12 Şubat 2023 Pazar

DÎNİ SÖZLÜK “H”

  

HULK (Huluk):

 

Huy.

 

Allah'ım halkımı (yaratılışımı) güzel yaptığın gibi hulkumu da güzel eyle. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Huluk-ı Azîm:

 

Kur'ân-ı kerîmin bildirdiği ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sâhib olduğu güzel huylar.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Muhammed aleyhisselâma hitâben buyurdu ki:

 

Sen huluk-ı azîm üzeresin. (Kalem sûresi: 4)

 

Allahü teâlâ, sevgilisi ve huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli Peygamberine sallallahü aleyhi ve sellem, İslâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeyi ve onlara karşı sertlik göstermeyi emrediyor. Demek ki, İslâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HULLE:

 

İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.

 

Hulle, bir erkek için zillet ve aşağılıktır. (Ahmed Zühdü Efendi)

 

Allahü teâlâ erkeklere boşanmak hakkını verdiyse de, bu hakkı gelişi güzel kullanmamaları ve kadınların erkekler elinde oyuncak olmamaları için erkeklere hulle zilletini yüklemiştir. Hulle korkusundan müslüman bir erkek talâk (boşanma) lafını ağzına bile alamaz. Âile arasında boşamak sözünü şakayla da olsa kesinlikle söylememelidir. (İbn-i Âbidîn)

 

HULÛL ETMEK:

 

Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.

 

Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişte, gelecekte, şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez ve etmemiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Allahü teâlâ hiçbir şeyle birleşmez. Hiçbir şey de O'nunla birleşmez. O'na hiçbir şey hulûl etmez; O da bir şeye hulûl etmez. O'nun benzeri, eşi yoktur. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. (Ahmed Fârûkî)

 

İlâhın, bir cisme hulûl etmesi, imkânsızdır. Eğer ilâh cism olsaydı, başka bir cisme de hulûl ederdi. Cisme hulûl eden şey ise, cism olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâhın parçalanmasını îcâb ettirir... Bu durum ise, cenâb-ı Hak için muhâldir (mümkün değildir, olamaz). O hâlde, Allahü teâlâ hiçbir şeye hulûl etmemiştir. (Fahreddîn Râzî)

 

HULÛS:

 

Dünyâ menfaatlerini düşünmeden bütün iş ve ibâdetlerin yalnız Allah için olması, niyet temizliği. (İhlâs)

 

Ma'lûm olsun ki, Hak teâlâ her şeyden evvel aklı yaratmıştır. Ve ona ilim, zekâ, hulûs, doğruluk, cömertlik, tevekkül, korku ve ümit hasletleri vermiştir. İşte, bu akılla şereflenen kimseler, bütün yaratılışındaki gâyeyi yâni Cenâb-ı Hakk'ın birliğini tastik ederek, O'nun rızâsına kavuşurlar. (Süleymân bin Cezâ)

 

HUMS (Humus):

 

Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet hazînesine ayrılan beşte bir hisse.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Eğer Allah'a îmân etmiş ve hak ile bâtılın ayrıldığı günde (Bedr savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, biliniz ki; ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin humus'u; Allah'a, Resûlüne, O'nun akrabâlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış yolcuya âittir. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir. (Enfâl sûresi: 41

 

Rikazda (bulunan defînelerde) humus vardır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Humus, Resûlullah efendimiz zamânında; Allah ve Resûlüne bir hisse, Resûlullah'ın akrabâlarına bir hisse, yetimlere, miskinlere ve yolculara birer hisse olmak üzere 5 hisseye ayrılırdı. Sonra hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osman humusu üç hisse olarak taksim ettiler. Resûlullah'ın vefâtı ile kendisinin ve akrabâlarının hisseleri düştü. Humus geri kalan üç gruba taksim edildi. (Abdullah bin Abbâs)

 

HUMÛD:

 

Durgunluk, uyuşukluk; bir mâni olmadığı halde bekârlığı istemek. Şehvet ve iffetin azlığı.

 

Şehvetin (hayvânî rûhun kendine tatlı gelen şeyleri istemesi) lüzûmundan az olması humûddur. Böyle kimse, hasta olduğundan veya hayâsından (utanmasından), yâhut korkusundan, kibrinden (büyüklük taslamasından), muhtâç olduğu şeylere kavuşmakta gevşek davranır. (Muhammed Hâdimî)

 

Humûd sıfatı bulunan kimse, helâl olan zevkleri ve meşrû arzûları terk eder. Böylece ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Muhammed Hâdimî)

 

HURÂFE:

 

Dîne, fenne, akla uymayan sözler ve işler.

 

İslâm dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, yalancılığı reddeden, insanları günahkâr değil, bilâkis Allah'ın kulu olarak kabûl eden, onlara hayatta çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, bedenin ve rûhun temizliğini emreden bir dindir. (Kemâhlı Feyzullah)

 

Bu günkü hıristiyanlık, putperestlik ve hurâfelerle doludur. (H.F.Fellow)

 

HÛRÎ:

 

Allahü teâlânın îmân edenlere mükâfat olarak yarattığı, nasıl oldukları bilinmeyen Cennet kızı...

 

Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir mü'min kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasında çağırır; "Cennet'te istediğin hûrînin yanına git" der. (Hadîs-i şerîf-Et-Tâc)

 

Cennet'e girdim. Bir köşk gördüm. İçinde bir hûri gördüm; "Sen kimin içinsin?" dedim. Ömer bin Hattâb için yaratıldım!"dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)

 

Cennet'in güzel kokusu, beş yüz yıllık yoldan alınır. Cennetliklerin, Cennet'te şimşekten at ve develeri vardır. Yularları, eğerleri, heybeleri, kızıl yâkuttandır. Bunlara binerek birbirlerini ziyâret ederler. Âileleri hûrîlerdir. Hûrîler ise, dizilmiş inciler gibidir... Allahü teâlâ huylarını her türlü kötülükten temizlediği gibi, sümkürmek, abdest bozmak ve benzeri hallerden de bedenlerini arındırmıştır. Bu gibi hâllerde kendilerinden misk gibi kokular çıkar. (Hasen-i Basrî)

 

Can vermek acısı dünyâ acılarının hepsinden daha acıdır. Fakat, âhiret azâblarının hepsinden daha hafiftir. Mü'min, rûhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrilerini görür. Onları görmenin zevki ile can verme acısını duymaz. Rûhu, tereyağından kıl çeker gibi, kolay çıkar. Nîmetlere kavuşur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

 

HURMA:

 

Nahle ağacının meyvesi.

Oruçlu olan kimse hurma ile iftar etsin. Çünkü hurma bereketlidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Nahlenin meyvesi olan hurma yinince, insanın parçası, dokusu olur. Oruçlu kimse iftar zamânında şehvetlerden ve dünyânın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan pekçok istifâde eder. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HURMET-İ MÜSÂHERE:

 

Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evlenmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması.

 

Kızlar, kendilerinden emîn olsalar da yabancı erkeklere dokunmaları câiz değildir. Şehvet ile dokunurlarsa hurmet-i müsâhere hâsıl olur. Kızın ve ihtiyarların şehveti, kalbin meyletmesi demektir. (Dâmâd)

 

Dâmâd ile kayın vâlidesi arasında hurmet-i müsâhere meydana gelirse, bu kız yâni hanımı ile ebedî (sonsuz) olarak bir daha evli kalamaz. (Kerderî)

 

HURÛFÎLİK:

 

Acem yahûdisi Fadlullah-ı Hurûfî'nin v.796 (m. 1393) kurduğu bozuk yol. Küfür ve sapık inançları sebebiyle Timur'un oğlu Mîrânşâh tarafından öldürülmüştür.

 

Hurûfîlerin temel inanış ve fikirleri özetle şöyledir: Fadlullah-ı Hurûfî'ye tanrı derler. Namazı bir kere kılmak, orucu ömründe bir gün tutmak farzdır. Gusl edip de vücûdunuzu hırpalamayınız derler. Hazret-i Ali'nin sözleri diyerek uydurdukları Hutbet-ül-Beyân ve başka kitaplarında hadîsler düzerek "Ali'yi sevenlere günâh zarar vermez. İbâdete lüzûm yoktur, haramlar helâldir" derler. Baba ve dede adı verilen hurûfî ileri gelenleri, papazlar gibi günâh çıkarırlar. (Tokatlı İshak Efendi)

 

Hurûfîliğin kurucusu olan Fadlullah-ı Hurûfî, nokta ilmi diye bir şey uydurdu. "Bu iş mübahtır, nokta çift geldi. Falan şey haramdır, nokta tek geldi" gibi sözlerle insanları kandırmaya çalıştı. Harflere bâzı mânâlar vererek bir takım işâretlerle, anlaşılmayan şeylerle dolu olan Câvidân adındaki kitabını yazdı. Önce peygamberlik, sonra da tanrılık iddiasında bulundu. Bütün dinleri inkâr edip, İslâmiyet'le alay etti. Haramlara mübâh, nefsin arzularına serbesttir dediği için Hurûfîlik câhil ve kötü insanlar arasında yayıldı. (Tokatlı İshak Efendi)

 

Fadlullah-ı Hurûfî'nin öldürülmesinden sonra, yardımcılarından Aliyyül-a'lâ adlı birisi Anadolu'ya gelerek bir Bektâşî tekkesine girdi. Hurûfîliğe âit bozuk fikirleri gizlice yayıp câhilleri aldattı. Hacı Bektâş-ı Velî'nin yoludur diyerek haramlara mübâh ve nefsin arzularına serbesttir dedi. İnsanları aldatabilmek için kendisine Bektâşî diyerek, Hûrûfîliği yaydı. Zamanla Osmanlı Devleti'nin Yeniçeri ordusuna da sızan Hûrûfîler, zaman zaman yeniçerileri isyâna teşvik ederek fitneler çıkarıp büyük karışıklıklara sebeb oldular. (Tokatlı İshak Efendi)

 

HURÛF-I MUKATTAA:

 

Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.

 

Hurûf-ı mukattaa, bulunduğu sûreden bir âyettir. Manâsı kapalı olan müteşâbih âyetlerdendir. Müteşâbih âyetin gerçek mânâsını Allahü teâlâ ve O'nun sevgilisi Peygamber efendimiz ve Ulemâ-i râsihîn denilen derin âlimler bilir. Çünkü bunların her harfi, Allahü teâlâ ile sevdikleri arasında gizli sır ve ince işâretlerdir. (Ahmed Fârûkî)

 

HURÛMİYYE:

 

Bozuk Bâtıniyye fırkasının diğer bir adı. Bu sapık fırkada bulunanlar, birçok haramlara helâl dedikleri için, Hurûmiyye adını almışlardır. (Bâtıniyye)

 

HUSÛF NAMAZI:

 

Ay tutulduğunda kılınan namaz.

 

Şüphesiz ki, güneş ile ay, Allah'ın âyet (iş âret) lerindendir. Bunlar, hiçbir kimsenin hayâtı veya ölümü için tutulmazlar. Siz bunları tutulmuş (Husûf etmiş) görürseniz, hemen tekbîr alın, Allah'a duâ edin, husûf namazı kılın ve sadaka verin. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Husûf ve kusûf namazlarından sonra güneş ve ay meydana çıkıncaya kadar Allahü teâlâya yalvarıp yakarılır. (Seyyid Alizâde)

 

HUSÛMET:

 

1. Dâvâ açmak.

 

Erkek vatyden (hanımına yaklaşmaktan, cimâ yapmaktan) âciz ise, Hanefîde kadın, nikâhı fesh (bozmak) için husûmet hakkına mâlik olur. (İmâm-ı Şa'rânî)

 

2. Düşmanlık.

 

Husûmet, kalb hastalıklarındandır. Uhud gazâsında (savaşında), Resûlullah efendimiz, mübârek yüzünü yaralıyan ve mübârek dişini kıranlara lânet (bedduâ= kötü duâ) etmedi, husûmet beslemedi: "Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et (doğru yola kavuştur); anlamıyorlar, bilmiyorlar" diye duâ etti. "Allahü teâlâ için affedeni (bağışlayanı), Allahü teâlâ yükseltir" buyurdu. (Muhammed Hâdimî)

 

Kalbi dağıtan, hayâtın zevkini gideren, din mürüvvetini (güzelliğini, parlaklığını) alıp götüren, mal husûsundaki husûmet gibi zararlı hiçbir şey yoktur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kalblerinde husûmet taşıyan insanların içi; altında ateş yanarak kaynayan tencereler gibi devamlı kaynar ve bu husûmet sebebiyle içlerinden ateş saçılır. (Hassân bin Sâbit)

 

HÛŞ DER DEM:

 

Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak. Hûş der dem, düşüncelerle gönlün dağılmasını önler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HUŞÛ':

 

Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Îmân edenlerin, Allahü teâlâyı ve Hak'tan ineni (Kur'ân-ı kerîmi) zikr için, kalblerinin huşû' zamânı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitab verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalbleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu dinlerinden çıkmış fâsıklardı. (Hadîd sûresi: 16)

 

Mü'minler herhâlde kurtulacaklardır. Onlar namazlarını huşû ile kılanlardır. (Mü'minûn sûresi: 1,2)

 

Kalbi meşgûl eden, huşû'u gideren şeyler yanında, meselâ süslü şeyler karşısında, oyun ve çalgı aletleri yanında ve arzû ettiği yemekler karşısında, namaz kılmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

 

Huzûr ve huşû' ile kılınan iki rek'at namaz, gâfil (Allahü teâlâyı unutmuş) bir kalb ile akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır. (Abdullah ibni Abbâs)

 

Duânın  edeblerinden  biri  de;  duâ  ederken,  âciz  olduğunu  ifâde  etmek,  huzûr  ve huşû' içinde Allah'tan korkarak ve kabûlünü umarak istediği şeyde devâm üzere olmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

HUTAME:

 

Cehennem'in beşinci tabakası.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere veyl (yazıklar) olsun! O malın kendisini ebedî kılacağını mı zanneder? Hayır! Yemin ederim ki o, Hutame'ye atılır. Hutamenin ne olduğu sana söylendi mi? O, Allahü teâlânın tutuşturulmuş, yandıkça tırmanıp kalblerin tâ üstüne çıkan ateşidir. (Hümeze sûresi: 1-7)

 

HUTBE:

 

Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd, Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.

 

İbâdet, emirleri yapmak demektir. Kur'ân-ı kerîmi ve hutbeyi okumak ibâdettir. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)

 

Cumâ ve bayramda hutbeyi kısa okumak sünnettir. (Tahtâvî)

 

Hutbede dört büyük halîfenin (hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (radıyallahü anhüm)

 

adını yüksek sesle söylemek Ehl-i sünnet olmanın alâmetidir (işâretidir). (Ahmed Fârûkî)

 

Hutbe okunurken yer değiştirmek, yanındakilere sıkıntı vermek haramdır. (İbn-i Âbidîn)

 

Hazret-i Ömer'in bir hutbesi şöyledir:

 

Ey insanlar! Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. O'nunla amel ediniz (emir ve yasaklarına uyunuz). (İbn-i Abdi Rabbih)

 

Ömer bin Abdülazîz'in ilk hutbesi:

 

Ey insanlar! İçinizi (kalbinizi) düzeltiniz ki, dışınız da (işleriniz de) düzelsin. Âhiretinizi iyi yapın ki, dünyânız da iyi olsun. (İbn-i Abdi Rabbih)

 

Kudüs'ün fethinde büyük âlim İbn-i Zekî'nin hutbesi şöyledir:

 

Ey cemâat! Allahü teâlânın dînine yardım ediniz. Bu yoldaki hizmeti fırsat biliniz. Şunu iyi biliniz ki, işler netîcelerine göre kıymet kazanır. Allahü teâlâ, emirlerine ve yasaklarına uyma husûsunda bize ve size yardım eylesin. Allahü teâlâ size yardım ederse sizi kim yenebilir. Eğer size yardım etmez, yalnız bırakırsa, size yardıma kimin gücü yetebilir? (İbn-i Receb)

 

HUY:

 

Mîzâc, tabiat, ahlâk.

 

İbâdetleri az olan bir kul, iyi huyu ile kıyâmette yüksek derecelere kavuşur. Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine götürür; bâzen küfre götürür. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İy huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı ve hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın, sabırsız olma. Yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol. Çünkü insanlara karşı iyi huylu olan ve onlara güleryüz göstereni herkes sever. (Lokman Hakîm)

 

Muhammed aleyhisselâm, gâyet güzel huylu, güzel yüzlü, kibâr tavırlı ve çok dürüst bir zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennet'e iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. (Muhammed Rebhâmî)

 

HUYELÂ:

 

Harbde düşmana karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, üstün görünmek), kibirlenmek.

 

HUZÛR:

 

1. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması.

 

Peygamber efendimizin bildirdiği âyet-i kerîmeleri ve duâları, belli vakitlerinde okumalıdır. Bunlar ve nâfile namazlar, ihlâs ile, kalb huzûru ile okunmazsa, sahîh olmazlar, faydaları dokunmazlar. (Abdullah-ı Dehlevî)

 

2. Nezd, yan.

 

Bir mü'minin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzûrunda nâfile bir hacdan ziyâde (fazla) sevâba nâil olur (kavuşur). (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

 

Büyüklerin huzûru, sohbeti ile şereflenmeyen zavallıların hâli harâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Yüzüm yok huzûra çıkam yâ Rabî!

 

Neler etti bana bu nefs-i denî.

 

(M. Sıddîk Gümüş)

 

3. Rahat, gönül ferahlığı seâdet.

 

Şeytanın hîlelerinden dördüncüsü, şimdi dünyâyı kazanmak için çalış da, râhata kavuş, o zaman rahat rahat, huzûr içinde ibâdet edersin diyerek ibâdete mâni olur. Buna cevâb olarak, ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrünü Allahü teâlâ ezelde taktir etmiştir. Belki yakında ölürüm. İbâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım, demelidir. (Hâdimî)

 

Allah korkusu ve Allah sevgisi insanları seâdet ve huzûra kavuşturan iki kanat gibidir. (Mustafa Sabri Efendi)

 

Huzûr-ı İlâhî:

 

Allahü teâlânın nezdi.

 

Huzûr-ı ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

HÜCRE-İ SEÂDET:

 

Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî içinde Peygamber efendimizin mübârek kabirlerinin bulunduğu oda. Peygamber efendimizin sağlığında burası, hanımlarından hazret-i Âişe vâlidemizin odasıydı. Peygamberimiz burada vefât etti. "Peygamberler vefât ettikleri yere defnolunurlar" hadîs-i şerîfi gereğince, buraya defnedildi.

 

İslâm târihindeki ilk türbe olan Hücre-i Seâdet'in üzeri yeşil bir kubbeyle örtülüdür. Hücre-i seâdet, Peygamber efendimizin Medîne'deki mescidinin kıble duvarının doğu köşesine yakın olup, mihrâbda kıbleye dönen kimsenin sol tarafına düşer. Minber ise, sağ taraftadır. Hücre-i Seâdet ile minber arasına Ravda-i mütahhera (Cennet bahçesi) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

HÜKM (Hüküm):

 

Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir.

 

Allahü teâlânın mü'minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. Ona genişlik taktîr eder ve kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şâyet darlık ile hükmeder de yine kulu buna râzı olursa, bu da hakkında hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

 

Hükm-i Küllî:

 

Allahü teâlâya âit hüküm, emir.

 

Allahü teâlâ bir kul için bir şeye hüküm verdi mi, artık hükm-i küllîyi hiç kimse önleyemez. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)

 

Hükm-i Müleffak:

 

Helâl ve haram, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, birkaç mezhebin hükümlerini karıştırarak kolayına geleni seçtiği hüküm. (Telfîk)

 

Dört mezheb âlimleri, hükm-i müleffak bâtıldır geçersizdir, buyurdular. (İbn-i Âbidîn)

 

Hükmî Temizlik:

 

Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır.

 

HÜMEYRÂ:

 

Peygamber efendimizin, hazret-i Âişe vâlidemize verdiği lakab.

 

Dîninizin üçte birini Hümeyrâ'dan öğreniniz. (Hadîs-i şerîf-Medâric-ün-Nübüvve)

 

Âişe Sıddîka'nın radıyallahü anhâ fazîletleri, üstünlükleri sayılamıyacak kadar çoktur. Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin sohbetinde bulunan müslümanların) fıkıh âlimlerindendi. Çok fasîh ve belîğ (güzel) konuşurdu. Eshâb-ı kirâma fetvâ verirdi. Âlimlerin çoğuna göre, fıkıh bilgilerinin dörtte birini hazret-i Âişe haber vermiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Âişe'ye Hümeyrâ derdi. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

HÜMEZE SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin yüz dördüncü sûresi.

 

Hümeze sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen hümeze kelimesinden dolayı sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede; mü'minlerin birbirlerini gıybet etmemeleri (arkalarından çekiştirmemeleri), başkalarına iyi davranmayanların Cehennem'e atılacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)

 

Allahü teâlâ Hümeze sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun. (Âyet: 1, 2)

 

HÜNSÂ:

 

Erkek ve kadın olduğu belli olmayan, hem erkeklik hem kadınlık uzvu bulunan kimse.

 

Cemâatle namazda, erkekler, imâmın ardında saf olurlar. Erkeklerin ardında erkek çocuklar, onların ardında ise, hünsâlar saf olur. Hünsâların ardında da kadınlar saf olur. (Molla Hüsrev)

 

HÜR:

 

Köle olmayan erkek.

 

Cumâ namazının bir kimseye farz olması için lâzım olan dokuz şarttan biri de hür olmaktır. (İbn-i Âbidîn)

 

HÜRRE:

 

Hür kadın. Câriye olmayan kadın.

Hürre olan hanımlar, namaz kılarken, yüz ve elden başka bütün bedenlerini örter, göstermezler. Câriyeler (hür olmayan kadınlar) ise, sırt ve göbekten diz altına kadar örterler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

Hürre olan kadının zevci veya ebedî mahrem (hiç nikâh düşmeyen) akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut, âkıl, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi, yakını, akrabâsı ile üç günlük (yaklaşık 104 kilometre) yola gitmesi haramdır. (İbn-i Âbidîn)

 

HÜRRİYET:

 

Hürlük, serbestlik.

 

1. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek. Hürriyet, başıboş kalıp, her istediğini yapmak demek değildir. (Ali bin Emrullah)

 

2.  Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.

 

Kim hürriyet isterse, Allahü teâlâya kulluğa sarılsın. (Hallâc-ı Mensûr)

 

Hakîki hürriyet, kullukta kemâl derecesine varmakla mümkündür. Allahü teâlâya karşı kullukta sâdık olan, başkalarına köle olma boyunduruğundan kurtulup, gerçek hürriyete kavuşur. (İmâm-ı Kuşeyrî)

 

HÜSN-İ HÂTİME:

 

Son nefeste, rûhunu îmân ile teslim etme, îmân ile âhirete gitme.

 

Bir insanın hüsn-i hâtime ile mi yâhut sû-i hâtime (îmânsız gitme) ile mi öleceği, son nefeste belli olur. Bütün ömrü boyunca, kâfir olarak yaşayıp sonunda îmâna kavuşan olduğu gibi, ömrü îmânla geçip, Allahü teâlâ korusun sonunda îmânsız giden de olur. Kıyâmette son nefesteki hâle bakılır... (Ahmed Fârûkî)

 

Her müslümanın, ölümü düşünüp, hüsn-i hâtime sebeplerini elde etmek için çalışması ve sû-i hâtime ile bu dünyâdan ayrılmaktan çok sakınması lâzımdır. (Senâullah-i Dehlevî)

 

Rabbimiz! Sonumuzu sevdiklerinin sonu gibi eyle. Hüsn-i hâtime ile sona erdir. (Muhyiddîn-i ibni Arabî)

 

HÜSN-İ HULUK:

 

Güzel huy, iyi ahlâk. (Ahlâk)

 

HÜSN-İ ZAN:

 

1. Kulların Allahü teâlâdan rahmetini ummaları.

 

Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı elbette kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehennem'e atılmasını emreder. Cehennem'e götürülürken, arkasına dönerek yâ Rabbî! Dünyâda iken (Cennetine kor diye) sana hep hüsn-i zan ettim deyince, onu Cehennem'e götürmeyiniz! Kulumu, bana olan zannı gibi karşılarım buyurur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

2. Bir kimse veya bir hâdise hakkında iyi kanâat sâhibi olmak.

 

Bütün müslümanlara hüsn-i zan etmek, iyi nazarla bakmak, iyi karşılamak lâzımdır. Sözleri, mümkün olduğu kadar iyiye yormalıdır. Müslümanın hayırlı ve sâlih olduğuna inanmak, ibâdet olur. (Muhammed Hâdimî)

 

HÜZN (Hüzün):

 

Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır.

 

Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.

 

Hüzn, insanın kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) korur. Hüznü olmayan sâlikin (tasavvuf yoluna girmiş olanın) senelerce kavuşamadığı mânevî derecelere, hüzün sâhibi olan, kısa zamanda kavuşur. Allahü teâlâ kalbi hüzünlü, kırık olanları sever. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, dâimâ hüzünlü ve Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünme hâli üzere idiler. Râbia-i Adviyye, vâ hüznâ (Vah hüzün) demekle bu mertebeye kavuşmayı arzû etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

11 Şubat 2023 Cumartesi

Hıristiyanlıkta Mesih

 


Hıristiyanlık Yahudiliğin bir devamı olarak görülmektedir. Ancak, Hıristiyanlığın Yahudiliğin mirasına konabilmesi, Yahudilik’in tamamen yok olmasına bağlanmaktadır, O da, Roma’ya karşı olan savaşında ölmüş gibi görünmesine rağmen, yaşamakta inat etmektedir. İsrailoğulları, yenilgiyi kabul etmeyerek, Kutsal Kitap’larına ve onun yorumlarına sarılarak, inanç ve geleneklerini koruyarak Tanrı’nın göndereceği kurtarıcı Mesih’i beklemeye başlamış ve onun gelişine kadar her şeye katlanmış; bu ümitle, yaşayış tarzlarında ve inançlarında herhangi bir değişikliğe razı olmamışdır.


Yahudilerin beklediği bu «kurtarıcı» Hıristiyanlara göre İsa’dan başkası değildir. Onlara göre Yahudi Kutsal Kitabı’nda yeralan bütün vasıflar İsa’nın şahsında gerçekleşmiştir. O, İbrahim soyundan, Yahudi boyundan, Davut ailesinden olarak Beytlehem’de doğmuştur. Bu vasıflarıyle o, Yahudilerin beklediği Mesîh inancına uymaktadır. Böylece onunla Tanrı Krallığı başlamıştır, Ancak bu krallık, Yahudilere mahsûs olan geçici bir krallık değil, evrensel ve mistik bir krallıktır.


Hz, İsa’nın doğumu ile Yahudiler, tarihin en tehlikeli ve hayati anını yaşamışlardır. Çünkü onlar, kendilerini düşmanların elinden kurtaracak, Mâbed’i yeniden ihya edecek ve İsrailoğullarını bir araya toplayacak millî kurtarıcı olan «Mesîh»i beklemektedir. Her ne kadar İsa’da Mesîhî bazı şartlar bulunsa da o, sadece Yahudiler’i değil, bütün insanlığın kurtarıcısı olduğunu söylemiştir. Bu durum, Yahudileri hayâl kırıklığına uğratmış ve sarsmıştır. Uğradıkları hayal kırıklığının arkasından İsrailoğulları, İsa’yı kendi inançlarına aykırı hareket edip konuşmalar yapmak suretiyle halkın inancını bozduğu gerekçesiyle, ele vermişlerdir. O, Hıristiyanlara göre, Romalıların elinde, Yahudiler’în teşvik ve ısrarı ile, çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Ancak, ölümünden üç gün sonra dirilmiş, taraftarlarına görünüp hitap etmiş ve, daha sonra, «Babası»nın yanına çıkarak sağında oturmuştur. O, beklenen şartlar yerine gelince, oradan tekrar dünyaya gelecektir.


Mesih inancında, kim olduğu konusuna kadar, Yahudiler ile Hıristiyanlar aynı tutuma sahiptir. Yahudiler, İsa’yı Mesîh kabul etmeyip dünyayı sulh ve sükûna kavuşturacak âdil birisini beklemeye devam etmekle Hıristiyanlardan ayrılmaktadır. Hıristiyanlar ise, Mesih’in İsa olduğunu; fakat «ikinci gelişi» ile görevini tamamlayacağını kabul etmektedir.


Hıristiyanlığın ilk açıklaması, İsa’nın Mesîh olduğu açıklamasıdır. Pentecot (Pentecote) gününde Petrus, diğer havarilere şöyle hitap etmektedir: «Bütün İsrail evi gerçekten bilsin ki; kendisini haça gerdiğiniz İsa’yı Tanrı hem Rab, hem. Mesîh yapmıştır». Tarih bakımından İncil yazarlarının sonuncusu Yuhanna da İsa’nın Tanrı'nın Oğlu Mesîh olduğuna inanmaları için eserini yazdığını belirtmektedir. Ancak bu Mesîh (Christ) isminin, İsa’nın taraftarları için kullanılması Antakya’da olmuştur. Bu tarihten sonra İsa’ya (Mesih) inananlara Hıristiyan denilmiştir. Pavlus’un Mektupları’nda İsa Mesih (Jesus - Christ) şeklinde kullanılmıştır. Bu ünvan «Rabbimiz İsa-Mesîh» şeklinde Hıristiyanlar arasında yaygınlaşmıştır.


Dikkati çeken husûs, ne Ahd-i Atîk’te (Tanah), ne sonraki Yahudilikte Mesih’in kim olduğu konusunda kesin bir açıklığın ve birliğin bulunmamasıdır. Diğer bir husûs da, Hz. İsa’nın direkt olarak Mesîh ünvanını kullanmamasıdır. O, İnciller’de yeralan bilgilere göre, ilk defa, şakirtlerine “Halkın dediğine göre ben kimim?” diye sormakta ve onlar da halkın onun kim olduğu hakkındaki tahminlerini söylemektedirler. Bunun üzerine îsa, havarilerine “Ya siz, ben kimim dersiniz?” sorusunu yöneltmekte ve Petrus’tan «Sen Mesîhsin» cevabını almaktadır. Bunun kimseye söylenmemesi için onlara sıkı sıkı tenbih edilmekte ve arkasından da «İnsanoğlu» olduğu vurgulanmaktadır.


İsa’nın haberciliğini Zekeriya oğlu Yahya yapıyor. Ona Mesîh olup olmadığı sorulduğunda, Mesîh olmadığı cevabını veriyor. Bunun üzerine Mesîh olmadığı halde niçin vaftiz ettiği sorulduğunda Yahya, «Ben, su ile vaftiz ediyorum; aranızda biri duruyor da, siz onu bilmiyorsunuz; benden sonra gelen odur» diyor ve kendisine gelmekte olan îsa’yı, “İşte dünyanın günahını kaldıran Allah Kuzusu” olarak takdim ediyor. Ayrıca Yahya, İsa'nın, kendinden sonra gelmesine rağmen, kendisinden önce olduğunu açıklıyor ve İsa’nın kendisini îsrailoğullarına tanıtması için kendisinin su ile vaftiz ettiğini; İsa’nın ise «Kutsal Ruh» ile vaftiz edeceğini bildiriyor. Yahya olayında da açıkça Mesîh lafzı geçmemektedir. Ancak Eski Ahîd’de yeralan kurtarıcının bir eşek yavrusu üzerinde geleceği haberi İsa tarafından gerçekleştiriliyor. Luka İncilinde de İsa’nın doğumunda Mesîhlik mucizesi gerçekleştiği belirtilmektedir. İsa’nın Mesîh olduğuna Hıristiyanlarca gösterilen bir başka delil de Sanheedrin önünde «... eğer Allah’ın Oğlu Mesîh isen bize söyle» sorusuna İsa’nın «Söylediğin gibidir; fakat sana derim: Şimdiden sonra İnsanoğlunun Kudret’in sağında oturduğunu ve göğün bulutları üzerinde geldiğini göreceksiniz» şeklindeki cevabıdır. İsa’nın bu cevabı, mahkemece «küfrüne» şahit kabul edilip ölümü hakettiğine hükmediliyor. Bunun üzerine «Ey Mesîh!» diye alay ediliyor ve hakarete uğruyor. Netice olarak İsa, haça geriliyor.



İsa’nın Haça gerilmesi


İsmimle gelip birçoklarını saptıracaklar. Siz cenkler ve cenk sözleri işiteceksiniz. Sakın, sıkılmayın; çünkü bunların vaki olması gerektir; fakat daha sonu değildir. Çünkü millet millete karşı, ülke ülkeye karşı kalkacaktır; yer yer kıtlıklar ve zelzeleler olacak ve bütün bunlar ağrıların başlangıcıdır. O zaman sizi sıkıntıya koyacaklar ve öldürecekler; benim ismimden dolayı bütün milletler sizden nefret edecekler... Bir çok yalancı peygamberler kalkıp bir çoklarını saptıracaklar». İsa, Kıyamet geldiğinde, dünyanın yaratılışından bu tarafa görülmemiş sıkıntıların olacağı; güneşin kararacağı, ayın ışık vermeyeceği, yıldızların gökten düşeceği, göklerin kudretinin sarsılacağı vb. gibi husûsların olacağını bildiriyor. O zaman “işte Mesîh burada yahut şurada” denilirse inanmamalarını; çünkü yalancı Mesîh ve yalancı peygamberlerin çıkıp büyük alâmetler ve hârikalar yaparak «seçilmişleri» bile saptırabileceklerini, bunlara inanılmamasını tenbih eden İsa, “Kıyamet Günü” nü “Babamdan başka kimsenin bilmeyeceğini haber veriyor”.


Hıristiyanlara göre Mesih’in çeşitli görünüşleri Mezmurlar’da dile getirilmiştir. O, İsa’dır. İsa «Tanrı Krallığı»ndaki rolünü açıklamıştır. Mesîh ünvanı onun için bir imtiyazdır. İlk Kilise, İsrail’in ümidinin ve kesin kurtuluşunun İsa ile olacağını; onları da onun dolduracağını kabul etmiştir. St. Paul (Pavlus), bundan dolayı, “Tanrı’nın ne kadar vaidleri varsa, Eveti ondadır” demektedir.


Hıristiyan inancının temelinde Mesih’in iki defa gelişi vardır. Birinci gelişinde hakarete uğradı ve başarısız oldu. Ancak ikinci gelişi, dünyanın sonunda, olacak ve zafere ulaşacaktır, Hıristiyanlarca Mesih’in İsa olduğunda hiç şüphe yoktur. O, ikinci gelişiyle görevini tamamlayacaktır. Ancak bu ikinci geliş zamanı Hıristiyanlığın ilk yıllarından itibaren tartışmalı bir konu olmuştur. Onun çok yakında geleceği ve “Kıyamet”in başlayacağı inancına sahip olanlar, dünya işlerini bir tarafa bırakıp «Öbür dünya»yı garanti etmeye yönelmişlerdir. Böylece dünya işlerine önem vermeyen «zühd hayatı», yanı «Ruhbaniyet» ağırlıklı bir din ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yüzyıllarda İsa’nın gelişi ile ilgi değişik tarihler verilmiş ve verilen tarihte gelmeyince tevil yoluna gidilmiştir.


Hıristiyanlar, Mesih olarak İsa’nın yakında yeryüzüne inerek bin senelik «Tanrı Krallığını kuracağına, ölülerin dirileceğine ve Tanrı’nın bütün düşmanları ezilinceye kadar hüküm süreceğine; dönüşünden önce ona düşman olan “Deccal”ın çıkacağına inanmaktadır. Onlar, zaman zaman, İsa ve Kilise’ye düşman olanları da “Deccal”a benzetmişlerdir.


Yuhanna’nın Mektuplarında ve Vahyi’nde Dünyanın sonu (Eskatoloji) ile ilgili olaylarla Mesih’in (İsa) geleceği işlenmektedir. Bu bilgiler ışığında Mesih’in «Bin yıllık Saltanatı» nı kurmak için geleceği zamanın miladî 1666 olarak tesbiti bile yapılmıştır. Bu tarih, bazı Yahudilerce de «Mesîh»in geliş zamanı olarak kabul edilmiştir.


Görüldüğü üzere, “îlk Dinler” den başlayıp Yahudilikte sistemleşen ve Hıristiyanlıkta birinci defa İsa ile gerçekleşen, fakat gelecekte Tanrının bin yıllık Saltanatı’nı kuracak «Mesîh Ülküsü» şekline dönüşen bir “Mesîh” inanışı bulunmaktadır. Hattâ İslâm’a bile «Mehdî» şeklinde girmiş ve yaşamaya devam etmiştir. Aslında bütün bunların sistemli şeklini ve başlangıcını Yahudilikte görüyoruz. Orada tam bir kurtuluş müjdesi şeklinde yer almaktadır. Bu, Hz. İsa’nın «Çarmıh»a gerildiğinde onunla «Yahudilerin Kralı Mesîh» diye alay edilmesinde de; İsa’dan sonra Yahudiler arasından sahte Mesîhlerin çıkmasında da, Yahudilerde Mesih inancının nasıl bir öneme sahip olduğunu gösterebilir. 



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -11 ”Çin”

 




Evrenin Yaratılışı: Sunuş


Araştırmacılara göre bize ulaşan Çin söylenceleri, diğer eski kültürlere ait söylenceler kadar eski ve Özgün değildir. Bunun en önemli nedeni, MÖ 213'te Çin'in ilk imparatorunun tıp, kâhinlik, tarım, ağaç ve bitki yetiştirilmesi hakkında olmayan bütün kitapları yakmasıdır.


Büyük Han Hanedanı döneminde (MÖ 206-MS 220), imparatorlar Konfiçyus'un öğretilerini devlet dini olarak kabul etmişler ve doğaya tapınmayı içeren dinleri yasaklamışlardır. Ağızdan ağıza aktarılan eski söylencelerin çoğu bu dönemde kaleme alınmış, ancak Han bilginleri, bu söylenceleri kendi tutumlarını ve o dönemin siyasal ve dinsel iklimini yansıtacak şekilde yeniden biçimlendirmişlerdir.


Pangu'nun yaratılış söylencesi, var olan en ayrıntılı Çin yaratılış söylencesidir. Bu söylence MS 200 ve 500 yılları arasında yazılmış metinlerde bulunmaktadır ve kaostan düzenin ortaya çıkışı ve bu düzenin korunması üzerinde yoğunlaşmaktadır. Pangu ilk olarak gökleri yerden ayırarak evrene düzen getirir. Onun gövdesi dünya yüzeyindeki dağ, okyanus ve orman gibi doğal biçimleri birbirinden ayırarak, ayrıca gökleri ayrıştırarak yeni bir biçim alır. Daha sonra, canavar Gong-gong, doğal çevreyi hissettirmeden tahrip edince, Ana Tanrıça Nugua dünyanın düzenini yeniden kurar.


Diğer eski kültürlerden farklı olarak, Çinliler evreni birbirini tamamlayan iki öze ayırırlar: Yin (Gölgeli) ve Yang (Güneşli) birlikte bütünü oluştururlar. Yin doğadaki dişi ilkedir; karanlık, toprak, edilgen, boyun eğen ve sakin özellikler taşır. Yang ise erkek ilkedir; canlı, aydınlık, etkin, saldırgan ve sıcak özellikleri temsil eder. İnsanlar dünyasına dişi ve erkeğin birleşmesi gibi, güneş, yani Yang’ın özelliklerini temsil eden tanrı ile ay, yani Yin'in özelliklerini temsil eden tanrıça evlenirler. Nitekim gök ve dünyada bütünün birbirini tamamlayan parçalarını temsil eder.



Evrenin Yaratılışı


Başlangıçta bir yumurta tüm evreni içinde barındırıyordu. Yumurtanın içinde kaotik bir kitle bulunmaktaydı. Gök ve yer birbirinin eşiydi ve her yer tümüyle karanlıktı. Çünkü ne güneş ne de ay vardı. Bu karanlık kütleden ilk varlık Pangu oluştu. Pangu kendini karanlıkta bir yumurtanın içinde kapalı ve kaosla çevrelenmiş bulunca, evrene bir düzen getirmeye karar verdi.


Önce dünya yumurtasını kırarak açtı. Daha hafif olan kısım (Yang) yükselip gök haline gelirken, daha ağır olan kısım (Yin) çökerek yer oldu. Pangu, dünyanın üzerinde ayakta durmaya çalıştı, ancak gökler başının üzerinde büyük bir baskı yapıyordu. Fark etti ki gökler gökyüzünün çok yükseklerinde yer almazlarsa yaşamın ortaya çıkması mümkün olamayacak. Bu sorunu nasıl çözeceğini düşündü. Sonunda bu dünyada canlı yaratıkların oluşabilmesi ve varlıklarını sürdürebilmelerinin tek yolunun, gökyüzünü yukarı doğru itmek olduğuna karar verdi.


Sonraki 18.000 yılda Pangu, sürekli göklerin yeryüzünü ezmesini engellemeye çalıştı. Yalnızca ağzına esen rüzgârları yedi. Hiç uyumamıştı. önce dizlerinin üstünde, dirsekleri kıvrık olarak durabiliyordu ve bütün gücünü toplayıp elleriyle gökyüzünü yukarı itti. Daha sonra Pangu'nun ayakları üstünde, dirsekleri kıvrık durabildiği zaman geldi ve elleriyle gökyüzünü itti. En sonunda Pangu tümüyle ayağa kalkabildi ve gökyüzünü yukarı iterken kollarını sonuna kadar açmayı başardı.


Pangu günlerce, gecelerce, aylarca, yıllarca, taş bir sütun gibi ayakta durdu ve gökleri durmaksızın elleriyle yukarı itti. Yavaş yavaş gökyüzü giderek daha yukarı yükseldi, her gün on metre daha yükseğe çıkıyordu. Gökler daha yükseğe çıktıkça, Pangu da gittikçe uzuyordu.


En sonunda gökler dünyanın çok üzerinde yerlerini alınca, Pangu çok yorulduğunu fark etti. Gökyüzüne, bir de çok aşağılarda ayaklarının altındaki toprağa baktı. Dünya ile göklerin arasındaki mesafenin iyice açıldığından emin oldu; artık gökyüzünün çöküp yeryüzüne çarpmasından korkmadan uzanabilir ve dinlenebilirdi.


Böylece Pangu uzandı ve uyudu. Uykusunda öldü ve onun gövdesi evrene biçim ve töz verdi.


Pangu'nun başı Doğu'daki dağı oluştururken, ayakları Batı'daki dağı oluşturdu. Bedeni Orta'daki dağı, sol kolu Güney'deki sağ kolu ise Kuzey'deki dağı oluşturdu. Bu beş kutsal dağ kare şeklindeki dünyanın dört köşesini ve merkezini belirledi. Her biri dünyanın üzerinde dev bir taş sütun gibi durarak gökleri yukarıda tutmayı başardılar.


Pangu'nun başındaki saçları ve kaşları, gezegenler ve yıldızları oluşturdular. Sol gözü güneşi, sağ gözü ayı oluşturdu. Eti yeryüzündeki toprak ve kanı okyanus ve ırmaklar oldu. Dişleri ve kemikleri kayaları, mineralleri ve değerli taşları oluşturdular. Soluğu bulutları ve rüzgârı, sesi ise yıldırımı ve fırtınayı oluşturdu. Teri yağmur ve çiğe dönüştü. Bedenindeki tüyler ağaçları, bitkileri ve çiçekleri oluştururken derisinde yaşayan asalaklar, hayvanlar ve balıklara dönüştüler.


Âna Tanrıça Nugua ilk insanları yarattı. Kendisi de bir insana benziyordu, ancak bacaklarının yerinde bir ejderha kuyruğu vardı. Nugua dünyanın üzerinde kayarak dolaşırken, Pangu'nun bedeninden oluşan güzel şekilleri hayranlıkla seyretti. Ağaçları, bitkileri ve çiçekleri çok sevdi, ama en çok daha hareketli ve canlı olan hayvanlardan ve balıklardan hoşlandı. Ancak bütün bunları bir süre inceledikten sonra yaratılışın henüz tamamlanmadığına karar verdi. Hayvanlar ve balıklar onu tatmin etmek için yeterince akıllı değildiler. O bütün canlılardan daha üstün olacak bir yaratığa hayat verecekti.


Nugua, Sarı Nehir boyunca süzülürken bu nehir yatağındaki maddeyi kullanarak insanı oluşturmaya karar verdi. Nehrin kıyısına oturarak nehir yatağından avuç avuç ıslak çamur aldı ve onlardan küçük insanlar oluşturdu. Onları kendine benzetti, ama onlara ejderha kuyruğu yerine iki kollarıyla uyumlu iki ayak verdi. Yürümeye hazır olduklarında, onlara yaşam soluğunu üfledi. Bazılarını Yang ile, yani doğadaki erkek, saldırgan öğeyle doldurdu ve bunlar erkek oldular. Diğerlerini ise Yin ile, yani doğadaki dişi ve uysal öğeyle doldurdu ve bunlar da kadın oldular.


Bir süre sonra, Nugua insanlara tek tek biçim vermekten usandı ve daha hızlı bir yol düşündü. Nehir yatağındaki ıslak çamura bir ip yerleştirdi ve ipi üst ucu tamamen kaplanana kadar suda dolandırdı. Daha sonra ipi aldı ve sahile doğru salladı. Her damla çamur bir insan haline geldi. Ancak bu iki yöntem aynı türde insanlar yaratmıyordu. Nugua'nın eliye biçimlendirdikleri, ipten düşerek oluşanlardan daha zengin ve daha akıllıydılar.


Bir süre sonra Nugua'nın çocukları evlerini yapıp köylere ve çiftliklere yerleşerek günlük gereksinimlerini karşılamaya başlayınca, canavar Gong-gong çok kızdı. Başını gökyüzünü tutan dağlardan birine şiddetle vurdu. Dağ yere yıkıldı, gökyüzünde tuttuğu bir bölümde büyük bir delik açıldı ve yeryüzünün pek çok yerinin çatlamasına neden oldu. Bazı büyük yarıklardan alevler fışkırarak evleri ve ekinleri yaktı. Nehirler yataklarından taştılar ve yeraltı sularının oluşturduğu seller yarıklardan fışkırarak eskiden köy ve çiftlik olan yerlerde büyük bir okyanus oluşturdular.


Büyük Tanrıça dehşet içinde yüzlerce insanın açlıktan ölmesini veya boğulmasını izledi. Yarattığı çocukları kurtarmak için acele hareket etmesi gerektiğini biliyordu. İlk önce nehir kıyısındaki sazları ateşe verdi ve küllerini, ateşi söndürmek için yanan yarıklara doldurdu. Sonra sellerin toprağa sızmasını ve sazların küllerini set gibi yığarak suların eski nehir yataklarından akmasını sağladı.

İnsanlar çiftliklerine ve köylerine dönüp günlük işlerini yapmaya başlayınca, Nugua, Sarı Nehir'e doğru süzüldü ve beş değişik renkte taş topladı. Bu taşları ocakta eriterek göklerdeki deliği bununla kapadı. Daha sonra dev bir kaplumbağanın dört ayağını aldı ve bunları gökyüzüne destek olsun diye dünyanın dört köşesine ek sütunlar olarak yerleştirdi. Böylece Ana Tanrıça Gong-gong'un düşüncesizce yol açtığı yıkımı onardı.


Ancak Nugua beşinci sütunun devrildiği, dünyanın kuzeydoğu köşesini bir türlü yükseltemedi. Bu alan hâlâ Çin'in diğer yerlerinden daha alçaktır ve nehirler doğuya doğru bu alçak toprağın üzerinden denize dökülürler.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak