24 Ocak 2023 Salı

Türk Soylu Halklarda Tabiat ve Tabiat Unsurları-3

 


Ateş


Bir Yakut efsanesinin kahramanı “Ateşin nereden gelir, onun vazifesi ve gücü nedir, onu kim yaratmıştır?” diye sorar ve sonunda, ateşin süt beyazı tahtında oturan Gök Tanrı “Ürün Ai Toyon”un oğlu olduğu sonucuna varır. Ateşin doğduğu yerin gökyüzü olduğu inancı, Altay halkları arasında oldukça yaygındır.


Bu tasavvurun temelinde nelerin yattığını, ateşin kökeni hakkındaki efsanelerden anlamak mümkündür. Turuhansk bölgesindeki Tunguzlar, ateşi gökten yeryüzüne ilk indirenin “gök gürültüsü kuşu” olduğuna inanırken, Yakutlar ateşi insanlara verenin göğün üçüncü katında yaşayan “Ulu toyon”un olduğuna inanırlar. Ulu Toyon’un “ateş kuzgun”u ise Yakut inançlarında yıldırım anlamına gelir. Balagansk bölgesi Buryatlar ise, insanlara ateşi armağan eden ve ateşin koruyucu ruhu olan “Galta ulan tengri” (galta ula: yanardağ) isimli bir tengeriye inanırlar. Bu tengri, aynı zamanda yıldırımın ve sıcağın da cini (ruhudur) olup, istese otları kökleri, nehirleri de kaynaklarıyla beraber kurutabilecek kadar kudretlidir. Bir Buryat efsanesine göre de “Sagadai Ubugun” isimli kahraman bir yıldırımın çıkardığı yangından ilk ateşi almış ve o zamandan beri insanlar ateşi kullanmaktadırlar. Altay Tatarları, insanların ilk atalarının sadece bitki ve meyve yediklerini ve ateşe ihtiyaçları olmadığı içinde ateşi bilmediklerini anlatırlar. Zamanla yedikleri değişip, yemek pişirmeye başlayıp, ateşe ihtiyaç duyduklarında, Baş Tanrı Ülgen, biri beyaz, biri siyah iki taşı birbirine sürterek gökyüzünden yeryüzüne bir kıvılcım sıçratmış ve kuru otların üzerine düşen bu kıvılcımla insanlar ateşe sahip olmuşlardır.


Buryat büyücüsünün terennüm ettiği bir ilâhide, ateşi “gündüz göğünün ortanca, gece göğünün de en küçük oğlu” olması ile tazim eder. Benzeri şekilde Yenisey Ostyakları da atalarının ateşi bir yıldırım vasıtasıyla gökyüzünden almış olduklarına ve bir büyücünün onlara ateşten nasıl faydalanacaklarını gösterdiğine inanırlar. Rivayete göre ilk başlarda bütün kabilenin tek bir ortak ateşi vardı ve herkes ihtiyacı kadar bu ateşten alırdı.


Bazı efsanelerdeyse ateşin yaratıcısı olarak zeki bir havyan vardır. Buryat efsanelerinde geçen bu tarz bir bilge hayvan, aslında bir zamanlar insan olan kirpidir. Daha hiç kimsenin, hâtta tanrıların bile ateşi bilmedikleri çok eski zamanlardan birinde, bütün herkes toplanıp, “kirpi”ye bazı konularda fikir danışmak isterler.” İlginç görünümüyle, bazı kimselerin alay etmesine son derece öfkelenen kirpi, sırlarını kendi karısı dışında hiç kimseye söylememeye karar verir ve ona da bunları kimseye söylememesi şartıyla anlatır. Kirpi, karısına nerelerde çakmak taşı bulunacağını ve bununla nasıl ateş yakılacağını anlatırken, tanrıların “kirpi”yi gizlice dinlemesi için gönderdikleri bir doğan kuşu, konuşulanları tanrılara ulaştırır. İnsanlar da böylelikle ateşin nasıl yakılacağını tanrılardan öğrenirler. O zamanlar insan olan kirpinin soyundan gelenler, daha sonra bildiğimiz kirpi hayvanına dönüşürler.


Aynı efsaneye bazı Doğu Avrupa halkları arasında rastlandığı gibi, meselâ Votyaklar arasında, kirpinin bir toplantıda insanlar ve hayvanlara nasıl taş, demir ve kav ile ateş yakılabileceğini gösterdiği anlatılır. Buna mukabil, Altay efsanelerinde bu bilge hayvan kimliğini kurbağa üstlenir. İnsanların ateş yakmak için gerekli malzemeleri nereden bulacaklarını bilmeyen Baş Tanrı’ya “dağlarda taş, kayınlarda kav” var diyerek yol gösteren kurbağadır. Teleüt efsanelerindeyse, büyük bir toplantıda insanlara ve hayvanlara aynı tavsiyeyi veren “Korbolko” adındaki bir kuştur. Bir başka Buryat efsanesinde ise, kırlangıcın Gök Tanrının ocağından bir parça ateşi çalıp, gagasıyla insanlara getirdiğinde, Gök Tanrı bu ateş hırsızını cezalandırmak için attığı tokadın kırlangıcın kuyruğuna isabet etmesiyle, kırlangıcın kuyruğu kırılıp, çatal şeklini almış olduğu şeklinde anlatılır. Yakutlar arasında anlatılan bir başka hikayede de can sıkıntısından taşları birbirine çarparak vakit geçiren bir ihtiyardan bahsedilir ki, ihtiyarın taşları birbirine sürterek çıkardığı kıvılcım, etrafta çalılıkları tutuşturup, gittikçe büyüyüp, ancak yağmur yağdığında sönen bu ateşi seyretmek için bütün insanlar yangın yerine toplanırlar. Bu sayede insanlar ateşin nasıl yakılacağını ve suyla söndürüleceğini öğrenmiş olurlar. Moğollar içinse ateşin; “demir babası, taş ise anasıdır”


Yukarıda mevzubahs edilen efsanelere göre ateşin ya gökyüzünden indiği veya taşın sürtünmesinden hasıl olan kıvılcımdan ortaya çıktığına dair iki temel inanç hakimdir.

Moğollar, dualarından bazılarında ateşin “Khangai Han” ve “Burkhatu Han” dağlarının zirvelerinde yetişen karaağaçlardan geldiğinden bahsederler. Bununla, muhtemelen tahta ve taşların sürtünmesi yoluyla yakılan ateşi kastetmektedirler ki, bazı yerlerde de ateşin çok eski zamanlarda yer ve göğün birbirinden ayrıldıkları zamandan beri var olduğuna inanılır.


Çeşitli yollarla yakılan ateşlerle, kendiliğinden oluşan ateşlere farklı yaklaşıldığını gösteren bir çok örneğe rastlanılır. Yıldırım düşmesi sonucu oluşan ateşe olmasa da, meselâ sürtünme yoluyla yakılan ateşe sihirli güçler atfedilir. Eski Arap kaynaklarında Türk boylarının ateşe taptıklarının bildirilmesi, genel olarak Altay halklarının ateşe özel bir değer verdiklerinden anlaşılmaktadır. Plano Carpini, ateşe yakın bir yerde et kesmenin veya ateşin yakınında bıçakla tencereden et almanın Moğollarda günah sayıldığını nakleder. Bıçakla ateşi karıştırmak ise bundan daha da büyük bir günah sayılır, zira keskin bıçağın ateşi yaralayacağına inanılır. Ateşe kirli, kötü kokulu veya ateşin gücünü ve parlaklığını azaltacak şeyler atılmamalıdır. Ateşe tükürmek veya su dökerek söndürmekse yasaktır.


Ateş konusunda Yakutlar da aynı derecede hassastırlar. Onlarda ateşin keskin ve sivri cisimlerle karıştırılması, üzerine ayakla basılıp veya su dökülerek söndürülmesi yasaktır. Ateşin, “çam ormanlarını kendilerine verilmiş bir hediye olarak kabûl ettiğine, bataklık ormanlardan beslendiğine ve geceleyin kuru ağaçlarda dinlenip” aynı zamanda insan dilini anladığına inanılır. Bu sebeple ateşe bağırmak veya azarlamak kötü bir şey olarak addedilir. Bu kurallara sadece Yakutlar değil, Altay Tatarları, Tunguzlar ve diğer pek çok Sibirya halkı da sıkı sıkıya riayet ederler. Aino kabilelerinde de ateşi yaralamak veya onu kirletecek şeyler yapmak-meselâ, tükürmek veya piposunun küllerini ocağa dökmek gibi- davranışlar yasaktır. Jurak Samoyedleri de ateşe pis şeylerin atılmaması konusunda oldukça titizlenirler, hâtta üzerine basılmış odun parçalarını bile ateşe atılmasına razı olmazlar. Bunun dışında ateşe vurulması veya üzerinden geçilmesi de yasaktır. Ob ve İdil nehirleri boyundan başlamak üzere, Baltık kıyılarındaki Fin kökenli kabileler arasında görülen bu inançlar, bunların kalıntıları sayılabilecek bazı İndo-Cermen ve diğer Avrupa halkları arasında da görülür.


Ateşe ilişkin bu tarz hassasiyet, sadece evlerdeki ocak ateşleri için değil, avcıların yaktıkları kamp ateşleri için de geçerlidir. İlkel topluluklarda ateş, insanların ışık ve ısı kaynağı olarak hayatî bir öneme sahip olmakla, ateşe atfedilen kutsallığın kökeninde hiç şüphesiz bu hayatî önem vardır. Ancak bunun yanında ateşin o esrarlı karakteri ve hepsinden önemlisi yok edici gücü, insanlarda korkuyla karışık bir saygı yaratmıştır. Kırgızlar, “hiçbir şey ateşten daha güçlü değildir” derken, Sibirya’nın kuru yaz mevsiminde çok geniş alanları yok edip, insan ve hayvanları açlık ve yok oluşun eşiğine getiren orman yangınları hiç şüphesiz ateşin yok edici gücünün ispatıdır.


Bu yangınların sebebi olarak her hangi bir sebeple ateşin öfkelenmiş olması gösterilir. Ateşin, bir çok bölgede hastalıkları başlatabileceğine olan inanç şekli, ateşin öfkesini başka yollarla gösterebileceğine delil teşkil eder. Bundan hareketle Yakutlar, ateşe kötü davranan çocukların “ateş öfkesi” denilen hastalığa tutulduğuna inanırlar. Bu hastalık Finliler arasında da aynı isimle anılır. Ateşe tükürmekten özellikle kaçınılmalıdır, zira bunu yapan kişinin dudakları ve dilinde sivilceler çıkar. Teleütler ise, eğer annelerini ateşi kızdıracak olurlarsa, çocukların boyun ve kafalarında ateşli lekeler çıkacağına inanırken, Moğollar da bazı deri hastalıklarının ateş tarafından getirildiğine ve ocaktaki ateşin belli bir sebep olmadan kendiliğinden söndüğü takdirde, bunun ateşin öfkelenmiş olduğunun işareti olduğuna inanırlar.


Işık ve ısı kaynağı olmakla, yemek pişirmenin yanında ateşin başka birtakım özel görevleri de vardır. Ateş ve dumanının iyi bir temizlik maddesi olduğu inancıyla, avcılar sık sık silahlarını ve avladıkları hayvanları ateşin dumanında tütsülerler. Yakutlar, kirlenmiş olduğunu düşündükleri bir gölde balık avlamadan önce, yıldırım düşmüş bir ağacın kıymıklarını yakıp, tütsüleyerek gölü temizlediklerine, Buryatlar, cenaze törenlerinde çadırın önünde yakılan bir ateşin üzerinden atlayarak arındıklarına inanırlar. Aynı gelenek bir çok başka Sibirya halkı arasında olup, sözün gelişi bütün köy olmasa da, en azından ölenin yakınları dumanla arınmalıdırlar. Orta Asya halkları her hangi bir şekilde, meselâ ölen kişiye dokunarak veya temas ederek kirlenmiş olan bütün insan, hayvan ve eşyaları yakılan iki ateşin arasından geçirerek arınacağına inanırlar. Ruysbroeck, ölen kişinin eşyalarının ateşle arınma yapılana kadar diğer insanların eşyalarından ayrı tutulduğunu belirtir. Ateş ve duman yardımıyla, kadınlar da doğum sonrası arınarak temizlenmeye dair inançları, Turuhansk bölgesinde kadınların doğumdan sonra üç defa ateşin üzerinden atlaması, Tunguzlarda kadının bu ritüeli çıplak olarak yapması şeklinde icra edilir. Bu esnada kadının elbisesi de ateşte yakılır ve kocası ona yeni bir elbise alır. Kadın doğumdan sonra kirli sayıldığı için, bir ay boyunca ateşe yaklaşması menedilmiştir, aksi hâlde ateşin ruhu onu kısırlaştırır. Burada dikkâtimizi çeken husus, normal zamanda ateşin üzerinden atlamak veya ateşe pis bir şeyler atmaya izin verilmezken, arınma ayinlerinde buna izin verilmiş olmasıdır.


Ateşin hastalıklardan korunmada da çok önemli bir rolü vardır. Salgın hastalık dönemlerinde Yakutlar, mümkünse yıldırım düşmüş bir ağacın kıymıklarından sürtme yoluyla bir ateş yakıp, bu ateşle evler, insanlar ve hayvanları arındırırlar. Hayvanlarda eğer hastalık görülecek olursa, hayvan ahırlarının önünde yeni bir ateş yakılır ve hayvanlar bu ateşin üzerinden geçirilip, üzerlerine kavrulmuş un serpilir. Rusya genelinde Tatarlar ve Çuvaşlar arasında uygulanan bu gelenek hakkında Teleüt ve Yakutlar, bu geleneği Ruslardan öğrendiklerini söylerler. Çok yaygın olan bir başka gelenekse, yazın sıcak günlerinde köyün bütün evlerindeki ateşleri söndürüp, sonra açık bir alanda yine sürtme yoluyla yeni bir ateş yakılmasıdır. Bu ateşten herkes evine bir parça götürüp ocaklarını bu yeni ateş ile tekrar yakarlar. Bu gelenek, İdil boyu Fin kabileleri arasında ve dünyada muhtelif halklar arasında da uygulanmaktadır.


Bazı eski kaynaklarda Türk Tatar hükümdarlarının yabancılarla ilişkiye girdiklerinde, ateşi kendilerini koruyan bir güç olarak gördüklerinden bahisle, Bizans vekayinâmelerinde İmparator Jüstinyen’in elçileri Büyük Han’ı ziyaret etmek için İrtiş nehrinin kaynağının bulunduğu bölgeye geldiklerinde, Büyük Han onları ancak iki ateşin arasından yürütüp, bir nevi temizlendikten sonra kabûl ettiği anlatılır.


Bu arınma merasimlerinin çoğu, zararlı ve kötü ruhları kovma maksadına matuftur. Ölüler, geceleri evlerini aradıkları için ateş geceleri özellikle söndürülmez. Ateşin koruyucu gücüne dair bu tasavvurun kökeni çok eski dönemlere, insanların ateşi gecenin tehlikelerine (vahşi hayvanlar v.s.) karşı bir emniyet tedbiri olarak kullandıkları dönemlere dayanmaktadır. Hayvanlar nasıl ateşten korkarlarsa, sık sık hayvan suretine giren kötü ruhların da ateşten korktuklarına inanılır.

İlkel halkların inanç ve gelenekleri incelendiğinde, hayvanlar hakkında edinilen tecrübelerin, sık sık ruhlar dünyasına da aktarılmış olduğuna şahit oluruz.


Altay halklarının bazılarında yemin edilirken, Yakutlar da görülen biçimiyle, söylediklerinin doğruluğuna şahit olarak, ateşe doğru eğilerek, ateşin yardımına veya şahitliğine başvurdukları görülür. Fin kökenli Ostyaklar, ateşin şahitliğinde yemin ederken; “ateşin gücünün yarattığı korkunun, yemin edenin doğruyu söylemesini sağlayacağına inanırlar. Jurak Samoyedleri ise yemin ederken ateşe bir bıçak sokarak; “Eğer suçlu isem, ateşin ihtiyar büyükannesi beni yesin” derler. Yakutlar, sohbet esnasında ateş bir anda parlayacak olduğunda, anlatılanların gerçek olduğuna dair bir işaret sayarlar.


Ateşin durumunun bazı şeylerin işareti olduğuna dair inanç, meselâ ateşten fırlayan bir kömür parçasının ateş başında oturan bir kişinin kucağına düşmesi, Yakutlarda hayırlı bir şeyin gerçekleşeceğine yorulur ve kucağına kömür parçası düşen kişi, bunu öpüp başının üstünden fırlatır. Arap seyyahlar, bir Türk hakanının adına yakılan ve önünde kurbanlar kesilen büyük bir ateşle, bu ateşin başında dualar edilip, aynı zamanda alevlere bakarak kehanetlerde bulunulduğunu, alevler yeşil ise, senenin yağmurlu ve bol bereketli geçeceği, alevler açık renkli ise, mahsulün kötü olacağı, kırmızı ise savaş çıkacağı, sarı ise hastalık ve Hakanın ölümü veya uzun bir yola çıkılacağı anlamına geldiğinden bahsederler. Evdeki ocağın ateşinin aileyi koruduğu tasavvuru çok yaygın ve anlaşılır bir inanıştır. Sibirya halkları için ocak ateşi, bir aileyi veya akrabalar grubunu tanımlayan en belirgin özelliktir. Yabancılara, aile evinin ocağının (ateşinin) başında ağırlanma şerefi verilmemesi, ocağın aile için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Hâtta Altay Tatarlarında, başka bir soya gelin giden evin kızı bile, ateş başında ağırlanma hakkından mahrum olduğu gibi, Yakutlarda, yabancı bir soydan olanlar, ocak ateşinin ışığının önünden geçmesi bile sakıncalıdır. Aynı şekilde damat da, gelin için belirlenmiş bedeli ödemedikçe, gelinin evindeki ocağın ateşinden sigarasını bile yakamaz. Teleütler ve Buryatlar yabancı bir kabileden, ancak hiçbir çare kalmamışsa ateşi “ödünç” alabilirler.


Eski dönemlerde ateş yakmak zahmetli bir iş olduğu için, ocağın ateşinin sönmemesi ve sabah kolayca canlandırabilmek için ateş geceleyin küllerle örtülürek ciddi bir çaba harcanırdı. Yakutlar bunun için “ateşin uyuması” ifadesini, Buryatlar da bir bilmecelerinde geçen “üstü gümüş, içi altın” ifadesiyle üstü örtülen ateşi kastederlerdi. Ocaktaki ateş her hangi bir sebepten sönecek olduğunda, komşulardan ateş alınırsa da, ateşin sönmesi genel olarak uğursuzluk, canlı ve devamlı olması da bütün aile için mutluluk ve şans anlamına gelir. Altay Tatarları yeni evlilerin evine tahta getirip, bunu ocağın üstüne koyarken “ateşin hiç sönmesin” dileğinde bulunurlar, çocuğu olmayan bir Buryat “Ocağımın ateşi sönüyor” diye şikayet eder. Kafkas halkları arasında düşmana söylenebilecek en kötü beddua “ocağının ateşi sönsün” şeklindedir.


Altay Tatarları ve Buryatların eski geleneklerinden biri de, bir yerden bir başka yere göç edecekleri zaman ocağın küllerini de yanlarında taşımalarıdır. Böylece yeni gittikleri yerde eski ateşi tekrar yaktıkları gibi, (Anlaşılacağı üzre burada da ailenin devamlılığı sağlanmış olur) yeni bir eve geçileceği zaman da ateş aynı şekilde bir evden diğerine taşınır. Ailenin en yaşlısı, bir küreğin üzerine konmuş olan korları yeni eve taşır ve “ateş ana”ya edilen dualar eşliğinde yeni evin ocağına koyar. Erkek kardeşler evlerini ayıracak olduklarında, eski ateş ailenin genç erkeğinde kalır ki, bu geleneğin kökeninde, Ruysbroeck’in eserinde de anlatmış olduğu gibi “aile ocağının (evinin) evin en genç oğluna miras kalması” geleneğine dayanır. Ama bunun yanında, baba evinden ayrılan oğulların ocağın ateşinden almalarına ilişkin benzeri geleneklere İdil boyu Fin halklarıyla, İndo-Cermen halkları arasında da rastlanır. Buryatlar, kurban törenlerinden dönerken, tören ateşinden bir parça alır ve evlerindeki ocağa koyarlar.


Ateşe sunulan kurbanlar hakkında ise bahsedilecek çok şey vardır. Aileye dışarıdan katılan biri, öncelikle ateş için bir kurban vererek, ateşi kendi ocak ateşi olarak kabûllenmelidir. Orta Asya’nın bir çok yerinde, gelinin evlenirken kocasının evine bir kurban vermesi geleneği vardır. Torgutlar ise, eve gelen gelin ateşe doğru üç defa eğilip, ateşe tereyağı ve yağlı başka yiyecekler sunmak zorundadır. Genç kadın ocağın önüne serilen bir keçe örtünün üzerine oturup, ona verilen yağlı yiyecek maddelerini üç defada ateşe atar. Te-leütler ise, geline eşlik eden refakatçilerle ocaktaki ateşin üzerine alevler bacaya çıkana kadar tereyağı dökerler. Teleütlerdeki evlilik töreninin ilginç ritüellerinden biri de, evin ocağını temsil eden, içleri oyulmuş üç adet taş ocağın dibine yerleştirilir. Bunların içleri beyaz ve kırmızı kurdelelerle süslenmiş söğüt dalları ve tereyağı ile doldurulmuştur.


Bu taşlar sadece evlilik ve kurban törenlerinde kullanılır, onun dışında evin ocağının arkasında muhafaza edilir ki, bu üç taş, aile evinin ilk ocağını temsil eder. Buryatların dualarında “üç ocak taşı”ndan bahsederler ve üç köşeli ocak Teleütler için kutsaldır. Altay Tatarlarında ise, gelinin saç örgüleri çözülürken, damadın akrabalarının ateşe at yağı atmaları ve ateş harlandığında dualar ederek, ocağın etrafında üç defa dönme geleneği vardır. Bu ritüel, gelini artık yeni ocağına teslim ettikleri ve onun için mutluluk ve zenginlik, ahırlarının yeni hayvanlarla, evinin de çocuklarla dolup taşma temennilerinin ifadesi olup, ancak bundan sonra genç kadın ailenin bir üyesi sayılır ve artık o da ocak ateşine sunu yapmaya hak kazanır. Bazı yerlerde gelin, kocasının evine girdiğinde ocağın önünde yere kadar eğilir ve geline “ocağının ateşi asla sönmesin” dileğinde bulunulur. Bir başka geleneğe göre de damadın evine gelen gelin, ilk olarak ocağa bir parça tereyağı veya üç ağaç parçası atıp, ateşe üfler. Goldelerde gelin eve girdiğinde, ateşe öğütülmüş buğday, damıtılmış içki ve tütün atarken; “Ateş ana, gelinimize güzel bir hayat ver, bol çocuk ihsan et” diye dua ederler.


Bazı halkların geleneklerinde ateşe düzenli şekilde bir şeyler sunulduğu görülür. Meselâ, bazı Altay halkları ve Moğollar, her yemeğin ilk lokmasını ve içeceğin ilk yudumunu ateşe sunarken, Teleütler, yeni ay doğduğunda ateşe tereyağı dökerler. Buryatların inancına göre, inançlı kişiler bir şeyler yiyip, içerken bundan bir parçasını ateşin ruhuna sunmalıdırlar. Teleütlerin inancına göre, bir kişi içki içerken, bundan birkaç damlasını ocağa dökmeli, eğer et yiyorsa bir lokmasını veya eğer bir kuzu kurban ettiyse, kafa derisinden kestiği üçgen şeklinde bir parçasını ateşe atmalıdır. Kurban törenlerinde de bir parça et, ocakta kurban etinin pişirildiği tencerenin altına konarak yakılır. Moğollar ve diğer Orta Asya halklarında ateşe gündelik sunular sunma geleneği vardır.

Yakutlarda ev halkı tarafından gündelik hayat içinde ocak ateşine gösterilen ihtiram ritüelleri yeralır. Yemek saatlerinde özellikle de akşam yemeklerinde, geleneklere uygun olarak ateşe yiyecek ve içeceklerden bir parça atılır ve bu sunu yapılmadan yemeğe başlanmaz, zira inanışa göre yemeğin “ilk lokma, ilk kaşık veya ilk yudumu” ateşe aittir. Başka Tanrılara şükran sunulurken de, ocak ateşi ihmal edilmez ve damıttıkları içkilerin ilk damlalarıyla, Soyotelerde görüldüğü biçimiyle içilen içeceğin ilk yudumu ateşe verilir. Goldeler, evde olduğu gibi, ava çıktıklarında da ateşe sunu yapıp, pişirdikleri yemeğin ilk birkaç parçasını ateşe atarlar.


Başka vesilelerle de ateşe sunuda bulunulur. Meselâ Yakutlar, herhangi bir hastalığın ateşten kaynaklandığını düşünürlerse, ateşin ruhuna bazı sunularda bulunarak yatıştırmaya çalışırlar. Kazan Tatarlarının inanışlarına göre, ateşe tüküren çocuğun ağzından sarı köpük gelirse, ev ahalisi hiç bir şey söylemeden ateşin yanına gidip, ateşe bir miktar tereyağı dökmelidir. Yakutlar, ateşin şehadetine yemin ettiklerinde veya evcilleştirmek üzere evlerine yeni bir hayvan getirdiklerinde ateşe sunuda bulunurken, kadınları da yeni doğan çocuk için verilen yemekte “ateşe de bir şeyler vermek lâzım, yoksa başımıza belâ gelir” sözleriyle, ateşe tereyağı ve içki dökerler.. Altay bölgesinde gelin için verilen başlık parasının ödenmesi esnasında da ocak ateşinin özel bir yeri olup, gelin kocasının evine giderken, baba evindeki ocak ateşiyle özel bir merasimle vedalaşır.


Bazı durumlarda ateşe kurban da sunulur. Dörbörtler, yurtlarının (çadırlarının) Doğuya bakan tarafında yere serdikleri keçe bir örtünün üzerinde bir koyun veya kısrak –ama kesinlikle dişi bir hayvan- kurban ederler. İnanışlarına göre annesi, babası veya kardeşini kaybetmiş bir kişi kurban kesemez. Soyote ve Altay Tatarları üç yılda bir yerine getirdikleri gelenekleri arasında, ocak ateşi için kurban kesme geleneğine sahiptirler. Kudinsk Buryatlarıysa, kurban törenini yurt içerisinde sunulan kurban parçalarını üç ocak taşının üzerine koyarak yerine getirirler.


Buryatların zaman zaman çok özel törenlerle ateşe ibadet ettikleri de vakidir. Bu törenler esnasında, ocağın etrafına bir ip çekilip, ip yurdun (çadırın) dört direğine bağlanarak, bu ipe muhtelif renkte bez ve kurdeleler asılır. Bu renkler yönlere göre değişir, ocağın sağ yanına beyaz, soluna mavi, kuzeyinde kırmızı kurdela yeralır. Güney yönüne asılan kurdela rengi hakkında ne yazık ki malûmat yoktur. İbadet törenine, beyaz bezlerden birinin üzerine bir insan sureti resmedilmiş beyaz bir beze küçük yay ve ok asılarak başlanır. Kurban edilecek koyun veya kısrak, çoğunlukla çadırın içerisinde kurban edilir. Bunun dışında ocağın ruhuna üzerine renkli kurdeleler ve üç bakır parçası takılmış bir ok sunulur. Bu ok, törenin bitiminden sonra yurdun (çadırın) duvarında, Buryatların kendi kutsal Tanrı resimlerini –Ongonlarını- sakladıkları yerde muhafaza edilir. Kurban edilen hayvanın ön tarafı ateşin ruhuna sunularak, dua edilip, kurbanın kabûlü dileğiyle son bulur. Kurban ayinlerinde uygulanan ve çok nadir rastlanan bir başka ritüel de, törende bulunanlardan birinin elinde bir bıçakla kapı ile çadırın ön direği arasında durup; “yukarı çıkmak istersen, sana izin vermem, aşağı inmek istersen, sana izin vermem, kapıya gitmek istersen, sana izin vermem” diye bağırarak, bıçağı çadırın ön direğine saplamasıdır. Bu tören hakkında bilgi veren kişi, bu ritüelin ne anlam ifade ettiğini belirtmemiş olmasına rağmen, muhtemelen ateşi zaptetmek ve gitmesini engellemek maksadı taşıdığı anlaşılmaktadır. Ateşin, ne çok fazla harlanıp yükselmesine, ne de geçip sönmesine izin verilmediği gibi, aynı şekilde çadırın dışına doğru yayılması engellenir ki, bu ritüel de bununla ilgili olsa gerektir. Ateşi yatıştırıp, sakinleştirme çabası, Norveç’te rastlanan bir geleneği hatırlatmakta, buna göre, üç kral yortusundan sonra kutlanan “Ateş Bayramında”, evin hanımı ateşin şerefine kadeh kaldırıp, içtikten sonra, kadehdekinin birazını ocağa dökerek; “bu yüksekliğe kadar ateşim, daha yükseğe değil” biçiminde temennide bulunur. Buryatlar ateş için kurban verdiklerinde, üç gün üç gece boyunca yurttan (çadırdan) dışarı süt ve ateş çıkartmazlar.


Yukarıda değinildiği üzere, ocağın etrafına asılan bez ve kurdelelerin renkleri dört ana yönü ifade etmektedir. Bundan hareketle, bir kurban sunağı işlevi de gören evin ocağının aynı zamanda “dünyanın göbek deliği” veya “dünyanın merkezi”ni ifade ettiği anlaşılır ki, muhtemelen bu inancın kökeni, ateşin ruhuna adanmış olan ok motifiyle, Hindistan’a dayanmasıdır. Bir başka Buryat ayininde, (Alarsk bölgesi Buryatlarında) ateşe sunu yapılan törenlerde yine bir okun varlığına rastlıyoruz. Bu törende, içine bir okun konmuş olduğu kaymak dolu bir kap, tören boyunca ocağın yanında durur. Kaymak, töreni takip eden üç gün içerisinde yenirken, ok kabın içerisinden hiç çıkartılmaz. Geleneklere göre bu üç gün içerisinde yurda (çadıra) dışarıdan hiçbir şey, hâtta su bile giremez ve dışarı hiç bir şey çıkartılmaz. Eğer kurban töreni düzenlenecekse, öncelikle yurdun içinde bir yabancıya ait herhangi bir şeyin olup olmadığına dikkât edilip, böyle bir şey varsa, bu eşya hemen sahibine iade edilir. Buryatlar bunu; “yabancının kendi eşyası sanarak, o yurda ait bir şeyi yanlışlıkla alıp gitmesini önlemek” olarak açıklarlar. Çoğunlukla yurtta kurban töreni düzenleneceği zaman, o yurtta herhangi bir eşyası olanın törenden önce gelip eşyalarını almaları için önceden herkese haber verilir.


Buryatların bu ve benzeri törenlerde yer verdikleri bu okun ne ifade ettiğini, ne yazık ki bize anlatılan tanıklıklardan öğrenememekle birlikte, ateş ruhunun resminin olduğu beze asılan ok ve yay, aklımıza Hind mitolojisindeki ateş tanrısı Agni’yi ve onun ok ile yayıyla, bu okların ateşten fırlayan kıvılcımları temsil ettiğini akla getirmektedir. Bu noktada Buryatların ateş kültünde, yabancı kültür öğelerinin bulunması şaşırtıcı görünmemektedir.


Moğolların da senede en az bir defa –genelde sonbaharda- ateşe bir koyunun iç organlarını kurban ettikleri dua etmesi için bir de “Lama” çağrıldığı, Lama “Ateş kitabından” dualar okurken, çocuklar da dua süresince ateşe tereyağı atıp; “khurui, khurui!” diye bağırdıkları, keza evlilik kutlamasında “Ateş ana”ya sarı başlı bir koyun kurban edildiği anlatılır. Soyoteler ise, ateşe alaca renkli bir keçi kurban ederler. Ancak en yaygın ibadetler, ateşe tereyağı ve eritilmiş iç yağı sunulması olup, bunun sebebi de ateşin kendi yanışını harlayacak ve parlatacak kurbanları daha çok tercih ettiğine inanılmasıdır.

Ateşe yönelik sunulanlar sadece bunlardan ibaret değildir. Başka bir tanrıya sunulmuş veya adanmış şeyler de ateşe atılabilir. Meselâ Beltirler, Gök Tanrı’ya beyaz bir hayvan kurban ettiklerinde, bu hayvanın kemiklerini ve artıklarını hâtta derisini ve kurban etinin üzerinde parçalanmış olduğu tahtalar ateşe atılırken, Orta Asya ve İdil havzasında bazı Türk kabileleri arasında, Gök Tanrı’ya verilen kurbanın tamamı ateşte yakılır. Görüldüğü üzere, başka tanrılara sunulan kurbanlar bile ateş aracılığıyla sunulmakta, sunulmasa bile, ateş her halûkarda kendi payını almaktadır. Burada hâkim olan; “eğer ateşin yardımına güvenmek istiyorsan, ateşi de unutmamalısın” fikridir. Yakut halk inançları üzerine araştırma yapanlardan Priklonskij’nin ifadesiyle ateş, burada tanrıların kendilerine sunulanları aldıkları bir kapı veya geçit hüvviyetindedir.

Arktik bölge halkları için ateşin bu tarz “kurbanların yerine ulaşmasında aracılık” işlevi yoktur. Buna Turhansk bölgesindeki Tunguzları da dahildir. Bu bölgede ateş, çok daha basit bir anlam ve işlev üstlenir. Kurban edilen hayvanın artıkları, av etinin kemikleri veya ölülerin bedenleri koruma ve muhafaza etme amaçlı olarak yakılır. Daha çok İdil boyu halkları arasında görülen kurban veya sunuların ateşe atılması geleneği, muhtemelen Hind-İran kökenli bir geleneğe dayansa gerektir. Bu halklar arasında, meselâ Semitler arasında ateşin çok eski çağlardan beri çok önemli bir yeri vardır. Anlatılanlardan yola çıkarak, Sibirya’nın Arktik bölge halklarının ateşe kutsallık atfetmedikleri ve ona sunular yapmadıkları anlamı çıkartılmamalı, ancak kesin olan bir şey varsa, o da bu halklarda ateş için özel olarak hayvan kurban etme geleneğinin olmamasıdır.


Bu konuda çalışan bazı araştırmacılara göre evdeki ocağa atfedilen kutsallık ve ateşe yapılan kurban ve sunuların “ölüler kültü” ile bağlantılı olduğunu ileri sürmektedirler. Buna istinaden, ocak aslında ailenin kendi ölmüşleriyle bağ kurdukları bir sunaktır. İzlanda dilinde “ocak” anlamına gelen “aare” kelimesiyle, Latincedeki sunak anlamına gelen “ara” kelimesi neredeyse aynıdır. Bu konuda dikkât çekici bir başka husus da, ocağın aileyi birleştiren ve tanımlayan bir bağ olması, bazı İndo-Cermen halklarında görüldüğü üzere, ocağın bütün soyu, hâtta kabileyi tanımlayan kutsal merkez konumunu temsil etmesidir. Ocağın, bir aileyi veya aynı atadan gelen bir soyu birbirine bağlayan bağ oluşturması ve ona aynı zamanda “ölüler kültü”ne ilişkin özelliklerin atfedilmesi durumunda, ateşin kendisine tapılan bir nesne hâline dönüşmüş olması gayet akla yatkındır. Yukarıda aktardığımız geleneklerden birinde, yakın akrabasını kaybetmiş kişilerin ateşe kurban vermelerinin yasak olduğundan bahsetmiştik. Altay Tatarları eğer kulübede bir hasta varsa, ateşe kurban vermezler. Sözkonusu bu mutalar ve bazı gelenekler, ateşin kutsallığının bozulmasından duyulan korkuyu, dolayısıyla “ölüler kültü” bağlantısını ortaya koymaktadır. Nitekim, yapılan duaların sözlerinden “Ateş ruhu” adı altında, aslında ateşin kendisinin kişileştirilmiş olduğu görülebilmektedir. Kişileştirilen bu ateşin, Moğollar ve Altay Tatarlarında “Ateş Ana” adıyla anılması ve yine Altay Tatarlarının kullandıkları, “otuz başlı ateş ana” veya “kırk başlı bakire ana” ifadeleri bariz şekilde ateşin alevleri yanında, bir çok halkın inancı arasında görülebilen dişi bir varlığa işaret etmesidir. Teleüt inançlarında, her ocağın kendi “ateş ana”sı (Od änä) vardır. “Ateş ana” kavramı, Çuvaşlarda ve İdil havzasının Fin kökenli halklarından Vogullar arasında “ateş kızı”, Ostyaklar “ateş kızı” veya “ateş ihtiyarı”, Jurak Samoyedleri ise, çadırlarını koruyan ev ocak üzerinde yaşayan “Ateş nine” veya “Ateş ihtiyarı” adını verirler. Ateşin alevlenmesi, onun hareket etmesidir. Buryatların ateşe dişi kurbanlar (koyun, kısrak v.s.) vermeleri de, ateşin dişi bir varlık olarak algılanmasına işaret eder.


Cinsiyet belirtmeyen ifadeler-meselâ ateş ruhu (Od äzi) ifadesi-kullanıldığında bile, yine de bu varlığın aslında ateşin kişileştirilmiş hâli olduğu bellidir. Buna örnek olarak Yakutların “Ateş ruhunu” (Uod iččitä) gösterebiliriz. İnanışa göre, bu ruhun nefesi dumandandır, isli bir yatağı, korlaşmış kömürlerden yastığı ve küllerden de örtüsü vardır ve odunla beslenir” Buryatların ateş ruhu da (Gali edžen) aynı şekilde kişileştirilmiş ateşi ifade eder.


Yakutlar, ateş ruhunun insanlara rüyalarında görünebildiğine, iyi beslenen, ateşe sunulu evlerin mutlu olduğuna, sunu yapmanın ihmâl edildiği evlerinse, zayıf ve çelimsiz olduğuna, ateşe az odun atan ev sahiplerininse lânetlendiğine inanılır.


Yakutlar arasında kayda geçirilen bir efsanede ateş ruhu, erkek çocuğu suretinde görünür. Efsaneye göre bir adam girdiği bir evde, evin hanımının geleneklere riayet etmeyip, ateşi hiç beslemediğini görür. Bu sebeple adam, yemek esnasında yemekten bir kaşık da ateşe atar. Akşam yemeği yenip, herkes yatmaya gittikten sonra adam bir ara uyanır ve ocağın başında zayıf, çelimsiz bir erkek çocuğunun durduğunu görür. Çocuk kendisine kaderinden şikayet ederek; “burada çok güçten düştüm, hep aç kaldım, sen bana burada yemek veren ilk kişisin. Seni ödüllendirmek istiyorum. Bir an önce buradan ayrıl ve neler olacağına bak” demesi üzerine, adam korkuyla evdekilerle vedalaşıp hemen ayrılır. Geri dönüp eve baktığında evin alevler içinde yandığını görür.


Bir Buryat efsanesi de iki ateş ruhu üzerinedir. Bunlardan biri, fakir bir evin ruhudur ama iyi beslenmiş ve güçlü kuvvetlidir, diğeriyse zengin bir evin ruhu olmasına rağmen zayıf ve mutsuzdur. Zengin evin ruhu, diğerine ziyarete gittiğinde aralarında sohbete başlarlar ve fakir evin ruhu, diğerine neden böyle kötü göründüğünü, neden bir gözünün eksik olduğunu sorar. Diğeri, zengin ama cimri bir evde yaşadığını, ev sahibinin ona bakmadığını hâtta ocağı sivri cisimlerle karıştırarak bir gözünü kör ettiğinden yakınır. Bu sebeple evin efendisini cezalandırıp, evini yakmayı düşündüğünü söyler. Fakir evin ruhu, zengin evin efendisinin kendilerinden bir hayvan ödünç aldıklarını ve eğer evi yakacaksa, bu hayvanı korumasını rica eder. Hemen o gece zengin adamın evi yanar ve yangından geriye sadece fakir evden ödünç alınan hayvan kalır.


Ateş ruhlarının birbirleriyle görüşüp, sahipleri hakkında konuşmaları ve şikayet etmelerini konu alan efsaneler sadece zikredilen bu halklarla sınırlı değildir. Fin kökenli halklardan Ostyaklar da, “Ateş kızları” görünür hâle gelerek, kendi evlerinde nasıl muamele gördüklerini ortaya koyarlar. Samoyedler veya Ruslar gibi başka bir çok halk arasında rastlanan bu efsaneler, ocak ateşinin bakılması ve iyi beslenmesi gereken canlı bir varlık olarak tasavvur edilişine dayanır. Bir yangının çıkışından önce, “Ateş ruhu”nun insanlara özellikle görünüp, onları bu konuda uyardığına dair inaç şekli, Yakutlarda “gri” bir yaşlı adam suretinde,  Buryatlarda kızıl veya kırmızı kıyafetli bir ihtiyar adam, Goldelerin “ateş ana”sı (Tadzja mama) kırmızı kıyafetli,  Samoyedlerdeyse kırmızı renkte veya kırmızı kıyafetlere bürünmüş şekilde tezahür eder. Hiç şüphesiz ki, Avrupa halklarının efsanelerinde görünen, ocağın yanında yaşayan kırmızı başlıklı “Ev ruhu” da, aslında “Ocak ruhu”/”ateş ruhu” inanışından türemiştir. Teleütlerin bir duasında ateş ruhu “yeşil elbiseli ateşte iken yeşil, kırmızı elbiseli ateşte iken de kırmızı” olarak ifade edilir.


Bazı bölgelerdeki Buryatlar, “Ateş ruhu”nun resimlerini yapıp, bunu ocağın yakınına yerleştirdikleri küçük bir kutuda muhafaza ettikleri gibi, Balagansk bölgesinde görülen biçimiyle böylesi iki tane figür bulunmaktadır. Bunlar ahşap üzerine kırmızı bir bez kaplanarak yapılmış, gözleri siyah renkli cam boncuklardan, kol uçları ve etek uçları kuzu yününden yapılmış, insanı andıran figürler olup, bir tanesine “Ateş beyi”, diğerine de “Ateş kadını”ismi verilir. Kadın figüründe göğüs uçlarını ifade eden boncuklar ve göğsünde metal bir süs eşyası görülür.

Bu resimlerde kullanılan kırmızı ateşin kor hâlindeki kömürlerini, siyah da küllerini ifade eder. 

Erkek ve dişi cinsiyetli “Ateş ruhu” figürleri yapan Buryatlar, dualarında ateşin erkek ve dişi efendilerini anarken, Çuvaşlar kurban dualarında “Ateş ana” ve “Ateş baba” ifadelerini beraber kullanırlar. Bir kutsal varlığın her iki cinsiyeti ifade edecek şekilde iki kişi olarak tasavvur edilmesi, çeşitli coğrafyalarda örneklerine rastlanması, dinler tarihinde nadir görülen bir şey olmamakla birlikte, Buryatların yaşadıkları bölgelerde çoğunlukla, her ocağın içinde yaşayan cinsiyetsiz bir “ateş ruhu”ndan (Gali edžen) bahsedilir.


Kuzey Sibirya halkları ateşe verecekleri sunuları sessizlik içerisinde ateşe atarlar. Moğolların evlilik törenleri esnasında ocağın yanında ettikleri dualarda görüldüğü gibi, Orta Asya halkları arasında ateş kültünün kendine ait aşağıda örneğini sunduğumuz duaları vardır: “Ateş Ana, ateşin kadın efendisi; Hangay Han ve Burkhatu Han dağlarının tepesindeki ulu karaağaçlardan gelen! Yeryüzü ve gökyüzü birbirinden ayrıldığında doğan sen. Ötüken Ana’nın izlerinde görünen sen, Tengri Hanların yarattığı sen. Senin baban demirdir, annen çakmaktaşı, ataların ise karaağaçlardır. Senin parıltın gökyüzüne kadar çıkar ve yeryüzünün içine kadar girer. Tanrıların yarattığı ve “Uluken Beyi”nin beslediği sen. “Od” Tanrıça, sana sarı tereyağı ve sarı başlı koyun kurban ediyoruz. Sana, “ateş ana”, kaplar dolusu içki, avuç dolusu yağ sunuyoruz. “Bey”in oğlu (damat) ve “beyin kızı”na (gelin) ve düğündeki herkese mutluluk ihsan et”


Bu Moğol duasında, Türk-Tatar dillerinden geçme ateş anlamına gelen “od” kelimesinin geçiyor olması dikkât çekicidir. Banzarov, Moğollardaki ateş kültünün Türkler kanalıyla İran’dan geldiğini öne sürer. Her ne kadar meselâ Buryat ateş kültünde Hind etkisi görülürse de, Moğollar için bunun geçerli olması da mümkündür. Buna ilâve olarak, Çinlilerin de “sarı elbiseli” bir ateş ruhu için sunu ve kurban törenleri düzenledikleri bilinmektedir. Ateş kültünün bütün Asya’da ne derece yayılmış olduğuna dair bir başka örnekse, Sibirya’nın en uç noktasında yaşayan Çukçelerin de ateşe sunu yaptıklarını gösterebiliriz.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

23 Ocak 2023 Pazartesi

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-14

 KOVULMA (1224-1291)


Doğudan Moğolların- Tatarlar-, batıdan da Frenklerin saldırısına uğrayan Müslümanlar, iç böylesine kritik bir konumda olmamışlardı. Onlara artık ancak yalnız Allah yardım edebilir.

İBN EL-ESİR

 


MOĞOL KIRBACI





Anlatacağım olaylar o kadar korkunç ki, yıllar boyunca bunları imâ etmekten bile kaçındım. İslamiyetin ve Müslümanların üzerine ölümün çöktüğünü söylemek kolay değil. Ah! Annem keşke beni doğurmamış olsaydı veya keşke bütün bu felâketlere tanık olmadan önce ölseydim. Eğer size bir gün, Allah’ın Adem’i yarattığı günden beri dünyanın böylesine bir âfet görmediği söylenirse, buna tereddütsüz inanın, çünkü kesin gerçek böyledir.

 



Tarihin en ünlü dramlarının arasında, genelde İsrailoğullarının Nabukodonosor tarafından katli ve Kudüs’ün yakılması zikredilir. Fakat bu, yakınlarda meydana gelenin yanında hiçtir. Hayır, zamanın sonuna kadar herhalde bu çapta bir felâket bir daha görülmeyecektir.


İbn el-Esir, El-Kâmil fi el-Tarih adlı hacimli eserinde, hiçbir zaman böylesine dokunaklı bir ton benimsememiştir. Hüznü, dehşeti ve gördüklerine inanamaması, her sayfada infilâk etmekte; sanki batıl itikat sonucuymuş gibi, âfetin adının telaffuz anını geciktirmektedir: Cengiz Han.


Moğol fatihin yükselişi, Selahaddin’in ölümünden kısa bir süre sonra başlamıştır, ama Araplar tehdidin yaklaştığını ancak çeyrek yüzyıl sonra hissedebilmişlerdir. Cengiz Han önce Orta Asya’daki çeşitli Türk ve Moğol kabilelerini kendi otoritesi altında toplamakla uğraşmış, sonra dünyayı fethetmeye çıkmıştır. Bu hareket üç yönde olmuştur: Doğuda, Çin imparatorluğu önce bağımlı hale getirilmiş, sonra ilhak edilmiştir; kuzeybatıda, Rusya, sonra Doğu Avrupa yakılıp yıkılmıştır; batıda, İran istila edilmiştir. Cengiz Han, “dünyanın tümünün yeniden Moğol annelerin özgür ve mutlu çocukları emzirecekleri muazzam bir bozkır haline gelmesi için, bütün kentleri yerle bir etmek gerekir” diyordu. Nitekim, Buhara, Semerkant veya Herat gibi parlak şehirler tahrip edilecek ve halkı kılıçtan geçirilecektir.


Moğollar’ın İslam topraklarındaki ilk ilerlemesi, fiili olarak Frenkler’in 1281-1221 arasındaki Mısır istilasıyla çakışmıştır. Arap dünyası, o sıralarda iki ateş arasında kaldığı izlenimine sahiptir, bu da herhalde el-Kâmil’in Kudüs konusundaki tutumunu kısmen açıklamaktadır. Fakat Cengiz Han, macerayı İran’ın batısına kadar sürdürmekten vazgeçmiştir. 1227’de altmış yedi yaşındayken ölünce, bozkır atlarının Arap dünyası üzerindeki baskısı birkaç yıllığına gevşemiştir.


Afet, Suriye’de önce dolaylı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Moğolların yolları üzerinde ezdikleri çok sayıda hanedan arasında, Irak’tan Hind’e uzanan alanda Selçukluların yerini almış olan Harzemşahlılar da vardır. Şanlı günler görmüş olan bu Müslüman imparatorluğunun parçalanması, ordusundan arta kalanların dehşet verici galiplerin uzağına kaçmalarına neden olmuş ve böylece on binden fazla Harzemşah süvarisi, Suriye’de ortaya çıkarak kentleri yağmalamaya ve haraca bağlamaya, Eyyubiler’in iç çatışmalarında paralı asker olarak yer almaya başlamıştır. Haziran 1244’te kendilerini kendi devletlerini kuracak kadar güçlü hisseden Harzemşahlılar Şam’a saldırmışlardır. Komşu köyleri yağmalamışlar ve Guta meyva bahçelerini perişan etmişler, ama kentin direnmesi karşısında uzun bir kuşatmayı sürdürememişlerdir. Bu durumda hedef değiştirerek, aniden Kudüs’e yönelmişler ve 11 Temmuzda burayı zahmetsizce ele geçirmişlerdir. Frenk unsurların çoğunun dışta bırakılmasına karşılık, kent yağmalanmış ve yakılmıştır. Şam’a yeniden saldırmışlar, ama Suriye’nin bütün kentlerine geniş bir nefes aldıracak bir şekilde, birkaç ay sonra Eyyubi hükümdarlarının arasında kurulan bir koalisyon tarafından yok edilmişlerdir.


Frenk şövalyeler bu kez Kudüs’ü geri alamayacaklardır. Diplomatik becerisiyle Batılılara haçlı bayrağı on beş yıl süreyle kent surlarının üzerinde dalgalandırma olanağı sağlamış olan Friedrich, artık burayla ilgilenmemektedir. Doğu’ya ilişkin tutkularını bir yana bırakarak, şimdi Kahire yöneticileriyle daha dostane ilişkiler sürdürmeyi tercih etmektedir. Fransa kralı IX. Louis 1247’de Mısır’a karşı bir sefer düzenlemeye kalkıştığında, imparator onu bundan vazgeçirmeye uğraşmıştır. Bundan da iyisi, el-Kâmil’in oğlu Eyüp’ü, Fransızların sefer hazırlıklarından düzenli bir şekilde haberdar etmiştir.


Louis, 1248 Eylülünde Doğu’ya gelmiş, ama ilkbahardan önce bir harekâta girişmenin çok tehlikeli olacağını düşünerek, hemen Mısır kıyılarına yönelmemiştir. Bu durumda Kıbrıs’a yerleşerek, bu bekleme ayları esnasında, Frenklere XIII. yüzyılın sonuna, hatta daha sonralarına kadar musallat olacak düşü gerçekleştirmeye uğraşmıştır: Arap dünyasını kıskaca almak için Moğollarla ittifak yapmak. Artık Doğulu istilacılarla Batılı istilacılar arasında düzenli olarak elçiler gidip gelmektedir. Louis, 1248’in sonunda Kıbrıs’ta, ona Moğolların hıristiyanlığa geçmelerinin mümkün olduğundan söz eden bir elçilik kurulunu kabul etmiştir. Bu olasılıktan heyecana kapılarak, hemen değerli ve dinsel armağanlar göndererek karşılık vermiştir. Ama Cengiz Hanın ardılları onun bu hareketinin anlamını kavrayamamışlardır. Fransa kralına sıradan bir bağımlı gibi muamele ederek, ondan kendilerine her yıl aynı değerde armağanlar göndermesini istemişlerdir. Bu anlaşmazlık, Arap dünyasını en azından o an için iki düşmanının anlaşarak birlikte saldırmalarından kurtaracaktır.


Böylece Batılılar 5 Haziran 1249’da Mısır saldırısına tek başlarına girişmişlerdir. O dönemin geleneklerine uygun olarak, iki hükümdar birbirlerine gürültülü patırtılı savaş ilânları yapmışlardır. Louis şöyle yazmıştır: Sana daha önce çok sayıda uyarı ulaştırdım, ama sen bunları dikkate almadın. Artık kararımı verdim; ülkene saldıracağım ve haça bağlılık yemini etsen bile fikrimi değiştirmeyeceğim. Emrimdeki ordular, dünyadaki çakıltaşları kadar çoktur ve tepelerle ovaları kaplıyorlar ve kaderin kılıçlarını çekmiş olarak senin üzerine yürüyorlar. Fransa kralı tehdidlerini desteklemek üzere, hıristiyanların geçen yıl İspanya Müslümanlarına karşı kazandıkları bazı başarıları hatırlatmaktadır: Sizinkileri önümüzde tıpkı sığır sürüleri gibi kovaladık, erkekleri öldürdük, kadınları dul bıraktık ve kız ile oğlanları esir ettik. Bunlar size ders olmadı mı?

 

Eyüp’ün cevabı aynı damardandır: Akılsız adam, işgaliniz altında olan ve geçmişte ve hatta yakınlarda fethettiğimiz toprakları unuttun mu? Size verdiğimiz zararları unuttun mu? Sayısal zayıflığının farkında olduğu belli olan sultan, Kuran’da kendini rahatlatacak sözü bulur: Küçük bir birlik Allahın izniyle kaç defa bir büyüğünü yenmiştir, çünkü Allah cesurlardan yanadır. Bu da ona Louis’ye şunu deme cesaretini verir: Yenilgiye uğraman kaçınılmazdır. Kısa bir süre sonra bu maceraya girdiğine acı acı pişman olacaksın.


Fakat Frenkler daha saldırılarının başında kesin bir başarı kazanırlar. Otuz yıl önceki sonuncu Frenk seferine cesaretle direnmiş olan Dimyat, bu kez çarpışmadan terkedilmiştir. Kentin Arap dünyasını karışıklığa sürükleyen düşüşü, büyük Selahaddin’in mirasçılarının aşırı zayıflıklarını kaba bir şekilde gözler önüne sermiştir.


Veremden ötürü yerinden kıpırdayamayan, birliklerinin komutasını üstlenemeyen sultan Eyüp, Mısır’ı kaybetmektense, babası el-Kâmil’in izinden giderek Louis’ye Dimyat ile Kudüs’ü takas etmeyi önermeyi tercih eder. Fakat Fransa kralı, yenik ve ölmekte olan bir “Müslüman kafir”le pazarlık yapmayı reddeder. Eyüp bunun üzerine direnmeye karar verir ve kendini sedyede Mansura kentine taşıtır. Adı “zafer kazanmış” anlamına gelen bu kent, el-Kâmil tarafından bir önceki Frenk ordusunun bozguna uğratıldığı yerde kurulmuştur. Ancak ne yazık ki sultanın sağlığı hızla bozulmaktadır. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken öksürük nöbetleriyle sarsalanarak, Nil’in çekilmesinden cesaret bulan Frenklerin Mansura’ya gitmek için Dimyat’tan ayrıldıkları 20 Kasımda komaya girer. Üç gün sonra da, çevresindekileri büyük bir karışıklık içinde bırakarak ölür.


Düşman kentin kapılarındayken ve Eyüp’ün oğlu Turanşah Irak’ın kuzeyinde bir yerlerdeyken ve dönmesi haftalar alacakken, orduya ve halka sultanın öldüğü nasıl duyurulacaktır? İşte o sırada birisi hızır gibi imdada yetişir. Şecere ed-Dor (Cevahir ağacı) adındaki bu kişi, Ermeni kökenli güzel ve kurnaz bir cariyedir ve yıllardan beri Eyüp’ün gözdesidir. Sultanın yakınlarını toplar, onlara taht varisinin gelmesine kadar çenelerini tutmalarını emreder, hatta Friedrich’in dostu yaşlı emir Fahreddin’den, sultanın ağzından Müslümanları cihada çağıran bir mektup yazmasını ister. Fahreddin’in çalışma arkadaşlarından olan Suriyeli vakanüvis İbn Vasıl’a göre, Fransa kralı Eyüp’ün öldüğünü çok erkenden öğrenmiş, bu da onu askeri baskıya artırma konusunda cesaretlendirmiştir. Fakat sır, Mısır cephesinde askerin moralinin bozulmasını engelleyecek kadar uzun süre korunmuştur.


Çarpışma, bütün kış boyunca Mansura civarını perişan etmiştir. Frenkler, 10 Şubat 1250’de bir ihanet sayesinde kentin içine girmişlerdir. O sırada Kahire’de bulunan İbn Vasıl şunları anlatmaktadır:


Haber kendine ulaştırıldığında, emir Fahreddin hamamındaydı. Şaşkın bir şekilde, zırhı olmaksızın hemen atına atlayarak olan biteni görmeye gitti. Bir düşman birliği ona saldırıp öldürdü. Frenkler kralı kente girdi, hatta sultanın sarayına bile ulaştı, askerleri sokaklara dağılırken, Müslümanlar ve halk çareyi karmakarışık kaçmakta buldular. İslamiyet ölümcül bir yara almışa benzemekteydi ve Frenkler zaferin meyvalarını Memluk Türkleri geldiğinde henüz toplayacaklardı. Düşman sokaklara dağıldığı için, bu süvariler kahramanca saldırıya geçtiler. Frenkler her yerde gafil avlanıp, kılıç veya gürz darbeleriyle öldürüldüler. Posta güvercinleri, gün başlarken Kahire’ye Frenklerin saldırısını haber veren, ama çarpışmaların sonucu hakkında tek bir kelime bile etmeyen bir mesaj getirdiler. Kent mahallelerinde herkes ertesi güne kadar üzüntüyle doldu, (bu üzüntü) yeni mesajlar Türk arslanlarının zaferini haber verene kadar sürdü. Kahire sokaklarında bayram edildi.


Vakanüvis, izleyen haftalar boyunca, Arap Doğu’nun çehresini değiştirecek iki paralel olay dizisini Mısır başkentinden izleyecektir: Bir yandan sonuncu büyük Frenk istilasıyla muzaffer mücadele; öte yandan tarihte eşi olmayan bir devrim; çünkü bu devrim bir köle-subaylar sınıfını yaklaşık üç yüzyıllık bir süre için iktidara taşıyacaktır.


Fransa kralı, Mansura’daki yenilgisinden sonra askeri konumunu korumanın olanaksızlığını anlar. Kenti alamayan, çamurlu bir sahada Mısırlılar tarafından her bir yandan kuşatılan Louis, müzakerelere girişmeye karar verir. Mısır’a ulaşan Turanşah’a Mart başında uzlaşmacı bir mesaj gönderir ve Eyüp’ün yaptığı Dimyat ile Kudüs’ün takas edilmesi önerisini kabule hazır olduğunu bildirir. Yeni sultanın cevabı gecikmez: Eyüp tarafından yapılan cömert teklifler Eyüp zamanında kabul edilmeliydi. Artık çok geçtir. Louis en fazlasından ordusunu kurtarmayı ve Mısır’dan sağ salim ayrılmayı umabilir, çünkü çevresindeki baskı artmaktadır.


Onlarca Mısır kadırgası, mart ortasında Frenk donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmayı başarır, her boydan yaklaşık yüz tekne ele geçirir ve istilacıların Dimyat’a geri çekilme yollarının tümünü keser. Ablukayı yarmaya çalışan istila ordusu, 7 Mart’ta binlerce gönüllü tarafından desteklenen Memlûk birliklerinin saldırısına uğrar. Frenkler birkaç saat içinde zor duruma düşerler. Fransa kralı, adamlarının öldürülmelerini önlemek üzere aman dileyerek teslim olur. Zincire vurulup Mansura’ya götürülür, burada bir Eyyubi memurun evine kapatılır.


Fakat yeni Eyyubi sultanının bu parlak zaferi, iktidarını pekiştirmek yerine, ilginç bir şekilde tahttan yuvarlanmasına neden olacaktır. Nitekim Turanşah’la ordusundaki başlıca Memlûk subaylar arasında bir uyuşmazlık çıkar. Memlûkler, hiç de haksız yere olmaksızın, Mısır’ın kendi sayelerinde kurtulduğunu düşünerek, ülke yönetiminde belirleyici bir rol oynamak istemektedirler; oysa yeni sultan kendi adamlarını sorumlu mevkilere yerleştirmek için yeni edindiği saygınlıktan yararlanmayı düşünmektedir. Frenklere karşı kazanılan zaferden üç hafta sonra, Tatar okçu birliklerinde parlak bir Türk subay olan kırk yaşındaki Baybars’ın girişimiyle bir araya gelen bir grup Memlûk eyleme geçmeye karar verir. Hükümdarın verdiği bir ziyafetin bitiminde, 2 Mayıs 1250’de bir isyan patlar. Baybars tarafından omuzundan yaralanan Turanşah, bir kayıkla kaçabilme umuduyla Nil’e doğru koşarken, saldırganlar onu tekrar yakalarlar. Mısır’ı ebediyen terkedeceğine ve iktidarı bırakacağına söz vererek hayatını bağışlamaları için onlara yalvarır. Ama sonuncu Eyyubi sultanı acımadan öldürülür. Hatta Memlûklerin eski efendilerine bir kabir yapılmasına razı olmaları için halifenin bir elçisinin müdahalesi gerekir.


Hükümet darbesinin başarısına rağmen, köle subaylar tahta doğrudan el koymakta tereddüt ederler. İçlerinden en bilge olanları, doğmakta olan iktidarlarına Eyyubiler’den kaynaklanan bir meşruiyet görüntüsü verebilme konusunda dahiyane bir ara çözüm bulurlar. Geliştirdikleri formül, bu benzersiz olayın şaşkın tanığı İbn Vasıl’ın dikkat çektiği üzere, İslam tarihinin bir dönüm noktası olacaktır. Şöyle anlatmaktadır:


Turanşah’ın öldürülmesinden sonra, emirler ve Memlûkler sultanın dairesinin yanında toplandılar ve Şecere ed-Dor’u iktidara getirmeye karar verdiler, böylece sultanın karılarından biri valide sultan oldu. Devletin işlerini kendi eline aldı ve üzerinde “Um Halil” (Ümmü Halil, Halil’in annesi) yazan bir mühür yaptırdı. Halil onun doğurduğu ve yaşı henüz küçük olan bir çocuktu. Bütün camilerde cuma hutbesi Um Halil, yani Kahire’nin ve bütün Mısır’ın valide sultanı adına okundu. Bu, islamda hiçbir benzeri olmayan bir olay oldu.


Şecere ed-Dor, iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra Memlûk komutanlardan Aybek’le evlenerek, ona sultan ünvanı vermiştir.


Eyyubiler’in yerine Memlûkler’in geçmesi, Müslüman aleminin istilacıya karşı tutumundaki açık bir sertleşmeyi belirlemektedir. Selahaddin’in ardılları, Frenklere karşı uzlaşmacıdan da fazla bir tutum içinde olmuşlardır. Daha da önemlisi, zayıflayan iktidarları artık, islamiyeti doğudan ve batıdan tehdid eden tehlikelerle başa çıkabilecek durumda değildir. Memlûk devrimi, kısa bir süre sonra askeri, siyasal ve dinsel bir toparlanma girişimi olarak ortaya çıkacaktır.


Kahire’de meydana gelen hükümet darbesi, Fransa kralının kaderinde herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır. Turanşah zamanında yapılan anlaşmaya göre, Louis, Frenk birliklerinin Mısır’dan, öncelikle de Dimyat’tan çekilmeleri ve bir milyon dinar fidye verilmesi karşılığında serbest bırakılacaktır. Um Halil’in iktidara gelmesinden birkaç gün sonra, Frenk hükümdarı fiilen serbest bırakılmıştır. Mısırlı müzakereciler kralı salmadan önce ona vaaz vermişlerdir: “Senin gibi sağduyulu, bilge ve akıllı bir insan, sayılamayacak kadar çok Müslümanın olduğu bu ülkeye gelmek için nasıl gemiye biner? Bizim yasamıza göre, denizleri böyle aşan biri yargılanamaz. ‘Ama neden?’ diye sorar kral. Çünkü onun akli yeteneklerinin tam olmadığı düşünülür”.


Sonuncu Frenk askeri Mısır’dan Mayıs ayı sona ermeden ayrılacaktır.


Batılılar artık Nil ülkesini istila etmeye bir daha kalkışmayacaklardır. “Sarışın tehlike”, Cengiz Hanın ardıllarının temsil ettiği daha korkunç tehlike tarafından kısa bir süre içinde gölgede bırakılacaktır. Büyük fatihin ölümünden sonra, imparatorluğu hanedan savaşları yüzünden bir miktar zayıflamış ve islami Doğu bu umulmadık duraklamadan yararlanmıştır. Ancak bozkır atlıları 1251’de, Cengiz Hanın torunu olan üç kardeşin önderliğinde yeniden birleşmişlerdir: Möngke, Kubilay ve Hülâgü. Birincisi, başkenti Moğolistan’ın Karakurum kenti olan imparatorluğun tartışmasız hükümdarı olarak atanmıştır; ikincisi Pekin’de hüküm sürmektedir; İran’a yerleşen üçüncüsünün Akdeniz kıyılarına, belki de Nil’e kadar bütün islami Doğu’yu fethetme tutkusu vardır. Hülâgü karmaşık bir kişidir. Felsefe ve bilim tutkunu olan, okumuş insanlarla birarada bulunmaktan hoşlanan bu adam, askeri seferler sırasında kan ve tahribata susamış yırtıcı bir hayvan haline gelmektedir. Din konusundaki tutumu da bir o kadar çelişkilidir.


Hıristiyanlıktan çok etkilenmiş olmasına -annesi, gözdesi ve arkadaşlarının çoğu Nasturi kilisesine mensuptur- rağmen, halkının geleneksel dini şamanizmi hiç terketmemiştir. Yönettiği ülkelerde, özellikle İran’da Müslümanlara karşı genelde hoşgörülü olarak gözükmekte, ama kendine direnebilecek her siyasal bütünü yoketme iradesinin etkisiyle, islamiyetin en parlak metropollerine karşı tam bir tahrip savaşı yürütmektedir.


İlk hedefi Bağdat olacaktır. Hülâgü ilk aşamada, hanedanının otuz yedincisi olan Abbasi halifesi el-Mutasım’dan, öncellerinin eskiden Selçuklu himayesine girdikleri gibi, Moğol himayesini tanımasını istemiştir.


Saygınlığına fazla güvenen emirülmüminin, fatihe elçi yollayarak, hilafetin başkentine yapılacak bir saldırının Hind’den Magrep’e kadar bütün Müslümanların seferber olmalarına neden olacağını söylemiştir. Bundan hiç etkilenmeyen Cengiz torunu, kenti güç kullanarak alma niyetini ilan etmiştir. 1257 yılında, görünüşe göre yüzbinlerce süvariyle Abbasi başkentine yürümüş, yolu üzerinde yer alan haşhaşiyunun Alamut kalesini yok etmiş, buradaki paha biçilmez kütüphane de tahrip edildiğinden, tarikatın doktrini ve faaliyetlerine ilişkin daha derinlemesine bilgi edinme olanakları ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine tehdidin çapının bilincine varan halife, müzakereye girişmeye karar vermiştir. Hülâgü’ye, Bağdat camilerindeki hutbede onun da adını okutmayı ve ona sultan ünvanı vermeyi teklif etmiştir. Ama çok geç; Moğol hükümdarı artık güç kullanmaya kesin kararlıdır. Birkaç haftalık cesurca direnişten sonra, emirülmüminin teslim olmak zorunda kalmıştır. 10 Şubat 1258’de galibin ordugâhına bizzat giderek, eğer silahlar bırakılırsa bütün kent halkının hayatının bağışlanacağı sözünü almıştır. Ama bunun bir yararı olmamıştır, Müslüman savaşçılar silahlarını bırakır bırakmaz öldürülmüşlerdir. Sonra Moğollar parlak kentin içine dağılarak, binaları yıkmışlar, mahalleleri ateşe vermişler; kadın, erkek, çocuk demeden yaklaşık seksen bin kişiyi katletmişlerdir. Hanın karısının müdahalesi sayesinde, sadece kentteki hıristiyan cemaati kurtulabilmiştir. Emirülmüminin de, yenilgisinden birkaç gün sonra boğularak öldürülecektir. Abbasi halifeliğinin trajik sonu, İslam âlemini derin bir kızgınlığa sürüklemiştir. Söz konusu olan artık bir kent veya bir ülkeyi ele geçirmeyi amaçlayan askeri bir çatışma değil de, islamiyetin ayakta kalabilmesi için umutsuz bir mücadeledir.


Tatarlar da, muzaffer yürüyüşlerini Suriye yönünde sürdürmektedirler. Hülâgü’nün ordusu 1260 Ocağında Halep’i kuşatmış, kahramanca bir direnmeye rağmen çabucak almıştır. Bağdat’ta olduğu gibi, fatihe kafa tutmakla suçlu olan bu kentte de katliam ve tahribat herkesin üzerine çökmüştür. İstilacılar birkaç hafta sonra Şam kapılarına dayanmışlardır. Hâlâ çeşitli Suriye kentlerinin yönetimini ellerinde tutan Eyyubi soyundan emircikler, bu dalgaları elbette durduramazlardı. İçlerinden bazıları Büyük Han’ın himayesini tanımaya karar vermiş, hatta kayıtsızlığın zirvesi olarak, hanedanlarının düşmanı olan Mısır Memlûklerine karşı istilacılarla ittifak yapmayı düşünmüşlerdir. Doğulu veya Frenk hıristiyanlar arasındaki kanılar çeşitlidir. Ermeniler, kralları Hethum’un şahsında Moğolların tarafını tutmuşlar, damadı Antakya prensi Bohémond da aynı şeyi yapmıştır. Buna karşılık Akkâ Frenkleri, Müslümanlara daha yatkın bir tarafsızlık benimsemişlerdir. Fakat Doğu’da olduğu kadar Batı’da da egemen olan izlenim, Moğol seferinin islamiyete karşı yürütülen bir cins kutsal savaş olduğu ve bunun Frenk seferleriyle simetrik olduğu yönündedir. Bu izlenim, Hülâgü’nün Suriye’deki başlıca komutanı olan Kitboğa’nın Nasturi bir hıristiyan olmasından ötürü güçlenmektedir. Şam 1 Mart 1260’ta alındığında, buraya galip olarak üç hıristiyan prensi girmiştir: Bohémond, Hethum ve Kitboğa. Araplar bundan büyük bir utanç duymuşlardır.


Tatarlar nereye kadar gideceklerdir? Peygamberin dinine son darbeyi indirmek üzere Mekke’ye kadar demektedir bazıları. Kudüs’e kadar gidecekleri ise kesindir. Bütün Suriye buna inanmıştır. Şam’ın düşmesinin ertesinde, iki Moğol birliği hemen iki Filistin kentini işgal etmiştir: Orta kısımdaki Nablus ile güneybatıdaki Gazze. Bu sonuncu kent Sina uçlarında yer aldığından, bu trajik 1260 yılında Mısır’ın da çiğnenmekten kurtulamayacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Zaten Hülâgü de, Nil ülkesinin kaçınılmaz boyun eğmesini talep etmek üzere Mısır’a elçi göndermek için Suriye seferinin sona ermesini beklememiştir. Elçi kabul edilmiş, dinlenilmiş, sonra da kafası kesilmiştir. Memlûkler şaka yapmamaktadırlar. Yöntemleri Selahaddin’inkilere hiç benzememektedir. Kahire’de on yıldır hüküm süren köle sultanlar, her bir yandan saldırıya uğrayan bir Arap dünyasının hoşgörüsüzlüğünü yansıtmaktadırlar. Bütün yöntemleri kullanarak mücadele etmektedirler. Utanma veya ar duygusu yoktur, yüce hareketler yoktur, uzlaşma yoktur. Ama cesaret ve etkinlikle savaşılmaktadır.


Bütün bakışlar her halükârda onlara yönelmiştir, çünkü istilacının ilerlemesini durdurma konusundaki son umudu temsil etmektedirler. Kahire’de iktidar birkaç aydan beri, Kuduz (Seyfeddin) adındaki bir Türk askerinin elindedir. Şecere ed-Dor ile kocası yedi yıl birlikte hükümet ettikten sonra birbirlerini öldürmüşlerdir. Bu konuda uzun zaman ortaklıkta çeşitli rivayetler dolaşmıştır. Meddahların en beğendiği versiyon, elbette aşk ile kıskançlığı siyasal tutkulara katmaktadır. Hanım sultan, kocasını her zaman olduğu gibi yıkamaktadır, bu gevşeme ve mahremiyet anından yararlanarak, sultanın on dört yaşında güzel bir köleyi cariye olarak almasını eleştirir. Onu duygulandırmak için “artık hoşuna gitmiyor muyum?” diye sorar. Ama Aybek kabaca cevap verir: “O genç, sen değilsin”. Şecere ed-Dor öfkeden kudurur. Kocasının gözünü sabunlar, kaygılanmaması için uyuşma yanlısı sözler söyler, sonra aniden bir bıçak kapıp böğrüne saplar. Aybek ölür. Sultan hanım bir süre felçolmuş gibi kalır. Sonra kapıya gidip birkaç sadık kölesini çağırır ve kendini cesetten kurtarmalarını söyler. Fakat talih ondan yana değildir, Aybek’in onbeş yaşındaki bir oğlu, dışarı akan banyo suyunun kırmızı olduğunu farkedip odaya koşar, Şecere ed-Din’in yarı çıplak bir şekilde, kanlı bıçağı hâlâ elinde tutarak kapıya yakın bir yerde ayakta durduğunu görür. Kadın saray koridorlarında kaçmaya başlar, üvey oğlu muhafızlara haber vermiş ve onun peşine takılmıştır. Tam yakalanacağı sırada düşer. Kafasını mermer bir çıkıntıya çarpar. Yanına ulaştıklarında artık nefes almamaktadır.


Epeyi romanlaştırılmış olmasına rağmen, bu versiyon, dramın hemen ertesinde, Nisan 1257’de Kahire sokaklarında fiilen anlatılanları tekrarlaması ölçüsünde tarihsel bir değere sahiptir.


Her ne olursa olsun, iki hükümdarın ölmesinden sonra tahta Aybek’in genç oğlu çıkmıştır. Ama bu uzun sürmeyecektir. Moğol tehdidi belirginleştikçe, Mısır ordusu subayları bir yeniyetmenin ufukta gözüken belirleyici mücadelenin sorumluluğunu taşıyamayacağını düşünmektedirler. Hülâgü’nün emrindeki askerlerin Suriye’nin üzerine çöktüğü 1259 aralığında, bir hükümet darbesiyle iktidara Kuduz gelir. Bu olgun ve enerjik adam, daha baştan itibaren cihadın dilini konuşmakta ve islamın düşmanı istilacıya karşı genel seferberlik çağrısı yapmaktadır.


Tarihsel geri çekilmeyle birlikte, Kahire’deki yeni hükümet darbesi gerçek bir vatanseverlik sıçraması olarak görülmektedir. Ülke hemen savaş durumuna geçmiştir. Güçlü bir Mısır ordusu, 1260 temmuzunda Filistin’e girmiştir.


Kuduz, Moğolların yüce hanı Möngke’nin ölümünden sonra, kardeşi Hülâgü’nün kaçınılmaz taht mücadelesine katılmak üzere gitmesinden beri Moğollar’ın asker mevcudunun esas bölümünü kaybettiğini bilmektedir. Cengiz hanın torunu, Şam alınır alınmaz Suriye’den ayrılmış, geride yalnızca Kitboğa komutasında birkaç bin süvari bırakmıştır.


Sultan Kuduz, istilacıya bir darbe indirmenin tam zamanı olduğunu bilmektedir. Böylece Mısır ordusu Gazze’deki Moğol garnizonuna saldırmış, Moğollar da baskının aniliğinden ötürü hemen hemen hiç direnememişlerdir. Memlûkler sonra Akkâ’ya ilerlerken, Filistin Frenkler’inin Moğollar’a karşı Antakya Frenkler’inden daha mesafeli olduklarından haberlidirler. Frenk baronların bazıları islamın yenilgisine hâlâ seviniyorsa da, çoğu Asyalı fatihlerin sertliğinden korkuya kapılmıştır. Böylece Kuduz onlara ittifak teklif ettiği zaman cevapları olumsuz olmamıştır: Çarpışmaya katılmaya hazır değillerse de, Mısır ordusunun topraklarından geçmesine izin vermeye ve ona iaşe sağlamaya hazırdırlar. Sultan böylece Filistin içlerine, hatta Şam’a kadar arkasını koruma derdine düşmeden ilerleyebilir.


Kitboğa onları karşılamaya çıkmaya hazırlanırken, Şam’da bir halk ayaklanması çıkmıştır. İstilacıların aşırı hareketleri yüzünden bıçağın kemiğe dayandığını hisseden ve Hülâgü’nün ayrılmasından cesaretlenen kent Müslümanları, caddelere barikat kurmuşlar ve Moğollar’ın dokunmadığı kiliseleri ateşe vermişlerdir. Kitboğa’nın duruma egemen olması için günler gerekmiş ve bu da Kuduz’a Celile’deki konumunu güçlendirme olanağını sağlamıştır. İki ordu 3 Eylül 1260’ta Ayn Calut (Goiath Çeşmesi) köyü yakınlarında karşılaşmıştır. Kuduz’un en iyi birliklerini saklamaya ve çarpışma alanında yalnızca en iyi subaylarından Baybars’ın komutasındaki bir öncü birliği bırakmaya zamanı olmuştur. Hızla gelen Kitboğa, duruma ilişkin iyi haber alamadığından tuzağa düşer. Bütün birlikleriyle saldırıya geçer. Baybars geri çekilir, ama onu takip eden Moğol, kendini birden bire daha kalabalık Mısır askerleriyle her bir yandan sarılmış olarak bulur.


Moğol süvarileri birkaç saat içinde katledilir. Kitboğa da yakalanır ve hemen kafası kesilir.


Memlûk süvarileri 8 Eylül akşamı, coşku içindeki Şam’a kurtarıcı olarak girerler.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

KUR’AN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ŞEYTAN

 


Kur’an-ı Kerim’de Şeytan


Kur’an-ı Kerim, insanlara bir rehberdir. Onlara, fıtratlarına en uygun yaşama tarzını gösterir. Hayatlarının gayesini haber verir. Bu gayeye varma adına onlara teşviklerde bulunur. Yürünmesi gereken yolu, olumlu ve olumsuz yanlarıyla gözler önüne sererek lazım gelen ikazları yapar.


Kur’an: “Şeytan, sizin apaçık düşmanınızdır,” buyurarak bizi ona karşı uyarır. İnsanın bu en büyük düşmanında hiç insaf yoktur. Zamanla düşmanlığı azalmayacak, kini dinmeyecek, öfkesi geçmeyecektir. Bu yüzden: “Şeytan sizin düşmanınızdır, (öyleyse) sizde onu düşman tutun,” denilerek onun tehlike arzeden durumuna bir defa daha dikkatler çekilir. Onun en çok göze batan özelliği, insanoğluna açıktan savaş ilan etmiş olmasıdır. Değişik stratejiler uygulamak sûretiyle onları vuracağını bizzat kendisi ifade eder: “And içerim ki ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım, onların çoğunu şükredenler olarak bulamayacaksın.”


Şeytan, insana düşmanlığa öyle kilitlenmiştir ki artık tüm fakülteleriyle onu alaşağı etmek için hummalı bir uğraş içindedir. Bütün derdi, insanı, tabiatına ters bir hayata sürüklemektir. Bundan ötürü de hayra tamamen kapanmış, iyilik adına büsbütün körelmiştir. İnkişaf ettirdiği kötü kabiliyetlerini de, hep insanın aleyhine kullanmaktadır.


Şeytanın insanları  azdırma adına belirlediği bir sınırı  da yoktur. Bir fenalığı  işlettirip bırakıvermez. Vesvese verir, fısıldar, fitler, kışkırtır, seslenir, süsler, emreder, geri geri çekilir tekrar saldırır, sinsice sokulur, peşinden sürükler, yalan va’dlerle kandırır. Hiç olmayacak yerde, hiç olmayacak şeyleri insanın aklına getirir. Azla da çokla da yetinmez, dozajı gitgide artırarak azdırdıkça azdırır. İnsanı kontrolüne alarak ona inandığı hakikatleri unutturur, Allah’ı hatırına getirtmez. Kendini bile inkâr ettirir. Günahlara meylettirir. Sonra da emirler yağdırmaya başlar. Verdiği her emir, insanı iyice çizgisinden çıkarıcı mahiyettedir. Çünkü o, fuhşiyattan başka bir şey emretmemektedir.


Şeytan, teker teker fertlerle uğraştığı gibi, cemiyetle de uğraşır. İnsanların arasını açan bütün kötülükler ondandır. Kur’an: “Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” buyurarak şeytanın bu yanına işaret eder. İçki ve kumar, hem ferdi ve hem de toplumu yiyip bitiren mikroplardandır. Bu illetlere müptela olan fert, huzursuz ve huysuzdur. Şahsiyeti çöküktür. Etrafındaki insanların da huzurunu kaçırmış, büyük ihtimalle aile hayatını da bitirmiştir. Böyle tiplerin ülkeye yararlı birer uzuv haline gelme ihtimalleri yok gibidir.


Şeytanın insanlar arasında yaydığı düşmanlık ve kinin bir başka tezahürü de, karşılıklı sövüşme, derken kavga ve nihayet işin cinayete kadar varmasıdır. Hz. Musa, kavga edenlerden birisine yardım etmek maksadıyla ötekine bir yumruk vurmuş, yumruğun tesiriyle o şahıs ölmüştü. Canı sıkılan Hz. Musa: “Bu şeytanın işindendir. O gerçekten apaçık, şaşırtıcı bir düşmandır,” diyerek rahatsızlığını ifade etmişti.


Şeytan, kini, nefreti, öfkeyi, insanların arasına öyle sokar ki, kardeşi kardeşe vurdurur. O, Yusuf (a.s)’ın kardeşlerinde bu duyguları öyle körüklemiştir ki, kalkıp Hz. Yusuf’u kuyuya atmışlardır.


Şeytanın arabozuculuğuna yine Kur’an’ın öğretileriyle karşı konulabilir: “Kullarıma söyle en güzel sözü söylesinler, zira şeytan kavga ve sürtüşmeyi onlara fitler. hakikaten de şeytan, insanın besbelli bir düşmanıdır.” Kimseyi kırmama, güzel söz söyleme, hatta en güzel kelimeleri seçip onlarla insanlara hitap etme, şeytanın bu fitnesini kıracak, insanlar arasında müspet münasebetlerin devam etmesinde önemli rol oynayacaktır. Kur’an: “Ey inananlar, topluca barışa girin, (barışa girmemek sûretiyle) şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” diyerek aynı konu üzerinde dikkat birikimi yapar. Bu ayette, şeytanın cemiyeti bölmek için uğraş vereceği, buna karşı koymak için, hep beraber barışık bir hayat yaşanılması gerektiği, aksi takdirde şeytanın adım adım arkasından gidilmiş olunacağı haber veriliyor.


Şeytan, kendini adım adım takip edenleri, edepsizliğe götürür: “Ey iman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin, kim şeytanı adım adım takip ederse, o ona edepsizliği ve çirkinliği emreder. Eğer size lütfu ve rahmeti olmasaydı, Allah hiçbirinizi temizlemezdi. Fakat Allah, dilediğini arındırır. Allah, hakkıyla işiten, her şeyi en iyi bilendir.”


“Ey insanlar, yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Çünkü o sizin apaşikar bir düşmanınızdır. O size daima, kötülük ve çirkin iş yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” ayetinde de, inanan inanmayan ayırt edilmeksizin bütün insanlara seslenilerek yiyip içilen şeylere dikkat etmeleri ikazında bulunuluyor. Her ele geçen pis, başkasının hakkı geçmiş, şüpheli şeylerin değil, helal ve temiz şeylerin yenmesi emrediliyor. Böyle yapılmazsa, şeytana uyulmuş, kaybetme çizgisine girilmiş olunacağı ihtar ediliyor. Zira şeytan, gizliden gizliye insanın demine damarına işlemekte, ona kötülük ve edepsizlik adına ne varsa hepsini yapması hususunda emirler yağdırıp durmaktadır.


Cenab-ı Hakk mahşer günü günahkarlara: “Ey mücrimler, bugün şöyle ayrılın (bakalım). Ey Âdemoğulları, ben size şeytana tapmayın, o sizin besbelli düşmanınızdır, bana kullukta bulunun, müstakim yol budur diye and vermemiş miydim? O, sizden birçok nesli saptırdı, düşünmüyor musunuz? İşte size va’dolunan cehennem,” diye seslenecektir. İbrahim (a.s) de, putperest olan babasına: “Babacığım, şeytana tapma, zira şeytan, Rahman’a isyan etmiştir,” diyerek onu kötü akıbete karşı uyarırken aynı üslûbu kullanmıştır. İbrahim (a.s)’in babası şeytana tapmıyordu. Kavmin tanrıları vardı, onlara tapınıyorlardı. Hz. İbrahim babasını hak dine davet ettiğinde o: “Ey İbrahim, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun?” demişti. Demek ki bir çok tanrısı vardı. İbrahim (a.s) bunları bildiği halde babasına: “Babacığım, şeytana tapma” demişti. Allah’tan başka neye ibadet edilirse edilsin, o, şeytana tapmak demekti. İbrahim (as) da babasının ve kavminin putlara tapmalarını, şeytana tapma diye nitelemişti. Bu görüşü: “O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp bir takım dişilerden başkasına dua etmiyorlar. Ve onlar, o meret şeytandan başkasına tapmıyorlar” ayeti desteklemektedir. Kur’an’da, Allah’tan başka edinilen mabudlara “tağut” ismi verilmiştir.


Hz. Eyyüb (a.s), Rabbi’ne yaptığı  bir duasında: “Şeytan, bana zahmet ve acı  ile dokundu,”demiştir. Buradaki dokunma, şeytanın vesveseye yol bulması  şeklinde tefsir edilmiştir.


Hz. Süleyman ve Sihir


Kur’an-ı Kerim, Süleyman (a.s)’la alakalı ayetlerde de şeytandan bahseder.


Şeytanlar, Hz. Süleyman zamanında, kulak hırsızlığı yaparak, semadan bilgi çalarlar, bu bilgilere yüzlerce yalanı da katarak onları kâhinlere fısıldarlardı. Bu kadar yalanın içindeki birkaç doğru habere kanan kâhinler de onlara güvenir, söylediklerini söylerlerdi. Sonraları büyücüler, şeytanlardan aldıkları bunca malumatı kitaplaştırdılar. Bu kitaplardaki bilgiler, zamanla romanlara, masallara girdi ve kötü emellere âlet edildi. Cinlerin gaybı bildiği söylentileri yayıldı. Birçok fitne çıktı. Hz. Süleyman da, ortalığı karıştıran bu kitapları toplattırarak kendi tahtının altındaki mahzene gömdürdü. O vefat ettikten sonra, hakikata aşina olan alimler de ölünce, insî şeytanlardan birisi, bu kitapları gömüldüğü yerden çıkarttı. Süleyman (a.s)’ın, bu kadar mülkü, bu kitaplardan öğrendiği büyüyle elde ettiği iftirasında bulunuldu. Bu uydurmalar dört bir tarafa yayıldı. Süleyman (a.s) da, sihirbaz bir insan olarak algılanır oldu. İşte, “Süleyman’ın mülküne dair şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular,” ayetinde, bütün bu şeytanlıklara işaret vardır. İsrâil oğulları, Hz. Süleyman’a, peygamber değil, sihirbaz bir hükümdar nazarıyla bakıyorlardı. İşin öyle olmadığını Kur’an haber verince, bu defa vahyi getiren Cebrail (a.s)’e düşman kesildiler. Rasûlüllah’ın peygamberliğini kabul etmediler. “Süleyman, Muhammed’in dediği gibi peygamber değil, büyücünün biriydi” diye eskiden söylenen iftirayı tekrarladılar. Bu iftiraya göre -hâşâ- Hz. Süleyman’ın kafir olması gerekiyordu. Zira, büyüyü bu denli zarar vermek için yapmak küfürdür.


İşte Kur’an, Hz. Süleyman’ın saltanatını büyü ile kazanmadığını, bir sihirbaz olmadığını, hele hele kafir hiç olmayacağını, bilakis ona kafir deyip, sonra da insanlara zarar vermek üzere sihri öğretenlerin küfre düştüğünü ifade sadedinde: “Süleyman’ın mülküne dair, şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Oysa ki Süleyman, küfre girmemişti. Fakat o şeytanlar küfrettiler,” demiştir.


Bu ayetteki şeytanlar insan ve cin şeytanlar olsa gerektir. Normalde insana, şeytan denilmediği gibi, cine de şeytan denmez. Fakat bu her iki cinsten de, şeytana ait fonksiyonları yerine getiren, işi gücü şeytanlık olanlar vardır ki bunlar aynı şeytandır. Nâs sûresindeki mana da budur.


Süleyman (a.s): “Rabb’im, beni bağışla, bana benden sonra kimseye nasib olmayan bir mülk lütfet, zira sen yegane lütufta bulunansın,” diye dua etmiş, Cenab-ı Hakk da duasını kabul buyurmuştu: “Biz ona rüzgarı boyun eğdirdik. O’nun buyruğuyla, istediği yere tatlı tatlı eserdi. Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı, ve zincirlerle birbirine bağlanmış başkalarını da (onun emrine verdik.)”


“Süleyman’a kendisi için denize dalan ve bundan başka işler yapan bazı şeytanları da emrine verdik. Biz, onları onun emrinde tutuyorduk,” ayetinde de Süleyman (a.s)’ın emrinde çalıştırdığı cinlerden, şeytanlar diye bahsedilmiştir. Sebe’ sûresinde ise: “Rabb’inin izniyle cinlerin bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan saparsa, ona alevli azabı tattırırdık. O’na dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.” ayetinde ise, emrinde çalıştırdıklarının cinler olduğu bizzat ifade edilmiştir. Mü’min cinlerin bir peygambere karşı gelmesi düşünülemez. Bundan ötürü de alevli bir ateşle korkutulmalarına gerek yoktur. Böyle bir tehdit, Hz. Süleyman’a itaat etmeme ihtimali olan cinler için söz konusu olmalıdır ki bunlar da şerli kafir cinlerdir. Böylelikle Kur’an, bu cinlerin, cinnî şeytanlardan olduklarını haber vermiş oluyor.


Şeytanların Casusluğu


Şeytanlar, yeryüzünde kötülük ve şer adına çalışır dururlar. Bazen göklere de çıkar, meleklerin sözlerine kulak kesilirler. Hedefleri, bu çalıp kaçırdıkları haberleri yerdeki insî şeytanlara ulaştırıp, fesat çalışmalarına hız vermektir. Fakat onların semaya yükselmeleri kendileri için risklidir. Çünkü dinleme esnasında, birden bir ateş parçası kendilerini vurabilir. Kur’an, onların bu hallerini şöyle beyan eder: “Biz dünyanın semasını yıldızlarla süsledik. Ve onu, bütün itaate yanaşmayan şeytanlardan koruduk. Onlar, melei a’lâyı (yüksek melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her bir taraftan kendilerine atışlar yapılır. Onlara sürekli bir azap vardır. Yalnız (o yüce topluluktan) bir söz çalıp kaçmaca yapan olur ki, onu da delici bir ateş kütlesi kovalar.”


Kur’an nazil olmaya başlamadan önce, semaya daha sıkça çıkan, meleklerin konuşmalarına daha çok şahit olan şeytanlar, Kur’an’ın nazil olmaya başlamasıyla artık eskisi kadar bu işi yapamaz oldular. Cinler bunu kendileri itiraf ederler: “Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevli ateş parçalarıyla doldurulmuş bulduk. Biz (evvelce) dinlemek için onun müsait yerlerine otururduk. (Fakat) şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözleyen (yakmaya hazır) bir parlak alev buluyor.” Onlar için geriye sadece kulak hırsızlığı kalmıştı. Bunu yaparken de aniden, parlak bir ateş parçasının hücûmuna uğrama tehlikesi söz konusuydu.


Bazı müfessirler, ayette geçen delici ateş kütlesi ifadesini hakikata hamletmişlerdir. Yani böyle bir şeytanın kulak hırsızlığına engel olmak için, bir meteor ona musallat edilir. Fakat Elmalılı (ö. 1361/1942), burada mecazî mananın daha yerinde olacağı görüşünde ısrar ederek: “Asıl murad, nübüvvet nuru ve Kur’an ayetleri ile, hakikat aleminde parlatılan ve bâtı fikirlere karşı fırlatılan ateşîn uyarıları anlatmak olması, daha yüksek bir mana olduğu kanaatindeyiz,” der. İşin özünü Allah bilir.


Kur’an, şeytanların kulak hırsızlığı yapmaları konusunda bir hayli durmaktadır. Bunun en belirgin sebeplerden birisi, Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a yapılabilecek iftiraların önünü almadır. Rasûlüllah’a kâhin, Kitabullah’a kehânet nazarıyla bakılmaması içindir. Zira, Allah Rasûlü’nü içinde barındıran Asr-ı Saadet’ten önce kâhinlerin, gaybı bildikleri inancı çok yaygındı. Araplar da buna inanıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s), Allah’ın ayetlerini okumaya başlayınca, Arapların bu inançlarını Kur’an’a da yansıtma ihtimalleri vardı. Cenab-ı Hakk: “(Ey Muhammed) sen hatırlat, öğüt ver, Rabb’inin nimetiyle sen ne kâhinsin, ne de mecnun,” “(O Kur’an) bir kâhinin sözü de değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz. (O) Alemlerin Rabb’i tarafından indirilmiştir,” buyurarak bu vehmin önünü kapatmıştır. İnsanlara rahmetinin ayrı bir buudu olarak, tekrar tekrar dikkatleri Kur’an’a çekmekte: “(O Kur’an’ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar, meleklerin seslerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır,” demektedir. Ayrıca şeytanların iftiracı günahkarlara inecekleri, onların da şeytanlara kulak verip, birçok yalanla birlikte insanları şaşırtacakları haber verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) ve Kur’an, bizzat Cenab-ı Hakk tarafından tebrie edilmiş, masumiyetleri ifade edilmiştir.


Kur’an, insanlara rehber olduğu gibi, rahmettir de. Yüce kitabın, şeytan hakkında bilgi vermesi onun rehberliği ise, vartalarına karşı insanı uyarıp, alınması gereken önlemler üzerinde durması da onun rahmet yanıdır.


Kur’an: “Ne zaman, şeytandan bir dürtü (kötü düşünce), seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Müttakiler, kendilerine şeytandan bir hayal iliştiğinde (Allah’ı) hatırlarlar. Ve hemen gözlerini açarlar. (Şeytanların) kardeşleri ise onları, azgınlığa çekerler, (sonrada) hiç mi hiç yakalarını bırakmazlar,” buyurarak bu çok önemli korunmayı hatırlatır.


Hayatı gelişi güzel ve heves ağırlıklı yaşama, şeytanın insan üzerindeki tesirini artırır: “Kim Rahman’ın zikrine karşı körleşirse ona bir şeytanı sardırırız, (artık o onun yanından ayrılmayan, sürekli kötülükleri pompalayan) bir arkadaş olur. O (şeyta)nlar, onları doğru yoldan alıkoydukları halde, onlar kendilerini hidayette sanırlar,” ayetleri, bu hakikata işaret etmektedir.


Kur’an okurken, şeytandan Allah’a sığınma da Kur’an’ın öğretileri arasındadır: “Kur’an okumak istediğinde, (Allah’ın huzurundan) çıkartılmış şeytandan Allah’a sığın.” ayetinin anlattığı bu manadır. Bu ayetin hemen arkasından bir done daha verilmiş: “O (şeytan) nun, inananlara ve Rabb’ilerine dayanıp O’na itimat edenlere herhangi bir gücü (ve tesiri) yoktur. Onun gücü sadece, kendisini dost tutanlara ve Allah’a ortak koşanlara yeter,” denilerek Allah’a güvenmenin, şeytanın tesirini kırmadaki önemi üzerinde durulmuştur.


Şeytan, pek çok kimseyi baştan çıkarır, şaşırtır, saptırır, azdırır, hakka karşı kör, sağır eder. Fakat, Kur’an okumak, ibadet etmek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak sûretiyle Allah’ın koruması altına girmek, şeytanın bütün planlarını alt-üst edecek, etkisini azaltacaktır. Zira: “Şeytanın hilesi pek zayıftır.”




İçkiyle Oluşturduğu Uygunsuz Atmosfer


Şeytan, insanları dengesizliğe itmek için değişik vasıtalar kullanır. Sarhoş edici içecekler onun en çok kullandığı araçlardandır. O, bunlarla insanı Allah’ın (c.c) razı olmayacağı atmosferlere çekmek ister.


Mâide sûresinde şeytanın bu yönüne dikkat çekilerek: “Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokuşturmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor, artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi,” denmektedir. Şeytan işi birer pislik olarak nazara verilen içki ve kumar gibi vasıtalarla İblis, sosyal bünyeyi kemirip durmaktadır. İçkiden ötürü yıkılan aileler, dağılan yuvalar, meydana gelen insanlık dışı pek çok hadiseler, sosyal hayatı felç eden dünya kadar olaylar her türlü izahtan vareste olup bu toplumsal yarayı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.


İnsanın, sarhoş olduğunda davranışlarını kontrol edemeyeceği ve birçok kötülüğü işleyebileceği açıktır. Bu kötülükler, ferdî olabileceği gibi ekseriyetle de içtimâîdir. İnsan dengesini kaybedince her türlü fenalığa açık hale gelir. Şeytan da fenalık adına olan her şeyi insana fitleyeceğinden, içkinin şeytana nispeti fevkalâde yerindedir. Zaten, içkinin şeytanla irtibatlandırılmasının hemen ardından bir uyarı gelmekte, insanlar ikaz edilmektedir.


İçkinin, peşinden başka fenalıklar da getirdiğini göstermesiyle alakalı olarak şöyle bir hadise nakledilir:


“Sizden önce yaşayanlar içinde, bir köşeye çekilmiş, Allah’a kullukta bulunan birisi vardı. Kötü bir kadın ona tutulmuştu. Ona bir hizmetçisini göndererek: Bir konuda şahit olman için seni çağırıyoruz,” dedirtti. O zat gelip odaya girince, kadın kapıyı kilitledi. Sonra da: “Ben seni şehadette bulunasın diye değil, şu çocuğu öldüresin veya benimle beraber olasın yahut ta şu içkiyi içesin diye çağırdım. Eğer diretirsen bağırır, seni aleme rezil ederim," dedi. Adam başka bir çıkar yol olmadığını görünce: “Bari içkiyi içeyim” dedi. Sarhoş olunca da hem o kadınla beraber oldu, hem de o çocuğu öldürdü.”


İçki, meydana getirdiği uygunsuz atmosfer ile, olumlu havayı bozmakta, doğrudan doğruya zarar görenlerin haricindeki insanlar arasında da istenmeyen olayların cereyan etmesine sebep olmaktadır:


Ebu Hüreyre diyor ki: “Allah Rasûlü (s.a.s)’ne bir sarhoş getirildi. O (s.a.s), (ceza olarak ona) vurulmasını emretti. Bizden bazıları eliyle, bazıları ayakkabısıyla, bazısı da elbisesiyle vuruyordu. O esnada birisi: “Ne yapıp duruyor bu adam, Allah onu rezil rüsva etsin,” dedi. Efendimiz (s.a.s) de: “Kardeşiniz aleyhine şeytana yardımcı olmayın,” buyurdu.” Hadisin başka bir varyantında “Ona lanet etmeyin, Allah’a yemin ederim ki o, Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyor,” buyurulmuştur.


Buhârî (ö. 356/966)’nin ismini vermediği bu şahıs, o andaki öfkesini yenememiş ve o sözü söyleyivermiştir. Yanlış bir hareket, başkasını da yanlışlığa sürüklemiştir.


Öfke, şeytandandır, neticesi de çoğunlukla pişmanlıktır. Âdem (a.s)’ın iki oğlu arasında yaşananlar da bunu göstermektedir: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Hani her biri birer kurbanlık sunmuşlardı da, o (kurbanlık) birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (kurbanı kabul edilen, diğerine) “Seni öldüreceğim” demişti. (O da) “Allah sadece müttakilerden kabul eder. Andolsun, eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam, çünkü ben, alemlerin Rabb’inden korkarım. Ben isterim ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip, ateş halkından olasın. Zalimlerin cezası işte budur”dedi. Nefsi onu, kardeşini öldürmeye çağırdı. O da (öfkesine mağlub olarak) onu öldürdü, hüsrana uğrayanlardan oldu. Derken Allah, ona kardeşini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (karganın yeri eşelediğini görünce) “Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup ta kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi kaldım,” dedi. Ve pişman(lıkla kıvranan)lardan oldu.”


Şeytana Nispet Edilen Hususlar


Kur’an-ı Kerim’de bir üslûp olarak, çirkinlikler şeytana nispet edildiği gibi bazı başka özellikler de ona izâfe edilmiştir: Şeytanın kardeşleri, şeytanın dostları, şeytanın partisi gibi.


Saçıp savurmanın nehyi ifade edilirken, savurganlar şeytanın kardeşlerine benzetilmiştir.


Allah’tan başkasına perestij edip, şeytanlık yapıp duranlarla mücadele edilmesi istenirken, özellikleri söylenen bu insanlar, şeytanın dostları olarak nazarlara sunulmuştur. Ayetin devamında da şeytanın tuzak, hile ve aldatmalarının zayıf olduğu belirtilmiştir.


Şeytanın istilası altında kalarak Allah düşüncesini unutanlar da şeytanın partisine üye olmuşlar demektir.


Kur’an, bazı yasaklamalarda bulunurken onları şeytana izafe etmiştir: “İnananlar! (haberiniz olsun ki) şarap, kumar, dikili taşlar, şans oyunları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki felaha erebilesiniz. Şarap ve kumarda şeytanın muradı başka değil sadece aranıza düşmanlık düşürmek ve sizi Allah’ı yâdetmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık siz şimdi bu nehyi kabul ettiniz (ve bu şarap ve kumardan) tamamen vazgeçtiniz değil mi?” Bir zerre bunlar olduktan sonra artık her günah, her cinayet işlenir, ne din kalır ne iman, ne dünya kalır ne ahiret. 


Şeytan insanları fakirlikle korkutur. Böylece sadaka vermekten alıkoymaya çalışır. Bunun yanında bir de kötülük adına ne varsa onların yapılmasını emreder. Bu konuda insanlara baskı yapar. Bunların yanında bir de insanları namazdan alıkoymaya çalışır. Zira namaz, hep şeytanın aleyhine işlemektedir. Kamil manada namazlarını kılan kimse, şeytanın en çok rahatsızlık duyduğu bir işi yapıyor demektir. Onun kötülükleri emretmesine bedel “namaz, fuhşiyattan ve hoş olmayan her şeyden nehyeder.”





Fısıldaşma


Kur’an, Türkçe’de fiskos ve fısıltı gibi kelimeleriyle karşıladığımız necvâ dan da bahseder: “Gizli konuşma (fiskos) şeytandandır ki inananlar kederlensinler (diye onları böyle bir yola iter.) Halbuki o, Allah’ın izni olmadıkça mü’minlere hiçbir zarar veremez. (Öyleyse) mü’minler hep Allah’a tevekkül etsinler.”


Necvâ, iki kişinin bildiği sırra denir. İnsanların aralarında yaptıkları gizli konuşmaya da necvâ denir ki artık o, onların yaptıkları işe ad olmuştur. Çoğunlukla gizli olsa da bazen açıkça da yapılabilir.


İnananlar, mutlak manada necvâdan men edilmemişlerdir. Günah, insanların hakkına tecavüz etme, Allah ve Peygamber hakkında ileri-geri fısıldaşma gibi hususlarda necvâ yasaklanmış: “Ey inananlar, aranızda gizli konuşacağınız zaman günah, düşmanlık ve Rasûle karşı gelme üzerinde konuşmayın. İyilik ve takva üzerine konuşun ve huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun,” buyurularak bu işin sınırları çizilmiştir.


Hz. Peygamber (s.a.s) de: “Üç kişi bulunduğunuzda, insanlara karışıncaya kadar ikiniz, diğerini bırakıp da fısıldaşmayın, zira bu, onu mahzun eder,” buyurmuştur. İki kişinin kendi aralarında fısıldaşmalarının üçüncü şahsı mahzun edeceğinde, diğerlerine karşı içinde az-çok bir rahatsızlık meydana getireceğinde, bütün bunların da insanlar arası münasebetler adına olumsuz neticeler doğuracağında şüphe yoktur.


Alimler; “iki kişi, bir diğerinin yanında, onun bilmediği bir dil ile konuşmakla onu mahzun ettikleri takdirde, bu da şeytana nispet edilen fısıldama gibidir,” demişlerdir.


Kur’an’a göre, Cenab-ı Hakk’ın rızasına erme yolundaki en büyük tehlike şeytandır. İnsan, dünyada şeytanla deneniyor olduğu gibi, o da insanla imtihan olmuştur. Cenab-ı Hakk, onun Âdem’e secde etmesini emrettiğinde, diretmiş, kibirlenmiş, bununla da kalmayıp mazeretler ileri sürerek musibetini ikileştirmiştir. Allah’ın itâbına uğramış, huzurundan kovulmuş, aşağılanarak cennetten atılmıştır. Aslında bütün bunlar, kendi yüzünden başına gelmiştir. Emri derhal yerine getirecekken, kendisini aşamamış, ego yörüngeli düşünmüş ve yanlış tavırlara girmiştir. Emre itaatteki inceliği anlayamaması da onun sonunu hazırlamıştır. Kendi edip kendi bulduğu halde o, olup bitenleri Âdem’den bilmiş, ona azılı bir hasım kesilmiştir. Şeytan, Hz. Âdem’e ve O’nun nesline düşmanlığında tamamen haksızdır. Yaşadığı hadiseler içerisinde Âdem’in rolü, bir imtihan unsuru olmaktan öteye geçmediği halde o, kendi yanlışlıklarını göremeyecek kadar körleşmiş, suçu Âdem’e atmış: “Yemin ederim, O’nu ve zürriyetini baştan çıkaracağım” diye and içmiştir. Hem suçlu, hem de güçlüdür.


İnsana düşen bu amansız düşmana karşı devamlı uyanık olmak, gerekli tedbirleri alarak onun vartalarına düşmemek ve elden geldiğince rıza yörüngeli bir hayat yaşamaya çalışmak olmalıdır.




Hadis-i Şeriflerde Şeytan


Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine hadis denir. Allah Rasûlü bazen bir konu hakkında malumat vermiş, bazen bir davranışıyla yapılması gerekeni göstermiş, bazen de yanında yapılan bir harekete ses çıkarmayarak onu tasvip etmiştir. Bunların hepsine hadis denir ki Kur’an’la beraber, Müslümanlara Allah’ın hoşnutluğuna giden yolu gösterir. Zira: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yol göstericilerin en güzeli de Allah Rasûlü’nün yol göstericiliğidir.” O’nun yol göstericiliği, hem söylemesiyle, hem de söylediklerini bizzat yaşamasıyla gerçekleşmiştir. Söylediklerine herkesten fazla kendisinin uyması, O’nun rehberliğinin mükemmelliği açısından önemlidir.


Hz. Peygamber, birçok kereler şeytandan bahisler açmış, bu bahislerde bazen onun hakkında bilgi vermiş, bazen ona karşı alınacak tedbirler üzerinde durmuş, bazen ona bazı şeyleri nispet etmiş ve çoğu kerede onun şerrinden Allah’a ilticanın lüzumuna değinmiştir. Biz burada Hz. Peygamber’in ifadelerinde yerini alan şeytanla alakalı bahisler açacak, O’nun şeytana yaklaşımını yakalamaya çalışacağız.





İnsanın Damarlarında Dolaşması


Kur’an’da da ifade edildiği gibi şeytan, insanlık aleyhindeki zannını doğru çıkartmıştır. O: “Beni saptırmana karşılık, ben de yeryüzünü onlara süsleyeceğim, onların hepsini baştan çıkaracağım, ancak ihlaslı kulların hariç,” demiştir. İşte İblis bu dediğini gerçekleştirdi, samimi mü’minlerden ibaret bir grubun dışında o İblis’e tâbi oldular, peşi sıra sürüklendiler.


Şeytan, insanın damarlarında dolaşır. Konuyla alakalı hadisi, Efendimiz’in hanımlarından Safiyye bint Huyey (r.a) şöyle rivayet etmektedir: “Allah Rasûlü (s.a.s) itikafa girmişti. Bir gece ziyaret maksadıyla yanına gittim. Onunla (bir müddet) konuştum, sonra eve dönmek üzere kalktım. O da beni kapıya kadar uğurladı. -Hz. Safiyye’nin evi Üsame b. Zeyd’in evinin yanındaydı- (Biz mescidin kapısının önünde iken,) İki kişi oradan geçiyorlardı. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar, Allah Rasûlü (s.a.s) onlara: “Olduğunuz yerde durun” dedi, sonra da: “Bu (zevcem) Safiyye bint Huyey’dir,” buyurdu. Bunun üzerine o iki zat “Sübhanallah Ya Rasûlallah,” dediler. Allah Rasûlü: “Hakikaten şeytan, insanın kan damarlarında dolaşır. Ben, şeytanın içinize bir kötü bir zan atmasından korktum,”buyurdu.”


Kâdı Iyaz (ö. 544/1149) gibi bazı alimler, bu ifadeden zahirî manayı anlamışlar ve: “Allah Teâlâ, şeytana, insanın damarlarında dolaşma kabiliyetini ve kuvvetini vermiştir,” demişlerdir. Bazılarına göre de asıl olan bu mana değildir. Bu üslûp, şeytanın vesvese ve iğvasının çokluğundan kinayedir. Yani şeytan, insanın kanı konumundadır, ondan ayrılması mümkün değildir. Değişik varyantlarıyla zikredilen bu hadis, şeytanın bize yakınlığı adına önemli ip uçları vermektedir.





İnsan Vücuduna Girmesi


Bazı hadislerde şeytanın insan bedeninde yer edindiği ifade edilmektedir. Allah Rasûlü (s.a.s), Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadislerinde: “Sizden biriniz uykusundan uyandığında, üç defa sümkürsün. Çünkü şeytan, onun genzinde geceler,” buyurur. Hadiste geçen hayşûm kelimesi, geniz, burnun en üst tabakası, komple burun veya burnun en derininde beyine yakın yerdeki kıkırdağa benzer maddenin adı gibi manalara gelmektedir. Birbirlerine yakın bu manaların hepsinde de maksat birdir. Şeytan, burun deliklerini kullanarak insanın içine girmekte ve geceyi orada geçirmektedir.


Kâdı Iyaz (ö. 544/1149)’la aynı görüşte olan bazı alimlere göre, Allah Rasûlü (s.a.s)’nün bu sözü hakikata hamledilmelidir. Zira burun, cesedin kalbe açılan menfezlerindendir. Ve kulakla beraber burundan başka da devamlı açık bulunan bir delik yoktur. Şeytan ise kapalı olan şeyi açamaz.


İmam Nevevî (ö. 676/1277), bu hadisi mecâza hamleder. Zira toz toprak ve rutubet, zararlı birçok mikrop burun deliklerinden içeriye girer. İnsan sağlığını tehdit eder.


Şeytanın insan vücudunda edindiği mekanlardan biri de tırnak ile et arasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s): “Sakallarınızı hilalleyin, tırnaklarınızı da kesin. Çünkü şeytan, et ile tırnak arasına girer,” demiştir. Bu hadis de bir önceki hadis ile aynı çizgide değerlendirilebilir. Uzayan tırnakların hem pislikleri barındırdığında, hem de görünümü çirkinleştirdiğinde şüphe yoktur.


Aynı çizgide mütâlaa edilebilecek bir diğer mesele de esneme dir. Hz. Ebu Hüreyre’nin rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.s): “Esnemek şeytandandır. Sizden biriniz esnediğinde gücü yettiğince onu yutsun,” buyurmuştur. Bir başka sahih hadiste de esneme anında ağzın kapatılması, aksi takdirde şeytanın gireceği ifade edilmiştir.


Esnemek, genellikle kişinin tembelliğinden ve gafletinden kaynaklanır. Bu gibi hallerden şeytan hoşlandığı için ona izâfe edilmiş “esnemek şeytandandır” denmiştir. Esneme, aksırmanın tersine, bedenin ağırlığını, midenin doluluğunu, rehaveti ve tembelliğe olan meyli gösterir. Bütün bunlar da şeytanın insanı alt etme adına kullandığı silahlardandır.


Öfkeyi Kullanarak İnsanı Dengesizliğe İtmesi


Öfke; şiddetli kızgınlık hissi, hiddet, gadap gibi manalara gelir. İnsan, normal şartlarda dengelidir, aslî durumu itibariyle günahtan uzaktır. Ne var ki şeytan, çok geçmeden insanı kendi atmosferi içine çeker, onu fıtratına ters davranışlara sürükler. Öfke anı, kendini kontrol edemeyen insanların dengeyi kaçırdıkları, hem düşünce ve hem de davranış planında istikametlerini koruyamadıkları geçici bir haldir.


Öfke, insan fıtratına yerleştirilmiş bir latîfedir ve az-çok herkeste vardır. Kişi her zaman istediği atmosferi bulamayabilir. Bazen birisinin bir sözü veya bir hareketi onu rahatsız eder, o da buna öfkeleniverir. Bu, bir derece normaldir. Normal bir şey olmasaydı Hz. Peygamber hiç gadaplanmazdı. Zaten insandan talep edilen, her halükarda hiç kızmamak değil, belki öfke anında, onu yutmak ve bastırmak, o anda bile sanki hiç kızmamış gibi davranabilmektir. O anda dengeli olabilme veya dengesizce tutumlara girmeye göre öfkenin neticesi de değişecektir. “Öfkeli durumlarda insanın dengeden çıktığı, ne yaptığını bilemez hale geldiği, ya da karşısındakine sövmek, hakaret etmek, dövüşmek, vurup kırıp dökmek gibi sonradan pişman olacağı davranışlar içine girdiği, böylelikle de Allah’ın haram kıldığı şeyleri yaptığı açıktır. Bir anlık öfke, insanı, cinayet işleme gibi ömür boyu bedbaht edecek davranışlara sürükleyebilir. Yenilemeyen, kontrol altında tutulamayan öfkenin sonu, çoğu kere artık herhangi bir faydası olmayan pişmanlıktır.” Öyleyse mutlak manada öfke yerilmemiştir. O, neticesine katlanıldığında insana sevap bile kazandırabilecek bir imtihan unsurudur. Kur’an, müttakilerin vasıflarını sıralarken: “(Onlar ki) bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler, Allah da güzel davrananları sever,” der. Allah Rasûlü de: “Kuvvetli kimse pehlivan demek değildir. Esas pehlivan, kızdığı zaman kendini tutabilendir,” buyurmuştur.


Efendimiz de bazen gadaplanmış, fakat her defasında da rıza ağırlıklı hareket etmiş, bu anlarda da en güzel tavrı takınarak bizlere örnek olmuştur. Şakik b. Abdillah (r.a) diyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.s) ganimet dağıtıyordu. Ensar’dan biri: “Bu taksimde Allah’ın rızası gözetilmedi,” dedi. Ben: “Allah’a yemin ederim ki bunu Rasûlüllah’a söyleyeceğim dedim. Hz. Peygamber’e geldim, O, insanlarla beraberdi. O zatın dediklerini gizlice söyledim. Hemen o anda Allah Rasûlü gadaplandı. Hatta mübarek yüzü kızardı. Sonra da: “Allah Musa’ya rahmet etsin. O, bunlardan daha çoğuna maruz kalarak eza gördü de sabretti,” buyurdu.”


Bir müslüman ile bir yahudi, kendi peygamberlerinin diğer peygamberlerden üstün olduğunu iddiaya başlamışlar, nihayet müslüman hiddetlenip, yahudiyi tokatlamıştı. Yahudi, Allah Rasûlü’ne gelerek olup biteni anlatınca Hz. Peygamber tokat atan müslümana niçin vurduğunu sormuştu. O adam: “Ya Rasûlallah, Sen aramızdayken bu adam Musa (a.s)’yı insanlar üzerine seçkin kılan Allah’a yemin ederim dedi” diye cevap vermişti. Bu cevabı duyan Allah Rasûlü gadaplanmış, bu gadabı yüzünün kızarmasından da anlaşılmıştı.


Büyüklerin hayatında da gadap halleri müşahede edildiğine göre demek ki her öfke şeytanî değildir. Onun zemmedileni, insanlar arasında küsmeler, kavgalar, nefretler meydana getirenidir. Halk dilinde kullanılan “öfke baldan tatlıdır,” “öfke ile kalkan zararla oturur,” gibi sözler de bu manadaki kızgınlık halini ifade ediyor olsa gerektir.


Şeytanî olan, yerilen öfke hakkında Hz. Peygamber: “Öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söner. (Öyleyse) Sizden biriniz kızdığında abdest alsın,” buyurmuştur.


Bir başka hadiste de Süleyman b. Surad (r.a) şöyle bir hadise anlatır: “Allah Rasûlü’nün (s.a.s) yanında iki adam birbirlerine sertçe sözler söylediler. Biz de Efendimiz’in yanında oturuyorduk. Onlardan biri, diğerine fevkalâde kızdığından yüzü kıpkırmızı olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s): “Ben bir kelime biliyorum ki onu dese, onun şu hali ondan gider: Eûzü billahi mine’ş-şeytanı’r-racîm,” dedi. Adama: “Allah Rasûlü’nün dediğini duymadın mı?” dediklerinde: “Ben deli değilim,” dedi.”


Bezzâr (292/905)’ın, senedi sahih bir rivayetinde öfkesini yenenin, hem öfkelendiği kimseye, hem o şahsın şeytanına ve hem de kendi şeytanına üstün geleceği haber verilmektedir.


İnsanlar bir anlık öfkeyle, kendilerini yıllarca perişan ve derbeder edecek yanlışlıklar yapabilirler. Şeytanın galebesiyle nice aileler yıkılır, insanlar öldürülür, önüne geçilemeyen kinler, nefretler ortaya çıkar. Kimileri hastaneye, kimileri de mezara gider, bazıları da hapishaneyi boylar. Hasılı, toplum içten içe erir, çürür, içtimai hayat biter, bünyede onulmaz yaralar açılır. İnsanlar bedbaht, şeytan da bahtiyar olur.


Biraz da öfkenin yaptırdığı, sonuç bakımından cemiyet hayatını bitiren faktörlerden biri de sûi-zan ve gıybettir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) ifadeleri içinde gıybet: “İnsanın, mü’min kardeşini onun hoşlanmayacağı sözlerle gıyabında anmasıdır.” Hucurat sûresinde de: “Ey inananlar, zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın. Bazınız, bazınızı gıybet etmesin. Sizden birisi, kardeşinin ölü olduğu haldeki etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi kabul edendir, çok merhametlidir.” buyurularak bu noktaya dikkatler çekilmiştir.


Bazen gıybet, zinadan daha şiddetli olur. İki insanın birbirlerini gıybet etmeleri, nihayetinde bu iki şahıs arasında bir dargınlık, bir nefret ve bir düşmanlık meydana getirecektir. Fakat, bu iş ferdiyetten çıkarak cemiyet halinde yapılır, kitlelerin işi haline gelirse, işte o zaman gıybet, zinadan daha korkunç bir keyfiyet arzeder olmuştur. Neticede de tıpkı sûi zandaki gibi, insanlar arasında dostluk münasebetleri kesilir, fertler arasında olması gereken güven ve dayanışma ortadan kalkar. İslam’a ait değerler çiğnenir, insanlar şeytanın maskarası haline gelirler.


Öfke hali, insanın potansiyel olarak şeytanın ardı sıra gitme sürecine girmesi demektir. Kendine hakim olup öfkesini yutabilenler, ilk bakışta aleyhlerine gibi gözüken hali, kendi lehlerine çevirmiş olurlar.





Her Doğan Çocuğu Dürtmesi


İnsanoğlu, çok girift bir yapıya sahiptir. Zatı itibariyle fevkalâde donanımlıdır. Kendisine yerleştirilen birçok mekanizma ve latîfe vardır. Bütün bunların yanında o yaşadığı anla alakadar olduğu gibi, hem geçmişle hem de gelecekle irtibatlıdır. Bunların hepsinden haberdar olan şeytan ise insan elinin uzandığı her yere ulaşmanın peşindedir. Yürümek istediği bütün yollarda onun karşısına çıkmayı hedefler. Birinde olmazsa diğerinde onu baş aşağı getirmeyi arzular. Allah’ın müstakim yoluna oturup ona geçit vermemeye çalışır: “...Ben de onlar(ı saptırmak) için senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım,” sözü ona aittir. Şeytan, planlarını pratiğe dökmeye zaman kaybetmeksizin başlar, ilk işi de insanı doğar doğmaz dürtmektir. Ebu Hüreyre: “Doğumu esnasında şeytanın dokunmadığı hiçbir çocuk yoktur. Çocuğun doğarken bağırması, şeytanın bu dürtmesinden dolayıdır. Ancak Meryem’in oğlu ile kendisi bundan müstesnadır,” hadisini naklettikten sonra: “İsterseniz şu ayeti okuyun” demiştir: “Ben, onu ve neslini racîm şeytandan Allah’a ısmarladım.” Hz. Meryem’in annesi, Meryem’e hamile kalınca, Cenab-ı Hakk’a, O’nu koruması için yalvarıp böyle dua etmişti.

Kâdı Iyaz (544/1149), Hz. İsa ve annesine has olarak zikredilen bu durumun, bütün Peygamberler için de geçerli olduğunu söylemiştir. Hz. İsa’ya ve Hz. Meryem’e dokunmayan şeytanın, Allah Rasûlü’ne de dokunamayacağı açıktır.





Şeytanın Boynuzu


Hz. Peygamber, bazı hadislerinde “şeytanın boynuzu” tabirini kullanmıştır. Bu ifadenin geçtiği hadislere dikkat edildiğinde, iki ayrı mana için söylendiği görülür. Bunlardan birincisi, güneşin doğduğu ve battığı vakitlerde namaz kılmamayı tembih eden hadislerdir. Bundan ötürü bu vakitlerde namaz kılmak mekruh sayılmıştır. Bu manadaki hadisler, sabah namazının güneşin doğma vaktine kadar sıkıştırılmamasını, ikindi namazının güneşin batma anına varıncaya değin geciktirilmemesini ihtar ederler. Hz. Peygamber, ikindi namazının güneş batımına kadar geciktirilmesiyle alakalı olarak: “Bu, münafığın namazıdır. Oturup güneşi gözetler. Güneş, şeytanın iki boynuzu arasında olduğunda kalkar, namazı dört rekat olarak (kuşun yemi gagalaması gibi hızlıca yatıp kalkarak kılar). Allah’ı da pek az zikreder,” buyurmuş, ikindi namazının bu kadar te’hirini, nifakla irtibatlandırmıştır. “Hz. Peygamber’in, bu hadisleriyle hiçbir özrü olmadığı halde sırf tembelliği yüzünden, ikindi namazını neredeyse güneş batıncaya kadar tehir edenleri, bu davranışlarından menetmek istediği anlaşılmaktadır.” Sabah namazını güneşin doğmasına çok az bir zaman kalıncaya kadar geciktirme de böyledir.


Kur’an da, münafıkların namaza olan gevşekliklerinden bahseder: “Münafıklar, güya Allah’ı  aldatmaya çalışırlar, Oysaki O, onların aldat(ma planlarını  başlarına geçir)ir.


Namaza kalktıkları vakit, üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az anarlar.”


Amr b. Abese (r.a), seneler sonra Allah Rasûlü’nün yanına geldiğinde aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatır: “Ya Rasûlallah, beni tanıyor musun? dedim. O: “Evet, Mekke’de benimle görüşen sen değil miydin?” buyurdu. Evet bendim dedim ve şunu ilave ettim: Ya Rasûlallah, bana, Allah’ın sana öğrettikleri ve benim bilmediğim şeylerden haber ver, bana namazı anlat. Hz. Peygamber (s.a.s): “Sabah namazını kıl, sonra güneş doğup yükselinceye kadar namazı kes, çünkü güneş, şeytanın iki boynuzu arasından doğar. Kafirler de o zaman ona secde ederler. Sonra namaz kıl. Çünkü namaz ispatlı, şahitlidir. Onu, mızrağın gölgesi dimdik duruncaya kadar kılmaya devam et. Sonra namazı kes, çünkü o zaman cehennem kızdırılır. Gölge döndüğünde yine namaz kıl. Çünkü namaz ispatlı, şahitlidir. Onu tâ ikindiye kadar kılmaya devam et. İkindiyi kıldıktan sonra namazı kes, tâ güneş kavuşuncaya kadar. Zira güneş şeytanın iki boynuzu arasından batar. O zaman kafirler güneşe secde ederler,” buyurdu.”


Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s): “Namaz kılmak için güneşin doğmasını veya batmasını araştırmayın. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar.” demiştir.


Şeytanın boynuzu ifadesinden, onun gücü, kuvveti ve ona tâbi olanlar gibi manalar anlaşılmıştır. İmam Nevevî (ö. 676/1277), mananın zahirine hamledilmesini daha uygun görmektedir. Şöyle ki; güneşin doğma ve batma vakitlerinde şeytan, başını güneşe yaklaştırır ki böylece güneşe ibadet eden kafirler, görüntü olarak ona da secde etmiş olsunlar. Bu da şeytanın ve avanesinin, onların başlarına tebelleş olmaları demektir.


“Şeytanın boynuzu” tabiri ile anlatılmak istenen diğer anlam ise, fitnenin, güneşin doğduğu yerden yani doğudan zuhur edeceği manasıdır. Abdullah b. Ömer: “Ben Rasûlüllah’ı, doğu tarafına işaret ederek: “İyi biliniz ki fitne buradadır, fitne buradadır. Şeytanın boynuzunun doğacağı yerdedir,” derken gördüm,” demiştir.


Allah Rasûlü: “Allah’ım, Şam’ımızı  ve Yemen’imizi bereketlendir,” diye dua etmişti.


Ashab, Necd’in de aynı  duaya mazhar olması  için: “Ya Rasûlallah, Necd’imizi (de deyin)” dediler ve birkaç kere de tekrar ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Sarsıntılar ve fitne oradadır. Şeytan boynuzu da oradan doğar,” buyurdu.


Bir defasında da Hz. Peygamber (s.a.s), mescidde iken ayağa kalkmış, Hz. Aişe’nin evi tarafını işaret ederek: “İşte fitne bu taraftadır. Şeytanın boynuzunun doğacağı yerdedir,” buyurmuştur.


Hz. Peygamber’in hanımları, mescide açılan odalarda kalıyorlardı. Her halde, Allah Rasûlü’nün insanlara hitap ettiği yere göre Hz. Aişe’nin odası, doğu tarafına denk gelmekteydi. Bundan ötürü de Hz. Peygamber, Aişe’nin odasına doğru işarette bulunmuş, fitnenin zuhur mahallinin doğu olacağını ihtar etmiştir.


Hz. Peygamber, o zaman için halkı kafir olan doğu tarafına işarette bulunmuştur. Böylelikle O (s.a.s), fitnelerin doğudan zuhur edeceğini mucizevî olarak haber vermiştir. Hakikaten de, Cemel ve Sıffîn hadiseleri doğudan zuhur etmiştir. Haricîlerin çıkış yeri, Medine’nin doğusundaki Necd havalisidir. Moğol istilalarının ve 20. Asrın en büyük fitnesi olan komünizmin patlak verdiği ve en fazla etkili olduğu alan yine doğu olmuştur.



Bütün bunlar Efendimiz (s.a.s)’in mucizeleri cümlesindendir.






Yeme-İçmeye Karışması


Bazı   hadislerin  zahirine  bakılırsa  şeytan  da,  insanlar  gibi  yiyip  içmektedir.  Hz. Peygamber (s.a.s): “Sol elinizle yiyip içmeyin, zira şeytan da sol eliyle yiyip içmektedir,” buyurur. Bu hadiste hem şeytanın yiyip içtiği, hem de yeme -içmede sol elini kullandığı anlaşılmaktadır.


Ümeyye b. Muhşiy (r.a) şöyle bir olay anlatır: “Bir gün bir adam, Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir yerde yemek yiyordu. Yemeğin bitmesine birkaç lokma kalıncaya kadar da bismillah dememişti. Son lokmayı ağzına götürürken “başında da sonunda da bismillah” dedi. Bunu duyan Allah Rasûlü tebessüm etti, sonra da: “Şeytan da onunla beraber yiyordu. (O zat) Allah’ın adını anınca, (şeytan da) bütün yediklerini kustu,” buyurdu.”


Hz. Huzeyfe (r.a): “Biz Rasûlüllah ile bir sofrada bulunduğumuzda, Allah Rasûlü yemeğe başlamadıkça biz de ellerimizi yemeğe uzatmazdık. Bir defasında bizler Rasûlüllah ile bir sofradayken, aniden, sanki kovalanıyormuşçasına bir kız çocuğu çıkageldi. Hemen elini sofraya uzattı. Hz. Peygamber onun elini tuttu. Biraz sonra bir bedevî de aynı şeyi yaptı. Rasûlüllah, onun da elini tuttu. Sonra da: “Besmele çekilmeden yenilen yemekten şeytan da yeme imkanı bulur. Şeytan, kız çocuğu ile beraber geldi, elini tuttum. O bu sefer bedevî ile geldi, onun da elini tuttum. Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki şeytanın eli de onların elleriyle beraber, elimdedir,” buyurdu.”


Konuyla alakalı olarak zikretmek istediğimiz son hadisin ravisi Hz. Cabir’dir. Allah Rasûlü: “Şeytan her halinizde sizinle beraberdir. Hatta yemek yeme anınızda bile. Biriniz bir lokma yere düşürdüğünde eza verici (pislenen) yeri temizleyip yesin, onu şeytana bırakmasın. Yemek bitince de onu (tabağını) güzelce sıyırsın. Zira insan, bereketin yemeğin neresinde olduğunu bilemez,” buyurmuştur.

 


Şeytan, yaratılışı ve yaşantısı itibariyle insandan çok farklıdır. Bizim hayat buudlarımızın dışında bir hayatı vardır. Bu yüzden, onun yemesi ve içmesi varsa da bu, şüphesiz çok farklıdır. Onu da, bizim gibi elleriyle ve bizim yediğimiz yemeklerden yiyor olarak algılamak, yanlış olur kanaatindeyiz. Bu tür hadislerde Hz. Peygamber’in ahlakî bir kuralı oturtmak için böyle mecazî bir üslûp kullanmış olabileceğini düşünmekteyiz. Burada yemeğe başlarken Allah’ın adını anmak ve yemeği sağ elle yemek adına tavsiyeler yapılmış, besmelesiz ve sol elle yemenin de keraheti nazara verilmiştir.





Rüyalara Tesiri


Rüya, rü’yetten gelir ki insanın uykusunda gördüğü şey demektir. Hadislerde rüya kelimesinden nüans ile ayrılan bir diğer kelime hulûmdur. Hulûm da rüya gibi uykuda görülen şeye denir. Uykuda görülen güzel ve hayırlı şeylere rüya; çirkin ve şer şeylere de hulûm denmesi ise, bu iki kelime arasındaki nüansın ifadesidir. Bu nüans, Hz. Peygamber’in sözlerinde de kendini belli eder. Ebu Katade’nin rivayet ettiği bir hadiste: “Rüya Allah’tan, hulûm ise şeytandandır. Biriniz hoşlanmadığınız bir düş görürse sol tarafına üç defa tükürsün ve onun şerrinden Allah’a sığınsın. (Böyle yaparsa) O düş kendisine zarar vermeyecektir.” buyurulmuştur. Hadisin yakın versiyonlarında: “Biriniz güzel bir rüya görürse onunla sevinsin. O rüyayı sevdiği kimselerden başkasına söylemesin.” “Sizden biriniz hulûm görürse, (o kişi) şeytanın, uykusunda kendisiyle oynamasını kimseye haber vermesin,” denmiştir.


Rüyalar çeşit çeşittir. Birincisi; doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk tarafından veya meleğin telkini sebebiyle meydana gelir ki tamamen haktır. İkincisi; yaşanan hadiselerin şuur altı haline gelip rüyalara aksetmesi şeklinde tezahür eder. Üçüncüsü ise; şeytanî olanıdır ki şeytanın gizli bir tesiriyle ve fakat yalan bir çağrışım ve hayal ürünü olarak uykuda görülen kötü, çirkin ve şer olan şeydir. Bu konuda da Hz. Peygamber: “Vakit (kıyamet) yaklaşınca müslümanın rüyası hemen hemen hiç yanlış çıkmayacaktır. Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem müslümanın rüyası, peygamberliğin kırk beş parçasından bir parçadır. Rüya üç kısımdır: Biri salih rüya olup Allah’tan bir müjdedir. Diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür. Üçüncüsü, kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen kalkıp namaz kılmalı, onu kimseye söylememelidir,” buyurarak rüyaları kategorize etmiştir.


İnsanın uykusunda şeytanın verdiği bir üzüntü, bir çağrışım veya bir hayal şüphesiz ki yine Allah Teâlâ’nın yaratmasıyladır. Onların şeytana nispet edilmesi, hayırsız ve çirkin olduklarından ötürü mecazîdir.


Şer ve çirkin olan şeylerin şeytana nispet edilmesi, Hz. Peygamber’in hadislerinde çokça görülen O’na ait bir ifade tarzıdır.


Allah Rasûlü’nün sözlerinde, şeytanın rüyada kendi şekline giremeyeceği anlatılmaktadır. Ebu Hüreyre (r.a) şöyle bir hadis nakleder: “Her kim beni rüyada görürse, gerçekten beni görmüştür. Zira şeytan benim sûretime giremez.”


Farklı versiyonları olan hadiste anlatılmak istenen mana şudur: Hz. Peygamber’in görüldüğü rüyalar salih ve doğru rüyalardır. Şeytanın karıştırmalarından (ahlâm) değildir. Önemli olan rüyada görülen Hz. Peygamber’in, şemâilde zikredilen vasıflarına uygunluğudur. Gençliği, orta yaş hali veya vefat ettiği vakitteki hali ile, rüyadaki görünümü uygunluk arzetmelidir.





Yolculukta Şeytan


Hadislerde şeytanın bahsinin geçtiği bir başka konu da yolculuktur. Allah Rasûlü: “Yalnız başına yolculuğa çıkan binitli kişi şeytandır. Binitli iki kişi de şeytandır. Binitleriyle yolculuk yapan üç kişi ise cemaattir,” buyurmuştur.


Şeytan, yalnız yolculuk yapan bir insanı kendine çağırır, ona değişik vesveselerde bulunur. İnsan yalnız kalınca şeytanın fitlemelerine karşı daha dayanıksızdır. İki kişi olunca her ne kadar yalnızlık gibi olmasa da yine de şeytanın hücûmuna karşı za’fiyet devam etmektedir. Üç kişi olununca şeytanın kışkırtmaları tesirini iyice yitirecek ve – Allah’ın izniyle- o cemaat, şeytandan müteessir olmayacaktır.


Yalnız yolculuk yapma, beraberinde olumsuz başka neticeleri de getirebilir. Tek başına yola çıkan kişi, yolda hastalanabilir, bir kaza geçirebilir veya herhangi bir saldırıya uğrayabilir. Şayet yolda ölse, o anda onu yıkayacak, kefenleyecek, gömecek kimse olmayacaktır. Bunların hiçbiri olmasa bile, namazlarını cemaatle kılamayacak olması, şeytanın muradına ermesi adına yeterli bir sebeptir.




Akşam Vaktinde Etrafa Yayılması


Hadislerde yer alan bir mesele de şeytanların akşam vaktinde harekete geçmeleriyle alakalıdır. Hz. Cabir’in rivayetinde: “Çocuklarınızı ve suya giden hayvanlarınızı, güneş battığında, yatsının karanlığı kayboluncaya kadar dışarıya salmayınız. Zira güneş batıp da, yatsının karanlığı kayboluncaya dek şeytanlar etrafa yayılırlar,” buyurulmuştur.


Konuyla alakalı bir diğer hadiste de: “Hava karardığında çocuklarınızı tutun, (dışarı çıkarmayın) çünkü o vakitte şeytanlar etrafa yayılır. Geceden belli bir vakit geçtiğinde onları salıverin. Bismillah diyerek kapılarınızı kapatın. Çünkü şeytan, kapalı kapıyı açamaz. Su testilerinizin ağzını besmele çekerek bağlayın. Kaplarınızı üzerine enlemesine bir şey koyarak dahi olsa örtün ve besmele çekin, kandillerinizi de söndürün,” denmiştir.


Kanaatimizce bu hadislerde, dünya hayatını yaşarken, ona bir ukba buudu kazandırma dersi verilmek istenmiştir. Kapıları kapatma, testilerin ağzını bağlama, yemek kaplarının üzerlerini örtme gibi dünyaya ait işler yapılırken, Allah’ın adı anılmakta, böylece de şeytanın vereceği rahatsızlıklardan kurtuluşun yegane sebebi olmak üzere Allah’a sığınılmaktadır. Bunu destekleyen hadisler de vardır. Hz. Cabir’in rivayetinde Allah Rasûlü şöyle buyurur: “Kişi evine geldiğinde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan, yardımcılarına: Size yatacak yer ve akşam yemeği yok der. O kimse evine geldiğinde Allah’ı anmazsa, şeytan avanesine: “Yatacak yere yetiştiniz,” der. O zat, yemek yerken besmele çekmezse o zaman da şeytan: “Hem akşam yatacak yere, hem de akşam yemeğine kavuştunuz,” der.” Ayrıca başlanan her işe Cenab-ı Hakk’ın adını anarak veya O’na hamdederek başlamayı tavsiye eden hadisler de mevcuttur.


Şeytanlar, ışığı ve aydınlığı sevmez, aksine bunları uğursuz sayar ve karanlıktan medet umarlar. Zira onlar, hava karardıktan sonra daha rahat hareket etme imkanı bulabilirler. Onlar karanlıktan medet umarlar, ışığı ve aydınlığı sevmedikleri gibi onu uğursuz sayarlar. Anlaşılan o ki şeytanlar, bu vakitte dört bir yanda cirit atmakta ve insanları yoldan çıkarma işlerine hız vermektedirler. Halk arasında söylenen “akşam şer olur” sözü, bu manadaki hadislerin enfes bir üslûpla kendi dilimizdeki ifadesi olsa gerek.


Hz. Ömer’den Korkması


Hz. Peygamber, şeytanın Hz. Ömer’den korktuğunu ifade etmiştir. Konuyla alakalı hadisi Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) rivayet eder: “Ömer, Rasûlüllah’ın yanına girmek için izin istedi. O’nun yanında Kureyş’den bir takım kadınlar vardı. Kendisi ile yüksek sesle konuşuyor ve O’ndan bazı şeyler istiyorlardı. Ömer izin isteyince, onlar kalkarak perdeye doğru koşuştular. Rasûlüllah gülüyordu. Ömer: “Allah seni hep güldürsün ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Rasûlüllah: “Şu benim yanımda olanlara şaştım, senin sesini işitince perdeye koştular” dedi. Ömer: “Ya Rasûlallah, onların çekinmesine sen daha layıksın,” dedi. sonra da kadınlara dönerek: “Ey nefislerinin düşmanları, Rasûlüllah’tan çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz!” dedi. Kadınlar: “Evet, sen Rasûlüllah’tan daha sert ve daha haşinsin,” dediler. Hz. Peygamber: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki şeytan sana bir caddede rastlamış olsa, mutlaka senin tuttuğun caddeden başkasını tutardı,” buyurdular.


Allah Rasûlü’nün huzurunda def çalarak oynayan bir kız, Hz. Ömer’i görünce korkup defini saklamıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ya Ömer, şeytan mutlaka senden korkuyor. Ben oturuyorken bu kız def çalıyordu. İçeriye Ebu Bekir girdi, bu kız çalmaya devam etti. Sonra Ali geldi, yine def çalmaya devam etti. Daha sonra içeriye Osman girdi. Bu kız def çalmayı sürdürdü. Ey Ömer, içeriye sen girince kız defi sakladı,” buyurdu.


Şeytanın Hz. Ömer’den korkup yolunu değiştirmesi zahirine hamlolunabilir. Yani şeytan, Ömer’i görünce onun heybetinden ve kendisine bir şey yapabileceği endişesinden ötürü başka bir yola sapar. Kâdı Iyaz (ö. 544/1149) gibi bazı alimler de Allah Rasûlü’nün bu sözlerini mecazî manada yorumlamışlardır. Onlara göre de şu denmek istenmektedir; Ömer (r.a) her işinde fevkalâde doğruluk üzere olup, her işinde şeytana ters gittiğinden dolayı şeytan, ondan korkmakta ve yolunu değiştirmektedir. İmam Nevevî (ö. 676/1277) bu iki farklı yaklaşımı zikrettikten sonra birinci görüşe daha sahihtir der.


Hz. Ömer’in çok hakperest olması, kılı kırk yararak bir hayat yaşaması ve bunların yanında fevkalâde celalli olması gibi bazı mülahazalardan dolayı da onun hakkında böyle söylenmiş olabilir.





Muhtelif Konular


Ebu Hüreyre’nin rivayetinde Hz. Peygamber: “Çan, şeytanın çalgısıdır,” buyurmuştur.


Efendimiz ölenin arkasından ağıt yakılması konusunda da şeytanı anmıştır. Ümmü Seleme: “Kocam vefat ettiğinde “gurbet elde ölen bir garip, vallahi ona dillere destan olacak bir şekilde ağlayacağım,” deyip hazırlanmıştım. Bir kadın da bana ağıt yakmamda yardımcı olacaktı. Allah Rasûlü: “Sen Allah’ın çıkardığı şeytanı tekrar eve sokmak mı istiyorsun?” buyurdu. Ben de artık ağlamadım,” demiştir.


Hz. Peygamber, acele etmenin şeytana ait bir özellik olduğunu vurgulamış: “Teennî (düşünüp taşınarak iş yapma) Allah’tan, acele etmek de şeytandandır,” buyurarak bizleri tedbirli ve temkinli olmaya teşvik etmiştir.


Allah Rasûlü fevkalâde tutumlu ve kanaatkar idi, israfa hayat hakkı tanımamıştı. Mesela, gereksiz yere evlere fazla eşya alınmasını hoş karşılamamış: “Bir yatak erkek için, bir yatak da hanımı içindir. Üçüncü yatak da misafirindir. Dördüncüsü ise şeytanındır,” demiştir. Kur’an’da da israf yerilmiş, hatta müsrif insanlar şeytanın kardeşi olarak tavsif olunmuşlardır: “Akrabaya, yoksula ve yolcuya Hakkını ver, fakat saçıp savurma, zira (mallarını lüzumsuz olarak) saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise Rabb’ine karşı çok nankördür.”


Efendimiz, her yönüyle örnek bir hayat sergilemiştir. O’nun hayatının hangi kesitine bakılsa insanı büyüleyen bir söz veya bir davranış ile karşılaşılacaktır. O’nun hayranlık uyandıran yönlerinden biri de temiz ve güzel giyinmesidir. Belki çok elbisesi yoktu ama olanları iyi değerlendirir, giyinince herkesi kendisine imrendirirdi. Dalgalı saçlarını tarar, bazen da hanımlarına taratırdı. Dişlerini misvaklar, insanların da dişlerini temiz tutmalarını tavsiye ederdi. Güzel kokudan hoşlanırdı. Kendisi böyle yaptığı gibi, başkalarının da kendilerine dikkat etmelerini isterdi. Bir gün huzuruna saçı sakalı dağınık bir adam girmişti. Hz. Peygamber, saçını sakalını düzeltip öyle girmesi için eliyle işarette bulundu. Adam, üstünü başını düzelttikten sonra gelince: “Herhangi birinizin sanki şeytan gibi saçı sakalı dağınık bir halde gelmesindense böyle gelmesi daha iyi değil mi?” buyurdu.


Bazı hadislerde, eşeğin anırması şeytanla, horozun ötmesi ise melekle irtibatlandırılmıştır. Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir rivayette Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: “Geceleyin horozların ötmesini işittiğinizde Allah’ın lütfundan isteyiniz, zira horozlar (o anda) bir melek görmüştür. Gece vakti eşeğin anırmasını duyduğunuzda da Allah’a sığının, çünkü eşek (o esnada) şeytanı görmüştür.”


Hadislerde, yabancı bir erkekle yabancı bir kadının yalnız kalmamaları tavsiye edilmiş: “Bir erkek, yabancı bir kadınla baş başa kalmasın, aksi takdirde üçüncüleri şeytandır,” denilmiştir. İki karşı cins, kadimden bu yana birbirleriyle denenip durmaktadırlar. Bu, günümüzde daha da belirgin bir hal almıştır.


Allah Rasûlü’nün beyanlarında deve ile şeytan arasında da bir bağ kurulmuştur. Hz. Peygamber, Bera’ b. Azib’in rivayetinde: “Deve ağıllarında namaz kılmayın, çünkü deve şeytandandır,” buyurarak devenin tabiatı icabı insana zarar verebileceğine işarette bulunmuştur.


İnsanlara zararı diğerlerinden daha fazla olma ihtimaline binaen: “Siyah köpek şeytandır,” denilmiştir. hakikaten de siyah köpeklerin diğerlerine nazaran daha çok ürperti hasıl ettiği bir realitedir.


Netice itibariyle diyebiliriz ki Allah Rasûlü, değişik konularla alakalı olarak şeytandan bahsetmiştir. Fakat O’nun bizzat adını andığı şeytan, Âdem(a.s)’a secde etmeyen, bundan ötürü de Allah’a asi olduğundan dolayı cennetten çıkarılan İblis midir? Yoksa onun insanlardan veya cinlerden müteşekkil avanesinden birileri midir? Veyahut, kötülük ve çirkinlikleri şeytana nispet ettiğinden ötürü mü ifadelerinde şeytan ismine sık sık rastlanmaktadır? Bütün bunlar alimler arasında farklı anlaşılmış, değişik şekillerde yorumlanmıştır. Her ne şekilde olursa olsun şeytan veya diğer adıyla İblis, Allah Rasûlü’nün ifadeleri içerisine girmiş, kendisinden sakınılması gerekli bir varlık olarak nazara verilmiştir. Bize düşen de bu tavsiyelerden faydalanmak, elimizden geldiğince şeytanın ağına düşmemeye çalışmak olmalıdır.



İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

Mevlana Meydanı / Konya

 


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak