13 Şubat 2023 Pazartesi

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-3

 


Karmati Hareketini Hazırlayan Sebepler 

“Siyasi Sebepler”



Karmati isyanlarının muhtelif sebepleri vardır. Bu isyanlara katılan grupların homojen bir yapıda olmaması, farklı bölgelerde ortaya çıkmış olması bu sebeplerin sayısını artırmaktadır. Bu sebepler arasında sayılabilecek hususlar arasında İslam tarihinin ilk dönemindeki fetihler ve idarecilerin bazı uygulamaları bu isyanların çıkmasında etkili olmuştur. Yalnız siyasi olayların toplum üzerindeki etkisini İslam fetihlerinin ilk yıllarından belki de öncesinden başlatmak daha doğru olacaktır. İslam öncesinde ve daha sonra Hz. Peygamber'in vefatıyla ortaya çıkmış olan bazı ihtilaflar, değişik etkilerle olgunlaşarak farklı boyutlara ulaşmıştır.


İslam öncesinde Arap toplumları miladi VI. yüzyılda son derece müşkül bir vaziyetle karşı karşıya geldi. Bu dönemde iki büyük devlet, batıda Bizanslılar, doğuda Sasaniler Arap toplumlarına saldırmaya başladı. Bizanslılar'ın müttefiki olan Habeşliler, Yemen'i istila ettiler. Buna Kinde'nin çöküşü eşlik etti. Bizanslılar, Gassaniler'in Şam'daki varlığına darbe vurdular. Yine Sasaniler, Münziroğulları'nın Irak'taki varlığına son vererek, onun ve Basra Körfezi'nin diğer bazı kısımları üzerindeki dolaysız hakimiyetlerini genişlettiler. Sasaniler'in nüfuzu altına girinceye kadar Yemen, iki devlet arasında bir mücadele alanı olarak kaldı. Bu suretle Araplara ait yönetimler ortadan kalkarak, Arap toplumu yabancıların direkt tehdidiyle yüz yüze geldi. Bu durum bölge sakinlerini uzun bir dönemde tedirgin etmiş olmakla birlikte işgal, istilalar ve sürgünler toplumların kültürel açıdan etkileşimi sonucunu vermiştir. Ayrıca olaylar Ortadoğu'nun çok kimlikli ve kültürlü yapısını hazırlamıştır. Zamanla bu yapıyla örtüşen hareketlere uygun zemin hazırlanılmıştır. Özellikle Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi tek tanrılı dinlerin Arap Yarımadası'na nüfuz etmeye başlamasıyla var olan yerel kültürlerin farklı boyutlara çekilmesine neden olmuştur. Her birinin saldırgan iki devletten biriyle müttefik olarak ortaya çıkmasından anlaşılabileceği gibi, ikisi de siyasi mücadeleyle ilişkiliydi. Yemen'in önce bir çeşit tevhide yönelmesi, sonra Zu Nuvas'ın Hıristiyanlığa baskı uygulamaya başlaması bu siyaset ilişkisinin bir göstergesiydi. Bölgede güçlü bir devletin olmayışı halkın iki süper güç arasında zaman zaman ezilmesine sebep olmuştu. İslam'ın ortaya çıkışı ile Arap yarımadasında bir üçüncü güç oluşmuştur. Hz Peygamber döneminde bölgeye seferlerin başlamasıyla bu yeni gücün de ortaçağ dünyasında önemli bir unsur olacağını göstermiştir. Hz. Peygamber'in 632 'de vefatıyla birlikte Müslüman toplumda çatlak oluşturan ilk ciddi sorun hilafet görevinin meşru ardılının kim olacağı idi. Bu mesele, üçüncü Halife Osman İbn Atvan'a 656 yılında düzenlenen suikast neticesinde, olgunlaşıp büyüyerek farklı boyutlara ulaştı. Bu olay, Hz. Peygamberin amcasının oglu Ali İbn Ebu Talip ile Şam valisi ve aynı zamanda öldürülen Halife'nin akrabası olan Muaviye arasındaki Halifelik iddiası, İslam toplumunu kutuplaştırarak, tarafların birbirleriyle mücadele etmelerine neden olmuştur. Hz. Ali'nin ordusu, 657 yılında Sıffin savaşında Muaviye'ye karşı elde ettiği zaferin tam da meyvelerini toplayacakken, Muaviye, yanıltıcı bir taktiğe başvurarak hakemlik önerisinde bulunmuştur. Hakem olayı sadece Muaviye'nin başarısını teyit etmekle kalmamış aynı zamanda Ali'nin ordusu, Ali taraftarı ve isyancılar olarak ikiye ayrılmıştı. Hariciler diye bilinen isyancılar, Halifelik iddiasındaki haklılığına gölge düşürdüğü için, Ali'nin hakem olayına Kaddahlar hakkında bilgi veren ve özellikle Abdullah b. Kaddah'ın İsma'iliyyenin kurucusu olduğunu ilan eden ilk kişi IV/IX. yüzyılın başında yaşayan Ebu Abdullah b. Rizam (Razzam)'dır. İbn Rizam, Abdullah kanalıyla İsma'ilizm'in uzak ve geniş bir coğrafyaya yayıldığını ifade eder. İbn Rizam'ın bu çalışması kaybolmuştur. Fakat İbn Nedim, Fihrist'inde bu çalışmayı aktarmıştır. İbn Rizam'ın eserinden Muiz ile aynı asırda yaşayan Ebu Muhsin, fazlasıyla istifade etmiştir. Ebu Muhsin'in metni Makrizi, itikad bölümünü Hıtat'ında, tarih bölümü de Mukaffa'sında vermiştir. Nuveyri (öl. 732/1331)'nin Nihaye'l el-Ereb fi Funüni'l Edeb adlı edebiyat ve tarih ansiklopedisi mahiyetinde olan eserinde, Ebu'l Muhsin'in çalışmasına yer vermektedir. Temelde İbn Rizam'a dayanan bu rivayete göre Meymun el-Kaddah Ebu'l Hattab'ın aşırı bir takipçisidir. Daha sonra Meymuniyye diye bir mezhep kurdu. Oğlu Abdullah ise babası Meymun'dan daha ileri bir noktaya mezhebi taşıdı ise de kendisinin peygamber olduğunu iddia etti. Abdullah'ın III/IX. yüzyılın ortalarında yaşadığı ifade edilir. İbn Rizam'a göre Meymun Ahvat yakınlarındaki Kuraj'dan gelmişti. Daha sonra oğlu Abdullah Huzistan'da küçük bir kasaba olan Askar Makram'a taşındı. Sonra Sabat Ebu Nuh'a yerleşti. Orada Şia ve Mutezile tarafından Abdullah'ın düşünceleri deşifre olunca Basra'ya kaçtı. Basra'da Akil b. Ebu Talib'in soyundan olduğunu ileri sürerek onun evlatlarına sığındı ve halkı Muhammed b. İsmail b. Cafer es-Sadık'ın imametini kabule devarn ettiği için askerler tarafından takibe uğradı. Sadık ve hararetli dostu Muhammed b. Hüseyin ile birlikte Şam civarındaki Selemiye'ye kaçtı. Ölümüne kadar (261/874) burada yaşadı ve Muhammed b. İsmail lehine çalıştı. Daha sonra davası oğlu Ahmed başka bir rivayete göre Muhammed'in geçtiği bildirilir. Diğer kaynaklar ise babasının yerine Ahmed'in geçtiğini ve Ebu'ş-Şelale lakabıyla anıldığını zikrederler. Bu süreçte çalışmalarını gizli bir şekilde sürdürdü. Daha sonra davası oğlu ve kendisine inananlar tarafından devam ettirildi. İsma'ili tarihinde bu devrenin önemli bir yeri vardır. Çünkü İsma'ili imamları, Cafer es-Sadık'ın ölümünden itibaren Ubeydullah'ın Mehdi'lik ortaya çıkışı (881-899) ve Kuzey Afrika'da devletleşme sürecini başlattığı döneme kadar (296/908) dönem gizlenme döneminin (Setr Dönemi) sonu; Zuhur/Keşf döneminin başlangıcı olmuştur. Setr döneminde dailer tarafından kurulup yönetilen gizli ihtilal teşkilatı mezhebin yayılmasında önemli rol oynamıştır. İbn Rizam'a göre, Abdullah davasına başından beri Hüseyin el-Ahvaz sayesinde inanmış olan Hamdan b. el Aş'as'ın Karmat'ın bulunduğu yer olan Kufe Sevad'a dailerini gönderdi ve daha sonra 261/874 yılında Kufe Sevadında Hamdan ile haberleşmek için Alamut'un batısında yer alan Talikan'a oğullarından birini hami olarak atadı. 264/877-78 yılında İsma'ili davet Kufe'de Hamdan Karmat tarafından geliştirilmiş, kayınbiraderi Abdan ise kendisine yardım etmişti.

Karargah olarak Selemiye İsma'il'i propagandasının merkezi olarak seçilmiştir. Suriye'de Harna şehrine bağlı Selemiye kasabası da İslam dünyasının her tarafına propagandacılar gönderiyordu. Selemiye Suriye'de Asi nehrinin doğusunda, Hama'nın yaklaşık olarak 40 km kuzey doğusunda Hıms'ın 55 km kuzey doğusunda Hama'ya bağlı küçük bir kasabadır. Abdullah davetini yaymak için Selemiye'yi ona merkez edinmiş, buradaki propaganda organizasyonunun başına oğlu Hüseyin'i getirmişti. Diğer oğlu Ahmed Ebu Şela'la ise bazı Irak şehirlerinde özellikle Kufe ve Bagdat'taki propaganda faaliyetlerinin başkanlığına, oğullarından birini de İran'daki faaliyetlerin başına tayin etmiştir. 260/873-82 yıllarında oğlu Hüseyin ölünce, Abdullah diğer oğlu Ahmed Ebu'ş-Şela'le'yı önceli idare ettiği yerlere ilave olarak Selemiye ve Irak bölgesi başkanlığına getirmiştir. Dolayısıyla 270/883 yılı civarında davetin liderliğine Ahmet geçti. Ahmet kardeşi Hüseyin'in oğlu Said'in vesayetini de üzerine almıştı. Bazı yazarlar, bu Said'in Fatımilerin kurucusu ve ilk halifesi Ubeydullah el-Mehdi olduğunu iddia etmektedirler. Ahmet İslam dünyasının farklı bölgelerine dailerini gönderdi. 286/899 yılında Selemiye'de İmametin kendisine ve dedelerine ait bir hak olduğu ileri süren Ubeydullah ei-Mehdi'nin bu iddiasından dolayı mezhep bünyesinde önemli bir bölünme ortaya çıktı. Hamdan ve Abdan Ubeydullah tarafından vazedilen, propaganda edilen yeni isma'ili doktrininden desteklerini kestiler. Bu süreçten itibaren Hamdan başkanlığındaki gruplar temelde muvafakat göstermesini büyük bir günah kabul etmişlerdir. Bu noktadan hareketle Hariciler, bir yığın ahlak, kelami ve sosyal sonuçlar doğuracak olan ince işlenmiş bir meşruiyet teorisi geliştirdiler. Onlara göre Müslüman toplum, siyasi ya da başka türlü olsun, büyük bir günah, suçlusu sayılan bir halifeyi azletme ya da öldürme hakkına sahiptir. Böyle bir günah işleyenler gerçek bir Müslüman olarak günahkar bir kimsenin durumunu tartışmalı hale getirmiştir. Bu kişinin, mevcut şartlar muvacehesinde ölümü hak eden gerçek bir kafir sayılması gerekir. İşte bu tezin bir gereği olarak, Hz Ali 661 yılında bir Harici suikastçı tarafından öldürülmüştür. İslam dünyası Hariciler ile birlikte ihtilal hareketleri ile tanışmış oldular.


Hariciler, Müslümanların büyük günah işleyen kimseyi bir mürted olarak cezalandırma hakkının, siyasi ve teolojik bir düstur olarak tespit edilmesi fikrine rıza göstermiyorlardı. Onlar bir adım daha ileri giderek, hilafet hakkının Kureyş kabilesi, yani Hz. Peygamber'in kendi kabilesine özgü olması gerektiği şeklindeki resmi görüşe de meydan okudular. Tersine, onlar, Müslüman toplumunun fertlerini bu makama uygun gördükleri herhangi birini demokratik usullerle seçme özgürlüğüne sahip olduklarını öne sürdüler. Toplumun uygun gördüğü bir kişinin veya otoritenin halifeyi seçebilme hürriyetine sahip olduğu fikrindeydiler. Bu kişi, imamete layık, topluma adalet kuralları ile muamele eden kimse olmalıdır. "Eğer yol ve muamelesini değiştirir ve doğru yoldan ayrılırsa, azledilmeli ya da öldürülmelidir." Toplumun hilafet görevinden tümüyle vazgeçebileceğini dahi salık vermişler, "eğer ona gerek duyulursa, ister bir köle, isterse hür, ister Habeşli, isterse Kureyşli" olsun onun hilafetinin, yasal olabileceğini söylemişlerdir.

Siyasi çekişmelerin sonunda ortaya çıkan bir başka grup da Ali taraftarları ya da Şiiler adı verilen topluluktur. Ali taraftarları halifelik ile ilgili bu iddiaları reddedip, İmamın Kureyş'ten gelen Ali koluna şartsız sadakati şart koştular. Haricilere geniş kapsamlı bir muhalefet için de, temel siyasi maksimlerin, yeryüzü asla bir imamsız kalmasın diye, hilafet makamının ya da Şii literatüründe imamet görevinin İlahi ve zorunlu bir mesele olduğunu öne sürmüşlerdir. Şiilere göre bu İmam, toplumun yalnızca siyasi bir lideri değil, aynı zamanda yanılmaz bir öğreticisidir. Aksi takdirde, dini gerçekliğin saflığı tehlikeye atılmış olacak ve dünya, anarşi ve karmaşanın içine itilecektir. Görünür bir imam'ın yokluğunda, Şii doktrin ilk zamanlardan beri onun geçici olarak gizlendiğini (gaib olduğunu) ve ahir zamanda haksızlık ve zulümle dolan yeryüzünü adaletle doldurmak için ortaya çıkacağını ileri sürmektedir. Dört Halife ve özellikle de Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan ihtilaflar ve savaşlar üzerindeki değerlendirmeler, İslam toplumunda her zaman yer almıştır. Siyasi olayların bitmiş olması her şeyin bitmesi anlamına gelmemiş, hatta sonraki dönemlerde yeni anlamlar kazanarak sürmüştü. Emevi döneminde bu ihtilaflarla ilgili izlenilen politika; Muaviye ve halifeleri sessiz ve karışıklık çıkarmamaları şartıyla rakipleri Kureyş'in mensuplarını halife olarak destekleyen Şiileri hoş görmeye hazırlandılar. Bu yüzden Haricilerin Suriye'de ilerleme elde etmelerine asla müsaade edilmezken Şiiler, bazı kabilelere ait bölgelerde kök tutmuş görünmekte idiler. Emevi yönetimi, Şam ve Filistin gibi bölgeleri ve kendilerini destekleyen kentler olarak gözükmesine ragmen, sonraki Emevi halifeleri, Arap kabilelerini kötü yönetmeleri, Suriye'de Şiiliğin artmasına yardımcı olmuştur.



Emeviler hakimiyeti altındaki eski kültür merkezlerindeki eğitim ve öğretimden yararlanmak istemişlerdi. Bu amaçla bazı ilim adamlarının ve okulların yerlerini değiştirmişlerdi. Ayrıca, Emevi halifeleri, tercüme faaliyetlerine de başlayarak, Abbasilere bu manada zemin hazırlamışlardı. Emevilerin kültürel bazda yapmış olduklarının dışında Emevi idarecilerin uygulamalarından yalnız Ehl-i Beyt mensupları değil, bütün bir haşimi soyu ve büyük bir halk çoğunluğu da Emevilerin zulmünden nasibini almıştır. Emevilerin siyaset ve yönetim anlayışları, toplum içinde birtakım rahatsızlıklara neden olmuştur. Abbasi döneminin başlamasıyla, İslam dünyasındaki karışıklıkların durulması beklenirken ortaya çıkan olaylar durumun bunun tersi olduğunu göstermiştir. Bu dönemde yapılan bazı uygulamalar da buna zemin hazırlamıştır. Tercüme faaliyetlerinin yoğunlaşması İslam felsefe ve kelam düşüncesinin gelişmesinde temel bir faktör olmuştur. Bununla birlikte, çevirilerin etkileri hemen hissedilmemiş ve teolojik zıtlaşmalarda kesin bir rol oynamaya başlaması, ancak VIII. ve IX. yüzyıllarda olmuştur. Diğer taraftan, siyasi çekişmeler, VIII. yüzyıl gibi erken bir dönemde, rakip grupların teolojik yapılarını biçimlendirmede önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Hanedan çekişmeleri sonucunda idari mekanizmada yeni birtakım unsurların gelmesiyle birlikte yeni yerel hanedanlıklar ortaya çıktı ve yeni unsurlar toplumu etkiledi. Me'mun galip gelmesiyle İranlılar'ın aristokratik ve bölgesel arzuları mahalli hanedanlar yoluyla gerçekleşme imkanını buldu. Me'mun kumandanlarından İran kökenli Tahir 820 yılında bağımsızlığını ilan ederek Doğu İran'da bir hanedan kurdu. Diğer İranlı hanedanlardan Safeviler 867 yılında ve Samaniler 892 yılına doğru bağımsızlıklarını kazandılar ve İran'ın diğer bölgelerine de yerleştiler. İdare tarzları farklı karakterlere sahipti. Tahiriler hanedanı, Arap-İslam medeniyeti tesirinden çıkmaksızın bir hükümet kurmuş olan ihtiraslı bir kumandanın idaresi altında idi. Safeviler, İran kökenli bir halk hareketinin iktidarını temsil ediyorlardı. Samaniler ile İran aristokrasisi, eski imtiyazlarını kullanma hakkını elde etmişti.



İslam dünyasındaki erken başlayan siyasi çözülme, Hilafet merkezinin doğuya nakledilmesi bab eyaletlerinde merkezden kopmaya ve neticede otoritenin gevşemesine sebep oldu. 756'da İspanya, yerel bir hanedanın idaresinde tam anlamıyla bağımsızlık kazandı. Aynı hareket 788'de Fas'ta, 800'de Tunus'ta tekrarladı. Mısır yılında Bağdat tarafından gönderilen Ahmed b. Tolun döneminde, merkezi hükümetten bağımsız hareket etmeye başladı. Tolunoğlu Ahmed'in bağımsızlığını kazanmasıyla ve Suriye'yi hakimiyeti altına almayı başardı. Tolunoğullarının Mısır'a hakim olması ile başka bir Türk hanedanının bölgede ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Mısır'da bağımsız bir merkezin ortaya çıkışı ve çok defa Suriye'ye hakim oluşu Irak ile Suriye arasında, her ikisine de bağlı olmayan yeni bir bölge meydana getirdi ve Suriye çölünün Arap kabilelerine, Emeviler'in hilafetten düşmesinden sonra kaybettikleri iktidarlarını tekrar elde etmenin yolunu bulma imkan hazırladı. Bu kabileler zaman zaman Suriye ve Mezopotamya'da iktidarlarını genişletmek fırsatını bulabildiler; askeri zaaf yahut karışıklık dönemlerinde şehirleri ele geçirdiler ve X. yüzyılda Musul ve Halep'te kurulmuş olan Hamdaniler gibi parlak, fakat geçici bedevi hanedanlar kuruldu. Bir dönemde Abbasi halifeliği ancak Irak'ı doğrudan doğruya kontrolü altında tutabiliyordu. Diğer bölgelere gelince halifelik, arada sırada vergilerin ödenmesi, mahalli hanedanların Cuma hutbelerinde adının zikredilmesi ve paralarda adının bulunması şeklinde görülen bağlılıklara razı olmak zorunda kaldı. Halifeler, devletin arazilerini, merkezi hükümete belirli bir para ödeyen ve kendi birlikleriyle memurlarının maaşlarını veren bölge valilerine kiraya vererek bu duruma bir çare buldular. Bu "kiracı valiler" kısa zaman sonra imparatorluğun gerçek hakimleri haline geldiler ve askeri şefler olarak ortaya çıktılar. Mu'tasım (833-842) ve Vasık (842-847)'tan itibaren halifeler, kendi arzularına göre hassa birliklerinin ve muhafız alaylarının kumandanları üzerindeki bütün otoritelerini kaybettiler. 935 yılında merkezde bulunan kumandanın üstünlüğünü göstermek için Emirü-l Ümera'lık makamı ihdas edildi. 945 yılında, Batı İran'da bağımsızlığını kazanmış olan İranlı Büveyhiler Bağdad'ı işgal ettiler ve halifenin otoritesinin son izlerini de silip süpürdüler. Abbasi halifelerinin iktidarlarının zirvede olduğu dönemlerde bile, fiili yönetimleri sınırlıydı. İktidar esas olarak kentlerde ve kentlerin çevresindeki üretim bölgelerinde oluştu. Ancak hiç itaat etmeyen dağ ve step bölgeleri vardı. Halifenin otoritesi zaman geçtikçe, merkezi, bürokratik hükümet sistemlerinin çelişkilerine kapıldı; uzak eyaletleri yönetmek için valilerine vergi toplama ve hasılatın bir kısmını yerel güçlerin muhafazası için kullanma yetkisi verdi. Bir istihbarat sistemi aracılığıyla valileri denetim altında tutmaya çalıştı, ancak bazı valilerin, düzenlerinin önemli çıkarlarına -en azından ilkede- sadık kalırken iktidarı kendi ailelerine devredebilme noktasına kadar güçlenmelerini önleyemedi. Böylece, Doğu İran'da Safeviler (867-1495), Horasan'da Samaniler (819-1005), Mısır'da Toluniler (868-905) ve Tunus'ta Aglebiler (800-909) gibi yerel hanedanlar gelişti. Tunuslu Aglebiler Sicilya'yı fethettiler ve Xl. yüzyılın ikinci yarısında Normanlar tarafından alınana kadar adayı elde tuttular. Bu gelişme Bağdat'a akışı azattı. Tam bu dönemde Aşağı Irak'ın da sulama ve tarımsal üretim sisteminde belirli bir zayıflama oldu. Halife orta vilayetlerde durumunu güçlendirmek için, daha çok, kendisine bağlı profesyonel orduya dayanmak zorunda kaldı. Ordunun önderleri zamanla halife üzerinde daha büyük güç kazandılar. Hazar denizi kıyılarından gelen bir askeri önderler ailesi, Buveyhiler, bazı eyaletleri denetim altına alarak, 945'de Bağdat'ı ele geçirdiler. Buveyhiler, kadim İran unvanı Şehinşahlık (Kralların Kralı) dahil çeşitli unvanlar aldılar, ancak halifelik unvanını almadılar. Abbasilerin halifeliğini kabul etmeye devam ettiler. Ne var ki otorite öncekinden daha sınırlı bir alanda otoritelerini kullanılıyordu. Siyasi birliğin bozulması, Abbasilerin resmi otoritesini de kabul etmeyen yerel hükümdarların ortaya çıkması sonucunu verdi. Doğuda ve batıda üniter bir hükümetin yokluğu toplumsal ya da kültürel bir zayıflığın belirtisi değildi. O sırada pek çok bağın bir arada tuttuğu, pek çok iktidar ve yüksek kültür merkezi olan bir Müslüman dünyasının oluşmasına sebep oldu. Bu durum homojen yapının kaybolmasına yardımcı olmuştur.


Mutlak yönetim, idareyi; gelir ve orduya ihtiyacı olan bir bürokrasi aracılığıyla yürütüyordu. Müslüman Yakındoğu Abbasi idaresinin ilk yüzyılında önemli ekonomik transformasyonu tecrübe etti. Özellikle orada endüstri, el sanatları; ticaret sahalarında önemli ilerlemeler oldu. Kent merkezleri çok hızlı bir şekilde büyüyordu. Kentlerde aynı zamanda ürünlerin simsarlığının organizasyonunda ve Müslüman toplumundaki genel ekonomik ilişkilerde de değişiklik oldu. Bütün bu gelişmeler Abbasi İmparatorluğunda yeni gerginlikler ve şikayetlere konu olan önemli sosyal değişiklikleri beraberinde getirdi veya buna neden oldu. Emevi dönemindeki aristokrat Arap kabileleri şimdi eğitimli insanlar, dini liderler, idareciler, profesyonel askerler, toprak sahipleri, ticaret birliklerinin yönetim sınıfları yer değiştirdi. Garnizon kasabaları, fethedilen kasabalardaki askeri ordugahlardan kent merkezlerine ve bütün değişikliklerin yer aldığı canlı alışveriş yerlerine transfer olmuştu. İlk zamanlardaki ayırım, Şii gruplar için hazır bir fırsatı sağlayan gayr-ı memnun bir sosyal sınıf sesini yükseltmiş olduğu ayırım, Arap olanlarla Arap olmayanlar arasındaki ayırım, Mevalinin özgürlüğe kavuşmasıyla sonuçta ortadan kaldırılmıştı.


Bu yeni ve çok karmaşık sosyo-ekonomik durumda yeni ilginç karışıklıklar ortaya çıktı. Kısa bir dönemde şehir keskin bir şekilde açık bölge tasvir edilmiş oldu. Topraksız köylüler ve bedevi kabileler, onların çalışma alanlarından ve mal­ mülklerinden cezbedici gelirler çıkaran bu zengin kent sınıflarından ayırt edilmiş oldular. Genel toplumun yanı sıra farklı stresli gruplar kurulmuş düzene muhalif herhangi bir hareket onlar için doğal bir şekilde cezp edici oldu. Gerçekten çeşitli yerel hanedanların görüntüsü halifenin baştaki ayrıştırma sinyalleri vermiş olduğunda Irak ve İran'da antirejim hareketleri ve bazı önemsiz köylü isyanlarının çıkmasına neden oldu. İlk ciddi huzursuzluk, tuz bataklıkların kurutulması için Basra yakınlarındaki büyük mülklerde çalıştırılan zenci kölelerin Zenci isyanıyla geldi. Zenci isyanı ortaçağ İslam dünyasındaki toplumların hoşnutsuzluklarının tümünü ifade eden bir isyan değildir. Ortaçağ İslam dünyasında toplumları peşinden sürükleyen en etkili dinamik ehl-i beyt ve Hz. Ali sevgisi olmuştur. Hem Araplar; hem de Arap olmayanların arasındaki hoşnutsuzluklar için en büyük cazibeyi Şiilik yakalamıştır. Özellikle İsma'ili-Karmati hareketi İslam dünyasındaki iktisadi ve sosyal farklılaşmayı öğretisinin ana unsurları olarak görmüştür. Bu hareket temel olarak dünyada adaletli bir yönetim kuracak olan Kaim'in yakında ortaya çıkacağı beklentisi üzerine odaklandı. IX. yüzyıl İsma'ili hareketin mesajı, farklı alt yapılardan gelen insanlar, temel sosyal haklardan mahrum oldukları için çok umut verici oldu. İslam dünyasının yukarıda özetlemeye çalıştığımız bölünmüşlüğü merkezi otoritenin zayıflamasına neden olmuştur. Bu durum merkezden uzak bölgelerde, aykırı hareketlerin rahatça taraftar bulmaları için uygun bir ortam hazırlamıştır. Yalnızca yerel hanedanların uygulamaları bu ortamı hazırlamış değildir. Aynı şekilde Karmatilerin IX. yüzyıldaki tarihlerinde bu dönem Abbasi hükümetinin sefahati ve geniş araziler üzerindeki kontrolü sert sonuçlara tanıklık yaptı. Bağdat' ın bölgeden geçen ticaret yollarının kontrolünü elinde tuttuğu müddetçe siyasi parçalanma, ekonomik ve kültürel hayatın gelişmesine engel olamadı, hatta bu gelişmeye yardım bile etti denilebilir. Bir müddet sonra çok tehlikeli gelişmeler oldu ve halifenin otoritesi merkezde bile zayıfladı. Sarayın aşırı lüks düşkünlüğü ve bürokrasinin lüzumundan fazla ağır basması maliyenin bozulması ve hazinelerinin düşmesi şeklinde sonuçlandı. Daha sonra bazı maden yataklarının tükenmesi yahut istilacılar tarafından işgal edilmesi durumu daha da ağırlaştırdı. Bu yüzden lsma'ili hareket, iktisadi istikrarsızlığın bulunduğu Ortadoğu'da kısa sürede organize oldu. İsma'ili propagandacılarının çabaları vasıtasıyla çok sayıda taraftar kazandı. Kısacası daha sonra en başında lsma'ili hareket Abbasi düzeni için ciddi bir tehdit oldu. Bu oluşum, sosyal bir protesto karakteri elde ettiği gibi ve özeklikle sosyal şikayetlerle ve haksızlıklarla meşgul olmakta yarar buldu. Kaydedildiği gibi İsma'ili dailer bir çok bölgelere gönderildi. Onlar, farklı sosyal tabakaları cezp ettiler. Başlangıçtaki başarısı, Halifenin yönetim merkezinden uzaklaştırılan kentleşmemiş çevrelerde büyük ilgi gördü. Buna rağmen başlangıç döneminde sosyal içerikli propaganda yapan İsma'ili hareket Abbasilerin kötü yönetimine, ayrıcalıklı şehir tabakalarına ve merkezi yönetimine karşı protesto şeklinde idi. Siyasi yapılanmanın bu denli bölünmüşlüğü idarecilerin zaman zaman keyfi uygulamaları muhalif grupların propagandalarına ivme kazandırdı. İdarecilerin keyfi uygulamaları Karmati vb.grupların öğretilerini anlatmada da kolaylık sağladı. Bu durumun en güzel örneği Mehdilik düşüncesidir. Bu kavramla Karmatiler, yeryüzünü adaletiyle dolduracak ve eşitlik ilkesiyle de toplumdaki tabakalaşmayı önleyecek birinin geleceğinin propagandasını yaptı ve bu düşünce birçok gayrı memnun kitleyi arkalarına almalarına sebep olmuştur. Görüldüğü gibi, İsma'ili-Karmati dailer, siyasi ve idari alanla ilgili meseleleri propagandalarında kullanarak taraftar toplamaya çalışmışlardır.



.


ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

CANLICILIK (ANİMİZM)

 


Animizmi doğada insanın ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden din anlamına alabiliriz.


Animizm, önceleri Fetişizm diye adlandırılmıştır. Bu söz dinler tarihine ilkin XVIII. yüzyılda, 1760'da yayınlanmış olan "Fetiş Tanrıların Dini Üzerine" adlı yapıtın yazarı De Brosses (1709-1777) tarafından sokulmuştur.


Fetiş (fetiche) sözü Portekizce Feitiçio'dan, o da Latince Facticius'tan gelmektedir: Büyü gücüne sahip perili nesne, büyülü nesne anlamına gelen bu terimi Portekizli gemiciler zencilerin dinsel eşyası ile büyücülük aletlerini anlatmak için kullanıyorlardı.


De Brosses'un fikrince fetişlere tapınma tüm dinlerin kökünde bulunmaktadır.


Büyük Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) da "Pozitif Felsefe Dersleri"nin birincisinde ünlü Üç hat yasası'nı formülleştirdiği zaman bu Fetişizm terimini benimsemiştir.


Auguste Comte'a göre insanlık birbiri ardınca üç halden geçmiştir: Teolojik hal; bunda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen, ama daha güçlü iradelerle yapar, metafizik hal; bunda insan olayları soyutlamalar (tecrit, abstraction) ve doğa gücüyle açıklar, son olarak pozitif hal; bunda insan olayları, başka olaylarla açıklar.


Teolojik halin kendisinde gelişme olmuştur: İnsan Fetişizm'le işe başlamış, buna iyi ya da kötü ruhları sokmuştur; sonra çoktanrıcılığa geçmiş, buna daha az sayıda fakat daha güçlü ruhları sokmuştur; sonra da bu tanrıları bir tek Tanrı halinde birleştirmiştir. Bu, tektanncılık'tır.

"Uydurma", yani düşsel sayılan tektanrıcılık'ın eleştirisi ise kimi aydınları ilkin metafizik, sonra pozitif hallere götürmüştür.


Bununla birlikte zencilerin, maddi şeylerin ötesinde olarak ruhlara benzetilebilecek kimi ruhani güçlere tapındıkları gittikçe daha iyi anlaşılmıştır. O andan başlayarak da daha sahih olan Animizm terimi, Fetişizm'e yeğ tutulmuştur.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz etnologu Tylor Animizmin teorisini kurmuştur. Onun görüşlerinin büyük bölümünü, evrimci İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903) de kabul etmektedir.


Totemizm üzerinde olduğu kadar Animizm üzerinde de büyük İngiliz bilgini J.G. Frazer çok sayıda belgeler vermiştir.


  Fransa'da XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında Lucien Levy-Bruhl, ilkel insanların düşüncelerini bizim ruh hakkındaki düşüncelerimize çokca benzeterek bunları değiştirdikleri için Animizm yanlılarına takazada bulunmaktadır. Bununla birlikte, her iki düşünce tarzı arasında sıkı ilişkiler bulunduğuna karşı çıkmamaktadır. Sonra, ilkel insanların kendilerinin de, insanı ve doğayı bize açıklarken, Animizmin dilini seve seve benimsediklerini kabul etmektedir.

Şunu kabul etmek gerekir ki Animizmi kendisine yakın dinsel görüşlerden belirli olarak ayırmak olanaksızdır.


Totemizmin temel tezlerinden birkaçına Animizmde de rastlanmaktadır. Bunlar: Mana düşüncesi, tabu düşüncesi, yarı-insan, yarı-hayvan, efsanevi atalar düşüncesidir.


Diğer yandan bütün çevrelerdeki tüm dinlerde Totemizmin olduğu kadar Animizm'in kalıntılarına da rastlanmaktadır.


Bununla birlikte Avustralya kabilelerine göre daha olgun, fakat uygarlıkları eski olan toplumlarla kıyaslandıkları zaman daha ilkel gibi görünen birçok toplumların dinini de Animizm deyimiyle tanımlayabiliriz. Örneğin Müslüman olmayan zenci Afrika toplumları, Polinezya toplumları, Kuzey ve Güney Amerika'nın şimdiki kızılderili toplumları, Eskimo toplumları vd.


Bu ilkel insanların can ve doğa üzerindeki inançlarını, büyü yöntemlerini, dinsel törenlerini incelemek yerinde olur.


İlkel insana göre can ya da ruh bedene, bedenin kimi parçalarına; Avustralyalılar için de özellikle böbreklerdeki yağ tabakasına sıkı sıkıya bağlıdır.


Zaten can, beden ölmeksizin dahi bundan bir zaman için ayrılabilir: Bu durumda beden üzerinde uzaktan bile olsa, sanki bedenin içindeymiş gibi, etki yapar. Frazer bir yapıtında bu dış can'ı özellikle incelemiştir. Ona göre "can çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir ve kimi hallerde de yamanabilir, onarılabilir ve yerine başkası konabilir. Çeroki kızılderililerinden bir şef bir savaş sırasında canını bir ağacın tepesine yerleştirmişti; düşman boyuna ona ok atıyordu ama adam ne ölüyor, ne yaralanıyordu. Fakat hasmı, savaşta yapılan bu büyüyü bildiğinden dallara doğru ok attırdı: Bunun üzerine kabile şefi düşüp öldü.

İlkel insana göre, "kişilik onun kişiliğinin çevresinde bitmez...

İlkel zihniyete göre bu kişilikte bedenin kendisiyle birlikte onun üzerinde biten (yetişen) ve ondan çıkan salgılar ya da bedenin dışarıya attığı saç, kıl, tırnaklar, gözyaşı, idrar, dışkılar, sperma, ter gibi...- maddeler de dahildir. Onun için birçok toplumda herkes saçlarının, tırnak parçalarının, ya da dışkılarının vd. kötü niyetler besleyebilecek bir başkasının eline geçmemesine büyük özen gösterir. Bunları elinde tutmak, o insanın canını da elinde tutmak demektir. Kişinin kılları, salgıları vd. tıpkı ayakları, elleri, yüreği ve kafası gibi, kendi benliğinden bir parçadır. Sözcüğün tam anlamıyla bunlar da ona ait bulunmaktadır.


Kişiliğin bu elemanlarına, bedenin örneğin üzerinde oturulan (iskemle) gibi bir eşya ya da yer üzerinde bıraktığı izleri ve özel olarak ayak izlerini de eklemek gerekir. Bir çocuğu güçlü bir büyücünün bıraktığı izler üzerine yerleştirerek, çocuğun da onun gücünden bir şeyler edineceği sanılır.


Kişinin gölgesi, sudaki aksi, resmi de yine onun kişiliğe giren nesnelerdendir (ilkel insanlarda genel olarak resmi yapılmak ya da fotoğraf çektirmek korkusu da bundan gelmektedir). Kişinin adı da kişiliğe giren bir nesnedir: Eskimolar üzerine çok derin incelemeler yapmış olan Rasmussen'e göre bir insan bir bedenden, bir candan ve isimden oluşmaktadır. Bir yolcu, Fiji adasında can çekişmekte olan insanların hayatta kalabilmek için umutsuz bir eda ile adlarını haykırdıklarını görmüştür.


Giyecek eşyası da kişilikle ilgili şeylerdendir: Terli bir erkeğin urbasını giymiş olan bir kadın gebe kalır, Bir insan tarafından sık sık kullanılan kapkacak ve başka eşya da onun kişiliğine girer ve kimi toplumlarda o insan öldü mü, bunlar yakılır.


Yaşamın özü olan can bedenden kesin olarak çıktı mı, ölüm meydana gelir. Bununla birlikte ölen kişinin ruhu, cesedine bağlı kalır. Ölen kimsenin yaşayanları kıskanıp onlardan öcalmaması için, bu cesede dikkat etmek gerekir. Ölüler yiyip içmek gereksinimindedirler, saygı görmek isterler. Levy-Bruhl'ün fikrince ilkel zihniyete göre ölü hem vardır, hem yoktur, ya da aynı anda birkaç yerde birden vardır. Bu zihniyet ölülerin iki yerde birden, hazır, varolabileceklerini kabul ederek bunların, başka bir alemde oturmakla birlikte, kimi hallerde yaşayanlara görünebileceklerine inanmaktadır.


Ölüler yaşamaktadır... Ölüler alemi tıpkısı tıpkısına canlılar aleminin tersidir, karşıtıdır. Orada her şey tersinedir. Bizim gecemiz onların gündüzü olduğundan, yeryüzüne geceleyin gelirler; geceleyin· onlarla karşılaşmak tehlikelidir. Bununla birlikte ölülerin toplumu da canlılarınki gibi klanlara bölünmüştür.


Ölülerin yeniden bir bedene girdikleri gibi, büsbütün yitip gittikleri de olur.


Levy-Bruhl'e göre, "Tümüyle ruh halindeki canlar söz konusu olsa, bunlar aynı anda da ölmezliğe erişirlerdi. Fakat bu çeşit canlardan habersiz olan ilkel toplumlarda, ölmezlikle ilgili hiçbir inanca rastlamıyoruz. Her yerde ölümden sonra yaşandığına inanılmaktadır; Hiçbir yerde de bu ölümden sonraki yaşayış, sonsuz diye tasarımlanmamaktadır. Ölülerin ölümüne olan inanç, hemen hemen evrenseldir.

Kesin olan şudur ki, ölüler yaşadıkları sürece torunlarının refahı, rahatlığı, hatta yaşamı bile onların isteğine, arzusuna bağlıdır.



İlkel insanın alemi, hep gerçek olarak kabul ettiği bir takım hayallerden oluşmaktadır; bu hayaller uyanıkken olduğu gibi, uyurken de görülebilir, fala bakmak için çağırılabilir ya da çok eski geleneklere uygun da olabilirler ama hep gerçek sayılırlar. Rüyanın, kehanetlerin ve -doğaüstü varlıkların tarihi olarak karşımıza çıkan­ bir mitologya tema'sının verileri hep algılama ile aynı hizada yer alır, böylelikle de doğa ve doğaüstü, sürekli olarak birbirine karışmış haldedir.


Örneğin Afrika'nın ekvator bölgesinde, düşte yapılan bir yolculuk gerçekten yapılmış sayılır. Kızılderililerde düşte kendisini bir yılanın soktuğunu gören kimse, gerçekten yılan sokmuş gibi, aynı tedaviyi görmek zorundadır.


Dış alemi meydana getiren hayallerde ya ruhsal güçler vardır, ya da bu hayaller bu ruhsal güçlerin egemenliği altındadır. Levy -Bruhl'e göre ma sözcüğü çok açık ve kesin olmakla birlikte ilkel insanların çevresinde sürekli faaliyet halinde olan bu etkileri ve bu hareketleri anlatabilmek için bulabildiğimiz en "rahat" sözcüktür.

Bu ruhsal güçler arasında insani ehliyetler, iktidarlar da yer almaktadır. Bu güçler kendilerini açığa vurarak öz varlıklarında bulunan mutlu ya da mutsuz olayları doğurmaya yararlar. Tahiti'de sofu bir "tarikidünya", bir cüzzamlının iyicil niyetlerle verdiği bir gömleği bir beyaza giydirir, çünkü bu temas ona tehlikesiz görünür: Onun fikrince cüzzamlı ancak kendisine yaklaşanlara hınç beslediği zamandır ki, cüzzam hastalığı bulaşabilir...


Bu yönü alınca ilkel zihniyetin gizemli bir yanı da bulunduğunu görürüz. Bu zihniyete, Levy-Bruhl'ün keşfetmiş olduğu bir yasa, paydaşlık (participation) yasası egemendir. "İlkel zihniyetin ortak belirtilerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir biçimde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz biçimde kimi güçler, yetenekler, mistik davranışlar yayarlar ya da alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmayı sürdürmekle birlikte, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında duyururlar."


Örneğin, Kuzey Brezilya'daki Bororo kızılderilileri insan olduklarını bilmekle birlikte kendilerinin "arara" denen bir tür kırmızı papağan olduklarını söylerler. Birçok toplumlarda yiyeceklerin bolluğu mevsimlerin düzenliliği bazı törenlerin yapılması, ya da esrarlı güce sahip bir kimsenin hazır bulunmasına bağlı tutulur.


İşte bu noktada, Animizmin olduğu kadar Totemizmin de içinde, o kişilikdışı güce rastlıyoruz ki bu, hem maddi hem manevi, ruhsal bir güçtür, heryana yayılmış bulunmaktadır, Melanezya'da da bunun adına mana derler.


Kreglinger'e göre: "İlkel insanların bütün dinsel yaşamı mana ile tanımlanır. Bu insanların tüm tapınış yöntemlerindeki amaç ya, mana ile temasa hazırlıksız oldukları zaman kendilerini ondan korumak, ya da dinin sırrına erdikleri zaman -tersine olarak- bu kutsal cevherden olabildiğince çoğunu benliklerine sindirmektir. Rahip, mana'ya sahip olan kimsedir, onun için bunu dilediği gibi kullanabilir. Diğer yandan tapınak mana'nın büyük miktarda toplanıp birleştiği yerdir."*



Ruhlara benzetilebilecek olan mistik güçler doğada var iseler insan gerekli birtakım sözler söyleyip hareketler yaparak ruhsal varlıklar üzerinde etki yapabildiği gibi doğa üzerinde de etki yapabilecektir. Böyle bir etki de adına büyü dediğimiz nesnenin' esasını oluşturmaktadır.


Salomon Reinach (1858- 1932)ın dikkate değer bir formülüne göre büyü, ''Animizmin tekniği ve stratejisidir".


Yüksek sesle ya da makamla söylenen sözlerde, birtakım güçler vardır.

Örneğin aşağıdaki gibi birtakım sözleri söylemekle hastalığın kaçıp gitmesi sağlanabilir:


Papağan uçtu gitti,

Kuku kuşu uçtu gitti,

Bıldırcın uçtu gitti,

Hastalık da uçtu gitti.


Bir olayın benzeri yapılmakla, o olayın meydana gelmesine yol açılabilir. Bir savaşa girişilmeden önce, bunun ayrıntıları adeta temsil edilir, oynanır, savaş dansları yapılarak zafer böylece sağlama bağlanır. Bir takım tapınma yöntemlerine uygun olarak su döküldüğü zaman, yağmur yağması sağlanır. Bunun adına öykünmeli büyü denir.


Kişi ile resmi arasındaki ortaklığı kullanan büyü türüne kimi zaman duygudaşlı büyü denir. Resmi yaralamak ya da yok etmekle, kişinin yaralandığı ya da yok edildiği sanılır. Bu, bir insanın resmine eza edip kendisine eza etmek amacını güden sihir'in ilkesidir. Kişiye ait, fakat resim dışında -örneğin kıllar, dışkı, beden ve ayak izleri gibi- şeyler üzerinde de etki yapılabileceğini daha önce görmüştük. Buna da kimi zaman geçici, bulaşıcı büyü denir.


Kimi nesnelerde büyülü bir güç vardır; felaketi uzaklaştırırlar, mutluluk getirirler: Muska, nazarlık, tılsım gibi.


Yine Levy-Bruhl'e göre: "Erkeklerin de kadınların da süs olsun diye taktıkları ne kadar eşya varsa ilkin muska gibi kullanılmışlar, sonra süs haline gelmişlerdir.


Büyünün bir hayırlı türü vardır ki bu, şefler, rahipler ya da fetişçiler tarafından yapılır; bir de kötü biçimi vardır ki bunu büyücüler yaparlar. Sihirbazlar hastalığa, ölüme neden olurlar; bunlar bir çeşit yamyamdır: "Sihirbazın kurbanları kendileri de farkında olmaksızın yenilirler; sihirbaz bunları öldükten sonra yiyecek diye kullanmaz; tersine olarak bunlar, sihirbaz kendilerini yiyip bitirmiş olduğu için ölürler."


Kötü bir büyücünün eylemini felce uğratmak için, iyi bir fetişçi bunu bozmak üzere bir karşı-büyü yapar; bunun üzerine Kongo zencileri üzerinde çok esaslı incelemeler yapmış olan Mary Kingsley'in dediği gibi "ilacın ruhu, hastalığın ruhu üzerinde etki yapar."


Büyücü toplumun tehlikeli bir düşmanı olduğundan, onu meydana çıkarmak gereklidir, bu da iyileri koruyup kötüleri vuran bir sınavla meydana çıkarılır. Bu sınav Afrika'nın ekvator bölgesinde zehirle yapılır: "zehir bir tür mistik tepkiye sahiptir", ancak suçluyu öldürür.


Son olarak, totemist toplumlarda olduğu kadar animist toplumlara da bir mitologya'ya, bir efsaneler sistemi' ne rastlıyoruz ki zaten bunun birbirini tutmaz yanları vardır.


Efsaneler ya da masallar, tarihsel geçmişle ilgisi olmayan, doğaüstü bir tarihi anlatırlar. Bu geçmiş de zaten aslında, hal yani şimdiki zaman demektir.

Levy-Bruhl'e göre, "ilkel insanlar her şeyin kökünü mistik alemden aldığını söyledikleri zaman bu, bu mistik alemin deyim yerindeyse aşkın ve tarih ötesi bir eskilikte olduğu anlamına değil, fakat ve özellikle, var olan her şeyin bundan çıktığı ve bu çağın yaratıcı olduğu anlamına gelir... Yaratma olayları efsanede yalnız halden -ara yerde akıp gitmiş- belirli bir zaman uçurumu ile ayrılmış oldukları için canlı değillerdir. Mistik bir sahne yaratış zamanında yer almış olabilir ama bunun kahramanları yaşamaktadır ve etkileri de hala egemen durumdadır."


Yalnız şimdiki zamanda yaşayan ve geçmişle ilgilenmeyen Avustralya yerlilerinin birçok efsane ve masalları vardır.


Levy -Bruhl'e göre, "efsane bizi akışkan (seyyal) bir alemde dolaştırır, ki bunda hayvanlarla insanlar birbirlerine çok yakındır."


Efsane, efsanevi çağdaki atalarla temasa gelmek ve onların etkilerini dönemsel biçimde yenilenmelerini elde etme olanağını sağlar.


Efsane ataları onuruna yapılan törenler, Animizm dininin en şaşırtıcı gösterileridir: Bu törenlerde çoğu kez maskeler ve özel urbalar taşıyan oyuncular müziğin sesine uyarak raksederler.


Sırf klanın şimdi yaşamakta olan üyelerinin gerek ölmüş üyeler ile gerekse görünmez güçlerle birleşerek bunlarla iç içe olmaları ve yarattıkları kutsal heyecanın derinliği bakımından bu törenler dinsel niteliktedir.


Avrupa'da ve özellikle Güney Fransa ile Kuzey İspanya'daki mağaralarda bulunan renkli ve renksiz resimlerle heykeller üzerinde yapılan tarihöncesi incelemeler, bu bölgelerde ilk oturan insanların Totemizme ya da Animizme çok yakın bir dine sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır.


Bu mağaralar bir takım tapınaklar, kutsal yerler olmalıydı. Renkli ve renksiz resimlerle heykeller mağaranın ta dibine yerleştirilmiş bulunmaktaydı. Nitekim bugün bile Avustralya yerlilerinin dinsel resimleri yasak yerlerdeki kayalık duvarlara çizilmiş bulunmaktadır ve kadınlarla henüz dine kabul edilmemiş olanların buraya girmeleri yasaktır. Bu sanat yapıtlarının durumları bunların süs için değil, bir takım büyü işlemleri için yapıldıklarını göstermektedir. Mamut, ren geyiği, yaban öküzü, at, geyik gibi hayvanların renkli renksiz resimlerini, heykellerini yaparak, ilkel insan onlar üzerinde bir etki yarattığını sanır. Silahları ile onları daha kolay vurabilsin diye, bu hayvanların yaralı haldeki resimlerini yapar. Fakat ancak erkekleri yaralı halde gösterir; çünkü soyun sürekliliğini sağlamakta olan dişilere saygı göstermek gerekir.



Fransa'da, Ariege'deki Tuc d'Audoubert mağarasında, balçık üzerine kabartma olarak yapılmış bulunan altmış santimetre uzunluğunda bir çift yaban öküzü tasviri bulunmuştur: Önde, pasif bir tavırla, boynunu uzatmış olarak, dişi durmaktadır; sonra, arka ayakları üzerinde yarı-doğrulmuş olan erkeğin "korkunç, külçe gibi ve şehvet dolu" bir hali vardır. Bu simgesel tasvirle güdülen amaç, avcıların geçimini sağlayan hayvan türünün üremesini sağlamaktır.


Bu tarihöncesi başyapıtı bulmuş olan Begouen kontunun oğulları yine bu mağarada bundan yirmi-yirmi beş bin yıl önce raksetmiş olan kadın ve erkeklerin balçıkta kalmış ayak izlerini de bulmuşlardır. Türküler ve müzik gibi, dansların da bir takım büyücülük yöntemleri olması gerekmekteydi.


Süs ve ziynetler, yüzde ve bedende keskin bir aletle yapılan yarmalar, sakatlamalar, dövmeler belki totemik bir takım işaretlerdi, klanlarla kabileleri birbirlerinden ayırdetmeye yarıyorlardı. Bazı mücevherler aslında muska olabilirler.

Büyücülükten çıkmış olan ilk sanatlar, sonradan dinlerle birlikte gelişmiştir.

Animizm insanlara dünyayı inceleme olanağını veren ilk bir varsayım olmuş; eski çağların İlkel insanlarını olduğu gibi bugünün insanlarını da, kendilerininkine benzer ruhlarla dolu sandıkları doğa üzerinde etki yapmaya kalkışmak bakımından yüreklendirmiştir. Auguste Comte'la birlikte biz de "Animizmin zihini, içinde bulunduğu hayvanca uyuşukluktan çıkardığını" söyleyebiliriz.


Renkli ve renksiz resmin, 'heykelin, raksın, müziğin; doğrudan ya da dolayısıya tüm güzel sanatların kökünde animist büyücülüğün belki bulunabileceği gözlenmiştir. İnsanların yaşamında sanatın oynadığı ya da oynaması gereken tüm rol düşünülürse, bu ilkel dinin yüzyıllar boyunca tüm insanlara yaptığı iyilikten dolayı ancak minnet duyulabilir.

 


Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu 

12 Şubat 2023 Pazar

ANADOLU HALK İNANÇLARINDA BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK

 


İnsanın doğumundan ölümüne kadar eşlik eden adet ve inanışlar, hayatın belli dönemlerinde artarak devam etmektedir. Bu âdet ve inanışlar, özellikle evlilik, doğum ve ölüm gibi belli başlı dönemlerde ortaya çıkarak, sayısız büyüsel işlemin istilasına uğramaktadır. 


Büyünün amacı:


Büyünün amacı, insan eşya veya varlıklar üzerinde istenilen değişikliği tabiatüstü güçlerin de yardımıyla elde etmeye çalışmaktır. Bu itibarla birçok değişik istek ve arzuyu gerçekleştirmek amacıyla büyü yapılmaktadır. Mesela; iki kişiyi birbirine yaklaştırmak ya da uzaklaştırmak için yapılan sıcaklık veya soğukluk büyüleri; insanın bazı güç ve organlarını çalışmaz hale getirmek amacıyla yapılan bağlama büyüleri, düşmanını ve sevmediği insanı hasta etme, sakat bırakma ve deli etmek gayesiyle yapılan düşmanlık büyüleri; kısmet açma, kısırlığı giderme, çocuğun düşmesini önleme ve doğumu kolaylaştırmak gayesiyle yapılan ak büyülerdir. Ayrıca bu büyülerin etkilerini kaldırmak, birtakım kötülüklerden, cin çarpmalarından, gizli güçlerin saldırılarından korunmak amacıyla yapılan karşı büyülerden oluşmaktadır.


Büyünün diğer bir nedeni de olayları kendi gönlünce oluşturma ve yönetme özleminden kaynaklanmasıdır. Kişi istediğine ulaşamayınca, isteğini gerçekleştirmek için büyüye başvurur. İnsanlar özellikle kendilerini güçsüz ve çaresiz hissettikleri dönemlerde, dış etkilerle ve tabiat kuvvetlerinden gelen tehlikelerle karşı karşıya geldiklerinde, bu tehlikelere karşı koymak için büyüsel çarelere başvurmak isterler. Genelde de büyücülere müracaat ederler. Büyücüler amaçlarını gerçekleştirmek için, kutsal kitaplardan alınan cümlelere, kutsal sözlere, Tanrı, peygamber, aziz ve evliya isimlerine ve büyülü formüllere başvururlar. Görüldüğü gibi büyüler ne şekilde yapılırsa yapılsın, büyücü amacını gerçekleştirmek için, dinden, dinin kutsal saydığı değerlerden ve din dışı olaylardan faydalanmaktadır. Büyücüler, arzu edilenleri elde etmek için de her yola başvurmak istemektedir.


Büyüyü hazırlayan sebepler:


Büyüyü hazırlayan sebepleri şu şekilde sıralayabiliriz:


Büyüyü hazırlayan sebeplerin başında insan ve insanın psikolojik durumu yer almaktadır. Toplumdaki hastalıklar, yakınlarından birisinin ölmesi, geçirilen bir kaza, başa gelen kötü bir olay v.b. gibi durumlar insan psikolojisini etki altına almakta ve bu etkiden kurtulabilmek için de büyüsel işlemlere başvurulmaktadır. İnsanoğlu hayatının her döneminde çevresiyle ilgilenmiş ve özellikle etrafında olup bitenler insanın ilgisini çekmiştir. Anadolu insanı nedenlerini bilmediği tabiat olayları karşısında ister istemez ruhî olarak etkilenmiş ve bu etkiden de kendince büyü yoluyla kurtulmayı amaçlamıştır.


Esrarengize ve bilinmeyene karşı duyulan merak, inanç boşluğu ve sağlıklı bir din anlayışından yoksunluk, manevi duyguları tatmin etme arzusu, ekonomik ve sosyal problemler gibi nedenler, büyüye götüren sebepler arasında yer almaktadır.


İnsanların geleceği ve gaibi öğrenme konusundaki zaafları, onları çeşitli hayaller peşinde koşmaya itmektedir. Böylece insanlar çareyi büyüde aramakta; bir takım hayvanların organları, sesleri, hareketleri ve bazı nesnelerin durumundan, geleceğe dair bilgiler çıkarmaya çalışmaktadırlar.


İnsanda var olan bazı kuşku ve korkular, tedavisi mümkün olmayan hastalıklar, üzücü olaylar ve çaresizlikler büyü yaptırmayı gerekli kılmaktadır.


Cin peri ve dev inancının varlığı, insanı ve yakınlarını hayatın her döneminde korumak için bir kısım tedbirler almaya sevk etmektedir. Bu anlayışın varlığından dolayı, onların kötülüklerinden korunmak için uzaklaştırıcı büyülere başvurulmaktadır. Bu da büyücülerin ekmeğine yağ sürmekte ve bilinçsiz halk yığınlarının büyüye karşı beklenti içerisinde olmalarını sağlamaktadır.


Eşyanın özelliğini ve tabiat kanunlarını bilmemek, tabiatta var olan bazı bitki, hayvan ve ağaçların insan sağlığına iyi geldiği düşüncesi, şifa arama konusunda insanları buraya yönlendirmektedir. Bunun sonucunda da bu varlıklardan büyüsel işlemlerle fayda beklenmektedir. Şu halde varlıkların mahiyetini bilmemek, insanı yanlış ve kısır birtakım batıl uygulamalara sevk etmektedir.


Büyüsel uygulamalar ve batıl inançlarla ilgili yayınlar, büyü yaptırma konusunda etkili olmaktadır. Bugün dünyanın her yerindeki gazete, dergi, kitap ve televizyonlar çeşitli fal türleri ve astroloji ile ilgili yayınlar yapmaktadır. Bu sayede gelecekle ilgili yanlış ve zararlı bilgiler verilerek halkın ilgisi çekilmeye çalışılmaktadır. Bunun sonucu olarak da insanlar, merak ettikleri hususlarda büyüye başvurmaktadır. Sıraladığımız bütün bu nedenleri büyüyü hazırlayan sebepler olarak düşünmekteyiz.


Büyüde kullanılan araçlar:


Büyücüler, büyülerini yaparken birtakım materyal ve çeşitli araçlar kullanmaktadır. Büyü yapımında kullanılan araçları şu şekilde sıralamak mümkündür.


a) Muska ve tılsımlar


Bazı hastalıkların, kötülüklerin ve nazarın ortadan kaldırılması için kullanılan veya uğur getirdiği inancıyla üstte taşınılan nesnelere muska veya hamail denilmektedir. Gizli ve sihirli olduğu kabul edilen, esrarlı bir kuvvet taşıdığına inanılan ve üzerinde çeşitli şekil ve harfler yazılı olan varlıklara da tılsım denilmektedir. Bu nesneleri üzerinde taşıyanlar çeşitli hastalıklardan, bela ve musibetlerden korunacaklarına inanmaktadır.


Muska ve tılsımlar üzerine yazılan en meşhur eserlerden biri Ahmet b. Ali el-Bûni’nin “Şems’ül-Maarif’ül Kübra” isimli eseridir. Bu kitapta birçok tılsım ve şekiller yer almaktadır. Bu kitabın Türkçe çevirisi niteliğinde olan Seyyid Süleyman el Hüseyni’nin “Kenz’ül-Havas” isimli eserini incelemeye çalıştık. Bu kitapta yer alan bazı muska ve tılsımlardan örnekler vermek istiyorum:


“Bir kale, bir mesken veya herhangi bir yerin harap olmasını istersen, bir bal mumu üzerine “hayır hatemini” ve yine bal mumu üzerine “ şer hatemini” ismi verilen, sağında altı kollu yıldız ( Mühr-i Süleyman) ortasında çeşitli anlamsız şekiller ve solunda da yine altı kollu yıldız olan bir tılsım yazılır. Sonra harap olması istenilen yerin eşiğinin altına gömülür. Üzerine hamam suyu veya bulaşık suyundan biraz dökülerek, orasının ebedi olarak yok olması sağlanır” denilmektedir. Ne anlama geldiği tam olarak anlaşılmayan bu tılsımın başında ve sonunda yer alan Mühr-i Süleyman’ın varlığı, Yahudi büyücü ve gizemciliğinden etkilenmiş olabilir. Bununla ilgili başka bir uygulamada ise, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri kullanılmaktadır. Bu ayetlerin birisi büyü yapmak amacıyla bir yere gömülmekte ve kimsenin haberi olmaksızın çiğnetilmektedir. Özellikle bu uygulama da şu şekildedir : “Hicr Sûresi’nin 74. ayetini, Arap ayının son salı günü yedi kiremit veya taş üzerine yazarak, bunları harap olmasını istediğin bir yere atar veya gömersen, o hane veya o bölge harap oluncaya kadar ruhlar tarafından taşlanır” şeklinde bir ifade kullanılmaktadır. Ruhların zarar vermesi düşüncesi, bize şaman kültürünün bir kalıntısı olduğunu çağrıştırmaktadır. Çünkü kara şamanlar tarafından kötü ruhlar davet edilmekte ve istenilen zarar verilmektedir. Bu maksatla da kötü ruhların her türlü etkiyi yapabilmeme gücüne sahip olduğuna inanılmaktadır.


Diğer bir örnekte el-Hüseyni; bu hatem-i şerifi bir kağıt üzerine yazarak, üzerinde bulunduran ve üstünde taşıyan kimseye düşman tarafından hiçbir zararın isabet etmediğini ifade etmektedir. Altı kollu yıldız, Hz Süleyman’ın mührü olduğu için de cinlerin bundan çok çekindiklerini kaydetmektedir. Bu ifadeler, Hz. Süleyman’ın saltanatını büyü yoluyla elde ettiğini ileri süren peygamberimiz dönemi Yahudileri arasında yaygın olan düşünceden etkilenmiş olabilir. Yahudiler, Hz. Süleyman’ı bir kral olarak kabul etmelerine karşılık; Müslümanlar O’nun peygamberliğine inanmaktadır. Müslümanların bu inancının doğruluğuna Kur’an-ı Kerim açıklık getirerek; Hz. Süleyman’ın bir peygamber olduğunu, saltanatını da büyü yoluyla elde etmediğini ifade etmektedir.


Define bulmak için de yukarıda zikrettiğimiz “hatem-i şerif” ile Mühr-i Süleyman’ın bulunduğu tılsım kullanılmaktadır. Bunu da safran ile bir kağıda yazıp, onu bir horozun boğazına bağlayarak, bu hayvan define olduğu tahmin edilen yere bırakılmalıdır. O horoz herhangi bir yerde durup ayağı ile eşeler, gagasıyla kazar ve o yerin üzerinde öterse, define veya gömülü olan herhangi bir şey oradadır” denilmektedir.


Muska ve tılsımların yazılı olduğu kitaplardaki ifadelerin büyük bir çoğunluğu bazı ayet ve dualarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeleri de içermektedir. Şemsü’l-Maarif ve Kenzü’l-Havas yazarları bu kavramlara “Nurani İsimler” demektedir. Bu kavramlar şunlardır: “Tıhıf halışkathud hılşıkthur bahif tayhup hin lahştaf ifar kelşi li ismihi fe ecebe küllü hayyin lida’vetihi tırfıkış hışrat veytaş küllü şey’in hilnali’eşllimut hu’tşuhış”. Görüldüğü gibi anlaşılmayan kelimelerle konuya bir gizem katılmak istenmiş, inandırıcılığı kuvvetlendirmek için de biraz Arapça kelimelerin zamanla bozulmuş şekilleri serpiştirilerek büyünün bir uzmanlık alanı olduğuna ve gizli birtakım ögeler içerdiğine insanlar inandırılmaya çalışılmıştır. Daha birçok tılsımlı kelimelerden oluşan ifadeler bu eserlerde yer almaktadır.


b) Uğurluklar


Uğurluk, zararlı etkileri uzaklaştırmaktan çok, taşıyıcısına mutluluk ve başarı getireceğine inanılan bir uğur eşyasıdır. Uğurluklar bir çeşit pasif büyü aracı olarak da kullanılmaktadır. Bir eşyanın veya herhangi bir nesnenin uğurluk olarak kabul edilmesi, genellikle bir rastlantı neticesinde ortaya çıkmaktadır. Mesela; herhangi bir insan üzerinde bir objeyi taşımaya başlar, üzerinde taşıdığı andan itibaren işlerinin iyi gittiğini görünce de bu nesnede bir uğur olduğu hissine kapılır. Bunun sonucu olarak da taşıdığı eşyaya büyüsel bir anlam yüklemesi kaçınılmaz olur. Bu nedenle de uğurlukların çoğunun süs eşyası haline getirildiği görülmektedir.


Uğurlukların görüldüğü en eski dönem, Babil ve Eski Mısır’dır. Mısır’da hayvanların dişleri, kemikleri ve pençeleri ya boyuna asılır ya da ayak bağlarının üstüne bağlanırdı. Bundan başka Tanrı, cin, hayvan figürleri, el ve göz uğurlukları yaygın olarak kullanılırdı. Eski Mısır’da görülen bu uğurlukların bazıları Müslümanlara geçmiştir. İslam ülkelerinde ve Türkiye’de en fazla el ve göz şeklindeki uğurluklar nazara karşı kullanılmaktadır. Müslümanlar bu el figürüne “Fadime Ana eli”, Ön Asya’da yaşayan Hıristiyanlar da “Meryem Ana eli” olarak inanmaktadır. Yahudiler, kötülüğü uzaklaştırıcı veya kişiyi her türlü zararlı etkiden koruyucu olarak kabul ettikleri “el”in resmini duvar veya kapılarının üzerine astıkları gibi, üzerlerinde de taşımaktadır ve “Tanrının eli” diye nitelendirmektedirler. Uğurluklar içerisinde en yaygın olanı gözdür. Kuvvete karşı kuvvet ilkesince, kötü göze karşı çeşitli maddelerden yapılmış göz şeklindeki uğurluklar ülkemizde nazarlık olarak kullanılmaktadır.


c) İsim, sayı ve renkler


İnsanların kişilik özelliklerini yansıtan hususlardan birisi de isimlerdir. Bu nedenle yeni doğan çocuklara gelişigüzel bir isim verilmeyip, genellikle hayatı boyunca kişinin karakteri, geleceği ve başarısı üzerinde etkisi olacak isimler vermek adet olmuştur. İsim bir bakıma kişinin toplumdaki yerini ve varlığını da ifade etmektedir. Mesela Gürbüz ismi verilirken, bu işin psikolojik temelinde isim verilen çocuğun güçlü kuvvetli ve sağlam bir yapıya sahip olacağı inancı yatmaktadır. Bu örnekleri; Demir, Kaya, Tayfun v.b. gibi isimlerle arttırmak mümkündür.


İsimler insanların bir parçasını oluşturduğuna göre, isimler üzerine yapılacak ak, kara veya sempatik büyünün, “parçanın başına gelen bütünün de başına gelir” ilkesince, ismin sahibine yapılacak büyünün, tesir etmesi düşüncesi etkili olmaktadır. Bu nedenle büyücülükte isimler büyük bir rol oynamaktadır.


İslam ülkeleri ve ülkemizde yapılan büyücülükte, Allah’ın 99 ismi, peygamber, melek, cin ve şeytan isimleri de kullanılmaktadır. Halk inanışlarında Allah’ın isimlerinin büyüsel bir kudrete sahip olduğuna inanılmaktadır. Bu maksatla, Arap alfabesindeki bir kısım harfleri de kullanarak, karelere ayrılmış bir dikdörtgen çizip, “Ya Allah, Ya Hakim, Ya Adl, Ya Settar, Ya Kayyum esması 278 veya 518 defa okunursa ya da bir yere yazılıp üzerinde taşınırsa, yüce Allah tarafından o kişinin her türlü tehlikeden korunacağına, her dileğinin de yerine getirileceğine inanılmaktadır. Hatta bir elbise üzerine çizerek üzerinde taşıyan kişinin hiçbir işinin geriye çevrilmeyeceği düşünülmektedir. Görüldüğü gibi isimlerin büyücülükte önemli bir yeri vardır ve bu inanç halk arasında da büyük bir ilgi görmektedir.


Büyücülükte “cedvel” adı verilen, büyüsel geometrik şekillerden oluşan ve dört köşeli, çok köşeli bazen da yuvarlak simgeler kullanılmaktadır. Karelere bölünen bu şekillerin içlerine büyüsel güç ve özellik taşıdığı kabul edilen isimler ve işaretler yazılmaktadır. Bu cedvellerin içine Allah’ın isimleri, haftanın yedi günü, melek ve cin isimleri ve gezegen isimleri yazılarak bir takım etkiler elde edilmeye çalışılmaktadır. Bu uygulamalar muska ve tılsımlar için kullanılmakta ve Eski Mısır, İran, Hindistan ve Yahudi kültürlerinden Müslümanlara intikal ettiği kabul edilmektedir. Halk arasında cedvellerle büyü yaptırma anlayışı yaygın bir şekilde benimsenmektedir. Şu halde her şeyde bir esrar arayan insanoğlu, uygun bulduğu her türlü malzemeyi büyü yapmak amacıyla çekinmeden kullanmaktadır. Bu durum büyüyü, halkın nazarında etkili bir araç konumuna yükseltmektedir.


Büyüde sayıların rolü de çok büyüktür. Hemen her büyüsel inancın içerisinde değişik değerde sayılar vardır. Mesela, üç kere tükürmek, dört yol ağzına bir şeyler gömmek, yedi evden iplik toplamak, kırk gün yıkamak, kırk bir kere maşallah demek gibi ifadeler, sayıların büyüsel yönünü ortaya koymaktadır.


Halk inançlarında genelde 3, 7, 9, 40, 41 rakamlarında mistik bir yön ve büyüsel bir güç olduğu savunulmaktadır. Bu sayılardan 3 ve 7 yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Araplar, Hintliler, Çinliler, Ermeniler 7 sayısının mistik bir anlam taşıdığına inanmaktadır.

 


Mezopotamya, Babil ve Asur kültürlerinde rakamların psikolojik bir etki meydana getirdiğine inanılırdı. 3, 4, 5, 7, 15 sayıları uğurlu, 1, 2, 6, 10, 11, 12, 13 sayıları da uğursuz kabul edilirdi. M. Eliade; Eski Türk topluluklarında 7 ve 9 sayılarına verilen mistik önemin, Mezopotamya’nın etkisiyle oluştuğunu düşünmektedir. Bu sebeple Kamlar göğe yükseliş ve yer altına iniş törenlerinde, yedi ve dokuz gök katını temsil eden bir ağaca yedi veya dokuz çentik atarak Bay Ülgen’in yanına yolculuk yaparlardı. Kam, giysisine yedi göğü temsil eden yedi çıngırak takardı. Yedi sayısının gizeminden dolayı Kam adayı yedi gün yedi gece bilinçsiz bir şekilde yatardı. Bu sırada ruhlar da Kam adayının vücudunu parçalara ayırıp sırra erdirme sürecini yürütürlerdi. Türk halk inançlarında rakamların büyülü gücüne olan inancın, eski kamlık düşüncesinin etkisi ve İslâm’ı kabul ettikten sonra Arapların alfabe düzenlerinde her harfe bir sayı değeri verdikleri “ebced hesabı”nın etkisiyle şekillendiğini düşünmekteyiz.


Büyüde, tabiatüstü ve esrarengiz bir kudrete sahip olduğu düşünülen, genellikle birçok kareden meydana gelmiş, tılsımlı dua ve rakamların bulunduğu vefk adı verilen geometrik cedveller kullanılmaktadır. Özellikle Yahudilerin, Kabbala adını verdikleri mistik ve gizemli felsefeleri sayesinde Yahudi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların büyülü bir mahiyet taşıdığına inanılmaktadır. Kabbalistler falcılık, sihirbazlık, olacakları önceden keşfetme gibi işlerde kullanılan çeşitli garip formüller ve hesaplar geliştirmişlerdir. Kabalistler, Tevrat’taki Tanrı isimleri ve sıfatlarının harflerini iyi kullanmak suretiyle, harikalar meydana getirmenin mümkün olduğunu savunmuşlardır.


İslam dünyasında harflerin gizemini araştıran “Hurufiler” kabalistlerin etkisiyle, harflere tabiatüstü güçler ve anlamlar yüklemektedir. Ebced Hesabı yaparak, harflerdeki sayı değerinin tabiat üstü gücü ile, gelecekten haber verme, kolay doğum yaptırma, karı koca arasındaki sevgiyi artırma, şifa bulma, düşmanına zarar verme ve büyücülükte kullanmaktadır. Bir dileği gerçekleştirmek için, bir karenin içine dokuz kare daha çizilerek, dört köşesindeki harflerin sayı değeri 2, 4, 6, 8 gibi çift sayılar olarak ortaya çıkarsa, iyi bir dileğin gerçekleşeceğine inanmaktadır. Harflerin sayı değeri 1, 3, 5, 7, 9 gibi tek sayılar kullanılırsa kötü bir dileğin gerçekleşeceğini kabul etmektedir. Bu ve benzeri uygulamalar, sayıların büyücülükte önemli bir araç niteliği taşıdığını göstermektedir. Türk halk kültüründe 3, 7, 9, 40 gibi rakamlardan özellikle kırk rakamının önemli bir yeri vardır. Kırk günlük, kırklamak, kırk yıllık v.b. gibi sürelerin oynadığı rolün önemine binaen, bu rakamın mistik bir kuvvet kazandığına inanılmaktadır.


İsimler ve sayılarda olduğu gibi renklerin de büyülü bir takım güçler taşıdığı kabul edilmiştir. Özellikle beyaz, sarı, kırmızı, mavi, yeşil ve siyah büyülü renkler olarak kullanılmıştır. Türk milletinin de eski devirlerden başlayarak tarihi seyir içinde renklere çeşitli anlamlar ve manevi değerler kazandırdığı görülmüştür. Diğer milletlerde olduğu gibi, Türkler yeşili, dirilik, tazelik ve gençlik; sarıyı merkez ve hükümranlık; kırmızıyı da Tanrı, koruyucu ruh, ocak, dirlik, bağımsızlık sembolü olarak kullanmışlardır. Ak (beyaz) renk, eski Türk inançlarının etkisiyle ululuk, adalet ve güçlülük anlamlarını kazandığı görülmüştür. Al (kızıl- kırmızı) renk, “ Al ruhu” veya “Al ateş” isimleri verilen bir ateş tanrısı veya koruyucu bir ruhun varlığını sembolize etmek için kullanılmıştır. Yeşil renk ise, koruyucu ruh olarak inanılan Bay Ülgen’in yedi oğlundan birinin adıdır. Yaşıl (yeşil) Kaan olarak da kabul edilmiştir. Bitkilerin yetişmesi ve büyümesini düzenlediğine inanılmıştır. Türkler yeşil rengi hem eski inançlarından dolayı, hem de İslâmi inançlarından dolayı kullanmışlardır. Türkler Kam törenlerinde, bir ip üzerine asılmış gök (yeşil), kırmızı, sarı ve beyaz bezlerin Kama gök yolunu gösterdiğine de inanmışlardır. Bundan dolayı mavi rengin büyülü kudreti ile kötülükler ve nazardan korunacaklarını düşünmüşlerdir. Sarı renk, Türklerde dünyanın merkezinin sembolü olarak kullanılarak, Kam törenlerinde hayır ilahı Bay Ülgen’in altın kapılı sarayı ve altın tahtını sembolize etmektedir. Kara, kuzey yönünü, çetin ve zorlu kış şartlarını, toprağı ve kötü ruhları temsil etmektedir. Görüldüğü gibi renkler de büyücülükte önemli bir araç olarak kullanılmaktadır.


Yahudiler cinleri uzaklaştırmak için mavi rengi kullanmışlardır. Mısır, İran ve Hindistan’da kötülük ve nazarı uzaklaştırmak amacıyla mavi rengin büyülü gücüne başvurmuşlardır. Çin, Hindistan ve Avrupa’da kırmızı renk kötü ruhları, kötülüğü ve nazarı uzaklaştırmak için kullanılmakla birlikte, sarı, siyah ve beyaz renklerin büyülü gücünden de faydalanılmıştır.


d) Kutsal kitaplar


Bütün ilâhi dinler büyü ve büyü ile ilgili uygulamaları yasaklamaktadır. Buna rağmen büyücü, amacına ulaşmak için dinin kutsal saydığı değerlerine, peygamberlerine, azizlerinin isimlerine ve kutsal kitaplarına başvurur ve onlardan yardım almaya çalışırlar. Gerek Müslüman, gerek Yahudi, gerekse Hıristiyan toplumlarda büyücülükle uğraşanlar, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, Tevrat ve İncil gibi kutsal kitapların cümlelerini ve burada geçen isimleri, büyü formüllerinde ve işlemlerinde kullanmakta tereddüt etmezler. el-Hüseyni Kenzü’l-Havas isimli kitabının giriş kısmında bu konuyu şu şekilde ifade etmektedir:


“ İndirilmiş olan kitapların sırları cem etmesi, bütün şifa ve rahmetin kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in her bir ayeti, hatta kelime ve harfi bir fena bulmayan, fani olmayan havas hazinesi olup, bunlardan bin üç yüz küsür seneden beri istifade olunduğu, fayda görülüp feyz alındığı bilinmektedir. Bu sayede ne büyük azim ve harikalar meydana geldiği görülmektedir. İslâmiyetin zuhurundan evvel kâhin rahipler Tevrat ve İncil’in cümleleriyle keramet ibraz etmeye muvaffak olmuşlardır ki, bu iş erbabınca malumdur. Yazılan isimler, vefk ve tılsımlardan istenilen faydanın elde edildiği görülmüştür”. el-Hüseyni’nin bu görüşüne göre, Kur’an-ı Kerim’in sûre ve ayetleri, bir kısım hocalar tarafından bugün de, her türlü çareye baş vurduktan sonra iyileşmeyen hastalara, şifa bulmak amacıyla okunmakta veya muska olarak yazılmaktadır. Özellikle nazar isabet ettiğine inanılan kimselere nazar duası olarak; Fatiha, İhlas, Felak ve Nâs Sûreleri, Âyetü’l-Kürsî ve Kalem Sûresinin 51 ve 52. ayetleri hem okunmakta, hem de muska olarak yazılıp taşınmaktadır. Ancak el-Hüseynî’nin, Kur’an’ın gizli bazı özellikleri (havassı) olduğunu, bunların okunması ya da vefk ve tılsım şeklinde yazılmasıyla büyü kapsamına giren bazı işlerin yapılabileceğine dair sözlerini doğru kabul etmek mümkün görülmemektedir. Büyücüler, çoğu kez farkına varmadan, kimi zaman da bilinçli olarak diğer dinlerin kutsallarını büyü aracı olarak kullanmaktadır. Müslüman toplumlardaki bir büyücü, Hıristiyanlığa ait bir aziz veya meleğin ismini büyü formüllerinde kullandığı gibi; Yahudi büyücüsü de İslâm’ın kutsal kabul ettiği bir isim veya ayeti hiç çekinmeden kullanmaktadır. Büyücüler için yabancı bir din pek söz konusu değildir. O, elde etmek istediği bir şeye ulaşabilmek için her türlü aracı hiç çekinmeden kullanmaktadır. Nitekim el-Hüseyni’nin yukarıda kaydettiğimiz sözleri; büyücülükte Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, Tevrat ve İncil’in bölümlerinin başvuru kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır.


Kur’an-ı Kerim’in Arapça nazil olması, Arapça’nın halkın nazarında kutsal ve büyülü bir özellik kazanmasına sebep olmuştur. Bu da, Allah’ın isim ve sıfatları, peygamber ve meleklerin isimleri ebced hesabına göre harflerden ve rakamlardan meydana getirilen cedvel, vefk ve büyülü tılsımların güç ve kudretine inanmayı gerekli kılmıştır. Bir sûrenin veya bir ayetin kutsal gücünü rakamlarla anlatmaya çalışmanın nedeni, kanaatimizce büyünün herkes tarafından anlaşılmasını önlemektir. Diğer bir yönü de, ak büyü ile uğraşan kimselerin bu kutsal kelamı olduğu gibi yazıp, saygısızlıkta bulunma endişesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü içinde sûre ve ayetlerin yazılı olduğu muskalar, bazen bir cinsel iktidarsızlığı gidermek amacıyla, yazılan kişi için uygun olmayan vücudun bir yerinde taşınmakta, bazen de yazılışlarındaki gayeye göre ayakkabı ökçesinin içine, eşik altına ve duvar deliğine de konulmaktadır. 


e) Cinlerle ilişki kurma:


Cin kelimesi; örtmek, gizlemek, kapatmak ve saklamak anlamına gelen “cenne” kökünden türemekte ve görülmeyen varlıklara bu isim verilmektedir. “Cân” kelimesi de cin ve şeytan anlamında kullanılmaktadır. Cahiliye döneminde yaşayan Arapların meleklere de cin dediği bilinmektedir. Aynı zamanda cinin; Latince “Genius” kelimesinden elde edildiği ifade edilmektedir. Cinlerin tek ferdine “cinnî” denilmektedir. “Cân” kelimesi de cin ile eş anlamlı olup, Gûl ve ifrit, cinlerin çeşitli şekilleri olarak kabul edilmektedir.


Cinler; bedenleri dumansız ateş, hava, rayiha gibi maddelerden oluşmuş, akıl ve irade sahibi görünmez varlıklardır. Bu özelliklerinden dolayı da duyu organlarımızla algılanamazlar. Hayırlılarının ve şerlilerinin bulunması açısından da insanlarla benzerliği bulunmaktadır. Bu yüzden insanlar gibi inananları ve inkâr edenlerinin bulunduğu zikredilmektedir.


Câhiliye Arapları, tabiatın cinlerle dolu olduğuna ve bunların özel yöntemlerle kendi hizmetlerine alınabileceğine inanırlardı. Onlara göre, çöller ve yüksek dağlar cinlerle doluydu. Her cinin belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları, putların içini mesken tuttuğu kabul edilirdi. Her kabilenin veya birkaç kabilenin özel bir cini, bir kayası, veya bir ağacı bulunur ve dînî görevlerini burada yerine getirirdi. Aslında bu düşünce sadece Arapların değil, bütün Sâmi topluluklarla, ulu ağaçları, pınar başlarını ve büyük kaya parçalarının bulunduğu yerleri, ruhlar ve cinlerin meskun olduğuna inanan Türk topluluklarının da inancıdır.


O dönemde insanların cinlerle ilişki kurduğuna inanılmaktadır. Her putun bir cini olduğu kabul edilmekte, putların içinde bulunan cinlerin de kâhinlerle konuşup onlara gökte neler olup bitiyorsa haber verdiğine inanılmaktadır. Cahiliye Arapları putların içinde bulunduğunu iddia ettikleri cine “Hatif” adını vermektedir. Bazı hadislerde, Câhiliye döneminde cinlerin dünya semasında “kulak hırsızlığı” yaparak, meleklerden bir kısım haberleri alelacele kapıp çeşitli yalanları da ekleyerek dostları olan büyücü ve kâhinlere aktardığına inanılmaktadır. Bu sebeple de kâhinlerin söylediklerinin bazılarının doğru çıktığı nakledilmektedir. Kur’an-ı Kerim cinlerin haber çalmak için göğe çıktıklarını, ancak üzerlerine delici ve yakıcı ışınlar gönderilmek suretiyle buradan uzaklaştırıldıklarını anlatmaktadır. Bu konu ile ilgi diğer bir husus da şudur; Cahiliye dönemi insanları, büyücülerin, kâhinlerin ve şairlerin cinlerle irtibatlı olup, onlardan ilham aldıklarını kabul ediyorlardı. Cinlerin de gökten haber çalmaları dolayısıyla, onların ardından gökte kayan yıldızlar ve ışıklar atıldığına inanıyorlardı.


Cinlerin kulak hırsızlığı yoluyla haber çalmaya çalıştıklarını anlatan bir kısım rivayetler vardır. Hz Aişe’den nakledilen bir hadise göre: “Birtakım insanlar Rasûlullah’a kâhinlerin mahiyetini sordular. Hz Peygamber: “ Onlar hiçbir şey değildir” dedi. Oradakiler: “Ya Rasûlallah! Onlar bazen bir şey söylüyorlar da hakikat çıkıyor” dediler. O da: “Bu söz cinden işitilmiştir ki, cinler o sözü kulak hırsızlığı yapıp süratle kapar ve daha sonra dostunun kulağına, tavuğun tekrar tekrar seslenmesi gibi eğilip boşaltır. Onlar da bu sözün içine yüzlerce yalan karıştırırlar” buyurdu. Buraya kaydettiğimiz ayet ve hadislerden anlaşıldığına göre; geleceğe ait konularda cin ve şeytanlarla iletişim kurarak bazı haberleri, müneccim, kâhin, büyücü, bakıcı ve falcıların gönüllerine yerleştirdiklerini görüyoruz. Büyücüler de, insanlara kendi inandırıcılıklarını ortaya koymak için cinleri vesile yaptıklarını her seferinde dile getirmektedir.


Anadolu halk kültüründeki yaygın inanışa göre, cinler çoğu kez insanların aklını alıp onları şaşkın ve perişan eden, hastalıklara yol açan ve büyücülere aracılık ederek kötülüklere sebep olan varlıklar olarak bilinmektedir. Cinlere kurnaz ve sakınılması gereken varlıklar olarak inanılmaktadır. Bunların daha çok ıssız ve karanlık yerlerde yaşadıkları kabul edilmektedir. Anadolu’nun pek çok yöresinde, cinlerin kötü etkisinden korunmak için, hava karardıktan sonra ağaç altına kirli su dökülmez. Çünkü cinlerin ağaç kovuklarında oturduklarına inanılmaktadır. Akşam olduktan sonra hamamda fazla kalınmayarak, gece vakti cinlerin hamamlarda toplanıp eğlence düzenlediklerine inanılmaktadır. Karanlık çökünce eski veya terkedilmiş evlere, harabe yerlere ve değirmenlere girilmez. Çünkü buralar tekin yerler değildir.


Halk inançlarında cinler, insanlara görünmek istediklerinde bazen iri yarı bir zenci, bazen de kara bir köpek, keçi veya tavuk şekline girmektedir. Kendilerine iyiliği dokunan insanları ödüllendirmekte, saygısızlık yapanları cezalandırmaktadır. Bazı insanları etkisi altına alıp, kendi isteklerine alet etmekte veya kötü işler yaptırmaktadır. Hatta bazı insanlara aşık olan cinler, onlarla evlenmekte ve çocuk sahibi olmaktadır. Halkımız bu ve buna benzer düşüncelerin etkisinden kurtulmak için, hizmetinde iyi huylu Müslüman cinlerin olduğuna inandıkları “cinci hoca”ya gitmektedir. Bu sayede de cinlerin kötülüklerinden kurtulacaklarına inanmaktadır.


İnsanoğlu, tarih boyunca karşılaştığı birtakım hastalık ve sıkıntıları, bunların mahiyet ve sebeplerini bilmeyince, bu manada bilerek veya bilmeyerek cin ve şeytanlara mal etmiştir. Felç ve sara gibi hastalıkların sebebini bilemeyince de, bu insanların cinler veya şeytanlar tarafından çarpıldığını ileri sürmüştür. Geçmişte, cin ve şeytanların sebep olduğu ileri sürülen birtakım hastalık ve rahatsızlıklar, günümüzde ilaçla tedavi edilebilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır görüşlerini şu şekilde ifade etmektedir: “ Bu rahatsızlıklar, insanlık tarihi boyunca aslına vakıf olunamamış, gizli sebeplerden meydana gelen birtakım hastalıklar olduğu için cin ve şeytanlara nispet edilerek, “cin tutmuş, şeytan çarpmış” denile gelmiştir. Bu tür hastalıkların cin ve şeytana nispet edilmesi hakikat mi mecaz mı meselesi hep münakaşa konusu olmuştur…” Artık günümüzde birçok bedenî rahatsızlığın psikolojik sorunlar, stres ve gerilimden meydana geldiği bilinmekte ve dünyanın tıp otoritelerince kabul edilmektedir. Bu tür rahatsızlıkları cin ve şeytan çarpmasında aramak yerine, ruhsal birtakım nedenlerden kaynaklandığını araştırmak gerektiği kanaatindeyiz.


Büyü ile ilgili uygulamalar


Halkımız arasında yaygın olan kanaate göre, büyü yoluyla birtakım işlerin gerçekleştirileceği iddia edilmektedir. Bu konuyla ilgili olarak şunları ifade edebiliriz: Kadın ve erkeğin evlenmesini kolaylaştırmak, evlenen insanların cinsel arzularını yok etmek ya da yok olan arzularını geri getirmek, kısır olan kadınların kısırlığını önlemek, doğum yapmak isteyen kadının doğumunu kolaylaştırmak, çocuklarının düşmemesini sağlamak, konuşmayan ve yürümeyen çocukları tedavi etmek, karı koca veya bir başkasının arasına düşmanlık sokmak, sevgilerini artırmak, insanlara zarar veren hayvanların zararlarından korumak v.b. gibi hususlar büyü ile ilgili uygulamalar arasında yer almaktadır.

 


a) Evlilik


Aile, Türk toplumunda kutsal bir bağ olarak kabul edilmektedir. Evlilik, insan hayatının en önemli dönemlerinden birisidir. Hem kadın, hem de erkek için yeni bir başlangıcı ifade etmektedir. Her iki taraf da kurmuş olduğu bu bağın önemini kavrayarak, bir aile düzeni kurmak için çaba harcamaktadır. Bu nedenle bütün dinler evlilik kurumunu mukaddes kabul etmektedir. Evlilik yeni bir hayata ilk adımın atıldığı bir geçiş dönemidir. Bu sırada birtakım zararlı faaliyetlerin evli çiftleri etkilememesi için bazı önlemlerin alınmasını gerekli kılmaktadır. Gelini ve damadı bekleyen zararlı dış etkilerden korumak için bir kısım tedbirler almak gerekmektedir. Bu açıdan evlilik çağına geldiği halde kısmeti kapalı zannedilen kızların kısmetini açmak, damadın gerdek gecesinde cinsel gücünü bağlamak ve bağlandığı kabul edilen damatların bağlarını çözmekle ilgili uygulamalara çeşitli örnekler vererek konuya açıklık getirmek istiyoruz.


1. Kısmet açmak


Evlilik çağına geldiği halde bir türlü evlenme imkanı bulamayan kızlara halk arasında kısmeti kapalı gözüyle bakılmaktadır. Bu nedenle, kısmetinin açılmasını çabuklaştırmak için de birtakım uygulamalar yapmak gerekmektedir. Bu uygulamalar kızın kendisi tarafından yapıldığı gibi, yakınları tarafından da yapılmaktadır. Anadolu’da özellikle Doğu Karadeniz bölgesinde, Trabzon ve çevresinde kısmetin açılmasıyla ilgili uygulamaları şu şekilde sıralamak mümkündür:


Kısmeti kapalı ve evlenecek çağı geçmiş bir kızın kısmeti açılmak istendiğinde, büyücü tarafından; önce bir kağıt üzerine göz resmi çizilir. Gözün üstüne ve altına Arapça Allah lafzı yazılır. Gözün sağına ve soluna mim harfi de eklenerek, kağıt muska haline getirilerek yedi kat muşambaya sarılır. Yedi defa “ya-sîn” sûresi okunur, evlilik çağı gelmiş delikanlıların bulunduğu yere doğru üflenir. Sonra da kız bu muskayı koltuğunun altında taşır. Yedi sabah çeşmeye giderek üçer yudum su içer. “Ya Allah bu su gibi kısmetim açılıp aksın” der. Arada bir de evlenmek istediği gence görünür. Ancak onun yüzüne bakmaz. Bu şekilde kırk defa yapan kızın kısmetinin açılacağına inanılmaktadır. Bu muskayı kızın kendisinin yaptırması gerekmektedir. Eğer araya üçüncü bir şahıs daha girerse, muskanın uğurunun bozulacağı düşünülmektedir. Aynı zamanda bu uygulamalar Anadolu’nun pek çok yöresinde de yaygın bir şekilde yapılmaktadır.


Kısmeti kapanan kızların kısmetini açmak için yapılan diğer bir uygulama da şudur :” Düğünü olan bir kızın, gerdek gecesi duvağından bir tel kopararak, onunla kendisine büyü yaptırması gerekmektedir. Büyü yaptırmak isteyen kız, gelinin odasına girerek duvağından aldığı teli üç gün içerisinde cinlerle irtibat kurduğuna inanılan bir büyücüye götürür. Cinci de teli aldıktan sonra üzerine üç düğüm vurarak uçlarını boş bırakır. Her düğümün üzerine büyü yaptıranın adını yedi kez söyleyip üfler. Kızın saçından da üç tel alarak onları duvak teli ile birbirine dolaştırarak sarar ve yediye bükerek bağlar. Üç gün günde yetmiş kez “euzübillah” diyerek yere tükürür. Üçüncü günün sonunda telleri üç kat muşambaya, muşambayı da yeşil bir yamaya sarar. Bunları otuz üç dikişle diker, her dikişte büyü yaptıran kızın adını söyleyerek, “fâtihul-kısmet” der. Bu şekilde yapılan muskayı kısmeti bağlı olan kız, boynuna asarak taşır. Kırk gün içinde onun da bir isteyeninin çıkacağına, yani kısmetinin açılacağına inanılmaktadır. Bu büyüyü yalnızca yaptıran kızla yapan kişinin bilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde bu uygulamayı yapanın büyüyü bozacağı ve tutmayacağı kabul edilmektedir.” Büyülerin yapılışında dualar, renkler, günler ve sayılarında önemli bir rol oynadığı, bu uygulamadan anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu uygulama temas büyüsünün pratik bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.

 


Bu uygulamalardan başka Anadolu’nun birçok yöresinde Adana’da, Orta Toroslar’da, Gaziantep’te ve Afyon’da değişik şekillerde kısmet açma işlemleri yürütülmektedir. Bunlardan birisinde; kısmeti kapalı olan bir kız, Perşembe akşamı bir kilidi kilitler. Anahtarı yastığının altına koyarak sabah namazında ilk çıkana açtırır. Bu işlem üç cuma tekrarlanır. Bazen de kilidi dört yol ağzında açanlar olur. Kilit açma kızın kısmetini temsil etmektedir. Kutsal gün ve geceler vesile edilerek, kapandığı sanılan kısmetin açılacağı düşünülmektedir. Bu uygulamalar Anadolu halk inançlarının bir parçasını oluşturmaktadır.


2. Güveyi bağlamak


Bağlama işlemi daha ziyade evlilik esnasında genç gelinle, gerdek gecesinde damadın birleşmelerini ve cinsel isteksizlik duymalarını sağlamak için yapılmaktadır.


Bağlama büyüsü bazen geline, bazen damada ve bazen de her ikisine birlikte yapılmaktadır. Bir kısım bağlama örneklerinde, damadın kestiği tırnak bağlamak niyetiyle bir yere gömüldüğünde, damadın cinsel isteksizlik duyacağına inanılmaktadır. Bu uygulama taklit büyüsüne bir örnektir. Gelinin ilk adet kanının bulaştığı herhangi bir şey alınıp gün doğumunda kırk parmak derinliğinde toprağa gömülürse, evlendiğinde bağlı kalacağı kabul edilmektedir. Ayrıca kurt kanı ile sigara kağıdına özel tılsımlar yapılarak, damadın kapısının eşiğine tılsımı yapan kişi gömer ve arkasına bakmadan oradan uzaklaşırsa, damat dört ayın hilali oluncaya kadar eşi ile birleşemeyeceği kabul edilmektedir. Yapılan bu tılsım bir ekmeğin üzerine çizilir ve ekmek nikah sırasında damadın evinin köpeğine yedirilirse, damadın bağlı kalacağı düşünülmektedir. Bu uygulamalar Konya, Gaziantep, Merzifon, Rize, Adana, Hatay Kahramanmaraş, Hakkari ,Yozgat, Malatya gibi illerimizde uygulanmaktadır.

 


Yapılan büyülerde düğüm atmak da önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple her çeşit düğüm, insanlar için büyülü görünmektedir. Özellikle kara büyüyü uygulayanların en çok başvurduğu yöntem, herhangi bir şeyi düğümleyerek amaçlarını gerçekleştirmektir. Özellikle nikah ve gerdek gecesi bağlanması düşünülen damadın ismini anarak, herhangi bir ipi düğümlemek, nikahın kıyıldığı anda bir kilidi kilitlemek, açık bir makası kapamak gibi uygulamalarla cinsel yakınlaşmanın gerçekleşmeyeceği kabul edilmektedir. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde, özellikle; Sivas, Yozgat, Kütahya, Kahramanmaraş ve Kayseri gibi yörelerimizde bu uygulanmaktadır.


Kutsal kitapların, büyü ile ilgili uygulamalarda kullanıldığını daha önce açıklamıştık. Özellikle Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin büyücülükte kullanıldığını el-Hüseynî şu şekilde açıklamaktadır : “Bir kimsenin erkekliğini bağlayarak, cinsel isteksizlik ve ilişkide bulunmamasını sağlamak istersen, bir arşın uzunluğunda bir ip alarak, üzerine yedi düğüm atmalıdır. Her düğümü atarken de, el-Hakka sûresi’nin 28-32. ayetlerini okumalı, sonra da bağlamak istenilen erkek veya kızın isimlerini söylemelidir. Artık o andan itibaren o kimselerin cinsel ilişkide bulunmaları imkânsız hale gelir”. demektedir. Büyü yapmak için tavsiye edilen sûrenin ayetlerine baktığımızda, ne cinsel arzuyu bağlamak, ne de başka büyüleri yapmak amacıyla nazil olduğu görülecektir. Ayetlerin meali şudur : “Malım bana hiç fayda vermedi. Saltanatım da benden yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın. Sonra alevli ateşe atın. Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun” denilmektedir. Birkaç ayet öncesinde de, kitabı sol tarafından verilen günahkârların kıyamet günü başlarına gelenler anlatılarak öğüt verilmekte, onları dünya hayatında dikkatli davranmaları konusunda uyarmaktadır. El-Hâkka sûresinin 32. ayetinde geçen; “sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun” şeklindeki lafızlarını gören büyücü, bu ayetlerin cinsel arzuları bağlanmak maksadıyla kullanılacağını düşünerek bu ayetleri büyü yapmak amacıyla kullanmaktadır.

 


3. Bağlamayı önlemek veya çözmek


Gelin ve damadın cinsel istek duymaması ve bağlı oldukları için cinsel ilişkide bulunmaya güçlerinin yetmemesidir. Onları bu durumdan kurtarmak amacıyla yapılan büyülere, bağlamayı önlemek veya çözmek denilmektedir.


Kütahya, Sivas, Yozgat ve Kayseri gibi illerimizde, bağlı oldukları zannedilen kimseleri bu hallerinden kurtarmak için, ya nikah zamanını gizlemek, ya da büyüde kullanılan yöntemin tersini yapmakla cinsel isteksizliğin giderileceğine inanılmaktadır.


Büyünün etkisiz hale getirilmesi, Güneydoğu Anadolu, Orta Toroslar, Gaziantep, Kahramanmaraş, Kütahya, Konya, Hakkari ve Kars gibi yörelerde; atılan düğümün çözülmesi, kapalı olan kilidin, makasın veya bıçağın açılması ve birtakım duaların okunmasıyla gerçekleşmektedir. Özellikle nikah esnasında eller dizlerin üzerine konulmakta ve parmakların açık tutulmasına özen gösterilmektedir. Böylece bu büyünün etkisiz hale gelmesi sağlanmış olmaktadır.


Diğer bir uygulamada ise; bağlı olduğunu düşünen kişi, önce bir büyücüye başvurmakta, büyücü de şunları yaptırmaktadır: “ iki metre uzunluğunda bir ipe kolayca çözülebilecek şekilde yedi düğüm atılmaktadır. Ayrıca bir fincan su hazırlanıp, bağlı olan kişi, besmele çekip Felak sûresini okuyarak, ilk düğümün üstüne üflemektedir. Daha sonra da “benim için düşünülen büyüyü halleyledim” diyerek düğümleri birer birer çözerek yedinci düğüme kadar gelinmektedir. Düğümler tamamen çözüldükten sonra, ipi fincanın içindeki suya koyup suyu içmekte , sonra da ipi ateşe atıp yakmaktadır.” Bu büyü çözme işinde, yapılan uygulamanın tersi bir işlem yapılarak, düğümler tekrar çözülmekte ve istenilen hedefe varılmak istenmektedir. Sayıların ve ayetlerin gücünden istifade edilerek bu duruma bir gizem katılmak istenmektedir. Eski Türk inançlarının da etkisiyle ipi ateşte yakarak, ateşin temizleyici özelliğinden faydalanılmaktadır. Damadın cinsel isteğini bağlamayı önlemek için başvurulan diğer bir örneğe de şu şekilde yer vermek istiyoruz: “ Bağlandığını düşünen kişi, cinlerle ilişkisi olduğu kabul edilen bir büyücüye giderek durumunu anlatmaktadır. Büyücü de “Zilzal” sûresinden seçtiği birkaç ayeti bir kâğıdın üzerine aralıklı olarak yazmaktadır. Bu aralıklara birer zincir halkası biçiminde kıvrımlı çizgiler çizerek, her çizgiyi çizerken de “ İhlas” sûresini okuyup üflemekte, kağıdın dört köşesine bağlı olan kişinin adını da yazıp bir daire içine almaktadır. Sonra bu kâğıdı ılık suda ezerek eritmekte, “kırk besmele“ çektirip bağlanan kişiye üç yudumda içirmektedir. Suyu içen kişi bir ocağın başına gelip oturmaktadır. İnandırıcılığını göstermek isteyen büyücü, cinlerini çağırdığını göstermek amacıyla birtakım hareketlerle kırk “Fatiha”, yedi “ İhlas” okuyup ocağa üfleyerek büyülerin çözüldüğünü îma etmektedir. Bu uygulamalar bittikten sonra yedi buğday tanesine okuyup üfleyerek, bağlı olan kişiye vermekte, bu kişi de buğday tanelerini bir cuma gecesi evinin çevresinde ayrı ayrı gömüp, üzerlerine birer bardak su dökmektedir. Üç gece tanelerin gömüldüğü yeri kimseye görünmeden dolaşmaktadır. Gerdeğe gireceği veya hanımıyla buluşacağı gece, büyücünün verdiği muskayı sağ göğsünün üstüne içerden kimsenin görmeyeceği şekilde gömleğine iliştirmektedir. Yazılan bu muskanın içeriği şu şekildedir: Bir kağıt parçasına bir üçgen çizilerek, üçgenin içine Arap alfabesinden kırk bir “sin”, kırk bir “cim”, yedi “nun”, kırk “elif”, yirmi sekiz tane eski rakamlarla dört sayısı yazılmaktadır. Bu kâğıt üçe katlanarak boş kısımlarına erkeğin adı yazılarak, yine üçe katlanmakta, üç kat muşamba ve iki kat beze sarılıp dikiş atılmadan mumla yapıştırılmaktadır. Erkeğin başarıya ulaşmasıyla birlikte, muska ıssız bir yerde toprağa gömülmektedir”. Böylece damat bu rahatsızlığının ortadan kalktığına inanmaktadır. Aslında bu ve buna benzer rahatsızlıklar, psikolojik ve heyecana bağlı rahatsızlıklar olup, geçici hastalıklar olduğu bilinmektedir.

 


b) Doğum


Doğum, insan hayatının önemli ve mutlu bir olayı olarak kabul edilmektedir. Türk toplumunda bir sevinç kaynağı olduğu gibi, aynı zamanda tabiatın da sırlı bir olayı olarak da düşünülmektedir.


İnsanlar genellikle yeni bir başlangıç olan doğum olayını, zararlı dış etkiler ve tabiatüstü güçlerin tesirinden gelen tehlikelerden korumak için bir takım çarelere başvurmak gerektiğini düşünmektedirler. Anadolu’nun birçok bölgesinde, doğumun gerçekleşeceği zamana kadar birtakım âdet, batıl inanç ve büyü ile ilgili uygulamalar bulunmaktadır. Bu uygulamalarla ilgili pratikleri aşağıda misaller vererek açıklayacağız.


1.  Kısırlığı gidermek


Türklerde soyun devam etmesi için çocuğun varlığı, özellikle erkek çocuğa sahip olmak çok önemsenmektedir. Bunun için de soyunda kısırlık görülmeyen ailelerin kızlarıyla evlenilerek, ileride soyunun devam etmesi sağlanmış olmaktadır. Buna rağmen evlendiği kadın gebe kalamıyorsa, bu durumda pek çok çareye başvurulmaktadır.


Evlendiği halde birkaç yıl çocuğu olmayan bir kadının kısa sürede gebe kalmasını sağlamak için Trabzon, Giresun ve Rize gibi yörelerimizde şu yollar denenmektedir: “ Bir kırlangıç avlandıktan sonra sol kanadı bütün olarak kesilip alınmakta, üç gün ay ışığında bırakılarak, kısır kadının da adı söylenip, kuşun kanadı bir ocağın çevresinde yedi kez döndürülmektedir. Bu sırada kırk defa “ya Kâdir” cümlesi okunarak ocağa üfürülmektedir. Kuş kanadı üzerine kadının ismi yazılarak bir muşambaya sarılmakta ve bir ipek iplikle bağlanıp bir kıyıya bırakılmaktadır.” Ülkemizde tıbbın imkanlarının gelişmediği dönemlerde görülen bu uygulamaların diğer bir örneği de şöyledir: “Cinlerle irtibatı olduğu sanılan bir büyücüye müracaat edilmektedir. Büyücü gebe kalamayan kadının boğazına “Yasin” sûresini okuyup üfleyerek, yedi sabah, ezandan önce aynı şekilde okunma işlemi yapıldıktan sonra muşambaya sarılı kuş kanadını kadının yattığı odanın saçağına saklamaktadır. Büyücü, kadına yedi günden sonra kendisinin hazırladığı ve okunmuş diye tabir ettiği şerbeti içirmektedir. Kadının göbeğinin biraz altına “Fetih” sûresini yazdıktan sonra, ılık su ile silmektedir. Üç kez “Zilzal” sûresini okuyup, yazının silindiği yere üflemektedir. Kadın evine dönüp yıkanarak, iki rekat namaz kıldıktan sonra tövbe edince, kısırlığının gideceğine inanılmaktadır. Bu büyü kadının aybaşı oluşundan dört ya da altı gün sonra yapılarak, aybaşı dönemlerinde kırk gün sürdürülmektedir. Bunu yalnız kadınla büyücü bilmelidir. Üçüncü bir kişinin duymasıyla büyünün etkisinin ortadan kalkacağına inanılmaktadır.” Bu ve bunun gibi uygulamalarda, sûre ve ayetlerin mahrem biri tarafından göbeğin altına yazılarak, tekrar silinmesi işleminin hoş karşılanması düşünülemez. Şu halde büyü, acizlik ve güçsüzlükten doğmaktadır. İnsan isteğine ulaşamayınca, istediğini elde edebilmek için büyüye başvurmaktadır. Bu sayede olayları kendi gönlünce oluşturmanın yöntemi ve özlemini duymaktadır.


İstanbul, Balıkesir ve Bursa gibi illerimizde kısırlığın giderilmesi ve gebe kalınması için başvurulan diğer yöntemleri de şu şekilde sıralayabiliriz:


“Kısır kadın, çocuk sahibi olabilmek için, yeni doğurmuş bir kadının çocuğunun eşi üstüne oturtulmaktadır. Ya da çok çocuk sahibi bir erkeğin ceketini giyip, yatmakta veya çok çocuklu bir kadının evindeki kıl çuval ile yuvarlanmaktadır.” Bu ve buna benzer uygulamalar, doğurganlık özelliğine sahip kişilerle bir şekilde bağlantı kurarak, gebe kalmayı hedeflemektedir. Bu durum, bir insanla ondan ayrılan bir parça arasındaki temasın, bir birini etkileme gücünden kaynaklanan temas büyüsüne bir örnektir.


2. Doğumu Kolaylaştırmak


Doğum esnasında oluşabilecek güçlükleri gidermek, doğumun kolay olmasını ve çabuk bir şekilde doğumun gerçekleşmesini sağlamak amacıyla bir kısım yöntemlere başvurulmaktadır. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde özellikle, Erzincan, Erzurum, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te uygulanan bu yöntemlerden bazıları şunlardır : “Öncelikle bazı yatır ve evliya türbeleri ziyaret edilerek, dualar yapılmakta, kilitli olan her şey açılmaktadır. Özellikle kapı, gebe kadının saçlarındaki örgüler, düğümler, tarladaki çitler ve kilitli sandıklar açılmaktadır”. Çocuğu kötü ruhların etkisinden korumak için, evdeki yüklüğün üstüne bir beyaz bez serilip, ateş üstüne bir parça yağ atılmaktadır. Bu uygulamalar Kazak Türkleri arasında da görülmektedir. Ateş kültünün izlerini taşıyan bu inançlar ve yatır ziyaretleri, ata ruhlarını memnun etme inancının, günümüzde de varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Böylece doğumun kolay ve sıkıntısız olmasına çalışılmaktadır.


Bir saksı üzerine bir kare çizilerek, çizilen karenin içine dokuz kare daha çizilip, bütün karelerin içindeki sayıların her yönden toplandığında, toplamlarının on beş olmasına dikkat edilmektedir. Vefk adı verilen bu tılsımlı karelerle birlikte yeni ve kullanılmamış bir çanağın üzerine de “Fatiha” sûresi yazılarak, bal şerbeti, yağmur suyu veya zemzem suyu ile silinerek doğum sancısı çeken kadına içirildiğinde, doğumun kolay olacağına inanılmaktadır. Bu uygulamada dikkat çeken husus, büyülü rolleri olduğu kabul edilen isim, sayı ve ayetlerin kullanılmasıdır. Zemzem veya yağmur suyunun taşıdığı sanılan gücün, içirilmek suretiyle gebe kadına geçeceği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bu uygulamada da temas büyüsünün izleri görülmektedir. “Fatiha” kelimesinin taşıdığı anlamdan dolayı, çocuğun dünyaya geliş yolunun açılmasını sembolize ettiğini düşünmekteyiz.


Sivas ve çevresinde yapılan bir diğer uygulamada da; doğum yapacak kadında gebelik belirtileri veya sancılar başlayınca, ya bir güvenilir kadınla ya da tek başına doğumu kolaylaştırmak amacıyla muska yazdırmaya büyücüye gidilmektedir. Birinci gün; kadın, büyücü tarafından okunan şerbeti üç yudumda içerken, büyücü de besmele çekip kadına doğru üflemektedir. Daha sonra “Nas” sûresini okuyup kadının çevresinde bir defa dönmektedir. İkinci gün; büyücü, kadını bir iskemleye oturtarak, üç “ İhlas”, üç defa da “Fatiha” sûresini okuyarak karnına üflemekte ve kadının göğsüne üç damla ılık su damlatmaktadır. Suyu damlatırken de yedi defa “maşallah sübhanallah” diyerek göğsüne doğru üflemektedir. Bir süre sessiz kalarak, tekrar kadının çevresinde dönüp, kırk “Sünhanallah”, kırk “ İnşallah”, yedi “Ya Hayyulkayyûm” ve bir defa da “Eşhedüenlailaheillah” deyip, kadının başına, yüzüne ve dizlerine üflemektedir. Sonra da okunarak soyulmuş bir elmanın yarısını yedirmektedir. Kadın elmayı yerken büyücü de “Kamer” sûresini seslice okumakta ve sûre bitince “euzübillah ya Allah” diyerek kadına doğru tükürür gibi yapmaktadır. Üçüncü gün ise; bu işlemler tekrarlandıktan sonra, eğer bir muska yazılmışsa kadının boynuna takılmaktadır. Yazılmamışsa, yedi gün içinde bir sabah ezanından sonra gelip muskayı almasını; ancak gelirken kimseden habersiz ve gizli gelmesini söylemektedir. Yoksa muskanın etkili olmayacağını ifade etmektedir. Kadına, muskayı sadece yıkanırken çıkarması gerektiğini, yıkandığı yerde de yüksekçe bir yere koymasını veya asmasını telkin etmektedir. Bu muskayı üzerinde taşıdığı sürece gebelik sıkıntılarından, doğum sancı ve ağrılarından kurtulacağını ifade etmektedir. Doğumdan yedi gün sonra muska çıkarılıp, yatak odasında yüksekçe bir yere konup, bir daha gebe kalındığında tekrar muska boyuna takılmalıdır. Bu şekilde yapılan uygulamalar hem büyüyü yapana, hem de muskaya özel bir önem atfedilmesini sağlamaktadır.


3. Çocuğun düşmesini önlemek


Anadolu’da bazı kadınlar, doğacak çocuklarını düşürmemek için bir takım büyüsel işlem ve inançlardan faydalanmaya çalışmaktadır. Sık sık çocuk düşüren kadınlar için de “mekirli, tıpkılı ve tıvgalı” gibi deyimler kullanılmaktadır. Bu ifadeler, bir çeşit öldürücü ve kötü bir ruhun varlığını düşündürmektedir. Bu durumda olan kadınlar her nereye giderlerse gitsinler, içinde bulundukları hal kendilerini takip etmektedir. Buna benzer rahatsızlıklardan kurtulmak için de Sivas, Tokat, Zile ve çevre illerde şu uygulamalara başvurulmaktadır : “Bir kertenkele yakalanarak, bir teneke kutu içine diri diri hapsedilmektedir. Doğum yapacak kadının bu kutuyu muska haline getirip, boynunda taşıması gerekmektedir”. Bu uygulamada çocuğun düşmesine sebep olan ölümün, bir başka şeye geçmesi sağlanmaktadır. Bir başka işlemde de; anne doğacak çocuğu için hazırladığı toprağı (höllük) karnına sürdükten sonra, yeni doğmuş bir çocuğun evine gizlice dökmektedir. Böylece, doğacak çocuğu için hazırladığı toprağı karnına sürerek ölümün kendisinden uzaklaşıp, yere temasını sağlamaktadır. Toprağı yeni doğmuş çocuğun evine serperek de, bu çocuk gibi kendi çocuğunun da düşmeden doğumunu sağlamayı hedeflemektedir.


Çok çocuk düşüren kadınların düşük yapmalarını önlemek için başvurulan yöntemlerin bazılarında da şu uygulamalar yapılmaktadır: ” Doğuma hazırlanan kadın bir büyücüye götürülüp, büyücü tarafından beline bir ip bağlanarak, ipin ucuna da bir ilmek atılmaktadır. Büyücünün okuduğu bir kilit, ipin bir yerine bağlanarak kilitlenmektedir. Kadın doğum yaptığında da kilit tekrar açılmaktadır.” Bu sayede çocuğun düşmemesine çalışılmaktadır. pin bağlanması çocuğun yaşaması ve düşmemesini sembolize etmektedir.


4. Yaşamayan çocuklarla ilgili uygulamalar


Bazı kadınların doğan çocukları ya doğumdan birkaç gün sonra, ya da birkaç yaşına gelmeden ölmektedir. Halk arasında çocuğun dünyaya gelmesi, onun birtakım kötü ruhların etkisine maruz kalacağı düşüncesini de akla getirmektedir. Bu düşünceden hareketle, birtakım büyüsel uygulamaya müracaat edilmektedir. Çocukları yaşamayan veya belli bir müddet yaşayıp da ölen aileler, çocuklarını hayatta tutabilmek için; Sinop, Ordu, Antalya, Balıkesir, Kayseri, Çorum ve Yozgat gibi illerimizde şu pratikleri uygulamaktadır:


“Dünyaya gelen çocuğu, çocukları hiç ölmemiş bir kadın satın alarak, gömleğinin içinden üç defa geçirmektedir. Bu kadın çocuk emzirilmeden önce onu alarak delik bir kayadan üç defa geçirmektedir. Çocuğun kayadan geçirilişinde, kayaya bir nal çivisi çakılmaktadır. Kadın hiç kimseyle konuşmadan ve arkasına bakmadan oradan uzaklaşmaktadır. Böylece çocuğu fazla yaşamayan kadın, çocuğunu satarak, bu satma işlemiyle çocuğuna ilişeceğini düşündüğü kötü ve öldürücü ruhun etkisinden, artık onu sattım benim değildir diyerek kurtarmak istemektedir. Çocuğu satın alıp gömleğinin içinden geçiren kadın da, bu çocuk artık benimdir demek suretiyle çocuğun ölümünü engellemeye çalışmaktadır. Kayadan geçirme ve kayaya çivi çakma işlemiyle de, ölümün kayaya isabet etmesini ve çocuğun kaya gibi sağlam olmasını ifade etmektedir.


Ülkemizde al basması olarak bilinen ve genellikle lohusa dönemindeki kadın ile yeni doğan çocuğun kırk günlük süre içinde, kırk basması tabiriyle ifade edilen cin, şeytan ve kötü ruhların etkisine uğradığı düşünülerek, çocukların yaşamadığına inanılmaktadır. Bu durumda çocuğun ölümünü engellemek için muska yazdırma geleneğine başvurulmaktadır. Yazdırılan muskayı anne babanın taşıdığı gibi, çocuk da taşımalıdır. Çocuğu muskayı yazacak büyücülere ya babası ya da güvenilir bir kişi götürmelidir. Çünkü anne kırkını doldurmadığı için dışarı çıkmamalıdır. Muskayı yazacak kişi çocuğu kucağına alarak “Subhanallah Maşallah” diyerek yanan ocağın üzerinde yedi defa dolaştırmaktadır. Bu arada Kur’an’dan kısa sûreler okuyarak hem ocağa, hem de çocuğa üflemektedir. Çocuğu yüksekçe bir yere bırakarak, bir kağıdın üzerine düz bir çizgi çizmektedir. Kur’an’dan kısa bir sûre yazarak, kağıdı ılık bir suda ezdikten sonra; o sudan çocuğun yüzüne üç damla damlatırken de yedi defa “ya Hay” demektedir. Kalan suyu da çocuğu getirene vererek, yıkanması esnasında, çocuğun yıkanacağı suya katmasını söylemektedir. Bu uygulamada, çocuğun ocak üzerinden geçirilmesiyle, ateşin temizleyici özelliği ve kötü ruhları kovmasına vurgu yapılmak istenmektedir. Bu sayede çocuğun yaşamasını temin ederek, ölmemesi sağlanmış olmaktadır. Muskaları sadece büyücüler yazmamakta ve her muska büyü anlamına gelmemektedir. Ülkemizde acze düşen insanlar her çareye başvurduktan sonra son çare olarak muska yazan bazı hocalara da müracaat ederek, Kur’an ayetlerinin şifa özelliğine sığınmaktadır.


Diğer bir uygulamada da; yapılan bu işlemlerin sonunda muskayı yazan kişi, bir kağıda çocuğun alnı büyüklüğünde bir daire çizerek, dairenin ortasına çocuğun ismini, ismin çevresine “Nuh” sûresinin bazı ayetlerini yazıp, dairenin etrafına da yüz bir nokta koyarak, yedi “mim”, üç “elif”, yazmaktadır. Bu uygulamalar çocuğun Nuh peygamber gibi uzun süre yaşamasını sembolize etmek içindir. Dairenin çevresindeki yüz bir nokta da çocuğun yüz bir yıl yaşaması dileğini, “mim”ler peygamberimiz Hz Muhammed’in (S.A.V) aracılığını, “elif”ler ise Allah’ın yardımını dilemeyi göstermektedir. Bu muskayı taşıyan çocukların kolay kalay ölmeyecekleri kabul edilmektedir. Bu tür uygulamalarla halkımız çaresizlik içinde çocuk özlemini gidermenin yollarını aramak için başvurmaktadır. Genelde de büyü yöntemini bir çıkış yolu olarak görebilmektedir.


5. Geç yürüyen çocuk


Normal süresi içinde yürümeyen veya yürümesi geciken çocukların yürümesini teşvik etmek için, halk arasında bazı uygulamalar yapılmaktadır. Özellikle yürümeyi taklit eden oyunlarla, yatırları, evliya kabirlerini ve kutsal bilinen mekan ve kişileri ziyaret ederek, onların yardımına sığınmak ve bu tür özürlerden kurtulmak için birtakım işlemler yapılmaktadır. Yürümeyi teşvik etmek için Sivas, Zara ve Ereğli gibi yörelerimizde yapılan uygulamalar şunlardır:


Yürümesi geciken çocuğun ayağına kırmızı bir ip bağlanarak, önüne çocuğun sevdiği yiyecekler konulduktan sonra, iki kişi gelerek, birisi çocuğun önündeki yiyecekleri alıp kaçmaktadır. Diğeri de çocuğun ayağındaki ipi kestikten sonra arkadaşını kovalamaktadır. Bu uygulamada yürüme yeteneği ve koşmayı taklit ederek, çocuğun yürümesini engelleyen durumu ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Çocuğun ayağındaki ipi çözmek de, ayaklarının bağının çözülmesi ve yürümesini sağlamak içindir. Yine geç yürüyen çocuğun iki ayağı bağlanarak, ayağına sağlam bir kadının eline bir makas verilerek, Cuma günü bir camiye gönderilmektedir. Çocuğun ayağındaki bağ, camiden ilk çıkan kişiye kestirilmektedir. Böylece dinin de gücünden faydalanılarak çocuğun yürümesine çalışılmaktadır. Bu uygulama bazı yörelerimizde yeni yürümeye başlayan çocukların düzgün yürümesi için adak kesme diye yapılmaktadır. Bir diğer uygulamada ise; ayın ilk Cuma gününden başlayarak, üç Cuma salâ verilirken, çocuk herhangi bir şey içine konularak veya kollarından tutulup sallanılarak yapılmaktadır. Sallanırken de “salladım salâya, yürüsün öbür cumaya” cümlesi söylenmektedir. Yapılan bu işlemler, günümüzde tıbbın imkanlarına başvurmadan hala varlığını sürdürmektedir. Bu uygulamalarla, çocuğun nasıl bir hastalığa tutulduğu araştırılmadan, büyüsel işlemlere müracaat edilmektedir.


6. Konuşmayan veya geç konuşan çocuk


Vaktinde yürümeyen çocukta olduğu gibi, zamanında konuşmayan veya geç konuştuğu düşünülen çocukların da bu kusurunu gidermek için bir takım çarelere başvurulmaktadır. Bu durumda olan çocuklar için de başvurulan yöntem, taklit büyüsüne benzeyen yöntemlerdir. Bu uygulama için Gaziantep, Sivas, Zara, Şarkışla ve Ereğli gibi yörelerimizde şu işlemlere başvurulmaktadır:


Konuşmayan veya geç konuşan çocuklar, bir ziyaret yeri veya camiye götürülerek, buranın anahtarı çocuğun ağzına sokulup, döndürülmektedir. Yine dili dönmeyen çocuğun ağzına Cuma günü müezzin sala vermek için minareye yöneldiğinde, kapıyı açmadan önce anahtarı çocuğun ağzına koyarak açmaya çalışmaktadır. Bu uygulamalar, bir şeyi açmayı hedefleyen bir araçla yapıldığında, kişiyi de maksadına ulaştıracağı düşüncesinden doğmaktadır. Dolayısıyla taklit gerçeğinden yola çıkılarak böyle bir işleme müracaat edilmektedir.


Bir başka uygulamada da, geç konuşan çocuğun dilinin altındaki dil bağı kesiliyor gibi yapılarak dilinin çözülmesine çalışılmaktadır. Diğer bir işlemde ise, geç konuşan çocuk ahırdaki hayvanların yem yediği yere bağlanarak; “malsan mele, insansan söyle” ifadesini söylemek suretiyle dilinin bağı açılmaya çalışılmaktadır. Bu işlemlerde de benzer benzeri doğurur prensibinden faydalanılmaktadır. Halk arasında yapılan bu uygulamalarla, taklit büyüsüne başvurularak, çocuğun konuşması sağlanmak istenmektedir.


c) Karı-kocanın arasını ayırmak


Anadolu halk inanışlarında karı kocanın aralarına soğukluk vermek, sevgilerini söndürmek, aralarına kin ve düşmanlık sokmak ve ayrılmalarına sebep olmak için birtakım büyüsel uygulamalar yapılmaktadır. Karı-kocanın arasını açmak isteyen büyücülerin ortak fenomeni domuz olmaktadır. Her halükârda ondan yararlanan büyücüler, onun etini, yağını ya da kıllarını büyüde bir öge olarak kullanarak, maksada ulaşmayı denemektedir. Özellikle Doğu Karedeniz bölgesinde başvurulan uygulamalardan bazı örnekler şunlardır:


Karı ile kocanın ayrılığını isteyen kimse, domuz yağını yemeğe yetecek kadar bir parça kestikten sonra duman isiyle kurutup, ayrılması istenilen kişiye yedirmelidir. Bu yemek yedirilmeden önce yedi rekat namaz kılmak gerekmektedir. Ancak namaz kılarken kıbleye değil mezarlığın bulunduğu yöne yönelmek gerekmektedir. Eğer mezarlık kıble yönünde ise, namaz gizlice mezarlık yakınında, mezarlığa yönelerek kılınmalıdır. Domuz yağı, ayrılması istenilen kişilerin yemeğine katıldıktan sonra, kırk bir defa “ya Sübhanallah” çekilerek, geriye doğru üflendiğinde, üç gün bu yağın katıldığı yemekten yiyen kişilerin aralarında bir düşmanlık ve nefretin başlayacağına inanılmaktadır. Bu uygulamada kılınacak namazın kıbleye değil de mezarlığa doğru olması, büyünün gayesinin, dinî ögeleri de kullanarak amacını gerçekleştirmeyi düşündüğünü ortaya koymaktadır.


Birbirlerinden ayrılması istenilen kişilerin, evlerinin çevresinde bir cuma gecesi üç defa gizlice dolaşarak, üç tel domuz kılı alınır. Daha sonra üç defa Fatiha, üç defa da İhlas sûreleri okunarak kıllara üflenir. Bu esnada büyü yapılanların isimleri söylenir. Domuz kılları ikinci cuma gecesi, çevresinde dolaşılan evlerin etrafına, bir üçgen oluşturacak biçimde toprağa gömülürse, o evde oturan karı koca, kıllar çürüyüp yok oluncaya kadar birbirlerinden uzak durmaya ve yalnız kalmaya çalışırlar.


Bu büyülerle ilgili yapılan işlemlerde taklit büyüsünden istifade edilmektedir. Yapılan diğer bir uygulamada ise; ayrılması düşünülen kişilerin isimlerinden faydalanılmakta ve bu uygulamalarda, kaşıklar kullanılmaktadır. Kaşıklar bu kişilere benzetilip, ayrılık amaçlanmaktadır. Ayrılık amacıyla başvurulan bu uygulamalar şu şekilde yapılmaktadır: Bir tahta kaşığa ayrılmak istenen karı ile kocanın isimlerini veya tek başına ayrılması düşünülen kişinin ismini yazarak, kaşıklar arka arkaya getirilmektedir. Yeni ölmüş veya gömülmüş birinin mezarı açılarak, mezardan bir kefen parçası alınıp, kaşıklar buna sarılmak suretiyle mezara gömülmektedir. Bu işlemden sonra ayrılmak istenen kişilerin birbirlerine ölü gibi davranacağı düşünülmektedir.


Kur’an-ı Kerim’in bazı sûre ve ayetleri, karı ile kocanın arasına kin, nefret ve düşmanlık sokarak ayrılmalarına sebep olmak için büyü yapmak maksadıyla kullanılmaktadır. Bu konuda büyücüler şu uygulamayı yapmaktadır: “ iki kişinin arasını açmak, aralarına kin ve düşmanlık sokmak istediğin de, Münâfikûn sûresinin ayetlerini temiz bir kağıda yazarak, ayrılması istenen kimselerin bulundukları yere gizlice koymak veya yazılan ayetleri gömmek gerekmektedir.”


Diğer bir işlemde ise; “ beyaz bir bal mumu alınarak, bal mumundan iki insan şekli yapıldıktan sonra, bunlardan her birinin üstüne, ayırmak istenilen kişilerin her birinin annesinin ve kendilerinin isimlerini yazılmalıdır. Sonra büyükçe bir kağıda Münâfikûn sûresi ile kağıdın üzerine bal mumundan yapılan o iki insan şeklini sırt sırta gelecek şekilde yerleştirmelidir. İki adet küçük dikiş iğnesini de bal mumlarının arasına koyarak, iğnenin ucu ile başının şekillere batmayacak biçimde yerleştirilmelerine dikkat edilmelidir.

 


Sonra da o kağıtları özenle şekillerin üzerine bükerek sarıp, küçük bir paket haline getirmelidir. Bu paket eski bir kabir içine gömüldüğünde, isimleri yazılı olan kişilerin bir daha bir araya gelemeyecekleri ve aralarındaki kin ve düşmanlığın devam edip gideceği ifade edilmektedir.” Bu uygulamalardan da anlaşıldığı gibi, Kur’an ayetleri insanlar arasına fitne ve nifak sokmak, fal bakmak ve büyü yapmak amacıyla değil, yeryüzünü ıslah etmek, dünya ve ahirette huzur ve mutluluk sağlamak amacıyla indirilmiştir. Münâfikûn sûresinde yüce yaratıcı münafıkların durumlarını, tutum ve davranışlarını anlatmaktadır. Ancak büyücüler bu sûreyi karı-kocanın arasını ayırmak, kin ve nefret sokmak amacıyla kullanmaktadır.


d) Karı-kocanın arasını düzeltmek


Halk arasında, büyü yapılarak ayrıldıkları düşünülen ve birtakım sebeplerle aralarına uyuşmazlık giren karı kocanın; tekrar kavuşmaları ve aralarındaki sevgi bağının yeniden oluşması için birtakım büyüsel işlemlere başvurulmaktadır. Genellikle bu büyülere ak büyü denilmektedir. Karı kocanın aralarını düzeltmek için başvurulan yöntemler şunlardır:


Özellikle karı ile kocadan herhangi biri, araya bir aracı koymadan gizlice bir büyücüye gitmektedir. Büyücü, karı-kocanın aralarındaki gerginliğin nedenlerini araştırdıktan sonra, olayın kaynağını bir de cinlere sormak gerektiğini söyleyip, cinlerden yardım almanın gerekliliğine işaret etmektedir. Bundan sonra da nasıl bir yol takip edeceğine karar vermektedir. Büyücü, ilk önce mor mürekkep kalemiyle “Meryem sûresi”ni bir kağıda yazmaktadır. Yazılanları küçük bir tas ılık suda erittikten sonra, üç sabah kendisine başvuran kişiye yedi damla içirerek, yedişer damla da başına damlatmaktadır. Üçüncü gün kalan suyu, yedi damla içirdikten sonra, kendisine başvuran erkekse başına, kadınsa iki göğsünün arasına dökmektedir. Suyu dökerken de yedi defa “Bismillah ya Allah” diyerek, suyu döktüğü yere doğru üflemektedir. Dört gün ara verdikten sonra, yedinci günü yine Meryem sûresini yazıp, düzenlediği muskayı görünmeyecek şekilde boyunlarında taşımaları için büyü çözdürmeye gelen kişilere vermektedir.

 


Büyücü, bu işlemlerin uygulanmasından sonra, en az yedi en çok da dokuz gün sonra karı-kocanın aralarındaki soğukluğun yumuşamaya, düşmanlıkların da sevgiye dönüşmeye başlayacağını ifade etmektedir. Karı koca arasındaki gerginliklerin nedenleri ve niçinleri sorgulanmadan ve uygun çözüm yollarına başvurulmadan yapılan bu uygulamalar, bazen insanın içine düştüğü problemleri daha da derinleştirmektedir. Ayrıca sorunlar çözülmeyip, içinden çıkılmaz bir hal alabilmektedir.


Ayrılık nedeniyle araları açılan karı kocanın, aralarındaki sevginin uzun soluklu olması ve bir ömür boyu bir daha bozulmaması için de şu uygulama yapılmaktadır. Büyücü, iki avuç büyüklüğünde bir kağıdın üzerine büyükçe bir daire çizer. Dairenin dışına karşılıklı olarak kara kocanın isimlerini yazar. Dairenin içine de “Nisa” sûrenin herhangi bir ayetini siyah is mürekkebiyle yazdıktan sonra, üç kat muşambaya; üç kat muşambayı da üç kat yeşil beze sarar, karı kocanın isimlerini oluşturan harfler adedince dikiş atar. Her dikiş atışında da bir besmele çekip, karı kocanın isimlerini söyler. Yapılan bu muska ya yatağın baş ucuna uygun bir yere asılır, ya da her akşam yastığın altına konur. Böylece muska, orada durduğu müddetçe karı-koca arasındaki sevginin de sürüp gideceğine inanılır. Ayrıca, bu muskaya yıkanıp abdest almadan el sürülürse, karı kocanın aralarındaki sevginin biteceği ve tekrar geçimsizliğin başlayacağı düşünülür. Bu uygulamada renklerin, sayıların ve dinimize ait değerlerin kullanılması, büyü ve büyücüye duyulan güveni artırmak ve müracaat eden muhatabın da sevgisini kazanarak, yapılan işlemin ne denli güvenilir ve hassas olduğunu ortaya koymak içindir.


e) İnsanların sevgisini kazanmak


Yukarıda açıklamaya çalıştığımız büyü uygulamalarına dair örneklere paralel olarak, insanların sevgisini kazanmak ve onlara sevimli görünmek için yüce Allah’ın “Gani ve Rauf” isimleri kullanılmaktadır. Özellikle bu konu ile ilgili uygulamalar da şöyle yapılmaktadır:

 


“Cenab-ı Hakkın “Rauf” ismini bir kağıt üzerine yazarak, kenarına da size sevgi ve saygı duymasını istediğiniz kişilerin isimlerini, hizmetçi meleklerden olan “Eryail” ismini de hurufu mukatta’a olarak yazdıktan sonra, üzerine 2083 defa “Ya Rauf” şeklinde okuyarak üzerinde taşıyan kişi, isimlerini yazdığı kişileri büyüler, bağlılıklarını ve sevgilerini kazanır.” denilmektedir. Diğer bir uygulamada ise : “Yüce Allah’ın isimlerinden “el-Gani” ismi şerifinin etrafına, hizmetçi meleklerden olan “Atyail” isimli meleğin de ismini, icabet saatinde ve uygun bir zamanda yazarak üzerinde taşıyan kişiye, herkesin kalbi sevgiyle dolar ve herkes tarafından sevilir” denilmektedir. Her iki büyü örneğinde de Allah’ın isimleri ve hizmetçi meleklerden olduğu ileri sürülen “Atyail ve Eryail” isimleri dikkat çekmektedir. Bu isimlerin İbranice olduğu düşünüldüğünde, yapılan büyülerin kaynağı da anlaşılmaktadır. Bu sayede, yapılan büyülere bir olağanüstülük ve gizem katılmak istenerek muhataplar etkilenmeye çalışılmaktadır.


Herhangi bir kimsenin veya evlenmeyi düşündüğü kişinin sevgisini kazanmayı isteyenler, muhatabının saçlarını ele geçirmekle işe başlamaktadır. Bu uygulamada en önemli materyal kişinin saç telleridir. Bu büyü uygulamasında dikkati çeken hususun taklit büyüsü yöntemi olmasıdır. Önce bir büyücüye müracaat edildikten sonra, büyücü de, onlara şu uygulamayı yapmaktadır: Erkek veya kızın saçlarından yedi saç teli alınıp, bir yeşil ipliğe bağlanarak, üç defa bükülür. Üzerinde erkeğin ya da kadının ismi yazılı kağıda saçlar sarılır. Kağıt bal mumu ile açılmayacak şekilde tutturulur. Üç gün beklendikten sonra, sevgisi elde edilmek istenilen kişilerin isimleri günde yetmiş kez söylenip, evine doğru üfürülür. Üçüncü günün sonunda saçlar bal mumlu olarak bir muşambaya sarılarak, kız veya oğlanın evinde ocağa yakın bir yere gizlenir. Ocak yanıp ısındıkça sevgisi elde edilmek istenilen kişilerin de kalbi ısınmaya başlar. Elde edilmek istenilen maksada ulaşılınca da, saçlar gizlice ocak başından alınarak ıssız ve ıslanmayacak bir yere gömülür. Anadolu’da halkımız arasında varlığını sürdüren bu uygulamalar, çaresizlik ve bilgisizliğin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.


f) Bir kimseye kurşun tesir etmemesi


Anadolu’nun birçok bölgesinde, halk arasında yaygın olan kanaate göre bir kimseye kurşun tesir etmemesiyle ilgili birçok olay anlatılmaktadır. Anlatılan bu olaylarda başvurulan büyü uygulamaları şunlardır:


“Kur’an-ı Kerim’in Hûd sûresini yazıp, çevresine de Hadîd sûresini yazdıktan sonra, üzerine yirmi bir defa Mülk sûresini okuyarak, bir muşambaya saran kimse, bunu üstünde taşırsa, Allah’ın izniyle ona kurşun tesir etmez.” denilmektedir. Diğer bir uygulamada ise; “ Hûd sûresini silinti ve kazıntı olmadan, başından sonuna kadar bir kağıt üzerine yazarak, üstünde taşıyan kimseye silah tesir etmez.” İfadesi kullanılmaktadır. Bu örneklerden hiçbiri tecrübe edilmeye değer değildir. Akıl sahibi bir insanın böyle bir yönteme başvurması düşünülmemelidir. Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde, böyle bir uygulamayı yapmaya cesaretlendirici bir ayet yoktur. Eğer olsaydı, Hazreti Peygamber ve sahabesi, savaşlarda zırh takmaya lüzum görmez ve Kur’an ayetlerini üzerlerinde taşıyarak savaşırlardı. Halkımızın güvenliğini tehdit eden düşman ve teröristlere karşı, polis ve askerlerimizin korumasız ve çelik yelek giymeden, tılsım veya muska şeklinde yazılmış bir takım büyülerle korunmaya çalıştığını ve kurşun tesir etmeyeceğini düşünmek büyük bir felaket olabilir. Ancak bu ve benzeri uygulamalar, kurşun tesir etmemesi ile ilgili büyüsel uygulamalar da bir fenomen olarak halk arasında varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla biz burada bir yargıda bulunmak yerine, bir kimseye kurşun tesir etmemesi ile ilgili büyüsel uygulamanın ne olduğunu tespit etmeyi uygun gördük.


g) Zararlı hayvanlarla mücadele


İnsanların bağına, bahçesine ve evlerine ilişen zararlı hayvanlarla mücadele etmek amacıyla, Kur’an Kerim’in ayetleri de birtakım büyüsel işlemlerde kullanılmaktadır. Bu işlemlerden birinde el-Hüseynî şunu söylemektedir:


“ Bir insanın evine zararlı hayvanlardan, uyuz böceği, buğday biti, karınca, örümcek ve benzeri hayvanlar musallat olursa, “Ayetü’l-Kürsî” bir kağıt üzerine yazılıp, zararlı hayvanların bulunduğu eve veya bahçeye asıldığında, Allah’ın izniyle bu zararlı varlıklar oradan çıkıp giderler.” Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, zararlı hayvanlarla mücadele için üretilen ilaçları görmeden, böyle bir yola başvurmak yanlış bir davranış olarak düşünülebilir. Fakat zararlı hayvanlarla mücadele etmek için Anadolu’da böyle bir uygulamanın varlığını da ortaya koymaktadır. Ayetü’l-kürsî’nin zararlı hayvanlarla mücadele etmek için kullanılması ile halkımızın Kur’an-ı Kerim’i vesile ederek saf bir düşünce içinde olduğunu ve bazı zararlı varlıklardan Allah’a sığınmak gerektiğini de hatırlatmaktadır. Biz burada bu davranışı masum bir davranış olarak görebilsek de, ilk iş olarak yapılması gereken davranışın, zararlı varlıklarla mücadele için işin uzmanına danışılması gerektiği kanaatindeyiz.



TÜRK HALK İNANÇLARINDA BÜYÜ VE BÜYÜ İLE İLGİLİ UYGULAMALAR

Yüksek Lisans Tezi

Abdulkadir Sipahi


Gündelik Hayatımızda Sağlık-4

 


Gözlük


Gözlüğü ilk icat edenlerin Çinliler olduğu tezi artık tehlikededir. 1240’lara ait bir metinde gözlüğe yapılan atfın metne sonradan eklenmiş olduğu anlaşılmıştır. Ming Hanedanı (1368-1644) zamanında eklenen metinde gözlüğün Malakka kralığından getirildiği de yazılıdır ve bu krallık o dönemde Iran ve Arap tüccarlar aracılığıyla Batı ticaretine açılmıştır.


Gözlüğün yapımı ile ilgili kayıtlar, Sandro di Popozo’nun 1289’da yayımladığı kitabında ve 1306’da Floransa’da Giordano di Rivalto’nun, yirmi yılda gelişme gösteren sanatı ve ilk üreticisini gördüğünü anlattığı vaazında açıkça dile getirilmektedir.

Venedik yüz yıl boyunca gözlüğün merkezi olmuştur. Gözlük bu dönemde uzağı göremeyenler için düşünülmekte, miyoplara daha pahalı satılmaktaydı. Gözlük ihtiyacı olanlar gözlükçüde bulunan mercekleri dener ve en uygun bulduklarını alırlardı. Mercek standartları da gene İtalya’da oluştu. Gözlük uzun zaman ruhban sınıfı, âlimler ve soylulara özgü olarak kaldı.


1970’li yıllara kadar çocuklar okulda alay konusu olduklarından gözlüklerinden nefret ederlerdi. Gözlük biçiminin gelişimi de oldukça yavaş oldu. Gözlük sapı 18. yüzyılda, Edward Scarlett’in 1727’deki çalışmalarıyla bugünkü biçimini aldı. Tek gözlük (monokl), yaylı gözlük (pense), saplı gözlük (fesamen), kelebek gözlük gibi biçimleri dönem dönem daha fazla tutuldu. Çift mercekli gözlüklerin çıkmasıyla yaşlıların gözlüğünün altından bakması veya gözlüğün biri tepesindeyken ötekini takması gibi davranışları da yavaş yavaş tarihe karışacak. Fakat gözlük çerçevelerindeki kullanıcıyı rahatlatıcı gelişmelerin SSK kapsamına ne zaman alınacağı bilinemez.




Güneş Gözlüğü


Güneş gözlüğünü bulan Çinlilerdir. Adalet heykelinin gözü Batı’da bağlı, Çin’de güneş gözlüklüdür, çünkü güneş gözlüğü dediğimiz karartılmış camlı gözlükler Çin mahkemelerinde yargıçların gözlerini saklamak için kullanılmıştır. Bu uygulama 1430’da İtalya’dan gözlük geldikten sonra başlamıştır.


1930’da Amerikan hava kuvvetleri karartılmış güneş gözlüğü kullanımını kararlaştırmıştır. Pilotların sırtı yazılı deri ceketlerinden eldivenlerine kadar gençlerin ilgisini çektiği ve bol bol filmlere konu olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güneş gözlüğü sivillerin yaşamına da hızla girdi. Sanayiye dönüşen moda dünyasının 1960’da reklam kampanyalarında Hollywood yıldızlarını kullanması ikinci ikna dalgasını yarattı. Gözlüklü tip aktif yaşamdan uzak sakarı canlandırırken, güneş gözlüklü tip seçkin oldu. Bunda motosikletli polislerden sivillere, mafyaya kadar güneş gözlüğünün ‘uzmanlaşmayı ima etmesi de etkili oldu. 12 Mart döneminde tanınmamak için kara gözlüklenen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yargısı şöyledir: “Kara gözlük. En sevmediğim şey: Başkasının gözünün içine bakıp, kendi gözündeki anlamı saklamak isteyenlerin sahtekârlık aracı diye tiksinerek içerlerdim kara camlı gözlüklere. Trene binince gelen seyyar satıcıdan döve döve pazarlıkla 7,5 liraya satın aldım. Yolda tanınmamak için yaramaz mı?” Bugün de seyyar satıcılardan güneş gözlüğü alınıyor ama ‘marka’ olan çok pahalı gözlüklerden yalnız kara gözlük olarak söz edilemez. Çok ince, bükülgen çerçeve ve saplısından koca camlısına, güneş ışığına göre rengi değişenden ışık yansıtmayanına kadar o kadar çok çeşidi var ki. Güneş gözlüğü yaz tatili anlayışıyla birlikte saçın tepesinde taşınan, kıyafeti tamamlayan bir aksesuar artık.



Lens


Kontakt lense ilişkin bilgiler Leonardo da Vinci’nin su dolu tüp ucuna mercek koyarak yaptığı denemelerle başlar. 1680’lerde Fransa’da jelatin denendiyse de başarıya ulaşamamıştır. 1877’de isviçreli doktor A. E. Fick göze yerleştirilebilen merceği üretmeyi başardı. Bu mercek kaba ve kalın olmakla birlikte yapılabilirliği göstermişti.


1936’da pleksiglasın üretilmesiyle göz hastaları ‘şişe dibi’ gibi gözlük camlarından kurtulma hayaline kavuştular. 1940’ların sonlarında kornea ölçümünde hassas optik aletlerin gelişimiyle gözün kalıbını alma gereği kalmadı. 1970’lerde su emici plastik jelden lens üretiminin başlamasıyla nemlendirici sorunu çözüldü, lenslerin takılma süresi uzadı.


Lensler gözlükle ancak bir dereceye kadar düzeltilebilen göz hastalıklarının tedavisine de katkı sağladılar. Zamanla, saçların boyanması gibi göz rengini değiştirmenin de yolu olarak özellikle bazı meslekler için ihtiyaç listesi içine girdi.



Aerobik


‘Jogging’ Yeni Zelanda’da eski Olimpiyat atletlerinin formlarını korumak için uyguladıkları bir idman yöntemiydi. Oregon Üniversitesi atletizm antrenörü Bili Bowerman’ın W. E. Harris’le birlikte yayımladığı Jogging (1967) kitabıyla bu ‘spor’ önce ABD’de sonra diğer ülkelerde yaygınlaştı. Joggingin esası rahat adımlarla koşmaktır. Doktorlar sert zeminde koşmanın taban çökmesi, kaval kemiği çatlaması, topuk zedelenmesi, aşil kirişinde zorlanma, diz ve sırt rahatsızlıklarına yol açabileceği uyarısında bulunsalar da birçok doktor kalp egzersizi ve fizik kondisyon çalışması olarak joggingi desteklemektedir.


 Streaking’in faydasız olduğunun görülmesinden sonra, başta ABD olmak üzere ‘çağımızın hastalığı’ şişmanlıkla mücadele yöntemlerinden ve kendini sevmenin koşullarından biri olarak sağlıklı olmaya, kilo vermeye, bedensel hareket gereksinimini karşılamaya ve ruhsal gerilimden kurtulmaya önem verilmeye başlandı. Batı’da 1970’lerin sonundan, Türkiye’de 1980’lerden itibaren, bu yeni kendini önemseme tarzı, farklılaşmanın tehlikeli, benzeşmenin ‘cool’ olduğu toplumsal ortamla çakıştı ve genç kuşak ve her zaman genç kalmak isteyenler, marka ve modalara yöneldiği gibi, koşmaya başladı. Sağlıklı yaşam koşuları, 68 hareketiyle doğan gençlik kesiminin gençlik sektörüne dönüştüğü süreçte, spor kıyafetleri, dergi ve kitap yayınları ile sanayi haline geldi. Türkiye’de bu konum, daha fazla orta üst sınıflara, dolayısıyla yaşı daha geçkinlere tekabül etti.


Ama Üçüncü Dünyada patlamayı ‘aerobik’ sağladı. Kenneth H. Cooper’ın 1968’de çıkan Aerobıcs kitabı çok erken, 1977’deki The Aerobics Way kitabı daha doğru zamandaydı. Bedenin belirli egzersizlerle oksijen alma tekniğini geliştirmeyi hedefleyen sistem, yürüme, koşma, dans hareketlerinden yararlandığından, harcanan enerjiyi gösteren puan sistemi ve bunun aracılığıyla gelişmeyi ölçebilme olanağı verdiğinden, ayrıca salonlarda yapıldığı için toplumsal ilişkiye daha fazla fırsat sağladığından çok sevildi. Eski Üçüncü Dünyacı Jane Fonda’nın tanıtımını yaptığı aerobik, önce videolarla, sonra 1980’li yıllarda özel televizyonların açılış ve kapanış programlarında insanları eritti.


Gazetelerde ‘diyet’ yöntemlerinin yer aldığı, içe kapanıklar için ev aletlerinin satıldığı ortamda, eskiden yalnız Uzakdoğu sporlarına meraklı olan gençler programlarına body-building’le birlikte aerobik ve ‘step dans’ı da alan salonlara yöneldiler. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak