7 Şubat 2023 Salı

SELÇUKLULARIN SÜNNİ SiYASETi-4

 SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE TASAVVUF HAREKETLERİ


Selçuklular dönemi siyasi olaylar kadar, fikri ve kültürel hareketler bakımından da sonraki dönemlere etkileri olan önemli bir devredir. O dönemde meydana gelen müesseseler ve anlayışlar daha sonraki gelişmelerin temelini oluşturmuştur. Devlet kurumları, mezhep anlayışları, medreseler ve benzeri hususlarda olduğu gibi tasavvufi hareketler bakımından da, Selçuklular dönemindeki gelişmeler hem İstikamet gösterici, hem de belirleyici özelliğe sahiptir. Bu bakımdan bahsedilen zamandaki tasavvufi hareketleri ve bunların temsilcilerini tanımak, sonraki gelişmeleri anlamak bakımından gereklidir.


Selçuklular dönemindeki tasavvufi hareketlerin hakkıyla değerlendirilebilmesi için tasavvufun doğuşu ve bölgedeki şekillenişini bilmek gerekmektedir. Çünkü, hiçbir hareket veya düşünce birdenbire ortaya çıkmış, bulunduğu şekle gelmiş değildir. Her düşüncenin oluşmasında ve şekillenmesinde tesirli olan tarihi, sosyal, kültürel ve coğrafi etkenler mevcuttur. Bu manada bölgedeki tasavvufi hareketlerin de kaynaklarını tanımak sureti ile mevcut durumunun yanında, sonraki şekillenmesini de izah etme imkanı ortaya çıkmış olacaktır.


Gerek ilahi, gerekse beşeri dinlere bakıldığında hepsinin kendi inanç sistemlerine göre bir mistik hayatının olduğu görülür. Her dinin olduğu gibi İslam dininin de bir mistik ve deruni yönü vardır ki, bunun özel adı "Tasavvuf'tur. Tasavvuf, İslami kaynaklardan hareketle dini prensiplerin konu ile ilgili yönlerini inceleyen, derinleştiren, yaşayan, başkalarına da aktarma yollarını gösteren bir faaliyettir. Bir başka ifade ile tasavvuf Kur'an ve hadislerde yer alan, insanın mistik yönüne ve gönül terbiyesine işaret eden, maddenin ve dünyanın geçiciliğini işleyen, kalbi davranışları esas alan kaidelerin değişik yorumlarından ibaret bir ahlak ve tefekkür sistemidir. "Zühd-ü takva ile ruhu temizlemek, kendi varlığını, Cenabı Hakk'ın sevgisinde eritmek, kalbini bütün masivadan boşaltıp Hakk'a tahsis etmek, kendini yok bilip Allah'ın varlığında yaşamak, O'nun bütün emirlerine uymak, yasaklarından kaçmak ve böylece en büyük mutluluk olan Allah'ın cemalini müşahedeye erip rızasına nail olmak şeklinde de tarif edilen tasavvuf hakkında bizzat mutasavvıflar tarafından getirilen yüzlerce tanıma rastlamak mümkündür. Fakat hepsinde oluşan ortak nokta; aşkla ve sadece Allah rızasını gözeterek İslam'ı yaşamaktır. Bu sebepten İslam ile tasavvufu aynı manada kabul edenler de mevcuttur.


Tasavvuf tabiri Hz. Peygamber zamanında kullanılmamış, fakat menşe olarak Hz. Muhammed dönemine dayandırılmıştır. Gerek Kur'an'ı Kerim'deki züht ve takvayı teşvik eden ayetler, gerekse güzel ahlakı, verayı ve ihsanı öven hadislerdeki hususlar tasavvuf için bir başlangıç oluşturmuştur. Sahabe döneminde başlayan ve tartışmalı dış tesirler bir tarafa bırakıldığında, tamamen İslam kaynaklı olan tasavvuf hareketi sonraki dönemlerde de gelişerek devam etmiştir.


Önceleri kişilerdeki züht yaşayışı olarak başlayan bu hareket, sahabe ve tabiin dönemlerinde önemli temsilciler vasıtasıyla devam ettirilmiş ve bu birinci dönemi "Zühd devri" olarak tanınmıştır. Zaman içerisinde olgunlaşarak gelişen züht hareketi 815 tarihlerinden itibaren "Tasavvuf" cereyanını doğurmuştur. Bahsedilen şekilde gelişmesini sürdüren tasavvuf hareketi zaman içerisinde değişik anlayışlar tarafından temsil edilmiştir. Bayazıd, Hallac ve Sühreverdi gibi akla fazla önem vermeyen şahsiyetlerin oluşturduğu tasavvuf anlayışının yanında; Serrac, Sülemi, Kuşeyri, Hucvuri ve Gazali gibi kelama ve akli düşünceye yakın olan dinin nasslarının zahiri ile çelişmeyen bir tasavvuf hareketi geliştirenler de vardır.


Ferdi züht hareketinden başlayarak devreler geçiren, her devrede yeni yorumlarla gelişen ve zenginleşen tasavvuf hareketi XII. yüzyıldan itibaren ekolleşmeye başlamış ve tasavvufun alt birimleri olan tarikatlar oluşturulmuştur. Tanınmış kişilerin etrafında toplanan insanlar onların metotlarını benimseyerek bir yol oluşturmuşlardır. Müritlerin huylarına ve durumlarına göre özel nizamlar koyan bu okullara "tarikat" denecektir. Bunlarla birlikte sufiler toplumda birinci plana geçtiler. Alimler ikinci plana itilirken, hükümdarlar da üçüncü plana düştüler. Böylece sufiler İslam medeniyetinin ruhani ve batıni müesseselerini kurdular ve yücelttiler.



Selçuklulardan Önce Horasan ve Türkistan'da Tasavvuf


İslam fetihlerinin Horasan ve Maveraünnehr bölgelerine doğru yayılmasıyla birlikte bu bölgelerdeki İslamlaşma hareketi de hızlanmıştır. Müslümanların bu bölgelerde hakimiyet tesis etmeleriyle beraber ihtida edenler çoğalırken, bölgeye yeni Müslüman nüfusu göç ettirilerek, askeri yönden elde edilen üstünlüğün dayanacağı nüfus yapısı da oluşturulmaya çalışılmıştır. ·"


Bu İslamlaşma hareketinde önemli rol oynayan gruplardan biri de sufilerdir. Öyleki, sufilerin büyüklerinden ve züht dönemi temsilcilerinden olan Süfyan es-Sevri (öl.778): "Horasan'da ezan okumak, Mekke'de ibadete dalmaktan daha üstün ve daha faziletlidir" demek sureti ile adeta diğer sufilere yön göstermiştir. Bu düşünceden hareket eden sufiler bölgede faaliyet göstererek hem İslami düşünceyi, hem de sufiliği yaymışlar, çağrılara Kur'an ve Sünnete daha fazla bağlı mutasavvıflar cevap vermekte gecikmediler. Ebu Said b. Ebu'l-Hayr (öl.911) gibi sufiler bunların yollarının yanlışlığını ileri sürerek gerçek sufiliğin farz ve Sünnetleri yaşamakla mümkün olabileceğini ileri sürdüler. Böylece çizgi dışı tasavvuf hareketlerinin karşısına, onların görüşlerinin yanlışlığını ortaya koyan ve dini emirler doğrultusunda tasavvufi görüşlerini açıklayan mutasavvıflar çıktı.


Hallac'ın ölümünden sonra sufilik ile Sünni akide arasında meydana gelen uçurum zaman içerisinde derinleşerek artmıştır. Bu durumun doğru olmadığını ve tasavvufun Sünni akideden ayrılamayacağını bilen sufiler harekete geçtiler. Bunlardan biri ve eserleriyle hem tasavvufu yayan, hem de sufilik tarihinin birinci derece kaynağını meydana getiren Buhara'lı Türk alimi Ebu Bekir Kelabazi (öl.990) "Kitibu't-Ta'arruf li Mezhebi Ehli't-Tasavvuf" adlı eserini kaleme alarak tasavvuf ile Sünni akide arasındaki uçurumu kapamayı amaçlamıştır. Kelabazi'nin bu başlangıcı daha sonra Serric, Sülemi ve Kuşeyri tarafından devam ettirilmiştir.


Kelabazi'nin yolunu devam ettiren mutasavvıflardan biri de Ebu Nasr es-Serric Abdullah et-Tusi'dir (öl.988). Bu sufi, yazdığı "el-Luma" adlı eserinde, hata yapan mutasavvıfların usul ve şeriati bilmedikleri için bu tür yanlış yollara saptıklarını zikreder. Onun öğrencisi es-Sülemi'nin belirttiğine göre, es-Serric; felsefi sufilikten ve hulul görüşünden uzak ve tamamen dini feraizlerin edasına inanan bir zattı. Tasavvufi görüşlerinde kesinlikle şetah ve hulul yoktu.


es-Serric'la belirginleşen Sünni tasavvuf hareketiyle birlikte tasavvufta ekolleşme dönemi de başlamış oldu. Doğuşundan sonra Horasan, Türkistan ve Sind gibi uzak beldelere kadar yayılan tasavvuf hareketinin biri Bağdad, diğeri de Belh olmak üzere iki ana merkezi oluşmuştu. İbrahim b. Ethem (öl.778) Belh medresesinin, Haris el-Muhasibi (öl.837) ise Bağdad medresesinin temsilcisi olmuştu. Bu şekilde iki önemli merkez tarafından temsil edilen tasavvuf hareketi, daha sonra es-Serric'la birlikte Nisabur tarafına kaymış ve Belh'in yerini Nisabur almıştır. Bağdad medresesi mensupları, temel görüş olarak Kitap ve Sünnete uygun olan fikirleri kabul edip, uygun olmayanların reddedilmesi şeklinde bir metot benimseyerek, önce kendi görüşlerini zikrettikten sonra bu görüşleri destekleyen sufilerin fikirleri nakletmeyi uygun bulmuşlardır. Nisabur medresesi olarak temayüz eden ekolü oluşturan mutasavvıflar ise, araştırmacı özelliklere sahip kişilerden oluşmuş ve bunlar kendi görüşlerinden ziyade, genelde sufi şeyhlerinin görüşlerini nakletmişlerdir. Bu medresenin temsilcisi es-Serric ve onu takip eden es-Sülemi, yazdıkları eserlerle mutasavvıfların da kelamcılar, muhaddisler, müfessirler ve fakihler kadar muteber kişiler olduklarını ispat etmiştirler.


Tasavvufa damgasını vurmuş olan mekteplerin temsilcileri es-Serric (öl.988) ile Cüneyd-i Bağdadi (öl.910) aynı dönemin insanları olup, sonradan meydana gelen oluşumların da temelini atmışlardır. Özellikle bu çalışma açısından Nisabur medresesi daha büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü Selçuklular dönemine damgasını vuran önemli mutasavvıfların büyük bir bölümü bu medresenin çizgisini devam ettirerek eserler yazmışlar ve tasavvufu yaymışlardır. es-Serric'la başlayan bu düşünce tarzı onun öğrencisi es-Sülemi ve arkasından öğrencisi el-Kuşeyri, Ebu Ali Faremedi ve Gazali çizgisiyle devam etmiştir. Bu alimler Selçuklular döneminin önemli mutasavvıfları olup, Selçuklu Devleti'nin genel politikası olan Sünni görüş paralelinde bir tasavvuf anlayışı geliştirmişlerdir.

 


Selçuklular Döneminde Tasavvuf


Selçuklular İslam dünyasının liderliğini ele almadan önce, İslam dünyasında siyasi, mezhebi ve fikri parçalanmışlığın yanında, bahsedilen tasavvufi sahada da bütünlükten uzak, İslam dışı çizgiye kaymış sufilik anlayışları mevcuttu. Özellikle Şii-Fatımiler vasıtasıyla yürütülen ve Sünni dünyayı yok etmeyi amaçlayan siyasi ve fikri faaliyetlerin yanına bu çizgi dışı sufilik hareketleri de katılmıştı. Şii kaynaklı fikirlerden etkilenen bazı sufiler, İslam'ın batıni yorumlarına yönelmişler, dinin zahiri emirlerini kale almayan, onların geçersizliğini kabul eden noktalara kadar varan yorumlarla insanların kafalarını karıştırmaya yol açmışlardı. Şii kaynaklı düşüncelerden etkilenenlerin yanında, Hint düşüncesinden etkilenen bazı gruplar da hulul vb. düşüncelere itibar etmeye başlamışlardı.


Bahsedilen bu çizgi dışı akımların yanlışlarının ortaya konması ve fikirlerinin çürütülmesi gerekmekteydi. Bu işi dinde samimi ve bilgi sahibi alimler üstlenmiş olmakla beraber, bu faaliyetlerin başarısı için siyasi güç tarafından da desteklenmesi gerekmekteydi. Selçuklular bu alimleri desteklemek ve onların faaliyetlerini kolaylaştırmak sureti ile diğer sahalardaki mücadele gibi, bu sahadaki mücadelenin de başarıya ulaşmasını temin etmişlerdir. Özellikle Selçuklu Sultanları'nın alimlere karşı büyük saygı göstermesi, mutasavvıflara hürmette kusur etmeyerek onları yüceltmesi, bu mücadeleyi kolaylaştırmıştır.


Selçuklu Sultanları'nın Alimlere ve Mutasavvıflara Karşı Tutumları


Selçukluların İslam aleminin liderliğini ele almalarıyla birlikte siyasi birlik temin edildiği ve Sünni İslam'a muarız olan Şii Fatımilere karşı üstünlük kurulduğu için Selçuklu Sultanları bu halin devamı hususunda gerekli gayretleri göstermişlerdir. Bu çabada en büyük destek ulemadan ve sufilerden gelmiştir. Çoğu kez bu iki hüviyeti (alim-sufi) şahsında toplayarak temayüz eden şahsiyetler, Selçuklu Sultanları'ndan gerekli desteği, hürmeti gördükleri gibi, sultanların ana hedeflerinden biri olan Sünniliğin zafere eriştirilmesi planı, onların gayelerine de uygun düştüğü için, kargaşa ve fikri anarşiye karşı Selçukluları desteklemişlerdir.


"Selçuklu Sultanları ilmin ve ulemanın devleti koruyan duvar ve onu ayakta tutan direk mesabesinde olduğunu, ulemanın medeniyetlerin meşalesi ve ümmetin öncüsü olduğunu idrak etmişlerdi. Bu sebepten ilmi müesseselerin yayılmasına yardımcı oldukları gibi, ilim ehline medrese, hankah ve ribat yaptırıp, ulemaya bol İhsanlarda ve ikramlarda bulundular. Zira bu İşin devletin bekası için elzem olduğunu idrak etmişlerdi. Bu yüzden sultanların sarayları ulema, şuara ve marifet ehliyle dolup taşmaktaydı. Sultanların aldığı tedbirler ve hazırladıkları ortamla ulema için ilim meclisleri kurmak, ders halkaları oluşturmak ve ilmi münazaralar yapmak imkanı meydana getirilmişti. Genelde olduğu gibi, Selçuklu döneminde de mutasavvıflar insanları ibadete, ihlasa ve birliğe çağırmışlar, Selçuklu Sultanları da bu hususlarından dolayı sufileri korumuş ve onlara destek olmuşlardır. Sufiler sayesinde birlik ve dayanışma oluşmuş, bu da toplumdaki ictimal ahengin yanında, sufilere toplumda önemli bir mevki kazandırmıştır.


Devletin kuruluşundan itibaren ulema ve sufilere büyük itibar gösterilmiş, onlarla görüşmek ve nasihatlerine uymak sultanlar için adeta bir vedbe addedilmiştir. Din ulularına saygı göstermek ve mevkilerini yükseltmek bu şahıslar kadar, bunların halk üzerindeki otoriteleri sayesinde, sultanların itibarlarını da yükseltmekteydi. Sufilerin cemiyet içinde bu denli itibar sahibi olmalarının bir başka sebebi de, özellikle Selçukluların Orta Doğu'ya intikalinden önce İslam alemindeki siyasi istikrarsızlık ve Şii Batıni cereyanların toplumda meydana getirdiği manevi sarsıntı sebebiyle bozulan ahlak ve cemiyet yapısı karşısında, sufilerin insanlara ümit aşılaması, onları birliğe, beraberliğe ve vefaya çağırması neticesinde, halkın bu şahısların yoluna yönelmesi, onların tavsiyelerini tutması sonucunda sufilerin halk üzerindeki saygınlığının ortaya çıkmasıdır.

Selçuklu Sultanları'nın sufilere olan saygıları belgelerinde tevsik edilebilmektedir. Ravendi'nin nakline göre: "Sultan Tuğrul Bey Hemedan'a geldiği vakit, orada evliyadan üç pir vardı: Baba Tahir, Baba Cafer ve Şeyh Hamşa. Hemedan civarında Hızır denen küçük bir dağ vardı ve bunlar onun üstünde oturuyorlardı. Sultanın gözü onlara ilişti. Ordu kalabalığını durdurup atından indi ve veziri Ebu Nasr el-Kunduri ile yanlarına giderek, ellerini öptü. Baba Tahir biraz mecnun gibi idi. Sultana dedi: "Ey Türk Allah'ın kullarına ne yapacaksın?" Sultan dedi: "Ne buyurursun." Baba dedi: "Allah'ın buyurduğu şeyi yap. Ayet: Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsan yapmayı emreder. Sultan ağlayarak dedi: "Öyle yaparım." Baba onun elini tuttu ve dedi: "Benden kabul ediyor musun?" Sultan cevap verdi: "Evet." Baba'nın parmağında senelerden beri abdest aldığı ibriğin kırık başı vardı. Onu parmağından çıkarıp sultanın parmağına geçirdi ve "Alem memleketini bunun gibi senin eline koydum. Adalet üzere ol" dedi. Sultan onu her zaman, muskaları arasında saklar, bir muharebe olunca, parmağına takardı.


Ravendi'nin naklettiği bilgilere bakıldığında Tuğrul Bey'in sufilere gösterdiği saygı, onların sözlerine verdiği değer kadar, Türklerde mevcut "Cihan hakimiyeti fikri" nin zamanın sufilerince de bilindiği ve adeta teşvik edildiği gözlenmektedir. Baba Tahir, Sultan'ı bu yönde teşvik edici sözler söylerken, onu ikaz etmeden de geri kalmamakta, sağlam bir idare için adil davranmak gerektiğini Sultan'a ihtar etmektedir. Benzer davranışı Alp Arslan döneminde de görmek mümkündür. Nitekim ilk Nizamiye Medresesi'nin açılışı hakkında bilgi veren Kazvini, bu hususta önemli bir rivayeti nakleder. Burada, ilmin verdiği yücelik ve dünya zevklerinden uzak derviş meşrep insanların Sultan'dan bir şey beklemeyip önünde eğilmediklerine işaret edilmektedir. Bunlar, kendilerine tahsis edilen medreselerde sufllik fikrini devam ettirerek, ileride açıklanacağı üzere Nizamiye Medreseleri'nde önemli mutasavvıfların yetişmesine zemin hazırlayacaklardır.


Nizamiye Medresesi müderrislerinden ve Melikşah döneminin önemli sufilerinden olan Ahmed Gazali (öl. 1126) aynı zamanda Sultan Melikşah'ın da şeyhiydi. Melikşah, oğlu Sancar'ı şeyhini ziyarete göndermiş, şeyh de Sancar'ın yanağından öpmüştü. Durum Sultan'a nakledilince, Sultan hangi yanağından öptü diye sormuş, oğlunun cevabından sonra: Bir yanağından öptüğü için yeryüzünün yarısına malik olacaksın, eğer iki yanağından da öpseydi hepsine malik olurdun, şeklinde cevap vermiştir. Bu cevaptan bile Melikşah'ın bu sufiye ne kadar hürmet duyduğu ve onun davranışlarına önem verdiğini anlamak mümkündür.


Selçuklular dönemi sadece sufilere değil, ulemaya da büyük değer verilen bir zamandır. Nitekim Mutezili alim Ali b. Hasan es-Sandali (öl.1091) Sultan Tuğrul Bey'le birlikte Bağdad'a gelmiş, sonra Nisabur'a dönerek burada vaazlar vermişti. Sultan Melikşah bahsedilen bu alimi Nisabur Camii'nde görmüş ve kendisini görmeye niçin gelmediğini sormuştur. es-Sandali cevaben: "Meliklerin hayırlısı, ulemanın ayağına gidendir; ulemanın şerlisi de meliklerin ayağına gidendir. Böyle olmak istemediğim için gelmedim" cevabını vermiştir. Melikşah alimler ve şeyhlere karşı bol ikramlarda bulunur, onların gönüllerini hoş tutmayı severdi.


Sadece sultanlar değil, Selçuklular dönemine sultanlar kadar tesir etmiş ve damgasını vurmuş olan Nizamülmülk de ulemaya ve sufilere büyük itibar göstermiştir. Bu şahıslar Nizamülmülk'ün meclisinden hiç eksik olmazdı. Durumu gören Melikşah vezirine mektup yazarak: "Bu insanlar gece gündüz senin meclisine gelerek, senin işine engel oluyorlar. Bir emir ver ki, ancak senin iznin olduğu zaman huzuruna girebilsinler." Nizamülmülk, Sultan'a: "Bu taife İslam'ın temelidir, onlar dünyanın ve ahiretin süsüdür. Eğer onlar benim başıma bile otursalar, bu bana ağır gelmez" şeklinde cevap verdi.


Devrin büyük alimlerinden Kuşeyri ve Cüveyni, Nizamülmülk'ün huzuruna geldiklerinde, onların ayağına kalkar ve yanına oturturdu. Fakat dönemin büyük sufilerinden olan Ebu Ali el-Faramedi huzuruna geldiğinde ise ayağa kalkar, el-Faramedi'yi kendi koltuğuna oturtur, kendisi de onun önünde otururdu. Bu durumun sebebi sorulduğunda: "Kuşeyri ve benzerleri beni gördüklerinde şahsımı överek, bende olmayan sıfatlarla anmaktadırlar. Bu da bende gurur oluşturmaktadır. Oysa el-Faramedi, benim ayıplarımı ve kusurlarımı saymakta, dolayısıyla gerçeği bulmama yardımcı olmaktadır; bu yüzden ona daha fazla hürmet gösteriyorum" demişti.


Selçuklular devrinde Ebu Ali  ed-Dakkak ve es-Sülemi gibi büyük sufilerin yanında yetişen, aynı zamanda Şafii alimi dan Abdurrahman ed­ Davudi ( öl. 1075) , Nizamülmülk üzerinde tesirli olan bir şahsiyetti. Nizamülmülk bu alimin vaazını dinlemiş, ed-Davudi ona: "Allah seni kullarına hakim kıldı. Kıyamet gününde onları senden sorarsa ne cevap verirsin" diye sormuş, bu soru karşısında Nizamülmülk ağlamıştı.


Nizamülmülk'ün sufilere ikramda bulunması bazılarını rahatsız etmekteydi. Selçuklular döneminin büyük sufilerinden olan Şeyh Ebu Said Ebu'l-Hayr'ın oğlu Ebu Tahir İsfehan'a gelince Nizamülmülk bu şahsa büyük ikramlarda bulunmuştu. O vakit şiddetli bir şekilde sufilere karşı çıkan bir Alevi (ve seyyid) vardı. Bu şahıs, Nizamülmülk'e abdest almasını bilmeyen, şeri ilimlerden habersiz şahıslara mal vererek onları yücelttiğini, dolayısıyla yanlış yaptığını söyleyince, Nizamülmülk bunun böyle olmadığını söyleyerek, bahsedilen şahsın huzurunda Ebu Tahir'in imtihan edilmesini istemiş ve Ebu Tahir'in imtihanı kazanması üzerine çok sevinmişti.


Nizamülmülk, ilim erbabını ve sufileri sever, bu uğurda para harcamaktan kaçınmazdı. Bağdad Nizamiye Medresesi inşa edildikten sonra bu medreseye bağlanan vakıfların gelirleri yıllık olarak 60 000 ile 80 000 dinar arasındaydı. Bu miktar ile müderrislerin maaşı ve talebelerin iaşe, ibate, kırtasiye ve diğer gerekli ihtiyaçları karşılandıktan sonra önemli bir miktar da artmaktaydı. Medrese, cami ve ribat inşa ettiren Nizamülmülk, sufileri çok sever, onlara hizmet etmekten zevk alırdı. Nizamülmülk, sufilerin ihtiyaçları için bir defasında 8 000 dinar vermişti.


Nizamülmülk devlet işlerini tamamen elinde bulundurmanın vermiş olduğu bir rahatlıkla istediği tasarrufu yapabilmekte, devletinin emin ellerde olduğunu gören Melikşah ise taht ve avdan başka birşeyle ilgilenmemekteydi. Vezirin bu şekilde hareket etmesini çekemeyen Tacu'l-Mülk, onu gözden düşürmek maksadıyla yaptığı harcamalar konusunda Melikşah'a şikayette bulunarak, Sultan'a: "Nizamülmülk her yıl fakihlere, sufilere, karilere üç yüz bin dinar para veriyor, eğer bu para ile ordu techiz edilirse onunla İstanbul (Konstantiniyye) surlarını bile fethetmek mümkündür" dedi. Sultan bunu işittiği vakitte Nizamülmülk'ü yanına çağırdı, bu mesele hakkında kendisinden sordu. Nizamülmülk cevap olarak: "Ey Sultanülalem! ben ihtiyar bir adamım; eğer beni mezada versen bana kimse on dinardan fazla kıymet vermez; sen gençsin, seni de mezada verseler sen de yüz dinardan fazla etmezsin! Tanrı sana ve bana kullarından hiç kimseye nasip olmayan lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Buna mukabil sen o Tanrının dinini ilaya çalışan, onun aziz kitabını hamil bulunanlara yılda üç yüz bin dinar sarf etsek çok mudur? Sen her yıl askerlere bunun iki mislini sarf ediyorsun; halbuki bunların en kuvvetlisi ve en nişancısının attığı ok bir milden ileri gitmez. Bunlar ellerinde bulunan kılıçlarıyla yalnız kendi yakınında bulunan kimseleri öldürebilirler; ben ise sarfettiğim bu para ile öyle bir ordu techiz ediyorum ki onların duaları ok gibi ta arşa kadar gider ve Tanrıya vasıl olmak için ona hiç bir şey mani olamaz" dedi. Sultan bu sözleri işittiği vakitte ağlamağa başladı, kendisine: "Sen bu ordunun sayısını elinden geldiği kadar çoğalt; sana istediğin kadar mal hazırdır, dünyanın serveti senindir" dedi." Bütün bunlardan Nizamülmülk ve Melikşah'ın ilim erbabı ile sufiler hakkında neler düşündüklerini çıkarmak mümkündür. Sonuçta ilim ehli ve sufiler devlet tarafından himaye edilmiş, gerekli ihtiyaçları konusunda devlet hazinesinden bolca harcama yapılmıştır. O kadar ki, devlet hazinesinden tahsisat bağlanan bu şahısların sayısı 12 000 kişiye ulaşmıştı.


Devletin himaye ettiği alim ve zahitlerin sayıları ile onlara harcanan rakamlar meselenin Selçuklular katında ne kadar önemli sayıldığının delilidir. Bu kadar ihsanda bulunulan zümreler faaliyetlerini daha serbestçe yürütmekle kalmamış, bu faaliyetler için devletin daha güçlü olması gerektiğini kavrayarak, onun bütünlüğü, devamı yönünde hizmet vermişlerdir. Bu siyaset hem devletin devamı, birlik ve beraberliği, hem de sufiliğin intişarı açısından birbirleriyle örtüşmekte, hedefler bakımından da paralellik arz etmektedir.



Tasavvufun Şekillenmesi


X. asrın sonlarında Horasan'ın önemli şehirlerinden olan Nisabur, İslam tasavvuf hareketinin önemli merkezlerinden biri haline gelmişti. es­ Serrac'la başlayan dinin emirlerine bağlı ve tasavvufi görüşlerini bu doğrultuda belirleyen sufiler hareketinin önemli temsilcileri bu ekolden yetişmişlerdir. Dönemin önemli alimi ve sufisi Ebu Abdurrahman es­ Sülemi ( öl.1021) gerek alim hüviyeti ve gerekse sufi kimliği ile döneme tesir etmiş, yetiştirdiği öğrencileri vasıtasıyla kendinden sonraki tasavvuf düşüncesini etkilemiştir.


Sülemi, aynı zamanda Kur'an'ı tasavvufi manada yorumlayarak tefsir yazan önemli bir alimdir. "Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnete dört elle sarılmaktır" diyen Nasribazi'nin öğrencisi olan Sülemi, aynı anlayışı devam ettirerek, bu yönüyle de kendinden sonra gelenlere tesir etmiş, tasavvufi yorumların Kur'an'a uygun olmasını temin etmiştir. Sülemi'nin en fazla tesirinde kalan şahsiyetlerden birisi de Selçuklular döneminin önemli alimi ve Sülemi'nin talebesi olan Kuşeyri'dir. Kendinden sonra gelen alimlerin ilim ve marifetinden bahsettikleri Kuşeyri, zamanının büyük sufilerinden Ebu Ali ed-Dekkak'ın meclislerine devam ederek ondan tasavvufi terbiyeyi almış, hocasının işereti üzerine zamanın alimlerinden Ebu Bekir et-Tusi, İbn Furek ve el-İsferiyini'nin derslerine devam ederek zahir ilimlerde de ilerlemiş, İbn Furek ile el-İsferiyini'nin ilimdeki metotlarını birleştirmiştir. ed-Dekkak'ın vefatından sonra Horasan'ın ünlü şeyhi es-Sülemi'nin yanında tasavvufi terbiyesini tamamlayarak zahir ve batın ilimlerinde erişilmez bir noktaya ulaşmıştı O, bu hususta hocasının yolunu izleyerek meseleleri Kur'an ve Sünnet çerçevesinde yorumlamaya gayret etmiştir.


Tuğrul Bey döneminde Eş'arilere karşı başlatılan olumsuz kampanyadan Kuşeyri de etkilenmiş, kendisi Eş'ari olduğu için İmam Eş'ari'yi savunan bir mektup yazarak dönemin idarecilerine ulaştırmışsa da, netice alamayınca Cüveyni, Beyhaki gibi alimlerle beraber Selçuklu ülkesini terk ederek Hicaz'a gitmişti. Alp Arslan'ın başa geçmesi ve Şafii Mezhebinden olan Nizamülmülk'ün vezir olmasından sonra memleketine geri dönmüştü.


Serric ve Sülemi çizgisinin Selçuklular dönemindeki temsilcisi olan Kuşeyri, yazdığı eserlerle bu anlayışın devamını temin etmiştir. Yüzden fazla eser sahibı olan Kuşeyri'nin tasavvuf sahasındaki en meşhur telifi, adeta bu yolun mensuplarınca el kitabı haline dönüştürülen, "er-Risale" adlı eseridir."


Kuşeyri, insanlardaki bozulmadan ve tefessühten bahsederek eski büyük sufilerin hallerini anlatan bu eseri yazmak sureti ile doğru yolu göstermek istediğini açıklamaktadır. Tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi şeri ilimlere sahip Kuşeyri, eserindeki her fikrin, her cümlenin şeriat ölçülerine uymasına dikkat etmiş, bu ölçülere uymayan sufiler ve onların görüşlerini eserine almamıştır. Bu sebepten dolayı hocası Sülemi, Hallac'ı kitabına aldığı halde; Kuşeyri, Hallac gibi sufileri kitabına almamıştır.


Kuşeyri, metot olarak benimsediği büyük sufi şeyhlerini ve onların sözlerini eserinde nakletmeyi uygun görmüştür ki, bu, Bağdad Medresesine mukabil, Nisabur Medresesi şeyhlerinin benimsediği genel yapıya uygundur. Kuşeyri bu bilgileri naklederken sufi hayat tarzının önemli veya önemsiz tüm yönlerini dikkate alarak üzerinde durduğu her hususu üç delille destekler. Bunlar:


1 - Kur'an ayetleri

2- Bazı hadisler ve Hz. Peygamber'in başından geçen olaylar

3- Büyük bir sufinin hayatındaki bazı olaylar veya yorumlar.

Böylece dile getirilen her görüş, her fikir şeri ölçüler yanında, bu ölçülere göre hayatını tanzim eden bir sufinin davranışlarıyla da desteklenmiş olur.


Kuşeyri, bu metotla hareket ederek Kur'an ve Sünnet'ten sonra bahsedilen esaslara bağlı sufileri de referans kabul ettiğini göstermektedir. Kuşeyri'nin bunu yapmaktan maksadı; eski gerçek şeyhlerin hayatlarını, hareket tarzlarını ve akidelerini anlatarak, hem Kur'an ve Sünnet'e uygun yaşayış tarzını göstermek, hem de tasavvufu bu gerileme ve bozulmadan kurtarmanın yanında, bilhassa sufilerin akide bakımından maruz kaldıkları hücumlara da cevap vermek istemesidir. Zira bazı din alimleri sufilerin cezbe, sema gibi birtakım hallerini din dışı sayarak onlara hücum etmekteydiler. Kuşeyri'nin ortaya koyduğu fikirleri toplayan "er-Risale" adlı eser özelde tasavvuf, genelde ise İslam düşünce tarihinde büyük bir merhale oluşturur. Bu eserle birlikte tasavvufun Ehl-i sünnet akidesine uygun olduğu ispat edildiği gibi, ona yapılan hücumlara da cevap verilmiştir. Bu eserden sonra tasavvuf İslami muhitlerde meşru kabul edilmeye başlanmış ve tasavvuf her tarafta serbestçe yayılma imkanı bulmuştur.


Kuşeyri'nin belirlediği yoldan sonra tasavvuf gerilemeden kurtulduğu gibi, çizgi. dışı fikirlerin ve şeri kaynaklara uygun olmayan görüşlerin tasavvuf adı altında· piyasaya sürülmesi veya savunulması da- imkansızlaşmıştır. O, Kitap; Sünnet ve bu değerlere bağlı sufilerin hallerini, görüşlerini ortaya koymak sureti ile, bunun dışındaki görüşlerin geçersiz olduklarını ispatlamış oldu.


es-Serrac'la· başlayan· Sünni tasavvuf görüşü, Nisabur'da Kuşeyri ile devam etmiş, onunla· birlikte şeriat ile hakikatın birleşmesi temin edilmiştir. Tasavvuf tarihinde önemli bir iş başaran Kuşeyri, şeri ilimlere ve tasavvufa vakıf olmanın cesareti ile şeriatı tasavvufla barıştırmak için, tasavvufu şeriata yaklaştırarak, bu ilmin ahenkli ve uyumlu bir izahını yapmıştır.


Kuşeyri çizgisiyle devam eden, şeri ölçülere uygun ve onlarla çelişmeyen tasavvuf anlayışı Kuşeyri'nin öğrencisi Ebu Ali el-Faramedi (öl. 1084) ile devam etmiştir. el-Faramedi bir noktada Kuşeyri ile Gazali'yi birbirine bağlayan köprü vazifesi görmüştür. el-Faramedi değişik alimlerden ilim aldıktan sonra Nisabur'a gelerek burada Ebu Said Ebu'l-Hayr'ın derslerine devam etmiş, onun zikir halkasında yetişmiştir. Ebu Said, Nisabur'dan ayrıldıktan sonra bu defada Kuşeyri'nin medresesinde iki üç yıl kadar Kuşeyri'nin derslerine devam edip, Kuşeyri'nin işareti ile onun yanından ayrılarak Tus'a gidip burada ahval ve mücahede sahasında sufiyyenin büyük şeyhlerinden olan Ebu'l-Kasım Gürgani'nin terbiyesine girmiştir. Terbiyesinde tasavvufun inceliklerini iyice öğrenip, meşayihın meşhurlarından oldu. Sonra tekrar Nisabur'a dönerek, burada irşad faaliyetlerine başladı. Ebu Ali Faramedi, Gazali'nin fıkıhta ve tasavvufta üstadı idi. Yazılı eser bırakmamış olmasına rağmen Gazali'yi yetiştirerek, Sünni tasavvufun gelişmesine hizmet etmiştir. Gazali de, ihya'sında hocasına atıflarda bulunarak onun büyüklüğünden bahsetmiştir.


Türkistan'ın yetiştirdiği büyük alim Kelabazi ile birlikte başlayan, yanlış yapan ve Sünni akideden ayrılan sufilere karşı eser yazarak tasavvufun İslam'a uygunluğunu ortaya koyan ve bu anlayıştaki tasavvufu yayan sufiler kervanı Serric yoluyla devam ederek Gazali'ye kadar gelmişti. Bahsettiğimiz bu sufiler daha çok Nisabur Medresesi'nin temsilcileri olup, bilhassa Horasan ve Maveraünnehr sufilerinden oluşmaktaydı.

Türkistan'ın dışında başka bir coğrafyada ortaya çıkan ve Bağlı Medresesi'ne bağlı olan birisi daha vardı ki, o da aynı yolu takip etmekteydi. Bu şahıs Hindistan'da yetişen büyük sufilerden Ebu Hasan Ali b. Osman el-Hucviri'dir (öl. 1072). Gazne'de yetişen bu alim hocası Ebu'l­ Fadl Hutli yoluyla Cüneyd-i Bağdadi'ye kadar ulaşan ekolün tasavvuf anlayışını temsil eder. Hucviri, değişik bir coğrafya ve değişik bir ekole bağlı olmasına rağmen, Kuşeyri'nin yolunu izleyerek, sahte sufileri ve şeriata aykırı davranışları şiddetle reddetmiştir. Kuşeyri gibi şeri emirlere titizlikle bağlı ve onunla uzlaşan bir çizgi izlemiştir.


Selçuklular dönemindeki bu şekillenmeye baktığımızda, gelişen tasavvufi anlayışın tamamen dini emirlere uygun bir anlayış olduğunu açıkça görürüz. Bu hem dini emirleri gerektiği gibi anlayan ve bunlara uyulması gereğine inanan alimlerin tasavvufu açıklarken ulaştıkları bir neticedir, hem de o dönemde Sünni İslam alemi için bir tehlike teşkil eden Şii-Batıni fikirlere karşı Sünni görüşün tasavvufi anlayışının Kur'an ve Sünnete bağlı olarak ortaya konmuş şeklidir. Özellikle Batınilerin insanların kafalarında oluşturdukları şeri emirlerin zahirlerinin geçersiz ve bunların batıni kısmının önemli olduğu; bunun da ancak masum bir imam vasıtası ile öğrenilebileceği anlayışı karşısında, Sünni ulemanın Kitap ve Sünnete dayanarak verdiği cevaptır.


Tasavvufun bu şekilde açıklanarak izah edilmesiyle Batınilerin faaliyetleri boşa çıkarıldığı gibi, masum imam akidesi sebebiyle insanların Mısır Fatımi Halifesi'ne ve onların akidelerine meyletmeleri de engellenmiştir. Bu da, hem Selçuklu Devletinin bütünlüğü açısından, hem de sosyal yapının bozulmaması açısından büyük bir gelişmedir. Zira insanlar Sünni Bağdad Halifesi'ne ve onun yanında siyasi güç olan Selçuklulara bağlı kalmış, Şiilere meyletmemişlerdir.


Nizamiye Medreseleri ve Tasavvufun Gelişmesindeki Yeri 


Sünni dünya için büyük tehlike teşkil eden Şii hareketlerini bertaraf etmek sırf askeri tedbirlerle mümkün olamazdı. Halkın zihnini bu propagandalardan temizlemek ve Fatımilerin Şii faaliyetlerine son vermek için Nizamiye Medreseleri açıldı. Böylece hem devletin bütünlüğü korunacak, hem de İslam'ın birliği temin edilecekti. X. ve XI. asırlarda güç kazanmış olan Şiilik ve Mutezile fikri, Sünni görüşe sahip Selçuklular ve onların açmış olduğu Nizamiye Medreseleri'nden yetişen Sünni düşünceye sahip alimler tarafından geri püskürtüldü. Sünniliğe karşı hücuma geçen bu fikirlerle mücadele etmek Nizamiyelerin ana gayesi oldu. Nizamiyelerin önde gelen müderrisleri Batınilik ve Mutezileye karşı çıkmış, Sünni akide üzerine kurdukları teorilerini Mutezileye ve felsefecilere karşı geliştirmişlerdir.


Nizamiye Medresesi müderrisleri bir taraftan Ehl-i sünnet dışı fikirlere karşı Kur'an ve Sünnete dayalı fıkhi ve kelami meseleleri geliştirip, bunları öğrencileri vasıtasıyla halka yaymaya ve ülke geneline hakim kılmaya çalışırken; diğer taraftan da yine Sünni öğretiye uygun olarak gelişen, uzun zamandan beri çeşitli tartışmalar ve savunmalar arasından süzülerek gelen, aynı zamanda şeri kurallara bağlı sufiler tarafından yaşanan Sünni tasavvufa sahip çıkmışlardır. Zira her ne kadar tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler bu medreselerde öğretilerek insanlar Sünni kaideler etrafında eğitilip; Şiilik, Batınilik ve diğer Ehl-i sünnet dışı fikirlere karşı zihnen teçhiz edilip, Sünniliği savunacak şekilde donatılıyorlarsa da; dinin zahir emirleri kadar, bu emirlerin -Şii-Batıni fikre sahip olanların anladığı manada olmasa da- batıni, yani tasavvufi manalarını bilmek de gerekmekteydi. Çünkü tasavvufa, dinin bu yönlerini açıklaması bakımından "Fıkh-ı Batın" diyenler de vardır. Nizamiye Medreseleri'nin gayesi genelde Sünniliği korumak olduğuna göre Sünni tasavvuf da bunun içinde olmalıydı. Bu yüzden Selçuklu dönemi üniversiteleri olan Nizamiye Medreseleri'nin bu hareketin dışında kalmadıkları ve meseleyle akademik seviyede ilgilendikleri görülmektedir.


Nizamiye Medresesi müderrislerinden önemli şahsiyetlerin tasavvuf konusuna olumlu yaklaştıklarını görmekteyiz. Nitekim Bağdad Nizamiye Medresesi'nin ilk müderrisi olan Ebu İshak eş-Şirazi'nin (öl.1083) öğrencilerinden bazılarında bu durumu tespit etmek mümkündür. Yetiştirdiği öğrencileri ile doğudan batıya kadar her yeri dolduran Ebu İshak, halife ve Sultan katında büyük itibara sahipti.


Nizamiye Medresesi müderrislerinden Ebu Bekir eş-Şaşi (öl.1013) onun için: "Ebu İshak asrın imamları üzerinde Allah'ın bir hüccetidir" demişti. Vefat ettiğinde cenazesine Halife el-Muktedi ve Nizamülmülk de katılmışlardı. Bu kadar büyük ilme ve şöhrete sahip olan Ebu İshak'ın en büyük öğrencilerinden Ebu'l-Kasım el-Askeri (öl.1080), müttaki, abid ve zikir esnasında çok ağlayan birisiydi. Başka bir öğrencisi Muhammed b. hali et-Tikriti (öl.1132) ise Ebu İshak'ta okuduktan sonra insanlardan kaçarak, bir ribata yerleşmiş ve vaktini ibadetle geçirmiştir. Yaşadığı çağın şeyhi ve asrının zahidi idi. Ebu İshak, öğrencilerine zahir ilimleri öğretmenin yanında onların sufi meşrepli olmalarına ve bir şeyhten tasavvuf terbiyesi almalarına ses çıkamayarak bu duruma rızasının olduğunu göstermiştir.


Tasavvufa yakın ilgiyi Nisabur Nizamiye Medresesi müderrisi İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni'de de (öl.1085) görmek mümkündür. Cüveyni esasında tasavvufa hiç de yabancı olmayan bir aileden gelmekteydi. Babası ve Nisabur'da çağının imamı olan Ebu Abdurrahman el-Cüveyni (öl. 1039), el-Kuşeyri ve dönemin meşhur sufilerinden Ebu Said Ebu'l­ Hayr'la birlikte es-Sülemi'nin müridi idi. Cüveyni'nin amcası olan Ali b. Yusuf el-Cüveyni de devrin önemli şahsiyetlerinden ilim tahsil etmiş, tasavvufi yönü ağır basan ve bu sahada "Kitibu's-Seluve" adlı eserin yazarıdır. Zahiri ilimlerin yanında tasavvufa da bu kadar aşina olan bir çevrede yetişen Cüveyni, zamanın büyük muhaddisi ve "Hılyetü'l-Evliya" adlı eserin müellifi Ebu Nuaym el-İsfehani es-Sufi'nin yanında yetişmiş ve onun gözde müritlerinden olmuştu. Kendisine özel Nizamiye Medresesi yapılacak kadar ilimde otorite olan Cüveyni, çağındaki herkes tarafından hürmet edilen ve ilmi vukufiyeti kabul edilen birisiydi.


Döneminde zahir ilimlerinde otorite olan Cüveyni, Cuma günleri görev yaptığı camide vaaz meclisleri kurardı. Bu meclislerinde sufilerin hallerinden anlatır, ne zaman tasavvuf ilminden ve sufilerin hallerinden bahsetse, dinleyenleri ağlatırdı. Sufi bir çevreden gelen Cüveyni'nin bu özelliğini Nizamiye Medresesi'nde yetiştirdiği bazı talebelerinde de görmek mümkündür. Şurası muhakkak ki, Cüveyni'nin yetiştirdiği talebelerin en meşhuru sonradan, İslama yaptığı hizmetler ve ilimdeki büyüklüğü sebebiyle, "Hüccetü'l-İslam" lakabını alacak olan İmam Gazali'dir. Bu büyük alim Nizamiye Medresesi'nde yetişmiş ve orada müderrislik yapmıştır. Kendinin büyüklüğüne, ilmine, Nizamiye Medresesi etki ettiği gibi; kendisi de Nizamiye Medresesi'ndeki eğitime ve medresenin fikri yapısına tesir etmiştir.

Cüveyni, sadece zahiri ilimlerde değil, tasavvuf konusunda da Gazali'yi etkilemiştir. Cüveyni'den sonra Gazali üzerinde tasavvufi yönde etkisi olan en büyük şahsiyetlerden birisi de Ebu Ali Paramedi'dir (öl. 1084). Gazali Nisabur'da iken Ebu Ali Paramedi'nin sohbetlerine katılarak ondan tarikat almış, verilen vazifeleri yerine getirmiştir. Zikre devam etmiş ve manevi yolda terakki sağlamıştır. Tasavvufun fikriyar ve tatbikatı hakkında pek çok şey öğrenmişti. Gazali önce şeyhi Ebu Ali Paramedi'nin (öl.1084), sonra da hocası Imamu'l-Harameyn Cüveyni'nin (öl. 1085) vefatından sonra, vezir Nizamülmülk'ün yanına giderek onun önünde tanınmış alimlerle münazarada bulundu; hepsinden üstün gelerek ilmi kapasitesini ispat etti. Bunun üzerine Nizamülmülk onu Bağdad Nizamiye Medresesi'ne Müderris olarak atadı. 1091 senesinde İsfehan'dan Bağdad'a gelerek Nizamiyedeki görevine başladı.


Nizamiye'de dört sene boyunca ders veren Gazali, ilminin genişliği ve kelamının güzelliği ile insanları büyüledi. Derslerine Bağdad "Reisu'l­ Ulema"sı, Hanbelilerin reisi ve İbn Akil gibi büyük alimler de katılırdı. Akademik kariyerinin zirvesinde ve şöhreti tüm alemi kaplamış iken, o, halinden memnun değildi. Zira öğrendiği ilimlerin onu istediği noktaya ulaştıramayacağını kavramıştı. Bu maksatla mutasavvıfların yolunu yeniden tetkik etmeye başladı. "Mutasavvıfların ilmi, netice itibariyle nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlakıyla fena vasıflarından kendilerini uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu suretle insan, kalbini Allah'tan gayrı şeylerden boşalır, onu Tanrı'nın zikriyle bezer" neticesine ulaştı.


Gazali, ilmi şöhretin ve kuru bilgilerin ötesinde bir şeyler aramağa başlamıştı. Onun keskin zekası var olanla yetinemezdi. Geçirdiği bu şüphe krizinden sonra Bağdad'ı terk etti. Böylece Gazali'nin hayatındaki akıl dönemi bitmiş, kalp dönemi başlamış oldu. Asıl Gazali dönemi bundan sonra başlar. O uzun süren yolculuklarında bol bol tefekkür etme imkanı buldu ve fikirlerini olgunlaştırdı. Bazı ilim dallarının çıkmaz sokak olduğunu gördü. Böylece yeryüzünde nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nur olmadığına kanaat getirerek, tam manasıyla mutasavvıfların yoluna yöneldi.


Tekrar Bağdad'a dönüp kısa bir müddet kaldıktan sonra Horasan'a geçerek vezir Fahru'l-Mülk'ün ısrarıyla Nisabur Nizamiye Medresesi'nde bir sene kadar müderrislik yaptı. Fakat gönlü vatanına dönmek istiyordu. Bu nedenle dersi terk ederek vatanı Tus'a döndü. Evinin yanında fukaha için bir medrese ve sufiler için bir hankah yaptırdı. Vakitlerini Kur'an hatmi, ders ve gönül erbabıyla sohbetle geçirdi. Vefatına kadar böylece devam etti. Vefat edince Tus'un Taberan kasabasına defnedildi.


Gazali bu haliyle taklidi yenme bakımından önemli bir merhale kat ettiği gibi, Şeriat-Tarikat çekişmesine de bir çözüm getirmiştir. Abdulkerim Kuşeyri: (öl. 1072) yazmış olduğu meşhur "er-Risale" si ile tasavvufun Ehl-i sünnet mezhebine uygunluğunu ispata çalıştığı gibi, daha sonra gelen Gazali de bu hususu zihinlere kuvvetle telkin etmeyi başarmıştır. Bu haliyle Kuşeyri, tasavvufla şeriatı barıştırmak için, tasavvufu şeriata yaklaştırmıştır. Gazali ise şeriatı tasavvufa yaklaştırmak suretiyle aynı neticeye ulaşmıştır. Bu çalışmalar, tasavvufu, Sünni çevreler gözünde şüpheli ve mahzurlu olmaktan çıkarmış ve yayılmasına imkan hazırlamıştır. Gazali, "Sünnilikle tasavvuf arasında, her ikisini de güçlendiren bir uzlaşma tesisine muvaffak olmuştu. Bu uzlaşma, daha sonraki zamanlarda İslam varlığına zarar verebilecek rakip şartların etkisiz hale getirilmesine bir mukavemet unsuru oluşturur.

Gazali, "Sünni İslam inancına yeniden hayatiyet kazandırmış, İslam düşüncesine canlılık vermiştir. Bu hususta onun tasavvufi fikirlerinin çok büyük rolü olmuştur. Tasavvufu, Kur'anı Kerim ve hadislerin Işığında açıklayarak sadece Allah sevgisine meşruiyet kazandırmakla kalmamış, bütün tasavvufa meşruiyet kazandırarak bu ilmin İslam ilimleri arasında mütalaa edilmesine sebep olmuştur. Bu haliyle Gazali, sadece İslam tasavvufuna hizmet etmekle kalmamış, tasavuf onunla birlikte yeni bir devreye girmiş ve İslam kültüründe adeta resmi: bir hüviyet kazanmıştır. Gazali'den önce Ehl-i sünnet'in çoğunluğu tasavvufa karşı iken, Gazali gibi İslami ilimlerde otorite sayılan bir kimsenin tasavvufu kabul etmesi ve şahsında yaşaması, tasavvufun Islam'a uygunluğu için adeta bir delil teşkil etmiş, tasavvufa karşı menfi tutum değiştiği gibi, büyük çoğunluk tarafından hukuki olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Gazali'den sonraki ulemanın büyük çoğunluğu kendisi gibi iki yönlü olmuş; bir yönüyle şeriatı, diğer yönüyle tasavvufu temsil etmişlerdir.


Gazali'nin İslam dünyasındaki etkisi ölçülemez. O, tasavvufu dinin bütünleyici bir parçası haline getirerek Sünni İslam'ı yeniden kurmakla kalmadı, aynı zamanda tasavvufu gayr-i İslami unsurlardan ayıklayarak islah etti ve onu Sünniliğin hizmetine sundu. O, uzun bir tarihi gelişme çizgisinin son noktasını temsil etmektedir. Sufilik onun etkisi sayesinde icma'ın tasvibine mazhar oldu. İslam, yeni bir yaşama canlılığına kavuştu ve bu cazibeyle Afrika, Orta Asya ve Hindistan'da geniş kitleleri sınırları içine aldı. Bundan böyle çok kere büyük bir kelamcı ile büyük bir sufiyi aynı kişilikle bulma imkanı doğdu. Biraz sonra da görüleceği gibi bu gelişme, kelamı eski şekli esasları üzerine değil, yenilik ve bütünlük arz eden bir esas üzerine kuran birçok orijinal düşünürün yetişmesini sağladı. Bu tesir sadece, Gazali'nin yaşadığı çevrede değil, İspanya gibi uzak beldelerde de kendini açık bir şekilde göstermiştir.


Gazali'nin bu seviyeye gelmesinde en büyük pay, hiç şüphesiz ki, hocaları Cüveyni ve Ebu Ali el-Paramedi'nin olmuştur. Gazali bu hocaları sayesinde yetişerek olgunlaşmış, keskin zekasının iyice parıldaması mümkün olmuştur. Onun tasavvufa getirdiği yeni çehre ile bazı çevrelerdeki sakıncalı pozisyonu ortadan kalkmıştır. Fakat tasavvuf her zaman herkes tarafından aynı kabulü ve toleransı görmüş bir hareket değildir. Doğuşundan itibaren onu İslam'ın özü sayanların yanında, İslam dışı bir hareket olarak kabul edenler de olmuştur. Bu yüzden zaman zaman taraflar arasında sert tartışmalar cereyan etmiştir. Fakihler ve kelamcılar, mutasavvıfların niyeti amelden üstün tuttuklarını, sünneti farza tercih ettiklerini söyleyerek Ehl-i sünnet akidesinin dışında olduklarını savunuyorlardı. Bazı mutasavvıfların taşkın davranışları da onlara malzeme temin ediyordu. Buna karşılık mutasavvıflar da zahir ulemasını; şekilci, resmiyetçi ve öze yabancı olmakla suçluyordu. Bu çekişmeler hayli devam etmiştir. Mutasavvıfların şeriatın hüküm ve amellerinden uzaklaşmasıyla "Tasavvuf Şeriat'tan uzaklaşmış", zahir ulemasının da şekle bağlı kalmasından dolayı da "Şeriat Tasavvuf'tan uzaklaşmış" idi.


Islam alemindeki bu çatışma ve ikilik Kuşeyri ve arkasından Gazali'nin gayretleriyle ortadan kalkmıştır. Gazali'ye kadar kelam, fıkıh ve hadis alimleri tasavvufa şüpheli bir nazarla bakıyor, bazen de onu bir ilhad hareketi olarak görüyorlardı. Gazali bu düşünceyi yıktığı gibi, İslam inancına da yeniden hayatiyet kazandırmıştır. Bunda Gazali'nin tasavvufi fikirlerinin tesiri büyük rol oynamış, Kur'an ve Sünnet ışığında meşruiyet kazanan tasavvuf, artık İslam düşüncesi içinde kabul edilmeğe başlanmış, herkes tarafından kabul edilebilecek Sünni bir düşünce ve yaşayış haline gelmiştir.


Gazali sayesinde tasavvufla dini şuuru geliştirmek ve şahsi tecrübeler yaparak ilahi bilgileri öğrenmek imkanı ortaya konmuştur. Yine onun sayesinde tasavvuf, Ehl-i sünnetin görüşleriyle bağdaşır hale gelmiştir. Gazali bu haliyle, medreseyi temsil eden şeriatçılarla, tekke mümessili olan tarikatçılar arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak Şeriat-Tarikat (Medrese­ Tekke) uzlaşmasını temin etmiştir.


Gazali'nin yetiştirdiği öğrencilerinde de bu tasavvufi hususu görmek mümkündür. Gazali de, Ebu İshak ve Cüveyni gibi Nizamiye Medresesi hocalarının yolundan giderek öğrencilerine sadece zahiri ilimleri vermekle kalmamış, tasavvuf ilmini öğrenmelerine de vesile olmuştur.


Nizamiye Medresesi'nin önemli simalarından birisi de İmam Gazali'nin kardeşi ve "Mecdü'd-Din" lakabıyla tanınan Ahmed Gazali'dir (öl.1126 ). O da kardeşiyle beraber fıkıh ilmi tahsil ettikten sonra sufiyye yoluna meyletmiş, fakat vaizliği ve uzlete meyliyle ön plana çıkmıştır. Ahmed Gazali'nın tasavufi kişiliği kardeşinden daha ağır basar ve ondan daha değişik bir tasavvuf anlayışına sahiptir.


Ahmed Gazali'nin tasavvuftaki hacası Ebu Bekir en-Nessac'dir. en­ Nessac, İmam Gazali'nin şeyhi Paramedi'nin yetişmesinde de önemli yeri olan Ebu'I-Kasım Gürgani'nin müritlerindendir. Dolayısıyla Şeyh Gürganl: iki kardeşin yetişmesinde de önemli etkiye sahiptir. Selçuklular döneminin önde gelen mutasavvıflarından olan Ahmed Gazali, sadece kendi döneminde vaaz ve nasihatleriyle insanları etkilemekle kalmamış, yetiştirdiği talebeleriyle ve düşünceleriyle sonradan gelenleri de etkilemiştir. Bunların en meşhuru Hemedin kadısı Aynu'l-Kudat Hemedani: (öl.1130) ve Şeyh Ebu'n­ Necib es-Sühreverdi'dir (öl.1167).


Türkler Arasında Tasavvufun Yayılmasında Nizamiyelerin Tesiri.



Selçuklular dönemi, tasavvuf ilminin Sünni çevrelerce kabul edilir bir şekle geldiği devir olmanın yanında, bu anlayışının Türkler arasında yayıldığı bir devre olarakta dikkati çeker. Bu anlayışı temsil eden bahse konu şahıslar, büyük oranda ya Nizamiye Medresesi'nden yetişmiş veya bu medresenin hocalarından istifade etmişlerdir. Hiç şüphesiz ki, bu şahsiyetler içinden meşhur ve etkileri bakımından sonraki dönemlere tesir eden Kişilerden birisi de Nizamiyeden yetişen Yusuf Hemedani (öl.1140)'dir. Hemedan bölgesindeki Buzencir kasabasında 1050 yılında dünyaya gelen Yusuf Hemedani daha onsekiz yaşında iken Bağdad'a gelerek Nizamiye nin ünlü hocası Ebu İshak eş-Şi'razi'nin derslerine devam etti. Usul, fıkıh, mezhep ve hilaf ilimlerinde önde gelenlerden oldu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra sufiyane mizacından dolayı tasavvufa meylederek, Şeyh Ebu Ali Paramedi'ye intisab edip, onun müridi oldu.




Ömrünü hocalıkla geçiren Yusuf Hemedani, diğer dini ilimlerin yanında hadis ilminde de önde gelenlerden olup, gittiği beldenin ulemasına hadis imla ettirirdi. Halk onun dini ilimlere vukfiyetinden ve vaazlarının güzelliğinden dolayı, sohbet meclislerine fazlaca iltifat eder ve meclisi dolup taşardı. Türk ve Tacik bütün köylülere dini bilgileri öğretmekten üşenmez, Islamiyetin bütün akidelerini tevilsiz kabul ederdi. Irak, Horasan ve Maveraünnehr'in değişik yerlerini dolaşarak halkı İrşad ile meşgul olmuştu. Merv'de yaptırdığı ribatında sufileri eğitmiş, şöhretinin yaygınlığı ve kerametlerinin zahir olmasından dolayı kalabalık kitleler onun ribatına gelerek etrafına toplanmışlardır. Yusuf Hemedani'nin Merv ve çevresindeki sufilerin haricinde diğer sufi yollarına da tesirleri vardır ki, bu husus özellikle Türkler arasında yayılan tarikatlar açısından çok önemli bir noktadır.


Tarihi kaynakların nakillerine bakıldığında Nizamiye Medreseleri'nin, Selçuklular döneminde şekillenen Sünni tasavvufi anlayışını devam ettirerek öğrencilerini de bu yolda eğittikleri anlaşılmaktadır. Bu Sünni tasavvufi anlayışı Nizamiye Medreseleri'nin kuruluş gayesi olan Sünniliği, Şii-Batıni fikirlere karşı zafere ulaştırmak düşüncesine de uygun düşmekteydi. Üstelik Sünni düşünce ile tasavvuf arasında varılan uzlaşma her iki düşüncenin de güçlenmesine vesile olmuştur. Bu uzlaşma ve birliktelikten doğan güç, daha sonraki zamanlarda "İslam varlığına zarar verebilecek rakip şartların etkisiz hale getirilmesine bir mukavemet unsuru olmuştur.


Nizamiye Medresesi'nde gelişen bu tasavvuf anlayışıyla iki şahsiyet ön plana çıkmaktadır. Birincisi tüm İslam alemine fikirleriyle etki eden İmam Gazali, ikincisi ise daha çok Türkler arasında gelişip yayılan sufi tarikatlarına tesirleri ile Yusuf Hemedani'dir. Fakat her ikisinde de ortak nokta: Sünni İslam dışı akımlara karşı Sünniliği korumak ve Sünni düşünceyi geliştirmek üzere kurulmuş olan Nizamiye Medresesi'nden yetişmeleri; bu iş için gerekli olan tefsir, hadis, fıkıh, kelam gıbi dini ilimleri son derecede mükemmel öğrenmeleri, yani dinde hoca olmalarıdır. İkinci ortak noktaları ise Buhara'lı Kelabazi ile başlayan ve arkasından Serrac, Sülemi, Kuşeyri ve Ebu Ali Faramedi çizgisiyle devam eden, Kur'an ve Sünnet'e bağlı, tasavvufu şeri emirleri yaşamak olarak gören bir anlayışın takipçisi mutasavvıfların yolundan yürümeleri, yani Sünni mutasavvıf olmalarıdır.


Zahir ve batın ilimler yoluyla şeri emirlere sıkı sıkıya bağlı olarak yetişen bu insanlar, düşüncelerini de bu doğrultuda geliştirerek, gerek yaptıkları yorumlarla, gerekse kendi uygulamaları ile bu düşüncenin en büyük temsilcileri olmuşlardır. Sadece kendi dönemleriyle alakalı olmayıp, kendinden sonraki dönemlere de tesir ettiklerinden dolayı, bu husus daha büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Zira bunların takipçileri, bahsedilen şahısların yorumları doğrultusunda hareket ettiklerinden, tamamen Sünni düşünce doğrultusunda bir hayat felsefesi oluşturmanın yanı sıra; Şii, Rafızi ve ilhadi hareketlere iltifat etmemişlerdir. Bu şekilde bir Sünni düşüncenin gelişmesine dikkat çeken F. Köprülü: "Türk hükümdarları İslam akidelerine çok bağlı kaldıklarından, Hanefilik'i o kadar kuvvet ve kanaada kabul etmişlerdi ki, esasen Türk milletinin ictimai vicdanından doğan bu temayül, bir taraftan Islam arasındaki ayrılığın ve rafıziliğin ve i'tizalin umumileşmesine mani oluyor, diğer taraftan yine bunun tabii bir neticesi olarak Türk çevrelerinde gelişen tasavvufi fikirlerde şeri esaslara derin ve samimi bir uyma görülüyordu demek sureti ile meseleyi teyit etmektedir.


Nizamiyeden yetişen, dinde hoca ve tarikatte şeyh olan Yusuf Hemedani, Horasan ve Maveraünnehr'de irşat· faaliyetlerini yürütmüş, insanlara Islam'ın güzelliklerini anlatmıştır. Şeyh, bu hizmetlerinin yanı sıra yetiştirdiği irşat noktasına· gelmiş halifeleri vasıtasıyla sonraki dönemlere de tesir etmiştir. Yusuf Hemedani; Abdullah Berki, Hasan Andeki, Ahmed Yesevi ve Abdü'l-Halik Gücdüvani olmak üzere dört büyük halife yetiştirmiştir.


Özellikle Ahmed Yesevi ve Abdü'I-Halik Gücdüvani bizim açımızdan diğer iki halifesinden daha önemlidir. Çünkü ·her ikisi de Türkler arasında yayılan iki tarikatın kol başı noktasında olan kişilerdir. Bu yönleriyle Yusuf Hemedani'den aldıkları terbiyeyi ve düşünce şeklini, oluşturdukları tarikatlar vesilesiyle Türk toplulukları arasında yaymışlardır.


Yusuf Hemedini' nin halifelerinden olan Ahmed Yesevi, "Meşayih-i Türkün ekser halkasıdır ve ekser Türkistan - ulularının tarikinde intisabları onlaradır" ifadesinde de belirtildiği gibi, çoğunlukla Türkistan yöresindeki büyük şahsiyetlerin bağlı olduğu ve· feyiz aldığı kişidir. Yesevi, sadece "Yeseviyye Tarikatını" kurarak, Türkler arasında İslamı yaymakla kalmamış, Türkler arasında· doğup gelişen tarikatlar üzerinde de tesirli olmuştur.

Haydariyye Tarikatı'nın kurucusu Kutbeddin Haydar, Yesevi'nin müritlerinden olup, Horasan vilayetinde irşatla vazifelendirilmişti. Haydarilik, Babailiğin doğuşuna, o da Bektaşiliğin doğuşuna tesir etmiştir. Bektaşiliğin Anadolu ve Rumeli'nin fethi ve vatan yapılmasında oynadığı fonksiyon ise pek çok çalışma ile ortaya konmuş ilmi bir hakikattir. Bütün bunların izleri ve etkilenmeleri takip edildiğinde, hepsinin Ahmed Yesevi yoluyla Yusuf Hemedani'ye ulaştığı görülür. Bunun ise, belgelerle ispat etmeye çalışılan Nizamiye Medresesi misyonu ile Sülemi, Kuşeyri ve Ebu Ali Faremedi çizgisiyle devam eden Kur'an ve Sünnete bağlı Sünni tasavvuf çizgisine dayandığını gösterir.


Yusuf Hemedani'nin diğer bir halifesi olan Abdu'l-Halik Gücdüvani ise yine bir Türk tarikatı olan ve genelde Türkler arasında yayılan Nakşabendi Tarikatı'nın kurucularındandır. Ahmed Yesevi, tarikatını Maveriünnehr'de yayarken; diğer halife Abdü'l-Halik Gücdüvani, Harezm ve Horasan bölgelerinde tarikatını yaymıştır. Abdü'l-Halik Gücdüvani'nin tarikatı daha sonra Bahaeddin Nakşabend tarafından canlandırılarak "Nakşabendilik Tarikatı" adıyla devam ettirilmiş ve Türkler arasında en yaygın tarikat şeklini almıştır.


Sünnilik ve tasavvufun bu şekilde gelişmesi ile Türkler arasında İslamlaşma oranı da artmıştır. Esasında Maveraünnehr tam manasıyla İslamlaştıktan sonra, lslamlaşma cereyanı Türkistan 'a yönelmiş, IX. asırdan itibaren artık Buhara ve Fergana gibi önemli şehirlerde tasavvufu yayma çalışması içinde olan şeyhlere rastlanmağa başlanmıştı. İslamiyet Türkler arasına, Islam dünyasıyla Türk alemi arasında geçit durumunda olan Horasan yoluyla girmişti. Tasavvuf cereyanları da aynı yolu izleyerek kolayca Maveraünnehr'e girdi. Böylece Buhara, Fergana, Harezm sahaları şeyhlerle, dervişlerle doldu. Abbasilerin zayıfladığı, Selçukluların İslam'ın hamisi olduğu dönemlerde iç çekişmeler, sıkıntılar ve mezhep çekişmelerinden bıkan insanlar itibarı azalan siyasete karşılık, ihtiyaç duydukları iç huzura ve sükuna kavuşmak için, tasavvufi fikirlere rağbet etmeye başladılar ki, bu da tasavvufun güçlenmesi neticesini beraberinde getirdi. Bu hal sufilerin fikirlerini yaymalarını kolaylaştırmış, Selçuklu Sultanları'nın sufileri desteklemeleri de harekete güç katmıştı.


Maveraünnehr'in İslamlaşmasında önemli bir tesir de Yusuf Hemedani'nin halifesi, öncü mutasavvıf Ahmed Yesevi yoluyla olmuştur. Ahmed Yesevi, çok sevilen tarikatıyla Türkler arasında Islam imanının yerleşip yayılmasını temin etmiştir. Tasavvufun gelişmesi, Türkler arasında ayrılığın ve rafıziliğin yayılmasına engel olduğu gibi, bunun neticesi olarak şeri esaslara da derin ve samimi bir uyma görülmüştür. Bu harekette Selçukluların Sünnilik ve tasavvuf hakkında izlediği politikaların yeri büyüktür.


Selçuklular döneminde tasavvuf, bir yandan Sünni düşüncenin içinde yer alırken, bir yandan da İslami naslara uymakta güçlük çeken bozkırlı Türkmenlere etkili olmuştur. İlk dönemlerde, kitabi bilgiler veren medreseler gerektiği gibi kuvvetlenemediği veya her yere hitap edemediği için, dini bilgiler sufilik telakkisi ile karışık yürümekteydi. Böylece sufiler, Türkmenler arasında İslam'ın yayılmasına da hizmet etmekteydiler. Sufiler, bu çalışmalarıyla, İslam'ın manevi teceddüt devresi sayılan Selçuklular döneminde büyük roller oynamışlardır ki, bunda Nakşabendi ve Bektaşi tarikatlarının manevi öncüsü olan Ahmed Yesevi'nin büyük rolü olmuştur.


Yesevi'nin yolunu izleyenler onun bayrağını dalgalandırmış ve davasını devam ettirmişlerdir. Tekkelerde Sünni akide doğrultusunda yetişen dervişler, halk arasında faaliyet göstererek, insanlara Sünni inanç doğrultusunda bir tasavvuf anlayışı telkin etmişlerdir ki, bu da tamamen Nizamiyelerin kuruluş ruhuna uygun olarak faaliyet gösterme anlamına gelmektedir. Sufilerin göçebe Türkmenlere, onların anlayabilecekleri basitleştirilmiş şekliyle, İslam'ı anlatmalarını normal karşılamak lazım. Zira göçebe Türkmenlerin yaşayışları ve içinde bulundukları sosyo-kültürel şartlardan ancak bu kadarını kabul edebilirdi. Bu durumda olan bir toplumun yeni bir dinin bütün emirlerini kısa zamanda benimsemesi ve eski inaçlarını bir anda terk etmesi beklenemezdi. Bu ancak uzun bir tebliğ süresinde gerçekleştirilebilir, hatta eski inançlarının birtakım bakiyeleri kalabilirdi. Türklerin Müslümanlık anlayışı "Orta Asya'daki ilk yıllarından itibaren, yukarıda belirtilen tarihi şartlar sebebiyle sufilik kanalıyla teşekküle başladığından, geniş ölçüde tasavvufi bir renk taşır. Bu yüzden Türk Müslümanlığını sufilikten, tasavvuftan ayrı düşünmek yanlış olur. Yine bu yüzdendir ki Türk Müslümanlığı, tarihin her devrinde engin bir hoşgörünün de sembolü olmuştur. Bunda da ünlü mutasavvıf Ahmed Yesevi ve feyiz aldığı Nizamiye Medreseleri'nin temsil ettiği düşüncenin payı büyüktür.


Selçuklular Döneminde Ribatlar ve Buralardan Yetişen Sufi Alimler.



Sufilik cereyanının kuvvetlenmesiyle beraber, sufilerin sürekli olarak toplanıp ibadet edecekleri zaviyelar inşa edilerek sufilerin hizmetine verilmişti. Zaviyelerin yanında ikinci kurum olarak gelişen ribatlar, daha sonraları tasavvufi bir nitelik kazanarak zaviye haline gelmişlerdi. Sonraları hankah da aynı manada kullanılmaya başlanınca, bu üç kelimeyle ifade edilen ve işlevleri aynı olan müesseseler sufiler için hizmet vermeye devam etmenin yanında eğitim, öğrenim ve telif merkezleri haline gelmişlerdir. İslam'da dini tedrisat ile ibadet birbirinden ayrılmadığından, hankahların gelişmesi medreselerin gelişmesine benzer şekilde oldu. Hankahlarda tedrisat yapılmakta veya hankahta yatıp kalkan bir öğrenci başka bir medresede ders görmekteydi. Bu yüzdendir ki, IX. asırda hankah ile medresenin birleşmesine sıkça rastlanır.


Diğer yandan gene ibadet ve züht hayatı yapmak isteyen sufiler için inşa edilen ribatlar telif, tasnif, kıraat ve icazet gibi konulara yer vererek; İslami ilimlerin gelişmesine yardımcı olmuşlardır. Ribatda ikamet eden sufiler, bu mekanlarda oturan alimlerden Kur'an, hadis, fıkıh vb. ilimleri öğrenmekteydi. Selçuklular döneminde ribatlar sufilerin barınma ve eğitim merkezleri olmanın yanında, bir beldeden diğer beldeye seyahat eden alimler ve talebeler için menzil, konaklama yerleri görevini de görmekteydi. Özellikle Bağdad, ilim ve kültür şehri olarak ribatların da çokça bulunduğu bir merkez haline gelmişti. Diğer şehirlerden ilim öğrenmek kastıyla Bağdad'a gelen fakir ilim yolcuları bu merkezlerde barınırlardı. Bu haliyle ribatlar, Selçuklular döneminde, medrese ve camilerin yanında halkın kültür hayatını etkileyen önemli kurumlar durumuna gelmişti. Bu merkezlerde toplanan ulema ve talebeler ders, münazara ve araştırma ile meşgul olurdu.

Ribatlara mülkler vakfeden hayırsever şahıslar, aynı zamanda buralarda kütüphaneler oluşturmuş, bazı şahıslar da kitaplarını buralara vakfetmişlerdi. Böylece ribat kütüphanelerinin gelişmesiyle birlikte bu kütüphanelere kaimler ve kütüphaneciler tayin edilmiştir. Allah'a ulaşma yerleri olmanın yanında ictimal ve dini görevler de ifa eden ribatlar, zaman içerisinde gelişerek birer kültür müesseseleri haline gelmişlerdi. Bu yüzdendir ki, tasavvuf kitaplarının pek çoğu ribatlarda kaleme alınmıştır.


Selçuklulardan önce Bağdad'da ribatlar mevcut olduğu gibi, Selçuklular döneminde de yeni ribatlar inşa edilmiştir. Bağdad'ın en eski ribatının Mansur Camii'nin karşısında Ebu'I-Hasan Ali b. İbrahim el-Basri (öl.981) tarafından inşa edilen "Ribatu'z-Zuzeni" (Zevzeni) olduğu rivayet edilmektedir. Bu ribat, pek çok sufi ve alimin kaldığı yer olarak bilinir. " Selçuklular döneminde Bağdad'da ribat yaptıran şahıslardan biri de Ahmed b. Muhammed b. Dost (Ebu Said en-Nisaburi es-Sufi)'tur (öl. 1086). Nisabur'un meşhur sufi şeyhlerinden olan bu şahıs Bağdad'a gelerek Nehru'l-Mualla semtinde bir ribat inşa ettirdi. "Şeyhu'l-Suyuh Ribatı" olarak tanınan bu ribatında müritlerini yetiştirirdi. Devlet katında itibarı yüksek bir şahsiyetti ve Nizamülmülk ona fazlaca hürmet ederdi. Bağdad Nizamiye Medresesi vakıflarını da bu şahıs düzenlemişti. Bu rıbat, sufiler ve ilim yolcularına barınak olmanın yanı sıra, kütüphanesi ile de ilim ehline hizmet vermekteydi.


Bağdad'da bulunan ribatlardan birisi de "Ebu'l-Ganaim b. el­ Muhallayan Ribatı" dır. Şehrin batı yakasında ve Dicle'nin kenarında olan bu ribat sufilerin önemli barınma yerlerinden birisiydi. Ali b. Ahmed el­ Bistami (Ebu'l-Hasan es-Sufi) (öl.1099), Bağdad'a gelerek bu ribata yerleşmiş ve sufilerini burada yetiştirmiştir. Daha sonra kendi adıyla anılan  "Ribatu'l-Bistami"yi inşa ettirerek hizmetlerini buradan yürütmüştür.


"Ribatu'd-Duvri" olarak anılan ve Bağdad'da yer alan bir başka ribat daha vardır. Hakkari'li olan Ali b. Ahmed b. Yusuf, Bağdad'a gelerek bu ribata yerleşmiştir. Devrin önde gelen hadis alimlerinden olan bu sufi kendisi de değişik yerlerde ribatlar inşa ettirmiştir. Bağdad'da hankah inşa ettiren şahıslardan birisi de Hakim Ebu'l-Feth'dir (öl.1105). Ünlü hadis alimi Beyhaki'den hadis, Cüveyni'den de fıkıh okuyarak yetişen bu sufi, kendi parasıyla bir hankah yaptırarak sufilere vakfetti; kendisi de ömrünün sonuna kadar ibadetle meşgul olup, başka bir işle uğraşmadı.


Takdir edileceği gibi Bağdad'daki ribatlar sadece anlatılanlardan ibaret değildir. Daha sonraki dönemlerde de ribat yapımına devam edilmiştir. Sultan Melikşah döneminden sonra yapılan ribatlar: Ahlatiyye Ribatı, Bedii Ribatı, Ercuvan Ribatı, Behruz Ribatı, Benefşe Ribatı ve Zümrüt Harun Ribatı gibi ribatlardır olup, sayıları otuzbeş civarındadır.


Selçuklular döneminde sadece Bağdad'da değil, ülkenin her tarafında bu tür binalar inşa edilmiştir. Misal olarak Ahmed b. Muhammed es­ Senhavani'nin (öl.1079) yaptırdığı ribat bunlardan birisidir. Aynı şekilde Dımeşk'deki hadis, hendese ve heyet ilimlerinin önde gelen temsilcilerinden es-Sümeysati olarak tanınan Ali b.Yahya b. Muhammed (öl.1061) de Dımeşk'de Fırat Irmağı kıyısında bir hankah yaptırarak sufilere vakfeden kişidir. Yine Dımeşk'te "et-Tevavisiyye Hankahı" olarak tanınan bir hankah daha vardır.


Selçuklular döneminde ülkenin her tarafında ribatların olduğunu diğer kayıtlardan da görebilmekteyiz. Zira sufilik hareketi bu kadar yaygın olduğuna ve sufiler de genelde ribatlarda yetiştiğine göre, her beldede bunların fazlaca olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim sufilerle alakalı kitaplar tarandığında bunları görmek mümkündür. Örnek olması bakımından bazıları şunlardır: Ebu Said b. Ebi'l-Hayr (öl.1008) hocası Ebu'l-Fadl Serahsi'nin hankahından ve Ebu Ali Faramedi hocası Kuşeyri'nin hankahından bahsetmektedir. Yine İmam Gazali'nin memleketi Tus'a döndüğünde evinin yanında bir ribat yaptırarak burada sufileri eğittiği tarihi kaynaklarca rivayet edilmektedir. Sadece Bağdad'daki ribatların isimlerinin bu kadar net bilinmesinin sebebi ise; Bağdad'ın hilafet şehri olmasının yanında, önemli bir ilim ve kültür şehri olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de buradaki ribatların isimleri kaynaklara daha fazla yansımıştır.


Selçuklular dönemindeki hankah ve ribatlar yanında, bahse konu dönemin sufileri incelendiğinde, nasıl bir sufilik anlayışına sahip oldukları hakkında bazı bilgilere ulaşabilmekteyiz. Öncelikle ribatlarda verilen dersler ve sufilerin öğrendikleri ilim dalları bizi bu sonuca götürmektedir. Irak'lı sufilere bakıldığında: Şeyhu'l-İslam el-Hakkari'nin (öl. 1093) vaiz, fakih ve muhaddis olduğu, insanlara hadis naklettiği; Muhammed b. Ahmed et-Tabesi'nin (öl.1089) hadiste önemli bir şahsiyet ve sufi olduğu ve Ebu Nasr b. Ebi Sad es-Sufi'nin ( öl.1100) İsfehan, Bağdad ve İskenderiye'de hadis dinlediği, değişik alimlere de hadis naklettiği bilgilerinden, dönemin sufilerinin sıradan insanlar olmayıp devrin ilimleriyle mücehhez alim kişiler oldukları görülür.


Bağdad'dan sonra önemli bir kültür merkezi olan Nisabur sufilerine bakıldığında benzer bilgileri burada da görmek mümkündür: Ebu Ya'la es-Sabuni'nin ( öl.1063) hadis rivayet ettiği ve halka vaazlar verdiği; İsmail b. Ali en-Nisaburi'nin ( öl.1103) iyi bir sufi ve memleketinin önde gelen vaizlerinden olduğu; Said b. Ebi Said Ahmed en-Nisaburi'nin (öl.1065) Buhari ve Beyhaki gibi hadis kitaplarını nakleden bir muhaddis olduğu; Ebu Bekir Muhammed b. İsmail et-Tiflisi en-Nisaburi'nin (öl.1090) Nisabur'un muhaddis, fakih ve ileri gelen sufilerinden olduğu ve Ahmed b. Abdulmelik b. Ali en-Nisaburi'nin (öl.1077) iyi bir muhaddis olarak topladığı hadisleri bablara göre tasnif ettiği, yıllarca müezzinlik ve vaizlik yaptığı misalleri dikkate değer bilgilerdir.


Horasan ve Maveraünnehr sufilerinde de benzer bilgileri görmek mümkün. Ebu'I-Kasım et-Tusi'nin (öl. 1076) hadis rivayet eden bir alim olduğu; Herat'dan Ebu İsmail el-Herevi'nin (öl.1088) zamanında Horasan'ın hadis şeyhi olduğu; aynı şekilde Ebu Abdullah el-Amiri el­ Herevi'nin (öl.1095) sufilikte eşi benzeri olmayan, hadiste ise hıfzı sağlam bir alim olduğu; Muhammed b. Ahmed el-İsfehani'nin (öl.1089) İsfehan Camii'nde uzun seneler vaizlik görevini yürüttüğü örneklerine bakıldığında dönemin sufilerinin dini ilimlere olan ilgileri ve bahsedilen bu bölgelerde niçin Sünni tasavvufun geliştiğini anlamak mümkün olmaktadır.


Selçuklular döneminde bahse konu olan sufiler ekseriyetle dini ilimlede ilgilenmekte, özellikle de İslam'ın temel ilimlerinden olan hadise yakından ilgi duymaktadırlar. Bu ilgi ve bilgi, o insanları dini emirlere karşı hassasiyete sevk ettiği gibi, sahip oldukları tasavvuf anlayışının da İslami emirlere uygun olması sonucunu doğurmuştur. Bu, bir noktada tabii neticedir. Çünkü Nisabur Medresesi olarak vasıflarını saydığımız tasavvufi ekol bu bölgede teşekkül etmenin yanında, önemli temsilcilerini de bu sahalardan yetiştirmiştir. Dolayısıyla oluşan bir sistematik düşüncenin bölgede yerleşmesi ve yeni temsilciler bulması sağlanmıştır. Bu da, dinde hoca, tarikatte şeyh vasfına sahip ve her iki özelliği kendi şahıslarında toplamış insanların yetişmesi yanında, Sünni tasavvuf düşüncesinin gelişmesi ve güçlenmesini de temin etmiştir.



Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

6 Şubat 2023 Pazartesi

İslam Devletlerinde Askeri Teşkilat-4

 


Donanmalar


Deniz seferleri: Tebabia melikleri zamanında, Himyer ve Sebe gemilerinden başka lslamiyet'ten önce Araplar deniz seferi yapmamışlardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Himyer ve Sebeliler ticaretle uğraştıklarından birçok gemileri vardı. Hicaz Arapları ise, bugünkü bedeviler gibi gemiye binmekten hoşlanmazlardı. Ancak İslamiyet doğuşundan kısa süre sonra Şam ve Mısır kıyıları Müslümanların eline geçince, Rumlardan etkilenerek deniz savaşlarına ve denizciliğe yöneldiler. Zamanla ilgileri daha da arttı. Müslümanlardan ilk deniz seferine çıkan sahabeden Alaaddin b. Abdullah el Hadrami idi. Bu kişi Hz. Ömer tarafından Bahreyn (Umman ile Ahsa arası) üzerine gönderilmişti. Basra Körfezin'i geçerek Iran kıyılarını fethetmek istediyse de başarılı olamadı. Alaaddin, Hz. Ömer'den bu sefer için izin istememişti. Bu yüzden Hz. Ömer kendisine kızmış ve ceza olarak valilikten alıp Küfe valisi bulunan Sa'd b. Ebi Vakkas'ın emrine vermiştir. Hz. Ömer Müslümanları deniz seferi yapmaktan men etmişti. O tarihte Muaviye b. Ebu Süfyan, Şam ve Ürdün ordugahları komutanlığında bulunuyordu. Muaviye büyük teşebbüs ve planlar konusunda eğilimli ve yetenekli bir devlet adamıydı. Deniz seferleri yapmak istiyordu. Bu nedenle Hz. Ömer'den izin istemiş ancak o bu isteği uygun görmemişti. Muaviye düşüncesinde ısrarlı olup bu yolla pek çok ganimet ele geçeceğini garanti etti. Bunun üzerine Hz. Ömer Mısır valisi Amr b. el­ As'dan deniz seferleri hakkında bilgi istedi. Amr Hz. Ömer'e yazdığı cevap mektubunda: "Ey müminlerin emiri! Denizi gayet büyük, ona binenleri de ona göre gayet küçük birer mahluk gördüm. Denizde bulunanın çevresinde su ve gökyüzünden başka bir şey bulunmaz. Deniz sakin olursa üzüntü verir. Azarsa aklı ve anlayışı giderir. Denizde kurtulma ümidine kurtulamama endişesi baskın çıkar. Denize çıkanların durumu bir dal üzerinde bulunan kurtların haline benzer. Dal eğilirse boğulma kesindir. Kurtulabilirse büyük bir nimet sayılır." Hz. Ömer bu cevabı "Hiçbir Müslümanın böyle bir tehlikeye atılmasına izin vermem!" görüşüyle birlikte olduğu gibi Muaviye'ye gönderdi.


Hz. Osman hilafet makamına geçince, Muaviye'nin ısrarlarına dayanamayarak deniz savaşlarına izin vermiştir. Ancak hiç kimsenin isteği dışında, zorla deniz savaşına götürülmemesini şart koşmuştur. Bunun üzerine Muaviye gönüllülerden oluşan bir askeri kuvvetle H. 28 yılında gemilere binerek Kıbrıs seferine çıkmıştır. Kıbrıs halkı her yıl 7.200 dinar ödemek şartıyla Muaviye ile barış yaptı. Kıbrıs'a yapılan bu sefer, Müslüman denizciler tarafından Akdeniz'de yapılan ilk deniz seferiydi. Bu tarihten itibaren Müslümanlar denizde elde ettikleri zaferlerden memnun olduklarından her yıl belli vakitlerde deniz seferlerine çıkıp savaşmayı alışkanlık edindiler.


Müslümanlarda Donanma


Araplar gemicilik işinde bilgi ve tecrübe sahibi olmadıkları için, lslam seferlerinin ilk yıllarında inşa etmeye girişdikleri donanmaların yapımında Rumları görevlendirmişlerdir. Rumlar içinde gemi inşa ve idaresinde, gemicilik sanatında uzman kişiler vardı. Bunlar tarafından inşa olunan savaş gemileri Araplar tarafından asker ve savaş aletleriyle donatılarak deniz savaşlarına gönderiliyordu. Savaş gemilerinin hepsi için kullanılan üstül (donanma) kelimesi Yunanca asıllı kelimenin Arapçalaştırılmış şeklidir. Özellikle Akdeniz havzası lslam donanmalarının cevelan ettiği bir bölgeydi. Şam, Afrika ve Endülüs kıyılarında bulunan lslam kentlerinde, genellikle gemiciliğe önem verilmiş gemi inşa ve donatımı için her tarafta tersaneler kurulmuştur. lslam dünyasında ilk tersane Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan zamanında (H. 65-86) Tunus'ta kuruldu. Bu halife Afrika valisi olan Hasan b. Numan'a tersane kurulmasının gerekliliğini bildirdi. Hasan aldığı emir uyarınca bir tersane kurarak savaş gemileri inşa ve bu gemileri asker ve savaş mühimmatıyla donattı. Bu şekilde oluşturulan donanma Sicilya'nın fethine gönderilmişse de başarılı olamadan geri dönmüştür. Sicilya, ancak Aglebilerden Ziyadetullah b. lbrahim zamanında ünlü fakihlerden Esed b. el Fırat tarafından fetholunmuştur. Esed, Kusra'yı da (Akdeniz'de Tunus'un Mehdiye iskelesi ile Sicilya Adası arasında bir ada) fethetmişti. Bu fetihler Müslümanlar üzerinde olumlu etkiler bırakmış ve onların deniz savaşları konusundaki istek ve çabalarını artırmıştır. Böylece, gerek Afrika kıyılarında gerek Endülüs limanlarında donanma inşasına önem verildi. H. 4. yüzyıl ortalarında halife 3. Abdurrahman zamanında yalnız Endülüs donanmasında bulunan savaş gemilerinin sayısı 200'e ulaşıyordu. Afrika kıyıları donanması da bu sayıda gemiden oluşuyordu. Endülüs'ün en ünlü limanları Becaye (Cezayir'de bulunan Bougie) ve lspanya'nın güneydoğu kıyısındaki Almaria idi. O tarihte her tarafta tersaneler çoğalmıştı ve her tersane bir donanma inşa etmekle yükümlüydü. Her donanmada bir komutan ve bir reis bulunurdu. Komutan, asker, silahlar ve savaş işleriyle, reis ise gemileri idare ve sevk ile uğraşırdı. Bütün donanma bir düşmana hücum etmek veya başka bir iş için beraberce gitmeleri gerektiğinde hareket merkezi kabul edilen yerde birleşerek, hepsine komuta etmek üzere başkomutanlığına ülkede en fazla güç ve itibar sahibi olan bir kişi tayin olunurdu.


Mısır'da tersaneler aşağıda gösterileceği üzere Hicret'in 1. yüzyıl sonlarında kurulmuştur. Mısır'da ilk donanmayı inşa eden Abbasilerden halife Mütevekkilin valisi Anbese b. lshak idi. Buna şu neden olmuştur: Rumlar H. 238 yılında Dimyat'a asker çıkararak kenti işgal etmişler, katliam yapıp birçok esir almışlardı. Mısır valisine bu tecavüz olayı ağır geldi. Savaş gemileri inşasıyla donanma oluşturulmasını ve kara askeri gibi deniz içinde asker düzenlenmesini emretti. Deniz askerlerine de kara askerleri gibi maaş bağladı. Bunun üzerine halk çocuklarını gemiciliğe ve denizciliğe yönlendirdi. Ambese bu şekilde inşa ettirdiği tam donanımlı donanmaları, güçlü komutanların eline teslim ederek Afrika, Endülüs ve Şam donanmalarıyla beraber Rumlarla savaşmaya gönderdi. Müslümanlar ile Rumlar arasında bu savaşlar aralıksız devam ediyordu. Savaşlarda iki taraf birbirini esir etmeye çalışırdı. lslam halifeleri esirlerini parayla kurtarıyor ve buna da fidye adını veriyorlardı.


Müslüman esirler için ilk fidye ödeyen H. 189 yılında Abbasi halifesi Harünürreşid idi. Daha önce savaş esirleri teke tek değiştirmek suretiyle kurtarılırdı. lslam tarihinde en ünlü esir kurtarılışı 13 kez olmuştur. Bunların hepsi de Abbasiler zamanındadır. En sonuncusu Abbasi halifelerinden Mutiullah zamanında H. 335 yılında gerçekleşmiştir. Söz konusu süre içinde halifelerce fidye karşılığı kurtarılan savaş esirlerinin sayısı 10000 kadardı. Fidye görüşmeleri ve işleri çoğunlukla Adana kıyılarında Tarsus yakınında Lameş'te gerçekleştirilirdi. Esir teslim alınıp kurtarılırken Müslümanlardan büyük bir cemaat de hazır bulunurdu. Fidye işlemleri 15 gün veya daha fazla sürerdi. llk fidye olayında (Harünürreşid zamanı) Müslümanlardan 500.000 kişi hazır bulunmuştu. Hepsi en mükemmel silah ve savaş gereçleriyle donanmış en güzel atlara sahiptiler. lslam askerlerinin çokluğundan dağlar, ovalar dolmuştu. Aynı anda Rum gemileri de en mükemmel savaş silahlarıyla donanmış halde Müslüman savaş esirlerini taşıyarak geldi. Bu gemilerde Müslüman savaş esiri vardı. Tamamı fidyeyle kurtarıldı. Esirlerin o şekilde kurtarılışı lslam alemince büyük yankı uyandırdığından, bu tarihlerde halkın genel duygu ve düşüncesine tercüman olan ünlü Arap şairlerinden Mervan b. Ebi Hafsa, Harünürreşid'e hitaben şu şekilde övgülerde bulunmuştu: "Vatandan, dost ve sevdiklerinden uzak olarak hapislerde inleyen lslam esirlerini, tüm Müslümanlar bunları kurtarmaktan aciz kalmış ve Hristiyan hapishanelerinin onlara mezar olacağına inanmışken sen kurtardın. Bu büyüklük bütün lslam dünyasını minnettar eyledi".


Mısır bölgesi Afrika hükümdarları olan Fatımilerin yönetimine geçince, lskenderiye, Dimyat ve Kahire'de donanma yapımına büyük özen gösterilmiştir. Bunların döneminde donanma maaşlı beş bin askerden oluşuyordu. Söz konusu askerlerin on komutanı vardı. Her biri on dinardan yirmi dinara kadar aylık alırdı. Bahriye erlerine verilen en küçük maaş iki dinardan az olamazdı. Maaş dışında bunlara bir miktar toprak da verilirdi ki bu topraklara "ebvabu'l-guzat" denirdi. Savaşa gidildiğinde sözü edilen on komutandan biri donanma reisi seçilir ve tüm komuta kendisine verilirdi. Devletin ileri gelenlerinden birisi de bu reise refakat ederdi. Deniz emirleri, subayları ve askerlerine aylık dağıtılması bir tören şeklinde, bu meslekte bulunanların önem ve değerlerini halka göstermek ve kıymetlerini yüceltmek üzere bizzat halife tarafından vezir de hazır olduğu halde yerine getirilirdi. Fatımi halifelerinin birincisi olan Muiz zamanında Mısır donanmasını oluşturan savaş gemilerinin sayısı 600'e ulaşmıştı. Daha sonra bu sayı azalmış ve yüze kadar inmiştir.


Donanmalar savaşa giderken uğurlama törenleri oldukça parlak ve gösterişli olurdu. Halifeler Kahire dışında Mukas adındaki yerde kurulan özel yerde oturarak bizzat törende hazır bulunurlardı. Savaş gemileri halife önünden birer birer geçerdi. Bu geçiş sırasında savaş zamanında yapılan manevraların bir benzeri yapılırdı. Komutanlar, emirler, subaylar, donanma görevlileri savaş vaziyeti alırdı. Mancınıklardan mermiler atılırdı. Hücum, firar vs. savaş tatbikatı yapılırdı. Bu manevralar bittikten sonra, donanma reis ve komutanı halifenin huzuruna çıkarlardı. Halife bunlarla vedalaşır, başarıları için dua eder, donanma komutanına yüz ve reislere yirmişer dinar atiyye verirdi. Donanmanın savaşlardan dönüşünde de benzeri kutlamalar ve törenler yapılırdı. Selahattin Eyyübi zamanında Mısır'da donanmaların işlerini yürütmesi için özel bir divan kuruldu. Buna "divanü'l üstü!" adı verilmiş ve donanma için bir bütçe ayrılmıştır.


lslam devleti topraklarının genişlemesinde donanmaların büyük yardımı olmuştur. Müslümanlar bu deniz kuvvetleriyle Akdeniz'de bulunan adaların en ünlülerini Sardunya, Sicilya, Malta, Girit, Kıbrıs vs. adaları fethettikleri gibi bu denizin Avrupa'ya yakın bulunan birçok kıyısını da donama sayesinde ele geçirmişlerdir. lslam donanmaları asker ve mükemmel harp donanımıyla Sicilya'dan ltalya'nın kuzey kıyılarına saldırılar düzenleyerek Avrupa krallarını tehdit eder, korkutur ve onları sıkıntıya sokarak ülkelerinde karışıklıklar çıkmasına neden olurlardı. Özellikle Fatımiler zamanında Sicilya'da Fatımiler adına hüküm süren Hasanoğulları devrinde bu tehdit ve karışıklık oldukça yoğunlaşmıştı. Frenkler o dönemde donanmalarını Akdenizin kuzeydoğu yönüne çekmeye ve denizin diğer bütün bölümlerini Müslümanların egemenliğine bırakmak zorunda kaldılar. Böylece Müslümanlar karada hakimiyetlerini gösterdikleri gibi deniz hakimleri olarak da kendilerini ispat etmişlerdir. Avrupalılar Mısır'daki Fatımi devletiyle, Endülüs'teki Emeviler zayıflayıp karışıklığa düşünceye kadar oldukça geri ve zayıf bir durumdaydı. Sözü edilen lslam devletlerinde siyasi otoritenin zayıflamasıyla birlikte çözülme ve gerileme devri başlayınca, Avrupalılar bu uygun fırsatı kaçırmamışlar lslam egemenliğine geçen eski topraklarını geri almaya başlamışlardır. Bununla yetinmemişler asıl lslam topraklarına da saldırmaya başlamışlardır. Bu saldırılar lslam tarihlerinde "haçlı savaşları" (ehl-i salib muharebatı) adıyla bilinen ünlü savaşlardır.


Artık bu devirden sonra Müslümanlar tembellik, uyuşukluk ve gaflet uykusuna kapılarak donanmayı ihmal etmişler, denizci yetiştirme ve deniz kuvvetleri oluşturma siyasetine eski önemi vermemişlerdir. Öyle ki donanmanın işlerini yürütmek için daha önce kurulmuş olan "donanma divanı" bile kaldırılmış, adı ve izi bile kalmamıştı. Önceki yıllarda, denizciler "Allah uğrunda mücahitler" ve "Allah düşmanlarına karşı gaziler" gibi şerefli ve övücü lakaplar taşır ve herkes onların duasını uğurlu sayarken, daha sonra Mısır'da "bahriyeli" kelimesi bir aşağılama ve ihanet terimi gibi kullanılmış, denizcilik hizmetleride ayıp sayılmaya başlanmıştı. Bu durum Kölemenler (Memluklular) sultanı Tahir Baybars'ın (H. 658-676/M. 1259-1277) devrine kadar böyle devam etmiştir. Bu sultan tahta çıkınca, donanma konusuna büyük önem vermiş, eski görkemli günlerine döndürmek istemiş, ancak donanma lslamiyet'in o parlak ve görkemli dönemlerindeki durumuna tekrar ulaşamamıştır.


Mısır ve Şam donanmalarında bahsettiğimiz bu gerileme ve zayıflama yaşanırken, Endülüs ve Afrika donanmaları o parlak devirlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Bunlardan özellikle Mağrib devleti çok kuvetli bir donanma meydana getirmiştir. Bu iki devlet yıkılıncaya kadar donanmaya gerekli önemi göstermişlerdir. lbn Haldun'a göre; söz konusu iki devletin, Avrupa ve Afrika kıyılarında bulunan deniz kuvetleri, yüz donanma oluşturuyordu. İşte bu dönemlerde, yani H. 6. yüzyılda Mağrib donanmalarının ünlü komutanı "Ahmed es-Sıkili" (Sicilyalı Ahmed) deniz savaşlarındaki büyük başarılarıyla ünlenmişti. Onun zamanında İslam donanmalarının ulaştığı yüksek konuma ve güce hiçbir devirde ulaşılamamıştır.

Ancak bu görkemli durum, fazla devam etmemiş, devletin gerileme ve yıkılmasına paralel olarak donanma da zayıflamış, Endülüs İslam devletinin yıkılışıyla birlikte donaması da dağılmış ve yok olmuştur.


Tersane (Dirü's-Sınaa')


 "Darü's-sınaa" kelimesiyle kastedilen şey, günümüzde bizim "tersane" ve Arapların da "tershane" adını verdikleri deniz tezgahlarıdır. Her iki kelime de "darü's-sınaa"nın bozulmuş teleffuzudur. Frenkler, Arap ülkelerini ele geçirdiklerinde, Araplardan ele geçirdikleri sanayiler arasında, gemicilik sanatını da almışlardır. İspanyollar, kendi ülkelerinde kurdukları tersanelere "darü's-sınaa"' "Darcinah" adını verirlerdi. Avrupa'nın diğer bölümleri de aynı kelimeyi İspanyollardan alarak kullandılar. Bu kelime zamanla değişerek "arsenal" şeklini almıştır. Daha sonra Araplar, Türkler aracılığıyla İspanyollardan "darü's-sınaa"yı "tersane" (Tarsanah) şeklinde görerek "darbhane" ve "tophane"ye kıyas ederek "tersane" biçiminde alıp kullanmışlardır. Oysa "darü's-sınaa" şeklinde kullanılması daha doğruydu. Aynı biçimde "Amiral" terimi Arapça "Emirü'l-Bahr" tamlamasından bozmadır.


Yukarda görüldüğü üzere, Endülüs, Afrika, Şam ve Mısır'da birçok tersane kurulmuştu. İslam devrinde Mısır'da ilk tersane hicri birinci yüzyıl sonlarında "Ravza" adasında Füstat'ın karşısında kurulmuştur. Daha sonra Ahmed b. Tolun (H. 257) bu tersaneyi genişletmeye ve geliştirmeye çalıştı. Hicret'in dördüncü yüzyılı başlarında, İhşidliler zamanında Füstat ile tersane arasında deniz bulundurmamak amacıyla, söz konusu tersane Füstat'a taşınmıştır. Daha sonra Fatımiler kurdukları Kahire şehri yakınında "Mukas"ta bir tersane kurdular. Bu tersanalerde her tür gemi inşa edilebiliyordu. Nil için yapılan gemiler Said'in yukarılarında Nil Nehri'nin doğduğu yere kadar yiyecek, içecek vs. taşıyarak seferler yapardı. Savaş gemileri ise, cihad için asker ve silah nakletme işini yapardı ki, bunların hepsine birden "üstül" (donanma) denilirdi.


Savaş Gemilerinin Çeşitleri ve Donanımı


Savaş gemilerinin şekli, hacim ve kuvvet açısından birbirinden farklıydı. Bunlar arasında "şune" (kalyon) çeşidi ki bunlar büyük savaş gemilerindendi. Üzerlerine savunma amacıyla kule ve kaleler yapılırdı. Diğeri "harraka" (yakıcı) adı verilen bir çeşit savaş gemisiydi. Bunlar küçük mancınıklarla donatılırdı. "Arrade" adı verilen ve mancınıklardan daha küçük olan bu savaş aletinden, düşman üzerine "ateşli neft" atılırdı. Bir üçüncü çeşit gemi "tarrade" (takib edici) adıyla bilinen, küçük ancak hareket kabiliyeti yüksek gemilerdi. Bunların dışında diğer görevlerde kullanılmaya mahsus bazı gemiler de vardı. Müslümanlar, gemilerini Yunan ve Romalıların gemilerine benzer biçimde yapıyorlardı. Esas olarak bu sanatı onlardan almışlardı. Bununla birlikte Müslümanlar, gemicilik sanatını geliştirmişler ve değişiklikler yapmışlardı.


Savaş gemilerinin savaş araç ve gereçleri arasında zırhlar, miğferler, deriden ve demirden yapılmış kalkanlar, kargılar, yaylar, çengeller, kancalar ve (başlarında yuvarlak demir bulunan zincirlerden oluşan) başlıklar ve mancınıklar kullanılırdı. Direklerin yukarılarında üstü açık birtakım sandıklar bulundurulurdu ki, bunlara "tabut" adı verilirdi. Harp gemileri düşmanla çarpışmadan önce askerden bir kısmı bu sandıklara çıkarak içinde otururlardı. lçi çakıl taşlarıyla dolu olarak yanlarında çıkardıkları torbaları sandıkların yanlarına asarlardı. Sandıkların içinde kendileri örtülü ve siperli oldukları halde, torbalarda bulunan taşlarla düşmanı taşa tutarlardı. Kimi kez de yakıp atmak için neft çömlekleriyle kireç ve zırnık tozundan oluşan özel bir maddeyi testilere doldurur ve düşman gemilerine atarlardı. Bunların saçtığı toz düşmanın gözlerini kör ederdi. Veya bu testiler patlayınca ateş alıp düşmana zarar verilmiş olurdu. Sandık içinde bulunanlar kimi zaman düşman üzerine yılan, akrep veya yumuşak sabun dolu testiler atarak düşmanı perişan etmeye çalışırlardı. Yumuşak sabun düşman gemilerini kayganlaştırır, içindekiler ayakta duramaz olurdu. Gemilerin çevresini ve güvertesini neft ateşinin etkisinden korumak için sirke, su, şap ve netrona batırılmış deri veya keçeyle kaplarlardı. Kimi kez tedbir olarak bork (bure-i farsi) ve natrona veya sirkeyle yoğrulmuş hatmiye karıştırılmış bir çamur da sürerlerdi. Çünkü bu maddeler neftin etkilerine karşı dayanıklıydı. Tedbir olarak yapılan şeylerden birisi de gece olunca gemilerde ateş yakmadıkları gibi horoz da bulundurmazlardı. lyice gizlenmek istediklerinde uzaktan görülmemek için gemileri mavi yelkenlerle örterlerdi.


Gemilerin başına balta şeklinde bir alet koyarlardı ki, buna "kem" derlerdi. Bu alet başı son derecede keskin, kıç tarafı boş olarak, kargı harbesi şeklinde uzun bir demirden oluşuyordu. Geminin başında öne çıkmış bir direğe geçirilirdi. O suretteki geminin başında ön tarafa uzanmış bir mızrak ucunu andırırdı. Savaş sırasında bir gemi diğer gemiye hücum edince bu keskin başla öteki gemiyi vurmaya çalışırdı. Eğer bu vuruş şiddetli olursa çarpılan gemi delinir su almaya başlardı. lçinde bulunanlar da teslim olmak zorunda kalırdı.


Çengeller ve kancalara gelince; bunları düşman gemilerine atarak onların hareketlerini önlerlerdi. Düşman gemilerini bu şekilde yakaladıktan sonra kendilerine çekerler ve yaklaşınca üzerine attıkları iskelelerden düşman gemisine geçerlerdi. Düşman güçlü olursa, atılan çengelleri ağır çelik baltalarla kırarak etkisiz bırakırdı.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

5 Şubat 2023 Pazar

Müslüman-Hıristiyan Kavramları ve İslam Hukukunda Uluslararası İlişkiler

 


Müslüman veya Müslim kavramı, Arapça sulh yapmak, teslim, selamette olmak, itaat etmek anlamındaki 'silm' kökünden gelir. Terim anlamı, "İslam dinini kabul eden kimse"dir. Müslüman veya Musulman kelimesinin kaynağı da kendisine Farsça 'an' sıfat eki ilave edilmiş olan 'Müslim'dir. Hıristiyan kavramı ise, öncelikle sözlükte Isevilik veya Hıristiyanlık akidesini kabul eden kimseye 'Hıristiyan denmektedir. Arapça karşılığı olan 'Nasrf' (çoğulu 'Nasara'), Süryanice 'Nasraya'dan gelmekte ve Yunan-Garp Hıristiyanlarına delalet eden 'Rum' ve 'İfrenc' kelimelerinden farklı olarak, "Müslüman hakimiyeti altında bulunan Şark kiliselerinin mensupları Hıristiyanlar" anlamında kullanılır bir tabirdir.


Ortaçağ tarihi içerisinde, Müslüman veya Müslümanlar denince, sadece bir İslam dini mensubu kimse anlaşılmamakta, terimin ayrıca bir uluslararası boyutu da bulunmaktaydı ki, o da hangi ırktan olursa olsun bir Müslüman vatandaş olarak Müslüman bir devlet çatısı altında yaşayan insanlar topluluğunu veya aynı dava etrafında birleşen Müslüman toplulukları ifade etmesidir. Özellikle Endülüs gibi pek çok toplumsal unsurdan müteşekkil bir devlette bu anlam daha da kuvvetlenmektedir. Aynı şekilde, Hıristiyan veya Hıristiyanlar deyince de, ırkı ne olursa olsun Hıristiyan bir devlet çatısı altında veya aynı Hıristiyan amaçlar uğrunda birleşen toplumlar anlaşılmaktadır. Müslümanlardan maksat Endülüslüler ya da Müslüman Endülüs Devleti ve Hıristiyanlara karşı onlara yardım için İberya Yarımadası'nda bulunan Murabıtlar ile Muvahhidler; Hıristiyanlardan maksat da İspanyollar Portekizliler ya da Hıristiyan İspanya Devleti ve bazen de Müslümanlara karşı onlara yardım için İberya Yarımadası'na gelen Fransızlar ve İtalyanlar yani, diğer Hıristiyanlardır. Bunlar birbirleriyle karşılıklı siyasi ve dini bir mücadele içinde olan iki millet veya devlet olarak algılanmalıdır. Nitekim, bu zihniyet hemen aynen Hıristiyan kaynaklarının müelliflerince de benimsenmiş görünmektedir. 



İslam bir inanç ve ahlak sistemi olması yanında dünya hayatına ilişkin düzenlemeler de getiren bir din olmuş ve bu sebeple toplum için bir siyasi organizasyonun varlığını öngörmüştür. Teoride bu organizasyon devlettir ve üç temel unsura sahiptir. Bunlar belli bir toprak parçası (vatan, dar), bir idare düzeneği ve insanların boyun eğecekleri bir otoritedir. İslam hükümleri ilke olarak evrenseldir ve nerede olursa olsun Müslümanı bağlayıcıdır. Bu açıdan İslam'a göre dünyada iki temel ülke mevcuttur: 1. İslam ülkesi (Darülislam) ve 2. Harp ülkesi (Darülharp). Eğer bir beldede Müslümanlar kayıtsız şartsız emniyet içinde bulunuyorlarsa orası Darülislam' dır. Çünkü, hükümler İslam veya küfre değil, emniyet ve korkuya göredir.

Genişçe tarifiyle Darülislam, İslam kültür, medeniyet ve kimliğini devam ettiren, herhangi bir şekilde devlet fonksiyonları Müslümanların elinde bulunan yerdir. Müslümanlara karşı açık düşmanlık ve tecavüz sebebiyle İslam ülkesiyle aralarındaki barış hali sona eren ülkeye de Darülharp denmektedir. İlaveten, Darülislam ve Müslümanlar ile ilişkileri tarafsızlık ilkesine dayanan Gayri Müslim devletlere darü'l­ hiyad, hiç ilişkisi olmayanlara darü'l-küfr, ilişkileri dostane olanlara ise darü's-sulh denmektedir. İslam hukukçularının ana kaynaklar ve asr-ı saadet ile Raşid Halffeler devri uygulamalarını temel alarak geliştirdikleri "siyer" veya "siyaset-i şer'iyye" kavramı, İslam'ın uluslararası ilişkileri düzenleme prensiplerini konu almakta ve iki esas üzerinde şekillenmektedir. Bunlar İslam'ın Müslümanların izzeti ve dünya barışıdır. Dolayısıyla İslami devletin uluslararası politikaları İslam'ın izzetinden taviz vermemek şartıyla dünyada sükunı barış ve huzurun teminine maruf olmalıdır. Bu sebeple, İslam hukuku devletlerarası anlaşma imzalama, diplomatik ve kültürel her çeşit yararlı ilişkiler kurma gibi ilişkilere kendi anlayış ve hukuk düzeni içerisinde yer vermektedir.


Bu hukuk düzeninde, İslam'ın ve Müslümanların lehine bir politikanın belirlenmesi hususu, idarecilerin inisiyatifine bırakılmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber ve idari uygulamalarına hukuki değer atfedilen Raşit Halifeler dönemlerindeki uluslararası ilişkiler prensipleri, genel itibarıyla konunun değişmez ve ideal hükmü olarak değil, şer'i siyasetin bir gereği olarak düşünülmektedir. Böylelikle, uluslararası politikaları belirlemede yöneticilere bir genişlik ve hareket alanı sağlanmış olmaktadır. Diğer taraftan, İslam hukukunda gelişmiş olan eman müessesesi sayesinde ticari, sınai, kültürel ve diplomatik ilişkiler belli bir hukuki düzen içerisinde mümkün olmaktadır. Devletlerarası anlaşmalarda asıl belirleyici olan nokta, uygulamanın yapılacağı zamanın konjonktürel durumu ile kuvvetler arasındaki güç dengesi iyi hesaplanarak devlet ve halkın lehine en uygun seçeneğin iltizam olunmasıdır. Bu konudaki prensipleri vazeden Kuran ayeti şöyledir:


"Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan insanlara iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever. Allah sizi, ancak sizinle dini sebepten savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve bunu yapanlara destek olanlara yardım etmekten men eder. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır" (Mümtehine, 60/8-9).


İspanya'nın Fethine Kadar İslam Tarihinde Müslüman Hıristiyan İlişkileri Konu uluslararası ilişkiler çerçevesinde daha çok İslam'ın Hıristiyanlara bakışı ve Müslümanların tutumları ile Hıristiyanlığın Müslümanlara bakışı ve tutumları açısından ele alınacaktır. Müslümanların fetih harekatı neticesinde İslam hakimiyeti altına giren Gayri Müslim milletler içerisinde Hıristiyanlar büyük bir kitleyi teşkil etmiştir. Bu yeni durum karşısında her iki tarafın birbirlerine karşı konumları, bakış açıları ve tutumları önemli olmaktadır. İspanya'nın fethine kadar süregelen ilişkilerin hakim niteliği, savaşlara dayanmasıdır. Miladi 622 yılında Hz. Muhammed'in Medine'ye hicret etmesiyle birlikte İslamiyet'in bir devlet düzenine erişmesinden 92/711 yılına kadar olan 89 yıl içinde Müslümanlar dünyanın o zamana kadar eşine pek ender rastlanabilecek bir fetih harekatını gerçekleştirmişlerdir. Kısaca, o zamanın iki büyük ve güçlü devletleri olan Sasaniler ile Bizanslıların aleyhine olarak ve onlardan çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmışlardı. Buna bağlı olarak, çağdaş Hıristiyanların kendilerinden daha güçlü durumdaki Müslümanlar ile münasebetleri, bir zayıf-güçlü ilişkisi şeklinde cereyan etmiş ve bu ilişkide hakim taraf daima Müslümanlar olmuştur. Dolayısıyla, bu dönemde insani açıdan asıl önem arzeden konu Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavırlarından çok, Müslümanların Hıristiyanlara karşı muameleleri 'olmaktadır.


İslam'a göre Hıristiyanlık, başlangıçta bir hak din iken sonradan Kutsal Kitap İncil' de yapılmış olan bir takım tahrifat sebebiyle aslından uzaklaştırılmış ve Hz. Muhammed'in nübüvveti ile de içindeki hak nüvelerini İslam dinine aktararak Allah katındaki geçerliliğini kaybetmiştir. Hıristiyanlar, Allah tarafından Hz. İsa vasıtasıyla kendilerine gönderilen İncil'i tahrifata uğratarak orijinalitesini kaybetmesine sebep oldukları halde Kuran' da "Kutsal Kitap sahibi" (Ehl-i Kitab) sayılmışlardır. Bu kabulden başka, yine Kuran' da Hıristiyanlar kutsal kitap sahibi Gayri Müslimler içerisinde Müslümanlara sevgice en yakın olanlar diye nitelendirilerek imtiyazlı kılınmışlardır. Ancak, tarih içinde Hıristiyanların Müslümanlara karşı takındıkları tavırları ele alan Kuran, esas itibarıyla onları memnun etmenin mümkün olmayacağını, onlarla gerçek bir dostluk kurulamayacağını, dolayısıyla Müslümanların onları dost kabul etmemeleri gereğini vurgulamaktadır.


Hz. Muhammed'in peygamberlikle vazifelendirildiği VII. yüzyılın başında Arap Yarımadasında Hıristiyan toplulukların bulunduğu bilinmektedir. Bunlar Tağlib, Gassan-Kudaa, Eyle, Dumetü'l-Cendel, Tayy kabilesinin yaşadığı bölgeler ve güneyde Necran gibi merkezlerde yaşıyorlardı. İslamiyet'in doğduğu şehir olan Mekke'de ise az da olsa Hıristiyan mevcuttu. Hz. Muhammed'in kendi zamanında pek sorun teşkil etmeyen, ilişkilerin antlaşmalarla tanzim edildiği Hıristiyanlar ile münasebetleri dostane olmuştur. Mecusi İran'a karşı Hıristiyan Bizans'ın -Kuran kaynaklı- desteklenmesi, Hıristiyan Habeşistan ile iyi ilişkiler kurulması ve Medine döneminde özellikle Necranlı Hıristiyanlarla kurulmuş olan ilişkiler göstermektedir ki, Hz. Muhammed devrinde Müslüman-Hıristiyan ilişkilerine hakim olan, müsamaha ve sevgi ruhudur.


Sonraki dönemlerde yani Dört Halife ve Emeviler dönemlerinde Hıristiyanlarla ilişkiler genel olarak aynı müsamaha havası içerisinde yürütülmüştür. Ancak, farklı devletlerin ve buralarda yaşayan farklı toplulukların karşılıklı ilişkilerinde doğal olarak muhtelif anlaşmazlıklar da görülmüştür. O zaman da karşılıklı savaşlar ve çatışmalar söz konusu olmuştur. Müslüman Türklerin Hıristiyanlar ile ilişkileri ise, daha çok Selçuklu devletleri zamanlarında Bizanslılar ile süregiden çatışmalar ve Haçlı seferleriyle doğuya gelerek Kudüs merkezli küçük devletler kuran Avrupalı Hıristiyanları da Ortadoğu' dan ve Anadolu' dan çıkarma çabaları şeklinde olmuştur. Son asırda ve günümüzde Müslümanların Hıristiyan dünyaya dönük bakış açısı ise, ayrı çalışmanın konusudur.


Hıristiyanların Müslümanlara karşı bakış ve tutumlarına gelince, İslamiyet'in yayılmasıyla 633-650 yılları arasında Hıristiyanlığın doğduğu topraklar olan Filistin, Suriye ve Mezopotamya bölgesi İslam hakimiyeti altına girmiştir. Hıristiyan topraklarında İslamiyet, bir yandan Sasani-Bizans mücadelesi ve diğer yandan Yakubilik ve Nesturilik mezheplerinin Bizans resmi mezhebiyle çatışmaları gibi etkenlerle hızlı bir şekilde yayılmıştır. 634 yılında Müslümanların Bizanslılar ile yaptıkları Ecnadeyn savaşında Hıristiyan Arap kabilesi olan Gassaniler, 636 yılında Müslümanların bu sefer Sasaniler ile yaptıkları Kadisiye savaşında da Hıristiyan Lahmiler, tabi oldukları krallıklarla değil Müslümanlarla işbirliği yapmışlardır. Bizans topraklarında İslamiyet' in zaferini kolaylaştıran bir unsur da o topraklarda yaşamakta olan Hıristiyan halkın İslami idareyi kendiliklerinden arzulamış olmalarıdır. Çünkü İslam dini onların haklarının korunmasında her türlü düzenlemeyi getirmiş ve özellikle Hz. Ömer devri ve sonrasındaki tatbikatta görüldüğü gibi, onların rahat ve güven içerisinde yaşamaları temin edilmiştir. Bu nedenle onlar İslam idaresi altına girdikten sonra kendi dinlerini rahatça yaşamışlar ve onlara Müslüman olmaları için bir baskı uygulanmamıştır. Zaman içinde bir kısmı kendi iradesiyle İslam'ı seçmiş, fakat çoğunluğu kendi dininde kalmıştır.



Doğu Hıristiyanlarının dışında Batı Hıristiyanlarının Müslümanlara bakış açısı ise, daha sonraki yüzyıllarda gerçekleşen Batı' daki İslam fetihleriyle şekillenmiştir. Uzun Orta-Yeniçağlar boyunca Avrupa'yı adeta bir hilal kıskacına almıştı Müslümanlar. Paris-Viyana-Roma-Moskova arasında kalan orta ve kuzey Avrupa dışında Avrupa kıtası İslam fetihlerine hedef olmuştu. "Arap saldırganlığıyla ilgili bu tarihi tecrübe, Ortaçağ Batılı dimağının İslam'ı algılama tarzında temel belirleyici faktör olarak rol oynadı ki, bu esas olarak düşmanlıktan ibaretti. Fakat yüksek Ortaçağlar boyunca Batı, kendi dar ufkuna hapsolmuştu. Dengeli ve makul bilgilere dayanan bir İslam görüşü ortaya çıkaramadı ." Avrupa Hıristiyanlarının İslam'a ya da Müslümanlara bakış açılarını, konunun uzmanı bir yazar olan Hişam Cuayyıt'tan verelim:


"Şarlman Rönesansı İslam ile ilgilenmedi. Fakat Ortaçağ kültürü kalıplaştığında ve Hıristiyan Avrupa Haçlı Seferleriyle kendini dış dünyaya attığında, artık bu ayrı bir hikayeydi.


Burada, popüler İslam kavramıyla skolastik olanı birbirinden ayırmak zorundayız. İlki, Haçlı Seferlerinin bir sonucudur. İkincisi, İspanya'daki İslam-Hıristiyan çatışmasının. Biri muhayyileye, ikincisi akla seslenir. Popüler kültürde Müslümanlar pagan'dı. Muhammed ise bir büyücü, tefessüh etmiş bir toplumun tefessüh etmiş bir lideriydi. Destanı konular ve aşırı fantaziler üreten Chanson de Roland, İslam akıncılarını putperest ve Tervagaunt'a tapan insanlar olarak sunar. Buna karşılık, bilginlerin İslam görüşü bir kısım sahih bilgiyi de içerir. Corpus Cluniense (1143) ve Ketton'un Kuran tercümesi sayesinde skolastik tartışmacılar bu kaynaktan içtiler. Büyük Peret, Toledo'lu Mark Ricoldo, Raymond Martin, Jacques de Virtry ve daha sonra Raymond Lully ve Cusa'lı Nikolas, İslam'ın doktrinlerini çok iyi biliyorlardı. Kuşkusuz burada İslam karşıtı tartışmaları İslam felsefesinin büyük skolastik yazarlar üzerindeki etkisinden ayrı tutmak zorundayız. Fakat bir ölçüde tartışma bir savunma şeklidir ve polemiklere katılan entelektüeller bir bakıma, kendi mahalliliklerinden bıkan açık-görüşlü kimselerdi. Saint Bernard, Büyük Peter'e göre dış dünyaya son derece kapalıydı. Gurur ve kendini kandırmanın zararlı olması şart değil; o, düşmanı büyüleyerek de etkili olabilir.


Felsefi ve bilimsel gelişmeleri nedeniyle İslam, bütünüyle düşünce tarihine anahtar bir katkı olarak kabul edilmiştir. Fakat, bir yanda böyle kabul edilirken diğer yanda -bütün unsurları dikkate alınmakla beraber- bir din ve ahlak sistemi olarak inkar edilmiştir. Bu yüzden Batı, Arap düşünürlerin başarılarını, İslam'ın değeri üzerine olan yargısından ayrı tutar. Bu durum, onikinci yüzyılda oluşturuldu, onüçüncü ve ondördüncü yüzyılda genişletildi ve spesifik hale getirildi ve onsekizinci yüzyıla kadar pratikte bir değişikliğe uğramadan öylece kaldı. Bazı öğeleri koloni çağına kadar sürdü. Bu yaklaşımın hareket noktası, "yalancı peygamberliği"yle, insanlığı Hıristiyanlığa doğru götüren evrensel evrim sürecini engelleyen İslam peygamberine duyulan derin öfkedir. Birbirinden oldukça farklı olan Raymond Martin, Ricoldo, Toledo'lu Mark ya da Roger Bacon gibi insanların hiçbiri, Hz. Muhammed'in bir "yalancı peygamber", bir "sahtekar" ve "iki yüzlü" olduğundan kuşku duyacak bir kapasiteye sahip değildi. Bu peygamberin mesajı kişisel, dünyevi duyguların karanlık çerçevesinden kaynaklanan, sadece beşeri bir mesajdır ve Kuran, İncil'den alınarak "yazarı" tarafından bozulan hikayeler mecmuasıdır. Peygamberin suçu sadece kitlelerin saflığını sömürmek değildir, o hayatı boyunca tam bir duygusallık, saldırganlık ve ahlak dışılık örneği vermiştir. Kendisini izleyen halklara da aynı damgayı vurmuştur.


Aşırı olmalarının yanında bu yargılar, başlangıçta reddedilmeyen İslam'ın, Hıristiyani hakikatin bünyesine alınması ihtimalinden kaynaklanmıştır. Hıristiyan ilahiyatçılar, İslam'ın kilise kanunlarına göre yanlış olduğunu göstermek, Peygamberin gerçek peygamberlik iddiasını yalanlamak ve Tanrının kelamının İncil olduğunu kanıtlamak istediler. Bu nedenle, onlara göre Allah Tanrıydı -ve modem sosyal bilimlerin kabul ettiği gibi barbar ve özellikle de Arap Tanrısı değildi- fakat, Muhammed'e vahiy göndermemişti. Başka bir deyişle bu, İslam ile ilgili tüm modern değerlendirmelerin kaynağı olan bir öncel (a priori), sınır ötesi red değildi. Fakat gerçek ama henüz gerçekleşmemiş bir ihtimalin sonradan (aposteriori) reddiydi. Aslında bu, tek bir sistemin duvarları içinde dönen bir kavgaydı.



Yüzyıllar boyu Hıristiyan gelenek İslam'a, Hıristiyanlıkla aynı sahalarda hak iddia ettiği için böylesine acı bir tutku uyandıran, rahatsız edici ve türedi bir hareket gözüyle baktı. Başarıları ne olursa olsun, bu kötü silahlanmış, ilkel bir misafirden başka bir şey değildi. Bütünüyle basit ve gelişmemiş doktrinlere sahipti. Dünyadaki başarısı hakikatinin delili değil, fakat hakikate rakip oluşunun deliliydi. Nüfuz edilemeyen hikmetleriyle Tanrıyı da içine alan ebedi bir skandaldı. Silahlandırarak, eğiterek şeytanın ve yalanın zaferini hazırlamıştı.



Avrupalılar İslam'ı seks, şehvet düşkünlüğü ve hayvani içgüdülerin taşkın vahşilikleriyle dolu bir din olarak tasavvur ediyorlardı. Kuran'ın mesajı ve Peygamberin hayatıyla birlikte İslam öğretileri ve kurumları, Ortaçağ Hıristiyanlarının gözünde Müslümanların şeheviliği düşüncesini teyid ediyordu.


Cinselliğin yanında, Ortaçağ bahsında çok üzerinde durulan bir diğer konu saldırganlık, kuvvet ve yıkıcılıktır. Daniel bize şöyle söyler: 'Kuvvet kullanma, neredeyse evrensel bir şekilde İslam dininin temel özelliklerinden birisi sayılıyordu ve açık bir yanlış işaretiydi.' Böylesine derinden şikayet edilen bu Müslüman saldırganlığı aslında Batı'nın kendi saldırganlığının İslam'a yüklenmesinden ibaretti; kadim terörlerin kolektif bilinç altına akın etmesi ve olası bir gerçek saldırganlığın (abartılmış da olsa) afaki korkusuydu. Düşüncelerini mantıklı bir düzlemde ifade eden Hıristiyan yazarlar, havarilerin dine girişleri ve örnek ıstıraplarıyla propagandası yapılan Hıristiyanlık ile, dünyayı daru'l İslam ve daru'l-harb olarak ikiye bölen ve bu bölünmenin gerektirdiği şekilde saldırgan hakimiyetin bütün o ideolojisini ve mistiğini ortaya atan İslam arasında büyük bir tezat çizerler. Nihayet, bu yazarlar bir halkın ya da dinin ruhu gibi genel bir konudan, iddia edilenlere delil olabilecek pratik davranışlara dönerek, Peygamber tarafından kendisini takip edenlere dünyaya egemen olmak için uyguladığı baskı rejiminden söz ederler. Bu rejim, kiliseye baskı yapılması, Tanrının kiliselerinin kirletilmesi ya da camiye ı veya 'şeytanın sinagogları'na dönüştürülmesi ve Hıristiyanlığın Arap işgaliyle parçalanması üzerinedir. Hepsinden sonra İslam'ın akli bir müzakereye (disputatio) giremeyeceğini, ya da açıkça söylemek gerekirse, Hıristiyan davetçiler tarafından yürütülen din değiştirme çabalarına direndiğini öne sürdüler.


İslam topraklarında yaşayan Hıristiyan müellifler Müslüman meslektaşlarıyla yapmış oldukları yazışmalar ve yazdıkları eserlerde kendi dinlerini savunarak İslamiyet'i tenkit etmişlerdir. Ancak, tartışmayı bilimsel çerçeve ve seviyenin dışına taşımamışlardır. Bu müelliflerden bazıları şunlardır: ' S.J. Damascene (675-750), Theodore Ebu Kurra (750-825), TimotheeI (728-823), Ebu Raita (IX. yüzyıl), Yahya b. Adiy  (893-974), İbn Zür'a (943-1008) ve Paul d'Antioche (XII. yüzyıl). Buna karşın, Nicetas de Byzance (842-912), Evode (IX. yüzyıl), G. Hamartolos (IX. yüzyıl), E. Zigabene (IX. yüzyıl), T. le Confesseur (IX. yüzyıl) ve B. d'edesse gibi Bizanslı Hıristiyan müellifler, Müslümanlarla devamlı savaş halinde olmalarının etkisiyle İslam'a ve Müslümanlara karşı daha küstah ve saldırgan bir tavır sergilemişlerdir. Ortaçağ Batı Avrupa'sında İslam'a ve Müslümanlara karşı olan tavır ise, Bizans'ta olduğundan farklı değildi. Avrupalı Hıristiyan din bilginleri İslamiyet'i ancak VI/XII. yüzyıldan itibaren incelemeye başlamışlardır.


Bundan sonra Hıristiyan dünyada İslam ile ilgili olarak gelişen ve yerleşen fikirlerin ya da İslamiyet'e karşı Hıristiyan polemiğinin genel karakteristikleri kısaca şöyle belirlenebilir: Arabistan'ın kuraklığı sebebiyle kabilelerin Hz. Muhammed'e tabi oldukları motifi, Hz. Muhammed'in halkçı bir reformcu olduğu iddiası, Hz. Muhammed'in hasta olduğu düşüncesi gibi din dışı izahlar, Hz. Muhammed ve İslam'ı şeytani bir menşee bağlama, İslam'ın Hıristiyanlığın rafizi bir mezhebi olduğu safsatası, İslam'ın Hz. İsmail vasıtasıyla Hz. İbrahim'in varisi olduğu tespiti, Hz. Muhammed'in peygamberi karizmaya sahip olduğu fikri ve son olarak da İslam'ın monoteist büyük dinlerden birisi olduğu görüşü gibi gerçeğe uygun düşen düşünceler Hıristiyan dünyanın İslam'a ve dolayısıyla Müslümanlara bakış açılarını yansıtmaktadır.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

Gündelik Hayatımızda Sağlık-3


Gazlı Bez, Yara Bandı


Joseph Lister’in (1827-1912) antisepsi alanındaki buluşlarını gazlı bez ve yara bandıyla ticari başarıya dönüştüren, 1876’da Lister’i Philadelphia Tıp Kongresi’nde dinleyen ve iki kardeşini bu alana yatırım yapmaya ikna eden Robert Johnson oldu. Bir eczacılık şirketine ortak olan Johnson 1880’lerde kardeşleriyle Johnson & Johnson şirketini kurdu ve steril ve paketlenmiş hidrofil pamuklu gazlı bez üretmeye başladı. En ücra yerlere steril gazlı bez ulaştıran şirket büyük başarı kazandı. 1912’de tıp alanında yeni ürünlere el atan, Johnson Bebek Pudrası’nı da piyasaya veren büyük bir şirket olmuşlardı.


1920’de, şirketin müdürü olan James Johnson, şirket çalışanlarından Earle Dickson’un evinde gazlı bezleri bölüp yapışkan bandların ortasına yerleştirerek küçük yaralarda kullanmak üzere hazırladığını öğrendi ve bandların yapışkan kısımlarım geçici olarak kapatmak üzere lif kullanılarak küçük yara bandlarının önceden hazırlanabileceği önerisini hemen kabul etti. Band-Aid (yara bandı) adı verilen ürün yavaş yavaş tanındı. İzci ve kasaplara bedava dağıtılan yara bandı 1924’den itibaren makinede üretilmeye başlandı. 1928’de yara bandlarına, hava almasını sağlamak üzere delikler açıldı.



Derece


Hasta çocuk koltukaltına konulan buz gibi derecenin çıkarılmasını, başındakiler ise derecede okuyacakları değeri beklerler. Çocuklu evlerin ecza dolabı olmayanlarında bile bir derece bulunur. Halkın derece adını verdiği termometreye Osmanlılar da  Osmanlıca akımı’nın etkisiyle mizan-ı harare, mikyas-ı harare, vezni-i harare gibi karşılıklar uydurmuşlardı.


Galilei’nin 1597’de bir tür termometre kullandığı anlaşılmaktadır. 1624’de atmosferdeki ısı değişimlerini ölçmek için kullanılan alete verilen ad thermoscope’dur. 1650’de ısı ölçümünde alkol kullanılmaya başlanmış, Ingiliz Robert Hook 0 °C noktalı termometreyi 1665’de, Polonya doğumlu Amsterdamlı Daniel Gabriel Fahrenheit suyun donma noktasını 32 °C, kaynama noktasını 212 °C kabul eden ve 197O’lere kadar İngilizce konuşan toplumlarda kulanılan Fahrenheit ölçeğiyle cıvalı termometreyi 1720’de, Fransız Rene-Antoine Ferchalut de Reaumur suyun donma noktasını sıfır, kaynama noktasını 80 °C olarak kabul eden sistemini 1730’da, Uppsalalı Anders Celcius santigrat olarak da adlandırılan ve metrik sistem kullanan ülkelerle birlikte bizim de kullandığımız, normal atmosfer basıncında suyun donma noktasını sıfır, kaynama noktasını 100 °C olarak kabul eden Celcius ölçeğini 1742’de geliştirdi. 18. yüzyılın ilk yarısında esneklik kuramından Mars araştırmalarına, dünyanın kutuplardaki basıklığından enlem boylam hesaplarına kadar fizik bilimine katkıda bulunan bu bilim adamlarının atmosfer araştırmaları için geliştirdikleri ısı ölçerler sonunda yakın yıllara kadar şehirlilerin ateş, köylülerin yangın dedikleri insan ısısını ölçmeye de yaradı. Böylece klinik thermometre ilk kez 1793 yılında kullanıldı.


1888 yılında Trabzon Vilayeti’nin yayımladığı Salname’de yer alan donma (incimâd) ve erime (zevban) derecelerinden bazıları aşağıya çıkarılmıştır:

37,9 tizâbın [kezzap] derece-i incimâdı

21,66 arakın incimâdı

7.50 enharın [nehirlerin] incimâdı ve mürekkep ve şarabın incimâdı

38.8 cıvanın derece-i incimâdı

27.4 zaç yağının derece-i incimâdı

34.37 hayvanda sütün derece-i incimâdı

31,35 kutup şimalinin derece-i bürûdet-i vasatisi [ortalama soğukluk derecesi]

7.50 Londra’nın adi derece-i bürûdeti, bademyağınm ve sütün derece-i incimâdı

0 buzun derece-i zevbanı suyun nihayet-i derece-i siklet-i izafiyesi 16,25 nebatata muktezi derece-i hararet 19.37 yağın erimesi

25.5 hatt-ı istivada [ekvatorda] sath-i deryada hararet-i vasati 36.9 dem-i sıbyamn [çocuk kanının] harareti

100 suyun galeyanı

37 karların derece-i zevbanı

10 toprak ve menbalann hararet-i vasatiyesi 17,19 limonatda muktezi derece-i hararet

.25 hasta odasının harareti

26.25 üzümlerin kemali

37.2 siyah Araplar [zenciler] deminin [kanının] harareti

2 altunun zevbanı

5 dökme demirin zevbanı


5 körüklü iyi fırının dahi derece-i hararetine müsavidir 176,1 hararet-i şems ile elmasın dahi ihtiraka başladığı derecedir



Aşı


Çiçek aşısı çalışmalarına 1796’da başlayan ve 1798’de ilk eserini yayımlayan İngiliz doktor Edward Jenner’in aşıyı gerçekten Türklerden öğrenip öğrenmediği merak konusudur. Her kaynakta sözü geçen, Lady Montagu’nun 1717’de Edirne’den İngiltere'ye yazdığı ünlü mektup şudur: “Bizde çok yaygın ve çok zalimane olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Birçok kocakarının sanatı sırf bu ameliyatı yapmak. Aşılanma için en uygun zaman sıcakların sonu, sonbaharın başlangıcı.


O zaman aile reisleri ailelerinde çiçek hastalığına tutulmuş kimse olup olmadığını öğreniyor ve birkaç aile toplanıyorlar. Sayıları on beş, on altıyı bulan aile toplulukları bu aşıcı kocakarılardan birini çağırıyorlar ve ceviz kabuğu içine doldurulmuş çiçek hastalığı aşısını hangi damardan aşılmasını isterlerse o damarı büyük bir iğne ile açtıktan ve iğnenin ucu kadar aşıyı buraya koyduktan sonra yarayı bağlıyor ve üzerine bir ceviz kabuğu yapıştırıyorlar. Bütün bu ameliye sırasında en küçük bir acı hissedilmiyor. Aynı şeyi dört beş damara daha yapıyorlar. Rumlar haç taklidi yapmak için birer tane kollarına bir tane de alınlarına yaptırıyorlar, ama bunun neticesi fena. Çünkü bu ufak yaralar yer ediyor. Aşı için vücudun kapalı yerleri seçiliyor. Aşılanan çocuklar sekiz gün kadar oynuyorlar, bir şey olmuyor, daha sonra bir sıtmaya tutuluyorlar ki iki gün, üç gün yatakta yatıyorlar. Yüzlerinde yirmi, otuz sivilce çıkıyor. Fakat sekiz gün içinde hiç hastalığa tutulmamış gibi oluyorlar. Açılan yaralar hastalıkları boyunca akıp çiçeğin zehirini atıyor, başka taraflarına yayılmasına mani oluyor. Her sene binlerce çocuğa aynı ameliye yapılıyor. Fransa sefiri, başka yerde yapılan banyolar gibi, burada da eğlence olsun diye herkes çiçeğe yakalanıyor, diyor. Aşıdan kimse ölmüyor. Aşının faydasına inandığım için sevgili yavruma da yaptırmaya karar verdim. Vatanımı çok sevdiğim için aşının oraya da girmesini çok isterim. Doktorların, kendi menfaatlerini insanlığın iyiliğine feda edebilecek ve gelirlerinin büyük bir kısmını gözden çıkarabilecek kadar fedakâr olabileceklerine inansam bunu onlara yazmaktan geri durmazdım. Bilakis onları kızdıracağımı zannediyorum...” (Türkiye Mektupları 1717-1718, çev. Aysel Kurutluoğlu).


1765’de Fransızların ünlü Ansiklopedi’sinde aşı için yazılanlarsa şöyledir: “Tüm Fransa bu uygulamanın önemi ve yararı konusunda ikna olana kadar, hükümetin, bu konuda olumlu önlemler alması zorunludur. (...) Dolayısıyla bilgisizliğin doğurduğu çekingenlikleri ortadan kaldırma ve halkın bu uygulamada kendi çıkarının olduğunu anlamasını sağlama; Hıristiyan iyilikseverlerinin, devletin yararının ve insanlarının korunmasının, aşının yaygınlaştırılmasıyla doğrudan ilişkili olduğunu anlatma işi, tanrıbilim ve tıp fakültelerine, akademilere, yüksek yargıçlara, bilginlere ve yazın adamlarına düşen bir görevdir. Bu konuda hâlâ deneyler yapılması gerekmiyor. Çünkü yeterince bilgimiz var” (çev. Selahattin Hilav, 1996).


G. Marshall’ın 1798 yılında çıkan çiçek aşısı kitabını Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi 1801 yılında İtalyancadan çevirmiştir.

Çiçek hastalığı Çin’de IO 1122’de tanımlanmıştır. Hindistan’da Sanskrit metinlerinde de hastalıktan söz edilir. Çiçek virüsü çok dayanıklıdır ve insan vücudu dışında da uzun süre yaşayabilir. Örneğin, Avrupa’da yaşanan salgınlarda çamaşırhanelerin hastalığın yayılmasında etken olduğu anlaşılmıştır. Fakat virüs çok bulaşıcı değildir, insanlara da bulaşabilen inekçiçeği hastalığı bilimsel adı vaccinia’yı ineğin Latince karşılığı olan vacca’dan alır. Aşı ve aşılamak demek olan vaccination da bu kökten türetilmiştir.


Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü 1977’de çiçek hastalığının yeryüzünden silindiğini açıklamıştır. Bizler çiçek aşısının izini taşıyoruz. Zamanında kızlarının büyüyünce mayo veya kolsuz giyineceğini bilemeyen anneler onların bacak ve kollarına aşı yaptırırlardı. Aşının en kolayı ise, son yıllarda ulusal aşı kampanyaları düzenlenen çocuk felci aşısıydı. Kuduz aşısının ise kocaman iğnelerle, göbekten ve defalarca yapılması en korkutucusuydu. Okullarda, kullanılıp atılabilen enjektörler yokken, binlerce öğrencinin kollarını sıyırıp nasıl aşı olabildiği ise bugün muamma gibi geliyor.



Sineksavar


1960-70’li yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nda okullarda nasıl bit taraması yapıldığı, bit çıkan öğrencilere kükürtlü sabun verildiği ve saçları kesilen çocukların fakirlik ve pisliklerinin teşhir edildiği hissi yaşadığı anlatılırdı. 1980’li yıllardan itibaren zengin kesimlerin çocuklarını da kapsayan bit salgını ilkokullarda gizli gizli devam ediyor.


Kanuni’nin kızını vezirlerden Süleyman Paşa ile evlendirmek istediği, fakat Paşa’nın cüzamlı olduğu dedikodusunun çıktığı, gizlice gönderilen bir görevlinin Paşa’nın çamaşırcıbaşısı olduğu ve çamaşırında bit bulunca durumu Padişah’a müjdelediği eskilerin sevdiği bir hikâyedir. Çünkü cüzamlıda bit bulunmaz ve Paşa sultanla evlendirilir. Bu konuda Lâedri “Olıcak bir kişinin bahtı kavî tâli-i yâr/ Kehlesi [biti] dahi mahallinde anın işe yarar” beytini söylemiştir.


“Pire itte bit yiğitte” sözünü doğrulayan yaşam standartlarının yanında, sakız gibi çamaşırları, perde ve koltuklarındaki güneşlikleri, oyalı sehpa örtüleriyle görevini yerine getiren ev hanımları ve onları çileden çıkaran fare, sivrisinek, tahtakurusu, hamamböceği ve kaloriferböceği gibi düşmanlar vardı. Tahtakurularının ne kadar zeki olduklarını, tavandan kendilerini yatakların üstüne bırakarak paraşütlü indirme birlikleri kurduklarını, çeken bilir: “Ta gündüzden bana dişleri biler/ Yavrusunu üstüme elekten eler/ Teklif, tekâlüfsüz koynuma girer./ Sevgilim mi oldun tahtakurusu?” (Şemsi Yatsıman, 1923-1994)


Oltutozu adıyla satılan pireotu gibi yerli çözümler yanında, en çok berberlerin kullandığı sinek kâğıtları, sinekleri küllüğe çeken kokulu macunlar, tatil yerlerinin zehir salan tütsüleri denendi. Belediyeden çöp ilaçlaması beklendi ve apartman ve dairelere hizmet veren özel şirketler kuruldu. Bunlar içinde atası flit olan spreyler yazları televizyon reklamları yoluyla rekabete girişilen bir pazar buldu.


Flit sözcüğü İskandinav kökenlidir, İngilizcede 1200 yıllarındaki ilk anlamı nakletmekti, 1596’dan beri sinek kovma anlamıyla da kullanılmıştır. Böcek öldürücüler bitkisel bileşimlerden bakır tuzlarına, florin bileşiklerine, petrol türevlerine ve sentetik ürünlere kadar çeşitlilik gösterir. Tifüs, veba, sıtma, sarıhumma gibi hastalık taşıyıcıları ya da tarım zararlılarına karşı mücadele ile başlayan böcek öldürücü üretimi, sonunda ev haşerelerine karşı ilaçların da yapılması sonucunu doğurmuş, flit pompası ile bu ilaçlar ‘tatbik’ edilmiştir. 1941 yılında ABD ordusu laboratuvarlarında geliştirilen aerosol kap sisteminden sonra flit pompası yavaş yavaş alanı terk etmeye başlamış, 1980’li yıllardan itibaren iyice kenar mahallelere çekilmiştir. Özellikle yaz tatili ve yazlık furyası başladıktan sonra sivrisinek ve karasineklere karşı kullanımı aerosol kapların en büyük pazarını oluşturur.



Güneş Losyonu


Güneşlenmek ve bronz tene sahip olmak çok yeni bir zevk olduğu için, güneş losyon ve kremleri de çok yenidir. Bu konuda ilk hareket ikinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik’te ciddi güneş yanıklarına uğrayan askerlerin imdadına koşma çabasından kaynaklanır.


Ünlü Trabzon türküsünde “Konakta mı büyüdün/ Çok beyaz geldin bağa” denildiği gibi, güneşte yanmak köylü ve amelelere mahsus, beyaz tenli olmak da soyluluk ve zenginliğin işaretiydi.


1920’lerden itibaren denize girmenin yaygınlaşması, 1930’lardan itibaren mayoların giderek küçülmesi, güneş yanıklarını artırmıştır. Savaştan sonra, ordu için koruyucu üretiminde çalışmış olan Dr. Benjamin Green, insanların gölgeye kaçmak yerine, yaseminle kokulandırdığı güneş losyonunu kullanmayı tercih edecekleri inancıyla üretime başlamıştır. Losyonun bronzlaşmayı kolaylaştırıcı etkisiyle kısırdöngü başlamıştır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak