Bir dağ köyüne topallayarak girdiğinde bitkin, yabani ve donmuş görünüyordu. Köylüler onun arayışını duyunca, her biri kendi ceketinden bir parça kumaş kopardı ve bunlardan Bao Çu için yeni bir ceket dikildi ve bu cekete yüz aile ceketi dediler.

Bedeni ısınıp ruhu yenilenince Bao Çu ve altın ankakuşu yeniden yola çıktılar. Durmadan yürüdüler, dağlar aştılar, pek çok nehri yüzerek geçtiler.

Bir gün öyle geniş bir ırmakla karşılaştılar ki, bir kartal bile uçarak karşıya geçemezdi. Güçlü akıntı ev büyüklüğünde kaya parçalarını sürükleyip götürüyordu. Bao Çu, yüreğinde hiç korku duymadan, çalkantılı suya kendini bıraktı ve görünmeyen sahile doğru yüzmeye başladı. Dev dalgalar üzerinden aşıyor, hızla dönen girdaplar onu tutsak alıyordu, ama o cesaretle yüzmeye devam etti. Uzakta sahil göründüğünde kalbi sevinçle doldu.


Birdenbire nehrin üzerinde soğuk bir rüzgâr esmeye başladı ve güçlü akıntıyı bir buz nehrine çevirdi. Bao Çu hareketsiz kalırken ankakuşu da dondu. Mucizevi olarak, yüz aile ceketi buzun Bao Çu'yu dondurmasına engel oldu. Ayrıca bu sihirli ceket onu öyle sıcak tuttu ki, vücudunun ısısı onu kuşatan buzu eritti. Bir koluyla ankakuşunu vücuduna bastırıp ısıtmaya çalışırken, diğer yumruğuyla buzları parçalara ayırıyor, suyu dans ettiriyordu. Kabaran dalgalar onu yüzen buz kütlelerinden birinin üzerine doğru itti, böylece bir kütleden diğerine atlayarak sahile vardı.


Bao Çu, ankakuşuyla yürümeye devam etti ve bir başka köye vardı. Köylüler onun arayışını ve karşılaştığı tehlikeleri duyunca köyün yaşlısı şöyle seslendi: "Güneş olmadan, biz yoksul insanlarız. Sana vereceğimiz en iyi şey toprağımızdır. Çünkü atalarımızın zamanından beri bizim alın terimizle sulandı. Yolculuğuna devam ederken belki de bu bağışımızın bir yararı olur. Köylüler büyük bir torbanın içine birer avuç toprak koydular.


Torba dolunca, Bao Çu onu bir omuzuna koydu. Öbür omuzunda oturan ankakuşuyla birlikte Doğu göğünde parlayan yıldıza doğru yürümeye devam ettiler. Bao Çu doksan dokuz dağ aştı, doksan dokuz nehirden yüzerek geçti. Sonunda iki yolun birleştiği bir yere vardı.

Hangi yola sapması gerektiğini düşünürken yanına yaşlı bir kadın yaklaştı ve şöyle sordu: "Genç adam nereye gidiyorsun?" Ona yolculuğunun amacını anlatınca yaşlı kadın şöyle dedi: "Yol aşılamayacak kadar uzun. Çok geç olmadan evine dönsen iyi olur."


"Güneşi bulana kadar eve dönmeyeceğim" diye yanıtladı Bao Çu, "yol ne kadar uzun, yolculuk ne kadar zorlu olursa olsun başladığım işi bitireceğim."

"Eğer bu kadar kararlıysan, sağdaki yolu takip et, güneşi bulacaksın. Vardığın ilk köyde dinlenirsen akıllılık etmiş olursun" diye Öneride bulundu kadın.


Kadın konuşurken altın kuş ona durmadan saldırıyordu. Gagasıyla gözlerini gagalıyor, pençeleriyle yüzünü tırmalıyor ve gövdesine kanatlarıyla vuruyordu. Bao Çu utanarak kuşu kovaladı.


Kadının önerdiği yolu izledi, ama ankakuşu durmadan önünden uçuyor ve yolu kapamaya çalışıyordu. O zamana kadar yolculuğun ne kadar güç olduğunu bilen Bao Çu, yolun bu kadar düzgün ve kolay olmasına şaşırıyordu. Çok geçmeden yaşlı kadının sözünü ettiği köye vardı. Şaşkınlıkla köyün refah içinde olduğunu gördü. Erkekler zengin ve şişman, kadınlar iyi giyimli ve güzeldiler. Köylüler onu sevgiyle karşıladılar. Onun kahramanlığını övdüler ve onuruna bir ziyafet verdiler.


Köylüler onun onuruna içerlerken, o da şarap kasesini kaldırdı. Öbür köydeki insanlar donup açlıktan ölürken buradaki insanlar niye bu kadar zengin acaba diye düşündü. Birdenbire altın ankakuşu başının üzerinde kanat çırpmaya başladı ve şarap kasesine bir şey düşürdü. Bao Çu şaşkınlık içinde bakarken şarap alev aldı ve içindeki nesne yanmaya başladı. Bao Çu bunun aynen kendisininkine benzeyen, saç ve kendirden yapılmış bir sandalet olduğunu fark etti.


"Bu babamın sandaleti olmalı" diye şaşkınlıkla söylendi. "Demek babam burada ölmüş." Şarap kasesini yere atıp köylülere bağırmaya başladı. Sesinin yüksekliği karşısında bütün köy ve orada yaşayanlar bir duman üflemesiyle yok oldular. Onların yerine yüzlerce korkmuş hayalet, şeytan ve kötü yaratık ortaya çıktı. 


Anka kuşunu bir kez daha omuzuna alarak yolun çatallandığı yere döndü ve soldaki yola girdi. Bu arada kötü yaratıklar Bao Çu'ya başka bir biçimde zarar vermeye karar verdiler. Onu nehirde dondurmayı, Kayıp Ruhlar Köyü'nde öldürmeyi başaramamışlardı. Şimdi de kendilerini yüksek dağlara dönüştürerek yolunu kapadılar, ama Bao Çu bunları da birer birer geçti. Kendilerini koca ırmaklara çevirdiler, ama Bao Çu bunları birer birer yüzüp geçti.


Sonunda şeytanlar rüzgâra dönüşüp Değerli Taş Dağı'nın eteğindeki Bao Çu'nun köyüne estiler. Hiu Niang'ı bularak ona Bao Çu'nun bir uçurumdan yukarı tırmanırken kaydığını ve aşağıdaki nehre düşüp öldüğünü söylediler. Bu sözlerin onun yüreğini acıyla dolduracağını ve yaşlarının Bao Çu'yu zayıflatacağını umuyorlardı.


Ancak Hiu Niang, Bao Çu'nun ayrılırken söylediği sözleri anımsadı. Onların anlattıklarına inanmamaya çalıştı. Dişlerini sıkarak gözyaşlarını tutmaya çalıştı.


Bao Çu ayrıldığından beri Hiu Niang ve diğer köylüler her gündüz bir kaya alıp Değerli Taş Dağı'nın tepesine tırmanıyorlardı. Dağın doruğuna ulaştıklarında taşıdıkları kayanın üstüne çıkıyor ve doğuya doğru bir tutam güneş ışığı görürüz umuduyla ısrarla bakıyorlardı. Her gün bir önceki günden daha yukarıda duruyorlar, güneş daha kolay görebiliriz umudunu taşıyorlardı. Ancak günler, aylar, yıllar geçiyor, gökyüzü hâlâ siyah kalmaya devam ediyordu. Taşıdıkları taşlardan yüksek taş seti oluşmuştu, ama güneş hâlâ geri dönmemişti.


Bu arada Bao Çu, dağları ve nehirleri geçmeye devam etti; yolculuk sonsuzmuş gibi görünüyordu. Sonunda bir dağın tepesinde çok uzaklardan gelen denizin sesini duydu. Doğu denizinin sahiline varana kadar doğuya doğru yürümeye devam etti. Şimdi ne yapacağım, diye sordu kendi kendine. Buradan güneşi nasıl bulacağım? Bu denizi nasıl geçebilirim?


Bao Çu sırtındaki torbayı açtı ve içindeki toprağı denize döktü. Toprak suyun yüzeyine çarptıkça büyük bir rüzgâr çıkıyor ve toprağı denizin ortasına konan bir dizi adaya dönüştürüyordu. Bao Çu bir adadan öbürüne yüzdü. Son adaya ulaştığında, ada birdenbire çöktü. Bao Çu'yu da yanında denizin dibine sürükledi.

Okyanus tabanında Bao Çu çok büyük bir mağara buldu; dev bir kaya parçası girişi engelliyordu. "İşte!" diye bağırdı, "burası şeytan kralın güneşi hapsettiği yer olmalı."

Kötülük Kralı mağaranın girişinde korkunç şeytanlardan oluşan büyük bir ordu toplamıştı ve hepsi de silahlanmış savaşa hazır bekliyorlardı. "Eğer şeytan kralı öldürebilirsem hayatta kalırım" diye düşündü Bao Çu. "Eğer kral ölürse, ordu panik halinde dağılacaktır."


Böylece Bao Çu ve Kötülük Kralı birbirleriyle Ölümüne savaştılar. Savaşları denizin dibinden yüzeye, yüzeyden yine denizin dibine doğru şiddetle sürüyordu. Bu kavga sırasında otuz metre yüksekliğinde şiddetli dalgalar oluşuyordu.


Sonunda şeytan kral okyanus tabanına kaçtı. Bao Çu onun burnuna bir yumruk vurunca kral sendeledi ve geri düştü. Sonra altın anka kuşu gagasıyla onun gözlerini çıkardı. Kötü yaratık acıyla bağırarak köreltilmiş gözleriyle ileriye geriye saldırdı. Sonra büyük bir kaya parçasına çarptı ve öldü. Şeytanlar ordusu hemen ortadan yok oldu.


Bao Çu mağarayı kapatan kayayı yana doğru itti ve güneşi içeride buldu. Son gücünü toplayıp güneşi ellerine aldı ve denizin yüzeyine yavaşça çıktı. Güneşi suyun üstüne itmeyi başardı, ancak gücü bitip öldü.


Altın anka kuşu güneşin altına doğru daldı, kanatlarını açtı ve güneşi sırtına alarak yükseldi. Güneş bir kez sudan kurtulunca, artık kendi gücüyle gökyüzüne yükseldi.


Güneş en sonunda gökyüzünde yükselmeye başladığında, Hui Niang ve diğer köylüler Değerli Taş Dağı'nın üzerindeki taş setlerinin üstünde gökyüzüne bakıyorlardı, önce ufukta mor bulutlar belirdi, bunu gül ve altın rengi olanlar izledi. Sonra on bin altın ışın, ardından da altın yuvarlağın kendisi belirdi. Onun ışığı bütün şeytanları taşa çevirdi.


Köylüler coşku içinde bağırırken altın anka kuşu, boynu bükük Hui Niang'ın ayaklarının dibine kondu. Hui Niang oğlunun öldüğünü anladı. Yüreği acıyla doldu, ama aynı zamanda sevinç duyuyordu, çünkü Bao Çu babasının görevini tamamlamış ve büyük bir kahraman olmuştu.


O günden beri Liu Çu'nun yıldızı, Doğu göklerinde şafak sökene kadar parlar. İnsanlar bu yıldıza sabah yıldızı derler. Anka kuşu sırtında güneşlere yükselirken, kanatları bulutların üzerinde parlar ve onları mor, kırmızı ve altın rengine boyar. Altın anka kuşunun konduğu yerde şimdi bir pagoda (tapınak) bulunmaktadır. İnsanlar buna, güneşi kurtarıp yeryüzünde bitkilerin yeniden büyümesini sağlayan genç adamın anısına Bao Çu Pagodası derler. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-4

 



BLATUS


Arap tarihçilerine göre adı Tulrna veya Veiid’tir. Hz. Musa ile mücadele eden meşhur firavunun bu olduğu kabul edilir. Arap tarihçilerine göre arap asıllıdır. Amalika’dan veya Aşmun evlâdındandır. Mısır—Kıptî tarihçilerine göre de; Mısır’lı ve Kıptî’dir. Isfehanlı olduğu da söylenir. Altıyüzyirmi sene yaşadığı, fakat bu müddet zarfında ne başının, ne de dişinin ağrımadığı ve daima genç ve dinç kaldığı söylenir.

Kendisinin, kısa boylu, uzun sakallı, şehlâ gözlü ve sol gözü küçük, topal, kasık, gösterişsiz, bet yaratılışlı bir adam olduğu nakledilir. Fakat zeki, hilekâr, zalim ve mütekebbir...


Daha evvel Kâşim, Efsamus veya Eksamus adlı firavn’ın vezirliğini yapmıştır. Vezir oluşu hakkında şöyle bir rivayet vardır:


Kendisi aslen Isfehan’lıdır. Alacaklılarından kaçarak Mısır'a geldi. Şehrin kapısında büyük bir karpuz görüp fiatını sordu. «Bir dirhem» dediler. Şehre girip aynı karpuzların birer akçeye satıldığını görünce, «Bu kârlı bir iştir.» diye karpuz ticareti yapıp para kazanmayı düşünür. Dışarı çıkarak bir miktar karpuz alıp şehir içine satmaya götürür. Fakat bir de ne görsün; karpuzların ancak bir tanesinin parasını alabilir. Geri kalan bütün karpuzları halk kapışıp yağma ederler ve parasını vermeden kaçarlar. Blatus; «Bu ne haldir. Bu şehirde hakim yok mu?» diye sorunca: «Padişahımız, zevk ve sefasından başka bir şeye bakmaz. Vezir ise; milleti soyup-mal biriktirmekten başka birşey düşünmez. Onun için milletin hali ve asayişi ile alâkalanan olmaz.» dediler.


Bunun üzerine Blatus, şehrin mezarına giderek yerleşti ve her defnedilen ölüden beş akçe haraç almaya başladı. Ve senelerce halkı soyup bol bol para biriktirdiği halde kimse onun bu zulmüne müdahale etmedi. Nihayet bir gün, hükümdarın bir kızı ölür ve mezara getirirler. Blatus, ondan da aynı parayı isteyince, ölü ile gelen bazı saray erkânı itiraz ederler. Ölünün firavunun kızı olduğunu, bundan para isteyemiyeceğini söylerler. Fakat Blatus dinlemez ve onlar itiraz ettikçe fiatı arttırır ve yüz akçeye kadar çıkarır.


Durumu padişaha haber verirler; o da vezirini çağırıp bunun ne demek olduğunu ve bu adamın kim olduğunu sorar. Fakat, kendi çıkarı dışında bir şeyler ilgilenmeyen vezir, durumdan bi haberdir ve Firavn’e durumdan haberi olmadığını söyler. Bunun üzerine Firavn, bu mezarlık hükümdarını huzuruna çağırmalarını ister. Bu suretle Blatus, Firavn’in huzuruna çıkar. Firavn; «Bu ne iş­ tir diye sorunca Bltus; başından geçen karpuz hikâyesini naklettikten sonra; «Padişahım, ben bu işi senin nazarını çekip bu suretle huzuruna çağırılayım ve halkın bu acı durumunu sana duyurayım da halkının durumuna eğilerek onu düzeltmen için sana yardımcı olayım diye yaptım.» deyince, Padişah bu durumdan memnun kalır ve vezirini bu kötü idareden ötürü idam eder ve Blatus’u kendine vezir edinir.


Fivavn Kâşim, iktidarının otuzbirinci senesinde kaybolunca, Blatus, ona vekâleten devleti idareye başladı. Fakat, Firavn’ın ne olduğu, neden kaybolduğu bir türlü öğrenilememişti. Bu durum karşısında halk, Blatus’tan şüphelenmeye başladı. Zamanında, üzerinde yıldız şekilleri nakş olunmuş bir top, ateşsiz ekmek pişiren bir fırın, ateş haline gelebilen bir su, hava haline gelebilen bir cam v.s... icat edildiği nakledilen Firavn Kâşim’i, aradan onbir sene geçmesine rağmen halk, bir türlü unutmamıştı. Nihayet, onun ne olduğunu bize izah edemediğine göre herhalde sen öldürdün, diye halk Blatus’a karşı başkaldırdı ise de Blatus, kurnazlıkla bu durumu önledi ve artık yetişen şehzade Latus’u tahta çıkardı. Latus da Blatus’u vekil yaparak Said’e gönderdi ve başka bir vezir tayin etti.


Yeni Firavn Latus, yolu çabuk şaşırmıştı. Çoğu firavnlerde olduğu gibi büyük bir gurura kapıldı. Mısır’da büyük itibarları olan hakim ve sihirbazlar da dahil kimseye kıymet vermez, hatta hiç kimseye huzurunda oturmaya müsaade etmez oldu. Halka cevrü cefaya başladı. Halk, kendisinden nefret etti. Blatus’un idaresini aramaya başladı.


Bunu öğrenen Blatus, isyan etti. Saltanata talip oldu. Latus üzerine iki ordu gönderdi. Fakat ikisi de mağlûp oldu. Halk, Blatus’un etrafında toplandı. Bunun üzerine zalim ve mağrur Latos, intihar etti ve Blatus da Mısır firavunluğu tahtına geçti. Hz. Musa ile olan hikâyesi meşhurdur.


Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim'de de geniş şekilde anlatılan Hz. Musa ve Firavn hikâyesinin özü şöyledir:


Hz. Yusuf zamanında Mısır’a gelip yerleşen İsrail Oğulları, zamanla çoğalmışlardı. Bunlar dedelerinin dinine bağlı oldukları için putperest Mısırlıların putları ile alay ederler, Mısırlılarla pek anlaşamazlardı. Halk, kral Mâdan’a şikâyet etti. Mâdan, yahudilere Menfis şehri önünde ayrı bir mahal tayin ederek buraya yerleşmelerini ve yerli Kıptî’lerle karışmamalarını emretti.


Daha sonra kral Kâşim zamanında yahudilerle Kıptî’lerin arası iyice açılmış, kral da halka, Yahudilerin köleleri olduğunu, onlar hakkında istedikleri gibi hareket etmekte serbest olduklarını ilân etmişti.


İşte Firavn Blatus zamanına kadar ahval böyle iken; günün birinde kâhinler, İsrail oğullarından gelecek bir oğlanın kendi hayatına son vereceğini Blatus’a haber verirler.


Bunca yıl saltanat sürdüğü halde zulüm ve ihtirası bitmeyen ve kendisine bunca ömür, sıhhat ve saltanat bahşeden Allahı inkâr edip halkı kendine taptıran bu mağrur Firavn, buna pek kızdı. Sivri aklınca ilâhî takdiri önlemeye çalıştı. Bir ferman çıkartarak yahudilerin evlenmelerini yasakladı. Ayrıca her doğan oğlan çocuğun da öldürülmesini istedi. Birçok masum katledildi.


Gariptir ki, Hz. Musa doğdu, bizzat Firavnin sarayında, kraliçenin himayesine alındı ve hem de öz annesinin sütü ile beslenerek büyüdü. Delikanlılık çağında bir hadiseden ötürü Medyen’e kaçtı. Peygamber Şuayb Aleyhisselâmın yanında uzun müddet kaldı. Daha sonra kardeşi Hz. Harun Aleyhisselâm ile firavn Blatus’a elçilik vazifesi ile gönderildiler. îmana, bir olan Allah’a imana, tanrılık davasından ve insanlara zulüm etmekten vaz geçmeye davet ettiler. Kıptîleri tanrılığına inandırmış olan ve İsrail oğullarına köle nazarı ile bakan firavne, daha düne kadar kendi sarayında beslenerek büyüyen bu gencin ve kardeşinin teklifleri pek komik geldi. Onlarla alay etti. Delilikle, sihirbazlıkla itham etti. Hatta, onları küçük düşürmek için, çok güvendiği sihirbazları ile halkın huzurunda imtihana davet etti. Fakat Hz. Musa'nın mucizeli asasının karşısında sihirbazların sihirleri perişan oldu. Sihirbazlar, bu durum karşısında secdeye kapanıp iman ettiler. Hz. Musa’ya tabi oldular. Firavn, bu mağlûbiyet karşısında pek öfkelendi. Kendisinin tanrılığını inkâr edip. Hz. Musa’ya iman eden sihirbazları şiddetle cezalandırdı. Ve bütün bu mucizeler ve peygamberlerin ikazları karşısında insaf ve imana gelecek yerde, gururunu ve zulmünü arttırdı.


Hz. Mûsâ, Allah’ın emri ile İsrail oğullarını alıp yola çıktı. Firavn Blatus da, erkân ve ordusu ile peşlerine düştü. Allah’ın emri ile Hz. Musa, âsâsını suya vurdu. Sudan Musâ kavminin oniki kolu için oniki yol açıldı ve geçtiler.


Arkalarından firavn, avanesi ile geldi. Su, henüz açık duruyordu. Suların dağ gibi iki tarafa yığılarak yolların açıldığını gören Firavn, her mağrur ve zalim gibi, gene ahmakça davrandı; erkân ve ordusuna dönerek haykırdı:


«Ey kavmin! Ben, boşuna mülkün sahibi ve yaratıcısı olduğumu söylemiyorum, işte görün, denizler bile bana yol vermek için açıldı. Hâlâ tanrılığımda şüphe eden var mı?»


Fanilere ve putlara tapan her ahmak gibi onlar da bu şarlatanlığı ve bu şarlatan ve ahmak liderlerini hararet ve hayranlıkla tasdik ettiler ve alkışladılar. Ve hiç tereddüt etmeden haşmetlû sahte tanrıları firanv Blatus’un açtığını zannettikleri ve aslında Allah’a iman eden ve teslim olan Mûsâ ve kavmi için açılan su yollarına girdiler. Mûsâ kavmine yetişmek için de gurur ve heybetle ilerlediler. Firavn ve bütün avanesi su yolunun içine girmiş ve nerede ise Blatus’un da kendi tanrılığına kendisinin de inanacağı bir an gelmişti ki, iki yanda dev gibi emri İlâhîyi bekliyen sular, birbirine kavuşuverdi. Fivarn ve avanesi de dehşet ve feryat içinde gark olup gitti.


Bütün gururların sökmediğini ve ümitlerin bittiğini gören firavn, her münkir gibi, vicdanında gizleyip örtmeye çalıştığı imanını ilân etmiş ve: «Ben de Musa’nın inandığı Allah’a iman ettim.» diye haykırmıştır, ama, pişmanlığın fayda verdiği an çoktan geçmişti.

 


 

Zalimlerin bu akibeti o kadar müthiş olmuştu ki, Mısır’lı kadınlar, devleti idare edebilecek Mısır’lı, kabiliyetli bir adam kalmadığı için, aralarında toplanarak bir kadını tahta çıkardılar.


Ve zulme ve inkâra alkış tutmanın cezasını uzun yıllar çektiler.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


MÜNÂFIKLIK VE DÖNMELİK

 


Münâfık ile Dönme kavramları, lügat ve ıstılahî mânaları arasında yakın benzerlikler bulunan iki kelimedir. Bu iki kavram arasında her ne kadar yakın benzerlik ve hattâ eşanlamlılık bulunsa da; Müslüman - Türk Toplumu’nun, birini diğerinin yerine kullanmamağa, umûm ve husûs farkına riâyete âzâmî derecede önem verdiği dikkat çekmektedir.


Münafık kelimesi Arap toplumu arasına İslâmiyet ile girdiği gibi; “Dönme” kelimesi de Türk toplumu arasına Sabatay Tzevi (Sevi) ve cemaatinin Müslüman olmuş görünmesiyle girmiştir. Dönme ve Dönmelik tâbiri, ilk önce, Türkler tarafından belirli bir cemaate alem olmak üzere kullanılmış; Türkler dışında, İslâm âleminde ve Batı’da da bu tâbir aynen muhafaza edilmiştir.


Biz, bu iki kelimenin, etimolojisine girmeden, aralarındaki benzerlikleri ortaya koymak, ifade ettikleri husûsları sergilemek için kelime ve terim anlamları üzerinde duracağız.


Kelime Olarak Münâfık ve Dönme:


Münâfık: Nifak çıkaran; mürâî, riyakâr, ikiyüzlü; mütereddid, kararsız; dalavereci, aldatıcı; kalbi hasta; özü-sözü bir olmayan kimseler için kullanıldığı gibi; kendini dost suretinde gösteren; sözünde durmayan; şirk ve küfrünü gizleyip imân ettiğini, Müslüman olduğunu açıklayan; zahiren inanmış göründüğü halde bâtınen kâfir olan; imân etmediği halde kendini öyle tanıtan; bir kararda kalmayan dönek kimseleri tavsîf etmek için kullanılmaktadır. 

Dönme: İsim olarak dönmek eylemini içine alır. Dönmek; yönelmek, avdet etmek, geri gelmek, değişmek; bir yandan bir yana dönmek; söylediği bir fikir veya düşünceden vazgeçmek; bırakılan bir işe veya konuya yeniden başlamak anlamındadır. Dönmek’den «dönek» de gelir: sözünde durmayan, sık sık inanç ve düşünce değiştiren, kaypak.


«Dönme» kelimesi, din değiştirme, başka bir dinde iken Müslüman olma, «mühtedî» karşılığında da kullanılır. Ayrıca, grup, parti, demek ve siyasî kanaatlerdeki değişiklikler de bu kelime ile ifade edilir. Fransızca renegat ve «convertl»; İngilizce «convert»; Almanca renagat, bu kelime karşılığında kullanılır.


Terim Olarak Münâfık ve Dönme;


Münafık ve Münafıklık:  Asr-ı Saâdet’te zâhiren Müslüman olduklarını açıklayıp, bâtınen küfürlerini sürdüren; İslâm’ın başlangıcından beri Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanmadıkları halde, mecburen ve isteksiz olarak Hz. Muhammed’e uymuş olan kimseleri işaret etmek; onların hallerini Peygamber’e ve dolayısıyle Ümmeti'ne açıklamak için Kur’ân-ı Kerîm’de nifak, münâfıkûn ve münâfi'kat kelimeleri kullanılmıştır.


Kur’ân’da, inanmadıkları halde, “Allah’a Âhiret Günü’ne inandık” diyen ve böylece iman eden kimseleri aldatmağa çalışan bir kısım insanlar işaret edilmekte; bu kimselerin yalancı olduğu, riyakârlık ettiği ve kalplerinde hastalık bulunduğu; yeryüzünde fesat çıkarmak istedikleri; iki yüzlü oldukları ve iki cemaat arasında bocaladıkları; Allah’a inananlara oyun etmek istedikleri; dış görünüşleri ile içlerinin bir olmadığı, gösteriş içinde bulundukları ifade edilmektedir. Bu hal üzere olan kimselerin, Hz. Muhammed’e geldiklerinde de, “Şehâdet ederiz ki, sen muhakkak Allah’ın Peygamberisin” dedikleri; bunu Allahda bildiği halde onların yalan söyledikleri; yemini kalkan olarak kullandıkları; imandan sonra küfretmiş oldukları; düşmanlık içinde bulundukları Peygamber’e hatırlatılmakta ve bunlardan sakınmaları istenmektedir.


Bu kimselerin mü'min olmadıkları ile ilgili olarak Bakara Sûresi’nde şöyle denilmektedir : «insanlar arasında öyle kimseler vardır ki Allah'a ve Âhiret Günü’ne iman ettik derler de mü’min değillerdir. Allah’ı ve iman edenleri aldatmağa çalışırlar, halbuki sırf kendilerini aldatırlarda farkında değildirler... Onlara Mü’minler’in iman ettiği gibi iman edin denildiği zaman ‘Biz de o akılsızların iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?’, bir de iman edenlerle karşılaştıklarında ‘biz de iman ettik’ derler. Şeytanları ile baş başa kaldıkları zamanda ‘Emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak alay edicileriz’ derler». Bu kimselerin hallerini beyan ve vasıflarını ortaya koyan âyetler, Kur’ân’ın çeşitli sûrelerine dağılmış; ekseriyeti Bakara Sûresi’nde yeralmış ve Münâfıkûn Sûresi’ne de ad olmuştur.


İslâm’ın başlangıcında insanlar üç kısma ayrılmaktadır: Mü’min, Münafık, Münkir. Münafıklar, kâfirler arasında sayılmakta ve onların en tehlikelisi olarak gösterilmektedir. Bakara Sûresi’nde mü’minler hakkında dört, sözleri ile hareketleri aynı olan kâfirler hakkında iki âyet nazil olduğu halde, sözleri ile hareketleri birbirine benzemeyen münafıklar hakkında onüç âyet nazil olmuş ve bu onüç âyetle kâfirler sınıfı hakkında nazil olan âyet sayısı onbeşe ulaşmıştır. Bu onüç âyetin (Bakara, 8 - 20) de Medine ve civarındaki bir kısım münâfıklar hakkında nazil olduğunda ittifak vardır. Bunlar da; Evs ve Hazrec kabilelerine mensûp bazı kimseler ile onların reisleri makamında bulunan Abdullah İbni Ubeyy b. Selûl ve gizli cemiyet rolü oynayarak, Hz. Muhammed’e ve Müslümanlar’a düşmanlık etmek için, iman etmeyenlerle gizli itifak yapan, zahiren iman etmiş görünen bir «Münafık Zümresi»ni teşkil etmeği başaran Yahudiler'dir. Müslümanlar’ın ibadetlerine, bütün dinî husûsiyetlerine zâhiren iştirak eden, elaltından da entrika çevirmeğe çalışan bu münâfıklar grubu; zahirî olanı da yaptıklarından dolayı İslâm Cemaati’nden de tardolunmamaktadırlar. Küfürlerini açık olarak beyan edenlerden daha ziyâde bu gibilere karşı tedbirli olmak lâzım geldiğinden ve İslâm disiplini açısından da bu hususa dikkat etmek önem, taşıdığından Cenâb-ı Hakk’ın bu onüç âyeti inzal buyurduğu ifade edilmektedir. Âyet’te geçen «Hud’a» kelimesi, «Başkasına karşı zâhiren selâmet ve sedâd îhâm eden bir emir izhâr edip bâtında onu ızrar edecek bir şeyi gizlemektir» şeklinde tarif edilmiştir. Esasında gizlilik mânası taşıyan «hud’a» kelimesinin aldatma, oyun, hile, dalavere, düzen mânalarına geldiği ilgili âyetlerden anlaşılmaktadır. Ayrıca, İslâm Dini’ni zâhiren kabul edip yaşar göründükleri halde, gizliden gizliye ona düşmanlık besleyip başka şekilde hareket edenler de kastedilmektedir.


Zaten bu zümrenin ehemmiyetini ve tehlikesini ortaya koymak bakımından, doğrudan doğruya onların ismini taşıyan «Münâfikûn Sûresi»nin inzâlı, üzerinde durmağa değer bir husustur. Bu Sûre’de münâfıkların halleri beyan edilmiştir. Onların korktukları başlarına gelmiş; Allah, onları Mü'minler’e tanıtmış ve onlardan çekinmelerini ihtâr etmiştir. Bu Sûre’nin şu olay üzerine inzal olduğu nakledilmektedir: Mureysî Gazvesi’nden sonra, Ensâr ve Muhacirinden iki kişinin kavga etmesi üzerine Münâfıklar’ın Reisi Abdullah b. Ubeyy taifesini, Medine’ye dönüşte, Muhacirler’i kovmak üzere teşvik eder. Bunu da Zad b. Erkam’ın duyup Peygamber’e haber vermesi üzerine Ubeyy çağırılıp bu durum ondan sorulur. O, bunu, yemin ederek inkâr eder. Bunun üzerine Münâfıkûn Sûresi inzal buyurulur Nakledilen olayda zikredilen bu taife, mü’min görünerek Müslümanlar’ın sırlarına muttali olmuş ve aldıkları sırları Müşrikler’e ve Yahudilere iletmişlerdir. Yahudiler ise, düşmanlıkta Müşriklerden daha ileridedir. Bunların müphem ve iki yüzlü tutumları, Kur'ân-ı Kerîm tarafından kınanmaktadır.


İslâm’ın yayılması karşısında açıktan bir şey yapamayanların hîle ve desise yoluna saptıkları bilinmektedir. Bunların başında Yahudiler’in geldiği ve hattâ “Münafıklar Zümresi” ni gizliden gizliye bunların oluşturduğunun ileri sürüldüğünü daha önce zikrettik. İman edenlere karşı düşmanlıkta en ileri gidenlere bunlar arasında rastlanmaktadır. Çünkü Tevrat’ta Allah’ın en seçkin kavmi oldukları işlenmekte, kendilerinden başkasına bir fazilet tanınmamakta, Hz, Musa’dan sonra kimseye Peygamberlik verilmemektedir. Onlar, yurtlarından çıkarıldıktan sonra, hileden başka çıkar yol bulamamakta; İslâm’ın yayılmasına mâni’ olmak ve onu yoketmek için en süflî vasıtalara başvurmaktadırlar. İçlerinden birçokları, bir gün Müslüman olmakta, ertesi gün müslümanlıktan dönmekte ve bu suretle herkesi şaşırtmak, İslâm’ı herkesin gözünden düşürmek istemektedirler. Kur’ân- Kerîm; «Kitap Ehlinden bir tâif'e (Yahudiler) şöyle dedi : «Kendilerine indirilene (Kur’ân’a) iman edenlerle gündüzün evvelinde iman edin, âhirinde inkâr edin. Olur ki (müzminler dinlerinden) dönerler» dediklerini, onların bu dönekliği alışkanlık haline getirdiklerini, pek azı müstesna iman etmeyeceklerini beyân buyurmaktadır.


O zaman Medine'de üç grup vardı. Bunların herbiri desise, entrika ve sûikastler tertip ediyor ve bu itibarla Müslümanlar üç cepheli bir husûmet karşısında kalıyorlardı. Bunlar: Müşrikler, Yahudiler ve Münâfıklar idi. Medine’de Münâfıklar’ın Reisi Abdullah b. Ubeyy b. Selûl idi. Bunlar İslâm’ın dost kalıbına girmiş düşmanlarıydı. Çünkü Ubeyy’in, Medineli Araplar tarafından hükümdarlığı ilân edilmek üzere idi. Hz. Muhammed’in gelmesi üzerine bu iş gerçekleşemedi. Müşrikler, Peygamber’i öldürmesi için kendisine mektuplar yazıyor ve o da bu vesile ile çeşitli karışıklıklar çıkarmağa çalışıyordu. Yahudiler ise, onun başında bulunduğu Münafıklar Grubu’nu kolaylıkla kendi taraflarına almayı ve Müslümanlar aleyhine kullanmayı başarıyorlardı. Eskidenberi Ubeyy, Yahudiler ile ittifak halinde idi. O, Yahudiler’in Medine’den çıkmamalarını istiyor ve Hz. Muhammed’e karşı onları destekliyordu.


Hattâ Ahmet Çelebi, İslâmiyet’in ilk devirlerinde görünüşte müslüman olan, fakat aslında münafık olan Yahudiler’in ismini vermekte; bunların İslâm kisvesi altında Yahudilik’e hizmet edip İslâm’ı yıkmayı amaçladıklarını kaydetmektedir. Böyle olunca, Yahudiler ile Münâfıklar arasındaki ittifakın kolay sağlanmasında bu kişilerin rolü olduğu hatıra gelmektedir,


Yahudi ve Müşrikler’in temasları neticesinde Münâfıklar’ın bir kısmının, Peygamber’in emanete halel getirdiğini ileri sürerek, Müslümanlar arasına şüphe sokmaya, Uhud Gazvesinde nifak çıkarmaya uğraştıkları; bunları Cenâb-ı Hakk’ın açığa çıkardığı Mureysî ve Hendek Gazvesi’nde yalan haber yayarak Müminleri fitneye sevketmeye çalıştıkları; Tebük Seferi’ne giderken alay ettikleri ve bu durumları sorulunca yalandan yemin ettikleri; kritik anlarda Peygamberi zor durumda bırakmaya gayret sarfettikleri görülmektedir.


Kablerindekinin aksine konuştukları için mürâîler olarak tavsif edilen bu kimseler, kararsız bir durumda bulunmalarından dolayı, bazen Mü’minler ile, bazen onların düşmanları ile birleşmekte; Yahudiler ile de gizli ittifak sağlamaktadırlar. Bu kimseler, inananlar, düşmanları karşısmda fena bir duruma düşünce, îslâm’ın kendilerini aldattığını ileri sürmektedirler, Mü’minler ile beraber olduklarında da “biz de sizinle beraber değil miyiz” demekte; kendi aralarında da Peygamber’e ve ilâhi vahye karşı tenkitlerde bulunmaktadırlar. Öte yandan, bu ikiyüzlü durumlarının Peygamberce bildirilmesinden de korkuyorlar. Korktukları başlarına geliyor. Allah, bu kimseler hakkında Münâfikûn Sûresi’ni inzâl buyuruyor. Orada, bu kimselerin dış görünüşleriyle Peygamber’e hoş göründükleri, fakat düşman oldukları, Hz. Muhammed'in kuvvetinin azalmasını arzu edip, onu oradan çıkarmayı düşündükleri açıklanıyor.


Hiç bir tarafça güvenilmeyen, itimat edilmeyen bu kimseler, reislerinin ölümü ve İnananlar’ın başarısı karşısında seslerini kesmek zorunda kalmışlardır; Ancak bu gruptaki insanlar her zaman mevcut olabilir. Onlar, Kur’ân-ı Kerîm’e göre İslâm'a en zararlı zümredir. Çeşitli din ve inançtaki insanlar, onları İslâm’a, dolayısıyle iman edenlere karşı en tesirli silâh olarak kullanabilirler. Hz. Muhammed’den sonra bunları açığa vuracak, yani kendisine vahiy gelecek kimse olmayacağına göre, bu gibi kimselerin bulunması ve oyunlarını oynaması da muhtemeldir. Ancak bu kimselerin iman derecesini ölçecek bir “dinamometre” bulunmadığına göre, münafıkları tesbit zorlaşmaktadır. Böyle olunca da, ancak, sözleri ile davranışları arasındaki uygunluğa göre hüküm vermek durumu ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu ise çok ölçülü ve dikkatli olmayı gerektirir. Çünkü, Münafıklık imanda ve amelde olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. İtikâdî münafıklığın karşılığının küfr, amelî münafıklığın karşılığının günahkârlık olduğunu; her münafığın mürâî, fakat her mürâînin münafık olmadığı, riyâ’nın imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabildiği, asıl münafıklığın imanda olduğu ifade edilmektedir.


Münâfıklar’ın yalan söylemeleri ve ikiyüzlü hareket etmelerinden dolayı, onlar için, elem verici bir azap olduğu; münafıklar ile kâfirlerin hepsinin Cehennem’de toplanacağı ve münâfıkların Cehennemin en aşağı tabakasında yer alacakları Kur’ân’da açıkça zikredilmektedir.


Münafıkların en bariz vasıfları şöyle hulâsa edilebilir: Zahiren inanmış görünüp, bâtınen inkâr etmek veya eski inançlarında sebat etmek; İnananları aldatmak, aralarına fitne, fesat sokmak, çoğalmalarına engel olmak; gizliden gizliye Müslümanlarla düşmanlık yakmak için İkiyüzlü hareket etmek. Bu husûsiyetleri taşıyan taife, kâfirlerden daha tehlikeli görülmektedir. Kâfirlere bir azap, bunlara iki azap vardır. Hakikatte de inanmadığını açıkça söyleyen ve düşmanlığını açıkça ortaya koyan kimse, inandım dediği halde kalben inanmayan ve samimî olmayan kimseden daha az tehlikelidir. Yani İkincisi birincisinden daha tehlikelidir. Bunlar, ikili oynadıkları için hep endişe içindedirler. Hallerinin açığa çıkabileceği endişe ve korkusu ile yaşadıkları için kendi kendilerine azap etmektedirler. Kalben küfrettiklerinden dolayı da Cehennem azabına müstahak oldukları âyetlerde açıkça ortaya konulmaktadır.


Dönme ve Dönmelik:


Terim olarak «Dönme» yi iki şekilde incelememiz gerekmektedir: 1. Umûmî Mânası (XVII, Yüzyıldan önceki mânası), 2. Husûsî Mânası (XVII. Yüzyıldan sonraki mânası).



Umûmî Mânada Dönme ve Dönmelik:

 

  Eski Türkçe’de; değişme, başka hale girme; dinî veya siyasî bir inancın, bir kanaatin yerine bir başkasının benimsenmesi “debeddüh” kelimesi ile ifade edilmiştir. Başka bir dinden İslâm Dini’ne geçenlere “mühtedü” veya “avdeti” denilmiştir. Bağlı olduğu dini bırakarak başka bir dine girenler için genel olarak “dönme” veya avdetim tâbiri de kullanılmıştır.


Dinsizlikten veya bir başka dinden İslâm Dini’ne dönenlere “mühted”, bu olaya da “ihtida”; dinsiz yaşamayı tercih edenlere veya İslâmiyet’ten başka bir dine girenlere “mürted”, bu olaya “irtidad”; hiçbir dine sahip olmayan, dinsiz yaşamaktan vaz geçerek herhangi bir dini kabul edene “mütedeyyin”, bu olaya “mütedeyyün” denilmiştir. İslâmiyet’ten ba”ka bir dine girme “ihtida” değil, “tedeyyün” kelimesi ile ifade edilmiştir. İslâm Dini’ne mensup olmayan bir kimse, İslâm Dini’nden başka, herhangi bir dinden diğerine dönecek olursa bu İslâm hukukuna göre «irtidad» sayılmamaktadır.


Bu duruma göre, bu kısmı dört şekilde mütalaa edebiliriz:


Diğer bir dinde iken veya dinsizken İslâmiyet’i kabul eden (mühtedı),  İslâmiyet’ten ayrılarak başka bir dini kabul eden (mürted), Zahiren iman ettiği halde bâtınen inanmayan, İslâm kisvesi altında başka bir dini inancı taşıyan (münâfık), İslâm  dışında herhangi bir dine  bağlanan (mütedeyyin).


İhtida ve Mühtedî: 


İslâm’ın zuhurundan önce «dönmelik», kendi dinî inançlarını bırakarak başka bir dini benimseme, İslam’dan sonra da bağlı olduğu dini bırakarak İslâm’ı kabul etme şeklinde mütalaa edilmektedir. İslâm’dan sonra bağlı olduğu dini bırakarak îslâm’ı kabul etme «ihtida» olarak nitelendirilmiş; ihtida edene de «mühtedi» denilmiştir.


İhtida; doğru yola girme, hidayete erme, başka bir dini bırakarak İslâm’ı kabul etme, Müslüman olma, halini düzeltme anlamına şelen Arapça bir kelimedir, tâbirdir. îhtida edene, İslâm’ı kabul edip Müslüman olana da mühtedî denilmektedir. Bu iki kelime, İslâm’ı kabul ettikten sonra yüzçevirmeyen ve onda sebat edenlere şâmildir. Kur’ân’da bunlar, «mü’min» olarak vasıflandırılır ve onlar için va’dedilen nimetlere, müjdelere yerverilir; Kâfir olanların ve Allah Yolu’ndan dönenlerin bütün amellerini Allah boşa çıkarır. İnanıp yararlı iş işleyenlerin ve Muhammed’e Rableri tarafından bir hak olarak indirilene (Kur’ân) inananların kötülüklerini Allah örter ve hallerini düzeltir. Bu, inkâr edenlerin bâtıla ve inananların Rablerinden gelen gerçeğe (Kur’ân’a.) Hilaflarından ötürü böyledir. İşte Allah, insanlara kendilerinin misallerini böyle anlatır».


îrtidât ve Mürted: 


İslâm’ı kabul ettikten sonra dönmek, tastik ettikten sonra tekzib etmek «irtîdât» olarak adlandırılmaktadır. İslâm’a girmiş olmasına rağmen «irtidât» eden, îslâm'ı bırakarak başka bir dine dönen, imandan sonra inkâr ile kâfir olan kimseye «mürted» denilmektedir. Allah, kendilerine hidayet nasibolduktan sonra arkalarına, eski inançlarına dönenlerin (irtidât edenlerin) şeytan’ın teşvikine kapıldıklarını açıklamaktadır. İrtidât eden kimselerin münafıklardan olduğu ve inanmayanlarla anlaşarak mü’minleri şüpheye düşürüp «Yollarından» çevirmeye çalıştıkları görülmektedir.


İslâm’ı zahiren ve bir gayeye yönelik olarak kabul etmiş kimseler, Hz. Muhammedin irtihalinden sonra eski küfürlerine avdet ederek, Müslümanlar arasında fitne uyandırmaya çalışmışlardır. Hz. Muhammed’in hastalanması ve vefatı üzerine dinden dönme olayları görülmeye başlamıştır. Bu, «Ridde« olayı diye adlandırılmıştır. Peygamberdin hastalık haberini duyan Hıristiyan ve Yahudiler, fırsattan istifade, İslâm’ı henüz yeni kabul etmiş olan kabile mensuplarını dinden dönmeye teşvik etmişlerdir. Bu tür olaylar, Hz. Ebubekir zamanında daha da artmış; Zekat’ın kendilerine uygulanmamasını isteyip mesele çıkarmak isteyenler olmuş; fakat çeşitli tedbirlerle önlenmiştir. Bunların yanında İslâm’ın kısa zamanda genel tasvib görüp yayılması karşısında bazı maceraperestler «peygamberlik» iddiası ile ortaya çıkıp Devlet düzenini bozmaya teşebbüs etmişlerdir. Bu ve benzeri olaylar; İslâm’ı menfaat saikiyle ve sathî olarak kabul edenlerden gelmiş; Müslümanların güçlenmesi ve İslâm’ın kalblere nüfuz etmesiyle ortadan kalkar gibi olmuştur. Ancak «nifak hareketleri» hemen hemen İslâm Dünyası’nda hiç eksik olmamıştır.


VIII. yüzyılda Ispanya’ya hâkim olan Müslümanlar, Emir’e itaat edildiği müddetçe dinlerine, dillerine ve hattâ onları idare eden şeflerine bile dokunmayacaklarını va’detmiş ve bunun üzerine bazı şehirler teslim olmuştur. Bunun neticesinde İspanyol halkının büyük bir kısmı, Müslümanlar tarafından fethedilen topraklara, bilhassa Endülüs’e yerleşmişlerdir. Bu Hıristiyanlara Mozarabes (Araplaşmış) ismi verilmiştir. Diğer taraftan da Müslümanlara tanınan bazı haklardan istifâde etmek isteyen bazı Hıristiyan İspanyollar İslâm’ı kabul etmişlerdir. Bu suretle dinini değiştirenlere renegat (mühtedî, dönme) denilmiştir. Ispanya’daki Müslüman hâkimiyetinden sonra Müslüman olan bu Hıristiyanlar, dahili harplerde büyük rol oynamışlardır. Bunların ayaklanmaları Müslümanları tehlikeye düşürmüştür. IX. yüzyılın sonuna tesadüf eden bu ayaklanmayı, ihtilali daha önce Müslüman olmuş Ömer b. Hafsun adında birisi yönetmiştir. Bu Ömer, yeniden İslâm’ı terkederek Hıristiyanlık’a dönmüştür. Ispanya’ya Müslümanların hâkim olması ile İslâm’ı kabul etmiş görünen Hıristiyan İspanyollar; Müslüman hâkimiyetinin zayıflayıp yokolma noktasına geldiği sırada; Hıristiyanlığa avdet etmişlerdir. Bunlar da «mürted» olarak nitelendirilmiştir.


Münâfıklık ve Münâfık:


 İslâm kisvesi altında başka bir dini veya inancı taşıyanlara münafık; bu duruma da münafıklık denilmektedir. Münâfıklar. hiçbir zaman kendi eski dinlerinden, inançlarından vazgeçmemişlerdir. «îki yüzlü» olarak da adlandırılan bu kimselere, genel anlamı içinde «dönme» denilebilir. Bu “dönme” kelimesi emir anlamına alındığında, o zaman bir fikirden, bir inançtan, bir kanaatten veya bir dinden kesin olarak vazgeçmemeye tenbihtir. Bu, sonradan kabul ettiği dine, inanca veya fikre ait olabileceği gibi, geçmişteki dinî inanca ve fikre de ait olabilir. Böyle olunca «dönme» terimi; din değiştirme mânâsına geldiği gibi, değiştirmeme, ahdini bozma, ve «iki yüzlü» anlamına da gelir.


Münafıklık kısmında, Kur’ân’daki âyetler ışığında, onlara temas edilmiş, Yahudilerin «gizli cemiyet» rolü oynadıklarına ve Münafıkları Müslümanlar aleyhine kullandıklarına değinilmişti. Zaten Kur’ân; Yahudileri, müphem, ikiyüzlü tutumlarından dolayı kınamakta; itaat için sağlam söz verdikten sonra döneklik ettiklerini belirtmekte; Hz. Musa’ya söz verdikten sonra Allah'ı bırakıp «Buzağı»yı ilâh edindiklerini ve azı müstesna verdikleri sözleri tutmadıklarını açıklamaktadır.


Müslümanlar arasında ikiyüzlülüğün benimsenmesi, münafıklar grubunun oluşması İslâm’ın muzaffer olmasından sonra olmuştur. Bu durumu Ahmed Cevdet söyle belirtmektedir; Resûl-i Ekrem Bedir’den muzaffer olarak döndükten sonra, İslâm dini pek ziyade kuvvet buldu ve bütün düşmanların gözleri yıldı.


Medine’deki Yahudiler, ‘Tevrat’ta yazılı olan âhir zaman Peygamber’i budur demeye başladılar. Bazıları imân etti, bazıları da imân etmiş göründü. İşte bu suretle Müslümanlar arasında birçok münafıklar peydâ oldu.


Zahiren İslâm’ı kabul etmiş olanların ne kadar sathî bir surette Müslüman oldukları Peygamber’in irtihalinin hemen akabinde vukua gelen «dinden dönme» lerden anlaşılmaktadır. Bu gibilerin siyasî icaplarla İslâm’ı kabul etmiş oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunlar, daha sonra büyük bir «millî hareket» şeklini alan cereyana kendilerini kaptıran takımındandır. İlk ihtida edenlerin tuğyan dolu şevk ve hevesleri, sonradan İslâm’a gelen bu gibilerin hesaplı ve ihtiyatlı tutumlarında rastlanmamaktadır. Aynı şekilde, siyasî gayelerle Müslüman olanlara Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde de rastlanmaktadır. Abdullah İbn Sebe’nin Müslümanlığının sahte olduğu, arkadaşlarını kandırmak için Müslüman gibi göründüğü, Hz. Osman aleyhindeki isyanın tek sorumlusu bulunduğu ve Hz. Ali’ye “ilâhlık” iddiasını yaydığı ifade edilmektedir. Bu İbn Sebe de Yahudidir.


Yahudilerle ne zaman bir ahd yapılmışsa içlerinden büyük çoğunluğunun bu ahdi bozdukları Kur’ân’da şöyle belirtilmektedir: «Onlar, her ne zaman bir ahd üzere anlaşmışlarsa içlerinden bir kısmı o ahdi bozmamış mıdır? Zaten onların çoğu inanmazlar».



Tedeyyün ve Mütedeyyin: 

Hiçbir dine sahip olmayan, dinsiz yaşamaktan vazgeçerek herhangi bir dini kabul edene “Mütedeyyin”; bu olaya da «tedeyyün» denilmektedir. Dinsiz yaşayan bir kimsenin, dinsiz yaşamaktan vazgeçerek herhangi bir dini kabul etmesi, din sahibi olması da; sahip olduğu dine sıkıca bağlı olması da bu terimlerle karşılanmaktadır. Bu durumda, dinsiz yaşamaktan vazgeçerek herhangi bir dine girme «tedeyyün» ile ifade edildiği gibi, İslâm dışındaki dinlerden herhangi birine girme ve hattâ din değiştirmesine rağmen eski dinine sıkı sıkıya bağlı kalmak da «tedeyyün», «mütedeyyin» içinde mütalaa edilebilmektedir. Bu durumun, daha ziyade, Hıristiyanlıktan Yahudilik’e, Yahudilikten Hıristiyanlık'a veya diğer dinlerden bunların herhangi birine girme şeklinde vuku bulduğu görülmektedir.


İspanyalılar, Müslüman hâkimiyetinden sonra, dini ve millî bir birlik kurmaya teşebbüs etmiş ve bazı zecrî tedbirler almışlardır. Bu tedbirler, Müslüman ve Yahudilere Hıristiyanlığı kabul ettirme şeklinde olmuştur;


1492 yılında, İspanya Kralı Katolik Ferdinand ve eşi Isabelle, dinî bir birlik kurmak için, «Yahudiler, 4 ay içinde ya Hıristiyan dinini kabul edecekler, yahut da Ispanya’yı terkedecekler» emrini vermişlerdir. Bunların bir kısmı din değiştirmeyi kabul etmeyerek, hicret yolunu tutmuş, Türkiye dahil, birçok memleketlere dağılmışlardır. İşleri yolunda olan bir kısım Yahudi de göç etmeyerek Hıristiyan dinini kabul etmişlerdir. Ancak, ahali ve ruhban, Yahudilerin samimiyetinden şüphelenmişlerdir. Bunlar arasında ilk dinlerine dönenler görülmüştür, Abraham Galanti, işleri dolayısiyle Ispanya’dan ayrılmak istemeyenler, zahiren katolik dinini kabul etmişlerse de zımnen Yahudiliği muhafaza ediyorlardı. Zahiren Katolik geçinerek İspanya ve Portekiz’de kalmış, iş ve servet sahibi olmuş Yahudiler, eski dinlerine dönmek arzusu güderek bu iki memleketten yavaş yavaş ayrılmaya başlamışlar ve bunların bir kısmı da 1532 senesinden itibaren Türkiye’ye iltica etmeye başlamışlardı demektedir. Ziya Şakir; Yahudilerin Hıristiyanlıklarının sahte olduğunu, Bu Musevîler, İspanya ve Portekiz’de şiddetle hüküm süren Engizisyon Mahkemeleri’nin zulüm ve işkencelerine tahammül edemeyerek hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Fakat gizlice kendi dinlerine karşı sadakat göstermektelerdi.


Maran adı verilen bu dönmelerin nihayet sırları ifşa edilmişti. Birçokları öldürülmüş ise de, bir kısmımn hapse atılmasına ve mühim bir kısmının da Ispanya’dan tardedilmesine karar verilmişti şeklinde açıklamaktadır. İstanbul’a gelen Musevî aileleri, Maran denilen, kendilerini Hıristiyan dinine dönmüş gibi gösteren Yahudilerden meydana gelmektedir.

 


Umumî mânâdaki dönmelik, sadece Yahudilere has olmayıp diğer din ve ırktakiler için de kullanılmaktadır. Meselâ, Fâtih’in Sadrazamı Mahmut Paşa hakkında şöyle denilmektedir : «Rum baba ve Arnavut anneden dünyâya gelmiş olan Mahmut Paşa, hıristiyan olarak ‘Vaftiz ’ edilmişti. Çocukluğunda devşirme olarak almmış, sarayda yetiştirilmiş ve eğitimle Müslüman yapılmıştı. Sözde Hz. Muhammed’in dinine sâdıkmış gibi görünmesine rağmen, hayatının sonuna kadar ilk dinini ve ait olduğu ırkı unutmamış, görevi sırasında karşılaştığı kâfirlere karşı -onların kanından olduğundan-daima müsamahalı davranmıştır».


İsmail Hâmi Danişmend’in «İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi» adlı eseri incelendiğinde bu tip dönmelerden bahsedildiği görülür.


Ispanya’da 11 Şubat 1502’de çıkarılan bir Kilise kararı; Castille ve Leon Müslümanlarını'ya tebdil-i din veyahut Ispanya’yı terk etmeye mecbur tutmaktadır. Kral Ferdinand, Arap tabi’leri bulunan asilzadelerin teşvikiyle, Endülüs Müslümanlarının cebren dinlerini değiştirmekten, Engizisyon’u (Inquistition) menetmiştir. Hıristiyan yapılan Müslümanlara, bundan böyle (Toriscos (Araplar)» adı verilmiştir.


Bu tür olaylar her dinde az da olsa görülmektedir. Ancak bazısında bu zecrî tedbirlerle, bazısında isteyerek ve bazısında da bir plân icabı olmaktadır.


Yahudi, «Kendi millî varlığının özünü ne kadar inat ve sebatla koruyorsa, onu rastgele her hangi bir milliyete büründürerek örtmekte de aynı gayreti gösterir». Türkiye'ye İltica eden Yahudiler bu durumlarını muhafaza etmiş; Türkiye’ye gelmeden önce, Engizisyon işkencelerinden korkarak zahiren Hıristiyan olan Yahudiler, Türkiye’ye geldikten sonra Yahudilik’e avdet etmişlerdir. Diyarın bir nevi müşaviri durumunda olan Musevî banker Yasef Nassi bunlardan biridir. Bu Yahudiler İspanya ve Portekiz’de, İspanyol gözükerek, devletin kilit noktalarını, bilhassa kilisenin büyük mevkilerini ellerine geçirdikleri halde Yahudilikten kopmamışlardır. Zira bir Yahudinin, bir başka yerîn koyu vatanperveri kesilse dahi, Yahudilikle alâkasını kestiğini iddia edememektedir. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu içinde de devam etmiştir.


Yahudiler, İspanya ve diğer yerlerden Türkiye’ye gelince, Yahudi mistisizmini, Kabbala’yı da beraberinde gittikleri yerlere yaymışlardır. Kabbalacıların XIII. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen ana kitabı «Zohar« da kurtuluşun, Mesih’in gelmesinin yakın olduğu kehaneti işlendiğinden Yahudiler bununla avunuyor, kurtuluş günlerini; Mesih’i bekliyorlardı. Bu sırada Mesîh olarak Sabatay Sevi ortaya çıkıyor ve Yahudilerin bir kısmı onun mesîhliğine inanarak, kurtuluş günlerinin sevinci içinde yaşıyorlardı. Bu Mesih’in zuhûm ve tebdil-i din etmesinden sonra Dönmelik başlıyor.

Bu husûsların hepsi de din değiştirmeyi, dönmeyi ve bir din sahibi olmayı tazammun etmesine rağmen, konumuz olan -husûsi mânada- «Dönmelik» değildir.



Husûsî Mânada Dönme ve Dönmelik:

Dönme, XVII. Yüzyıldan itibaren Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde, bilhassa Selanik’te, Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan «Gizli Müslüman - Musevî Cemaati» fertlerine, Osmanlı Türkleri tarafından, Yahudilik’ten İslâm’a döndüklerini belirtmek maksadı ile verilen bir isimdir. Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan, fakat Yahudi inanış ve âdetlerini devam ettiren «Dönmelerde, eskiden nezaket kastı ile «avdeti» de denilmiştir. Bir başka kaynakta da şöyle denilmektedir: «Bu tâbir (Dönme); 1912 Balkan harbi'nden evvel Osmanlı imparatorluğu hudutları içinde bulunan Selânik şehrinde mukim bir kısım Osmanlı vatandaşlarını ifade etmektedir. Evvelce Musevî dininde bulunmakta iken bazı siyasi sebeplerle İslamjyet’i kabul etmiş olmaları yüzünden kendilerine dinden dönmüş mânasına Dönme denilmekte idi. Ancak İslâm olmuş bulunmalarına rağmen ne eski dindaş ve ırkdaşları olan Yahudiler ne de Selanik şehrinin aslen Türk - İslâm sekenesi ile sihri hiçbir rabıta kurmayarak kendi aralarında yaşama yolunu tutmuşlardı». Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde de şöyle belirtilmektedir: Osmanlı idaresindeki muhtelif şehirlerde ve hasseten Selanik’te Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan bir cemaat tabakası hakkında kullanılan bir tâbirdir. Muhtelif din sahiplerinden Müslüman olanlara mühtedî denildiği; dönme tâbiri yalnız halk tarafından kullanıldığı halde bunlar hakkında mühtedî tâbirinin hiçbir yerde ve hiçbir zaman istimal oluşmaması ve yüksek tabaka tarafından bir dereceye kadar nezaket rnaksadıyle avdeti denilmesi, Mûsevîlik’ten İslâm’a döndüklerini belirtmek maksadından ileri gelmiştir.


Diğer bazı kaynaklarda da «zahiren îslâm Dini’ni kabul etmiş olmalarına rağmen bâtınen eski inanç ve yaşayışlarında karar kılmış olmalarından dolayı bu isim verilmiştir» denilmektedir. Kaynaklarda, diğer bir dinden İslâm’a dönmüş olanlara “mühtedi” denildiği halde, bunlar için bu tâbirin kullanıldığına rastlanmamaktadır. Nezaket kastı ile avdeti denildiği -bu da dönme ile aynı anlama gelmektedir- görülmektedir. Bu tâbir her türlü (zahirî ve batınî) din değiştirme için kullanılabilmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm’ı gerçekten kabul edip, hidâyete ermenin karşılığı “ihtida” dır. İhtida eden kimseye de “mühtedi” denilmektedir. Yahudiler için bu tâbirin kullanılmaması dikkat çekicidir. Bu, geçmişten ders alınmanın bir sonucu olsa gerektir. Çünkü; İslâm’ın zuhurundan bu tarafa vukubulan olayların Müslümanlar’ı i’tidâle şevketmiş olması muhtemeldir.


Kur’ân-ı Kerîm’de iman etmekle Müslüman gözükmek birbirinden ayrılmış ve mü’minin tarifi şöyle yapılmıştır; “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye düşmeyip mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmektedirler, işte sâdıklar onlardır.”


Husûsî mânada «Dönme ve Dönmelik», Mesih iştiyakı ve Kudüs’e dönüp Süleyman Mabedini yeniden ihya etme hayalleriyle yaşayan bir kısım Yahudinin geldikleri bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Yahudiler «Siyon» hayalleri içerisinde yaşayıp, kurtuluş müjdecisi Mesih’in geliş zamanını «Kabbala»ya göre 1648 olarak tesbit ederken; bahsedilen kurtarıcının kendisi olduğunu ileri sürerek, İzmir’den Sabatay Sevi isminde birisi çıkmaktadır. Sabatay’ın 1648’de ilân ettiği «Mesîhliği» uzun sürmemekte; ilerisi için, Yahudilerin meskûn oldukları yerleri gezip oralarda bulunanların ümitlerini canlandırmaya çalışmaktadır. Bu arada da o, Hıristiyanlar’ın bir «Mesîh» bekleyişi içinde bulunduklarını ve bunun için de 1666 tarihini tesbit etmiş olduklarını öğrenmektedir. Böylece 1666 tarihi için hazırlanmakta ve bu zamana kavuşunca da ikinci defa Mesîhliğini ilân etmektedir. Mesîh olarak «taç» giymekte ve Yahudileri «Arz-ı Mevûd»a götüreceği va’di île çeşitli karışıklıklara sebep olmaktadır. Dünyayı (bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nu) 38 krallığa bölmekte, kendisini krallar kralı olarak ilan etmekte ve Kudüs’ü başkent düşünüp emirler yağdırmaktadır.


Uzun zamandan beri Girit Seferi ile meşgul olan ve bunu Yahudiler’in bir iç meselesi olarak kabul eden Osmanlı İmparatorluğu, o zamana kadar ses çıkarmadığı bu mesele, İmparatorluğun değişik yerlerine ulaşıp çeşitli karışıklıklara sebep olunca, olaya el koymak zorunda kalmıştır. Sahte Mesîh Sabatay, Padişah IV. Mehmed’in Kafes arkasından takibettiği Divan huzuruna çıkarılmış ve «Mesîh» liginin isbatı istenmiştir. O da, basit bir hahamdan başka bir şey olmadığını ve sırf Yahudiler’i aldatmak için bu yola başvurduğunu açıklamıştır. Saray hekimi ve kendisi gibi «dönme» olan Hayatızâde'nin (Moche ben Raphael Abravanel) tavsiyesiyle «Müslüman» olmuştur. Kendisine Mehmet ismi ile Kapıcıbaşılık ünvanı verilmiştir. Dönme Hayatızâde’nin Sabatay’a Müslüman kisvesi altında dâvasına daha iyi hizmet edebileceğini empoze ettiği çeşitli kaynaklarca ileri sürülmektir. Her ne olursa olsun sahte «Mesih», Müslüman olduktan sonra da dâvasından vazgeçmemiş; Yahudi inanç ve âdetlerini devam, ettirmiştir. Bu durumu dâvâsı için daha faydalı görmüş ve taraftarlarına da şeklî ihtida yolunu tavsiye etmiştir. Taraftarları da bu yolu benimseyerek «Müslüman» olmuşlardır. Bunların ne derece Müslüman oldukları sonraki zamanlarda, hattâ günümüzde, görülecektir. Bütün yerli ve yabancı kaynaklar, bu «din değiştirme olayının» sahte olduğu; bunların asla Müslüman olmayıp Yahudiliğe bağlı inançlarını devam ettirdikleri husûsunda hemfikirdirler.


Zaten inanç, âdet, bayram ve felsefelerine bakıldığında; bunların Müslümanlıkları tartışılabilir. İşte 1666 yılından bu tarafa Müslüman Türk kisvesine büründükleri halde bunu içlerine sindiremeyen, eski inançlarından bir türlü kopamayan; zahiren Türk -Müslüman görünüp Türk - Müslüman ismi, bâtınen Yahudi isim ve inançlarını taşıyan; içleriyle dışları farklı olan bu kimselere «Dönme» denilmektedir.


Yukarıda zikredildiği üzere Yahudilikten İslâm’a girenlere verilen «Dönme» ismi, dönmek mastarından olumsuz emir mânasında ve onların asla kendi dinlerinden başka bir dini kabul etmeyeceklerini belirtme, eski inançlarından vaz geçmemeği tenbih mahiyetinde olan «dönme» anlamında olsa gerektir . Bu, Âyet'teki “onlar asla dönmezler” hükmünde olmalıdır.


Münâfîklar ile Dönmeler Arasındaki Ortak Husûsiyetler



Münafıklık, A bdullah b. übey'in başında bulunduğu ve aralarında Yahudiler'in de yeraldığı bir zümreyi ifade için Kur’ân ile, gelen bir tâbirdir. Dönmelik ise, Yahudi Sabatay Sevi’nin başında bulunduğu bir cemaatın Müslüman olması ile Türkler tarafından kullanılan bir tâbirdir.

Münafıklar, iman etmedikleri halde inandıklarını bazı dönmeler de, Müslüman olmadıkları halde Müslüman olduklarını açıklarlar.


Münafıklar zahiren Müslüman oldukları halde, küfürde, eski inançlarında sebat ederler. Dönmeler de, zahiren Müslüman göründükleri halde, bâtınen kendi inançlarında, bilhassa Yahudi inançlarında sebat ederler,


Münafıklar, Müslümanlar yanında inandıklarını, inkârcıların yanında da inkarcı olduklarını, Müslümanlıklarının sahte bulunduğunu açıklarlar. Dönmeler de Müslümanlar’ın yanında Müslüman olduklarını, geri kalan Yahudiler’i de Müslüman etmek için onlarla beraber olduklarını; Yahudiler arasında ise Yahudi olduklarını, Müslümanlıklarının sahte olduğunu açıklarlar.

Münafıklar da Dönmeler de iki yüzlü hareket ederler.

Münafıklar ne tam Müslümanlar arasında ve ne, de tam olarak Müşrikler arasında yeralabilmektedirler. Dönmeler de ne Müslümanlar arasına, ne de Yahudiler arasına tam olarak girebilmektedirler. Bu durumları dolayısiyle hiç bir grup bunlara itimad etmemekte ve iki menzil arasında kalmaktadırlar.

Her iki grup da İslâmî bazı davranışları zahirî olarak yapmakta ve Müslümanların gözlerini boyamağa çalışmaktadırlar.

Her ikisinde de eski inançlarına hizmet etmek konusu gibi görünmektedir.

Her iki grup da mürâidir ve gösteriş içindedirler.

İnanmadıkları halde kendilerini öyle gösterme gayreti her iki grupta da hâkimdir.

Endişeli olmak, her iki grubun ortak vasfıdır.

Münafıklık, umûm; Dönmelik, husûs ifade etmektedir.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

23 Şubat 2023 Perşembe

Mardin Ulu Camii

 


ESKİ TÜRKLERİN KUTSALLARI (HAYVANLAR, RENKLER VE SAYILAR)

 


Türk Kültüründe Kutsal Görülen Renkler


Kutsal kelimesi anlam olarak değer verilen, değerli görülen ve uğruna her türlü fedakârlığın yapıldığı kıymetli maddi-manevi unsurları ifade etmektedir. Türk kültüründe de başta renkler olmak üzere sayılar, yönler, hayvanlar vs kutsal görülmüşlerdir. Renkler, İslamiyet öncesi Türk siyasi, kültür ve sanat tarihinde kutsallık taşımışlardır. Renklerin kutsallıkları, tek Tanrı (Tengri) inancı, kozmoloji, destanlar ve günlük hayattaki yaşayış şekline göre belirlenmiştir. Türkler, her yerde renk arar, her şeye renk verir ve hiçbir şeyi renksiz söylemezlerdi. Renkler Türklerin ruh âlemini dolduran en önemli sembolleri idi. Ak bir şey kara, kara bir şey de ak olabilirdi. Renk dünyası hayallerinde idi.


Renkler gözün gördüğü somut şeyler değil; insanların onlara yükledikleri anlamlarla maneviyat kazanan algılardır. Nitekim insanların renklerin maneviyatları ile ilgili olarak şair şunları söylemektedir:


“Ağ, gara, sarı, yaşıl, gırmızı,

Heresi bir sınagla bağlıdır.

Biri hesretimizi hatırlatır,

Biri derdimizi, biri arzumuzu,

Heresinde bir ma’nâ arayıb,

Bir sebep gören var.

Kim bilir, kim sınamış,

Kim bunu ilk defa demiş.

Gara mâtem, 

Gırmızı bayram…” (Resul Rıza)




Ak, Beyaz


Kozmolojiye göre ak, iyiliğin yani göğün rengidir.

Yönlere göre ak, batıyı temsil etmektedir

Ordu sisteminde ak atlılar, batı kanadında yer alırlar.

Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın sağ tarafındaki oğullarının sembolü ak koyundur. Kurban törenlerinde ak at Gök Tanrı’nın atı olduğu için kutsaldır ve kanı dökülmeden salıverilerek kurban olarak Tengri’ye gönderilir.

Otağda ak çadır, kağandan sonra en kıymetli beylerin çadırıdır.

Eski ve günümüz Türk kültüründe ak, arılık, ululuk, yücelik, adalet ve güçlülük (ürüng), tecrübeyi ve geleceği sembolize eder.

Ak erdemi de ifade eden renk Ak’tır

Ak renginde bayrak ve tuğlar, Türk tarihinde oldukça fazla görülmüştür. Mesela Çinlilerin T’aman Chulo dedikleri yerdeki duvar resimlerinden birinde, bir atlı kaplan avlarken eğerinde al bayrağa bağlı bir ak kotuz tuğu dikili bulunmaktadır. Rus kaynakları incelendiği zaman ise Kuman/


Kıpçaklar’ın bayraklarına tesadüf edilmektedir ki bu kaynaklar onların bayraklarının ak ve al renklerde olduğunu belirtmektedirler. Akkoyunlular’ın bayraklarının ak renkte olduğunu Celâl ud-dîn Devvâni belirtmektedir. Ayrıca bunun sebebi devleti kurup yönetenlerin Oğuzların Bayındır boyundan geldiklerine bağlanmakta ve Akkoyunlulara Alem-i Sefid-i Bayındıri (Bayındırlılar’ın Beyaz Bayrağı) denilmektedir.




Gök


Kozmolojiye göre Gök, göğü ve Gök Tanrı’yı temsil ettiği için kutsallığın rengidir.

Yönlere göre Gök, güneş doğudan doğduğu ve kutsal olduğu için doğu’yu temsil eder.

Ordu sisteminde Gök (Boz) renkli atlılar, doğu kanadında yer alırlar.

Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın sağ tarafındaki oğullarına Gök rengi, Bozoklar denilmiştir.

Hunlara ve Kök-Türklere yol gösteren bilge ve kutsal Kurt, Gök (Boz) rengindedir.

Giyilen elbiseler özellikle de Sarı Uygurlarda mavi- gök rengi kaftanlar tercih edilmektedir.


Oğuzların yaşadıkları şehirlerde bıraktıkları eserlerde onların çini işleme sanatında ne kadar ileri olduklarını göstermektedir. Oğuz şehirlerinden Barçınlığ Kent’te kök kesene harabeleri bulunmaktadır. Burada tuğladan yapılmış mavi (kök) renkli süslemeleri olan harabe bir kümbet ve bu kümbetin de etrafında daha küçük kümbet ve höyükler bulunmuştur.


Karakoyunlular’dan kalan ve Karakoyunlu beyi Kara Yusuf’un oğlu Cihan Şah’ın yaptırdığı Gök Mescid’de günümüze kadar gelmiş Türk sanat eserlerinden birisidir.


Nazar


Kara iyelerden biri sayılan ve Türk inanışları arasında göz değmesi olarak da bilinen nazara karşı, pek çok pratik uygulanmaktadır. Fakat bunların arasında en geniş yeri nazara karşı korunmak istenen şey (ev, insan, hayvan veya eşya olabilir)’e nazar boncuğu takılmasıdır. Günümüzde boncuk olarak adlandırdığımız bu nesne DLT’ de monçuk olarak geçmektedir. İnanışa göre nazar boncuğu kötü gözün yaydığı kötü fikirleri emmekte ve daha sonra çatlamaktadır. Erzurum ve Tunceli’de, nazar boncuklarının arasına kuzunun aşık kemiği de eklenerek çocuklara kolye olarak takılmaktadır. Ağrı ilinde, genç kız ve gelinler, nazardan/göz değmesinden korunmak için, ayak bileklerine göz boncuğu bağlamaktadırlar. Zira göz boncuğunun, onları tehlikelerden koruduğuna inanırlar. Hakkâri'de, genç kızlar ve kız çocukları, nazardan korunmak için, saç örüklerinin arasına mavi boncuk takarlar. Böyle yapınca nazar göz değmesinin tehlikelerinden korunacaklarına inanırlar. Göz değmesi ile ilgili inançta, mavi renk mühim bir mevki işgal etmektedir. Göz değmesine karşı, mavi göz boncuk bir tedbir olarak taşınmaktadır. Mavi gözlü insanların gözünün baktıkları kimseye dokunacağı inancı bulunmaktadır. Aynı renkte boncuk taşımakla, bu göz değmesine karşı korunmuş olacağına inanılmaktadır. Kars yöresinde, bu renk gözlü insanlara, göy gözlü denmektedir. Yani, o tür göze sâhip olanlardan çekinilmekte, tekin olmadıkları kabul edilmektedir.


Gök Rengi İle Gök Tanrı İnancı Arasındaki İlişki


İnsanlar bir dilekte bulundukları zaman ellerini göğe açar, gözlerini de göğe diker çünkü yaratıcı, insanların itikadına göre göktedir ve yeryüzünde ne varsa ondan gelmektedir. Kutadgu Bilig’de, Aytoldı’nun gözünü göğe dikerek; “Ey rabbim, ben senden başka bir Tanrı tanımadım ki” demesi ve akabinde “Bütün akrabaları ile helalleşti, canı mavi göğe doğru yol almak istedi “


Manas Destanı’nda da Manas şu şekilde dûa etmektedir: “Göğsü tüylü yağız yer beni vursun; dipsiz yüksek mavi gök, keskin ay baltam beni parçalasın”. 


Hunlar, M.Ö. 91 yılındaki Hun-Çin savaşından önce, “Gök ve yere and içiyorlar, eğer Çin Başkomutanı General Li Kuang-li’yi esir alırsak, onu göğe ve yere kurban vereceğiz!” diyorlardı. Esir alınan Çin komutanı, Hun generali Wei-lüeh’in, “Hun askerleri ant içti niçin kurban etmiyorsunuz?” sözlerinden sonra hemen öldürülmüştür. Bu olayda Wei-Lüeh’in ağır tahrikleri söz konusudur çünkü kendisi de daha önce esir düşmüş Çinli bir komutandır. Bilindiği üzere Türkler ellerindeki esirlere dokunmamışlar ve onları misafirleri olarak kabul etmişlerdir.


Gök renginin Gök Tanrı inancı ile ilişkisini ilk olarak Orhun Yazıtları’nda görmekteyiz. Abidelerde Türk kozmogonisi ve insanın yaradılışını anlatan “Üze kök tengri asra yağız yir kılundukda, ikin ara kişi oğlu kılınmış” (Üstte mavi (gök), altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış) cümleleri bizlere evrenin ve insanlığın yaratıcısının Gök Tanrı olduğunu ifade etmektedir. Tanrı’nın rengi gök ve yerin rengi karadır (yağız). Yazıtın devamında tahta Bumin ve İstemi kağanların oturduğu, pek teşkilâtsız Kök-Türklerin bir araya getirilerek il tutulduğu anlatılmakta ve Batı Türkleri olan Kök-Türkler gök rengi ile ifade edilmektedirler.


Oğuzname’nin Uygurca nüshasında Oğuzlar’a yardım etmek için gökten ışık içinde gök kurt (gök böri) inmektedir: “…Seher vakti erkenden Oğuz Kağan’ın çadırına parlak bir ışık girdi. Bu ışığın içinden gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı”. Oğuzlar’a yardım için gönderildiğine inanılan bu kurdun gökten gelmesi ve gök renkli olması bizce Türkler’in Tanrı’yı gök rengi ile tesmiye etmelerinden kaynaklanmaktadır.


Kara


Kozmolojiye göre kara, kötülüğün ve yerin sembolüdür.

Yönler göre kara, kuzeyi temsil eder.

Ordu sisteminde kara atlılar, kuzeyde yer alırlar.

Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın sol tarafında yer alan oğullarını kara koyun sembolize eder.

Tek Tanrı inancında kara at, yer altı dünyasının sahibini sembolize eder. Kurban olarak kara at kan akıtılarak kurban edilir.

Otağda hiç evlat sahibi olamayan kara çadırda oturur.

Kutadgu Bilig’de kara renk, toprak, güç, kuvvet, keder, yas, alt tabakadan halkı temsil eder.



Al (Kızıl, Kırmızı)


Türklerde al ve kızıl aynı anlamda kullanılır, fakat kırmızı aynı iyi anlamda değildir.

Kozmolojiye göre al, sıcaklığı, alevi (alav/alaz) dolayısıyla Güneş’e yakın bir semboldür.

Yönlere göre al, güneyi sembolize eder. (M.Ö. 1050 Choular’dan itibaren)

Otağda al renkli çadırda kızı olanlar oturur.

Eski Türkler al, bayraklarında ve eğer altı örtülerde, devletle ilgili birçok eşyada kullanır, hükümdarlığı ve gücü sembolize eder.

Gelinler al gelinlik giyerler, sağlığı, aşkı temsil eder.



Sarı


Kozmolojiye göre sarı güneşi temsil eder.

Yönlere göre sarı, merkezde yer alır.

Eski Türklerde, Türk kağanın otağı dünyanın merkezini sembolize eder ve sarı (Altın) renktedir.

Türkmenler başlarına gökleri tutan kızıl bayrağı temsilen kızıl börk, ayaklarına dünyanın merkezini temsilen sarı edik (çarık) giyerler.

Eski Türk kağanları kurganlarında yeryüzünün merkezinde kağan olduklarını temsilen giydikleri sarı elbise ile bulunmuşlardır.


Yeşil


İslậmiyet sonrasında yeşil gök rengi mavi ile bütünleşik, aynı kutsallığa kavuşmuştur.

Kozmolojiye göre yeşil, hayat ağacını temsil eder.

Uygurların Kutlu Dağ efsanesine göre, yeşil (yeşim) taşı veya Yada taşı devletin bölünmezliğini sağlayan kutsal taştı. Yokluğu halinde devlet bölünürdü.

Nevruzda yeşil, hayatı, canlılığı ve gençliği temsil eder.



Kutsal Görülen Sayılar


Türk kozmolojisine göre sayılar, Güneş ve Ay’a göre temsil edilir.

Güneş erkil ve tek sayıları temsil eder, Ay ise dişil ve çift sayıları temsil eder.



Yedi


Kozmolojiye göre gök bazen yedi katlıdır. Tek Tanrı inancında gökyüzünde yedi gezegen ve yedi yıldız vardır.

591 yılında Kök-Türk hakanı Tou-lan Kagan’ın Çin’e elçi ile yedi adet kıymetli kâse göndermiştir.

598 yılında Türk kağanın imparator Mavrikios’a gönderdiği mektup “yedi milletin ve dünyanın yedi farklı bölgesinin büyük lideri kağan tarafından Roma imparatoruna” şeklinde başlamaktaydı.

İlteriş Kağan’ın hükümdarlığı zamanında yanında toplananların sayısı da yedi yüzdür.

Divan-ü Lügât-it Türk’te şöyle geçmektedir:

Yetti: yedi, sayıda yedi. Bundan dolayı göğe yetti kat kök (yedi kat gök) denir.

Büke: ejderha. Büyük yılan. Şu savda dahi gelmiştir: yeti başlığ yıl büke: yedi başlı ejderha.

Yiğitlere de “Büke Budraç” denir.

Yusuf Has Hacib ise yedi sayısını şu şekilde vermektedir:

“Sen ta’zif ve tasnifi iyice öğren; bunları öğrendikten sonra, aded cezrini ele al”.

“Sonra cemi, tefrik ve mesahaya geç; yedi kat feleği, bir çöp parçası imiş gibi, avucunda tut”. Göğün katları meselesinde batıda yaşayan Türklerde gök yedi kat iken doğuda yaşayanlarda dokuz kattır.


Yedi sayısı ve katları eski Türklerde önemli addediliyordu. Özellikle Batı Türklerince kabul edilen bir sayı idi. Kök-Türklerde İstemi Kağan, Bizans İmparatoruna gönderdiği mektubunda kendisinden "Yedi kavmin ve yedi ırkın hükümdarı" olarak bahsetmesi, dünyayı onun yedi bölüm olarak kabul ettiğini göstermektedir.

Yedi rakamı Türklerce dünya ve yeryüzünün katmanlarının yedi ve yedinin katlarından müteşekkil olması açısından da önemlidir. Mesela Yakutlar yeryüzünü yedi, on yedi kat olarak düşünüyorlardı.


Dokuz


Kağan tahta çıkışında bir keçe üzerinde dokuz defa doğudan batıya doğru döndürülerek, göğün dokuz katını aşarak Gök Tanrı’dan kut alırdı.


Kaşgarlı Mahmut’a göre bir devlet çok vilayeti olsa da uğurlu olduğu için dokuz tuğdan fazla olamazdı.

Kutadgu Bilig’ göre, Güneş yükselir ve dokuz al tuğ yaklaşmaya başlar.


Uygurların Türeyiş efsanesine göre, “kökü gökte, dokuz dalı arzda olan hayat ağacı, her bir dalı gökyüzünden dal, yaprak, Bozkurtlu bayrak oldu” denilmektedir. Buradaki dokuz Bozkutlu bayrak, dokuz tuğ ile aynıdır.

Uygurların devlet yönetim sistemleri dokuz kademeden oluşmuştur.

Dokuz ve katları da yine eski Türklerde kutsaldı. Doğu Türklerince de dokuz sayısı kutsal kabul ediliyordu.

Divan'da Kaşgarlı Mahmud şu izahatı vermektedir:


"tug: bayrak, tokuz tuğluğ han denir ki dokuz tuğlu han demektir. Bir hanın vilayeti, şan ve şerefi ne kadar çok olursa bayrağı dokuzdan ziyade olmaz. Çünkü Türkler dokuz adedini uğurlu sayarlar. Hakanın bu dokuz bayrağı tefe'ül maksadı ile turuncu kumaştan veya ipekten yapılır".


Dokuz sayısı "göğün derinlikleri dokuz kattan ibarettir. Bu sebeple kağanların otağlarının önlerinde dokuz tane tuğ görülürdü.".


Dokuz sayısı ayrıca cenaze merasimleri sırasında da büyük rol oynamaktadır. Mesela ölü dokuz gün bekletiliyor, doksan kısrak kesiliyor, dokuz kat kumaş halka dağıtılıyordu.


Kırk


Eski Türklerde kırk sayısı destan ve atasözlerinde önemini göstermektedir. Mesela kırk yıla kadar zengin yoksul bir olur demekte idiler. Buradan anlaşılıyor ki Türklerde zenginliğinde, fakirliğinde geçici olduğu telakkisi hâkimdir.


Destanlarımızda ise "kırklar" motifini görmekteyiz. Yüksek kültür merhalesinde büyük boyların Alpler çağını tasvir eden destan ve masallarda Alplerin yanında "kırk yiğit" ve hatun ve kızlarının yanında da "kırk kız" vardır. Alpler savaşlarda, eğlencelerde hatta evlenmelerde "kırk yiğit" ile bulunur. Kırgızların Manas destanında hayatları tasvir edilen Alpler hepsinin yanında "kırk çora" yahut "kırk ayaş" bulunmaktadır.

Dede Korkut Hikayelerinde de "kırk yiğit" ve "kırk ince belli kız" bulunmaktadır. Mesela Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu masalında Dirse Han'ın karısı kırk ince belli kızı yanına alırken,

Dirse Han'da:

Kırk yoldaşım aman

Tanrı'nın birliğine yoktur güman, demekteydi.


Bu arada Türklerde üç, on iki ve yetmiş yedi sayıları da daha sonraları önem kazanmıştır. Kozmolojiye göre üç, gök, yer, yer altı üçlüsünü temsil etmektedir. Yine bir gün sabah öğlen ve akşam olarak üç zaman dilimine ayrılmaktadır. Kozmolojiye göre on iki, ayları temsil etmektedir ki bu yüzden de on iki hayvanlı Türk takvimi oluşturulmuştur. Yetmiş yedi ise daha çok tasavvufta öne çıkmaktadır.


Kutsal Görülen Hayvanlar


Türklerin yaşadıkları coğrafyanın çetin hava şartları onları derinden etkilemiştir. Bozkırın zorlu tabiat şartları münâsebetiyle Türkler; bazı hayvanları ulaşım aracı olarak, bazılarını besin ihtiyacını karşılamak üzere, bazı hayvanları da gücü dolayısıyla dinî ve sosyal hayatlarında önemli bir mevkiye yerleştirmişlerdi. Bu durum bir süre sonra bazı hayvanlara kutsallık atfedilmesine neden olmuştur.


Kurt


Fizik kuvveti nedeniyle, alt edilmesi zor olduğundan, tabiatüstü güçler atfedilen ve korku ile karışık saygı gösterilen bir hayvandır. Kurt hemen hemen tüm Türk boylarının kutsal kabul ettiği bir varlıktır.


Kurt (Börü), üstünlük, büyüklük, yiğitlik, devlet, hükümdarlık gibi anlamları temsil etmektedir.


Millî kült haline gelmiş olan bu hayvanın Tanrı ile bağlantı kurduğuna inanılıyordu. Bu hayvan onlara her alanda özellikle de askerî stratejilerde rehber olmuştur. Şöyle ki kurt öncelikle avına uzaklaşmış görüntüsü vermekte, akabinde de aniden dönerek hızla avını yakalamaktadır. Türklerde kurdun bu taktiğini savaş meydanlarında başarıyla uygulamışlardır. Nitekim bu strateji kadîm Türk askerî literatüründe Turan Taktiği olarak yerini almıştır


Kurdun yol göstericiliğine diğer bir örnek te Oğuz Kağan’ın Urum Kağan ile yaptığı savaştır. Bu savaş sırasında gök yeleli kurt Oğuz Kağan’a rehberlik etmiş ve savaşın yağılacağı yeri göstermiştir. Sonuçta Oğuz Kağan galip gelmiştir. Buradaki kurdun “gök yeleli kurt” olarak “gök” sıfatı ile ilişkilendirilmesi onun Tanrı ile ilgisini dolayısıyla da kutsallığını göstermektedir. Bu nedenle Gök-Türkler kurdu ataları saydıkları için kurt başlı sancağa sahiptiler. Bunun yanında tuğlarının tepesinde altın kurt başlı heykel bulunurdu ve bu bağımsızlık sembolü idi.


Orhun Abideleri’nde de kurt güç simgesi olarak Kül-Tigin Yazıtı’nda görülmektedir.


“Türk Tanrısı ile Türklerin mukaddes yer-subları (Türk milletinin) kaderini şöyle çizmişler. “Türk milleti yok olmasın, bir millet olsun diye, babam İlteriş Kağan ile annem İl Bilge Hatun’u Tanrı tepelerinden tutmuş ve üstüne çıkarmış. Bunun üzerine babam, on yedi eri ile Çin’e isyan etmiş. Onun isyan ettiğini, Çin egemenliğinin dışına çıktığını duyan ve ününü alan Türklerin şehirde oturanları dağlara çıkmış ve dağdakiler de şehre inmiştir. Tanrı güç verdiği için babam kağanın ordusu kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş” .


Uygur Türklerine ait olan Türeyiş Destanı’nda ise kurt, baba olma özelliğiyle karşımıza çıkar. Bu destana göre eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardır. Bu bey, kızlarının yalnızca Tanrılarla evlenebileceğini düşünerek ülkenin uzak bir yerinde bir kule yaptırır ve iki güzel kızı bu kulede yaşamaya başlar. Hanın yakarışına dayanamayan Tanrı, Bozkurt şeklinde kuleye gelir ve bu kızlarla evlenir. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuz– On Uygur çocuklarının sesi Bozkurt sesine benzer.

Kurdun kuvvetli olma özelliği Yusuf Has Hacib’in ünlü eseri Kutadgu Bilig’de;

“O domuz gibi inatçı, kurt gibi kuvvetli, ayı gibi azılı ve yaban sığırı gibi kinci olmalıdır” şeklinde geçmektedir.

Her kurt kutsal değildir. Kutsal sayılan “Gök-kurt” veya “Bozkurt” tur. Zira bu sıfatları onun Gök-Tanrı ile bağlantısını göstermektedir.


At


İlk defa Türkler tarafından ehlîleştirilen bir hayvandır. Zira ot yiyen hayvanlar arasında adale kuvveti en fazla, tabîî zorluklara en dayanıklı, değişik iklimlere tahammül bakımından en güçlü ve sürekli hızda râkipsiz olan at, tarihî ve içtimaî hayatta olduğu gibi din, edebiyat ve sanat alanlarında da büyük gelişmelere imkân vermiştir. İlk defa at sayesinde fark edilen sürat kavramı, mesafelerin kısalması ve kazanılan zaman dolayısıyla insanlığa derin bir zihniyet değişikliği getirmiş, hususi bir maharet ve cesaret isteyen ata binme işi, at üstünde olana, yayalar üzerinde maddî- manevî hâkimiyet kurma yolunu açmıştır.


Türklerin hayatında atın yeri, hiçbir başka varlıkla ölçülemeyecek kadar büyük ve önemli olmuştur. At, bu dünyada yalnız onun silah arkadaşı olduğu için değil, öldükten sonra da öteki dünyada her bakımdan kendisinden yararlanacağına inandığı için ayrı ve eşsiz bir değer taşımaktadır.


Divan-ü Lügat-it Türk’te ata farklı mânâlar yüklenmiş, farklı benzetmeler yapılmıştır. Örneğin: “kuş kanatın er atın” deyişi “kuşkanadıyla er atıyla” tanınır anlamına gelmektedir. Aslında burada kastedilen At’ın Türklerde uzak mesafelere kolayca gidebilmelerini sağlayan, kendilerine kanat vazifesi gören önemli bir ulaşım aracı olarak görüldüğünü bize göstermektedir.


Bununla beraber Kaşgarlı Mahmud “Devlet” manasına gelen “el” kelimesini açıklarken şöyle der:


“El: atı anlatır bir isimdir. Çünkü at, Türk’ün kanadıdır. Atlara bakan seyise “el başı” derler, vilayetin başı demektir”. Yani devletin olmazsa olmaz varolma unsuru attır.

Destanlarımızda da kahramanın atı, güç durumlarda daima sahibine yardımcı ve onu uyarıcısı olur. Dede Korkut hikâyelerinde Uşun Kocaoğlu Seğrek Boyu hikâyesinde, Seğrek atın üzerinde uyurken altmış silahlı düşman Seğrek’in üzerine gelirler. Bunun üzerine Seğrek’in bindiği aygır, yularını çekerek onu uyandırır. Seğrek bir alay atlının geldiğini görünce hemen kalkar ve düşmana saldırır. Düşmanı bozguna uğratır. Ancak uykusunu yenemeyip yeniden uyur, atının yularını da boynuna geçirir. Düşman tekrar bu kez yüz kişiyle saldırır. Seğrek’in atı yine onu uyandırır. Seğrek kalkar, atına binerek düşman üzerine yürür ve onları kaleye tıkar. Düşman bu kez daha önceden kaçırdığı abisi Eğrek’i üç yüz kişi ile Seğrek’in üzerine gönderir. Fakat ağabeyi kardeşini tanır ve onu öldürmez.


Atların destanlarda rastladığımız özelliklerinden biri de kahramanın ölümünden sonra insanlar gibi yas tutmalarıdır. Bu yas tutma sürecinde hiçbir şey yemeyen atlar sahibinin mezarı başında beklemişlerdir. Meselâ Manas’ın ölümünde Manas’ın atı, av köpeği ve av kuşu mezarının başından ayrılmamışlardır. Aynı durum Köroğlu’nun atı içinde geçerlidir. Köroğlu öldüğünde atı başında beklemiştir.


At, 12 hayvanlı Türk takviminde de geçer. At yılının başında doğanlar bilgili, akıllı, yüksek himmetli olur. Yılın ortasında doğanlar doğru sözlü, doğru işli, civanmert olur. Yılın sonunda doğanlar kötü huylu, kötü düşünceli, kin tutucu ve kin arar olur. Bu yıl karışıklık ve fitne ile gelir. Cenk ve savaş zuhur eder. Dört ayaklılara hastalık ve helâk erişir. Meyvelere afet erişir. Bu yılın başında doğan çocuklar zahmet çeker, muhabbetli ve hikmetli olur. Yılın ortasında doğanlar iyi işli hoş huylu olur. Yılın sonunda doğanlar ise gamlı, kötü sözlü ve kötü huylu olur.


Türkler ekonomik ve kültürel varlıklarını bir ölçüde hayatlarının devamını sağlayan atı ilahî bir gücün kendilerine armağanı olarak kabul ediyorlardı. Atlı olmak hâkimiyetin, kahramanlığın, belirli bir kimlik ve benliğe sahip olmanın bir işareti idi.


Türk mitolojisinde, destanlarında ve hikâyelerinde kahramanların atları, efsanevî bir özelliğe bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de atın önemi değişik şart ve şekillerde devam etmiştir. Bir insan gibi onun doğuşu, yetiştirilmesi, olağanüstülükleri üzerine çeşitli hikâyeler yazılmıştır. Canlının yaşaması için elzem olan dört unsur (hava, su, ateş, toprak) kahramanların atlarının menşei olarak gösterilmektedir. Eski Türkler ölümün bir son olmadığına ve ölümden sonra bir ahiret hayatının olacağına inanmaktaydılar. Onların atları ve silahları ile birlikte gömülmeleri ve atlarına binerek cennete gideceklerine inanmaları da bu inancı vurgulamaktadır. Atın semavî bir kaynaktan geldiğini düşünen Türkler bu nedenle öldüklerinde bile atlarından ayrılamamışlardır.


Nitekim kurban edilen atların derileri veya kafaları birer sırığa geçirilerek, kurganın üzerine dikilmiştir. Bunlar, ölünün cennete giderken bineceği hayvanları olarak görülmüşlerdir.


Türklerde atların kutsal kabul edildikleri kültür ve medeniyet tarihinin ilk dönemi üzerinde yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. At ile ilgili törenler bunların delilidir. Yer, su, gök, ağaç ve dağlara sunulan kurbanlar genellikle atlardan seçilirdi. Atın kutsal olarak kabul edildiğinin bir başka delili kuyruğunun kesilerek tuğ yapılmasıydı. Tuğlar devleti de temsil ettiklerinden son derece önemli idiler.

Türk Bozkır Kültürünün at üzerinde kurulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır, zira at ile kazandıkları hareket kabiliyeti ve sürat sayesinde oluşturdukları kültüre “atlı bozkır kültürü” adını vermişlerdir.


Kartal


Kartal, Türklerin millî sembollerinden biridir. Türk sanat ve kültür tarihinde dinî, astrolojik, hukukî özelliklere sahiptir.

Kök-Türk ve Uygurlar döneminde kartal hükümdarlık sembolü idi. Onların koruyucuları idiler. Meselâ Kül-Tegin’in baş heykelinde kartal figürü bulunmaktadır.

Hayat ağacının en tepesinde oturan kartalın Tanrı ile bağlantı kurduğuna inanılıyordu. Kartal kanatları ile göğün tamamını kaplıyordu.

Kartal aynı zamanda bazı Oğuz boylarının ongunu olmuştur.

Yırtıcı bir hayvan olmasından ve Türk dini ve sosyal hayatındaki öneminden dolayı kartal millî bir sembol haline gelmiştir.

Kartal dışında şahin, tavşancıl, sungur gibi kuşlar da Oğuz boylarının birer ongunudur.


Geyik


İslâm öncesi Türk kültüründe kutsal bir hayvan olarak kabul edilmiş, sanat eserlerinde ve mitolojilerde bir şekilde kendine yer bulmuştur.


Efsaneye göre Hunların atalarına Maeotis (Azak Denizi) bataklıklarında yol gösteren de bir geyik idi. Hunların Doğu Avrupa’da akınları yine efsanelere göre bu olaylardan sonra başlamıştı. Hunların menşe efsanesine ışık tuttuğu için geyik çok önemlidir.


Kök-Türklerde de geyik bir Kök-Türk reisinin eşi olarak görülmüş ve Kök-Türklerin menşe efsanelerinde de yer almıştır.


Uygurlarda geyik Budizm ile bağlantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Budizm’de geyik


Buda’nın kişiliğini temsil eder. Aynı zamanda fedakârlığı da sembolize etmektedir. Uygur sanatında geniş yere sahiptir. Uygurlarda aynı zamanda hükümdarın sembolü olan geyik insan ruhuna girebilen bir hayvandır.


Kaynaklarda geyik ile benzerlik gösteren bir hayvan da sigun-geyik adı ile geçmektedir. Bu hayvan geyik ile dağ keçisi arasında bir hayvandır. Miladî VIII.- IX. Yüzyıllardan kalma Kök-Türk harfleriyle yazılı Irk-Bitig adlı fal kitabında sıgun-keyik’in Gök-Tanrı’nın kutsallık atfettiği bir hayvan olduğu belirtilmektedir.

Tek tanrılı eski Türk inanışında geyik iyi ruhları temsil etmektedir.




Ejderha


Türklere Çinlilerden gelmiş bir figürdür. Hunlar zamanında Türk kültürüne dahil olan ejder, Çin’de kuvvet ve bereket sembolüdür. Hunlar döneminde kurulan Gu-tzang şehrinin isminin “yatan ejderin beldesi” anlamına geldiği söylenmektedir. Ejderha her toplumun kültürüne göre, bu kavimlerin sosyal hayatında oynadıkları role göre değişik isimlerle anılmıştır. Ejderha’ya Türkler evren, Araplar tannin, Çinliler lung, Moğollar moghur ve İranlılar ejderha diyorlardı.


Asya Hunlarına ait bazı eserlerde ejderha, üzerine binilerek uçulan bir hayvan şeklinde tasvir edilmiştir. Hunlar ejderi gök ve yerin simgesi olarak görüyorlardı. Ejder Türk mitolojisinde bazen dünyayı taşıyan bir yaratık olarak görülmüş bazen de şamanın göğe çıkarken kullandığı hayat ağacını bekleyen koruyucu, tılsımlı bir varlık sayılmıştır. Ejder bereket, sağlık ve uzun ömürlük sembolüdür.


Ejder, İslâmiyet’in kabulünden sonra da Türklerin Türkistan’dan taşıdıkları kültürün bir parçası olarak karanlığın sembolü sayılmaya devam etmiştir. Ejderha’nın Türkler için önemi Divan-ü Lügat-it Türk’te şu şekilde geçer:


Büke: Ejderha, büyük yılan. Ongun niteliği taşıyan hayvanlara verilir.


yeti başlığ yil büke: yedi başlı ejderha. Yabakuların Han büyüğüne olduğu gibi yiğitlere de bu ad verilir ve “Büke Budraç” denir.


Kutadgu Bilig’de de “Ögdülmiş’e göre ihtiyatlılık ve uyanıklık (saklık), savaşta başarılı olmanın temel şartı olup “uyanık begin askeri, ejderha kumandasında aslana binmiş kılıç kamçılı (kılıç kamçılıg orduya benzer”. Düşmana karşı kullanılacak ve onu mağlup etmeye yardımcı olacak en önemli silahlardan (tolum) biri ihtiyatlılık ve uyanıklıktır. Harpte ihtiyatlı davranan galip gelir” şeklinde geçer.


Türk kozmolojisinde yer ejderi ve gök ejderinden söz edilir. Yeraltında ya da derin sularda bulunan yer ejderi bahar dönümünde yerin altından çıkar, pullar ve boynuzları oluşturarak gökyüzüne yükselir, bulutların arasına karışırdı. Böylece yağmur yağmasını sağlayarak bereket ve refahın oluşmasına katkıda bulunurdu.


Ejderha Türk mitolojisinde zaman zaman dünyayı taşıyan bir hayvan olarak da kabul edilir. Dört yön ile ilişkisi vardır ve gök ile yer-su kültlerinin varlığı nedeniyle astrolojiyle ilişkili olarak farklı sembolik anlamlar yüklenmiştir. Türk kültür hayatının farklı evrelerinde bir ejderha kültünden söz edilebilir. Ejderhaların, karanlık yer ejderi, gök ejderi, sarı ejder, ağaç ejderi ve kırmızı ejder gibi tipleri bulunmaktadır. Bu ejderlerden karanlık yer ejderi genellikle bir yılan veya solucan olarak tasavvur edilir ve sonbaharı temsil eder. Bu ejder suların altında yaşar. Sular altından çıktığı için verimliliği ve ebedî hayatı sembolize eder.


Gök ejderi ölümsüzlüğün sembolüdür ve aynı zamanda ilahî bir özelliğe de sahipti. Gökte bulunduğundan dolayı genellikle kanatlı olarak tasvir edilmiştir. Türk kültüründe de yer edinmiştir. Şöyle ki; Türk sanatındaki Kutlu Dağ efsanelerinde bu dağda bulunan ölümsüzlük meyvelerinden yiyen hayvanlar arasında kanatlı gök ejderi de bulunmaktadır.


Uygur döneminde (745-840) de ejderha, Budizm ve Maniheizmin etkisi ile iyilik sembolü olmuştur. Gök kubbenin en altındaki çarkın çeviricisidir. Eski Uygur boyları arasında aslan, deve ve ejderha gibi hayvanlara saygı duyulmuştur. Uygurlarda hayat iksirine sahip olan ejder bir göl kıyısında yaşıyordu. Aynı zamanda hükümdarlığın da sembolü idi.



Koyun


Türk iktisadî hayatının önemli bir unsuru olan koyun, koç, keçi, teke ve oğlak gibi hayvanların Türk bozkır kültürü ve değerler anlayışı içindeki yeri günümüzde de hâlâ canlılığını korumaktadır. Koyun öncelikle Türklerde Gök-Tanrı’ya sunulan önemli bir kurban hayvanı olarak önem kazanmıştır. Bozkır ekonomisinde koyunun yeri büyüktür. Çünkü hayvancılık bozkırlının geçim kaynağıdır ve koyun da üretkenliğinin yanı sıra eti, sütü ve de yününden istifade edilmesi dolayısıyla en önemli hayvanlardan biridir.


At ile birlikte tüm Türk boylarının sosyal ve iktisadî hayatında en başta yer alan hayvan olmuştur. Attan sonra önem sırasında ikinci sırayı almıştır. Atın sürati ve ulaşım aracı olarak kullanılması, demirden silah ve dayanıklı malzeme elde edilmesi, koyunun da besin ihtiyacını karşılayan özellikleri, Türklerin hayatını düzenleyen ve cihan hâkimiyeti ülkülerini gerçekleştirmelerini sağlayan en önemli unsurlardı.


Göğe kurban törenlerinde gösterişli bir hayvan olmasından dolayı göğe yakışır olarak kabul edilen koçlar da kurban edilirdi. Tabgaçlarda da Gök-Tanrı’ya koç kurban edilirdi.


“Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş” ifadesi de Orhun Abideleri’nde koyunu anlatan cümlelerden biridir. Bu cümleden hareketle kurt ve koyun motiflerini değerlendirecek olursak; kurt sayı olarak azdır, koyun ise daha çok sürü halinde dolaşan bir hayvan olduğu için sayıca daha fazladır.


Yazıtların üzerine konan dağ keçisi damgaları egemenliğin ve kağanlığın sembolü idi.


Uygurlar Tanrılara koyun ve at adarlardı. Tanrıya adamak için koyunlardan gözlerinin yanında ve alnında kahverengi tüy olan koyun yani rengiyle kafası deve kafasına benzeyen koyun seçilirdi. Uygurlara ait Altun Yaruk adlı eserde öküz, koyun gibi hayvanları kesip yemenin hoş karşılanmadığı ifade edilmektedir. Çünkü bu hayvanlar kurbanlık hayvanlardır ve bunlar yendiği vakit yeniden dünyaya gelmeleri engellenmiş olur. Zira kurbanlık hayvanlar kurban edildiklerinde tekrar dünyaya gelirler fakat yendikleri zaman bu ortadan kalkmaktadır.


12 Hayvanlı Türk Takvimine göre koyun yılında nimetler bollaşır. İnsanlar iyilik ve hayır yapar. Yağmur çok yağar. Bu yılın ilk yarısında doğan güzel yüzlü, rızkı bol, yüce himmetli olur; ortasında doğan vefasız ve az çocuklu olur; sonunda doğan ebleh ve kısa ömürlü olur.


Türklerde yağmur yağdırma ile ilgili olarak Yada taşı çok önemli bir yere sahiptir. Kırgızlar bu taşın koyunun karnında bulunduğuna inanmaktaydılar.


Gök koç ya da koruyucu ruhun koçu adı verilen beyaz koça kutsallık atfedilir ve o yaşlanıncaya kadar hiçbir şekilde ona dokunulmazdı. Yünü kırpılamaz ve satılamazdı. Bu koç veya koyun yaşlandığında onun yerine geçecek bir koç veya koyun kutsanır ve yaşlı olan koyun komşularla yapılan bir törende kesilirdi. Yenildikten sonra iskeleti bir sunak üzerinde yakılır ve derisi baş ve ayakları ile birlikte bir sırığa asılırdı. Aslında bu ölen koyun ya da koçun yerine sürekli kurbanlık olarak yetiştirilen bir başka koyun veya koçun geçiyor olması onun ölümsüzlüğünün de sembolüdür.


Aslan


Aslan figürleri Türk kültüründe özellikle Budizm ile birlikte ortaya çıkmaya başlasa da Altay Pazırık kurganlarında çıkarılan eserlerin de üzerinde aslan figürleri bulunmuştur. Özellikle hayvan mücadele sahnelerinde zafer kazanan hayvan olarak göze çarpan arslan zaferin, iyinin kötüyü yenmesinin ve kuvvetin sembolü olarak kullanılmıştır.


Kök-Türk devrinde arslan hükümdarlık sembolü olmuştur. VI. yüzyılda Budizmi kabul eden Taspar Kağan arslan unvanı ile anılmıştır.


Arslan figürü daha çok Budizm ve Manihaizm ile Uygurlar döneminde Türk kültürüne girmiş bazen Tanrı’yı bazen de hükümdarlığı simgelemiştir. Bu nedenle Budist devirde etinin yenmesi ve derisinin kullanılması yasaklanmıştır. Uygurlar da aslan, deve, ejderha gibi hayvanlara saygı duyulmuştur.


Kutadgu Bilig’de kumandanın nasıl olması gerektiği anlatılırken “yüreği harpte arslan yüreği gibi ve dövüşürken de bileği kaplan bileği gibi olmalıdır” denilmektedir. Burada arslan yüreklilik, yiğitlik, hakimiyet sembolüdür. “Arslanlıg örgün” denen aslanlı taht yalnızca hükümdarlara özgü idi. Çünkü arslan bir ongun idi.


Kutsal Görülen Bitkiler (Ağaç/ Kayın Ağacı)


Geleneksel Türk dini içerisinde, tabiat kuvvetlerine inanç (yer-su inancı) çerçevesinde dağ inanışının yanı sıra "orman ve ağaç inanışı" da önemli bir yer tutmuştur. Bunda Ötüken Dağının ormanlarla kaplı olmasının ve buraların Kök-Türkler ve Uygurlarca kutsal sayılmasının tesiri büyük olmuştur.


Türklerde ağaç inancı kutsal yer-su inancının alt kollarından biridir. Ağaç, büyümesi, kökü, gövdesi, dal ve yapraklarıyla Türk milletinin ruhunda derin izler bırakmıştır. Türk insanı ağacın hayatını kendi hayatıyla bir tutmuştur. Muhtemelen, mevsimden mevsime kendini yenilemesi ve daha birçok özelliğinden dolayı ağaç, Türk toplulukları arasında hayatın ve sonsuzluğun timsali olarak yer etmiştir. Türkler; ağacı, ebediyet, güven, koruma aracı olarak görmüşlerdir.

Türklerin kutlu saydıkları ağaçların başında gelmektedir.

Türklerde kayın ağacı ok ve yay yapımında, sosyal ve dini hayatta büyük rol oynamıştır.

Türklerde kurban törenleri bir nizamnâmeye göre yapılırdı. Ecdat mabedi makamında bir taş oyarlardı. Taş ev içinde Gök-Tanrı’ya göğe, yere ve hakanın soyuna kurban keserlerdi. Kurbandan sonra kayın ağaçları dikerlerdi. Bunlardan Tanrının yeri ve kutlu orman meydana gelirdi. Nitekim Türklerde kutlu sayılan Ötüken ormanı da ağaçlarla kaplıdır.


Eski Türk tek Tanrı inancında; kayın ağacına kurban sunulduğu bilgisi mevcuttur. Hatta bu kurban sunulurken; “Altın yapraklı mübarek (kutlu) kayın! Sekiz gölgeli mukaddes kayın! Dokuz köklü altın yapraklı bay kayın! Ey mübarek kayın ağacı, sana kara yanaklı bir ak kuzu kurban ediyorum” şeklinde sözler söylenir.



Kutsal Görülen Mekanlar


Dağlar


Dağlar, İslâm öncesi Türk kültüründe yükseklikleri sayesinde Gök’e yakınlıklarından dolayı kutsal kabul edilmişlerdir. Örneğin, M.Ö. 8 yılında Çin hükümdarının Hun hakanından batı kesimindeki bir yeri istemesi üzerine Hun hakanı burada yaşayan halkın oradaki bir dağa saygı gösterdiklerini belirterek vermemiştir


Hunlar ve Tabgaçlar kutlu saydıkları Han-Yoan (Hun) Dağı’nın tepesinde Gök-Tanrı’ya kurban sunarlardı.

Çinlilerin Tien-shan dedikleri Tanrı Dağları da Hunlar için kutlu idi.

Dağlar Orhun Abideleri’nde şu şekilde geçmektedir:


“Biz de ordu sevk ettik. Anı’yı geçtik. İnci Nehri’ni geçerek mukaddes Ek Tag’ını aşırdım” Kök-Türklerde de Ötüken ve Budun İnli dağları mukaddes yer-suların en önemli temsilcileri olarak görülmelerinden kutsal sayılmışlardır.


Dağlar, Türklerin efsanelerinde de çok önemli bir yer tutmaktadır. Öyle ki; Hunlar efsanelerinde kağanın kızlarını evlenmeleri için bir dağa teslim etmiş, daha sonra Kök-Türklerin


Türeyiş efsanelerinde de kurt çocuğu kurtararak dağın içindeki bir mağaraya götürmüştür. Daha sonra Yaradılış Efsanesi’nde Türkler çoğalarak yine bir dağı eritmişler ve dışarı çıkmışlardır. Bir Uygur efsanesine göre Uygurlar dağın üzerine inen bir ışıktan türediklerine inanmışlardır. Dağ ve mağaraya karşı gösterilen saygı bu efsanelerle onları mukaddes görme seviyesine yükseltmiştir.


Nehirler


Nehirler de yer-su inancının en önemli öğelerindendir ve Türk yurtlarını temsil eder.

Türklerde dağlar ve pınarlar iyi ruhların mekanı olarak görülür.

Türklerde bir yerin vatan olması için orada bulunması gereken en önemli unsur su’dur. Bu Kutadgu Bilig’de şu şekilde geçmektedir:

“Ev almak istersen komşusunu sor, yer almak istersen suyunu sor”.

Türklerde Issık Köl, Benegit Irmağı, Tamir Irmağı, İrtiş Irmağı kutsal sayılan sulardandır. Türklerin iduk (kutsal) olarak kabul ettikleri Ötüken’in suyu da kutsal sayılmıştır ve Türkler

Ötüken’i her zaman kendilerine mukaddes bir yurt olarak görmüşlerdir.



Taşlar


Türklerin taşla ilgili inançlarının en önemli bölümünü Yada taşı denilen ve olağanüstü nitelikleri olduğuna inanılan bir taş oluşturmaktadır. Yada Taşı, Divan-ü Lügat-it Türk’te “yat” şeklinde geçmektedir ve taşlarla yağmur ve rüzgâr için yapılan kamlık yada taşı ile yapılan bir tür kamlık, kahinlik biçimde verilmektedir.


Yada Taşı yağmur, kar ve dolu yağdırdığına inanılan bir taştır bu nedenle de hem su hem de taş kültü ile ilgilidir. Türklerde taşla ilgili inançların içinde kayalara da yer vermek gerekir. Öyle ki, Uygurların Kutlug Dağ efsanesinde Yolun Tigin Kutlug Dağın taşlarını Çinlilere verince düzen bozulmuş kıtlıklar, ölümler, salgın hastalıklar yaşanmıştır.


Mağaralar


Mağaralar da Türk kültüründe özellikle dağlarda kurban sunulan mekanlar olmalarından dolayı kutsal kabul edilmişlerdir. Ayrıca Türk efsanelerinde mağaralar her zaman kahramanları ve Türkleri koruyan yerler olarak kabul edilmişlerdir.

Hunlarda, Tabgaçlarda ve Kök-Türklerde Ecdat Mağarası, Ötüken Mağarası gibi kutsal mağaralara rastlamak mümkündür.


Silahlar


Kılıç, Türklerin süvari olmalarından dolayı muharebelerde en çok tercih ettikleri silahlardandır.

Çinlilerin Hun hakanı Mete (Mete)’a alplik simgesi olan kılıç hediye etmişlerdir.

Hunlar ant içtikleri zaman kılıcı şahit olarak gökyüzüne kaldırırlardı.

Avrupa Hun hakanı Attila Tanrı’nın kılıcına sahip olduğunu ve böylece de kainatın kutsal hakanı olduğunu söylemiştir. Kendiliğinden Attila’ya gelen kılıç onu dünyanın hakimi yapmıştır.

Türk tarihinin ana kaynaklarından Kutadgu Bilig’de kılıç memleketin bekçisi olarak gösterilmektedir.

Kök-Türklerin kılıçları demiri bile kesebildikleri için büyük üne kavuşmuşlardır.

Türkler demiri kutlu saydıkları için ondan yapılan kılıçları da kutlu saymışlar ve ant içme törenlerinde kılıç önlerinde yemin etmişlerdir. Bu gelenek Hun, Kök-Türk, Bulgar gibi Türk boylarında da görülmektedir.

Ok ve yay Türklerin en kadim silahları olmaları bakımından son derece önemlidir.

Hun hakanı Mete (Mete)’nin ıslık çalan okları Türk tarihinin en önemli oklarıdır.

Hun devrinden beri ok ve yaylar mezarlara sahipleri ile birlikte gömülmekte ve bunların diğer dünyada da sahipleri ile savaşacaklarına inanılmaktadır.

Ok ve yay devlet geleneğinde de önemli bir yer tutar. Ok ve yay devletin iki yönünü temsil eder. Oğuz Han’ın oğullarından Bozoklar altın yay Üçoklar ise gümüş oklarla temsil edilmişlerdir.

Yay aynı zamanda Kök-Türklerde hükümdarlık sembollerinden biri idi.


Kutsal Görülen Yönler


Doğu: Türklerde doğu sağ taraf ile ifade ediliyordu. Sağ taraf her zaman sol tarafa üstün olduğu için Türklerde devletin merkezi doğuda bulunurdu. Ancak şunu belirtmek gerekir ki sağ taraf her zaman doğuyu temsil etmemektedir zira Hun ordu yapısında sol beyleri doğuda sağ beyleri de batıda oturur ve sol taraf sağa üstün olurdu. Kök-Türklerde de güneşin doğduğu doğu yönü sol ile ifade ediliyordu.

Tüm Türk devletlerinde Güneşin doğduğu yön olan doğuya dönülerek ibadet edilir.

Yönler renk sembolizmi içinde önemli bir yere sahiptir. Doğunun rengi Türklerin kutlu rengi kök (gök) rengidir.

Türk ordu sisteminde de doğuya boz atlar yerleştirilmektedir.

Hakanın otağının kapısı doğuya dönüktür.

Kurban kesilirken başı doğuya döndürülür.

Türklerde Ötüken sağ tarafta ve doğuda bulunurdu çünkü tanrı’nın dünyaya en yakın olduğu yer burası idi.

Yemek yerken de sağ elle başlamanın bereket getireceği Kutadgu Bilig’de ifade edilmektedir.

Ölü gömme adetlerinde de cesetlerin yüzü doğuya bakacak şekilde yerleştirilmiştir.

Doğudan esen rüzgarlar iyilik ve kutluluk getirirdi.

Doğunun tarafı sağ tarafta sola göre daha üstün kişiler bulunurdu.

Batı: Batının rengi Türklerde arılık, ululuk, tecrübe sıfatlarını taşıyan ak ile simgelenirdi ve ordu sisteminde batıya ak atlar yerleştirilirdi.

Doğu ve batı yönleri her zaman kuzey ve güneye göre daha kutlu olmuşlardır.

Hunlar, doğudan sonra batıya da saygı gösterirlerdi.

Güney: Güney yönü al renk ile ifade edilir ve ordu teşkilatında güneye al atlar yerleştirilirdi.

Güney yani Ir sıcak, yaz ve bolluğu temsil eder. Kuzey yani kuz ise soğuk, kış ve yoksulluğu ifade eder. Yaz kışa tercih edildiği için güney de kuzeye tercih edilmiştir.

Yakutlar güneyden kuzeye göç etmek zorunda kaldıkları için her zaman güneydeki yurtlarına hasret duymuşlar ve en kutlu yönleri olan doğunun yanında güneye de hiç te az olmayan bir değer vermişlerdir.

Türklerde güney gündüzün, kuzey ise gecenin yönleri idiler. Dünyanın yarısı gece yarısı gündüz olduğundan dünya döndükçe gece ile gündüz yer değiştiriyordu. Dağların güneş gören yamaçları güney, görmeyenleri ise kuzeydi.

Kuzey: Kuzey, bazen güç bazen de keder, yas, karanlık sembolü olan kara renk ile ifade dilir ve kara atlılar kuzeyde yer alırdı.

Genellikle güney yönünün karşıtı olarak kabul edilirdi ve onun tersi özellikler taşırdı.


Kutsal Görülen Gök Cisimleri


Güneş: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türklerde gök cisimlerinin kutsallıkları tamamen Gök- Tanrı’nın mekanı olan gök ile bağlantılıdır.

Güneş eski Türklerde saygı duyulan bir unsur idi. Hun kağanları her sabah otağlarından çıkarak güneşi selamlarlardı. Törenlerinde güneşe saygı gösterirlerdi.

Güneş olmazsa renklerin de olmayacağına, renkleri ayırt edenin güneş olduğuna inanılırdı.

Güneş, Gök-kubbenin yani tanrı’nın simgesi idi.

En kutlu yön olan doğunun sembolü de güneş idi.

Göğün en üst katında oturan kartalın bir kanadı ayı bir kanadı da güneşi örtmekte idi.

Güneş aydınlığı sembolize ediyordu.

Türkler yönlerini de hep saygı duydukları güneşe göre belirlemişlerdir.

Tanrı’nın gökyüzündeki temsilcisi güneş, yeryüzündeki temsilcisi ise kağandır.

Güneş eski Türk tek Tanrı inancında an ile karşılanır ve onun yeryüzündeki temsilcisi ateştir.

Güneş Gök’ün Gök-Tanrı’ya en yakın katında bulunurdu.

Ay: Hunlarda gündüz güneşe gece ise Ay’a saygı gösterilirdi.

Ay mukaddes yer-sulardan biri idi.

Ayın yönlerdeki simgesi batı idi.

Türkler bir sefere çıkacakları zaman ayın hareketlerini kontrol ederlerdi.

Eski Türk tek Tanrı inancında ay atadır ve kahramanları hep himayesi altında tutar.

Ay her zaman güneş ile birlikte var olmuştur ve buna kün-ay birlikteliği denir. Türk devleti için son derece önemli olan bu birliktelik sayesinde Türk ili ve töresi zarar görmez.

Kutup Yıldızı: Kutup Yıldızı gökte hiç kımıldamadan dururdu.

Kutup Yıldızı gök ile yeryüzünü birleştiren kutlu bir kapı idi. Bu aynı zamanda ruh alemi ile madde dünyasını; insan ile Tanrı’yı ayıran bir sınır olarak da kabul ediliyordu.

Kutup Yıldızı’nın diğer bir adı “Demir Kazık”tır ve hakan onun yeryüzündeki temsilcisidir.

Kutup Yıldızı bir pusula görevi gördüğünden Türklerce kutlu sayılmaktadır.

Kutup Yıldızı aynı zamanda Gök-Tanrı’nın mekanı olarak tasavvur ediliyor ve Tanrı’ya giden bir yol olarak görülüyordu.

Yeryüzü Gök’ün merkezi olan Kutup Yıldızı’na demir bir kazıkla bağlıdır.


Diğer Kutsallar


Ev ile ilgili kutsallık anlayışını anlatırken öncelikle evin aile için kutsal vatanın bir simgesi olduğunu söylemek gerekir. Kadınlar da evin dolayısıyla da vatanın çekirdeğini oluşturdukları için kutlu sayılmışlardır. Çadıra girince babadan önce selâmlanan annenin rızasını almak ta Türklerde son derece dikkat edilen bir husustu. Türk evlerinde yiyecek ve içecekler de son derece önemli idi. Örneğin, yiyecek ve içecekler ziyan edilmez ve yiyecek sağlayan hayvanlar kutsal kabul edilirdi. Özellikle kımız öyle rastgele içilebilen bir içecek değildi. Kımız önce kutlu kabul edilen yerlere serpilir daha sonra içilirdi.


Konuk, Türk evinde eve uğur getiren bir unsurdur. Kaşgarlı Mahmud konuk ile ilgili olarak eserinde şu beyitte yer vermektedir: “uma kelse kut kelir” (konukla beraber kutluluk, uğurluluk gelir. Konuk iyiliğe belge sayılır, ondan yüksünülmez).

Yusuf Has Hacib eserinde konukların önemini şu şekilde dile getirir:

“Yemekte misafirin içeceğini eksik etme, biri biter bitmez diğeri hazır bulunsun”.

Eski Türklerde ev ile ilgili kutsallıkların en başında ocak kültü gelmektedir.

Türklerde ev içinde bulunan ocak ve onun içinde yanan ateş son derece önemlidir. Ateş ile her yerin kötü ruhlardan temizlendiğine inanılır. Aynı zamanda ocak ta evin merkezinde bulunduğu için kainatın merkezini sembolize etmektedir. Ayrıca Türkler Tanrı’nın onlara çakmak taşı ile ateş yakmayı öğrettiğini bu nedenle çakmak taşı ile yakılan ateşin kutsallığını kabul etmişlerdir. Ateş güneşin sembolüdür.


Evin içindeki ocakta yanan ateş sönmemesi gereken kutlu bir ateş idi ve evin Gök ile bağlantısı ocak ile sağlanıyordu. Evin içindeki ocağın sönmesi ailenin ve soyun sönmesi olarak görülüyordu. Ocak Türklerde kutlu vatanın en küçük parçası idi. Eğer ocak sönmezse ev de yaşardı ve bununla beraber il de yaşardı. Yani devletin devamı için ev en önemli unsur idi ve bunun da en önemli sembolü ocak idi. Netice olarak, Türklerdeki cihan hakimiyeti düşüncesi onları vatan anlayışının kutsallığına götürmüş ve Türkler kutlu saydıkları vatanın çekirdeğini de ev olarak görmüşlerdir.



Sağ Tarafın Üstünlüğü


Eski Türkler sağ taraflarına çok önem vermekte idiler. Uygur metinlerinde tesadüf ettiğimiz "anj ve anjtun" kelimeleri "sağ ve sağda" anlamında yön bildiren kelimelerdir. Bozkırlı olan Avarlar (5. Asır) süvari ve okçu idiler. Ok saplarını muhafaza eden "tirkeş"i kemerlerinin sağ yanına asarlardı. Yayı ise diğer bir muhafaza içinde sol kemerlerine iliştirirlerdi.

Eski Türklerde sağ yanın önemini Kök-Türk hükümdarlarının her sabah yüzlerini güneşe ve sağa doğru dönerek güne bu şekilde başlamaları anlatmaktadır.


Eski Türkçede ayrıca sağ yan için kullanılan kelime "Bırı: Bı-rı"dır. Bu kelime günümüz Türkçesinde kullanılan "Beri" sözcüğü ile ilgili olmalıdır. Müslümanlıkla hiçbir alakaları olmayan Sibirya Türklerinde sağ el daha önemlidir. Hatta asalet ve seçkinlik misali olarak kahraman bir kimse için "sağ omzu altın, sol omzu gümüş" gibi bazı deyimler kullanırlardı. Onlar ayrıca omuz yerine "koltuk" tabirini de kullanırlardı. Onlar "Biz omzumuza daha fazla önem verir ve vücudumuzun daha şerefli bir üyesi olarak kabul ederiz" demekteydiler.

Priskos, Attila'nın kendilerini yemeğe davet ettiğini söyleyerek şunları demektedir: "Yemekte en hürmetli yer Attila'nın sağ tarafı idi, ikinci mevkii sol taraf idi. Bizde bu sol tarafta oturuyorduk.".

Destanlarımızda da sağ tarafın üstünlüğü hemen göze çarpmaktadır.

Oğuz Kağan büyük bir toy düzenledi. Ordugâhının sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi, üstüne bir altın tavuk koydu, altına bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi, üstüne bir gümüş tavuk koydu, altına bir kara koyun bağladı. Sağ yanına Bozoklar, sol yanına Üçoklar oturdu. Böylece Bozoklar, Üçoklardan daha üstün duruma gelmiş oluyorlardı. Yine Oğuz Kağanın sağ yanında gökle ilgili adlar taşıyan üç oğlu yani Bozoklar vardı. Oğuz öldükten sonra yerine çıkan sağ yandaki oğullarından Gün Han oldu.

Esasen sağ tarafın sembolü "ak koyun", solun ise "kara koyun" idi.

Kutadgu Bilig'de de iyi ve faydalı olan her şey sağ taraftadır anlayışı hüküm sürmektedir.

Aşağıda vereceğimiz misalde bu durumu açıkça göstermektedir:

bu edgü öng ol kör isizlik bu sol

solungdın tamu ornı uştmah ong ol

"İyilik sağ ve kötülük soldur

solunda cehennem vardır, cennet ise sağındadır". 



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak