26 Ocak 2023 Perşembe

Bizans'ta İkonoklazma Hareketi ve İslam Etkisi

 


İkonoklazma Hareketinin Ortaya Çıkışı,


Dini ve Toplumsal Hayata Etkileri


Bizans tarihinin en dikkat çekici olgularından biri şüphesiz dini resimlerin kutsallığına ve onlara ibadete karşı çıkan lkonoklazma (İkonoklasmus) hareketi veya mücadelesidir. Grekçe asıllı olan lkonoklazma ifadesi "ikonaların kırılması" anlamına gelmektedir. Bu sebeple Türkçe'de "ikonakırıcılık" / "tasvirkırıcılık/ suretkırıcılık" şeklinde de ifade edilmektedir. Başlangıçta kutsal tasvirlere tazim ve ibadeti hedef alan hareket, daha sonra genişleyerek batıl inanç ve adet olarak gördüğü kandil yakma ve tütsüleme gibi diğer uygulamalara da cephe almıştır. Nihayet bazen Hz. Meryem'e ve azizlere ibadeti ve özellikle aziz kalıntılarına (elbise-kemik parçaları, İngilizce'de relics) saygıyı da hedef almıştır.



726-843 yılları arasında Bizans devletinin gündemini bir asırdan fazla süreyle işgal eden ve etkilerini din, siyaset, sosyal hayat ve sanat alanlarında çok yönlü bir şekilde hissettirmiş olan lkonoklazma hareketi, iki devreye ayrılır. Birinci devre III. Leon'un 726 yılında yayınladığı tasvir aleyhtarı fermanıyla (Ekloga) başlar ve VI. Konstantinos adına devleti yönetmekte olan imparatoriçe Irene'nin 787 yılında tasvir kültünü yeniden canlandırmasıyla biter. ikinci devre Irene ve haleflerinin tasvir taraftarı tutumlarından sonra 813 yılında tahta çıkan Ermeni imparator V. Leon'un tekrar tasvirlere cephe alması ile başlar ve III. Mikhail adına devlet yönetimini yürüten imparatoriçe Theodora döneminde 843 yılının Mart ayında toplanan synodun tasvirler kültünün yeniden kabulünü törenle ilan etmesiyle sona erer.


Tasvirler bu dönemde toplanan dört konsilin gündemini oluşturmuştur. 754 yılında toplanan konsil, tasvirlere cephe alıp tasvir taraftarlarını mahkum ederken, 787 yılındaki İznik Konsili bunun aksi bir kararla tasvirler kültünü yeniden canlandırmaktaydı. V. Leon döneminde 815 yılında toplanan Ayasofya konsili ise tasvir aleyhtarı kararıyla ikinci lkonoklazma dönemini başlatmaktaydı. Mart 843 synodu ise lkonoklazma mücadelesini bitiren toplantı olmuştur.


lkonoklazma mücadelesi resmi olarak VIII. yüzyılın ortalarına doğru başlamış olmakla birlikte, tasvir aleyhtarı hareketin zihni/tarihi arka planı uzun bir süreci içine almaktadır. Tasvirler hakkında farklı görüşler ve tartışmalar hıristiyanlığın ilk asırlarından itibaren kendisini göstermektedir. Her şeyden önce Eski Ahit'te Hz. Musa'ya Allah tarafından verildiği belirtilen On Emir'den biri de putların ve resimlerin yapılmaması, onlara tazim edilmemesiydi. Pavlus'un Romalılara mektubunda suret yapmanın yanlışlığı dile getirilmekteydi. III. Yüzyılın önde gelen hıristiyan ilahiyatçısı Origenus'tan (ö. 254?) sonra Kıbrıslı Epiphanius (ö. 413) da tasvir karşıtı görüşler beyan etmişlerdir. 310-312 yılları arasında toplandığı tahmin edilen Elvira konsilinin aldığı kararlar arasında kiliselerde resmin bulundurulmaması ve tazim veya ibadet kasdıyla duvarlara işlenmemesi de yer almaktaydı. Bizans tarih yazıcılığının başlatıcısı unvanına sahip olup tasvir karşıtı görüşleriyle tanınan ıv. asır teologlarından Kayseria piskoposu Eusebius (öl. 340) imparatoriçe Konstantia'ya yazdığı mektupta Kitab-ı Mukaddes'te tasviri yasaklayan ayeti hatırlattıktan sonra, bütün hıristiyan toplumu ve kiliselerde resmin yasaklanmış olduğunu belirtmekteydi. VII. Yüzyılda Armenia'da görülen tasvir karşıtı bir hareketten sonra VIII. Yüzyılın başlarında Bizans Anadolu'sunda özellikle Nakoleia (Seyitgazi) piskoposu Konstantinos ve Klaudiopolis (Bolu) metropolidi Thomas gibi ruhban sınıfının önde gelen temsilcilerinin yürüttüğü tasvir düşmanı bir akım başgöstermişti. VI. ökumenik konsilin mahkum ettiği monotheletliği, yayınladığı fermanla kilise için yegane meşru doktrin ilan eden Ermeni Bardanes-Phillippikos (711 -713), imparatorluk sarayındaki VI. ökumenik konsili tasvir eden resmi ortadan kaldırtmış ve saray önündeki kitabenin yerine de kendisinin ve Patrik Sergios'un resmini koydurtmuştu. Bu hareket daha sonra dini muhtevalı resimlere takındıkları tavrın aksine, kendi resimlerini yaymaya çalışan ikonoklast imparatorların tutumlarıyla paralellik arzeder.




Bizans'ta tasvir aleyhtarı hareketi (İkonoklazma devlet politikası ha­line getirip ona resmilik kazandıran imparator, Isauria hanedanının (717-802) kurucusu III. Leon olmuştur. Çocukluğunu Germanikeia'da (Maraş) geçirdiği için Arapça konuştuğu ve Anatolikon theması strategosluğu döneminde müslüman Araplarla yakın ilişkilere girdiği tahmin edilen III. Leon'un tasvirlere karşı açıkça cephe alması, tahta çıkışından yaklaşık on yıl sonrasına rastlamaktadır. Yukarıda bahsedilen ve başkent lstanbul'da bir süre kaldıkları anlaşılan Anadolulu tasvir düşmanı piskoposlar Konstantinos ve Thomas'ın etkileri yanında, yaz aylarında Girit yakınındaki Theras (Santorin) ve Therasias adaları arasındaki bölgede meydana gelen şiddetli bir volkanik patlama, bardağı taşıran son damla oldu. İmparator, bu patlamayı resimlere ibadete karşı Allah'ın verdiği bir ceza olarak yorumladı. Başlangıçta halka yaptığı vaazlarda tasvirlere ibadetin doğru olmadığını anlatmaya çalıştı. Daha sonra papaya da yazmış olduğu gibi kendisini sadece bir imparator değil, aynı zamanda başrahip olarak görmekteydi. Bu zihni yapı içerisinde III. Leon, Hz. İsa ve aziz resimlerine ibadeti yasakladı ve bu resimlerin kaldırılmasını emretti. İmparator fermanının pratikteki ilk uygulamasını, muhtemelen aynı yılın sonbaharına doğru sarayın ana girişindeki Bronz Kapı üzerinde yer alan meşhur Hz. İsa resminin görevlendirilen bir askeri birlik tarafından kaldırılması teşkil eder. Resmin kaldırılması daha ilk başta bazı "samimi" dindarların tepkisini çekmiş ve imparatorun memuru orada linç edilmiştir. İmparatorun tutumu Yunanistan'daki Hellas theması ve Kiklad adalarında da infial uyandırmış ve kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmaya neden olmuştur.


İmparator III. Leon ilk yıllarda biraz daha ihtiyatlı davranıp nüfuzlu dini çevrelerle müzakerelerde bulundu. Papa II. Gregorios (715-73 1) ve İstanbul patriği Germanos'un (715-730) muvafakatlarını almaya çalıştıysa da bu girişimlerinden olumlu bir sonuç elde edemedi.


İmparatora gösterilen tepki sadece ülke sınırları içerisinde kalmadı. Daha önce kendisine yer verilen Ioannes Damaskenos da yazdığı eserlerde (özellikle DeImaginibus) tasvirleri savundu ve konuyu doktriner anlamda izah etmeye çalıştı. Ioannes, tasvirler kültünün putperestlikle ilgisi olmadığını, tasvirlerin sembolik mahiyet taşıdığını anlatmaktaydı. Ioannes ayrıca devletin kiliseye müdahele etme hakkı olmadığı görüşünü de dile getirmekteydi.


Leon'a gerek halktan gerekse dini çevrelerden gelen tepki hiç de iç açıcı değildi. İmparatorun yaptığı fikir yoklamaları, sonucun olumsuz olduğunu göstermekteydi. İmparator için otoritesini kullanmaktan başka yol kalmamıştı. Fakat bunu kanuna uygun bir şekilde yapmak istiyordu. Bu sebeple 17 Ocak 730'da devletin en yüksek dini ve dünyevi temsilcilerini (silention) imparatorluk sarayında topladı ve yayınlanacak olan, bütün aziz tasvirlerinin imha edilmesini emreden fermanını onaylamalarını istedi. Patrik Germanos emirnameyi imzalamadığı için azledildi ve yerine 22 Ocak'ta Anastasios getirildi. Böylece tasvirlerin imhası ve bunlara ibadet edenlerin takibi şeklinde özetlenebilecek lkonoklast (tasvirkırıcı) hareket başlamış oldu.


Tasvir karşıtı doktrini resmi devlet ve kilise dogması haline getiren imparatorluk fermanı, ülke içinde devlet eliyle zor kullanılarak da olsa uygulanmaya çalışıldı. Ancak başkentten uzak olan ltalya'da bu mümkün olmadı. Üstelik Bizans ile Roma arasındaki uçurumun derinleşmesine sebep oldu ve Bizans'ın ltalya'daki nüfuzu hissedilir derecede sarsıldı. Papa II. Gregorios'un halefi III. Gregorios (731-741) tasvir düşmanı cereyanı topladığı bir konsilde tel'in ve mahkum etti. Papayı yanına çekmeyi düşünen III. Leon bir kez daha yanılmış olduğunu anladı.


Leon'un kısa bir süre önce (717-718) bizzat imparatorluk başkentini hedef alan Arap kuşatmasını başarıyla püskürtmekle halk nazarında elde ettiği itibarın, tasvir aleyhtarı müdaheleci tutumları dolayısıyla temelden sarsıldığı görülmektedir. Kendisi ateşli bir tasvir taraftarı olan Theophanes, imparatorun tutumunu ve resmi uygulamadan etkilenen kesimlerin durumunu şöyle kaydeder: "Gözü dönmüş imparatorun zulmü sadece kutsal ikonalarla sınırlı kalmadı. Din adamları arasında birçok papaz ve rahibin yanısıra halktan samimi dindarlar da 'hak inançlarından dolayı' çeşitli sıkıntılara maruz bırakıldılar ve 'şehitlik mertebesine' erdiler.

Leon'un ölümünden sonra tahta çıkan V. Konstantinos (741 -775) tasvirlere karşı mücadeleyi devlet politikası olarak sürdürmeye kesin kararlıydı. Bununla birlikte bu politikanın devletin bütün kademelerinde destek bulduğunu söylemek zor gözükmektedir. Nitekim Opsikion theması komesliğini yürüten ve tasvir taraftarı olan eniştesi Artabasdos, imparatora karşı çıkarak imparatorluk tacını 16 ay süreyle ele geçirmiştir.


İmparator V. Konstantinos'un izlediği dini siyaset Roma ile İstanbul'un arasını gittikçe açmış ve Ostrogorsky'nin ifadesiyle "Roma'nın Grek Doğu'dan, Bizans'ın ise Latin Batı'dan koğulmasına sebep olmuştur". Bu durum ise Bizans İmparatorluğu ile Roma Kilisesi'nin evrensellik iddialarını tartışılır hale getirmişti.


V. Konstantinos, İkonoklast hareketi kilise konsiline tasdik ettirmenin daha etkili olacağını düşündü ve bunun altyapısını hazırlamaya başladı. İmparator düzenlediği çeşitli toplantıların yanısıra konsili yönlendirme amacıyla tasvir karşıtı görüşlerini beyan ettiği onüç dini makaleyi bizzat kaleme alarak tartışmaya katılmış oldu. Monofızit inanç ve eğilimlerinin açıkça görüldüğü bu yazılarında imparator, Hz. İsa tasvirinin yapılamıyacağını açıklıyor ve bu hususta patrik Germanos ile Ioannes Damaskenos'un izahlarını reddediyordu.


Gerekli ön hazırlıklardan sonra hepsi İkonoklast olan 338 piskoposun katıldığı konsil 10 Şubat-8 Ağustos 754 tarihleri arasında İstanbul'da birçok toplantı yaptı. İmparatorun görüşleri doğrultusunda Khristos'un (Hz. Isa) tasvir edilemezliğini eski ökumenik konsillerin de kararlarıyla çelişmeyecek şekilde ustalıklı bir uslüpla kayda geçiren konsil, aziz tasvirlerini ve her türlü tasvire ibadeti çok kesin bir şekilde yasakladı. İmparatorun havari mertebesinde kabul edilip aşırı bir şekilde övüldüğü konsil kararlarında, tasvirlere ibadet kesin olarak yasaklanmakta, bütün dini tasvirlerin imhası istenmekte ve tasvir taraftarı olarak bilinen eski lstanbul,patriği Germanos ile Ioannes Damaskenos ve Kıbrıs'taki Konstantia patriği Georgios aforoz edilmekteydi.


Konsil kararları ilan edildikten sonra bu kararların uygulanmasına başlandı. Her nerede bulunursa bulunsun bütün dini resimler imha edilerek yerine dini olmayan resimler yerleştirildi. Gerek kiliseleri, gerekse diğer binaları, İmparator tasvirleri ile onun itibarını yüceltmeye yönelik savaş, av, araba yarışı ve tiyatro resimleri başta olmak üzere ornamental süsler, hayvan ve bitki motifleri süsleyecekti. Bu kararların eksiksiz bir şekilde uygulanması için gerekirse kuvvete başvurmaktan çekinilmemekteydi.



İmparator tasvir kültüne karşı ne kadar kararlıysa muhalefet de onun kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. İki taraf arasındaki gerginlik gittikçe tırmandı ve 760'lı yıllarda kanlı çatışmalara dönüştü. Blakherna kilisesi rahiplerinden Andreas Kalibitis, hipodromda halkın gözü önünde kamçılanarak öldürüldü. Auksentios dağı manastırı başrahibi Genç Stephanos kendisine karşı tahrik edilen halk tarafından İstanbul sokaklarında ağır işkencelerden sonra linç edilerek öldürüldü. Fakat muhalefetin sindirilmesi yine de mümkün olmadı. İmparator V. Konstantinos'un, 19 yüksek bürokrat ve subayı idam ettirdiği dikkate alındığında, hem İkonoklast hareketin devlet eliyle nasıl bir kıyıma dönüştüğü, hem de muhalefetin boyutları hakkında bir fikir edinmek mümkündür.


Devletin İkonoklast politikasına karşı en büyük tepkiyi ruhban sınıfı gösterdi. En ağır muamelelere de onlar maruz kaldı. Tasvir karşıtı hareket zamanla rahiplere karşı mücadeleye dönüştü ve bu rahiplik karşıtlığı tutum halk arasında da kısmen tasvip gördü. Rahipler artık sadece tasvir taraftarı oldukları için değil, rahip oldukları için de takip ediliyor ve kendilerine mahsus yaşayışlarından vazgeçirilmek isteniyorlardı. Manastırlar kapatıldı veya kışla, hamam gibi kamu kurumlarına çevrildi. Manastırlara ait geniş arazilere devlet el koydu. İmparator "putperest" olarak gördüğü rahiplere adeta savaş açmıştı. Kendi sakallı halleriyle rahiplerin daha kolay tanınabilmelerini sağlamak için, halka sakal bırakmayı yasakladı. Rahiplerle dini veya şahsi hiçbir ilişkide bulunmayacaklarına, aksine onları lanetleyip taşlayacaklarına dair halktan söz aldı. Rahiplere karşı halkı kışkırttı ve onlara manastırlara gitmemelerini emretti.



Merkezin rahiplere karşı takındığı tavır, taşrada değişik şekillerde kendisini göstermekteydi. V. Konstantinos'un en büyük destekçilerinden Thrakesion theması kumandanı Mikhail Lakhanadrakon kendi sorumluluk bölgesindeki rahipleri, ya rahiplik kıyafetlerini terk edip rahibelerle evlenme veya gözleri kör edilerek sürülme alternatiflerinden birini tercih etmekle karşı karşıya bırakmıştı. Rahiplerin sakallarını kesmeleri isteniyor, kabul etmeyenlerin burunları kesiliyordu. Bithnia bölgesindeki bir manastırda 38 rahip canlı canlı toprağa gömülmüştü. Mikhail Lakhanadrakon'un rahiplere karşı bu acımasız tutumundan haberdar edilen İmparator, ona yazdığı mektupta memnuniyetini bildiriyor ve "sen tam benim istediğim gibi bir adamsın" diyordu. Bütün bu baskılar neticesinde birçok rahip Güney ltalya'ya giderek burada manastır ve mektepler kurdular; Grek kültürünün rengini verdiği yeni merkezler oluşturdular.


IV. Leon (775-780), tasvir taraftarlarına karşı babasının izlediği katı ve sert politika yerine daha esnek bir tavır takındı. Tasvir taraftarı oldukları için hapse atılmış olanları serbest bıraktı; sürgün edilenlerin evlerine dönmelerine müsade etti. Bu tutumunda tasvir kültüne gönülden bağlı hanımı imparatoriçe Irene'nin payı olmalıdır.


IV. Leon'dan sonra, oğlu VI. Konstantinos (780-797) adına devlet işlerini yürüten ve tasvir taraftarı olan Irene, devletin yarım asırdır sürdürdüğü tasvir karşıtı siyasete son vermek istiyordu. Onun gayretleriyle 754 yılındaki tasvir kırıcı synodun kararlarını red ve tasvirlere ibadeti yeniden canlandırmak üzere 31 Temmuz 786'da lstanbul'daki Havariyyun kilisesinde bir konsil toplandıysa da bu konsil lkonoklast olan bir gurup ordu mensubu tarafından dağıtıldı. Bir yıl sonra 350 piskoposun yanısıra çok sayıda rahibin de katılımıyla lznik'te toplanan VII. ökumenik konsil, Eylül-13 Ekim 787 tarihleri arasında peşpeşe yedi toplantı yaptı ve ortak kararlar aldı. Konsil tasvir aleyhtarı bütün yazıların imhasını kararlaştırdı ve tasvirlere ibadeti yeniden canlandırdı. Konsilde Ioannes Damaskenos'un izahlarından yola çıkılarak ibadetin tasvire değil, orada resmedilen aziz şahsiyete yapıldığı ve bunun sadece Tanrı'ya mahsus olan tapınma ile bir ilgisi bulunmadığı özellikle belirtilmekteydi. Konsil kararları 23 Ekim 787'de Magnaura sarayında yapılan kapanış töreninde imparatoriçe Irene ve imparator VI. Konstantinos tarafından da imzalanarak ilan edildi. Böylece lkonoklazma mücadelesinin ilk safhası sona ermekteydi. Tasvir taraftarı tutumu sürdüren müteakip üç imparator I. Nikephoros (802-811), Stavrakios (811) ve I. Mikhail Rangabe (811-813) dönemlerinde başka dini ve siyasi problemler yaşanmış olmakla birlikte Bizans'ta, tasvirler meselesiyle ilgili dikkate değer bir problem yaşanmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca ikinci lkonoklazma dönemine kadar takib edilen resmi tasvir taraftarı siyaset boyunca tasvir aleyhtarlarının cezalandırıldığına dair herhangi bir rivayet de yoktur.


Anatolikon theması strategosu Ermeni V. Leon'un (813-820) Bizans tahtına çıkmasıyla İkonoklazma mücadelesinin ikinci safhası başlamaktadır. Askeri bir ruh ve tasvir düşmanı zihniyetle temayüz eden Anadolu unsurunun tipik bir temsilcisi olan V. Leon, III. Leon ve V. Konstantinos'un yolundan giderek, Araplar ve Bulgarlar karşısında yenilen devleti askeri gücüne tekrar kavuşturmak ve tasvir kırıcı hareketi yeniden canlandırmak arzusundaydı. Taraftarları gibi o da yolundan gittiği hükümdarların askeri başarılarını İkonoklast olmalarıyla izah ediyor, kendisinden hemen önceki imparatorların başarısızlıklarını ise tasvir taraftarı olmalarına bağlıyordu.



İmparator tasvir kırıcı doktrinin önde gelen isimlerinden Ioannes Grammatikos'tan, toplanacak tasvir aleyhtarı konsil için gerekli teolojik malzemeyi hazırlamasını istedi. İmparatorun bu girişimi, her ikisi de tasvir taraftarı olan, ancak daha önce VI. Konstantinos'un ikinci evliliğinin meşruiyeti konusunda karşı karşıya gelen Patrik Nikephoros ile Studios manastırı başrahibi Theodoros'u bir araya getirdi. Bunlar yazdıkları çok sayıda risaleyle resimler kültünü hararetle savundular ve İmparatorun inanç sorunlarına müdahelesine karşı çıktılar. Anlaşmazlık adeta devlet-kilise mücadelesine dönüştü. Theodoros ile birçok taraftarı sürgüne gönderildi ve ağır muamelelere maruz bırakıldı. İstanbul patriği Nikephoros görevinden azledildi ve yerine 1 Nisan 815'te saray çevresinden Theodotes Melissenos getirildi. V. Konstantinos döneminde olduğu gibi birçok başpiskopos, piskopos, papaz, rahip ve rahibe, sürgüne gönderildi, hapsedildi, işkencelere maruz kaldı, hatta öldürüldü.


İmparatorun istediği synod, Paskalyadan hemen sonra, yeni patrik Theodotes Melissenos başkanlığında Ayasofya'da toplandı. Synod, tasvir taraftarı 787 İznik Konsili'ni mahkum ederken 754 yılında toplanmış olan tasvir kırıcı konsilin kararlarına bağlılığını bildiriyordu. Tasvirler put sayılmamakla birlikte yine de imha edilmeleri istenmekteydi. Fikri malzemesini 754 Konsili zabıtlarının oluşturduğu 815 yılı synodu bu konsilin bir taklidi mahiyetindeydi. V. Leon kararın uygulanması için bütün gücünü kullanmış ve muhaliflerini cezalandırmış, ancak birinci İkonoklazma dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde az taraftar bulabilmişti.


Amorion hanedanının (820-867) kurucusu II. Mikhail (820-829), tasvir aleyhtarı olmakla birlikte tasvir taraftarlarına karşı müsamahalı bir tavır takındı. Onların takibini yapmadığı gibi eski patrik Nikephoros ve başrahip Theodoros'u, taraftarlarıyla birlikte sürgünden geri çağırdı. Bununla birlikte tasvir kültünü tekrar canlandırmak için yapılan ısrarlı taleplere de olumlu cevap vermedi. Tasvir taraftarı İznik konsili ile tasvir kırıcı synodları tanımadı. Dahası tasvirlerle ilgili her türlü tartışmayı yasakladı.


II. Mikhail'in ılımlı politikasına rağmen tasvirler kültünün yeniden canlandırılmasını isteyenler, İmparatora karşı ayaklanıp Anadolu themalarının çoğunda elde ettiği büyük destekle devleti üç yıl boyunca meşgul eden eski silah arkadaşı Thomas'ın yanında yer aldılar. Hilafet merkezi   tarafından da desteklendiği anlaşılan Thomas'ın Ekim 823'te yakalanıp idam edilmesiyle bu tehlikenin önüne geçilmiş oldu.


Babası II. Mikhail'in aksine iyi bir eğitim görmüş, ilim ve sanata düşkün olan Theophilos (829-842), hocası Ioannes Grammatikos'un etkisiyle ateşli bir tasvir aleyhtarıydı. Bunda imparatorun Arap-İslam sanat ve kültürüne hayranlık derecesinde ilgi duymuş olmasının da rolü olduğu anlaşılmaktadır. Theophilos tasvir taraftarlığına karşı V. Konstantinos'u aratmayacak derecede sert bir politika izledi. 837 yılında hocası Ioannes Grammatikos'u patrik tayin ettikten sonra tasvir taraftarlarını takibe aldı. Rahiplik müessesesine karşı düşmanlık tekrar ileri bir safhaya ulaştı. Aziz tasvirlerini öven şiirleriyle meşhur olan Filistinli Theophanes ve kardeşi Theodoros bu dönemdeki İkonoklast mücadelenin iki kurbanı oldular. Rivayete göre alınlarına kızgın demirle tasvir karşıtı metinler dağlanmış, bu yüzden Graptoi lakabıyla anılır olmuşlardı. Bütün sert tedbirlere rağmen, başkent dışında taraftarı neredeyse kalmamış olan Theophilos'un 20 Ocak 842'de ölümüyle, lkonoklazma mücadelesinin ikinci safhası da bir daha canlanmamak üzere kapanmış oldu.




lkonoklazma mücadelesinin birinci safhasının sona ermesinde nasıl ki İmparatoriçe Irene'nin büyük payı olmuşsa, ikinci safhası da yine bir imparatoriçe olan Theodora'nın yönetiminde kapanmakta ve tasvirler kültü yeniden hayat bulmaktaydı. Theophilos'un ölümünden sonra, henüz üç yaşında bulunan oğlu III. Mikhail (842-867) adına imparatorluğa vekalet etmekte olan Ermeni asıllı İmparatoriçe Theodora, kardeşleri Bardas ve Petronas gibi diğer üst düzey devlet adamlarının da desteğiyle tasvirler kültünün canlandırılmasına öncelik verdi. Patrik Ioannes Grammatikos bu görevinden azledildikten sonra yerine Methodios tayin edildi. Bundan sonra Mart 843'te bir synod toplandı ve tasvirler kültünün yeniden kabul edildiğini törenle ilan etti. Bunun yanında daha önce lkonoklast harekete destek vermiş olanlara da ılımlı davranıldı. Böylece Bizans'ta büyük inanç mücadeleleri devri kapandığı gibi, devletin kiliseye her istediğini yaptıramıyacağı da bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Bu olayın anısına Grek-ortodoks kilisesi her yıl "doğru inanç bayramı" ve tasvir düşmanlığıyla birlikte daha eski itizallere karşı kazanılan zafer olarak kutlamaktadır.



İkonoklazma Hareketinde İslam Etkisi



lkonoklazma hareketinin kaynağı ve temel sebeplerinin neler olduğu hususu halledilmesi gereken önemli bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. lkonoklazma hareketinin Bizans içinde ortaya çıkmış bağımsız bir olgu olduğunu kabul edenlere karşılık, bu harekette dış etkilere ağırlık veren görüşler de bulunmaktadır. lkonoklazma mücadelesine etki veya kaynaklık eden harici faktörlerden birisi de lslam'dır. Burada lkonoklazma hareketinde İslam etkisine geçmeden önce, bu harekete etki eden diğer muhtemel faktörlerden kısaca bahsetmek gerekir.


lkonoklazma hareketine etki eden faktörlerden birisi olarak Yahudilik üzerinde· durulmaktadır. Bilindiği gibi Bizans toplumunu oluşturan çeşitli unsurlardan biri yahudilerdi. Daha önce işaret edildiği gibi, Hz. Musa'ya verildiği bildirilen On Emir'den biri put ve resimlerin yapılmamasını öngörmekteydi. Bunun bir yansıması olarak yahudiler, resim ve heykellere antipati ile bakmakta, bunun yanında hıristiyanları tasvirler kültünden dolayı tenkit edip ayıplamakta idiler. 780'li yıllara ait bir Grekçe kaynağa göre III. Leon'un tasvirleri imha etmesi, kendisine bu konuda tavsiyede bulunan bir yahudiye bağlanmaktadır. Efsanevi rivayete göre henüz imparator olmadığı sırada yolda gezinirken karşılaştığı bir yahudi, Leon'a, ileride imparator olacağını ve yapacağı tavsiyeye uyması halinde imparatorluğunun uzun süreceğini söyler. Yahudi o sırada Kanon adını taşımakta olan Leon'a bu ismi bırakıp Leon adını almasını ve imparator olduğunda tasvirleri imha etmesini tavsiye eder ve ondan bu hususta söz alır. İmparatorluğunun onuncu yılında III. Leon verdiği sözü yerine getirir ve tasvirlerin imha edilmesini resmi olarak emreder. Bu arada yıllar önce kendisine tavsiyede bulunmuş olan yahudiyi de yardımcısi olarak saraya alır.





Görüldüğü gibi bu rivayet lkonoklazma hareketini Yahudiliğe dayandırmaktadır. Burada dikkati çeken husus, kendi imparatorluğu döneminde Yahudilere karşı amansız bir koğuşturma başlattığı ve onları vaftiz olup hıristiyanlaşmaya zorladığı bilinen III. Leon'un, yahudilerin sözlerine değer vererek onların sempatisini kazanma gayreti içinde gösterilmesidir.



lkonoklazma hareketinde yahudi etkisini sözkonusu eden bir diğer rivayet II. Mikhail (820-829) ile ilgilidir. Buna göre tasvir taraftarlarına ılımlı davranmış olmakla birlikte lkonoklast olduğu bilinen imparatorun bu eğiliminde Amorionlu olmasının payı büyüktür. Çünkü burada tasvir karşıtı yahudilerle, birçok yönleriyle onlara benzeyen Athinganoslar birarada yaşamaktaydı ki, II. Mikhail de aslen Athinganos'tu. Bu görüşe kaynaklık eden Theophanes Continuatus'tan daha ileri giden Zonaras ve Süryani Mikhail, imparatorun yahudi kökenli olduğunu gösterme eğilimindedirler.



Barnard'a göre Yahudilik, Bizans'ta gelişen şekliyle lkonoklazma mücadelesinin başlıca etmenlerinden biri olarak gözükmemektedir. Bununla birlikte yahudilerin tasvirlere ibadet hususunda hıristiyarılara ötedenberi yönelttikleri tenkitler, bu hareketin başlamasına etki etmiş olabilir.



lkonoklazma hareketinde ele alınan bir diğer faktör Greko-Romen gelenektir. Bu görüşe göre özellikle İmparator I. Iustinianos döneminden başlamak üzere 550-700 yılları arasında Bizans'ta tasvir kültü alabildiğine yaygın bir hale gelmişti. Hz. lsa ve Meryem ile havari, aziz ve şehit tasvirlerine, dini olayları canlandıran sahnelere, haçlara ve büyük şahsiyetlerin mezarlarına çeşitli manevi güçler atfedilerek tazim gösterilmekteydi. Tasvirler kültü sadece kiliselerde değil, sivil binalarda ve evlerde de yaygınlık kazanmış ve bu durum şahsi eşyalara da yansımıştı. Bu arada tasvirlerin düşmana karşı koydukları, bir şehrin savunmasına yardımcı oldukları gibi birçok olağanüstü anlatımları içeren efsanevi rivayetler de ortaya çıkmıştı. lşte VIII. yüzyıl ortalarında görülen lkonoklazma hareketi, Greko-Romen geleneğin etkisiyle aşırı şekilde artan tasvirler kültüne karşı gösterilen bir tepki hareketi olarak ortaya çıkmıştır.


Pavlikian mezhebi, lkonoklazma hareketiyle bağlantılı olarak ele alınması gereken bir diğer unsurdur. Bizans'ın doğu bölgelerinden Armeniakon themasında ortaya çıkıp diğer bölgelerde de gelişme gösteren Pavlikianlar, VII. yüzyıl ortalarından itibaren etkilerini hissettirmişler ve zaman zaman lkonoklast imparatorlar döneminde dahi çeşitli koğuşturmalara maruz kalmışlardır. Onbinlerce Pavlikian yakalanıp hapse atılmış, öldürülmüş ve mallarına el konulmuştur. Bu durum yine çok sayıda Pavlikianın ülkeden kaçarak İslam topraklarına sığınmasına yol açmıştır. Özellikle Malatya ve Tarsus emirlerinden himaye gören mezhep mensupları, zamanı geldiğinde müslümanlar safında Bizans'a karşı savaşmışlardır. Bu gelişmelerin bir neticesi olarak 843-879 yılları arasında başkenti Tephrike (Divriği) olan bir devlet kurmayı başarmışlardır. Monofızit inanca sahip olup Aziz Pavlos'un aşırı bağlısı oldukları ve özellikle dualist inançları dolayısıyla Maniheizm'den etkilendikleri ileri sürülen Pavlikianlar, kendilerini gerçek hıristiyan olarak görmekte ve dini tasvirler başta olmak üzere her türlü kilise kültüne karşı çıkmakta idiler. Ruhban sınıfına karşı cephe almakta ve rahipliği "şeytan işi" olarak görmekteydiler. Her ne kadar devletin resmi dini inançlarıyla ters düştükleri ve siyasi açıdan tehlike oluşturdukları için lkonoklazma mücadelesi döneminde dahi takibata uğramışlarsa da, tasvir karşıtı tutumlarından dolayı lkonoklazma mücadelesi sırasında bir hayli taraftar topladıkları bilinmektedir.




VIII. yüzyılın ortalarından itibaren önemli bir güç haline gelmiş olan Pavlikianlar, ülkenin çeşitli yerlerinde, bu arada başkent lstanbul'da da varlık göstermişlerdir.


lkonoklazma hareketini lmparatorluk'ta yaşanan devlet ile kilise arasındaki siyasi ve ekonomik güç mücadelesinin bir sonucu olarak gören yaklaşımlar da bulunmaktadır. Buna göre VII. yüzyıldan itibaren güçlenmeye başlayan dini kurumlar, neredeyse feodalleşmişti. Vlll. Yüzyılda 100.000 kadar oldukları tahmin edilen din adamları, çevrelerinden elde ettikleri gelirlerle gittikçe zenginleşip devlet aleyhine güçlenmekteydi. Bu sebeple merkezi otorite bir yandan din adamlarına, özellikle keşişlere karşı tehcir politikası güderken, bir yandan da kilise ve manastırların mal varlıklarına el koyarak güçlerini kırmaya çalışmıştır. Diğer taraftan lkonoklazma hareketi, imparatorluğun temsil ettiği siyasi\otorite ile kiliselerin temsil ettiği ruhani otorite arasında süregelen çatışmanın doruk noktasıdır. III. Leon'un 730 yılında kendisini hem imparator, hem de kilisenin başı olarak tanımlaması, bunu gösterir mahiyettedir. İmparatorun bu tavrına karşılık İkona taraftarlarının papayı ruhani lider ilan etmeleri, devletten bağımsız olmak için atılmış bir adım olarak görülmektedir.


İslamiyet ve müslümanların tasvire karşı tutumları İkonoklazma hareketini ortaya çıkaran ve etkileyen faktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Kaynaklarda İkonoklazma hareketinin İslam kaynaklı olduğunu gösteren ifadelere rastlanmaktadır. Buna göre genel olarak belirtmek gerekirse, Emevi halifesi II. Yezid'in kendi ülkesinde yayınladığı tasvir kırıcı emirnamesinden sonra III. Leon da Bizans'ta tasvirlerin imha edilmesini emretmiştir. Ancak aşağıda bahsedileceği gibi bazı kaynaklar, II. Yezid döneminde görülen tasvir kırıcı harekete de, bir yahudi büyücünün ilham kaynağı olduğuna dair efsanevi anlatımlara yer vermektedirler.


İkonoklazma hareketiyle İslam arasında irtibat kuran en eski Bizans kaynağı, 787 yılında İznik'te toplanan VII. ökümenik konsile Doğu piskoposlarını temsilen katılan Kudüslü Ioannes'in anlattıklarıdır. Ioannes konsil üyelerini bilgilendirmek amacıyla kaleme aldığı, İkonoklazma hareketinin ne zaman, niçin ve nasıl ortaya çıktığına dair yazıyı, üyelerin huzurunda okumuş ve bu yazı günümüze kadar gelmiştir. Ioannes'e göre Ömer b. Abdilaziz'den sonra tahta çıkan II. Yezid (101-105/720-724) saf ve kolay etki altında kalabilen bir karaktere sahipti. Tiberias (Taberiye) şehrinde yaşamakta olan "kötülük çetesi reisi/kötü ruhlu" Tessarakontapikos (Kırkkulaç?) denilen kilise düşmanı bir yahudi büyücü, II. Yezid'in bu karakterinden haberdar olunca onun yanına gider ve yapacağı tavsiyeyi yerine getirmesi halinde otuz yıl daha hüküm süreceğini yeminle ifade eder. Uzun süre yaşayacağını da gösteren bu teklif karşısında II. Yezid, söyleneni memnuniyetle yerine getireceğini ve yahudiyi ödüllendireceğini belirtir. Amacına ulaşmaya yaklaştığının sevinci içerisinde yahudi halifeye şöyle der: "Hiç vakit kaybetmeden ülke içindeki her yere bir yazı gönder ve hıristiyanların· bütün kiliselerinde, kumaş, mozaik, duvar veya kutsal eşyalar üzerine işlenmiş ne kadar tasvir ve resim varsa hepsinin ortadan kaldırılmasını emret". II. Yezid teklifi hemen kabul eder ve ülke çapında kutsal tasvirlerin ve buna benzer her türlü eşyanın imha edilmesini emreder. Samimi hıristiyanlar ötedenberi ibadet ettikleri tasvirleri kendi elleriyle kırmış olmamak için bulundukları yerleri terkedince, görevlendirilen yahudi ve müslümanlar tarafından kiliselerdeki kutsal resimler parçalanıp yakılır, üzerleri kaplanır/boya çekilir veya duvarlardan kazınır. Bu durumdan haberdar olan Nacoleia piskoposu ve cemaati de hıristiyan olmalarına rağmen "hukuk tanımaz" yahudi ve "tanrıtanımaz" müslümanlara uyarak kutsal tasvirleri imha ederler. Fakat vadedilenin aksine, iki buçuk yillık halifelikten sonra II. · Yezid ölüp de "ebedi ateşe/ cehenneme gidince" tasvirler eski yerlerini alır. Daha sonra II. Yezid'in oğlu II. Velid (125-126/743-744)  yanlış kehanetle babasının ölümüne sebep olan yahudi büyücüyü ölüme mahkum eder ve öldürtür.


Rivayete göre Kudüslü Ioannes, II. Yezid'in tasvir kırıcılığıyla ilgili bil­ giler verdikten sonra, konsil üyelerinden bir başka piskopos da kendisi­ nin Suriye'de henüz bir çocukken halifenin tasvirleri imha ettiğini hatır­ ladığını belirterek loannes'i tasdik etmiştir.


Theophanes' e göre Lazikiyye'de yaşayan bir yahudi büyücü II. Yezid' e gelerek ülkesinde hıristiyan kiliselerinde bulunan dini tasvirleri (İkonaları) imha ettiği takdirde saltanatının kırk yıl süreceğini müjdeler. Buna aldanan II. Yezid kutsal tasvirlerin ortadan kaldırılmasını emreden bir emirname yayınlar. Ancak "Hz. İsa, bakire Meryem ve azizlerin inayetiyle bu şeytani emir" geniş halk kitleleri tarafından duyulup uygulanmadan II. Yezid vefat eder.


Theophanes'e göre İmparator III. Leon da, II. Yezid'in tasvirler aleyhine takındığı tavra ortak olmuştur. Aynı kaynağa göre, müslümanlara esir düşüp Suriye'ye götürülen Beşir adlı bir hıristiyan, esirliği sırasında hıristiyanlığı bırakıp İslamiyet'i kabul eder. Serbest bırakıldıktan sonra Bizans'a gider ve İmparator III. Leon'un dikkatini çekerek onun çevresine girmeyi başarır. Bu arada III. Leon'un tasvir karşıtı siyasetine ortak olur ve onunla birlikte hareket eder.


Tarih alanında yazdığı Historia Syntomos (Breviarium) adlı eserinde Yezid'in emirnamesinden bahsetmeyen İstanbul patriği Nikephoros (805-816), İkonoklast İmparator V. Konstantinos'u tenkit ettiği Üçüncü Antirrhetikus adlı eserinde az önce zikredilen Tiberiash (Taberiye) Tessarakontapikos lakaplı yahudiye yer verir ve onun, hıristiyanlara ait kutsal tasvirleri ortadan kaldırdığı takdirde otuz yıl hüküm süreceğine dair kehanette bulunarak II. Yezid'i nasıl etkilediğini anlatır. Nikephoros'a göre II. Yezid'in ülke çapında yayınladığı ve tasvirlerin imhasını isteyen emirname, hıristiyanların muhalefetine rağmen, ülkede yaşayan yahudi ve müslümanlar tarafından uygulamaya konur. Ancak Halife II. Yezid ikibuçuk yıl sonra vefat eder ve ona bu fikri veren yahudi büyücü, halifenin oğlu Velid tarafından yanlış kehanetinden dolayı öldürülür. II. Yezid'in başlattığı uygulama İslam ülkesi sınırlarını aşarak Bizans'ta da makes bulur ve İmparator III. Leon tasvir karşıtı politikasını adım adım uygulamaya başlar.


Menbic Melki piskoposu Agapius, İmparator III. Leon'un kiliselerden, manastırlardan ve evlerden şehitlerin resimlerini kaldırma talimatı verdiğini, bunun üzerine Papa Gregorios'un tepki göstererek İmparatora vergi vermemeleri için Roma ve Antakyalılara çağrıda bulunduğunu kaydeder. Ancak II. Yezid'in tasvirlere yönelik uygulamasından bahsetmez.


Süryani kaynaklarından bazıları II. Yezid'in tasvirkırıcı emirnamesinden bahsetmekle yetinirken, bir kısmı da bu emirname ile, Bizans'ta İmparator III. Leon'un başlattığı lkonoklazma hareketi arasındaki benzerliği veya bağlantıyı açık bir şekilde ifade ederler. Tell-Mahreli Dionysus'a izafe edilen kroniğe göre Selefki takvimine göre 1035 yılında (m. 723-724) Yezid, dini mabedlerde, bu arada kiliselerde ve hatta evlerde bulunan bütün tasvirlerin imha edilmesini emretmiş ve bu emri uygulamak üzere özel görevliler vazifelendirmiştir. 846 yılına ait bir Süryani kroniği, Süryani takvimine göre 1031 yılında II. Yezid'in kendi ülkesinde bronz, ahşap, taş veya boya kullanılarak yapılan her türlü resim ve heykelin imha edilmesini emrettiğini kaydeder. Süryani Mikhail de II. Yezid'in bütün binalardaki heykellerin, duvar ve sütunlar üzerinde, hatta kitapların içinde bulunan tasvirlerin imha edilmesini emrettiğini belirttikten sonra, Bizans İmparatoru III. Leon'un da halifeyi "örnek alarak" kilise ve evlerde bulunan kutsal tasvirlerin ortadan kaldırılmasını emrettiğini kaydeder. Aynı kaynak bu uygulamaya birçok Bizanslının tepki gösterdiğini ve bazı ayaklanmalar meydana geldiğini de belirtir. Ebu'l-Ferec Gregorius, II. Yezid' in emriyle mabetler, duvarlar, tahtalar, taşlar ve kitaplardaki bütün canlı resimlerinin imha edildiğini belirttikten sonra "Bizans imparatoru Leon'un da aynı şekilde hareket ederek azizlerin ve kralların resimlerini kiliselerden ve evlerden kaldırttığını" ifade eder. 1234 tarihli Süryani kroniği ise II. Yezid'in emirnamesine yer verir ve bu emrin halifenin kardeşi Mesleme tarafından uygulandığını belirtir.


Ermeni kaynaklarından Levond da II. Yezid'in uygulamasından bahseder. Halifenin hıristiyanlara baskı yaptığını kaydettikten sonra, onun emriyle Hz. İsa ve havarilere ait resimlerin, haçların kırılıp ortadan kaldırıldığını nakleder.


Yezid'in tasvirkırıcı emirnamesinden bahseden müslüman Arap kaynaklarının ise nisbeten geç döneme ait oldukları görülür. Muhammed b. Yusuf el-Kindi, Makrizi ve İbn Tağriberdi, 104/722-723 yılında II. Yezid'in Mısır valisi Hanzala b. Safvan'a bir yazı göndererek bütün heykel ve tasvirlerin imhasını emrettiğini, bunun üzerine Mısır'da kiliselerin tahrip edildiğini, haçların kırılıp tasvirlerin imha edildiğini zikrederler. Makrizi'ye göre II. Yezid'in yerine geçen Halife Hişam b. Abdilmelik, Mısır valisine bir mektup yazarak hıristiyanlarla yapılan anlaşmalara uyulmasını ve öteden beri yapageldikleri uygulamalara müsaade edilmesini istemiştir. Adıgeçen kaynaklarda II. Yezid dönemindeki uygulamanın Bizans'a yansımasına yönelik herhangi bir işaret bulunmamaktadır.


Bu rivayetler İslam toplumunda tasvir karşısında takınılan tutum ve uygulamalar konusunu gündeme getirmektedir. Burada İslamiyetin resme karşı tavrını derinlemesine incelemek uygun olmayacaktır. Ancak şu belirtilmelidir ki, Allah'ın birliği (Tevhid) ilkesini esas alan İslam dini, bu ilkeye aykırı gelebilecek veya bu ilkeyi zedeleyebilecek her türlü anlayışa cephe almıştır. Bunun bir neticesi olarak Kuran'da putların ortadan kaldırılması emredilmiş, putatapıcılığı çağrıştırabilecek her türlü davranış yasaklanmıştır. Bazen resimlerin de bu kapsama dahil edilerek imha edildiği vakidir. Hz. Ömer döneminde Suriye'den getirilip, o zamandan beri Mescid-i Nebevl'nin tütsülenmesi için kullanılan gümüş bir buhurdanın üzerindeki insan resimleri (temdsil), m. 785 yılında Medine valisi lbrahim b. Yahya tarafından kazıtılmıştır. Bir defasında Ömer b. Abdilaziz de bir hamamda gördüğü resme tepki göstermiş ve kaldırılmasını emretmiştir. Bununla birlikte resimler lehine İslamiyetin ilk dönemlerine ait rivayetlerin varlığı, müslümanların her türlü canlı resimlerine karşı oldukları fikrinin doğru olmayacağını göstermektedir. Emevi ve Abbasiler döneminden kalma saray ve kasırlarda görülen insan, hayvan ve diğer resimler, lslam toplumunda da resmin belirli bir oranda varlığını ve sanat eserlerine yansıdığını açık bir şekilde sergilemektedir. Öte yandan müslümanların hakim olmuş oldukları topraklarda günümüze kadar gelen kilise vb. mabetlerde tasvirlerin varlığı, yukarıda bahsedilen II. Yezid'in genelgesinin geniş hilafet topraklarında sadece kısmi bir etki yarattığı kanaatını uyandırmaktadır.




lslam hakimiyetinde, hıristiyanların kutsal kabul ettikleri tasvirlere karşı yasaklayıcı bir uygulamanın varlığını gösteren en eski rivayet, kilise literatürüne Arapça'yı sokan ilk Kopt hıristiyan olarak bilinen Severus b. el-Mukaffa'ya dayanmaktadır. Buna göre Halife Abdülmelik döneminde Patrik lshak (m. 686-689) zamanında Mısır valisi, yönetimi altındaki yerlerde bulunan bütün haçların imhasını emretmiştir. Altın ve gümüş haçların dahi aynı emrin kapsamına girdiğini belirten kaynağa göre, bu dönemde hıristiyanlar çeşitli baskılara maruz kalmışlardı. Vali bu emirle yetinmemiş, aynı zamanda kiliselerin kapılarına Hz. Muhammed ve Hz. lsa'nın Allah'ın peygamberi olduklarını, Allah'ın doğurulmadığı gibi çocuk sahibi olmasının da sözkonusu olmadığını belirten ibareler yazılmasını emretmiştir.


Severus b. el-Mukaffa'dan gelen bir diğer rivayete göre Abdülmelik'in halifeliğinin son yılında (m. 705) Mısır valisi Abdülaziz b. Mervan'ın en büyük oğlu Asbağ, hıristiyanların kutsal günlerinden Paskalyadan bir önceki Cumartesi günü, Hulvan'daki bir manastırda gördüğü kucağında Hz. Isa ile resmedilen Hz. Meryem ikonasına, manastır yetkililerinin ve cemaatın huzurunda hakaret etmiş ve elinde yetkisi olduğu takdirde Hz. lsa'ya Tanrı gibi ibadet eden hıristiyanları ülkesinden çıkarmak istediğini belirtmişti.


Daha sonra başlangıçta kilise ve hıristiyan din adamlarını vergilerden muaf tutan Ömer b. Abdilaziz döneminde de hıristiyanların baskılara maruz kaldığını belirten Severus b. el-Mukaffa, hıristiyanlara yönelik baskıların II. Yezid döneminde zirveye ulaştığını ifade eder. Severus'a göre kilise ve hıristiyan din adamlarını tekrar vergi kapsamına alan II. Yezid, genelge yayınlayarak bütün haçların ve kiliselerdeki resimlerin imhasını istemiştir. Ondan sonraki halife Hişam b. Abdilmelik döneminde ise bu uygulama kaldırılmış ve hıristiyanlar, dini hayatlarını rahat bir şekilde yaşamaya başlamışlardır.


Yezid'in tasvirlerin imhasına dair genelgeyi Theophanes 6215 hilkat yılı (Eylül 722-Ağustos 723) olayları arasında zikrederken, Tell-Mahreli Dionysus Selefid takvimine göre 1035 (m. 723), 1234 tarihli Süryani kroniği h. 102 (m. 720-721), el-Kindi ve Makrizi h. 104 (m. 722-723) yılını genelgenin tarihi olarak vermektedirler. Rus Bizantolog A. A. Vasiliev bu rivayetleri çeşitli açılardan değerlendirmeye tabi tutarak II. Yezid'in emirnameyi m. 721 yılında yayınladığını tesbit etmektedir. Şurası çok açıktır ki, III. Leon'un tasvir karşıtı genelgesinin tarihi, II. Yezid tarafından yayınlanan genelgenin tarihinden sonraya rastlamaktadır.



Bizans'taki lkonoklazma hareketine İslamiyetin etkisi hakkında fikir veren klasik kaynaklardaki rivayetlerden sonra, bazı araştırmacıların konuyla ilgili kanaatlerini zikretmek gerekir. Hemen belirtilmelidir ki, bütün araştırmacılar lkonoklazma hareketinin çok yönlü olduğunu kabul etmekle birlikte, hakim unsur olarak hangi faktörün ön plana geçtiği hususunda farklı görüşler ileri sürmektedirler. Dolayısıyla burada özellikle, araştırmacıların lkonoklazma hareketine İslamiyetin etkisi konusundaki görüşlerine yer verilmesi uygun görülmektedir.


Bizans'taki lkonoklazma hareketine İslamiyetin etkisini en açık bir şekilde ifade eden araştırmacıların başında Ostrogorsky gelmektedir. Kilise çevresinde özellikle Iustinianos döneminden itibaren tasvir kültünün dindarlığın en önemli tezahürlerinden biri haline geldiğine, bununla birlikte saf ruhani bir din olması dolayısıyla tasvirler kültünün hıristiyanlığa uygun olmadığını düşünen anlayışların da var olduğuna dikkat çeken Ostrogorsky, Arap dünyasıyla gerçekleşen temasların Bizans'taki tasvir düşmanlığını alevlendirdiğini belirtir. Ostrogorsky'e göre, III. Leon'un yahudilere baskı yapması ve onları vaftiz olmaya zorlamış olması, imparatorun resimleri yasaklayan Musevilikten etkilenme imkanını ortadan kaldırmadığı gibi, Araplarla mücadele etmiş olması da onların kültüründen etkilenme imkanının varlığına engel değildir. Onlarca yıldan beri Anadolu'da mekik dokuyan Müslüman Araplar, Bizans'a yalnız kılıçlarını değil, kültürlerini ve bu arada müslümanların insan yüzü tasvirine karşı duydukları kendilerine mahsus çekingenliklerini de getirmişlerdir. Ostrogorsky, Bizans'ta lkonoklazma hareketini başlatan III. Leon'un doğu menşe'li olup birçok yılını devletin doğu eyaletlerinde geçirmiş olmasına ve Anatolikon theması strategosluğu sırasında Araplarla da sıkı münasebetlere girmiş bulunmasına dikkat çekerek, tasvir kırıcı hareketi başlatmasında bu arka planın önemine işaret etmektedir. İkonoklazma hareketinin ikinci devresinde tasvir aleyhtarlığıyla dikkat çeken Theophilos dönemini, Bizans dünyasının Bağdat merkezli Arap kültürünün en belirgin bir şekilde etkisi altına girdiği dönem olarak tanımlayan Ostrogorsky, imparatorun, adaletiyle meşhur Harun er-Reşld'i taklit ederek tebdil-i kiyafet dolaştığını ve muhtaçlara çeşitli yardımlarda bulunduğunu nakleder ve imparatorun tasvir karşıtı tutumunu Arap/İslam sanat ve kültürüne duyduğu hayranlıkla izah eder.



İkonoklazma hareketinin kompleks bir fenomen olduğunu vurgulayan Vasiliev, putperestliği yasaklayan İslam dinine mensup müslümanların, tasvirlere ibadeti bir nevi putperestlik olarak gördüklerine dikkat çekip II. Yezid'in, İmparator III. Leon'dan önce ülkesinde tasvirlerin imhasına dair genelge yayınlamış olduğunu hatırlatmakta ve Bizans'ın özellik le doğusunda görülen tasvir karşıtı anlayış ve tutumlarda İslam etkisinin sürekli hatırda bulundurulması gerektiğini belirtmektedir.


L.W Barnard'a göre Bizans'ta İkonoklazma mücadelesinin ortaya çıkışı ve gelişmesini İslam'ın beklenmedik bir şekilde yükselişine bağlamak gerekir. İslam'ın altın çağını yaşadığı bu dönemde, Bizans ve Avrupa karanlık çağını yaşamaktaydı. Bizans'a karşı bitmek bilmeyen Arap akınları, İkonoklazma hareketinin arka planını oluşturmaktadır. Ömer b. Abdilaziz'in hıristiyanları tasvirlere ibadet konusunda tenkit ettiği mektubunu cevaplarken İmparator III. Leon'un, tasvirlerin fonksiyonlarını oldukça asgariye indirerek savunduğuna, daha sonra II. Yezid'in tasvir karşıtı emirnamesine de atıfta bulunan Barnard, III. Leon'un İkonaların imhasını emreden genelge yayınlamasında bu hususların doğrudan etkili olduğunu savunan görüşlerin tenkid edildiğini belirtir. İkonoklast imparatorlardan Theophilos'un, bir taraftan müslümanlarla savaşmakla birlikte diğer taraftan hocası Ioannes Grammatikos'un da etkisiyle İslam sanat ve kültürüne büyük ilgi duyduğunu kaydeden Barnard, İmparatorun tasvir karşıtı tutumuyla müslümanların anlayışı arasındaki paralellikleri vurgulamaya çalışır. Barnard'a göre, İkonoklazma hareketinin ortaya çıkışında İslam idaresinde görülen bazı tasvir kırıcı uygulamaların doğrudan etkisi olmamakla birlikte, hareketin ikinci safhasında İslam kültürünün etkisi daha açık bir şekilde görülmektedir. Bizans'ın doğusunda yaşayan birçok yahudi ve monofizitin İslam'a girmiş olduğuna dikkat çeken Barnard, bu gelişmeler karşısında III. Leon'un belki de bu bölgelerdeki otoritesini sağlamlaştırmak için tasvir karşıtı politika izlemeye karar vermiş olabileceğinin altını çizer.


İslam'la Bizans'taki İkonoklazma hareketinin ve özellikle II. Yezid'le Leon arasında bu noktadaki bağlantının, dönemin çağdaş Bizans kaynaklarında dile getirildiğini hatırlatan G. R. D. King'e göre, Bizans'taki İkonoklastların II. Yezid'in uygulamasından destek almış olmaları mümkündür. Ancak doktriner ve İkonografi anlamında İkonoklazma hareketinin kaynağı, Hıristiyanlığın bizzat kendi içinde derin köklere sahiptir. Bizans'ta tasvirler kültünün aşırı boyutlara ulaşmış olması, dinlerinin putperestvari bir görüntü arzetmeye başladığını düşünen hıristiyanların tepkisini çekmiştir. Öte yandan kaynakların İkonoklazma hareketini müslümanlarla ilişkilendirmesi, III. Leon ve taraftarlarını "Arap kafalı" olarak nitelendirmelerinden de anlaşılacağı gibi, teolojik anlamda bir etkilenmeye işaret etmekten daha çok, hakaret amacı taşıyan bir nitelik olarak gözükmektedir.



J. Herrin, Bizans'taki İkonoklazma hareketini Bizanslıların müslümanlar karşısındaki yenilgileriyle ilişkilendirmektedir. Herrin'e göre tasvirlere karşı olan, hamam gibi bazı sivil binalarda resimli süslemelere yer vermekle birlikte en azından camilerinde resimlere yer vermeyen, ayrıca ele geçirdikleri hıristiyan kiliselerindeki tasvirleri tahrip ettikleri görülen müslüman Arapların Bizans topraklarında ilerlemeleri, çaresiz kalan Bizanslıları Tanrının kendilerinden mi, yoksa Araplardan mı yana olduğu konusunda düşünmeye sevketmiştir. Bununla birlikte İkonoklazma hareketinin VII. ve VIII. yüzyıllarda giderek artan tasvirlere tapınma eğilimine karşı bir reform niteliği taşıdığını da vurgulamak gerekir. Araplar önündeki başarısızlıklarını Tanrının gazabına yoran Bizanslılar, neredeyse putperestlikle özdeşleşecek biçimde ibadet ettikleri İkonaları yasaklayarak, durumu kendi lehlerine çevirmeyi ümit etmişlerdir. Böylece İslamiyetin İkonoklazma hareketi üzerinde doğrudan değil, dolaylı bir şekilde etki ettiğini söylemek mümkündür.

 


Stephen Gero Bizans'ta İkonoklazma hareketinin ortaya çıkışıyla Yahudilik ve İslam toplumundaki tasvir karşıtı uygulamalar arasında bağlantılar bulunduğuna dair kaynaklarda yer alan rivayetlerin, tarihi açıdan güvenilir olmadığı kanaatindedir. Bu tür bağlantıların varlığına delalet eden ifadelerin, daha sonraki müstensihler tarafından kaynaklara eklenmiş olduğu görüşünü savunan Gero, bununla birlikte III. Leon'un tasvir karşıtı tutumuna Yahudilik ve İslamiyetin etkili olmuş olabileceği ihtimalini de reddetmemektedir. Gero'ya göre II. Yezid'in uygulamalarından İmparator III. Leon'un haberdar olduğu ve halifeyi bu hususta taklit etmek istediği tarihi delillerle ispatlanmadıkça doğrudan bir etkiden bahsetmek uygun değildir.



İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlığın Bizans lkonoklazma hareketi üzerindeki etkilerini makalesine konu edinen P. Crone, İkonoklazma hareketinin lslam'ın hızlı bir şekilde yayılmasına/yükselmesine karşı bir tepki olduğu görüşünün araştırmacılar arasında önceleri kabul gördüğünü, ancak yeni kuşağın bu görüşe pek itibar etmediğini belirtmektedir. Ona göre yeni araştırmacılar, Arapların askeri alandaki başarılarının Bizans'ı etkilediğini inkar etmemekle birlikte Bizanslıların, muzaffer Arapların nelere inandıklarını merak konusu yaptıklarını düşünmemektedir. Crone'a göre lkonoklazma hareketinin Bizans'ın İslam'a gösterdiği bir tepki olduğu görüşü, mantığa aykırı değildir ve şimdiye kadar da bu kanaate karşı ciddi bir tenkit ileri sürülmemiştir. 



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

25 Ocak 2023 Çarşamba

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-15

 


KOVULMA (1224-1291)





Hattin’den daha az parlak ve askeri düzlemde de daha az yaratıcı olmasına rağmen, Ayn Calut çarpışması gene de tarihin en belirleyici çarpışmalarından biri olarak gözükmektedir. Nitekim, Müslümanlara yalnızca yok olmaktan kurtulma değil, aynı zamanda Moğolların ele geçirdikleri toprakları geri alma olanağı sağlayacaktır. Hülâgü’nün İran’a yerleşen ardılları kısa bir süre sonra, egemenliklerini daha iyi yerleştirmek için Müslüman olacaklardır.


Memlûk sıçraması o an için; istilacıyı destekleyen herkesle bir hesaplaşmaya yol açacaktır. Herkes alarm durumuna geçmiştir. Artık Frenk olsun, Tatar olsun, düşmana bir süre tanımak söz konusu değildir.


1260 Ekim başında Halep’i geri aldıktan ve Hülâgü’nün bir karşı saldırısını kolayca püskürttükten sonra, Memlûkler Moğolların baş müttefikleri Antakya prensi Bohémond ve Ermeni kralı Hethum’a karşı cezalandırma akınları yapmayı düşünürler. Fakat Mısır ordusunun içinde bir iktidar mücadelesi patlar. Baybars, yarı-bağımsız bir vali olarak Halep’e yerleşmeyi istemiş; yardımcısının ihtirasından kuşku duyan Kuduz bunu reddetmiştir. Suriye’de rakip bir iktidar istememektedir. Sultan bu uyuşmazlığı kısa kesmek için ordusunu toplar ve Mısır yoluna düşer. Kahire’ye üç günlük mesafeye ulaşınca, 23 ekimde askerlerine bir gün dinlenme izni verir ve kendi de en sevdiği spor olan tavşan avına yanında başlıca komutanları olduğu halde çıkmaya karar verir. Yokluğundan yararlanıp isyan çıkartmasından korktuğu Baybars’ı da yanına almayı ihmal etmez. Küçük grup gün doğarken ordugâhtan uzaklaşır. İki saat sonra biraz dinlenmek için durur. Bir emir, Kuduz’a yaklaşır ve sanki öpecekmiş gibi elini tutar. Baybars o anda kılıcını kınından çeker ve sultanın sırtına saplar, sultan yere düşer. İki fesatçı hiç vakit kaybetmeden atlarına atlar ve dört nala ordugâha geri döner. Orduda herkesin saygı gösterdiği yaşlı bir subay olan komutan Aktay’a gider ve ona “Kuduz’u öldürdük” derler. Pek duygulanmışa benzemeyen Aktay sorar: “Hanginiz onu kendi eliyle öldürdü?”. Baybars tereddüt etmez: “Ben”. Yaşlı Memlûk ona yaklaşır, onu sultanın çadırına yaklaşmaya davet eder ve saygı göstermek için önünde eğilir. Kısa bir süre sonra bütün ordu yeni sultanı alkışlar.


Ayn Calut galibine, parlak başarısının üzerinden daha iki ay bile geçmeden gösterilen bu hayırsızlık, Memlûkleri elbette şereflendirmemektedir. Fakat bu arada köle-subayların suçunu hafifletmek üzere, bunların çoğunun Baybars’ı uzun bir süreden beri gerçek önderleri saydığını belirtmek gerekir. 1250’de Eyyubi Turanşah’a ilk darbeyi indirmeye cüret eden ve böylece Memlûklerin bizzat iktidara gelme isteğini ifade eden o değil midir? Moğollara karşı elde edilen zaferde belirleyici bir rol oynamamış mıdır? Siyasal kavrayışı sayesinde olduğu kadar askeri becerisi ve olağanüstü fizik cesareti sayesinde de kendini arkadaşlarına önder olarak kabul ettirmiştir.


1223’te doğan Memlûk sultanı, hayata Suriye’de köle olarak başlamıştır. İlk efendisi olan Hama’nın Eyyubi valisi, onu batıl itikadından ötürü satmıştır, çünkü bakışlarından kaygılanmaktadır. Gerçekten de genç Baybars, kısık sesli, açık mavi gözlü, çok esmer bir devdir ve sağ gözünde beyaz bir leke vardır. Geleceğin sultanı, Memlûk bir sultan tarafından satın alınmıştır. Bu adam onu Eyüp’ün muhafız birliğine sokmuş, o da kişisel nitelikleri ve özellikle de hiçbir hayâ duygusu olmaması nedeniyle, kendine hızla hiyerarşinin zirvesine uzanan bir yol açmıştır.


1260 Ekiminin sonunda Baybars Kahire’ye galip olarak girer, otoritesi zorluk çıkartmadan tanınır. Buna karşılık, Suriye kentlerinde başka Memlûk subaylar, Kuduz’un ölümünden bağımsızlıklarını ilân etmek için yararlanırlar. Fakat sultan bir yıldırım harekâtıyla Şam ve Halep’i ele geçirir, eski Eyyubi topraklarını kendi egemenliği altında birleştirir. Bu kandökücü ve eğitimsiz subay, kısa sürede ortaya büyük bir devlet adamı olarak çıkar, Arap dünyasındaki gerçek bir rönesansın mimarı olur. Onun saltanat döneminde, Mısır ve daha düşük bir ölçekte olmak üzere Suriye, yeniden kültür ve sanatın ışıma merkezleri haline geleceklerdir. Hayatını kendine kafa tutabilecek bütün Frenk kalelerini yoketmeye adayan Baybars, öte yandan büyük bir imarcı olarak ortaya çıkmış, Kahire’yi güzelleştirmiş, bütün ülkede köprü ve yollar yaptırtmıştır. Ayrıca Nureddin ve Selahaddin’inkinden daha etkin bir posta örgütü kuracak ve burada güvercin ile ulaklar kullanacaktır. Yönetimi sert, hatta bazen kaba, ama aydınlanmış olacak, hiçbir zaman keyfi olmayacaktır. İktidara geldiği andan itibaren Frenkler’e karşı kararlı bir tutum takınarak, onların etkisini azaltmayı hedeflemiştir. Fakat yalnızca zayıflatmak istediği Akkâ Frenkler’iyle, Moğol istilacılarla kader birliği yapmakla suçladığı Antakya’dakiler arasında ayırım yapmaktadır.


1261 yılı sonunda, prens Bohémond ile Ermeni kralı Hethum’un topraklarına bir cezalandırma seferi düzenlemeye karar verir. Ama Tatarlara toslar. Hülâgü artık Suriye’yi istila edecek durumda değilse de, müttefiklerinin cezalandırılmasını engelleyecek güce hâlâ sahiptir. Baybars bilgece davranır ve daha iyi bir fırsat kollamaya karar verir.

 



Bu fırsat, 1265’te Hülâgü’nün ölümüyle çıkar. Baybars, Moğollar arasında ortaya çıkan bölünmeden yararlanarak önce Celile’yi istila eder ve yerli hıristiyan halkın işbirliğiyle birçok müstahkem mevkiyi ele geçirir. Sonra aniden kuzeye yönelerek Hethum’un ülkesine girer, bütün kentleri ve özellikle de başkent Sis’i birbiri ardına tahrip eder. Sis halkının çoğunu öldürür ve kırk bin esirle döner. Ermeni krallığı bu olaydan sonra bir daha toparlanamayacaktır. Baybars, 1268 baharında yeniden sefere çıkar. Önce Akkâ civarına saldırır, Beaufort şatosunu ele geçirir, sonra ordusunu kuzeye çıkartarak, 1 Mayısta Trablusşam surlarının önünde belirir. Aynı zamanda Antakya prensi de olan kentin efendisi Bohémond’u burada bulur. Sultanın kendine ilişkin duygularını bilen Bohémond, uzun bir kuşatmaya hazırlanır ama Baybars’ın başka tasarıları vardır. Birkaç gün sonra kuzey yoluna yeniden koyularak, 14 Mayısta Antakya önüne gelir. Bütün Müslüman hükümdarlara yüz yetmiş yıl boyunca kafa tutan bu en büyük Frenk kenti dört günden fazla direnemeyecektir. 18 Mayıs akşamı surlarda, hisardan fazla uzak olmayan bir yerde bir yarık açılır. Baybars’ın askerleri sokaklara yayılır. Bu fetih Selahaddin’inkine hiç benzememektedir. Kent halkı tamamen katledilmiş veya köle yapılmıştır ve kent yerle bir edilmiştir. Bu parlak büyük şehirden geriye, harap, zamanın yeşilliklerin içine gömeceği yıkıntılarla dolu bir kasabadan başka birşey kalmayacaktır.


Bohémond, kentinin düştüğünü ancak Baybars’ın ona gönderdiği, ama aslında sultanın resmi vakanüvisi olan Mısırlı İbn Abd el-Zahir tarafından kaleme alınmış olan unutulmaz bir mektuptan öğrenecektir.

“Antakya’nın alınmasıyla basit bir kont haline gelen prens, soylu ve cesur şövalye Bohémond’a”.


Acı alay burada bitmemektedir.


Seni Trablusşam’da bıraktıktan sonra hemen Antakya’ya yönelerek, buraya Ramazanı şerifin ilk gününde vardık. Daha vardığımız saatte, senin birliklerin bizimle çarpışmak için dışarı çıktılar, ama yenildiler, çünkü birbirlerini destekliyorlarsa da, tanrının desteğinden yoksundular. Atların ayaklarının dibinde yerlerde (sürünen) şövalyelerini, yağmalanan saraylarını, kent mahallelerinde bir dinara, üstelik senden alınan parayla satılan soylu hanımları bir görseydin!


Mesajı alacak kişiden hiçbir ayrıntının esirgenmediği uzun bir tasvirden sonra, sultan işin özüne gelerek mektubunu bağlamaktadır.


Bu mektup sana, tanrının seni sağ salim bıraktığını ve hayatını uzattığını haber vererek seni sevindirecektir, çünkü sen Antakya’da değildin. Eğer orada olsaydın, şimdi ölü, yaralı veya esirdin. Ama tanrı belki de seni boyun eğesin ve itaatini gösteresin diye esirgemiştir.


Aklı başında, ama bundan da önemlisi güçsüz bir insan olan Bohémond, bir barış anlaşması önerisiyle cevap verir. Baybars kabul eder. Dehşete kapılan kontun artık hiçbir tehlike arzetmediğini bilmektedir; krallığı haritadan hemen hemen tamamen silinen Hethun için de aynı durum söz konusudur. Filistin Frenkleri’ne gelince, onlar da bir soluk alacak zaman bulmaktan ötürü aşırı memnundurlar. Sultan, onlarla anlaşma imzalaması için vakanüvisi İbn Abd el-Zahir’i Akkâ’ya yollar.


Kralları en iyi koşulları elde etmek için kıvırtmaya uğraşıyordu; ama ben, sultanın talimatları doğrultusunda tamamen katı davranıyordum. Sinirlenen Frenk kralı çevirmene “ona arkasına bakmasını söyle” dedi. Arkama döndüm ve Frenk ordusunun tümünün çarpışma vaziyeti almış olduğunu gördüm. Çevirmen ekledi, “Kral sana, bu çok sayıdaki askerin mevcudiyetini unutmamanı söylüyor”. Cevap vermediğimi gören kral çevirmene ısrarla sordu. Ben de bunun üzerine sordum: “Eğer düşündüğümü söylersem hayatıma ilişilmeyeceği güvencesi verir misiniz?”. “Evet”. “Öyleyse krala, onun ordusundaki askerlerin Kahire zindanlarındaki Frenk esirlerden daha az olduğunu söyleyin”. Kral boğulacak gibi oldu, sonra görüşmeye son verdi, ama kısa bir süre sonra bizi kabul edip barış anlaşmasını imzaladı.


Nitekim Frenk şövalyeleri artık Baybars’ı rahatsız etmeyeceklerdir. Antakya’nın alınmasının kaçınılmaz tepkisinin onlardan değil de, efendileri olan Batı krallardan geleceğini bilmektedir.


Daha 1268 yılı sona ermeden, Fransa kralının yakınlarda güçlü bir ordunun başında Doğu’ya döneceğine ilişkin ısrarlı söylentiler ortalıkta dolaşmaya başlar. Sultan, tüccar veya seyyahları sık sık sorguya çeker. 1270 yılı sonunda Kahire’ye gelen bir mesaj, Louis’nin altı bin adamıyla Tunus yakınlarında karaya çıktığını haber verir. Baybars, hiç tereddüt etmeden başlıca Memlûk komutanları toplar ve onlara, bu yeni Frenk istilasını püskürtmek üzere Müslümanlara yardım etmek için güçlü bir ordunun başında bu uzak Afrika eyaletine gitme niyetinde olduğunu bildirir. Ama bundan birkaç hafta sonra, Tunus emiri el-Mustansir’in imzasını taşıyan bir mesaj gelir ve Fransa kralının kampında ölü olarak bulunduğunu ve ordusunun da savaş veya hastalık tarafından büyük çapta biçildikten sonra geri döndüğünü bildirir. Bu tehlike uzaklaştırıldıktan sonra, Baybars için Doğu Frenkleri’ne karşı yeni bir saldırıya geçmenin zamanı gelmiştir. Mart 1271’de korkutucu Hısn el-Ekrad’ı, Selahaddin’in bile ele geçirmeyi başaramadığı Krak des Chevaliers’yi alır.


Frenkler ve özellikle de Hülâgü’nün oğlu ve ardılı Abaka’nın yönetimindeki Moğollar, bunu izleyen yıllar esnasında Suriye’ye birçok akın yaparlar; ama her seferinde püskürtülürler. Ve Baybars 1277 Temmuzunda zehirlenerek öldüğünde, Doğu’daki Frenk varlığı, her bir tarafından Memlûk imparatorluğuyla çevrelenmiş sahil şehirlerinden meydana gelen bir tespih gibidir. Frenkler’in güçlü kale ağı parçalanmıştır. Eyyubiler döneminde yararlandıkları erteleme tamamen sona ermiştir; kovulmaları artık kaçınılmazdır.


Fakat acele edilecek bir durum yoktur. Baybars’ın yapmaya razı olduğu barış anlaşması, yeni Memlûk sultanı Kalavun tarafından 1283’e kadar uzatılmıştır. Bu sultan Frenklere karşı hiçbir husumet göstermemektedir. Her istila sırasında islamiyetin düşmanlarına yardım etmemeleri koşuluyla, onların Doğu’daki mevcudiyetlerini ve güvenliklerini garanti etmeye hazır olduklarını söylemektedir. Akkâ krallığına önerdiği antlaşma metni, bu becerikli ve aydın yönetici açısından, Frenklerin konumunun “kurala bağlanması” konusunda benzersiz bir girişimi temsil etmektedir.


Eğer bir Frenk kralı sultanın veya oğlunun topraklarına saldırmak için Batı’dan yola çıkarsa, Akkâ krallığı naibi ve ileri gelenleri onun gelişini iki ay öncesinden sultana bildirme zorunluluğunda olacaklardır. Eğer (bu kral) Doğu’ya iki ay geçtikten sonra gelirse, krallık naibi ile Akkâ önde gelenleri bu olaydaki bütün sorumluluklarından kurtulacaklardır.


Eğer Moğol cephesinden veya başka bir taraftan bir düşman gelirse, iki taraftan bunu ilk haber alan diğerini uyarmak zorundadır. Eğer böylesine bir düşman - Allah göstermesin -Suriye üzerine yürürse ve sultanın birlikleri geri çekilirlerse, Akkâ yöneticilerinin kendi toprak ve uyruklarını kurtarmak için bu düşmanla müzakereye girişmeye hakkı olacaktır.


1283 Mayısında on yıl, on ay, on gün, on saatlik bir süre için imzalanan barış anlaşması, sahildeki bütün Frenk ülkesini kapsamaktadır, yani meyva bahçeleri, tarlaları, değirmenleri, bağları ve ona bağlı olan, altmış üç köyüyle birlikte Akkâ kentini; Hayfa kentini, bağlarını, meyva bahçelerini ve ona bağlı yedi köyü...


Sayda için, şato ve kent, bağlar ve banliyö ile ona bağlı onbeş köy ve çevredeki ova, nehirler, dereler, pınarlar, meyva bahçeleri, değirmenler ve bu toprakların sulanmasında uzun zamandan beri kullanılan kanallar ve setler Frenklere aittir. Uzun uzun ve özenle sayıp dökmenin nedeni, her tür uyuşmazlığı önlemektir. Frenk toprakları her halükârda önemsiz olarak gözükmektedir: Frenkler tarafından eskiden oluşturulmuş olan korkutucu bölgesel güce hiç benzemeyen dar ve ince bir sahil şeridi. Aslında zikredilen yerler Frenk varlıklarının tümünü temsil etmemektedirler. Akkâ krallığından ayrılmış olan Sûr, Kalavun’la ayrı bir anlaşma imzalamıştır. Daha kuzeydeki Trablusşam veya Lazkiye gibi kentler anlaşmanın dışında bırakılmışlardır.


Hospitalierler’in (el-Ospitar) elindeki Markab (Margat) kalesi için de aynı durum söz konusudur. Bu keşiş-Şövalyeler Moğolları desteklemişler, hatta 1281’deki yeni bir istila denemesi sırasında onların yanında çarpışmışlardır. Kalavun da bunu onlara ödetmeye karar vermiştir. Abd el-Zahir’in anlattığına göre, 1285 ilkbaharında, Sultan Şam’da kuşatma makineleri hazırlattı. Mısır’dan çok miktarda ok ve her cins silah getirterek emirlere dağıttı. Ayrıca sultanın “makhazen”i (mahzen, magasin, depo) ve darülsinaa’sının (silahhane, arsenal) dışında hiçbir yerde bulunmayan demir aletler ve ateşli oklar atan tüpler hazırlattı. Bunun yanı sırı fişekçi ustaları askere alındı ve Markab, üçü “Frenk” ve dördü “Şeytan” tipinden bir mancınık kuşağıyla çevrelendi. 25 Mayısta kalenin kanatlarında öyle derin yarıklar açıldı ki, savunucular teslim oldular. Kalavun onların Trablus’a sağ salim gitmelerine ve kişisel eşyalarını yanlarında götürmelerine izin verdi.


Moğolların müttefikleri, bir kez daha onlar yardıma gelemeden cezalandırılmışlardır. Zaten müdahale etmek isteselerdi bile, beş hafta süren kuşatma onlara İran’da yeterli hazırlanma zamanı bırakmazdı. Fakat Tatarlar bu 1285 yılında Müslümanlara karşı yeniden saldırıya geçme konusunda her zamankinden kararlıdırlar. Yeni önderleri, Hülâgü’nün torunu İlhanlı Argun, atalarının büyük düşüne sahip çıkmıştır: Memlûk sultanlığını kıskaca almak üzere Batılılarla ittifak yapmak. Bu amaçla, ortak veya en azından anlaşmalı bir sefer düzenlemek için Tebriz ile Roma arasında çok düzenli temaslar kurulmuştur. Kalavun 1289’da kaçınılmaz bir tehlikenin varlığını hissetmektedir, ama ajanları ona kesin bilgiler sağlamayı başaramamaktadırlar. Özellikle de, Argun tarafından geliştirilen titiz bir sefer planının papaya ve Batının başlıca krallarına yazılı olarak önerildiğini bilmemektedir. Bu mektuplardan Fransa kralı Yakışıklı Philippe’e (IV. Philippe) yollananı zamanımıza ulaşmıştır. Moğol önderi bu mektupta, istilaya 1291 ocağının ilk haftasında Suriye’den başlanılmasını önermektedir. Şam’ın Şubat ortasında düşeceğini ve Kudüs’ün de bundan kısa bir süre sonra alınacağını öngörmektedir.


Gerçekte nelerin tezgâhlandığını bilemeyen Kalavun giderek daha kaygılanmaktadır. Doğu’dan veya Batıdan gelen istilacıların Suriye’deki Frenk kentlerini köprübaşı olarak kullanıp, içeri sızmalarını kolaylaştırmalarından korkmaktadır. Fakat Frenklerin mevcudiyetinin İslam dünyasının güvenliği için sürekli bir tehdid oluşturduğuna inanmasına rağmen, Akkâ’dakiler ile, Moğol istilacılardan açıkça yana çıkan Suriye’nin kuzey yarısındakileri birbirine karıştırmaktan kaçınmaktadır. Şerefli bir insan olan sultan, barış anlaşmasının daha beş yıl süreyle güvenceye aldığı Akkâ’ya her halükârda saldırmayacağı için, Trablus’u gözüne kestirmiştir. Ordusu, Saint-Gilles’in oğlu tarafından bundan yüz seksen yıl önce fethedilmiş olan kentin surları altında, Mart 1289’da toplanır.


Müslüman ordusunun onbinlerce savaşçısının arasında, on altı yaşında genç bir emir olan Ebul-Fida da bulunmaktadır. Bu genç Eyyubi soyuna mensuptur, ama Memlûkler’in bağımlısı haline gelmiştir. Birkaç yıl sonra küçük Hama kentini ikta olarak alacak, burada zamanının çoğunu okumak ve yazmakla geçirecektir. Aynı zamanda coğrafyacı ve şair de olan bu tarihçinin eseri, Doğu’daki Frenk mevcudiyetinin son yıllarına ilişkin anlatısı itibariyle özellikle ilginçtir. Çünkü Ebul-Fida dikkatli bakışları ve elinde kılıcıyla bütün çarpışma alanlarında bizzat yer almıştır.

Trablusşam kenti denizle çevrelenmiştir ve karadan ancak doğu tarafından dar bir geçitten saldırılabilir. Sultan kenti kuşattıktan sonra, her boydan çok sayıda mancınık yerleştirdi ve kenti sıkı bir ablukaya aldı.


Kent, bir aydan fazla süren çarpışmalardan sonra, 27 Nisanda Kalavun’un eline geçer. Gerçeği saklamaya hiç uğraşmayan Ebul-Fida şunları eklemektedir:


Müslüman birlikleri içeri güç kullanarak girdiler. Halk limana hücum etti. Burada birkaç gemiye kaçabildi, ama erkeklerin çoğu katledildi, kadınlar ile çocuklar esir edildi ve Müslümanlar muazzam bir ganimet edindiler.


İstilacılar katletmeyi ve tahrip etmeyi bitirince, kent sultanın emriyle yıkıldı ve yerle bir edildi.


Trablus’un biraz uzağında, denizin ortasında üzerinde bir kilise bulunan bir adacık vardı. Kent alınınca, birçok Frenk aileleriyle birlikte buraya kaçtı. Ama Müslüman askerler denize atladılar, adaya kadar yüzdüler, buraya sığınan bütün erkekleri katlettiler ve kadınlarla çocukları ganimetlerle birlikte götürdüler. Kıyımdan sonra bir kayıkla adaya gittim, ama ceset kokusundan ötürü kalamadım.


Atalarının ihtişam ve yüceliği içine işlemiş olan genç Eyyubi, bu yararsız katliamlara kızmaktan kendini alıkoyamamaktadır. Ama zamanın değiştiğini de bilmektedir.


Frenkler’in kovulması, ilginç bir şekilde, bundan yaklaşık iki yüzyıl önce gelişlerine benzeyen bir hava içinde cereyan etmektedir. 1268’deki Antakya katliamı, 1098’dekinin tekrarına benzemektedir ve Trablusşam’daki gözü dönmüşlük, izleyen yüzyıllardaki Arap tarihçileri tarafından, 1109’da Beni Ammarlar’ın kentinin yıkılmasının gecikmiş bir cevabı olarak sunulacaktır. Ancak rövanş, Memlûk propagandasının başat bir teması haline ancak Akkâ çarpışması sırasında, Frenk savaşlarının sonuncu büyük çarpışması sırasında gelecektir.


Zaferin ertesinde, subayları Kalavun’u usandırmışlardır. Bu subaylar, artık hiçbir Frenk kentinin Memlûk ordusuna kafa tutamayacağını, Trablusşam’ın düşmesinden ötürü alarm durumuna geçen Batı’nın Suriye’ye yeni bir sefer düzenlemesini beklemeden hemen saldırmak gerektiğini iddia etmektedirler. Frenk krallığından geriye kalanın işini hemen bitirmek gerekmez mi? Ama Kalavun reddeder; bir barış anlaşması imzalamıştır ve yeminine asla ihanet etmeyecektir. Çevresindekiler bunun üzerine, Frenkler’in sıklıkla uyguladıkları bir usul olarak, Akkâ’yla yapılan antlaşmanın geçersizliğini ilân etmeleri için ilahiyatçılara başvurulmasını isterler. Sultan bundan hiç hoşlanmaz. Emirlerine, 1283’te imzalanan antlaşma çerçevesinde, barışı bozmak için hukuki danışmalara başvurmayacağına yemin ettiğini hatırlatır. Kalavun, antlaşmanın koruması altında olmayan bütün Frenk topraklarına saldıracağını, ama bundan fazlasını yapmayacağını söyler. Ve sonuncu Frenk kralı, “Kıbrıs ve Kudüs hükümdarı” Henry’ye, yükümlülüklerine sadık kalacağını belirtmek üzere Akkâ’ya bir elçilik kurulu gönderir. Bundan da iyisi, 1289 temmuzundan itibaren bu ünlü barış anlaşmasını on yıl daha uzatmaya karar verir ve Müslümanları, Batıyla ticari alış verişler için Akkâ’dan yararlanmaya teşvik eder. Nitekim, bu Filistin limanı izleyen aylar esnasında yoğun bir girişime tanık olur.


Yüzlerce Şamlı tüccar çarşılar civarındaki çok sayıdaki hana yerleşir, Venedikli tüccarlarla veya Suriye’nin başlıca bankerleri haline gelmiş olan zengin Templierler’le verimli ticari işlemler yaparlar. Öte yandan, özellikle Celile’den gelen binlerce Arap köylü, ürünlerini satmak üzere bu büyük Frenk kentine doluşmaktadır. Bu refah, bölgedeki bütün devletlere ve en başta da Memlûkler’e yarar sağlamaktadır. Moğol mevcudiyeti nedeniyle Doğu’yla ilişki uzun zamandan beri bozulduğundan, kârdan kayıplar ancak Akdeniz ticaretinin gelişmesiyle kapatılabilmektedirler.


Frenk yöneticilerinin en gerçekçi olanlarına göre, başkentlerine düşen yeni rol, yani iki dünya arasındaki bağlantıyı sağlayan büyük bir ticarethane olma rolü, artık hiçbir egemenliklerinin kalmadığı bir bölgedeki varlıklarını sürdürebilmek için umulmadık bir şanstır. Fakat bu görüşe herkes katılmamaktadır. Bazıları, Batıda Müslümanlara karşı yeni askeri seferlere girişilmesini sağlayacak çapta bir dinsel seferberliği harekete geçirebileceklerini ummaktadırlar. Kral Henry, Trablus’un düşmesinden sonra Roma’ya haberciler göndererek takviye istemiştir, bu çağrıyı öyle bir yapmıştır ki, 1290 yılının Akkâ limanına gelen etkileyici bir donanma, binlerce fanatikleşmiş Frenk’i kente boşaltmıştır. Kent halkı, sarhoşluktan yalpalayan ve hiçbir şefe itaat etmeyen bu yağmacı kılıklı adamları kuşkuyla seyretmektedir.


Ancak birkaç saat geçmiştir ki, olaylar başlar. Şamlı tüccarlara sokakta saldırılır, soyup soğana çevrilir ve öldü sanılıp bırakılır. Kent yöneticileri düzeni iyi kötü sağlamayı başarırlar, ama ağustos sonuna doğru durum bozulur. İçkinin su gibi aktığı bir ziyafetten sonra, yeni gelenler sokaklara dağılır. Sakalı olan herkes kovalanır, sonra acımasızca boğazlanır. Sakin tüccar veya köylü, hıristiyan veya Müslüman birçok Arap bu şekilde ölür. Diğerleri kaçar ve olanları anlatır.


Kalavun öfkeden çılgına döner. Frenkler’le barış anlaşmasını bunlar olsun diye mi imzalamıştır? Emirleri onu hemen davranmaya iterler. Ama o, sorumlu bir devlet adamı olarak öfkeye mağlup olmak istememektedir. Açıklama talep etmek ve özellikle de katillerin cezalandırılmak üzere kendine teslim edilmelerini istemek üzere Akkâ’ya bir elçilik kurulu gönderir. Azınlıkta kalan bir grup, yeni bir savaşı önlemek için sultanın koşullarının kabul edilmesini tavsiye eder. Diğerleri reddeder, hatta Kalavun’un elçilerine, Müslüman tüccarların katliama kendilerinin neden olduğunu, çünkü içlerinden birinin bir Frenk kadını baştan çıkartmaya uğraştığı gibi bir cevap verecek kadar ileri giderler.


Kalavun bunun üzerine artık tereddüt etmez. Emirlerini toplar ve onlara, fazla uzun sürmüş olan bir Frenk işgâline artık ebediyen son verme kararını duyurur. Hazırlıklar hemen başlar. Sultanlığın dört bir yanındaki bağımlılar, cihadın bu nihai çarpışmasında yer almaları için çağrılırlar.


Kalavun Kahire’den ayrılmadan önce, sonuncu Frenk de kovulmadan silahını bırakmayacağına Kuran üzerine yemin eder. Sultan o sıralarda artık zayıf düşmüş bir ihtiyar olduğundan, bu yemin daha da etkileyici hale gelmektedir. Yaşının tam olarak bilinmemesine rağmen, o sıralarda yetmiş yaşını rahatça geçmişe benzemektedir. Etkileyici Memlûk ordusu 4 Kasım 1290’da yerinden kıpırdar. Hemen ertesi gün sultan hastalanır. Emirlerini başucuna çağırır, oğlu Halil’e itaat edeceklerine yemin ettirir ve oğlundan da, tıpkı kendi gibi Frenkler’e karşı seferi sonuna kadar sürdürme işini yüklenmesini ister. Kalavun, bir hafta geçmeden ölür, bütün uyrukları ona büyük bir hükümdar olarak saygı gösterir.


Sultanın ölümü, Frenkler’e karşı nihai saldırıyı yalnızca birkaç ay geciktirecektir. Halil 1291 Martında, ordusunun başında yeniden Filistin yollarına düşer. Çok sayıda Suriye birliği mayıs başında Akkâ’yı çevreleyen ovada ona katılır. O sırada on sekiz yaşında olan Ebul-Fida da babasıyla birlikte çarpışmaya katılmaktadır; hatta ona bir sorumluluk bile verilmiştir, çünkü Hısn-el-Ekrad’dan Frenk kentinin yanına kadar ancak sökülerek taşınabilen, “Muzaffer” adındaki korkutucu bir mancınığın yönetimi ona aittir.


Arabalar öyle ağırlardı ki, normal zamanda sekiz gün çeken yolu bir aydan daha uzun sürede aldık. Vardığımızda, arabaları çeken öküzlerin hemen hemen hepsi bitkinlikten ve soğuktan ölmüşlerdi.


Çarpışma hemen başladı. Biz Hamalılar, her zaman olduğu gibi ordunun sağ cenahının uç tarafında yer tutmuş durumdaydık. Deniz kıyısındaydık ve tahtalarla kaplanmış ve manda derileriyle üstü örtülmüş kuleleri olan Frenk tekneleri bize saldırıyorlardı; düşman bu kulelerden bize yaylar ve Tatar yaylarıyla ok atıyorlardı. Bu durumda hem karşımızdaki Akkâlılar’la, hem de onların filolarıyla olmak üzere iki cephede savaşmak zorundaydık. Bir mancınık taşıyan bir Frenk gemisi çadırlarımızın üzerine kaya parçaları atmaya başlayınca ağır kayıplar verdik. Fakat bir gece şiddetli rüzgâr çıktı. Gemi, dalgalar tarafından sarsalanarak suyun üzerinde yalpalamaya başladı, öylesine ki, mancınık paramparça oldu. Bir başka gece, bir grup Frenk beklenmedik bir huruç yaparak kampımıza kadar ilerledi; ama bazıları karanlıkta çadırları tutan iplere takıldılar; hatta bir şövalye lâğım çukuruna düştü ve öldürüldü. Birliklerimiz toparlandılar, Frenkler’e her bir yandan saldırdılar, onları çokça ölü verdikten sonra kente geri çekilmek zorunda bıraktılar. Kuzenim Hama emiri el-Melik el-Muzaffer, ertesi sabah, öldürülen Frenkler’in kellelerini yakaladığımız atların boyunlarına bağlattı ve sultana sundu.

Ezici bir askeri üstünlüğe sahip olan Müslüman ordusu 17 Haziran 1291 cuma günü güç kullanarak, kuşattığı kente sonunda girer. Kral Henry ve önde gelen kişiler Kıbrıs’a sığınmak için aceleyle teknelere binerler. Diğer Frenkler’in hepsi yakalanır ve öldürülür. Kent yerle bir edilir.


Ebul-Fida, Akkâ kentinin hicri 690 yılının ikinci ayının onyedinci cuma gününde öğlenleyin fethedildiğini belirtmektedir. Öte yandan, Frenkler de kenti 587 yılının aynı gününün aynı saatinde Selahaddin’den almışlar ve orada bulunan bütün Müslümanları esir edip, sonra katletmişlerdi. Burada ilginç bir rastlantı yok mudur?


Hıristiyan takvimine göre de bu rastlantı hiç de daha az şaşırtıcı değildir, çünkü Frenkler’in Akkâ’daki zaferi 1191’de elde edilmiş, nihai yenilgileri de bundan tam yüz yıl sonra, neredeyse günü gününe aynı tarihte meydana gelmiştir.


Ebul-Fida şöyle sürdürmektedir:


Akkâ’nın fethinden sonra, Allah Suriye sahil kesiminde hâlâ mevcut olan Frenkler’in kalbine korku saldı. Bunlar Sayda, Beyrut, Sûr ve diğer bütün şehirleri hemen boşalttılar. Sultanın kaderi, böylece başka hiçbirine müyesser olmayan bir şekilde, bütün bu yerleri kolayca fethetmesine izin verdi, sultan bunları hemen yıktırdı.


Nitekim Halil, zaferinin sıcağı içinde, eğer bir gün Doğu’ya tekrar gelmeye kalkışacak olurlarsa, sahilde Frenkler’e yarayabilecek bütün kaleleri yıktırmaya karar verir.


Ebul-Fida şu sonuca varmaktadır:


Bu fetihlerle, sahildeki bütün topraklar Müslümanlara eksiksiz döndü; bu umulmadık bir sonuçtu. Böylece eskiden Şam’ı, Mısır’ı ve daha birçok ülkeyi fethedecek durumda olan Frenkler, Suriye’nin bütününden ve sahil kesimlerinden kovuldular. Allah onların buraya bir daha adım attıklarını göstermesin.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay


24 Ocak 2023 Salı

İslam Devletlerinde Yönetim-3

 


Valilikler


İslam'dan Önce Valilikler


Hükümdarlar tarafından başkentin dışında bulunan memleketlere tayin edilen büyük memurlara vali ve bunların idaresi altında bulunan yerlere de vilayet adı verilirdi. Bu tür idari bölünmüşlüğün tarihi oldukça eskiye dayanır. Müslümanlar, Şam bölgesini ele geçirdiklerinde burası on bir iklime (bölgeye) ayrılmış "Doğu vilayeti" adıyla Bizans'a bağlı bir vilayetti. Her bölgeye birçok kent bağlı olduğu gibi, ayrı da bir merkezi vardı. Söz konusu bölgeler ile merkezleri ve buralara bağlı olan kentler aşağıdaki listede gösterilmiştir:



Doğu Vilayeti

Bölgenin adı    Bağlı olan kentler   idare merkezi

Suriye                             9                  Antakya

Suriye                     7                  Hama

Suriye                           13                  Münbic

Birinci (veya Bahr-i)

Fenike                           12                  Sur

ikinci (veya Lübnan)

Fenike                                         Şam

Arapistan, Havran           14                 Basra

El-Cezire veya

Mabeynennehreyn            13            Diyarbekir

Asruvana                           12            Urfa

Birinci Filistin                               Kayseriye

ikinci Filistin                               Bisan

Üçüncü Filistin (son üçüne bağlı 6 kent) Batru'l-Haceriye



Her bölgenin bir valisi veya mutasarrıfı vardı. Bu vali veya mutasarrıf çoğunlukla yerli beylerden ve asilzadelerden olurdu. Patricuis (patrik, çoğulu patarika/asker reisleri) adıyla bilinen bu asilzadeler, zamanında Roma Devleti'nin ilk kuruluşuyla türemiş ve ülkede büyük güç sahibi olmuşlardı. Roma imparatorluğu ikiye bölününce bunların da eski gücü kalmamış zamanla kendilerine yönetimde yer bulamaz duruma düşmüşlerdir. Ancak daha sonra Roma'nın egemenlik ve nüfusu Afrika'ya ve doğu bölgelerine uzayınca vilayetlerin idaresi için güçlü adamlara gerek görülmüş ve bunun sonucunda özellikle Şam ve Mısır vilayetleri ve çevresi bu soylulara verilmeye başlanmıştır.


Şam bölgesinde görev yapan valiler, bölgenin merkezinde, maiyetlerinde bulunan askerler de merkezde bulunan kalelerde bulunurlardı. Söz konusu bölgelerin hepsinin üzerinde Antakya'da oturan genel bir vali vardı. Bu vali diğer bölge valilerini görevlendirme veya görevden alma yetkisine sahipti. Haracın toplanması, askere maaş dağıtımı ve vilayetin tüm işleri bu genel validen sorulurdu. Mısır bölgesi de idari bölünmüşlük açısından aynı hukuka bağlıydı. Mısır genel valisi lskenderiye'de otururdu. Irak ve lran bölgelerindeki idari yapı da buna benziyordu. Ancak oralarda bulunan valiler saltanat merkezine daha yakın oldukları için belki Şam ve Mısır valilerinden daha çok göz önünde ve kontrol altında tutuluyordu.


İslami Dönemde Valilikler


İslam'ın doğuşuyla birlikte Müslümanlar fetih hareketlerine başlayınca fetih için gönderdikleri kumandanları, gidecekleri yerlere hareket etmeden önce vali tayin ederlerdi. Ya da o yerleri ele geçirecek olursa valisi olacakları sözüyle gönderirlerdi. Müslümanlar Hz. Peygamber zamanından beri bu usule göre hareket ettiler. Hz. Peygamber Hicret'in 8. yılında halkı İslam'a davet eden bir mektubunu taşıyan Ebu Zeyd Ensari ve Amr b. el-As'ı sefere gönderdiği zaman kendilerine "Halk kelime-i şahadeti kabul, Allah ve Rasulüne itaat ederlerse Amr, emir (vali) olacak ve Ebu Zeyd namaza ve halkı İslam dairesine girmeye ve onlara Kur'an ve sünnet-i şerifeyi öğretmeye memur olacaktır" demişti. Nitekim bu şekilde yapıldı.


Daha sonra Hz. Ebubekir hilafet makamına geçip Şam yönüne askeri sevkıyatta bulunduğu sırada, bir şehrin veya bir bölgenin fethi için bir komutana sancak verince aynı usulü uygulayarak kendisini vali tayin ederdi. Nitekim ilk gönderdiği askeri kuvvetlerde de böyle yapmıştı. Bu kuvvetler üç gruba ayrılmıştı. Biri Amr b. el-As'ın kumandası altında Eyle yoluyla Filistin'in, diğeri Yezid b. Ebu Süfyan'ın kumandasında Tebük yoluyla Şam'ın, üçüncüsü de Şurahbil b. Hasene'nin kumandası altında yine Tebük yoluyla Ürdün bölgesinin fethine gönderilmişti. Hz. Ebubekir bunları gönderirken fethine gittikleri yerlerin valiliklerine tayin ederek, askere "Savaşa başladığınızda emri altında bulunduğunuz valiyi emiriniz olarak tanımalısınız" dedi.


Daha sonra Hz. Ömer halife olunca Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı bütün Şam bölgesi valiliğine, savaşta ve barışta tüm askerin komutanlığına tayin etti. Ebu Ubeyde'nin bu genel valiliği Şam bölgesinin lslam'dan önceki idari yapısını andırmaktadır. Yukarıda açıklandığı üzere, Şam bölgesi lslam'dan önce çeşitli bölgelere ayrılmıştı. Fetihten sonra farklı olarak Rum genel valisi Antakya'da oturuyordu. lslam valisi ise onun yerine denizden uzak ve Arap kentlerine daha yakın bulunmasından dolayı Şam'da oturuyordu. Çünkü Hz. Ömer birkaç kez belirttiğimiz gibi, kendisi Medine'de yaşıyor ve Müslümanlarla arasında engel olabilecek bir su bulunmasını arzu etmiyordu. Valilikler önceleri temellükten (istimlak) çok askeri işgale benziyordu. Valiler de kentlerin çevresinde müstahkem yerlerde ordugah kuran işgal ve koruma askerleri komutanlarından ibarettiler. Müslümanların askeri kuvveti yukarıda açıklandığı nedenden dolayı kıyılardan çok, çöle yakın yerlerde kurulan askeri yerlerde yaşayan gruplara pay edilirdi. Bu yüzden Şam kıtasını ele geçiren lslam askerleri Şam, Hınıs, Ürdün ve Filistin olmak üzere dört ordugahtan oluşuyordu. Söz konusu dört bölgeye "ecnad" (ordugahlar) denilmesi bundan kaynaklanıyor. Irak bölgesinde bulunan askeri kuvvetler Küfe ve Basra'da ve Mısır bölgesini ele geçiren lslam askerleri de Füstat ve lskenderiye çevresinde yerleşmişti. Askerler köy ve kasabalarda oturmazlar ve halkla karışmazlardı. Hz. Ömer Müslümanların tarımla uğraşmalarını yasaklamıştı. lslam mücahitleri halkla karışmadan tüm yıl kendi ordu konaklarında ikamet ettikten sonra ilkbaharda atlarını köylerdeki çayırlara çıkarırlardı. Atların çayırına hizmet eden ayrı görevliler vardı. Denetim ve yönetim subay ve komutanların elindeydi. lslam askerleri kendi atlarının terbiyesine ve bakımına son derece dikkat ederlerdi. Amr b. el-As'ın askerine söylediği şu sözler bunu gösterir: "Kendini şişmanlatırken atını zayılatan adamı, görevini tam yapmamış sayarım. Askeri nasıl teftişten geçiriyorsam atları da öylece teftişten geçireceğim. Meşru bir mazeret olmadan her kimin atını zayılamış görürsem o adamın tımar ve ulufesinden (tahsisatından) o oranda azaltma yapacağım."


Amr b. el-As ilkbahar geldiğinde yanında bulunan askerlerin çayıra çıkmak ve süt hayvanlarını sağmak için istedikleri yerlere gitmelerine izin verirdi. lslam orduları taşıdıkları sancaklar ve bağlı bulundukları kabileler düzeniyle köylere ve özellikle Menuf, Ahnas vs. tarlalarına dağılırlardı. Mısır'ın her tarafında o dönemde köylerde Kıptiler ve Rumlar yaşıyordu. lslam dini, Mısır köylerinde ancak Hicret'in yüzüncü yılından sonra yayılmaya başladı. 150. yıldan sonra bir kat daha genişledi. Bununla beraber Mısır'da lslamiyet ancak H. 3. yüzyılda güçlendi. Müslümanların bu tarihten önce Mısır köylerinde cami inşaa etmemeleri sözümüzü doğrulamaktadır. Bunun dışında o tarihlerde Kıptiler isyan ettikçe Müslümanları uğraştırıyorlar ve isyanın yatıştırılması da zor oluyordu. Bu durum bu şekilde H. 216 yılına kadar devam etti. Aynı yıl başkaldıran Kıptiler ve Rumları halife Me'mun zor kullanarak itaat altına aldı. lslamiyet bu tarihten sonra köylerde de yayılmaya başladı.


Endülüs'te de idari yapılanma aynı biçimdeydi. H. 92/M. 711 yılında Endülüs fethedildikten sonra, yerli halk idari, siyasi ve dini işlerde önceden olduğu gibi bırakılmış, hükumet idaresi bile alınmamıştır. Müslümanlar yalnız genel başkanlık ve askeri komutanlıkla yetiniyorlardı. Emevilerin idare merkezi Şam ve Abbasilerin merkezi Irak gibi hilafet merkezlerine yakın bulunan yerlerden başka lslamiyet'in ilk döneminde bütün vilayetler böyleydi.


Hulefa-i Raşidin zamanında tayin olunan valiler, vali bulundukları yerleri kendileri ele geçiren komutanlardı. Görevleri de fethettikleri bölgede asayiş ve düzeni sağlamak, namazı kıldırmak ve haraç toplamaktan ibaretti. Yukarıda belirtildiği gibi, Şam, Mısır ve Irak bölgelerinde fethedilen memleketlerde idari işler Emeviler döneminin ortalarına kadar fetihten önce ne durumdaysa olduğu gibi kalmıştı. Bununla birlikte, Raşid Halifelerin son zamanlarından itibaren hükumet, "yerli hükumet" yani "lslami hükumet" şeklini almaya başlamıştı. Abdülmelik b. Mervan hilafet makamına geçince, resmi yazışma stili ve diğer işlemleri Arapçalaştırmış, hükumet işlerinde Müslüman memurlar istihdam ederek, lslami egemenliği tamamlamış oldu. Bu tarihten sonra valiler zaman ve duruma uygun olarak çeşitli özellikler göstermiştir. Ayrıca genel valilik ve özel valilik adlarıyla ikiye ayrıldı. Genel valilikler de biri "emaret-i istikfa - doğrudan doğruya halifenin seçimiyle olan valilik", diğeri "emaret-i istila- halifenin sadece onayıyla olan valilik" adlarıyla iki türlüydü.


Geniş Yetkili Valilik (Emaret-i istikfa veya Emaret-i Tefviz)


Halkın ve hükumetin her çeşit işlerine bakmak üzere halife tarafından her türlü geniş yetkilerle verilen valiliktir. Bu şekilde tayin olunan valiler şu görevleri yapmakla sorumluydu:


Askeri idareye bakmak, askeri gerekli yerlere göndermek, maaş ve erzakını hazırlamak.


ldari işlere bakmak devlet memurları ve kadıları tayin etmek, haraç ve sadakanın toplanmasını gözetlemek, bunun için gerekli memurları tayin etmek ve hak sahiplerine, hükumet memurlarına ödemede bulunmak.


Halkın din ve ırzına tecavüz edilmesini engellemek.


Şer'i sınırları sürdürmek ve ayakta tutmak.


Namazda imamlık yapmak.


Hacılara yardım etmek ve kolaylık göstermek.


Bu gibi valilerin memuriyet yerleri, düşman ülke sınırı üzerindeyse valiye sekizinci bir görev olarak, düşmanla savaş yapmak, -asker ve maliye konusunda görüldüğü üzere- alınan ganimetleri mücahitler arasında dağıtmak ve 1/5'ini ehline verilmek üzere ayırmaktan ibarettir. lslam vilayetlerinin çoğu, özelikle Ümeyye Oğulları zamanında Irak, Abbasiler zamanında Mısır ve Şam ve her iki devirde Horasan gibi hilafet merkezinden uzak olan vilayetler bu şekildeydi.


Emeviler zamanında Irak'ta bu çeşit tefviz valilerinin ünlüleri; sırayla Ziyad b. Ebih ile oğlu Abdullah, Beşir b. Mervan, Haccac b. Yusuf, Yezid b. Mühelleb, Mesleme b. Abdülmelik, Amr b. Hübeyre, Halid b. Abdullah, Yusuf b. Ömer, Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz, Yezid b. Ömer b. Hübeyre'dir. Bunların valiliklerine Küfe ve Basra'yı içermesinden dolayı, "lrakeyn emareti - valiliği" adı verilirdi. Bu valilerden her biri kontrolü altında bulunan yerlerde, yukarıda belirttiğimiz işlerde bağımsız bir hükümdar gibi hareket ederdi. Egemenliği altında bulunan kent ve kasabalara gerektiğinde mutasarrıflar vs. devlet memurları tayin etmek, hükumet mallarını tahsil ve cibayet ve bu paralardan askerin ve memurların maaşlarını ve memleketin gelişip kalkınmasına yardım edecek köprüler, kanallar vs. bayındırlık işlerine gerekli harcamaları yaptıktan sonra geride kalan gelirleri Şam'daki Beytülmal'e gönderirlerdi.


Mısır'a tayin olan valiler de Amr b. el-As zamanından daha sonraki zamana kadar bu çeşit valilerdendi. Belki Mısır valileri özellikle Muaviye'ye Hz. Ali aleyhine destek verdikten sonra Muaviye'nin emriyle son kez vali yapılan Amr b. el-As zamanında diğer vilayetteki valilerden fazla bağımsızlardı. ihtimal ki Muaviye, Horasan'a vali tayin ettiği zaman Ziyad b. Ebih'e ve Küfe'ye vali tayin ettiği sırada Mugire b. Şu'be'ye de bu dahileri bir kat daha kendisine çekmek ve bağlamak için öyle geniş yetkiler vermişti. Halifelik Abbasilere geçince bunlar da aynı yolu takip etmişlerdir. Bununla birlikte hilafet merkezine yakınlığından dolayı çoğunlukla Irak üzerine öyle mutlak ve bağımsız vali tayin etmezlerdi. Şam, Mısır, Horasan ve Irak'ın doğusundan Türkistan'ın son sınırlarına ve Maveraünnehir'e kadar olan yerler gibi uzak vilayetlere ise, geniş yetkilerle valiler gönderirlerdi. Bermeki ailesi, Abbasi Devleti'nde güçlü bir hale gelince bunlardan biri olan Cafer b. Yahya Harünürreşid tarafından Ambar'dan itibaren Afrika'ya kadar bütün batı bölgesine bağımsız vali tayin edildi. Böylece Harünürreşid Bermekilerden bu şahsın kardeşi olan Fazl b. Yahya'yı da H. 176'da Şirvan'dan Türk ülkelerinin son sınırlarına kadar bütün doğu valiliğine aynı geniş yetkilerle vali tayin etti. Cafer, bu valiliği sırasında Basra'da ikamet ediyor, Şam, Afrika vs. bölgelere memurlar göndermek suretiyle yöneticiliğini sürdürüyordu. Kardeşi Fazl ise böyle yapmamış, bizzat Horasan'a kadar gitmiş; oralarda bulunan hükumet memurlarından uygun görmediklerini değiştirmiş ve bazı ıslahatlar yaptıktan sonra Irak'a dönmüştür.


Çoğu kez halifeler kendilerine bağlı yakın adamlarından birine valilik verdiklerinde bu kişi kendi yerine işleri yürütecek diğer birini vali olarak görev yerine gönderir ve kendisi halifenin yanında kalırdı. Bu gibi durumlar çoğunlukla Abbasiler zamanında oluyordu. Abbasilerin çeşitli bağımsız beyliklere ve devletçiklere bölünmesine neden olan sebeplerden biri de böyle geniş yetkilerle gönderilen bu istikfa valileriydi. Çünkü vali kendi vilayeti içindeki gelir fazlasını halifeye göndermekten onun adına hutbe okutmak, sikke bastırmaktan, iktidar ve yetkisini baskıya uğratmayacak diğer birtakım konulardan başka adeta bir bağımsız hükümdar şeklinde hareket ederdi. Bundan dolayı bu kadar büyük bir nüfuz, iktidar ve yetkiyi taşıyan vali kurnaz olur ve halifeyi zayıf görürse vilayet halkını kendisine yandaş ederek, ya büsbütün veya Bağdat'taki halifeye bir vergi vermek veya diğer birtakım koşullar altında bulunmak üzere, bağımsız olmayı başarırlardı. işte bu şekilde Afrika'daki Aglebiler, Horasan'da Tahiriler, Mısır'da Tolunoğulları bağımsızhklarını ilan eden bu tür valilere örnektir. Bununla birlikte bu valiler aslında Abbasilere bağlı emirliklerdi.


Yarı Bağımsız Valiler (İstila Emaretleri)


İstila emaretleri veya valilikleriyle anlatılmak istenen; bir valinin bir vilayeti güç kullanarak ele geçirdikten sonra, halifenin o valiyi ister istemez vali tanıması ve memuriyetini onaylamasıdır. Halife bu gibi emirlerin valiliklerini tasdik ve hükumet işlerinin bağımsız olarak idaresini kendilerine bırakıyorlardı. Bu çeşit valiler bulunduktan yerlerde idari işleri istedikleri gibi kendi emirleriyle ve dini işleri de halife adına vekillik suretiyle görüp yerine getiriyorlardı. Bununla birlikte bu bağımsızlığa karşı valiler üzerine aşağıdaki gibi bazı şartlar konurdu.


İmamet görevinin Peygamber'in halifesine bırakılmasıyla halkın işinin en güzel şekilde düzenlenmesi, dini hükümlere itaat, Müslümanların düşmanlarına karşı kuvvetli olabilmeleri için aralarındaki birlik ve uzlaşmanın güçlendirilmesi, birbirlerine yardımcı olacak araçların artırılması.


Dini akitlerdeki tevliyetin caiz ve hükümlerinin geçerli olması, şer'i vergilerin meşru dairede alınması, Hudud-i şer'iyye'nin (şer'i cezalar), şartları yerine geldikten sonra, hakkıyla ve ancak suçlular hakkında uygulanması.


Din hükümlerinin korunması.


İstila valisi kendi emrinde vezir vs. memur ve görevliler tayin etmekte de yetkiliydi. İşte bu çeşit valiliklerden, Abbasi Devleti zamanında, yukarıda söylenen Tahiriler, Buveyhiler, Gazneliler, Tolunoğulları, lhşidiler vs.'nin ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Söz konusu hükumet veya devletler bağımsız bir emirlik olmakla birlikte minberlerde halife adına hutbe okunur, halife adına para basılır ve yıllık belli bir para verilirdi. Buna karşılık halife de bu emirlerin meşruluğunu onaylardı. Söz konusu emirliklerde egemenlik -Mısır hidivliğinin Osmanlılara karşı konumu gibi- babadan oğula geçerdi.


Özel Emirlik veya Valilikler


Özel emirlik veye valilikte valinin göreceği vazifeler belli sınırlar içinde askerin düzenlenmesi ve reayanın işlerine bakmak, lslamiyet'e karşı yapılan saldırılara karşı durmak, ırz ve namusu korumaktı. Bu yetkilerle vali olan kişi kazaiye (adli ve şeri işler) veye tenfize veyahut haraç ve sadakaların toplanmasına karışamazdı. Üstelik namazda imamlık da yapmazdı. Çünkü bu çeşit valiliklerde imamlık kimi kez kadının göreviydi. Halife bu valiliklere kadıları ve mal memurlarını doğrudan doğruya atardı. Mal memurları da devlet mallarını Beytülmal adına toplar askerin maaşlarını vs. öder ve geri kalan gelir fazlasını Beytülmal'e gönderirdi. Abbasiler devrinde bu çeşit valilikler çok azdı.


Valilerin Maaşları


Hz. Ömer devlet divanını kurup askerin maaş ve tahsisatını tayin ettiği sırada valilerin maaşlarını da belirlemişti. Hz. Ömer'in ilk tahsis ettiği vali maaşı sahabenin ileri gelenlerinen Ammar b. Yasir adınaydı. Hz. Ömer, Ammar'ı Küfe valiliğine tayin edip namazda imamlık ve askere komutanlık vazifelerini verdiği zaman, ona ayda 600 dirhem (frank) tahsis etti. Emri altında bulunan mutasarruflara, memurlara, katiblere, müezzlere vs.'ye de maaşlar tayin etti. Arazi ölçüm memurluğuna sahabeden Osman b. Hanif'i, Kufe kadılığına Abdullah b. Mesud'u ve Basra kadılığına da yine sahabeden Şureyh b. el­ Haris'i tayin ederek bunlardan Osman'a günde bir koyunun çeyreği ve beş dirhem, yıllık beş bin dirhem ve Abdullah'a ayda yüz dirhem ile günde bir çeyrek koyun ve Şurayh'a da ayda yüz dirhem ile on cerib (zahire ölçüsü) veriyordu. Bundan anlaşıldığına göre, Hz. Ömer, Ammar b. Yasir'i diğer memurların hepsinin üstünde tutuyordu. Bu ise Ammar'ın namaz ve asker üzerine görevlendirilmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü o zamanlarda valilik bu iki şeyle kaimdi. Hz. Ömer, Muaviye b. Ebu Süfyan'ı Şam'a vali tayin ettiği zaman kendisine yıllık bin dirhem maaş tahsis etti. Hz. Ömer valilerden hesap sorma işinde çok titiz davranırdı. Valilerin bir şeyden para kazandıklarını öğrenince ellerinde bulunan paraların yarısını Beytülmal'e devrederdi. Halifelik Emevilere geçince Muaviye valilere kendisine meyl ve bağlılıklarını kuvvetlendirmek için birçok ayrıcalık verdi. Örneğin Ziyat b. Ebih'i Basra, Horasan ve Sicistan'a vali tayin ettiğinde istediği kadar maaş almasına izin verdi. Mısır'a Amr b. el-As'ı tayin ettiği zaman ona da aynı izni verdi. Abbasiler de benzeri uygulamaları yaptılar. Üstelik Me'mün, tarafından Şark valiliğine (Şirvan'dan Türk ülkesinin arkadaki sınırlarına kadar olan yerler) tayin olan Fazl b. Sehl'e yıllık üç milyon dirhem (frank) tahsis edilmiştir. Yukarıdaki malumatla görüldüğü üzere, valilerin maaşları tek düze ve aynı oranda olmayıp valiliğin çeşidine, vilayetin büyüklüğüne ve önemine göre değişiyordu.


Vezirlik, Yarı Bağımsız Hükümdarlık (Emiru'l-ümeralık) ve Saltanat


Vezaret yani vezirlik, devlet makamlarının en büyüğüydü. Bu rütbe Müslümanların ortaya çıkardıkları veya icat ettikleri bir şey değildir. Abbasiler devrinde İranlılardan alınmıştır. Bununla birlikte vezirlikten amaç halifenin kendine destek olacak diğer bir kişiden yardım görmesi ise, bu durumda vezaret Islam'ın başlangıcında mevcuttur denebilir. Çünkü Hz. Peygamber kendisi sahabeye danışıp, genel veya özel işlerde onların görüşlerinden yararlandıktan başka Hz. Ebubekir'i bazı konularda adeta özel müsteşarı yapmıştı. Üstelik Islam'dan önce Rum ve İranlılarla ilişkilerde bulunup vezirlik makamını bilen Araplardan bir kısmı Hz. Ebubekir'i "Peygamberin veziri" diye adlandırırlardı. Hz. Ebubekir Hz. Peygamber'in yanında hangi mevki ve konumda bulunmuşsa, Hz. Ömer de Hz. Ebubekir'in, Hz. Ali ve Osman da Hz. Ömer'in yanında aynı konumda bulunmuşlardı. Ancak lslamiyet'in başlarında vezirlik memuriyeti bilinmiyordu.


Emeviler halifeliği saltanat şekline çevirerek, egemenliği siyaset ve deha üzerine bina edince, kabileleri kendi taraflarına çekmek ve yandaş yapabilmek için doğru görüş sahibi, yardımlarından faydalanacak kişilere gerek duydular. Bu amaçla görevlendirdikleri kişiler vezir makamındaydılar. Bununla birlikte gelişmelerden anlaşılıyor ki, o tarihlerde bu makamı işgal eden kişilere vezir adı vermiyorlardı.


Hilafet makamı Abbasilerin eline geçip de, ülke yükselmeye ve gelişmeye başlayınca devlet rütbelerinin önemi arttı. Bu arada vezirlik makamı da doğmuş, halifenin vekili olararak memleket işleri vezirlere devredilmiştir. Vezirliğe "muhasebat divanı" daha sonra halifenin sırlarına kimse vakıf olmaması için devletin önemli haberleşmeleri görevi de eklenerek söz konusu makam hem kılıç hem kalemi kapsayan büyük bir makam olmuştur.


Abbasilerde vezir adını alan ilk kişi Saffah zamanında bu göreve getirilen Ebü Seleme Hafs b. Süleyman Hemedani'ydi. Bu kişi lslam tarihinde de ilk vezir kabul edilir. lbn Hallikan "Ne Emeviler zamanında ne de diğer zamanlarda Ebü Seleme'den daha önce bu ad ile tanınmış kimse vardır" diyor. Ebü Müslim Horasani'ye "Emir-i Al-i Muhammed" dendiği gibi, Ebü Seleme'ye de "Vezir-i Al-i Muhammed" deniyordu. Bunların ikisi de İranlıydı. Islamiyet'te vezirlere güvenerek devlet işlerini ilk kez onların eline bırakanlar Abbasilerdi. İlk vezirler İranlılardan seçiliyordu. Abbasi vezirlerinin en ünlüleri Bermekilerdir. Bunlar zamanla devletin gücünü tamamen ele geçirerek baskı ve zorbalığa kalkışınca Harünürreşid'in emriyle ortadan kaldırılmışlardır.


Abbasiler zamanında vezirlik makamı birçok değişiklik geçirmiştir. Örneğin hicri dördüncü yüzyılda vezirin adına ayrıca "sahih" lakabı eklendi. Bu şekilde ilk çağırılan Ebu'l-Kasım İsmail b. Ebi'l Hasan'dı. Söz konusu vezir Buveyhilerden Müeyyed ed-Devle'nin veziriydi. Sahih adıyla biliniyordu. Kendisinden sonra vezir olanların hepsi de sahih adıyla isimlendirildiler.


Daha sonra Abbasilerde halifelerin güç ve egemenlikleri azalınca vezaretin de önemi kalmadı. Valilerden her biri ülkenin bir bölgesinde bağımsızlığını ilan ederek halifeler elinde bir şey bırakmadıklarından; halifelik adı var kendisi yok gibi olunca, vezirlik makamının da önemi kalmamış ve daha sonra onun yerine "emiru'l-ümeralık" makamı kurulmuştur.


Emiru'l-Ümera


Dördüncü hicri yüzyılda ve daha sonra Abbasiler'den ayrılan Hemdaniler ve Buveyhilerden bazı küçük Islam hükumetlerine Abbasi halifelerince verilen lakaptır. Emiru'l-Ümera bazen tamamen, bazen bir dereceye kadar bağımsız bir hükümdar halindeydi. Emiru'l-Ümera lakabını alan ilk kişi Hemdanilerden lbn Raik'ti. Bu kişi Basra ve Vasıt emiriyken Abbasi halifelerinden Razibillah tarafından (H. 324/M. 935) yılında Emiru'l-Ümera yapıldıktan başka memleketin işleri ve idaresi onun eline verilerek, minberlerde adının hutbede okunması emredilmiş ve kendisine hil'at giydirilip sancak verilmiştir. Ibn Raik'i "Bağdat padişahı" veya "Bağdat sultanı" adıyla çağırırlardı. Söz konusu lakap (H. 449/1058) yılına kadar Buveyhiler hanedanı tarafından kullanılmış ve bu tarihte Selçuklu Türklerine geçmiştir. Selçukluların birinci hükümdarı Tuğrul Bey'di (1040-1063). Ondan sonra devletin başına zamanın en büyük hükümdarlarından Alparslan (1064-1073) geçmiştir.

Emiru'l-Ümera lakabı Selçuklular'da (H. 547/1153) yılına kadar devam etmiştir. Bağdat üzerindeki kontrollerinin bitmesiyle birlikte bu lakap da üzerlerinden düşmüştür. Buveyhiler egemenliklerinin zirvede olduğu yıllarda Emiru'l-Ümera'yı kendileri tayin ederlerdi. Halifeler üzerinde, "reis-i rüesa" adıyla çağırılan bir vekil tayininden başka iktidar ve kuvvet bırakmamışlardı. Ancak Abbasi halifeleri, Selçukluların hakimiyetleri döneminde bu yetkilerini tekrar elde etmişler ve Emi­ru'l-Ümera'yı kendileri tayin etmeye başlamışlardır.


Abbasiler zamanında vezirlik makamının tarihi incelenecek olursa, vezirlerin devletin gerilemesi ve yıkılmasının önemli nedenlerinden biri olduğu ortaya çıkar. Halifeler bütün devlet işlerini vezirlere bırakarak bir tarafa çekildikleri için zamanla hakimiyetlerini kaybetmişler, güçsüz ve etkisiz bir hale gelmişlerdir.


Diğer lslam devletlerine gelince; Mısır'da hüküm süren Fatımilerin ilk veziri Yakub b. Yusuf'tu. Kendisi H. 368/978 yılında halife Azizbillah'ın veziri oldu. Endülüs Emevi Devleti'nde de vezirlik makamı Şam merkezli Emevilerdeki sisteme benziyordu. Bu devlette vezirlik halife tarafından, yardım ve görüşlerinden yararlanmak için atanan bir grup arasında ortaktı. Halife bu kişileri kendi meclisinde görevlendirirdi. Onlardan biri Abbasi Devleti'nde vezir makamında bulunan kişi gibi kendisine vekaletle devlet işlerini idare etmesi için seçilirdi. Buna önceleri "teşrifatçı-mabeynci" adı veriliyordu. Daha sonra vezir dendi. Endülüs devleti zamanında bu memuriyet Bağdat'taki Bermekilerde olduğu gibi belli bazı ailelere miras yoluyla geçen bir makamdı.


Vezaret-i Tefviz (Tam Yetkili Vezirlik)


Vezirlik, yukarıda belirtilen emaretle olduğu gibi iki çeşitti: Vezaret-i tefviz ve vezaret-i tenfiz. Vezaret-i tefviz; devlet işlerini eline alarak kendi görüş ve kararları ile işleri görmek üzere seçilen vezirdir. Devletin veziri tüm işleri eline alarak halife namına yetkilerini kullanırdı. Yalnız şu üç işe karışamazdı:


Veliahd tayinine, çünkü bu halifenin işidir.


Halife vezirin görevlendirdiği memurları görevden alabilirdi. Ancak vezirin halifenin tayin ettiği memuru görevden alma yetkisi yoktu.

İmamlıktan istifa halifeye ait bir haktı. Vezir buna karışamazdı.


Abbasilerde Bermekiler ve Yahya b. Eksem, lbn Fırat vs. Fatımilerde "emiru'l-cüyuş" makamı tefviz vezirlerindendi. Abbasilerde halifeler vezirlere kendi taraflarından istedikleri iş ve konularda doğrudan doğruya mühür basmak, emirler vermek gibi büyük yetkiler vermişlerdi. Harunürreşid'in mührü Bermeki Cafer'den alıp kardeşi Fazıl'a teslim ettiği sırada ortaya çıkan durum vezirlerin o devirde ne kadar geniş bir yetkiye ve etkiye sahip olduklarını açık bir biçimde gösterir.

Vezir Cafer b. Yahya'yla Harunürreşid'in amca oğlu Abdülmelik b. Salih arasında geçen bir olay Abbasi vezirlerinin geniş yetkilerini gösterir: Bir gün Cafer, bir eğlence meclisi kurmuş eğleniyordu. Abdülmelik aniden bu özel meclise girer. Cafer, Abdülmelik'in zevk ve sefanın her çeşidinin bulunduğu böyle bir meclise girmesinden ve kendisini zevk ve sefa içinde görmesinden utanarak kendisine çekidüzen vermek ister. Abdülmelik "Hayır, ben de bu zevk ve sefaya katılmak isterim. izin veriniz birlikte sohbet edelim" der. Bunun üzerine meclis çalgı, çengi ve eğlenceyle sürer. Çalgı, içki, neşe ve zevk devam eder. Herkesin çakır keyif olduğu sırada Cafer, Abdülmelik'e "Bu ziyaret ve sohbetinizle beni minneltar ettiniz. Görülecek bir işiniz, yapılacak bir emriniz varsa söyleyiniz, bütün gücümle hizmetinize hazırım" der.

Abdülmelik "Evet bir ricam var. Halife Harunürreşid bana biraz gücendi. Bu dargınlığı ortadan kaldırmanızı rica ederim." Cafer: "Harunürreşid'in hakkınızdaki dargınlığı bu dakikadan sonra yok olmuştur. Emin olunuz".


"Bir de on bin dinar borcum var."


"Bu borcu ben ödeyeceğim. Halife de bunun bir katını size verecektir."


"Oğlum lbrahim'i halifeyle akraba yapmak isterim o şerefe kavuşmak istiyorum."

"Halife kızı Galye'yi oğlunuza şimdiden vermiştir." "Oğlumun başı üzerinde emirlik bayrağının dalgalanmasını görmek isterim."


"Müminlerin emiri oğlunuzu Mısır valiliğine tayin etmiştir." Bu konuşmadan sonra Abdülmelik b. Salih oradan ayrılarak evine gider. Ancak Cafer bütün bu konuları halifeden izin istemeden kesin bir şekilde va ad etmişti. Ertesi gün Cafer Harünürreşid'in huzuruna çıkınca Harünürreşid geçen günü nasıl geçirdiğini sorar. Cafer nasıl vakit geçirdiğini anlatmaya başlar. Harünürreşid bir yastığa dayanmış olduğu halde Cafer'i dinler. Söz Abdülmelik'in o çalgı ve eğlence meclisine varınca Harünürreşid doğrulur. Cafer'e "Aşk olsun sana! Senden bir şey istedi mi?" diye sorar.


"Müminlerin emirinin rıza ve teveccühüne kavuşmayı rica etti."


"Peki sen ne cevap verdin?"


"Müminlerin emirinin rızası sağlanmıştır. Emin olunuz dedim."

"Ona olan kırgınlık ve küskünlüğüm yok oldu. Daha ne istedi?"


"10 bin dinar borcu olduğundan bahsetti. Ben de halife borcunuzu ödeyecektir, dedim."


"Bu borcunuzu da öderiz. Daha bir şey istedi mi"


"Evet ya halife' Oğlu İbrahim için sizinle dünür olmak istedi. Müminlerin emiri oğlunuza kızı Galye'yi verecektir, sözünü verdim."


"Bunu da uygun gördüm."


"Daha başka bir şey istedi mi?"


"Oğlunun bir valiliğe tayin olunmasını istedi. Ben de halife onu Mısır'a tayin edecektir dedim."


"Bu da olsun. Kendisini oraya vali tayin ettim." Harünürreşid bütün bu söyledikleri şeyleri derhal yerine getirdi.


Çoğu kez halifeler, vezirlere vezirlik memuriyetiyle beraber başka bir memuriyet daha verirlerdi. Nitekim Me'mün zamanında Fazl b. Sehl'e vezirlikle beraber "riyaset-i seyf' (başkomutanlık) de verilmiş, bu yüzden kendisine "zü'l-riyaseteyn" yani (iki reislik sahibi) lakabı verilmiştir.


Vezaret-i Tenfiz (Sınırlı Yetkili Vezirlik)


Vezareti tenfiz ile vezir olan kişinin görevi halifenin emirlerini uygulamaktan ibarettir. Böyle vezirler halife ile reayası arasında aracı olmak görevini yerine getirmekten başka bir şey yapmazlardı. Vali tayini, ordu hazırlama gibi konularda halifenin verdiği emirleri yerine getirir ve diğer önemli devlet işleri konusunda halifeye bilgi sunardı. Bu tür vezirlikle tefviz vezirliği arasında büyük fark vardır. Tefviz vezirleri oldukça geniş yetkili vezirlerdir. Tefviz vezirleri istediklerini görevden alabilirler. Devlet işlerini sınırsız bir yetki ile görüp gözetirlerdi. Bundan başka halife tenfiz vezirliği işleri için, biri savaş işlerine diğeri haraç işlerine bakmak üzere aynı zamanda iki vezir tayin edebilirdi. Oysa tefviz vezirliği işleri için bir vezirden fazla tayin yapamazdı.


Vezir Maaşları


Vezir maaşları zaman ve kişilere göre değişik miktarlarda ödeniyordu. Bununla birlikte yalnızca vezirlere değil onların kardeşlerine, çocuklarına, emri altındaki yakınlarına maaşlar verilirdi. Fatımilerde akraba ve yakınlarına aşağıdaki miktarda maaşlar veriliyordu:

Vezir için 5 bin dinar; kardeşleri ve çocuklarından her birine 200-300 dinar; yakın akrabadan her birine 300-500 dinar.


Vezirlere verilen mukataalarla, özel günlerde kendilerine verilen hediye ve hilatler bu hesaba dahil değildi. Şu durumda bir vezire gerek kendisine ve gerek akraba ve maiyetinde bulunanlara verilen maaşlar, -hediye ve hilatler ve mukataalar da eklenecek olursa- toplam yıllık 100 bin dinara ulaşır.


Saltanat


Sultan lakabı, Abbasi vezirlerine saygı için halifelerin emriyle verilen bir lakaptır. lbn Haldun, Cafer b. Yahya'ya sultan adı verildiğini belirtiyor. Bazı Arapça kaynaklardan anlaşılıyor ki, sultan lakabı bir zamanlar Bağdat ve Şam valilerine veriliyordu. Söz konusu valiler belki günümüz polis müdürüne ve belediye başkanına benzer bir konumdaydılar. Kimi kez de sultan kelimesiyle bizzat halife kastedilirdi. Ancak söz konusu kelime neye işaret ederse etsin, o tarihlerde mecazi anlamda kullanılıyordu. Çünkü saltanat bir resmi rütbe olarak ancak Gazneli Mahmud'un devrinde tanınmıştır. lslam'da resmen ilk sultan lakabını o kullanmıştır. Gazneli Mahmud H. 4. yüzyılın sonlarında söz konusu Emiru'l-Ümera lakabına bedel sultan lakabını almıştır. Muhtemelen Emiru'l-Ümera lakabı vezir adı gibi çok kullanılan bir halde görüldüğünden sultan kelimesine çevrilmesine gerek görülmüştür. Daha sonra sultan lakabı Selçuklular/ Eyyubiler, Memluklular, Osmanlılar vs.'den Türk, Kürt ve Çerkez hükümdarlarına da lakap olmuştur. Saltanat makamı vezirlik şeklindeyken intikalinde "irs" şart değildi. Ancak sonraları bir hükümdarlık biçiminde saltanat mertebesine çevrilince irs şart kabul edilmiş ve sultan ölmeden önce veliahd tayin etmeye başlamıştır.


Bununla birlikte lbn Haldun'un tabib Razi'nin hayatını anlatırken verdiği bilgilere göre Samanoğulları hükümdarları kendi padişahlarına "sultanü's-selatin" (sultanların sultanı) adını verirlerdi. Samanoğulları Gaznelilerden önce yaşadıklarına göre sultan lakabı daha önce de kullanılmış demektir. Sultan lakabının daha önce kullanıldığı doğru kabul edilirse Gaznelilere verilen bu lakabın Samanilerden geçtiğine inanmak gerekir. Ancak bizim bu konuda yaptığımız araştırmalar lbn Hallikan'ın söylediklerinden çok diğer görüşü yani Gazneli Mahmut'tan daha önce sultan lakabını hiçbir hükümdarın resmen kullanmadığını gösteriyor. Eğer böyle değilse o durumda Samanoğulları lslam'ı kabul etmeden önceki dönemde bu lakabı kullanmışlar demektir. Bundan dolayı, lslam'ı kabul ettikten sonra sultan lakabını ilk kullanan Gazneli Mahmud'dur demek doğru kabul edilebilir.


Söz konusu lakabın kullanıldığı dönemde kuvvet ve nüfuz sultanların elinde olmakla beraber yine de sultanlara, "sultan" lakabını veren halifelerdi. Bu lakabın halife tarafından verilmesi dini açıdan zorunlu görülüyordu.


Saltanat lakabının verilişi çok parlak ve görkemli törenlerle yapılırdı. Halife kendisine sultan lakabını verdiği kişiye 7 hilat bağışlar, ona gerdanlık, taç ve iki bilezik giydirir, eline sancak teslim eder, kendisine kılıç kuşatır, adına hutbe okuturdu. Örneğin Abbasi halifelerinden Mustazhirbillah Bağdat'ta Muhammed b. Melik Şah'a kardeşi Sencer'in huzurunda "sultan" lakabını verdiği zaman Mustahzir, omuzunda Peygamber'in hırkası ve başında hilafet sarığı (destar-i hilafet) ve elinde saltanat asası olduğu halde, başında taçla hilafet tahtına oturarak, sultan Muhammed'e özel bir törenle hilatler, gerdanlık, taç, bilezik giydirmiş ve eline sancak vermiş, belinede iki kılıç kuşatmış, tam donatılmış beş at hediye etmiş, Bağdat büyük camiinde sultan adına hutbe okutmuştu. Hükümdarlara sultan lakabı verilmesi töreni yapıldığı sıralarda halifeliğin onlarla desteklenip güçlendiğini göstermek üzere kendilerine "nasirü'd-devle", seyfü'd­ devle", "azdu'd-devle" vs. gibi lakaplar da verilirdi.

 



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Anadolu'da Yaşam | Bozkır | TRT Belgesel

Mardin Ulu Camii

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak