31 Aralık 2022 Cumartesi

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Zaman Yolcusu - Türklerin geleneksel müziği; Gırtlak Şarkıları

ESKİ TÜRK HAKANLIKLARININ DAYANDIĞI ESASLAR: ESKİ TÜRK HAKANLIKLARININ KURULUŞ FELSEFESİ

 


Cihan Hakimiyeti Ülküsü



Kut


Türkçemizdeki mevcudiyetini ve yaygınlığını en eski tarihi vesikalardan itibaren görebildiğimiz bu kültür kelimemizin, eski Türk siyasi hayatında ifade ettiği mana ünlü siyaset kitabımız Kutadgu Bilig'de şu şekilde açıklanmıştır.


"Kut'un tabiatı hizmet, şiârı adalettir

Fazilet ve kısmet kut'tan doğar

Beyliğe(hükümdarlığa) yol ondan geçer

Her şey kut'un elinin altındadır, bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir Hükümdarlar iktidarı Tanrı'dan alırlar Bey bu makama sen kendi gücünle gelmedin, onu sana Tanrı verdi"



Kut kelimesinin kaynaklardaki yansımalarına birkaç örnek verecek olursak önce Orhun Yazıtlarından başlamamız gerekmektedir. Orhun Yazıtlarında kut: Qut (qut) şeklinde 5 yerde geçerken, Kor-Sarı yazıtında şöyle bir ibare mevcuttur: "men arıgatım kut: benim hakiki adım kut'tur."Uygurlarda kut: saadet, haşmet demektir. Divan'da kut: kutluluk, devlet, saadet, baht anlamlarında kullanılmıştır.


Kut kelimesinin eski Türkçe'de ve bugünkü lehçelerde birçok manaları vardır. Ruh, ruhî, manevi, kuvvet, cesaret, uğurluluk, talihsizlik, saadet, ikbal manalarından başka siyasi hakimiyet kudreti, devlet idaresi, kudret ve selahiyeti, şevket manalarını da ifade eden çok kıymetli bir kelimedir. İslamiyetten önce Türkistan'da kurulmuş Türk hakanlıklarının çoğunda kut kelimesi hükümdarların lakap ve unvanlarında bulunmaktadır. Mesela Hun hakanı Mete'un unvanı Tanrı kut'u Mo-tun (Tengri kutu Mete) idi.


682'de şad unvanı taşıyan Türk beyi, devleti kurduktan sonra Kutlug unvanını almıştı. 744'de Uygur devletini kurmuş olan Baila da devletin başına geçtikten sonra aynı unvanı taşımaya başlamıştı. Türgeş Türklerinin Hankanlarının da bu unvanı taşıdıkları malumdur. Güney Uygur Hakanları da kut (mukaddes) unvanını taşırlardı.

Oğuz Kağan destanında da kut:


"Bizim saadetimiz senin saadetindir bizim uruğumuz senin... uruğundur." şeklinde geçmektedir.


Töre - Kanun


Kafeoğlu’nun tarifine göre töre, bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukukî ve sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve umumiyetle "kanun" manasına gelerek, Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi kaideler bütünüdür.


Eski Türk Yazıtlarında "töre" terimi "kanun, nizam" anlamını ifade eder. Bu terim "il" kelimesiyle birlikte (il-törüsü) "devlet nizamı, kanunu" anlamını bildirmektedir.

Orhun Yazıtlarında töre kelimesi 11 yerde (bazen il kelimesiyle beraber) geçmektedir. "...Babam hakan bu kadar ülke ve töreyi kazandıktan sonra uçuvermiş..."; "...Türe mucibince amcam hakan tahta oturdu..."; vs.


Çin kaynakları "Hunlarda sosyal hayatı düzenleyen kanunlar hep sözlüdür. Bu sözlü kanunlara "törü-töre" diyorlardı" demektedirler.


Uygurlarda togu-törü şekillerinde görülen töre; örf, adet, gelenek, nizam, düzen, kanun anlamlarına gelmekte idi.


Divan'da Kaşgarlı Mahmud, törü'nün gelenek, görenek ve adet olduğunu belirterek şu atasözünü vermektedir:

el kalır törü kalmaz

"Vilayet (il, devlet) bırakılır, görenek (kanun) bırakılmaz".


Uygurlara ait bir eserde töre'nin mahiyeti şöyle açıklanmaktadır:


Yükselen alçalan suların

güzel sesli kuşların

onların cıvıltısında töre sesi

öyle duyulur diyerek

ince derin tatlı,

sabahları dinlemeğe elverişli

vaaz eden mübarek töre sesi.


Törenin siyasi, sosyal ve hukuki hükümleri çevreye, zaman ve imkanlara göre değişebilirdi. Bu yüzden de kendince önemli olan şartlar içinde etkinliğini koruyabiliyordu. Bundan dolayı da Türk hükümdarları ehemmiyetine, yerine ve zamanın icaplarına göre ve "meclisin tasvibini" alarak, töreye yeni hükümler getirebiliyorlardı.

Bununla beraber törenin değişmez bir takım kuralları vardı ki, Kutadgu Bilig'deki kayıtlardan tespit edilebildiği kadarı ile bunlar şunlardı:


Könilik (adalet)

Uz'luk (iyilik)

Tüz'lük (eşitlik)

Kişilik (insanlık).


Töre bir yoldur ve aile ile devletin töresi vardır. Tanrı'nın izniyle ve Tanrı tarafından tahta çıkarılmış olan Türk hakanları devleti Türk töresi üzerine idare ederlerdi.


Türk töresi, herkesin ne yapacağını göstermiştir. Töre aynı zamanda örfi hukuk idi. Nitekim Töre kelimesi Uygur çağından itibaren artık doğrudan doğruya "kanun" anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Türk devlet anlayışında adalet, kanun en yüce yeri tutuyordu. Kutadgu Bilig'de İslami deyiminin yanında Türkçesini de vererek manayı hem derinleştiriyor, hem pekiştiriyor, hem de aydınlatıyordu:


"Zulüm yanar bir ateştir, yaklaşanı yakar

kanun sudur, akarsa nimet yetişir"

"Usul (töre) bilen kimse çok güzel söylemiş

insan usul (töre) bilirse baş köşeye geçer".


Cihan Hakimiyeti


Türklerin Cihan Hakimiyeti mefkuresi ilk defa büyük Türk hakanlığı kuran Hunlar ve onların hükümdarı Mete ile başlar. Bu kudretli hakan mektuplarının başında: "Tanrı'nın tahta çıkardığı Hun milletinin büyük Tan-hu'su" ibaresini kullanırdı.


Hun hakanlığının parçalanmasından sonra 304 yılında bir Hun kumandanı, hakanlığını tekrar kurmak ve milletini kurtarmak maksadı ile ileri gelenleri toplamış ve: "Tan-hu'muzun sadece bir unvanı kalmış, beyler Çinlilere esir olmuştur. Bu halde bile 20.000 kişilik kuvvetimiz vardır. Neden esarete katlanalım ve Çin'deki karışıklıklardan faydalanmayalım mı?" Diyerek devamında: "İl-yu-sü cesur ve hükümdar olmağa layık bütün meziyetlere haizdir. Eğer Tanrı Hun hakanlığını diriltmek istemeseydi onu dünyaya yollar mıydı?" Şeklindeki söylemle düşüncelerini bildirmiştir. Bu nutkun tesiri ile devletin ileri gelenleri Çin'de oturan Tan-hu'yu davet ederek orada (Çin) çıkan ve hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak onu getirip tahta çıkarmışlardır. Bütün Hun kumandanlarının Tanrı'nın devletlerini korumak için kendilerine yardım ettiğine dair olan inançlarına en güzel delil de Çin'de hüküm süren bir karışıklığın Tanrı tarafından çıkarıldığına olan inançlarıdır.


Avrupa Hunları da bu mefkurelerini göç ve zaferleri ile birlikte bu kıtaya götürmüşlerdir. Bizans elçisi (ve tarihçisi) Priskos (V. asır) Hunların, Attila'nın ilahi bir menşe'den geldiğine inandıklarını, buna itiraz edenlere çok hiddetlendiklerini, dünyanın kendilerine ait olduğu âkidesi ile zapt ve savaşlar yaptıklarını, sarayında bu inancın hüküm sürdüğünü belirtmektedir.

Yine Avrupa Hun hakanlığında döneminde, Bizans tahtında Theodosius II (408-450) bulunurken, o zamanlar Hunların başı veya Hun hakanlığının batı cenahını yöneten Uldız bulunuyordu. Uldız Bizans üzerine ilk tesirli Hun baskısını yapmış ve 410 yılına doğru Trakya'ya kadar inmiş idi ki, onun barış teklif eden Trakya magister militumu'na "Güneş şualarının uzandığı yere kadar her tarafı zapt etmeğe muktedirim" dediği malumdur.


İlk Kök-Türk Kağanı Tuman (Bumin), bağımsızlık hareketine giriştiği ve henüz yabgu unvanını taşıdığı bir zamanda, 545 yılında bile kendilerine Çin elçisi gelince bütün Türkler bununla hakanlıklarının yükseldiğine inanmışlar ve birbirlerini tebrik etmişlerdir. Daha sonra gelen Bizans elçisi ile olan konuşma Türklerin cihan hakimiyeti düşüncesine bağlı bulunduklarını ortaya koymaktadır. Filhakika Batı Kök-Türklerinin hükümdarı İstemi Han, Bizans imparatoru II. Justinos'a Maniakh başkanlığında 567'de bir elçilik heyeti göndermiştir. İmparator da Zemerkos adlı kendi elçisini 569'da hakana yollamıştır. Kara-şar şehri kuzeyinde yazlık ordugâhı Ak-dağ civarında elçiyi kabul eden Türk hükümdarının görüşme sırasında gözlerinden yaşlar akınca, elçi Zemerkos sebebini sormuş: "Atalarımızdan işittik ki bizim için, Garp İmparatorluğu (Roma-Bizans)'nun elçileri geldiği zaman bu bizim için artık yeryüzünde hakimiyetimizi genişleteceğimize delalet eder" cevabı ile bu sevinç gözyaşlarının sebebini açıklamışlardır.


Yine Türkistan'da Kök-Türk tigini Türk-şad (576), Bizans elçisi Valentinos'a "Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünya önümüzde diz çökecektir" demiştir.


İstemi Han'ın oğlu ve halefi Tardu Han (581) Ak Hunları kendi hakimiyetine alan büyük zaferi üzerine 598'de Bizans İmparatoruna gönderdiği mektuba: "Yedi iklimin ve yedi ırkın hükümdarından Roma İmparatoruna..." ibaresi ile başlamıştır.


Cihan hakimiyetine çıkan Türk orduları da kaynaklarda methedilmektedir. Roma İmparatoru elçisi Romulus Hunlar hakkında: "Hun ordusunda yiğitlik ve disiplin bir anane hükmündedir. Ben o görüşteyim ki Hun ordusu dünyada mevcut bulunan bütün ordulara galebe çalacak kuvvettedir"demektedir.


Eski Türklerin veya Oğuzların tarihlerini destansı bir şekilde anlatan oğuz-nameye (Oğuz

Kağan Destanı) göre ilk cihan hakimiyeti anlayışı Oğuz Kağan tarafından ortaya konmuştur:


Oğuz Kağan toy'u topladıktan sonra dört tarafa emirler yolladı ve tebliğler yazdı. Bu tebliğleri elçilere verip gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı: "Ben Uygur Kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesine kağan olmam gerektir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek onu dost edinirim. Kim baş eğmezse gazaba gelirim, düşman sayarak ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ederim."


Bu cihana hakim olma hareketinde Türk destan ve efsanelerinde önemli yeri olan ve yaradılış efsanelerine giren "Bozkurt" (börü) Oğuz Han'ın da rehberi idi. "Gök'ten ışık demeti gibi inen, gök tüylü ve gök yeleli: "Ey Oğuz, sen Urum (Roma) üzerine yürümek istiyorsan ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum" diyen bozkurdu, Oğuz takiple yola, sefere çıkar ve bütün dünyayı hakimiyeti altına almayı başarır.


Oğuz Kağan'ın yanında aksakallı, kır saçlı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O anlayışlı ve asil bir insandı. Oğuz Kağan'ın nazırı idi. Adı Ulug Türük idi. Günlerden bir gün uykusunda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşırken, üç gümüş ok'ta şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve "Ey Kağanım, senin ömrün hoş olsun, Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın, Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın"dedi.


Ayrıca Oğuz Kağan'ın 6 oğlunun isimleri de Türk cihan hakimiyeti anlayışı ve düşüncesini belirtmektedir: Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz. Her biri "Han" unvanını taşıyan bu oğullar, kendi adlarının belirttiği sahanın sorumluları olduklarından, bütün kainat Türk idaresi ve töresi altında birleştirilmiş oluyordu.

Uygur hükümdarı Bögü Kağanla ilgili rivayetler de çok dikkat çekicidir: "Bögü Han, Uygur kavmini akıllıca idare ederken, bir gece düşünde, bir gök ruhunun (peri kızı) kendisini kut-tağ dağına götürdüğünü gördü. Bu düş yedi yıl altı ay ve yirmi iki gün tekrarlandı. Son gece gök ruhu veda edip ayrılırken ona bütün dünyaya sahip olacağını bildirdi. Kağan uykusundan uyanınca ordularını topladı ve dört kardeşinin komutası altında Moğollar, Kırgızlar, Tangutlar ve Khataylar üzerine yolladı. Kardeşleri her yerde zafere ulaştılar.


Bögü Kağan çok geçmeden başka bir düş gördü. Karşısına beyazlar giymiş bir adam çıktı. Elinde çam ağacına benzer bir "yü taşı" tutuyordu. Bu adam ona şunları söyledi: "Bu taşı yanından ayırmazsan, dünyanın dört bucağındaki milletleri hükmün altına alabilirsin". Aynı gece baş vezir de aynı düşü görmüştü. Bögü Kağan yine ordularını topladı ve bu sefer batıya doğru yeniden yola çıktı. Kısa sürede bütün dünyanın hȃkimi oldu.


Türk cihan hakimiyeti anlayışı “güneşin doğduğu yerden battığı yere kara her tarafı (dünya) Türk hakimiyeti altına almak ve Türk töresini buralarda hȃkim kılmaktır”. Bu yüzdendir ki İ. Kafesoğlu'nun dediği gibi "Türk cihan hakimiyeti düşüncesi, Türk fütûhat felsefesinin ana kaynağı ve dayanak noktası olarak daima gerçekleştirilmesine çalışılan bir ülkü niteliğini bütün tarihimiz boyunca muhafaza etmiştir”.


Kut Anlayışı ve Cihan Hakimiyeti Ülküsünün Ortaya Çıkış Sebepleri


Türklerde devlet fikri çok erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Özellikle, büyük sürülerin sevk ve idaresinin verdiği alışkanlıklar ve tecrübeler, onların teşkilatlanmalarında büyük kolaylık sağlıyordu. Zaten sürülerin bir arada tutulması ve bakımı, otlakların tayini ve korunması gibi konar-göçer hayat tarzı için lüzumlu işler, Türkistan Türk’ünü iradeli olmaya, emretmeye ve hâkimiyet fikrine hazırlıyordu. Öte yandan sık sık görülen otlak ve yaylak kavgaları da boylar arasındaki hak ve hukuku gözetecek, düzeni sağlayacak devamlı bir otoriteyi lüzumlu kılıyordu. Böylece, büyük devletler kurarak tarih sahnesine çıkan Türkler, Türkistan’a hâkim olmakla kalmamışlar, çeşitli istikametlerde yayılmışlar ve gittikleri yerlerde yeni yeni siyasi oluşumlar hazırlamışlardır. Çünkü dünya hâkimiyeti düşüncesi büyük Türk hakanlarını devamlı büyülemekte ve onların siyasetlerine etki etmekte idi. Başka bir ifade ile onların siyasi amaçları bütün dünyayı içine alacak şekilde genişti.


Eski Türklerde devletin kuruluşu aileden başlamaktadır. Devlet kurmaya teşebbüs eden ailenin reisi, aynı zamanda tanınmış bir boyun beyidir ve teşkilatçılık bakımından da son derece yeteneklidir. Devlet kurmak için harekete geçen boy beyinin, önce kendi soyundan olan boyları ya iskân etmesi, ya da kuvvet kullanmak suretiyle otoritesine boyun eğdirmesi, yani boy anlayışını kırması gerekiyordu. Eğer beyin bağımsızlığını engelleyen bir devlet varsa, gücü yeterli seviyeye ulaşır ulaşmaz bu devlete savaş açması ve onun hâkimiyetinden çıkma zorunluluğu vardır. Meselâ Hakan Mete Moğol Tunghu kavmine, Bumin Kağan Avarlara savaş açmış ve bu devletleri yenerek bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Bundan sonra beyin belirli bir yerde, belirli bir törenle tahta çıkıp, kendisini başında bulunduğu topluluğun hükümdarı ilân etmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda idare edilecekler tarafından yeni kağanın iktidarının meşruluğunun kabul edilmesi ve onaylanması anlamına geliyordu. Böylece devlet kurma aşaması tamamlanıyor, hızla teşkilatlandırma aşamasına geçiliyordu.


Türklerin yaptıkları göçlerde de önde olan amaç hâkimiyet ülküsüdür. Gerek yayılma gerekse sızma vasfında olsun Türklerin genişlemeleri dünyanın üç büyük kıtasında görülmüştür. Buna kolaylık sağlayan bir etken Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Zorunlu olarak ta olsa sonu bilinmeyen yerlere gitmek her an karşılaşabileceği tehlikeleri göğüslemeye hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm kalım savaşı içinde yaşamak her milletin yapabileceği ve her millet için doğal sayılacak bir durum değildir. Başarılı oldukça da hâkimiyet duyguları kamçılanmıştır. Bu durum Türklerde zamanla dünyayı huzur ve barışa kavuşturmayı amaç edinmiş bir hayat felsefesi ve nerede nasıl olursa olsun adil Türk töresini yürürlüğe koymak üzere bir cihan hâkimiyeti ülküsünü doğurmuştur.


Türklerin bütün dünyaya yayılma anlayışlarının altında çeşitli sebepler vardır. Oğuz Kağan destanında boylar ana vatanlarına bağlı olmakla beraber cihan hâkimiyeti ülküsünü yaşatmışlar ve bunun esas olması gerektiğine inanmışlardır. Ancak cihan hâkimiyeti ülküsünü gerçekleştirmeye çalışırken de “yurd” adını verdikleri vatanlarına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır ki bununla ilgili olarak Emevi döneminde Türkistan’a yaptığı seferler ve savaşlar ile ünlenen komutan Kuteybe bin

Müslim’in şu sözleri akla gelmektedir: “Türkler vatanlarına çok bağlı olup onun için çırpınırlar. Basra’dan Umman Denizi sahiline götürülen ve iple bağlı olan bir deve nasıl fırsat bulunca kendi vatanına gitmek için inlerse Türkler de uzak memleketlere gittikleri zaman vatanı için bir devenin üzüldüğünden daha çok üzülür, onu özleyerek inler… Zira Türkleri diğer milletlere üstün kılan amiller, onun vatanının hususiyetleridir ve o bunu müdriktir.”


Türkler yüzyıllarca kendilerinin hâkim bir millet olarak yaratıldıklarına inanmışlardır. Bu konu ile ilgili Kaşgarlı Mahmud ve diğer pek çok müellif Türklerin Allah’ın has ordusu olduğu ve Allah’ın cezalandırmak istediği kavimlere Türk ordusunu musallat ettiği şeklinde açıklamalar yapmışlardır. Türkler kendilerine kurt (çok nadir olsa da arslan)’un yardım edip yol gösterdiğine inanmışlardır. Zaten gerek milattan önceki gerekse milattan sonraki Türk sanat eserlerine baktığımız zaman yırtıcı bir hayvan ve onun kurbanı olan bir başka hayvana rastlarız. Buradan bazı müellifler Türklerin güçlü olan yırtıcı hayvanı totem olarak kabul ettiklerini düşünmüşlerdir. Fakat bu asla doğru değildir, Türkler hiçbir hayvanı veya maddi unsuru totem olarak görmemiş veya kabul etmemiştir. Bahsedilen hayvanlara sadece bir kutsallık izafe etmişlerdir.


Türkler tüm cihangirlik anlayışlarına rağmen kendi yurtlarını dünyanın merkezi olarak görmüşlerdir. Türklerin merkez olarak gördükleri ve yurt edindikleri bu yerler Tanrı Dağları ile Orhun Havzasındaki Mukaddes Ötüken şehridir. Buralardaki yüksek yaylaların sağladığı kolaylıktan dolayı Türkler cihan hâkimiyeti ülküsünü geliştirme yolunda hızla ilerlemişlerdir. Kaşgarlı Mahmud’un söylediği “Türkler Allah’ın has askerleridir, Allah onları istediği ülkelere musallat eder, Allah dünyanın en güzel yerlerini Türkler için vatan yapmıştır” diyerek Tanrı Dağlarının önemini belirtmiştir.


Türk hakimiyet anlayışının diğer bir önemli özelliği de bu cihan hâkimiyeti anlayışının Tanrı tarafından verildiğine inanılan kut anlayışı ile adalet’e yani “Töre” denilen teşkilata dayandırılmasıdır. Bu da Türkler’deki nizam ve adalet anlayışının gelişmişliğini göstermektedir. Bu sistemlilik Türklerin yayıldıkları yerlerdeki toplulukların hepsine kolaylıkla tatbik edilmiştir. Çünkü inandıkları Gök-Tanrı dininde de rahatlıkla görüldüğü gibi Gök-Tanrı ve onun bahşettiği kut Türklerin cihan hâkimiyeti ülküsünün temel noktasını teşkil etmiştir. Bu anlayış ile Türkler askeri hareketlerinde son derece seri olma alışkanlığını da kazanmışlardır. Özellikle bu çevikliği taktiklerle geliştirebilen Mete, Attila ve Tüng Yabgu’nun savaşları dikkate değerdir. Ayrıca hakimiyet anlayışı sadece eski ve milli geleneklerden yola çıkılarak değil günün şartlarına uygun olarak yapılmıştır. Mesela Timur’un savaşlarında harita kullanması buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Türk askerleri kullandıkları planlı savaş taktikleri ve değişik kuşatma şekilleri ile zenginleşebilmişlerdir.


Sonuç olarak hâkimiyet anlayışı Türklerin kendi varlıklarını korumak için son derece sistemli ve güçlü bir hâkimiyet anlayışı olarak ortaya çıkmış ve bu anlayış günümüze kadar Türk milletinde var olmuştur.


Adalet Anlayışı


Eski Türk toplumunda fertler hür idiler. Hür olan kimse adalet ister, adalet ise herkesin hakkını vermektir. Kaynaklarımız eski Türk toplumunda adaletin en hassas bir şekilde uygulanması için herkesin elinden geleni yaptığına, özellikle de idareci kesimin bu noktada kendisini çok dikkatli davranmak zorunda hissettiğini kaydetmiştir. Nitekim bir toplumda adalet duygusu zedelenirse o toplumun geleceği tehdit altına girer. Eski Türklerin adaleti tesis ettikleri, adil oldukları ve liyakat esasına göre hareket ettiklerine dair oldukça fazla örneklere sahibiz. Bunlarda bir kaçını burada zikredelim: Tabgaç Türk hükümdarı Tai-wu (424-452) devrinde bir Çin kaynağının naklettiğine göre, bu hükümdar: "Ben devletimin içinde küçüklerin haydutluk etmesine ve halkımın ezilmesine göz yummam" demekle adaletin tatbikinde gösterdiği titizliği anlatırken; 753 yılında Çin İmparatoru, Yoen-pi-kia adındaki Karluk yabgusuna kendilerine ettikleri yardımlardan dolayı gönderdiği fermanında: "Otorite ve hüsni niyetle halkınızı yönetiyor, akıl ve maharetinizle onları kendinize hayran bırakıyorsunuz. Görevinizi ifada yüce adalete dayanıyorsunuz" demektedir.


Yukarıda bahsettiğimiz kut ve töre adalet ile uygulama sahasına geçiyordu. Adalet konusunda en iyi anlayışı Kutadgu Bilig'de bulabiliyoruz:


"Beylik çok iyi bir şeydir, fakat ondan daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır"; "Kanun karşısında benim için hepsi birdir; bey veya kul olarak ayırmam";"İster oğlum, ister yakınım ve hasmım olsun, ister yolcu, geçici, ister misafir olsun"; "Kanun karşısında benim için bunların hepsi birdir; hüküm verirken hiçbiri beni farklı bulmaz".

VII. yüzyılda Uygur devleti kurulmadan önce, henüz boylar topluluğu halinde bulunurlarken bu kavmin reisi Pu-sa savaşlarla meşgul olduğu için, anası Uluğ Hatun itilaflara ve davalara bakıyor, kanunlara tecavüz edenleri şiddetle fakat adaletle cezalandırıyordu.


Vatan Sevgisi


Eski Türklerin vatan topraklarına karşı gösterdikleri muhabbet onları diğer milletlerden ayıran en belirgin özellikleridir. Bu özelliği belirten birkaç tarihi vesikamızı burada vermeye çalışacağız.


Bu konudaki ilk vesikamız eski Türk'ün toprağına ne kadar önem verdiğini en muhteşem şekliyle vermektedir: Asya Hun Hükümdarı Mete'un tahta çıktığı zamanda (M.Ö. 209) Hunların doğusunda yaşayan Tung-hu'lar (Yüe-çi) güçlerinin doruğunda bulunuyorlardı. Mete'un tahta çıktığını öğrendiklerinde hemen bir elçi gönderirler. Elçi Mete'un babası Tuman Han'ın yorulmadan 1000 mil koşabilen atının kendilerine verilmesini ister. Mete devletin ileri gelenlerini çağırıp "kurultay-toy"u toplar. Kurultay'da bulunanlar böyle bir atın Hunlar için önemli olduğunu ve verilemeyeceğini söylerler. Fakat Mete: "Nasıl olurda bir atı komşu bir devletten daha değerli tutabilirsiniz?" Diyerek 1000 mil yapabilen atı alıp elçiye verir.

Tung-hu'lar atı verince Mete'un korktuğunu sanırlar ve bir elçi daha gönderirler. Bu kez Mete'un hanımını isterler. Mete yine kurultay toplar ve sorar. Herkes kızar ve bağırmaya başlar: "Bunlar ahlak diye bir şey tanımıyorlar, bu defa da hanımı istiyorlar. Onlara hücum edip ortadan kaldıralım" derler, Mete, "Bir kadını, komşu bir devletten nasıl değerli görebilirim?" diyerek karısını elçiye verir.


Cesareti artan Tung-hu'lar bu sefer de boş ve çöllük, kimsenin oturmadığı 1000 mil genişliğinde olan çorak bir arazi parçasını isterler. Mete hemen kurultayı toplar. Devletin ileri gelenlerine sorar. Bazıları şöyle der: "Mete atı ve hanımı verdiğine göre, böyle terk edilmiş arazi parçasını verebiliriz önemli değildir." Bunun üzerine Mete kızar ve kükreyerek "Toprak devletin temelidir, devletin toprağını başkasına nasıl verebiliriz? At ve hanım benimdi verdim ama toprak milletindir nasıl verebiliriz?" diyerek, toprağı verelim diyenlerin başlarını kestirip, Tung-hu'lara karşı sefere çıkar. İşte Mete'un bu sözleri Türklerdeki vatanperverlik duygularının ne kadar eski olduğunu göstermesi açısından müstesna bir ehemmiyet arz eder.

Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, Ötüken'in mübarek (iduk) bir yer olduğunu, dünyayı idare için de burasının en müsait bir duruma sahip olduğunu belirtirken vatan sevgisinin temelini ve derinliğini vermektedir.


"... Ötüken ormanında (yabancı) hükümdar yokmuş, binaenaleyh memleket idare edilecek yer

Ötüken ormanı imiş...".

Ötüken'den ayrılma, halkın ölümü gibi yorumlanmaktadır:


"Mukaddes Ötüken ormanının halkı... siz vardınız ile (doğuya) varanlarınız vardı. Geri (batıya) varanlarınız vardı. Fakat vardığınız yerde hayrınız bu oldu. Kanın su gibi aktı, kemiklerin dağ gibi (yığıldı) yattı. Beylik erkek evladın kul oldu. Pakize (hanımlık) kız evladın cariye oldu".


Eski Türklere göre devletin toprağını meydana getiren yer'ler ile su'lar mukaddes idiler: "Yukarıdaki Tanrı, mukaddes yer-su'lar..."; "Tanrı, Umay ve mübarek yer-su'lar (bizim için onlara) düşmanlara gaflet verdi". Yani Türk Tanrısı ve Türk'ün mukaddes yer'i ve su'yu Türk milleti ve toprağı yok olmasın diye birleşiyorlardı.

Toprak ve insan vatan sevgisinin kökünü oluşturmaktadır. Eski Türklere göre topraksız devlet düşünülemezdi. Halk toprağı toprak da halkı tamamlayarak bir devlet meydana getirirlerdi.


Arap müellifi El-Câhiz'in Türklerin vatan sevgisi hakkındaki düşünceleri ve bilgileri tam manasıyla muhteşemdir: "Türkler Araplardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sahip millettir. Çünkü onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında başka milletlerin sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dair hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır. Görmüyor musun? Bir Basralı'yı görünce onun Basralı mı yoksa Küfeli mi olduğunu bilemezsin. Mekkeli'yi görünce onun Mekkeli mi Medineli mi olduğunu tanımazsın. Cebeleli'yi (Horasan Dağıstanı) görünce onun Cebel'den mi yoksa Horasan'dan mı olduğunu bilmezsin. Cezireli'yi görürsün onun Cezireli mi yoksa Şam'lı mı olduğunu fark edemezsin. Fakat bu konuda Türklerde yanılmazsın. Onların nereli olduklarını anlamak için kıyafet ilmine (izlerden ve şekillerden netice çıkarma ilmi), ferasete baktığında başkalarına sormaya ihtiyaç duymazsın. Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir hususiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücud benzerliği ve vücudlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türkler'de diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür. Görmüyor musun?”. Yine El-Cahiz Emevilerin Horasan valisi ve Türkistan fatihi Kuteybe b. Müslim'in Türklerden şu şekilde bahsettiğini nakletmektedir: "Vallahi onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar. Zira develer Oman'da iken Basra'daki vatanlarını ve yerlerini özlerler". Kuteybe'nin burada deveyi misal vermesini El-Cahiz "Her şeye basarak ve her vadiyi çiğneyerek ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan geçerek tekrar (özlediği ve sevdiği) memleketine gelir" şeklinde açıklamaktadır.


Türk şeceresini sayan Ebulgazi, Oğuz boylarından Dodurga'nın manasının yurt almayı ve onu tutmayı bilici demek olduğunu söylemektedir.


Atasözleri tarihin, geçmişin, zengin sosyal durumun, inanışların, hukuki ve örfi adetlerin ȃdeta bir aynası gibidirler. Türkmenlerde ve Azerbaycan Türklerinde vatan sevgisi ve hasretine dair oldukça fazla atasözleri mevcuttur:


Azerbaycan Türkleri: "Herkese öz vatanı şirindir; özünden devletli (davletli) ile ortak olmak" derlerken, Türkmenler de: "Yerinden ayrılan yedi yıl, yurdundan ayrılan ölünceye değin (dek) ağlar; Devletli devlet arar, devletsiz vatan arar" demekte idiler.


Bağımsızlığa (Oksızlık) Düşkünlük


Bozkırlı Türk için bağımsızlık ve istiklâl her şeyden önce geliyordu. Bozkır hayat tarzına sahip olması da bu duyguyu besliyor ve yönlendiriyordu. İşte bu yüzden Türk tarihi tâbiliği kabul etmeyen çeşitli Türk gruplarının kurdukları devletleri devam ettirmek için verdikleri bağımsızlık mücadeleleri ile doludur. Eski Türk'ün istiklâline vermiş olduğu önemi bazı tarihi kayıtlarla tespit edebilmekteyiz. Asya Hunlarında M.Ö. 55'de cereyan eden hadise dolayısı ile Çin yıllıkları Hun devlet meclisindeki (toy) şu konuşmayı nakletmektedirler: Ağabeyi Ho-Han-Yeh'in Çin esaretini kabul etmek istemesine karşılık kardeşi Çi-çi şöyle diyordu: "Cesarete karşı hayranlık duymak ve tâbiyeti yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakları ile birlikte devraldığımız devletimizi (istiklâlimizi) feda edemeyiz. Mücadele ederek devletimizi korumalıyız. Mücadele için binlerce atlarımız, korunacak toprağımız ve yürütülecek devletimiz, kavimler üzerinde şerefimiz var. Henüz savaşarak ölmesini bilen yiğitlerimiz var."


I. Kök-Türk Hakanlığı döneminde Çin'in tabiiyetine düşen ve gittikçe zayıflayan Türk hükümdarı İşbara Han (582-587) zamanında Çin, Türkleri büsbütün yozlaştırmak maksadı ile halkını Çince konuşturmaya, Çinliler gibi giyinmeye, Çin adetlerini kabule teşvik ve mecbur etmesi için İşbara üzerindeki zorlu baskısını arttırdı. Hakan, İmparatora gönderdiği 582 tarihli mektubunda bu talepleri şöyle cevaplandırmakta idi: "Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştirmem. Dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetmem, halkıma Çinli elbisesi giydirtmem. Çin adetlerini alamam. İmkânı yoktur. Çünkü bu bakımlardan milletim fevkalade hassastır, ȃdeta çarpan tek bir kalp gibidir" demek suretiyle her türlü fedakârlığa katlanan hatta tâbiyeti ve haracı kabul eden hükümdarın milleti manevi değerleri, milli şahsiyeti ve nizamı üzerinde hiçbir fedakârlığa katlanamayacağına dair sözleri çok güzel fakat o derece de acı bir misal teşkil eder.


Kök-Türk tarihinde fetret devri, Türk milletinin "ölümü" olarak değerlendirilmekte, istiklâlinden mahrum herhangi bir topluluğu da "ölmüş" olarak kabul etmektedir.


Orhun Yazıtları Türklerdeki istiklâl duygusunun en derin izlerini taşımaktadır.


"Bilge Tonyukuk, ben kendim Çin ülkesinde vücud buldum, (o zamanlar) Türk milleti Çin'e tâbi idi. Türk milleti hakansız olmasın (diye) Çin'den ayrıldı. Hakan sahibi oldu. (Fakat) sonra Hakanını koyup tekrar Çin'e teslim oldu. O zaman Tanrı şöyle demiş (sana) Hakan verdim. Hakanını koyup hüküm altına girdin. Hüküm altına girdiğin için Tanrı ölüm vermiş. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu".


Bilge Kağan'da milletinin "(Çin) tatlı sözüne, mülayim hediyesine kapılarak çok Türk kavmi öldü" diyerek, tâbiliği ölümle bir tutmaktadır.


Yine Bilge Kağan, II. Kök-Türk hakanlığının kuruluş sebeplerini ve esaret dönemini şöyle açıklamaktadır: "Çin kavmi de hilekâr, kurnaz olduğu için, küçük kardeş, büyük kardeşin aleyhine kıyam ettiği için beylerle kavim arasında nifak olduğu için, Türk milletinin (eskiden beri) ülkeli olan ülkesi inkırazı yüz tutmuş, Hakanlık olarak hakanın sükûta uğramış. Çin milletine beylik eden erkek evladı kul eyledi. Pakize kız evladı cariye oldu, evladını cariye edindi.".


Bilge Kağan, Türk milletinin istiklalinin ebediliğine olan inancını anlatırken yukarıda işaret edildiği üzere, esaret devrinde bir kısım beylerin ve yüksek memurların "hıyanet ve alçaklığı" üzerinde ısrarla durmakta ve: "Ey Oğuz Beyleri, kavmi işitin: yukarıda Tanrı (gök) basmasa, aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni, töreni kim bozar? Ey Türk milleti (titre) ve kendine dön" demektedir.


Arap müellifi El-Câhiz Türklerin özelliklerini sayarken "Türkler sanat, ticaret, meyvacılık, binalar yapmak, mal toplamak vs. işlerler meşgul olmadılar. Sadece gaza yapmak, avcılık etmek, kahramanlarla çarpışmak, ganimet elde etmek, çeşitli memleketleri tanımakla meşgul olduklarından ve yaradılışları bu işler için müsait olduğundan bunları iyice sağlamlaştırdılar, bu konuda en yüksek dereceye çıktılar" derken, istiklâl duygusunun da temelini vermektedir.



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Müslümanların Bizans İle Dini İçerikli Diyalogları-3

 



Ioannes Damaskenos ve İslamiyet


Ortodoks kilisesinin en önde gelen teolog, yazar, şair ve azizlerinden Ioannes Damaskenos (Yuhannil/Yahya ed-Dımaşki), İslam topraklarında Melkl (Melkit/Melkani/Melkaye) kilisesine mensup olup lslam'a karşı reddiye yazan ilk hıristiyan alimi olarak bilinir. Bilginin kaynaklarına dair meşhur eserinin (Pigi Gnoseos) bir bölümünü teşkil eden De Haeresibus adlı kısımda lslam'dan ve Müslümanlardan bahsedilmektedir. Bu bölümde Ioannes Damaskenos, Kurandan ve hadislerden verdiği örneklerle İslam'a ve müslümanlara karşı tenkitlerini sıralamaktadır.


Bedenen İslam toplumu arasında yaşadığı halde Meyendorff'un ifadesiyle kalben ve zihnen Bizans'ta yaşadığı anlaşılan Ioannes, yazdığı ilahilerinde Hz. İsa'nın mirasının muhafızı olarak vasıflandırdığı "haçlı" imparatorun, Theotokos'un (Hz. Meryem) da inayetiyle "barbar milletleri" ayakları altına alacağı günü beklemekte ve düşmanlarına karşı muzaffer olması için dua etmektedir. Ayrıca o, Müslümanları kastederek bu düşmanların "bize karşı savaşan İsmailoğulları" olduğunu ifade etmektedir.


İslamiyet'i Hıristiyanlığın sapık bir kolu ve Hz. lsa aleyhtarı olanların öncüsü (prodromosto antikhristo) olarak gören Ioannes, Hz. Muhammed'i de yalancı peygamber olarak vasıflandırmakta ve insanların güvenini kazandıktan sonra içerisine gülünç şeyler yazmış olduğu kitabının gökten indirildiğini "iddia etmekle" suçlamaktadır. Hz. lbrahim'in oğlu Hz. lsmail'in soyundan gelen Arapların, zamanla putperestliğe sapıp sabah yıldızı ve "Ekber" (büyük) dedikleri tanrıça Afrodit'e taptıklarını, Herakleios dönemine kadar böyle devam ettikten sonra bu dönemde ortaya çıkan Muhammed adlı "yalancı" peygamberin Ariusçu bir rahiple de dostluk kurarak Eski ve Yeni Ahid'e dayanmak suretiyle kendi mezhebini oluşturduğunu ifade etmektedir. Kuran-ı Kerim'de yer alan Hz. lsa ve Hz. Meryem'le ilgili ayetlere atıfta bulunarak müslümanların hıristiyanları yanlış anladıkları ve onlara söylemedikleri şeyleri izafe ettiklerini belirtmektedir. Ioannes'e göre Hz. Muhammed, Logos'un ve Kutsal Ruh'un ilahlliğini inkâr ettiği için bir Ariusçu hıristiyandır. Ioannes daha da ileri giderek Hz. Muhammed için "yalancı peygamber", "iki yüzlü" ve "şehvet­ perest" gibi küçültücü ifadeler kullanmaktadır.


Kuran-ı Keriın'den Allah'ın birliği, her şeyin yaratıcısı olduğu, doğmadığı, doğurmadığı, Hz. lsa'nın Allah'ın kelimesi ve Ruh'u olduğu Allah tarafından yaratıldığı, O'nun bir kulu olduğu, Hz. Musa ve Harun'un kızkardeşi Hz. Meryem'den babasız olarak dünyaya geldiği Allah'ın Hz. Meryem'e ilka ettiği Kelime'si ve Ruh'undan oluştuğu, O'nun kulu ve peygamberi olduğu, Yahudilerin Tevrat'a aykırı olarak onu öldürmek istediklerini ve onu yakaladıklarında onun benzerini çarmıha gerdiklerini, kendisinin ise asılıp öldürülmeksizin Allah katına kaldırıldığını, çünkü Allah tarafından sevildiğini, Allah'ın Hz. lsa'ya "Sen Allah'ın oğlu ve tanrı olduğunu söyledin mi?" diye soracağı ve onun da "Haşa! Seni tenzih ederim. Ben böyle bir şey söylemediğim gibi, senin kulun olduğumu belirtmekten başka bir şey de söyleyemem. Fakat insanlar hata yaparak yanlışlıkla benim hakkımda böyle şeyler söylediler ve aldatıldılar" diyeceğini, bunun üzerine Allah'ın da "Bunları senin söylemediğini ben de biliyorum" diye cevap vereceğini belirten ayetlere atıfta bulunarak alıntılar yapmaktadır.



loannes'e göre Hz. Muhammed'e Allah tarafından kitap indirildiğine dair Müslümanların şahitleri yoktur ve böyle bir peygamberin geleceğini de hiçbir peygamber önceden bildirmemiştir. Halbuki Hz. lsa'nın Tanrı'nın oğlu, Tanrı olarak beşer suretinde geleceği, çarmıha gerilip öldükten sonra diriltileceği ve insanları hesaba çekeceği Hz. Musa'ya Sina dağında Allah tarafından bildirilmiş ve ondan sonraki bütün peygamberler de Hz. İsa'nın geleceğini müjdelemişlerdir.


Ioannes'e göre, Kuran-ı Kerim'de herhangi bir haberi araştırmaksızın, delil ve şahitsiz kabul etmemeleri emredilen ve evliliklerde, ticari işlemlerde şahitsiz yapılan muameleleri gayri meşru sayan Müslümanlar, iman gibi temel bir konuda şahit istemeksizin Hz. Muhammed'e kutsal kitabın indirildiğini kabul etmekle çelişkili bir tavır sergilemektedirler. Kendilerine bu husus hatırlatıldığında da verecek cevap bulamamakta ve yüzleri kızarmaktadır.


Kutsal kitaba dayanarak Hz. lsa'yı Tanrı'nın oğlu ve Tanrı olarak kabul ettikleri için Müslümanlar tarafından Allah'a ortak koşmakla (Hetairiastaı) itham edildiklerini belirten Ioannes, bunun doğru olmadığını söylemektedir. Ona göre Hz. lsa'yı Allah'ın Ruh'u ve Kelime'si olarak gören Müslümanlar da onun Tanrı ile bütünleştiğini kabul etmiş olmaktadırlar. Eğer Tanrı'ya ortak koşma korkusuyla O'nun Ruh'u ve Kelime'sinin ayrı olduğunu söyleyecek olurlarsa, bu sefer de Tanrı'dan bu iki şeyi soyutlamış ve O'nu cansız bir varlık durumuna düşürmüş olmaktadırlar ki, bu çok daha tehlikeli bir durumdur.



Kutsal haçın önünde eğildikleri için onu hakir gören Müslümanlar tarafından putperest olarak nitelendiklerini belirten loannes, Müslümanların Haceru'l-Esved'e sarılıp öpmek suretiyle saygı gösterdiklerini hatırlatarak onları tenkit etmektedir. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'te Hz. lbrahim'in oğlunu kurban ettiği yerin ormanlık olarak vasıflandığını, halbuki Mekke'nin çöl ve çorak bir arazi olduğunu, dolayısıyla Hz. lbrahim'in bu topraklara gelmediğini belirten Ioannes, bu hususlar kendilerine söylendiğinde Müslümanların utanç duyduklarını, ancak yine de bu taşın Hz. lbrahim'e ait olduğunu söylemekten geri durmadıklarını ifade etmektedir. Ioannes şeytanların gücünü ve tuzağını boşa çıkarmış olan haça hıristiyanların gösterdikleri tazimin tenkit edilmesine de şaşmaktadır.


Hz. Muhammed'in bir erkeğe dört kadınla evlenebilme, ayrıca imkanı varsa birçok cariye edinebilme ve hanımlarından istediğini boşama hakkı tanıdığını, kendisinin de Zeyd'in güzel hanımında gözü olduğu için "Allah'ın emridir" diyerek önce boşattığını, sonra da aynı gerekçeyle onunla evlendiğini, bu sefer de "boşanmış bir kadının bir başkasıyla evlenmedikçe eski kocasına dönemiyeceği" hükmünü getirdiğini belirten Ioannes, Kuran'da kadınların Allah tarafından erkeklere verildiği ve onlara diledikleri gibi yaklaşabilecekleri gibi "ağıza alınmayacak" hususların varlığını tenkit etmektedir.


Kuran'da Hz. Salih peygamberin bir mucizesi olarak Allah tarafından gönderilen deve ile ilgili ayetlere atıfla konuya genişçe yer ayıran Ioannes, deve ile ilgili bilinmesi gereken birçok hususun zikredilmediğini belirterek kendi bakış açısıyla bazı tenkitlerde bulunmaktadır.


Ioannes, Hz. lsa'nın Allah'tan bir sofra istediği ve bunun üzerine duası kabul edilerek gökten bir sofra indirildiğini belirten Kur'an ayetini diğer ayetlerde olduğu gibi yine Hz. Muhammed'in sözü olarak vasıflayıp alıntılamakta, ancak herhangi bir yorum yapmamaktadır.


Buzağı ile ilgili bölümde (el-Bakara süresi) Hz. Muhammed'in yine zikredilemiyecek miktarda "saçma ve gülünç" şeyler söylediği iddiasında bulunan Ioannes, Hz. Muhammed'in sünnet olmayı emredip Cumartesi ve Pazar'ın kutsiyetini kaldırdığını, vaftizi yasakladığını, şeriatın yasakladığı bazı şeyleri aynen koruyup bazılarını ise helal kıldığını, içki içmeyi ise tamamen yasakladığını ifade etmektedir.


Ioannes Damaskenos bir hıristiyanla bir Müslüman arasında geçen hayali tartışmayı konu alan bir metin (Disputatio Saraceni et Christiani) yazmış ve burada Müslümanlar tarafından Hz. lsa'nın şahsiyeti etrafında sorulan sorulara ne tür cevaplar vermeleri gerektiğine dair dindaşlarına yol göstermiştir.


Hz. lsa'nın kim olduğu sorusuna "Tanrı'nın kelimesi" şeklinde cevap verilmesini isteyen Ioannes, Müslüman tarafından sorulması muhtemel Tanrı kelamının mahluk olup olmadığına dair soruya Tanrı kelamının mahluk olmadığı gibi gayri mahluk da olmadığı şeklinde cevap vermenin daha uygun olacağını belirtmektedir. Ioannes, Tanrının bir kadının rahmine nasıl girmiş olabileceğine dair soruyu cevaplarken de Kuran-ı Kerim'in ilgili ayetlerine atıfta bulunarak bu konuda İncil'in ifadeleriyle Kuran arasında farklılık bulunmadığını ifade etmektedir.


İsa'nın tanrılığı kabul edildiği takdirde onun yiyip içmesi, uyuması ve öldürülmesi gibi beşeri özelliklerin nasıl izah edileceğine dair soruya da İsa'nın tabiatında ilahi ve beşeri olmak üzere iki özellik bulunduğu, diğer hususların yanında çarmıha gerilmesinin de bu beşeri yönüyle ilgili olduğu şeklinde cevap verilebileceğini belirtmektedir.


Muhtemel bir soruya karşılık Hz. İsa'nın ölmediğini belirten Ioannes, iyi ve kötünün (hayır ve şer) Tanrı ve insanla ilgisi hususunda (husun-kubuh meselesi) her iyinin (hayır) Tanrı'dan, kötünün (şer) ise hür iradeye sahip olan insanın kendisinden ve şeytanın aldatmasından kaynaklandığını, iyilik yapan insanın Tanrı tarafından ödüllendirilirken kötülük işleyenin de karşılığını göreceğini ifade etmektedir.


Hayali tartışmada Müslümanla hıristiyanın bazı konularda hemfikir oldukları da görülür. Mesela, insanın hür iradesiyle işlemeye niyetlendiği hırsızlık ve öldürme gibi fiillere Allah müsaade edebilir. Ancak kulunun bu tür fiiller işlemesini istemez. Allah'ın bazı kötülüklerin işlenmesine müsaade etmesi ve hemen cezalandırmaması O'nun son derece sabırlı ve zaman tanıyıcı olmasından kaynaklanmaktadır. Diyaloga göre bu gibi konularda Müslümanın da kendisiyle aynı düşündüğünü gören hıristiyan, sevinmekte ve Allah'a şükretmektedir.


Müslümanlarla ortodoks hıristiyanlar arasında geçen dini tartışmalardan bir diğeri, aşağıda bahsedilecek olan Theodoros Ebu Kurra tarafından Ioannes Damaskenos'un ifadeleriyle aktarılmaktadır. Bir Müslümanla Ebu Kurra arasında geçen bu diyalogda Müslümanın soruları üzerine muhatabı, Hz. Musa'nın peygamberliğini ilan etmesinden sonra putperestlerin değil ona uyan Yahudilerin, Hz. İsa'dan sonra da ona karşı çıkan Yahudilerin değil hıristiyanların, Hz. Muhammed döneminde ise ona inananların değil hıristiyanlıklarından vazgeçmeyenlerin daha doğru bir davranış sergilediğini belirtmektedir. Muhatabının bu çelişkili ifadeleri karşısında hayrete düşen Müslümana Ebu Kurra, Hz. Musa'nın ve Hz. İsa'nın mucizelerinden örnekler vererek onların, peşinden gidilmeye daha layık olduklarını ispatlamaya çalışmaktadır.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

30 Aralık 2022 Cuma

Abbasiler (Abbas Oğulları Devleti) (H. 132-656/M. 749-1258)

 


Abbasilerin hilafet davasında bulunmaları:


Hz. Ebubekir'in hilafeti döneminden söz ederken, genel olarak Müslümanların hem Peygamberlik hem de halifeliğin Haşim Oğulları'nın üzerinde bir arada bulunmasını arzu etmediklerini, halifeliği Haşim Oğulları'ndan olmayan bir diğer Kureyş kabilesi üzerinde kalmasını arzu ettiklerini söylemiştik. Oysa Haşimiler, halifeliğin kendilerinden başkasına geçmesini haksızlık ve ona en layık olanların kendileri olduğunu kabul ettiklerinden bu haklarını elde etmeye çalışmışlardır. Bunlar da kendi arasında birkaç gruba ayrılıyordu. Bir kısmı Ali b. Ebu Talib'in çocuklarından oluşan Şiilerdi ki bunlardan biri Hz. Fatımatü'z-Zehra nesline, diğeri Hz. Ali'nin başka bir hanımından oğlu olan Muhammet b. Hanefiye adına hilafet talebinde bulunan iki gruptu. Bir kısmı da Peygamber'in amcası Hz. Abbas'ın sülalesi olan Abbasiler adına hilafet davasında bulunuyordu. Sözü edilen gruplara mensup kişilerden her biri halifeliği kendisi için uygun buluyor ve istiyordu. Halk kendilerine gizliden gizliye biat eder, açıkça görünmezdi. Ne zaman ki Emevilerin zayıflayıp gerilemesi açıkça gözükmeye başladı, halk da onların aleyhinde tavır koyarak, gösteriler yaparak ayaklanma fırsatı buldu. Böylece olaylar kontrol dışına çıkmaya başladı. Aslında halk, halifeliğin Haşim Oğulları'nın hakkı olduğuna inanıyordu. Emevilere itaatleri ve yandaş olmaları yalnızca para ve ihsan karşılığında oluyordu. Onlara boyun eğmelerinin bir başka nedeni de onların intikam ve zararlarından güvende olma endişesiydi.


Abbasiler bu sırada Horasan halkından Ebu Müslim Horasani adında İranlı bir adamı kendilerine yandaş yapma konusunda başarılı olmuşlar, kendi adlarına biat talebinde bulunmak üzere Ebu Müslim'i Emevi Devleti'nin hilafet merkezinden uzak bulunması nedeniyle Horasan'a göndermişlerdi. Ebu Müslim bu görevinde hayret edilecek derecede başarı kazanmıştı. Savaşarak, her türlü fedakarlığa katlanarak, sonunda İslam halifeliğini Abbasiler adına Emevilerin elinden alıp, H.132'de (750) Abbasilerin ilk halifesi olan Saffah'a (Ö. H. 136/754) teslim etti. Abbasi devletinin kurulmasında Ebu Müslim'in hizmeti Muaviye'nin hilafeti için Amr b. el-As'ın hizmetinden daha büyüktü. Çünkü Amr b. el-As, Muaviye'ye yalnız doğru ve yerinde görüşleriyle bir çeşit danışman olarak hizmet etmişti. Ebu Müslim ise, Abbasilere kılıcı ve halkının gücüyle destek ve hizmette bulunmuştur.


Emeviler hakkında her ne denirse densin, bu devlet gerçek bir Arap devleti olması özelliğiyle Abbasilerden ayrılır. Bir kısım katib, tabip ve benzeri memurlar dışında Emevi Devleti'nin valileri, bütün yöneticileri ve diğer devlet adamlarının tamamı Arap asıllıydı. Abbasiler devrinde ise devlet işleri çoğunlukla Fars asıllı devlet adamlarının elinde ve kontrolündeydi. Çünkü Abbasilerin halifeliği ele geçirmelerinde birinci derecede yardım edenler, biraz önce de belirtildiği üzere İranlılardı. Bu nedenle, Abbasi halifeleri vezirlerini İranlı devlet adamları arasından seçiyorlardı. İslam dünyasında vezirlik makamını ilk kez kuran Abbasiler, söz konusu bu kurumu İranlılardan almışlardı.


Abbasilerin birinci halifesi Saffah'tı (H. 132-136/749-754).

Kendisinin birkaç kardeşi ve amcaları vardı. Bu yakın çevresini, kendisine destek olmaları ve egemenliğini güçlendirmeleri için görevlendirmişti. Saffah, Bağdat'ın batısında ve Fırat kenarında bulunan Anbar şehrinde oturuyordu. Vefatına kadar da burada yaşadı. Halifelik müddeti birkaç yıldan ibarettir. Vefatından sonra onun yerine kardeşi Ebu Cafer Mansur geçti (H. 136-158/754-775). Bu halife deha ve zekada, idare ve siyasette, kahramanlık ve yiğitlikte İslam büyükleri arasında yer alır. Kufe'ye yakın bir yerde kurdurduğu "Haşimiyye" adındaki kentte, Horasan vilayeti halkından "Ravendiyye" adı verilen bir cemaatin hücum ve saldırısına uğramıştı. Gerek bu yüzden gerekse Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in şehit edildiği Küfe şehrine yakın olmasından dolayı Haşimiyye'de yaşamak istemiyordu. Ayrıca Kufe halkına güvenmiyor ve onlardan çekiniyordu. Bu yüzden ilerde Müslümanların en ünlü başkenti olacak Bağdat şehrini kurdurdu (H. 145/762). Daha sonra Ebu Müslim'in, halifeliği Abbasiler adına Emevilerden aldığı gibi kendilerinin elinden de almasından kaygı duyduğundan, ihtilalin elebaşısı olan Ebu Müslim'i hileyle öldürttü (H. 137/755). Böylece tahtını ve tacını olası bir tehlikeden kurtarmış oldu. Mansur'un bu konuda ileri sürdüğü iddiaya göre, Ebu Müslim, güçlü ve tehlikeli bir adamdı ve ortadan kaldırılması gerekiyordu.


Mansurun halifelik dönemi, sürekli olarak savaş ve fetihlerle geçmiştir. Kendisinden sonra oğlu Muhammed el-Mehdi (H. 158/775), daha sonra Musa el-Hadi (H. 169/785), sonra Harunürreşid (H. 170/786), Harun'dan sonra oğulları Emin (H. 193/809) ve Me'mun (H. 198/813) halife oldular. Harunürreşid ve Me'mu'nun hilafet devirleri Abbasilerin en parlak, en şanlı ve güçlü devriydi. Bu devirde bilimsel ve kültürel faaliyetler son derece artmış ve halk arasında revaç bulmuştu. Birçok dilden çok sayıda kitap Arapça‘ya tercüme edildi. Ülke servet ve mutluluğa gark oldu.


Halife Mansur, hilafeti kendi elinden alabilir düşüncesiyle, İranlı Ebu Müslim'i öldürttüğü halde, idaresi altında birçok İranlıyı istihdam etmekten çekinmemişti. Mansur'dan sonra hilafet makamına geçen Abbasi halifeleri de bu yolu takip ederek İranlıları o vakit devletin en büyük makamı olan vezirliğe varıncaya kadar yüksek memuriyetlerde görevlendirmişlerdir. İranlıların bu şekilde elde ettikleri nüfuz, Harunürreşid'in zamanında büyük bir bela olmuştu. Iran asıllı olup, devletin en yüce mansıblarını (devlet hizmeti, memuriyet) işgal eden "Bermekiler" Harunürreşid'in zamanında bütün hükümet işlerini kendi ellerine alıp arzu ve keyiflerine göre hareket etmeye başlayınca Harunürreşid, bilindiği üzere Bermekiler ailesini ortadan kaldırmıştır.


Me'mun'dan sonra (H. 218/833) hilafete geçen Mu'tasımbillah, Abbasi Devleti'nin kuruluşundan beri, Türkistan vilayetlerinden hediye olarak halifelerin saraylarına gönderilen Türk köleleri hükumet işlerinde daha sık görevlendirmeye başladı. Halifeler, bu köleler arasından yüz olarak en güzellerini ve vücutça en sağlamlarını seçerek, kendi saraylarında hizmet ettiriyorlardı. Bunlara "memalik" (Kölemen, bendegan, kullar) adını verirlerdi. Daha sonra halifeler çok sayıda kölemen istihdam etmeye ve bunların çokluğuyla övünmeye başladılar. Öyle ki Mu'tasım devrinde bu şekilde hizmete alınan Memluklerin sayısı 20.000'e ulaşmıştı. Bunların hepsi Müslüman olmuş eğitim ve terbiye görmüş, iktidar ve dirayet göstermiş olduklarından halifeler devlet memurluklarının birçoklarını bu Memluklerin ellerine bıraktılar. Memlukler zamanla devlet memurluklarında yükselerek sonunda yöneticilik ve askerlikte en yüksek makamlara ulaşmışlardır. Bunun üzerine devlet işleri biri Türk, diğeri İranlı olan birbirine denk iki kuvvetin etki ve kontrolü altına girmişti.


Mu'tasım, emrinde bulunan Arap askerinden başka Mısır halkından da birtakım özel birlikler kurdurmuş ve bunlara "magaribe" (batılılar) adını vermişti. Böylece, kendisine destekçi olmak üzere, Semerkant, Üşrusana ve Fergana halkından da özel birlikler oluşturarak bunlara da "Feragine" adını vermişti. Mu'tasım'dan sonra gelen halifeler, işi daha da ileri götürerek, bu kabileler arasından, özel maiyetleri ve askerlikte görevlendirmek amacıyla çok sayıda adam getirtmişlerdir. Bunun üzerine hükumet işlerinde devlet aleyhine olarak, yabancı unsurların etkinliği artmış ve bu durum halifelerin iktidarlarının zayıflaması ve zamanla yok olmasına kadar giden sonuçlar doğurmuştur. Uzak bölgelerde görev yapan valiler, zamanla hilafet merkezinin emirlerini dinlemeyerek, yavaş yavaş bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Halifelerin yönetimlerini sürdürebildikleri ve sözlerini geçirebildikleri yerler, bir valinin idaresi olmaksızın, kendilerine doğrudan bağlı olan Fırat ile Dicle arasındaki bölgeyle sınırlı kalmıştı. Hicret'in 4. yüzyılı başlarında halifelerin otoritesi Bağdat duvarlarının ötesine bile geçmez hale gelmişti. Üstelik Bağdat'ta bile tam anlamıyla hükümlerini yürütemiyorlardı. Söz konusu yüzyılın ilk çeyreğinde halife Razibillah (H. 322-329/934-940) zamanında İslam Ülkesi'nin genel durumu şu şekildeydi:


Vilayetler ve valileri (tavüif-i mülük);


Basra vilayeti: İbn Raif'in elinde,

Huzistan vilayeti: Beridi'nin elinde,

İran vilayeti: İmadüddin b. Büveyhin elinde

Kirman vilayeti: Ebü Ali Muhammed b. İlyas'ın,

Rey vilayeti, İsfehan, Cebel bölgeleri: Rüknü'd-devle b. Buveyh vs.'nin,

Musul vilayeti, Diyarbekir, Muzar, Rebia: Hamdan Oğulları'nın,

Mısır ve Şam bölgesi: İhşidliler'in,

Horasan ve Maveraünnehir vilayetleri: Samaniler'in,

Taberistan ve Cürcan vilayetleri: Deylemliler'in,


Bahreyn ve Yemame vilayetleri: Karmatiler'in elindeydi. Varolan bu kötü durumu daha da güçleştiren ve tehlikeli biçime döndüren işlerden biri de, saray hizmetlileri ile askerin halife saraylarında mutlak güce sahip olarak, devlet işlerinde istedikleri gibi hareket ve halifeler hakkında her çeşit hakaret, eziyet ve işkence yapmaya cüret etmeleridir. Nitekim Magribliler ve Memlükluların 255 yılında (869) kendilerine arzu ettikleri miktarda maaş vermediğinden dolayı tahttan indirdikleri 14. Abbasi halifesi Ebü Abdullah Muhammed el-Mu'tezz'e yaptıkları vahşi muamele gibi. Söz konusu olayda, Megaribe ve Memlüklular halifenin odasına girerek, ayağından tutup kapıya sürüklemişlerdi. Topuzlarla döverek, gömleğini yırtıp, bin bir hakaretten sonra, kendisini kızgın güneşin altında tutmuşlardı. Öyle ki, talihsiz halife güneşin hararetinden ayakta duramadığından bir ayağını kaldırıp diğerini indiriyordu. Bu durumdayken bile, saldırganlardan bazıları ona vurmaya devam ediyorlardı. Zavallı halife bu sillelere karşı ellerini siper yapmaya çalışıyordu. Daha sonra kendisini bir odaya koyup, Kadı İbn Ebü'ş-Şurab'ı bir toplulukla beraber bu odaya getirerek, tahttan indirilmesini hukuksal olarak da kaydettirdikten sonra, zavallı halifeyi kendisine daha da fazla işkence edecek kişilerin eline teslim ettiler. Üç gün üç gece boyunca, talihsiz halife Mu'tezz'e su ve yemek vermediler. Bu işkenceler bitince de yeraltında bir bodruma hapsedip girişi kireçle sağlam bir şekilde kapattılar. Burası, halifenin hem diri hem ölüyken mezarı oldu.


Bununla birlikte, halifelerin içine düştükleri bunca düşkünlük ve aşağılanmaya rağmen halifeliği Abbasilerin elinden almayı ne İranlılar ne Türkler ne Magribliler ne Ferganalılar ne de Kureyş Araplarından olmayan diğer kabileler akıllarına getirmişlerdi. Abbasilerin Bağdat'ta hilafetleri, Moğolların Çin çöllerinden halifelik merkezini ele geçirmelerine kadar devam etti. Söz konusu Tatarlar, Bağdat'a ulaşınca şehri ele geçirerek, yakıp yıktılar, halifeyi de öldürdüler ve Bağdat'taki Abbasi halifeliğine son verdiler (H. 656/10 Şubat 1258). Halifenin akraba ve yakınlarından sağ kalanlar Mısır'a kaçarak Mısır hükümdarları olan Memluklere sığınmışlardır. Memlukler bunları saygıyla kabul ettiler. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim 923 (1517) yılında Mısır'ı fethedince, halifelik sıfatını kendi üzerine almıştır. Abbasilerden toplam 50 halife gelip geçmiştir. Bunlardan ilk 37'si, birincileri Saffah ve sonuncuları Musta'sım olmak üzere, lrak'ta halifelik yapmışlardır. Diğerlerinin halifeliği ise Mısır'da olmuştur.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

ÇİN MEDENİYETİ

 


MODERN AVRUPA'NIN ÜÇ HABERCİSİ: MATBAA, BARUT ve PUSULA


Kadim Çin medeniyeti, aralıksız olarak en uzun süre ayakta kalmayı başaran, günümüzde de yüz milyonlarca kişiyi şekillendiren bir medeniyettir. Bugün yeryüzünde yaşayan insan nüfusunun yaklaşık beşte birinin yaşadığı Çin, Yontma Taş Devri'nden itibaren dıştan gelen Türk, Moğol, Tunguz ve Tibet kültürleriyle karşılıklı tesirler neticesinde zengin bir medeniyet meydana getirmiştir. Çinliler, M.Ö. 4000'lerden itibaren Sarı Nehir ve Yeşil Nehir vadisi ile Çin Denizi kıyı şeridinde tarımla uğraşan bir halktı. Onlar, çok iyi inşa edilmiş evlerde yaşıyor, ipekli elbiseler giyiyor, iskemlelerde oturuyor, tabakla yemek yiyor, o döneme has arabalarla dolaşıyor ve şemsiye taşıyorlardı. Ayrıca güneş saatleriyle zamanı da ölçebiliyorlardı.


Bu medeniyetin insanlığın hizmetine sunduğu matbaa, barut ve pusula; şüphesiz, edebiyatın, savaşma tarzının ve denizciliğin tümüyle değişmesine yol açmış ve modern batı dünyasının şekillenmesinde başrol oynamıştır. İslam dünyası eliyle Avrupa'ya geçmeden önce Çin matbaası, tahtadan imal edilmiş basım kalıplarından oluşuyordu. Araplar 1. Yüzyılda  kağıt imal etmek için yeni bir yöntem geliştiren Çinlilerden, Talas Savaşı sonrasında kağıt imalatını öğrenmiş, kağıdın parşömene olan bariz üstünlüğünü görerek kullanımını benimsemişlerdi. Kağıt yapım sanatı, Ortadoğudan Kuzey Afrika'ya oradan da İspanyaya geçerek batıya doğru durmaksızın ilerlemiş, Semerkant, Bağdat ve Kurtuba yoluyla Avrupa'ya ulaşmıştı.


Barut, Çinliler tarafından önceleri havai fişek imalinde kullanılırken X. yüzyılda T'ang hanedanlığı zamanında, duman ve ateş üreten fırlatıcıların içine yerleştirilmeye başlandı. Böylece barut; oklarla yönlendirilen, boş bir bambunun içinde patlamayı fitilleyen roket özelliğine kavuşmuş oldu.


Çinliler, manyetik pusulayı erken dönemlerden itibaren bilmelerine rağmen, denizcilik alanında ilk kez XI. yüzyılda kullanmaya başlamışlardı. Ayrıca gemi halatları, metal örgülü zırh, pergel, tatar yayı bu medeniyete mahsus olduğu gibi, çini ve seramik yapımı da Çin sanat ve estetiğinin günümüzde de etkili olan ürünleriydi.


ÇİN SİYASI TARİHİNİN GELİŞİMİ


Çin siyasi tarihi birbirini takip eden hanedanlıkların tarihidir. M.Ô. 1450-1050 yılları arasında yönetimde olan Ş'hang hanedanlığı Çin milli kültürel karakterini taşıyan ilk büyük hanedandır. M.Ô. 770 yılında Çhou sülalesi merkezi kontrolü kaybedip Loyang'a taşınınca Çin, 250 yıl süren iç karışıklıklar içinde kaldı. 100 kadar küçük feodal devlet birbirleriyle çarpışırken bu buhranlı dönemde Lao Çe ve Konfüçyüs Çin'in milli geleneklerine dayalı düşünce okullarının temellerini attılar.


Çinde, Han, Sui, T'ang hanedanlarının ardından yaşanan beş sülale devrinin sonlarına doğru Çin'in, siyasi birliğinin büsbütün parçalanması, 1220 yılında Moğolların Çin'i işgal etmesini kolaylaştırdı. Çin'in bütün bölgelerine hakimiyetini yaymayı başaran Moğollar; başta Türkler olmak üzere Çinli Müslümanlara ve azınlıklara yönetimde çok etkili görevler verdiler. Bu dönemde aşağılanan yerli halkta Çin milli şuuru gelişti. Yerli halkın bu şuurunu iyi organize etmeyi başaran Ming hanedanı Moğol hakimiyetine son vererek yeni bir dönem başlattı.


1644 yılından sonra Mançu hanedanı döneminde Çin' in Orta Asya'ya ilgisinin artması Rusya ile gerilim ve rekabetin yaşanmasına yol açtı. Bu dönemde başta Müslümanlar olmak üzere azınlıklara dayanılmaz baskılar yapıldı. 1821- 1850 yılları batılıların Çin'i sömürgeleştirme çabalarının yoğunlaştığı bir dönem oldu. Misyonerlik faaliyetleriyle Çinde tutunmayı başaran İngilizler, Afyon Savaşı'nı kazanarak üstün donanmalarıyla konumlarını güçlendirmişlerdi. Mançu hanedanının devrilmesinden sonra, 1912 yılında cumhuriyete geçildi. İç karışıklıklarla geçen yılların ardından Çin, 1949 yılından itibaren Mao Ze Tung'un «Uzun Yürüyüşü» sonrasında komünist bir yönetim tarzını benimsedi.


DOĞU TÜRKİSTAN CUMHURİYETİ'Nİ KURMA ÇABALARI


1850 yıllarından sonra çeşitli eyaletlerde muhtelif isyanlar meydana gelmişti. Yunnan eyaletindeki Müslümanların merkezi yönetime karşı başlattığı isyan başarıya ulaşınca bu bölgede yaklaşık yirmi yıllık Müslüman hakimiyetine dayalı bir yönetim oluştu. Çin merkezi yönetiminin yoğun baskı ve kıyımlarının yaşandığı Türkistan’da ise Müslüman-Türk hakimiyetini kuran Yakup Han, kurduğu bu devletin Osmanlı Devleti'ne bağlı olduğunu ilan ederek Sultan Abdülaziz adına camilerde hutbe okuttu. Bu bağlılığı kabul eden Osmanlı Devleti bölgeye askeri uzmanlar ve çeşitli heyetler göndererek Türkistan'a destek verdi.


Ancak bölgede güçlü bir Müslüman-Türk Devleti istemeyen Çin ve Rusya anlaşarak bu devletin varlığına son verdi. Osmanlı Devleti'nin Doğu Türkistan'a ilgisi bununla da sınırlı kalmadı. Nitekim II. Abdülhamid, bölgeye ilim heyetleri göndererek Çin Müslümanları ile temaslar kurmuş, işbirliği yolları aramış ve bazı bölgelerde adına hutbe okutmayı başarmıştı.


ÇİN'DE İSLAMİYET'İN YAYILIŞI



Tanınmış Çinli alim Liu Chih «Peygamber Hayatı» adlı eserinde Müslüman Arapların Çin'le ilk temaslarının 628 yılında olduğunu ifade etse de, Müslümanlarla Çin arasındaki münasebetlerin Hz. Osman döneminde Çin sarayına gönderilen bir elçiyle başladığı kabul edilmektedir.


İslamiyet'in Çinde yayılmaya başlaması ise, Arap ve İranlı tüccarların deniz yoluyla Çin'in kıyı bölgelerine yerleşmeleriyle mümkün olmuştur. İslam dünyasıyla Çin arasındaki gelişen ticarete paralel olarak, Çine gelen İran ve Arap tüccarların sayısı giderek artmıştı. Çin pazarlarında; değerli taşlar, fildişi, baharat, cam, inci gibi mallar satılıyorken, Bağdat'ta; ipekli kumaş, porselen, çay ve ham ipek gibi Çin mallarının satışı için pazarlar kurulmuştu.


Türkler'in ve Orta ve Doğu Asya'nın kaderini derinden etkileyen Talas Savaşı (751) sadece İslamiyet'in Türkler arasında yayılmasına yol açmakla kalmadı. İslamiyet'in bölgede ve Çinde ağırlığının da artmasına yol açtı. Ancak İslamiyet'in Çin'in bütün bölgelerine yayılması, Moğolların Çin'i ele geçirmesinin (1220) ardından gerçekleşmişti. Moğolların yönetiminde vazife ve sorumluluklar üstlenen Müslümanlar, elde ettikleri ticari imtiyazlarla güçlü bir mevkie yükselmişlerdi. Nitekim 1342 yılında Çin'i ziyaret eden İbn-i Batuta gözlemlerinde şu ifadelere yer vermektedir:


"Müslüman kesimlerdeki pazarlar Müslüman ülkelerdeki gibiydi. Şehirlerde camiler, ezan okuyan müezzinler vardı:·


Ayrıca ibn-i Batuta, Müslüman tüccarların deniz ticaretinde önemli mevkilerde bulunup zengin bir konumda olduklarını da seyahatnamesinde anlatmaktadır.


Ming hanedanı döneminde de zaman zaman bazı kısıtlamalara uğrasalar da Müslüman Çinliler, güçlü bir azınlık olarak varlıklarını korumuşlardı. Ancak 1644 yılından itibaren cumhuriyete kadar iş başında kalan Mançu hanedanı dönemi yer yer Müslüman kıyımlarının yaşandığı baskı ve asimilasyonların arttığı bir dönem olmuştu.


Nitekim 1900'lerde Çin'i ziyaret eden Türk seyyah Abdurreşid İbrahim Çindeki Müslümanların bu durumunu şöyle anlatıyordu:


"Bugün nüfus sayısı itibarıyla Çin ülkesinde seksen milyon Müslüman olduğu halde, bunların Mecusi Çinlilerden adet, ahlak ve hayat tarzı itibarıyla ilk bakışta ayırt edilebilecek olanlar, ancak Doğu Türkistanda bulunan Türklerdir. Bunların da miktarı on iki milyon civarındadır. Geri kalanı tamamen asimile olmuştur. Türklerde bile Çin ve Mecusi adetleri galebe çalmıştır. Mançurya'daki Müslümanlar da Çinliden ayırt edilemiyor.


Yine Türk seyyahı, gezdiği medreselerde hocaların son derece cahil olduklarını ve dini bakımdan oldukça yetersiz bir durumda bulunduklarını ifade etmektedir.


Günümüzde, Çinde 52 etnik gruptan 10 tanesi Müslüman olup, yaklaşık 70 ila 100 milyon arası Müslümanın yaşadığı, bunların içerisinde Doğu Türkistanlıların nüfusunun 1 5-20 milyon civarında olduğu kabul edilmektedir.


ESKİ ÇİN DİNLERİ


Eski Çin'de dini anlayışta en belirgin vasıflardan biri, atalara tapma ve onlara gösterilen aşırı hürmetti. Çinliler cedlerinin ruhlarının ölümsüzlüğüne inanır, ruhlarına kurbanlar takdim ederdi.


Çinlilerin bir diğer inanç esası da, tabiat kuvvetlerine tapma idi. Gök ve yeryüzünde meydana gelen her hadisenin, Yang ismini taşıyan yüksek aydın, erkek prensip ile Ying, yani derin, karanlık, dişi prensip arasındaki karşılıklı etkileşimden meydana geldiği kabul edilirdi. Bu inanışa göre Yang'ın doğurgan, güneşe bağlı kuvveti ilkbahar ve yazda artardı. Ying ise aya bağlı olup, sonbahar ve kışta kuvvet almaktaydı. Aynı zamanda devler onun hükmü altındaydı.


Çin dininin en önemli tasavvurlarından birini de Tao inancı oluşturur. Bu kelime yol, doğruluk, tabii dünya nizamı, dünyanın değiştirilemez kanunlara göre gidişi demektir. Tao, tabiatın düzeni ve yaratılışı ile toplumun bütünlüğünü, her tür hadisenin denetimini sağlayan ilkedir. Bu ilkeye göre gerçeği değiştirecek her türlü davranıştan kaçınmak ve sadece seyretmekle yetinmek gerekmektedir. Çinlilerin en eski milli dini olan Tao inancını, yazılarıyla Lao­ Çe yorumlamıştır.


Konfüçyüs: (M.Ö. 551 -479) Çin tarihinin en önemli, muteber ve mukaddes kişileri arasında yer alır. Hayatı yoksulluklar içerisinde geçmiş, 15 yaşından itibaren kendini ilme vermiş, 20 yaşındayken açtığı okulda öğrenci yetiştirmeye başlamıştı. Onun hedefi yeni görüşler ortaya koymak değil, eskilerin hikmetli sözlerini aktarmaktı. M.Ö. 136'da Konfüçyüs'ün fikirleri resmi inanç olarak benimsendi. Adına mabedler inşa edilerek görüşleri dini metinlere dönüştürüldü. Kendisi de ilahlaştırılarak 2000 yıl boyunca Çin'in resmi ve milli dini haline getirildi. Oysa o, Çin geleneklerine ve aile yapısına sıkı sıkıya bağlı, başta yöneticiler olmak üzere büyüklere mutlak saygı ve itaati önceleyen ahlak reformcusuydu.


Bazı hümanistler onun ahlak anlayışını seküler temele bağlamış, kendisini inançsız bir kişi olarak göstermeye çalışmıştır. Oysa Konfüçyüs'ün geleneksel Çin dini inancının bir parçası olan Gök Tanrı inancına bağlı olduğu, birçok dini merasimi kabul ettiği, kurban ve diğer milli törenleri onayladığı bilinmektedir.


Çin medeniyetinin diğer illetli mistik Asya medeniyetlerinden farklı bir konumu yoktur. Körü körüne atalarına tapma, kuşatıcı bir Allah inancını benimseyememiş olma, dua ve yakarıştan mahrumiyet, kuru bir dini anlayışının olması, ister istemez kalplerin zarafetini açığa çıkaramamış, bu durum merhametten uzak bir toplum yapısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu sebeple geçmişten günümüze Çin kanunları katı, sert ve acımasız bir özellik taşımıştır.


Annesinin ölümü üzerine mezarı başında 27 ay kalacak kadar dengeden uzak bir mistik anlayışı taşıyan Konfüçyüs, karşılıklı sevgi ve saygıya, işbirliğine, yardımlaşmaya sadece eğitimle ulaşılamayacağı gerçeğini göz ardı etmiştir. Nitekim izleyicisi Hsün-Çu, insanın tabii olarak, bencil ve güç sahibi olma tutkusu ile dolu olduğunu, bu durumun yumuşatılma ve giderilmesinin yalnızca bu doğrultuda düzenlenmiş bir eğitimle mümkün olmadığını, bunun yanı sıra, insanlara kuvvet, disiplin ve bir düzen duygusunun yerleştirilmesiyle ahlak ve din sınırlarının iyice kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.


Budizm: Hindistan'da doğarak daha çok Çin ve Güneydoğu Asya'da yayılan Buda inancı, Çin'de Çin milli dini Taoizm ve Konfüçyüs'ün fikirleriyle iç içe geçerek yeni sentezlerin oluşumuna yol açmıştır. Çoğunluğu Tibet bölgesinde yaşayan orijinal Budistler, Çin toplumunda sayıca azalmıştır.


Hıristiyanlık: XIX. yüzyılda İngilizler ve sömürgeci Avrupalılar Çin'de misyonerlik faaliyetleri sonrasında hatırı sayılır bir Hristiyan toplumunun oluşmasına zemin hazırladılar. Günümüzde Çin nüfusunun yaklaşık % 3'ünün Hristiyan olduğu tahmin edilmektedir.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

İTİKADÎ FIRKALAR

 



İslâm tevhid dinidir. Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır: "Hepiniz Allah'ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın" (Âl-i İmrân 3/103), "Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız" (el-Enfâl 8/46). Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti, müslümanların bölünmesine yol açmama şartı ile sınırlıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Siz kendilerine apaçık âyetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın" (Âl-i İmrân, 3/105). Âyete göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanı sıra, hakkında apaçık âyet ve deliller bulunan iman esaslarının, İslâm'ın şartlarının ve farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir. Ancak yoruma müsait olan hususların anlaşılması çerçevesinde farklı ilmî görüşler ortaya koymak serbesttir. İşte İslâmî mezhepler bu noktada kullandıkları metot ve anlayış farklılıklarından doğmuştur. Nitekim fıkhî konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).


Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-itikadî mezhepler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadî alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması, ru’yetullah, Allah’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür.


Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna "Benim ve ashabımın yolunu izleyenler" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir. Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar" ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rûm, 30/35) şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.


Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anmış, "ehl-i hak" terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ifadesinden hareketle kendisini "fırka-i nâciye” olarak nitelendirmiştir.


Ehl-i sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye'ye "Ehl-i sünnet-i hâssa", Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye'ye "Ehl-i sünnet-i âmme" denildiği de olur. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.


Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheplerin bir kısmını, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dairesi içinde ve İslâm ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir.


Bir kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:


a) Selefiyye


Sözlükte selef "önceki nesil", selefiyye de "bu nesle mensup olanlar" anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te'vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah'ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te'vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye'ye "Sıfâtiyye" de denilmiştir. "Ehl-i sünnet-i hâssa" ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş`arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir. İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah'a havale etmektir. Selefiyye'nin müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" (el-Feth 48/10) âyetini Selefiyye şöyle değerlendirir: "Yüce Allah âyette elinin(yed) varlığını bildirmektedir. Allah'ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı Allah'a havale ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez, Allah'ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız". İmam Mâlik'e (ö. 179/795) "Allah Teâlâ Kur'an'da rahmân arşa istivâ etti (Tâhâ 20/5) buyuruyor. Nasıl istivâ etti'" diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: "İstivâ bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. Allah'ın arşa istivâ ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkında soru sormak da bid`attır". Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid`atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te'vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır. Selef'in akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır.

 


Sonraki dönemin en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü'l-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî (ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir. Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî'dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12'si Selefî'dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkeleridir.


b) Eş`ariyye


Akaid konusunda Ebü'l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş`arî'nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş`arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu`tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra "üç kardeş meselesi" diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu`tezile'den ayrılmış ve Eş`arîliği kurmuştur. İmam Eş`arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür. İmam Eş`arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir. İmam Eş`arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş`arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş`arî kelâm bilginleri arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir. Eş`arîlik, daha çok Mu`tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple Eş`arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş`arî bilginler zamanla te'vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş`ariyye mezhebi Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır. Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in çok az bir kısmı inançta Eş`ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş`arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da yayılmıştır.


c) Mâtürîdiyye


Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır. İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu`tezile ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 yılında Semerkant'ta vefat etmiştir. İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid`atçı mezheplere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu`tezile'ye, Selef'in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş`ariyye ortaya çıkmıştır. Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş`ariyye'den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş`ariyye ile Mu`tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe'nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş`arîlik kadar şöhret bulamamıştır. Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (ö. IV/X. asır), Ebü'l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ 1100), Ebü'l-Maîn (Muîn) en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Ebü'l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefî (ö. 710/1310), Burhâneddin en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), Kadı Celâleddinzâde Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır. Mâtürîdiyye Ehl-i sünnet'in temel prensiplerinde Eş`arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar:


Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla Allah'ı bulabilir.

İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır.

Kulda başlı başına bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır.

Yüce Allah'ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir.

Allah kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez.

Allah'ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir.

Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple kadın peygamber gönderilmemiştir.

Allah'ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur'an'ın harf ve sesleridir.


Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefîler'in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar. Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre'de yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî'dirler.


d) Mu`tezile


Mu`tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin (ö. 110/728) dersini terkeden Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu`tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve't-tevhîd" diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu`tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu`tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu`tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu`tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu`tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca`feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır. Mu`tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir.


Bunlar da;


Allah'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid),

Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah'a gerekli olduğu (adl),

İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd),

Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn),

İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara farz olduğu (emir bi'l-ma`rûf nehiy ani'l-münker) prensipleridir.


e) Cebriyye


İrade hürriyeti konusunda Mu`tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden (el-A`râf 7/178, et-Tevbe 9/51, er-Ra`d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, el-İnsân 76/30) hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.


f) Hâricîlik


Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı'ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.


g) Şîa


Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte "taraftar, yardımcı" anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır. Ancak, İslâm dünyasında Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali'yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etkisinin bulunduğunu da söylemek doğru olur.


Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâ aşeriyye'den ibarettir.


Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu`tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler.


Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler. Ca`fer es-Sâdık'ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti.


İsmâilîler'in hicrî IV. yüzyılın başında Fâtımî Devleti'ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler'i (Nizâriyye-Müsta`liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te'villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya'da rastlanmaktadır.


İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca`fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca`feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder.


Akaid konularında yer yer Mu`tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt'e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta`n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir.


İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur. Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir.


Günümüzde, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak