29 Aralık 2022 Perşembe

Emeviler Dönemi Sonuna kadar Endülüs

 


Endülüs Adının Menşei


Endülüs, bugünkü güney Batı Avrupa'yı oluşturan lberya Yarımadası'nın fethinden sonra Araplar tarafından bu topraklar için kullanılan coğrafi bir isimdir. Eskiden lberya (Iberic, Iberia, İbariye) adıyla anılan ve Cebelitank (Gibraltar) Atlas Okyanusu'ndan (el-Bahru'l-Atlas) Pirene dağlarına (el-Bürt, el-Bürtat, Pirineos, Pyrenees) kadar uzanan bu bölgeye Yunanlılar tarafından "Baetica", "Hispania"  (Spania, İspanya) adı verilmiştir.


Endelüs adı, Hispania'nın karşılığı olarak ilk kez İslam fethinden sonra 716 yılında basılmış bir sikke üzerinde görülmüş ve beşinci yüzyılda İspanya'nın güneyinde kısa süre yerleşmiş olan Vandallar'ın (Vandalus) adından yani, Vandallar'ın yurdu anlamına gelen Vandalucia'dan türemiştir. lberya Yarımadası'nda Müslümanların fethettikleri bütün topraklar (bugünkü İspanya, Portekiz ve güney Fransa), "Müslüman İspanya" kastedilerek Endelüs adıyla anılırken, Hıristiyanların etkili olarak 1085 tarihinden itibaren gerçekleştirmeye başladıkları Reconquista, yani Endülüs'ü Müslümanlardan geri alma hareketiyle birlikte toprak kaybı hızlandıktan sonra sadece İslam hakimiyetindeki yerler bu isimle anılır olmuştur.


İberya Yarımadası'nda İslam hakimiyetinin Gırnata'da (Granada) Nasriler'in ortadan kaldırılmasıyla sona ermesinden (897 /1492) sonra Endelüs ismi, bugün İspanya'da Andalucia şeklinde ülkenin güneyindeki el-Meriye (Almeria), Gırnata, Ceyyan (Jaen), Kurtuba (Cordoba), İşbiliyye (Sevilla), Velbe (Huelva), Malega (Malaga) ve Kadis (Cadiz) vilayetlerini içine alan bölgenin adı olmuştur. İslam dünyasında ise, İslam fatihlerinin fethetmiş oldukları bütün batı Avrupa toprakları halen Endelüs adıyla bilinmektedir.


Kelimenin farklı dillerde farklı söyleniş şekli vardır. En başta Arapça'da ya da İslam kaynaklarında "el-Endelüs", "Ceziretü'l-Endelüs" (Endülüs Adası), "Ceziretü İşbanya", "Ceziretü'l-Arab" veya kısaca "el-Cezire", "İsbanya Müslime", batı dillerinde "Al-Andalus", "Espana Musulmana", "Andalucia Musulmana", "Muslim Spain and Portugal", Türkçe' de ise "Endülüs" şeklinde söylenmektedir. "Hıristiyan İspanya" deyimiyle, fetihten sonra yarımadanın kuzey şeridinde Müslümanlara karşı "Reconquista" hareketiyle mücadeleye başlayarak Endülüs topraklarını geri alan Hıristiyanlar veya İberya Yarımadası devletleri kastedilmektedir. Batı dillerindeki ifadesi "Espana Cristiana", "Christian Spain", "The Christian Kingdoms", "Reyes Catolicos" veya "Reyes Cristiana" şeklindedir.


Fetihten Önce İberya Yarımadası ve Avrupa


Akdeniz havzasında yer alan ülkelerle hemen aynı kaderi paylaşmış, yüzyıllar boyunca birçok kavim ve kültürlerin karşılaşma-kaynaşma sahası olmuş, M.Ö. IV. yüzyılda Fenikeliler, sonra Grekler, ardından da Romalıların istilasına uğramıştır. Yerli halk arasında Hıristiyanlık ve Latince'nin yayılması, Roma hakimiyeti döneminde gerçekleşmişti. M.S. IV. yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğunun merkezi otoritesinin zayıflamasıyla İspanya bu kez Sueviler (Suevos), Vandallar (Vandalus, Vandals), Alanlar (Alanos) ve Vizigotlar (Godos, Visigodos) gibi barbar Germen kavimlerinin istilasına maruz kalmıştı. Bunlar içinde Vizigotlar, gelişlerinde 200 bin nüfusa sahip oldukları halde 468 tarihinde ülkenin büyük bölümünü ele geçirerek Tuleytula (Toledo) merkez olmak üzere bir devlet kurmuşlardı. Ancak, Vizigotlar'da devlet tecrübesi olmadığı için farklı dinleri ve etnik unsurları bir arada yaşatabilme yeteneğine de sahip değillerdi. Bu sebeple, kuruluşundan yıkılışına kadar (468-711) geçen 240 yıl içerisinde genelde istikrarlı bir yönetim oluşturamamışlardı.

586 tarihinde Visigotlar, ülke bölünmüşlüğünün ancak Katolikliğe girmekle mümkün olabileceğine karar vererek topluca mezhep değiştirdiler. Böylece Katolik Hıristiyanlık, bütün İspanya'nın resmi dini haline gelmiştir. Kilisenin bu başarısından sonra ezilen halk tabakalarının kurtuluş umudu haline gelen din adamları, yeni statülerinin sağladığı avantajları halkın lehine değil de kendileri için kullanınca ülkede yine hayal kırıklığı ve ardından huzursuzluklar hüküm sürmeye başladı. 

Toplumsal, dini ve ekonomik çözümsüzlük, ülke yönetimi konusunda çıkan anlaşmazlıklar, yani taht kavgaları da iç çekişmelere ve karışıklıklara neden olmaktaydı. Toplam 33 Vizigot kralından 11 tanesi bu çatışmalar sonucu öldürülmüştü. Krallığın son birkaç senesine de bu hal üzere girildi. 709 tarihinde kral Witiza öldüğünde, yerine çocuk yaştaki oğlu Achila (Aşil) tahta oturtuldu. Bu durumda, yönetim muhalifi devlet adamları tarafından 71 O tarihinde Rodrigo (Rodric) isimli general kral ilan edildi. Mağdur olan Witiza'nın oğulları ise, tahtı yeniden ele geçirebilme arayışına girdiler. İşte, bütün bu olumsuz şartlar İspanya'yı adım adım İslam fethine hazırlayan etkenlerden sayılmaktadır. 

Avrupa kavramı, tarihi ve felsefi anlamıyla çok geniş ve zamanla artan bir içerik zenginliğiyle bugüne ulaşmış bir terimdir. İlkçağlardan farklı anlamlar kazanarak gelmiş, milattan sonra 400'lü yıllarda Akdeniz havzasının yazılı kaynaklarında "Roma İmparatorluğunun Akdeniz bölgesinin Kuzey kısımları" için kullanılmış, VI. yüzyılda Galya-Kuzey Alpler havzasını tanımlamış ve Roma-Hıristiyan dünyasını tehdit eden barbarlara karşı gösterilen direnişler Avrupa kavramının gelişmesinde etkili olmuştur. Kelime, sadece ve belki ilk defa Büyük Kari (Karolus Magnus, 768-814) zamanında üstün bir rol oynamıştır. Sonuçta Avrupa, Roma İmparatorluğunun enkazı üzerine kurulan Katolik Hıristiyan dinine mensup, kuzeyden gelen ve Akdeniz kültürüne giren muhtelif kavimlerin karışımıyla oluşan bir küçük devletler dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Bernard H. Lewis'e göre ise, "Avrupa" adının tarih sahnesinde ilk kez ortaya çıktığı yer, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yaşanan Puvatye (Poitiers) savaşıdır.


Ortaçağlar boyunca olduğu gibi 711 yılına kadar yani VII. yüzyılda Avrupa toplumları, genelde zor ve kötü hayat şartları altında kalmıştır. Cehalet, anarşi, geri kalmışlık, toplumsal kargaşa ve adaletsizlikler yaygınlaşmış, uzun süren iç ve dış savaşlar bu durumun hem sebebi ve hem de sonucu olmuştur. Kültürü, az gelişmiş ve daha çok ilkel vahşi insanların hayat tarzlarına daha yakın görünümdeydi. Bunun delillerini Avrupa tarihi üzerine tarafsızca yazılmış olan eserlerde açıkça görmek mümkündür. İslamiyet'in Avrupa ile ilk teması ise, İspanya'nın fethiyle olmuştur. Bu fetihten itibaren yüzyıllar boyunca İslam, Bizans'a ve Latin Batıya hem bir gözdağı ve hem de bir ticaret ve medeniyet kaynağı olmuştur.

 


İslam Fetihleri, İspanya'nın Fethi ve Endülüs-İslam Devleti



Hz. Muhammed'in 632 yılında vefatının ardından Müslümanlar Arap Yarımadasından dışarıya doğru açılmaya başladılar. Ortadoğu'yu aralarında paylaşmış iki büyük güç olan Pers (Sasani, Faris) ve Bizans (Rum) İmparatorluklarının topraklarına doğru ilerleyerek onların topraklarını ele geçirdiler. Bu ilk dönem İslam fetih harekatı sonucunda Irak, İran, Suriye, Filistin ve Mısır daha ilk iki halife Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer zamanında (632-644) fethedildi. Daha sonra sırasıyla Trablusgarb (27 /647), Kıbrıs (29/649, 33/653), Hind sınırına kadar olan bölge (650-652) ve Rodos Adası'nın (33/653) fethi; Sicilya (Sikilliye) çıkarması (49/668); kuzey batı Afrika'nın Ukbe b. Nafi tarafından fethi ve Kayrevan'ın kurulması (50/670), komutan Hassan b. Nu'man tarafından kuzey Afrika'nın yeniden fethi ve Tunus şehrinin kurulması (79 / 698), kuzey batı Afrika'nın Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan zamanında Musa b. Nusayr tarafından tam bir vilayet olarak İslam devletine bağlanması (86/705) sağlanmış ve Müslümanların Tarif b. Malik ile ilk İspanya çıkarması 91 tarihinde halife Velid b. Abdülmelik devrinde gerçekleşmiştir.


Müslümanlar, fetih hareketleriyle insanları Bizans'ın veya İran'ın hakimiyetinden kurtarıp kendi egemenliklerine tabi kılmak gayesiyle ortaya atılmamışlardır. Onların gayesi, insanları kula kul olmaktan kurtarıp sadece Allah' a kul olma şerefine yükseltmekti. Nitekim, Müslüman elçi Rebi' b. Amir İran Kisrası Yezdücerd'in huzuruna çıktığında aynı hususu dile getirmiştir: "Allah bizi, insanları kula kul olmaktan kurtarıp sadece Allah'a kul olma şerefine ulaştırmak; dünyanın sıkıntı ve meşakkatlerinden rahatlığa çıkarmak, dinlerin zulmünden İslam'ın adaletine kavuşturmak gayesiyle gönderdi." Onların nazarında bütün milletler eşittir. Bütün insanlar Hz. Adem' den, Adem de topraktandır. Arabın Arap olmayana doğuştan hiçbir üstünlüğü olmadığı gibi, Arap olmayanın da Araba hiçbir şekilde üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Bu husus, Kuran' da (Hucürat Süresi, 13) böyle ortaya konmuştur. İslam tarihi boyunca Müslümanların hakimiyetinde yaşayan milletlerden yeryüzünün yıldızları, insanlığın asil şahsiyetleri ve dünyanın gözbebeği olan faziletli insanlar, vezirler, hükümdarlar, kumandanlar yetişmiştir. Bunlar İslam'ın gereklerini yerine getirmede, şahsiyet ve dehada, mürüvvet ve fazilette eşsiz insanlardır. Sayılarını da ancak Allah bilir.




Fetih (92-95/711-715) ve Valiler Dönemi (95-138/715-756)


İlk İslam fetihlerinin son halkasını teşkil eden İspanya'nın fethi, 710 yılına kadar kuzey Afrika'nın hemen tamamını ele geçirmiş olan Müslümanlar için doğal bir hamlenin sonucu olarak değerlendirilebilir. Emeviler'in Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr, halife Velid b. Abdülmelik'ten aldığı izinle Tarif b. Malik komutasında 500 kişilik bir birliği 710 yılının ilkbaharında keşif amacıyla İspanya'nın güney kıyılarına yolladı. Tarif'e (Ceziretü Tarif, Tarifa, Isla de la Palmas) yapılan bu küçük çıkarmadan olumlu sonuç alınınca fetih hazırlıklarını yaptı ve 5 Receb 92 (28 Nisan Salı 711) tarihinde Berberi azatlısı Tarık b. Ziyad komutasında 7000 asker gücüne sahip orduyu, ardından 5000 asker takviyesiyle İspanya'yı fethe sevketti. Bu arada, Berberi ırkı konusunda kısa bilgi verelim.


"Berberi" kelimesi, Araplar tarafından İfrikiye'nin yerli halkı yani, Berka şehrinden Atlas Okyanusuna kadar olan bölge sakinlerini tanımlama için kullanılan bir isimdir. Eski Yunan kaynaklarında "barbaroi", Latin kaynaklarında ''barbari" (barbar) olarak geçmektedir. Yunan ve Latin dünyasının dışında oldukları için kuzey Afrika'da yaşayan halk bu adla anılmıştır. Romalılar, bölgeyi işgalleri sırasında ciddi bir mukavemetle karşılaşmışlar, hakimiyet ve medeniyetlerini kabul etmemekte direnen bölge halkına ''barbaros" demişlerdir. Araplar, bu bölgeye geldiklerinde Bizanslılar' dan duydukları barbaros kelimesini "berber" olarak telaffuz etmişler ve kelimenin bu şekli yaygınlık kazanmıştır. Berberiler'in menşei ve anayurtları ile Berberi dilinin aslı konuları halen ilim alemince tartışılmaktadır.



Bu sırada İspanya' da hakim olan Vizigot krallığı, taht kavgaları, toplumsal-dini çatışmalar sebebiyle gücünü yitirmiş durumdaydı. İslam ordusu kolaylıkla İspanya'ya geçti. Bunda, Vizigotlar ile arası bozuk olan Sebte (Ceuta) valisi Julianos'un yardımlarının çıkarmada kolaylık sağladığı söylenmektedir. İspanya'nın güney ucundaki Cebelü Tarık veya Cebelü'l-Feth dağında karargah kuran İslam ordusu, ilk hamlede el-Ceziretü'l-Hadra'yı (Algeciras) ele geçirdi. Kısa süre sonra kral Rodrigo komutasındaki Vizigot ordusunun, Şeriş (Xeres, Jerez) ve Şezılne (Sidonia) şehirleri arasında kalan Ferentire (Frontera) ovasındaki Vadi Lekkü (Vadi Lekke, Vadi Bekke, Guadalbeca, Rio Barbate) nehri kıyısında cereyan eden savaşta yenilmesiyle (92/711) artık fethin önünde ciddi bir engel kalmamış oldu.


Zafer sonrasında farklı şehirlere doğru fetih için görevlendirilen komutanlar kısa sürede ve mevcut yönetimden hoşnutsuz durumda bulunan halkların yardımıyla Malega, İlbire (Elvira) ve Kurtuba'yı ele geçirirken, Tarık da İsticce (Ecija) ve peşinden Vizigotlar'ın başşehri Tuleytula'yı fethetti. Böylece Tarık, 711 yılının ilkbahar aylarında ordu komutanı olarak başlattığı bu fetih yürüyüşünü, yaz ayları biterken İspanya'nın yarısını alıp İslam'a açmış bir fatih olarak neticelendirdi. 712 tarihinde Musab. Nusayr da çoğunluğu Araplardan müteşekkil 18000 mevcutlu orduyla İspanya'ya geçerek İşbiliye (Sevilla), Karmune (Carmona), Leble (Niebla) ve Maride'yi (Merida) fethettikten sonra Tuleytula' da Tarık ile buluştu. Ülkenin kuzey istikametine doğru yapılan harekat sonucu 713 tarihinde Liyiln (Leon), Cıllfkıye (Galicia) bölgesi, Laride (Lerida), Berşelune (Barcelona, Barselona), Sarakusta (Zaragoza, Saragossa) şehirleri fethedildi ve hatta Pireneler aşılarak VIII. yüzyılda "Avrupa'nın en kuvvetli devletine sahip" Franklar'ın topraklarına girildi. İslam fetihlerinin yayılma hızı ve alanı konusunda Hitti'nin şu tespiti dikkat çekicidir: "Hz. Muhammed'in vefatından yüz yıl sonra onun yerine hükumet eden ve Dimeşk'te oturan İslam Halifeleri, Çin' den Fransa içlerindeki Gauller ülkesine kadar uzanan bir imparatorluğa başkanlık ediyorlardı".


714 tarihinde halife Velid'in emriyle Musa, Endülüs'ün idaresini oğlu Abdülaziz'e bırakıp Tarık'la birlikte Dımaşk'a döndü. Böylece Endülüs'te valiler dönemi (asru'l-vülat) başladı. 756 yılına kadar 21 valinin görev yaptığı bu dönemde fetih hareketleri Avrupa içlerine kadar götürüldü. Mürsiye (Murcia, Tüdmir, Teodomiro), Arbune (Narbona) bölgelerinden sonra Paris'e kadar yaklaşıldığında Tours veya Poitiers (Balatüşşüheda) savaşında Müslümanlar Franklar'a yenildiler. Bu savaş, Batılı müsteşrık Robert G. Latham tarafından "dünya tarihinde önemli on beş büyük savaş" arasında değerlendirilmiştir. Işın Demir kent'e göre, eğer Müslümanlar bu savaşı kazanabilselerdi, İslam fütühatını durduracak hiçbir engel kalmayacak ve dünya hakimiyeti Bizans üzerinden değil Batıdan ilerleyerek ele geçirilebilecekti. Ancak, her ne kadar bu yenilgi kuzeye doğru yapılan fetih hareketlerini durdurmuş ve belki de o zamanlar gerçekten düşünülmüş olan Batıdan İstanbul'a ulaşma planına son vermişse de, Müslümanların güney Fransa topraklarındaki hakimiyetini X. yüzyıla kadar devam ettirmesini engelleyememiştir. Bundan sonra daha çok iç savaş-karışıklıklarla uğraştılar. Buna karşın, aynı dönemde kuzeyde dar bir şerite sıkışmış vaziyette olan Hıristiyanlar, yeni devletleşme oluşumunu başlattılar.


Endülüs Emevileri Dönemi (Emirlik Dönemi 138-316/756-929; Hilafet Dönemi 316-422/929-1031)


Abbasiler tarafından Emeviler'in sona erdirilmesiyle Afrika'ya kaçan ve 755 tarihinde Endülüs' e geçen halife Hişam'ın torunlarından Abdurrahman b. Muaviye, o sırada vali seçimi meselesi sebebiyle küskün bulunan Yemenliler, Berberiler ve Mevali'nin desteğiyle kısa sürede mevcut yönetime karşı başarılı oldu. Başşehir Kurtuba'ya girerek bağımsız emirliğini ilan etti (138-172/756-788). Vefatından iki yıl evvel Kurtuba Ulucamii'nin inşasını başlattı. Kendisinden sonrakilerce bu cami tamamlandı ve yeni ilaveler yapıldı. Arkasından hüküm sürenler sırasıyla şöyledir: I. Hişam (172-180/788-796), I. Hakem (180-206/796822), II. Abdurrahman (206-238/822-852), I.Muhammed (238-273/852-886), Münzir (273-275/886-888), Abdullah (275-300/888-912), Halife III.Abdurrahman (300-350/912-961), Il.Hakem (350-366/961-976), Il.Hişam (366-399/976-1009, ikinci kez (400-403/1010-1013), Muhammed el-Mehdi (399/1009), Süleyman (399/1009) ve (403-407 /1013-1016), Hammudiler (1018-1022), V.Abdurrahman (414/1023-1024), III.Muhammed (414-4161024-1026), yine Hammudiler (1025-1027) ve III.Hişam (420-422/1027-1031). Kurtuba'da hakim olan idari karmaşa karşısında halk, hilafeti lağvederek Endülüs Emevileri hanedanını sürgün ettiler ve yeni yönetimi eşraftan oluşan şitra heyeti üstlendi. Böylece Endülüs Emevi Devleti de sona ermiş oldu (422/1031).



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN


İspanyanın İngiltereyi İşgal Harekatı.


"En koyu Katolik kral" olarak bilinen İspanya kralı II. Philip'in İngiltere'yi işgal etmek için bir donanma oluşturmasının son derece mantıklı nedenleri vardı. İngiltere bir Protestan ülkesiydi ve Henry'ye papa tarafından "İnancın Savunucusu" unvanı verilmişti. Politik açıdan İngiltere kolonileşmede ve ticarette bilinen İspanyol üstünlüğüne karşı gelişen tehdit edici bir güç haline geliyordu.


Daha yeni İspanya, İspanyol Hollandasındaki ayaklanmaları bastırmaya çalışırken İngiltere ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Ayrıca başta Sir Francis Drake olmak üzere İngiliz korsanlar oldukça rahatsızlık verici bir hale gelmişlerdi. Drake, Panama'daki önemli bir İspanyol kolonisini yağmalamakla kalmamış, başka İngiliz korsanlarla birlikte İspanyol hükümetinin bütçesinin büyük bir bölümünü oluşturan altın ve platini taşıyan filodaki birkaç gemiyi ele geçirmişlerdi.


İşgal planı basitti. Medina-Sidonia Dükü bir donanma kurmak için denizci toplayıp gemiler inşa ettirdi. Kırk savaş gemisi ve çok sayıda yemek ve su taşıyan nakliye gemisi yapıldı. Savaş gemileri yüksek kuleliydi ve düzinelerce kısa mesafeli ama güçlü topla donatılmıştı. Filonun asker mevcudu ise on dokuz bindi.


Bu büyük güç İspanyol Hollandasındaki savaşta İspanyol ordularının başındaki Parma Dükü yönetimindeki daha büyük bir orduyla buluşacaktı. Donanmanın esas amacı bu orduyu gemilere alıp sonra da İngiltere'ye çıkarma yapmaktı. Eğer bu başarılırsa İngiltere'nin fethi işten bile değildi.


İspanyol piyade birlikleri Avrupa'nın en iyi eğitilmiş ve etkili askeri gücüydü. Kılıç ve mızrak kullanımındaki becerileriyle tüm rakiplerini alt edebiliyorlardı. Sadece İsviçreli savaşçılar onlarla baş edebilirdi ve İngiltere ile İsviçre'nin müttefik olmaması büyük şanstı. Askerler kıyıya çıktıktan sonra İngiliz ordusunun fazla dayanamayacağı açıktı. Bu da İngiltere'nin hayatta kalabilmek için saldırıyı denizde, yani Manş Denizi'nde karşılaması gerektiği anlamına geliyordu.


İspanyol donanmasını karşılamak için İngilizler çok daha büyük bir donanma inşa ettiler. Güney limanlarında aşağı yukarı yüz altmış gemi vardı. Ama bunlar İspanyol gemilerinden çok farklıydı. Daha küçük ve daha ince gövdeliydiler. İngiliz gemileri hız ve manevra kabiliyeti düşünülerek yapılmıştı.


İspanyol gemilerinde ise güç ve atış önemliydi. İngiliz gemilerindeki silahlar da farklıydı. İngiliz topları uzun namlulu ve İspanyol toplarından daha küçük kalibreliydi. Daha uzun olmaları top mermisini daha uzun mesafeye atabilmeleri anlamına geliyordu ama bu mermiler kısa menzilli İspanyol toplarının mermilerinin yarısı kadardı.


Yani İngilizler, İspanyolların menzili dışından onları vurabilecek ancak mermilerinin küçüklüğü nedeniyle kalın keresteden yapılmış İspanyol gemilerine fazla zarar veremeyeceklerdi. Küçük İngiliz gemileri zarar verebilecek kadar yakına geldiklerinde ise İspanyol toplarının menzili içine girmiş olacaklardı. Bir İngiliz gemisi İspanyol toplarından çıkan bir mermiyle bile batardı. Bu nedenle İngiltere'yi bu toplarla savunmak tartışılamazdı bile.


İspanyol gemilerine Kanal'dan geçerlerken yanaşıp çıkmak da bir seçenek değildi. Çünkü herhangi bir İspanyol gemisine yaklaşacak bir İngiliz gemisi hemen öteki İspanyol gemileri tarafından alt edilirdi. İspanyol gemileri birbirine çok yakın ilerliyorlardı. İngilizler İspanyolları saatlerce devamlı ancak etkisiz bir ateş altında tuttularsa da İngilizlerin Charles Howard tarafından kumanda edilen uzun menzilli atışları İspanyol donanmasının dizilişini bozamadı. Ayrıca büyüklükle ilgili bir sorun da vardı. İspanyol gemileri, İngiliz savaş gemilerinden daha yüksekti ve içlerinde savaşa hazır on dokuz bin asker vardı.


İngilizler İspanyol donanmasını Hollanda'ya doğru ilerleyip Parma'nın ordusuyla buluşmaktan alıkoyamadı. İspanya'nın kaybı çok küçüktü. Zaten o anda İngiliz donanmasını yenmeleri gerekmiyordu. Parma'nın ordusunu İngiltere'de karaya çıkarmak bir İspanyol zaferinin garantisi olacaktı. İşler yolunda gidiyordu ve Medina-Sidonia Dükü de bu planın başarılı olacağına inanıyordu. Ancak bu inanç donanma Hollanda'ya ulaştığında ve Parma'nın askerlerinin gemilere çıkmak için hazır olmadıklarını gördüğünde kayboldu. Zamanlama uymamıştı. Parma'nın kumanda ettiği binlerce askerin onları bekleyen gemilere binmesi birkaç gün alacaktı.


Yaklaşan sert havadan korkan İspanyol donanması Calais limanı yakınlarında kıyıya demirledi. Donanma yaklaşmaya cesaret edebilecek İngiliz gemilerini püskürtmeye hazır bir şekilde yerleşti. Bu gecikme İngilizlere dönemin klasik silahı olan ateş gemileri hazırlama fırsatı verdi.


Donanmanın demir atmasından bir gün sonra, 7 Ağustos 1588'de sekiz ateş gemisi İspanyol donanmasına süzülmek üzere yola çıktı. Ateş gemileri, ateşe verilmiş sıradan gemiler değildi. Gemilerin ahşabı ve yelken bezleri ne kadar kolay yanan maddeler olsa da, o dönemde İngilizlerin kullandığı ateş gemileri baştan aşağı zift, katran ve başka yanıcı maddelerden yapılıyordu. Ayrıca içinde bu maddelerden olan variller güvertede kırılarak bırakılıyor ve ateş yakıldıktan sonra gemilerin söndürülmesi imkansız hale geliyordu. Düşmanların ateş gemilerini çekmemeleri için de ateşler içindeki gemilere toplar yerleştiriliyordu. Gemiciler bu ateş gemilerinin mürettebatı arasında olmaktan tabii ki hoşlanmıyorlardı.


Ateş gemisiyle yapılan saldırıda yelkenleri geminin hedefe doğru gitmesi için rüzgara göre sabitlenirdi. Sonra mürettebat gemiyi ateşe verir ve küçük teknelerle gemiyi terk ederdi. Bazen rüzgar ateşi söndürse de şans bu kez İngilizlerden yanaydı.


Sekiz ateş gemisi sıkı sıkıya kilitlenmiş İspanyol donanmasına ulaştığında panik baş gösterdi. Ateşten sadece birkaç geminin zarar görmesine rağmen İngilizleri uzak tutan o disiplinli düzen bozuluverdi. Gemiler kanala gelişi güzel yayıldı ve birkaç küçük İngiliz savaş gemisi İspanyol gemilerini tek tek sardı. Böyle bir karışıklıkta hız ve manevra kabiliyeti yüksek İngiliz gemilerinin büyük avantajı vardı. Gece çöktüğünde bir düzineden fazla büyük savaş gemisi imha edilmiş ve İspanyol donanmasının gemileri geniş bir alana dağılmıştı.


Hala yüzden fazla İspanyol gemisi vardı ve bu gemilerin barut ve mermileri azalmış olsa da İngilizlere güçleri yeterdi. Bu arada İspanyollar bilmiyordu ama İngilizlerin barut ve mermileri kalmamıştı. Sonuç olarak İngilizler geri çekilmek zorunda kaldıklarında İspanyol donanmasının geri kalanı tekrar bir araya gelmeyi başardı.


Medina-Sidonia Dükü bir denizci değildi ama gerçekten zorlu bir durumla karşılaşmıştı. Donanmanın gücü yerindeydi ancak barut ve cephane azlığı İngilizlerle tekrar karşılaşmalarını zorlaştırıyordu. O civardaki tek büyük limandan çıkarılmışlardı ve hava bozuyordu. Kayalık kıyılarıyla Manş Denizi fırtınadan saklanılacak bir yer değildi. Ayrıca artık Parma Dükünün ordusunu karaya çıkarma umudu kalmamıştı.


En iyi karar, açıkça görülüyor ki, İspanya'ya geri dönmek üzere yelken açmak olurdu. Kışın daha çok gemi inşa edebilir ve baharda tekrar deneyebilirlerdi. Ne yazık ki, İngiliz donanması hala kanalda İspanyolların biraz aşağısında bekliyordu. Onların da kaybı vardı ve Dük tüm cephanelerini bitirdiklerini bilmiyordu. Böylece yapılacak en iyi şeyin kuzeye yelken açıp İngiltere ve İrlanda'yı dolaşarak güvenli bir şekilde eve dönmek olduğuna karar verdi.


İspanyolların kararı bazı karışıklıklara yol açtı. Gemiler denizci ve asker doluydu. Kısa süre içinde yiyecek sıkıntısı başladı. Yelken açtıkları sular İspanyol kaptanlar için yabancıydı. Bilmedikleri balık sürülerine karşı kıyıdan uzak, açıkta seyretmek zorunda kalıyorlardı. Vahşi Kuzey Denizi sakin Akdeniz suları için yapılmış yüksek İspanyol gemileri için uygun bir yer değildi.


İberya'nın ılık havasına alışkın adamlar donarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Bu sorunların tümünün de Ötesinde, çıkan ve iki hafta süren fırtına İngiliz donanmasının yapamadığını başardı. İspanyol donanmasının gemilerinden yarısından fazlası kayalık İskoçya ve İrlanda kıyılarına sürüklendi. Gemilere bir şey olmadıysa da yüzlerce asker ve denizci öldü.


Donanmadan geri kalanlar İspanya'ya döndüğünde Avrupa'nın en büyük gücü olan İspanya'nın çöküşünün başladığı henüz daha fark edilmemişti. İngiltere artık gemilerinin ülkeyi İspanyol donanmasına karşı koruyabileceğini bilerek daha saldırgan ve kendinden emin hale gelecekti. II. Philip ise bir donanma kurmak için Yeni Dünya'dan, Amerika'dan çaldığı paraları çarçur edecekti.


İki yüzyıl sonra İngiltere, üzerinde güneş batmayan "Büyük Britanya İmparatorluğu" olurken İspanya ise Avrupa'da önemsiz bir devlet olacaktı.


Donanma güneye doğru ilerlese ve İngilizlerin ateşsiz kalmış gemileriyle karşılaşsa İngilizler pek bir şey yapamayacaklardı ve işgal tehdidi etkili olmaya devam edecekti. Ancak İspanyol Düküne kuzeye yelken açmak iyi bir fikir gibi gelmişti. Bu fiyasko tarihin akışını değiştirdi.




Alıntıdır.


HADİSLERDE ALTI RAKAMI

 

  1. Şu altı şey zararlıdır:
    1- Amirlerin sefih olması.
    2- Kan dökülmesi.
    3- Hükmün satılması.
    4- Akrabadan uzaklaşılması.
    5- Kur'an-ı kerimin musikiye vesile yapılması.
    6- Zabıtanın çoğalması.
  2. Şu altı şey kıyamet alâmetidir:
    1- Vefatım.
    2- Ölümlerin çoğalması.
    3- Kudüs'ün fethi.
    4- Mal bolluğu. Öyle ki, bir kişiye yüz altın verilir de azımsar.
    5- Arap evlerinden girmedik hiçbir evin kalmadığı bir fitne.
    6- Benî Esfer'in sizinle olan sulhünü bozması.
  3. Şu altı şeyi yapacağınıza söz verin, ben de size cenneti söz vereyim:
    1- Namaz kılmak.
    2- Zekât vermek.
    3- Emanete riayet.
    4- Zinadan sakınmak.
    5- Helâl yemek.
    6- Dili [elfaz-ı küfr, yalan, gıybet, lânet, malayani gibi] kötü sözlerden korumak.
  4. Şu altı şeyi yapanın cennete girmesine kefilim:
    1- Konuşunca doğru söyliyen.
    2- Verdiği sözde duran.
    3- Emanete riayet eden.
    4- Namusunu koruyan.
    5- Gözünü haramdan sakınan.
    6- Elini her çeşit kötülükten çeken.
  5. Şehidin altı hasleti:
    1- Kanının ilk damlasında günahları affolur.
    2- Kabir azabından emindir.
    3- İman elbisesi giyer.
    4- Cennetteki makamını görür.
    5- Kıyamet korkusundan emindir.
    6- Hurilere kavuşur.
  6. Rüyada görülen altı şey:
    1- Kadın görmek, hayra.
    2- Deve, korkuya.
    3- Süt, dine.
    4- Yeşil, cennete.
    5- Gemi, kurtuluşa.
    6- Hurma, rızka delâlet eder.
  7. Altı şey amelleri mahveder:
    1- Halkın ayıbı ile meşgul olmak.
    2- Kalb katılığı.
    3- Dünya sevgisi.
    4- Hayâ azlığı.
    5- Uzun emel.
    6- Zulmün devam etmesi.
  8. Altı sınıf cehenneme hesapsız girer:
    1- Zalim emir.
    2- Irkçılık yapan Arap.
    3- Kibirli rençber.
    4- Yalancı tüccar.
    5- Kıskanç âlim.
    6- Cimri zengin.
  9. Altı şey güzeldir, fakat şu altı sınıf insanda daha güzeldir:
    1- Adalet güzeldir; fakat idarecide daha güzeldir.
    2- Cömertlik güzeldir; zenginde daha güzeldir.
    3- Vera, âlimde.
    4- Sabır, fakirde.
    5- Tevbe, gençte.
    6- Hayâ, kadında daha güzeldir.
  10. Şu altı şeyi yapmak için söz verin, cennete gireceğinize kefil olayım:
    1- Miras taksiminde zulmetmemeye.
    2- Herkese insaflı davranmaya.
    3- Düşmanınızla çarpışırken korkmamaya.
    4- Ganimet mallarında hıyânet etmemeye.
    5- Mazlumun hakkını zalimden adaletle almaya.
    6- Irzınızı korumaya.
  11. Allahü teâlâ şu altı şeyi çirkin görür:
    1- Namazda lüzumsuz hareketi.
    2- Verdiğini başa kakmayı.
    3- Orucu bozan hareketi.
    4- Mezarlıkta gülmeyi.
    5- Mescide cünüp girmeyi.
    6- Başkasının evinin içine bakmayı.
  12. Şu altı şey gelmeden önce salih amel işlemek için acele edin:
    1- Sefihler başa geçmeden.
    2- Zabıta çoğalmadan.
    3- Hüküm karşılığında rüşvet alınmadan.
    4- Adam öldürme hafife alınmadan.
    5- Akrabalık bağları kesilmeden.
    6- Kur'an-ı kerimi şarkı okur gibi teganni ile okuyan hafızlar çıkmadan.
  13. Şu altı şey hayırdandır:
    1- Düşmanla cihad etmek.
    2- Yaz günü oruç tutmak.
    3- Musîbete güzelce sabretmek.
    4- Haklı olduğu hâlde tartışmadan vazgeçmek.
    5- Bulutlu günlerde namazı erken kılmak.
    6- Kış günü güzelce abdest almak.
  14. Şu altı şey amelleri boşa çıkarır:
    1- Başkalarının kusurlarıyla meşgul olmak.
    2- Kalb katılığı.
    3- Dünya sevgisi.
    4- Hayâsızlık.
    5- Dünyada ebedî kalma hayali.
    6- Haksızlıktan vazgeçmeyen zalim.
  15. Mümin şu altı yerde bulunduğu sürece, Allahın himayesindedir:
    1- Allah yolunda.
    2- Cemaatle namaz kılınan mescitte.
    3- Hasta yanında.
    4- Cenazede.
    5- Evinde.
    6- Sevdiği adil emîrin yanında.
  16. İmanın esası altıdır:
    1- Allaha.
    2- Meleklere.
    3- Kitaplara.
    4- Peygamberlere.
    5- Ahiret gününe.
    6- Ölüme, öldükten sonra dirilmeye, cennete, cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna inanmak.
  17. Halk altı şeyle meşgul olurken, siz şu altı şeyle meşgul olun:
    1- Halk çok amelle meşgul olurken, siz az da olsa iyi, güzel amelle meşgul olun!
    2- Halk nafile ibadetlerle vakit geçirirken, siz farzları tam yapmaya çalışın!
    3- Herkes görünüşünü, dışını süslerken, siz içinizi süslemeye çalışın!
    4- Herkes onun bunun ayıbını araştırırken, siz kendi ayıplarınızla meşgul olun!
    5- İnsanlar faydasız şeyleri imar ederken, siz ahireti imar ile meşgul olun!
    6- Herkes birbirine yaranmaya çalışırken, siz Allahın rızasını kazanmaya çalışın!

 

 

DİN NEDİR?

 


TARİFLER


Batıdaki Tanımlara Bir Bakış



Din kelimesi aslen Arapça’dır. Islâm Ansiklopedisine “din" maddesini yazan D. B. Mcdonald, din adının Arapça’ya;


1-Aramî-İbranî dilinden geçen manasıyla “hüküm”


2-Halis Arapça manasıyla “örf ve adet'


3-Farsça’dan gelen ve her ayın 24. gününe verilen isim olarak nitelenmekte hatta ileri giderek Nöldeke vb. batılıların çalışmalarını ileri sürerek Arapça’ya Farsça’dan geçtiğini ileri sürmektedir. Beydavî, Razî ve Taberî gibi müfessirlerin Malik-i yevmü’d-din lafzını nasıl olup ta muhasebe, ceza, mükafat olarak aldıklarına şaşmaktadır.


“Din kelimesi Fransızca’da, Almanca’da ve İngilizce’de “Religion” olarak kullanılır.


T.D.K.’nun hazırladığı sözlük üç tarif veriyor: “İnsanların Tanrıya inanış ve bağlanışlarını ya da varlıkları ve davranışları, kutsal, kutsal-dışı diye ayırmaya dayanan tasarımlar ve işlemler sistemi”. Bu çok kısır bir tariftir. Bu tarif, din kavramına yorum getirmekten uzaktır.


Pars Tuğlacı da hazırladığı Okyanus, Ansiklopedik Sözlüğünde aynı tarifi almıştır. 2. Tarifte her iki sözlükte de aynıdır. “Bu konuda tutulan yollardan her biri, Hıristiyan dini gibi..." 3. tarif ise mecâzî manâda kullanılmasını tanımlamış ve "çok bağlanılan fikir veya ülkü" olarak nitelemiştir.


Bu tarifler aradığımız tarifi çok kısır olarak vermektedir. Orhan Hançerlioğlu da Felsefe Ansiklopedisi adlı eserde “İnanca dayanan doğa üstü tasarımlar ve işlemler sistemi demiş, tüm ansiklopedisinde izlediği yönteme bağlı olarak Mandst bir yorum getirmiştir. Bu tarif nispîdir fakat önceki tariften daha az kötüdür. Ama devamında, arkeolojik araştırmaların dinsel tasarımların ancak elli bin yıldan beri varolduklarını tanıtladıklarını söylemekte ve buna dayanarak “demek ki insan yirmi milyon yıl, din düşüncesinden uzak yaşamıştır.” demektedir. İnsanoğlunun yeryüzünde 70.000. yıldan beri varolduğuna dair elinde kanıt varmış gibi... Hançerlioğlu bu noktada zavallılaşmaktadır. Zira insanların hiçbir devirde dinsiz yaşadıklarına dair elimizde delil yoktur. Tarihin başlangıcı sayılan yazının bulunuşundan önce bile ne kadar geriye gidilirse gidilsin, insan izi bulunan her yerde dinin varlığına da rastlanmaktadır. Ama bu Ansiklopedinin taraflı yazıldığını düşünürsek, iddia yadırganmaz.

Şimdi meşhur düşünürlerden bir kısmının tarifini verelim. “Dinsel Hayatın İlk el Şekilleri' adlı eserinde Emil Durkheim “Kutsal, yani birbirinden ayrı ve yasak nesnelerle ilgili inançlardan ve tapınma usullerinden meydana gelme müşterek bir sistem ' olarak tarif ediyor.


Bu tarif İlahî sayılan dinleri tariften uzaktır. Durkheim, bu inanç ve tapınma usullerinin kilise adlı tek ve manevî toplulukta birleştirildiğini ileri sürüyor. Belki sonradan kurulan Hıristiyan inançlarını ve tapınma sistemlerini bu tarif izah edebilir. Fakat; örneğin, İslam’ı asla O’nun “kutsal” kavramından ne anladığını ve bunu topluma nasıl mâlederek tarif çıkardığını, ilerde genişçe göreceğiz.


Durkheim’in yetiştirmesi olan Henry Hubert, dini:

Kutsal nesnelerin idaresi diye tarif eder.


Dinin tanımını geliştirmek amacıyla bazı tarifler daha verelim.


James Martıneau:

“-Din, daima yaşayan bir Tanrı’ya yan i bir ilahi şuur ve iradenin kainatı yönelttiğine ve insanlıkla ahlakî bağıntıları elinde tuttuğuna inanıştır. ”


Herbert Spencer:

“-Din, her şeyin bizim bilgimizin üstünde çıkan bir Kudret’in tezahürleri olduğunu kabüldür.”


J.G.Frazer:

Dinden ben, netice olarak, tabiat nizamını ve beşer hayatını yönettiğine ve kontrol ettiğine inanılan insan üstü kuvvetlerin bir yakıştırma ve uzlaştırmasını anlarım. ”


F.H. Bradley:

“Din daha çok, varlığımızın her yönüyle iyiliğin tam gerçeğini anlatmak çabasıdır. ”


Bu tarifler Wüliam P. Alston’un “ The Enclopedia of Philosophy adlı eserin VII. cildine yazdığı makaleden alınmıştır.


Bu tanımları çoğaltmamız mümkün. Bunları yine çeşitli yönlerden tahlil etmemiz de mümkündür. Bu tanımların bir dini tarihe yeterli olup olmayacağını da tahlil edebiliriz.


Acaba neye din diyeceğiz? Din’de belirli şartların olması gerekmekte midir? Putperestliğe yani totemizme, ya da tanrısız dinler diye adlandırılan sistemlere din diyecek miyiz? Dinleri neye göre nasıl tasnif edeceğiz?

Batılı bir kafayla düşündüğümüzde örneğin Martineau’nun tarifi çok tanrıılı dinlere uymaz. Budizm’de ise tanrı bile yoktur. Bradley gibi düşünürler “dini “ahlak' ile aynı görür. Dini, sadece ahlakî kurallarla ne derece açıklayabiliriz?


Yapılan tariflerden birçoğu dinin bir yönüne ağırlık vererek, onu tarife yönelmektedir. Bu hata genellikle bu düşünürlerin çalıştıkları alan üzerindeki tek taraflılıklarından vücuda gelmektedir.


Bunu önlemek için Dinin tarifinde yer alacak elemanları belirleyip sonra bir tarif çıkarmak usulü, daha emin bir yol olarak benimsenmektedir.


Dinde bulunması gereken sıfatlar olarak örneğin, doğa üstü varlıklara inanç, kutsal- kutsal olmayan ayırımı, kutsal şeylere saygı ve dinsel merasim, ahlakî olarak nitelenen sistem ve davranışlar, buna bağlı olarak çeşitli “tapınma, günah, korku vb. "duygular, dua şekilleri, bir doğa görüşü, hayatın bütün olarak dini organizasyonu ve nihayet "sosyal hayatla ilgili kurallar...”  Bütün bunlar hepsinde olmasa bile, genellikle dinde bulunması gerekli unsurlar olarak ele alınır.


Bu unsurları aldığımızda bu defa da karşımıza yeni sualler çıkacaktır. Acaba unsurların büyük bir bölümünün girmediği ilkel inançlara da din diyecek miyiz? Bu hususta elimizde ölçüt ne olacaktır? Veya inanılan ve kurallarını uyulan sistemler olarak nitelendirilebilecek olan ve insan, hayat ve kainat üzerinde görüşler getirmiş olan ideolojileri örneğin Sosyalizm’i din olarak niteleyebilecek miyiz? Bütün Bunları aydınlığa kavuşturmada henüz bir birlik sağlanmış değildir ve düşünürler kendi konumlarına veya diğer etkenlere göre bütünsel olmaktan uzak tanımlar yapmaktadırlar.


Görülüyor ki "din ' kavramı herkesin zihninde aynı anlamı ifade etmemektedir. Bir Hıristiyan, bir Müslüman, bir Brahman, bir Buddist veya bir Totemist" din" denilince ayrı ayrı şeyler düşünmektedirler.


İslâmî Manâda Din


Dil Yönünden Bir Tahlil


Din kelimesi "d.y.n ." kökünden bir kelime olmakta bir nev’i tezellül ve boyun eğme manasında gelir. Bu bakımdan din Arapça’da çeşitli manâlarda kullanılır.


Üstün gelmek, zorla istediğini yaptırmak, hüküm emir, itaate zorlamak, kendinden üstün bir kuvvetin otoriteyi kullanması, onu köle ve itaatkâr kılması.


İtaat, kulluk, birinin emri altına girmek, birinin işini müşavere etmek, kendinden üstün bir kuvvetin otoriteyi kullanması, onu köle ve itaatkâr kılması


Şeriat, kanun, yol, mezhep, millet, adet, taklit.


Ceza, mükafat, muhakeme, hesap


İslâm Ansiklopedisinde "Din" maddesini yazan Mcdonald’ın yazmadığı ve idrak etmediği bir anlam, işte bu dördüncü anlamdır.


İşte din kelimesinin Arap lügatinde bu dört anlamda ifade ettiği manâlar bunlardır.


Kur’an-ı Kerimde din, bu manalara paralel olarak kullanılmıştır. Bunlardan 

Birincisi, yüksek otorite sahibinden gelen üstünlük ve galibiyet;

İkincisi, otorite sahibine gösterilen tapınma ve itaat;

Üçüncüsü, uyulan adet, kanun ve yollar; 

Dördüncüsü de muhasebe, yargılama, cezalandırma veya mükâfatlandırmalarıdır. 

Kelime Araplarca muğlak olarak çeşitli anlamlarda kullanılıyordu. Kur’an ise bu kelimeyi almış, terminolojisine katarak sistemleştirmiştir.


Kur'an Terminolojisinde Din


Buraya kadar “din” kelimesini Arapların kullandığı manalarda kullandığını işaret etmiştik. Fakat Kur’anın bu kelimeyi onların kullandığından daha kapsamlı bir manâda kullandığını belirtmiştik.


Din kavramıyla Kur’an, kişinin yüksek bir otoriteye boyun eğdiği, itaatini ve uyulmasını kabul ettiği, hayatında kanun, kaide ve sınırları ile bağlı bulunduğu, kendisine itaat etmede büyüklük, mükafat ve derecelerde ilerleme umduğu, isyan halinde de zillet, aşağılık ve kötü sonuçtan korktuğu bir hayat nizâmı kastetmiştir. Bu mefhumu ifade edebilecek bir terim belki dünya dillerinin hiç birinde mevcut değildir.


Tevbe Sûresi: 29. Ayetinde bu terimin kapsadığı manaları görebiliriz. Ayetten din kelimesinden maksadın Allah ’a ve ahiret gününe inanmak ile Allah'ın haram ettiği şeyleri haram, helal ettiği şeyleri de helal tanımak ve Hak Din olarak kabul etmek demek olduğunu görürüz.


Görülüyor ki din lafzı sadece inanılacak şeyleri kapsamıyor. Bu kelime aynı zamanda devlet ve medeniyet nizamını da kapsıyor. Örneğin, Firavun kıssasında, Hz. Musa’nın davet ettiği dinden Firavunun neden kaçtığını, korktuğunu böylelikle daha iyi anlıyoruz. Çünkü Firavun, hak dini kabul ettiği takdirde mevcut sistemini, yürürlükte olan kanunlarını terkedecek ve Allah’ın nizamına boyun eğecektir.



DİNLERİN KÖKENİ (DİNLER TARİHİNE GİRİŞ)

Dr. Faruk YILMAZ

 


Müslümanların Bizans İle Dini İçerikli Diyalogları-2

 Ömer b. Abdilaziz ile III. Leon Arasındaki Mektuplaşma



Emevi halifelerinden Ömer b. Abdilaziz (99-101/717-720) ile Bizans imparatoru III. Leon (717-7 41) arasında gerçekleştiği kaydedilen dini muhtevalı bir mektuplaşma, hilafet ve imparatorluk merkezlerinin konuya ilgisini göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Bu mektuplaşma ile ilgili detaylı bilgiler Ermeni tarihçisi Ghevond (Levond/Leontius) tarafından kaydedilmiştir. Diğer Ermeni tarihçileri Thomas Ardzruni, Kirakos (ö. 1272) ve Vardan (ö. 1272) da Ghevond'a dayanarak eserlerinde bu mektuplaşmaya kısmen yer vermişlerdir.


Mektuplaşma ile ilgili olarak yukarıda zikredilen Ermeni kaynakları daha geniş bilgiler vermekle birlikte, diğer kaynaklarda da rivayeti destekleyen nakiller bulunmaktadır. Theophanes, hiçbir detay vermeden Ömer b. Abdilaziz'in, III. Leon'u lslam'a davet amacıyla dini içerikli bir mektup gönderdiğini belirtir. Agapios el-Menbici, bu bilgiye ek olarak halifenin mektupta bazı dini hususlarda imparatorla tartıştığını ifade eder. Ayrıca imparatorun da halifeye cevap mektubu yazarak onun iddialarını kesin delillerle çürüttüğünü, akli delillerle birlikte Kitab-ı Mukaddes ve Kuran'dan yaptığı alıntılarla "Hıristiyanlık nurunu beyan ettiğini" kaydeder. İslam kaynakları içerisinde Müberred, Ebu'l-Ferec lbnü'l­ Cevzi ve lbn Kesir, Ömer b. Abdilaziz'in, imparatoru İslam'a davet amacıyla elçiler gönderdiğini naklederler. Müberred ayrıca, elçilerle imparator arasında Hz. lsa'nın şahsiyeti gibi bazı temel dini konular etrafında geçtiği anlaşılan tartışmaya değinir ve imparatorun, halifenin mektubuna cevap verdiğini belirtir.

Ömer b. Abdilaziz'in dindarlığı, lslam'ı tebliğ amaçlı gayretleri ile III. Leon'un Hıristiyanlığı yayma yolundaki faaliyetleri dikkate alındığında, her iki devlet başkanının kendi dinlerini savunma ve karşı tarafa tebliğ etme amacıyla böyle bir mektuplaşmayı gerçekleştirdiklerini kabul etmek mümkün gözükmektedir. Jeffery ve Gero da mektupların asılları kaybolmuş olmakla birlikte halife ile imparator arasında böyle bir mektuplaşmanın gerçekleştiğini kabul etmektedirler.



Besmeleden sonra "Müslümanların halifesi ömer'den Bizans imparatoru Leon'a" şeklinde başlayan mektupta halife, Hıristiyanlığın temel öğretileri ve inançları ile ilgili öteden beri bilgi sahibi olmak istediği halde, o güne kadar bu niyetini gerçekleştirmeye fırsat bulamadığını belirterek giriş yapmaktadır. Bundan sonra imparatora dua etmekte ve merak ettiği soruları peşpeşe sıralamaktadır. Halifenin imparatordan cevaplamasını istediği belirtilen sorulardan bazıları şunlardır:


"Hz. Isa ve Havarileri bu dünyaya niçin çıplak (aç-açık) olarak geldiler ve yine aynı şekilde çıplak olarak göçtüler? Niçin Hz. lsa'nın beşer olduğuna dair kendi ifadesini kabul etmek istemiyorsunuz da, peygamberlerin kitap ve mezmurlarından Hz. lsa'nın enkarnasyonunu gösteren deliller aramayı tercih ediyorsunuz? Bu durum sizin şüpheler içinde olduğunuzu ve Hz. lsa'nın, beşer olduğuna dair kendi beyanını yeterli bulmadığınızı gösterir. Madem peygamberlerin sözlerine itimad ediyorsunuz -ki söyledikleri doğrudur- bizzat Hz. lsa'nın kendisi itimad edilmeye daha layık değil midir? Hakikaten siz bu Kutsal Kitapları kendiniz nasıl değerlendirmeye tabi tutabiliyor ve arzularınıza göre onlara uyuyorsunuz? Siz Eski Ahid'in İsrailoğulları tarafından okunup anlaşıldığını ve birden fazla kişi tarafından yazıldığını, ancak daha sonra uzun yıllar kaybolduğunu, insanların elinde ondan hiçbir parçanın kalmadığını, fakat çok sonraları bazı insanların onu hafızalarından yazıya geçirdiklerini ifade ediyorsunuz. Yine siz onun unutkanlıkla malul, hata edebilen ve belki de Şeytanın etkisiyle düşmanca tavırlar takınabilen beden sahibi Ademoğulları tarafından nesilden nesile, dilden dile aktarılmış olduğunu kabul ediyorsunuz. Ahd-i Atik'te niçin Cennet, Cehennem, yeniden dirilme ve hesap konularıyla ilgili açık bir ifadeye rastlanmamaktadır? Bu hususlardan İncil yazarları Matta, Markos, Luka ve Yuhanna, kendi vehbi kabiliyetleri doğrultusunda bahsetmişlerdir. Hz. lsa'nın İncil'de Hz. Muhammed'i kastederek bir peygamber (Paraclete) geleceğini haber verdiği doğru değil midir? Hz. İsa'nın Havarileri öldükten sonra niçin hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldı? Onlar niçin İsa'yı Kadir-i Mutlak olan Allah'la beraber, O'na denk ve bir tuttular? Onlar niçin üç ilahtan bahsediyorlar ve niçin bütün kanunları/kuralları kendi heva ve heveslerine göre değiştirdiler; mesela sünnet yerine vaftizi, kurban yerine ekmek ve şarap ayinini ve Cumartesi yerine Pazar'ı koydular? Tanrı'nın ete-kemiğe bürünmesi ve temiz olmayan ana rahminde bulunması düşünülebilir mi? Niçin peygamberlerin ve Havarilerin kemiklerini ve resimlerini taparcasına seviyorsunuz ve niçin bir zamanlar işkence aleti olarak kullanılmış olan haçı kutsuyorsunuz? Peygamber İşaya kendisine eşek ve deve üzerinde seyahat eden iki kişinin Tanrı tarafından haber verildiğinden bahsederken, bizim de inandığımız gibi İsa'ya denk ve onun benzeri olduğunu göstermiş olmaktadır. Buna niçin inanmıyorsunuz? Bütün bu hususlarla ilgili açıklamalarınızı bana gönderirsen, dini inanç ve düşüncelerinizi bilmiş olurum."



İmparator III. Leon tarafından, Ömer b. Abdilaziz'e gönderildiği söylenen cevabi mektup oldukça uzundur. Bu mektuplaşma Müslümanlarla Bizanslılar veya daha genel olarak hıristiyanlar arasında daha sonra da devam edecek olan dini tartışmaların hangi noktalarda yoğunlaştığını göstermesi ve bir çerçeve çizmiş olması açısından önemlidir. Bu sebeple sorulmuş olan sorulara cevap teşkil eden bazı temel noktaların nisbeten geniş olarak sunulması tercih edilmektedir. "lsa'nın Hizmetçisi ve Onu Tanıyanların Efendisi İmparator Leon'dan Müslümanların Emiri Ömer'e" şeklindeki hitap cümlesiyle başlayan mektup, imparatorun kendi inançlarına oldukça bağlı ve muhatabına karşı müstağni bir tavır içerisinde olduğunu gösteren giriş cümleleriyle devam etmektedir. Yine mektubun giriş kısmından, imparatorla halifenin daha önce de birkaç defa mektuplaştıkları ve dini bazı meseleleri tartıştıkları anlaşılmaktadır.


Halifeyi, daha önce de yazışmak suretiyle tartışmış olmalarına rağmen, Hıristiyanlıkla ilgili bilgilerini doğru bir şekilde geliştirememiş olmakla itham eden imparator, kendi takındığı tavrı şu prensiple izah etmektedir: ''Aslında hiç bir şey bizi inanç ve ibadet esaslarımızı sizinle tartışmaya ikna edemez. Çünkü, bizim Rabbimiz ve Efendimiz, alaya alınır endişesiyle, biricik ilahı doktrinimizi heretiklere ve kendilerine peygamberlerin haberleri ile Havarilerin şehadetleri herhangi bir şekilde garip gelebilecek insanlara açıklamaktan kaçınmamızı emretmektedir. Bizim dışımızdakilere karşı tutumumuz bu şekildedir. ( ...) Ancak Kutsal Kitap bize soru soranlara cevap vermemizi, sormayanların yanında ise sessiz kalmamızı istemektedir."



Müslümanların inançları hakkında önceden bilgi sahibi olduklarını belirten imparator, Hz. Muhammed'in çağdaşı hıristiyan din adamları tarafından yazılmış eserlerin ellerinde bulunduğunu, dolayısıyla lslam dini hakkında bilgi almak için bunların yeterli olduğunu ifade etmektedir.


Hz. lsa'nın ölüme hazırlıklı olmayı sürekli telkin etmiş olduğu halde, onun aç-açık olarak dünyaya geldiğine ve aynı şekilde burdan göçedeceğine dair bir ifadesine lncil'de rastlanmadığını belirten imparator, böyle bir sözün Şeytanın iğvası sonucu Eyüp peygamber tarafından söylenmiş olduğunu hatırlatarak halifeyi, Kutsal Kitab'ı okumadığı gibi okumayacak olmakla, ayrıca ondan sadece kendi görüşlerini destekler mahiyette gözükenleri seçmekle tenkid etmektedir.


İmparator, Hz. lsa'nın şahsiyeti ve bu arada renkarnasyonu ile ilgili bilgilerin Kitab-ı Mukaddes'te, hıristiyanların inandıkları doğrultuda olduğunu, bu hususta Eski ve Yeni Ahit arasında herhangi bir ihtilaf bulunmadığını ifade etmekte ve müslümanların arzusu hilafına, onların görüşlerini destekleyecek bir malumata rastlanmadığını yazmaktadır.

Doğru sözlü insanın, bir şeyin ne olduğunu kabul ettiği gibi ne olmadığını da bildiğini, buna karşılık yalancıların sadece görünen eşyayı değil, Yaratıcı'yı da inkar edebileceklerini, dolayısıyla yalancı birinin Kitab-ı Mukaddes'in varlığını inkar etmiş olmasını veya tahrif edildiğini söylemesini yadırgamadığını kaydeden imparator, bu şekilde halifeyi yalancılıkla itham etmektedir.


Mektupta Hz. İsa tam bir beşer ve tam bir tanrı olduğu gibi, Allah kelamı olmaları dolayısıyla Eski ve Yeni Ahit arasında herhangi bir çelişki bulunmadığı belirtilmektedir. Kuran-ı Kerim'de bu kitaplara yapılmış olan müsbet atıflar hatırlatılarak, böyle bir vakıa karşısında Müslümanların Kitab-ı Mukaddes'e yönelik tahrif iddialarının bir çelişki olduğu vurgulanmaktadır.



İmparator, Eski Ahid'den Hz. İsa'nın misyonuyla ilgili nakiller yaptıktan sonra, Hz. Muhammed'in de kendilerini ''Allah'ın salih kulları" olarak vasıflandırdığı birçok peygamber ile Havariler aracılığıyla Tanrı'nın Hz. İsa hakkında verdikleri bilgileri kabul etmemenin bir çelişki olacağını söylemektedir. Bu arada Hz. Muhammed'in ve Müslümanların ayrılıkçı, heteredoks ve yalancı olduklarını ayrıca çifte standartlı davrandıklarını ima eden ifadeler kullanmaktadır.


Eski Ahid'in başlangıçta İsrailoğullarından birçok kişi tarafından yazılmış olduğu halde sonra kaybolup insanların elinde yazılı metin kalmadığı, daha sonra hafızalardan yazıya geçirildiği, dolayısıyla bu kitaba güvenilemeyeceği şeklindeki görüşün asla kabul edilemeyeceğini belirten imparator, bunun Müslümanların bir iddiası olduğunu ifade etmektedir. Hz. Muhammed'in Müslümanların da kabul ettikleri gibi bir beşer olduğunu hatırlatan imparator, onun bir beyanına dayanmak suretiyle bunca salih kulların verdiği bilgi ve haberlerin dikkate alınmamasını yadırgamaktadır.


İmparatorun halifeyi tenkid ettiği hususlardan biri, Kitab-ı Mukaddes'ten veya hıristiyan düşüncelerinden özellikle kendi kanaatlerini destekleyici mahiyette olanları kabul edip diğerlerini inkar etmektir. "Eğer bizim düşüncelerimize inanıyorsanız hepsine tamamen inanmalısınız" demekte ve aksi bir davranışın dürüst olmayacağını belirtmektedir.


Eski Ahid'de cennet, cehennem, yeniden diriliş ve hesaptan bahsedilmemesinin insanlığın tekamülüne göre Tanrı'nın uyguladığı tedricilik prensibiyle ilgili olduğunu, nitekim bazı peygamberlere bildirilen şeriatın, başka peygamperlere bildirilmediğini örneklerle açıklayan imparator, bununla birlikte Eski Ahid'de mezkur konularla ilgili bazı işaretlerin varlığına dikkat çekerek bir kısmını sıralamaktadır.


Müslümanları kendi "yalanlarını" destekleyici deliller aramakla itham eden III. Leon, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın İncil'i yazmış olmalarının onun ilahi kaynaklı olmasını engellemediğini belirtmekte ve durumu Kuran'la (Furkan) kıyas etmektedir: imparatora göre "Kuran da Ömer, Ebu Turab (Hz. Ali) ve Selman-ı Farisi tarafından yazıldığı halde Allah tarafından indirildiği kabul edilmektedir."



Yeni Ahid'de geleceği müjdelenen Paraclete'in, Ahmed/Muhammed isimleriyle aynı anlama gelmediğini, Müslümanların Paraclete'le ilgili açıklamalarının bir hakaret ve iftira olduğunu, "Kutsal Ruh'a hakaretin ise hiçbir zaman bağışlanamayacağını" belirten imparator, geleceği müjdelenen Paraclete'in Hz. İsa ile aynı ismi taşıyacağının belirtildiğini hatırlatmaktadır. İmparator ayrıca, Havarilerinin ölümünden sonra ortaya çıkacak herhangi bir peygamber veya elçinin yolundan gitmemeleri hususunda Hz. Isa tarafından sık sık uyarıldıklarını da eklemektedir. İmparator, Hz. Musa'dan sonra lsrailoğullarının arasından gönderileceği müjdelenen peygamberin de Hz. Isa olduğunu belirtmekte ve Ahd-i Atik'ten birçok örnek sıralamaktadır. 

 


Havarilerin ölümünden sonra Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldıkları iddiasının yalandan ibaret olduğunu belirten imparator, İslam'ın doğuşundan itibaren henüz yüz yıl geçmiş olduğu halde aynı ırka mensup aynı dili konuşan Müslümanların da fırkalara ayrıldıklarını hatırlatmakta ve Hz. İsa'dan itibaren sekiz asırlık süre içerisinde farklı etnik kökene mensup, farklı dilleri konuşan geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Hıristiyanlıkta da birçok mezhebin çıkmış olmasının yadırganmaması gerektiğini belirtmektedir. 



"Müslümanların ellerine düşenler" dahil Hıristiyanların, Bizans toprakları dahilinde ve haricinde çok farklı coğrafyalara dağılmış olduklarını, müntesiplerinin birçok dili konuştuklarını, ancak ellerindeki İncil'in aynı olduğunu, binaenaleyh Müslümanların iddia ettikleri gibi bunlardan birkaç kişinin kitaplarda değişiklikler yapması farzedilse bile, bunun diğer bölgelerdekiler ile karşılaştırılarak kolaylıkla farkedilebileceğini belirten imparator, Kuran'la ilgili şu örneği vermektedir: "Çevresinde eski kitaplara sahip insanlar bulunan İran valisi Haccac, Kitab'ı kendi arzusuna göre derlemiş ve ülkenizin her tarafında diğerlerinin yerine bunu yerleştirmiştir. Çünkü aynı dili konuşan insanlar arasında bu tür faaliyetler daha kolay olmaktadır. Bununla beraber bu tahribattan Ebu Turab'ın birkaç eseri kurtulmuş ve Haccac onları ortadan kaldırmayı başaramamıştır." İmparator Kuranla ilgili böyle bir durumun kendi kitapları için hayal edilmesinin dahi mümkün olmadığını ifade etmektedir.



Hıristiyanların üç ilaha inandıklarının Müslümanlar tarafından yöneltilen bir itham olduğunu belirten İmparator, Hz. İsa ile Kutsal Ruh'un Tanrı ile ilişkisinin, Güneş ışınlarının Güneş'le ilişkisine benzediğini, dolayısıyla kimsenin Güneş ışınlarını Güneş'ten tamamen bağımsız düşünerek iki güneş var diyemeyeceğini ifade etmektedir. III. Leon Allah'ın birliğiyle ilgili inançlarını şu cümleyle özetlemektedir: "Biz sadece Tek Tanrı'ya inanırız. O yerin ve göğün yaratıcısıdır. 'Kelimesi' kutsal ve mantık dolu olup hikmet sahibidir. Herşeyi yaratan ve yöneten O'dur."


Müslümanların, meleklerin Hz. Adem'e secde etmekle emrolunduklarına dair inançlarına da atıfta bulunarak, Allah katında en değerli varlığın insan olduğunu belirten III. Leon, insanın bedeniyle değil, ruh, akıl ve söz sahibi olmakla Allah'ın "suretinde" olup bu şerefi kazandığını, ancak daha sonra Şeytan'ın isteklerine uyarak dile gelmez kötülükler işlemek suretiyle değerini kaybetmiş olduğunu, binaenaleyh tek kurtuluş yolunun Şeytanı bırakıp Yaratıcı'yı tanımaktan geçtiğini ifade etmektedir.


Hz. Muhammed'in "hakaret" niteliğindeki kifayetsiz açıklamalarına dayanarak peygamberlerin Kutsal Ruh'la ilgili sözlerinden oluşan birçok delili bir tarafa bırakmaya kalkışmanın utanç verici olduğunu tekrarlayan III. Leon, Hz. Muhammed'e göre Hz. Meryem' in İmran'ın kızı ve Harun'un da kızkardeşi olduğunu, halbuki Hz. Meryem'le adı geçenler arasında 1.370 yıl ve 32 kuşaklık bir zaman farkı bulunduğunu belirterek "bu temelsiz yanıltıcı bilgi karşısında eğer taş değil de hisli bir yüz taşımış olsaydınız yüzünüzün kızarması gerekirdi" demektedir.


İmparatora göre, ibadetleri esnasında Tevrat'ta belirtilen bölgeye doğru dönmediklerine dair Müslümanların hıristiyanlara yönelttiği suçlama temelsizdir. Bir kere peygamberlerin ibadet sırasında hangi tarafa döndükleri bilinmemektedir. Hz. İbrahim'in makamı (Kabe/Makam-ı İbrahim) dedikleri yerde, putperestlerin, önünde kurban kestikleri putu kaldıran Müslümanlardan başkası değildi. Hz. İbrahim'in, daha sonra Hz. Muhammed tarafından dinin merkezi haline getirilen bu yere gitmiş olduğuna dair Kutsal Kitap'ta hiçbir ifade bulunmamaktadır.


Hz. İsa'nın şahsiyeti ve Tanrı ile ilişkisi hususlarında Kitab-ı Mukaddes'ten nakiller yapan İmparator, Hz. İsa'nın hem ilahi hem de beşeri yönünün bulunduğunu, birçok sözleriyle Tanrı'ya olan ihtiyacını dile getirdiğini, Baba'nın katından dünyaya gelmiş olup dünyadan ayrıldıktan sonra tekrar Baba'nın yanına varacağını bildirdiğini belirterek Müslümanların düşüncelerini tenkid etmektedir.


Hıristiyanlar tarafından sünnet yerine vaftizin, kurban yerine de ekmek ve şarap ayinlerinin konulduğu iddiasını da reddeden imparator, bu değişikliklerin Eski Ahid'de de belirtildiği gibi bizzat Rab tarafından yapıldığını ve böylece doğru şeriatın yerleştirildiğini ifade ederek ilgili cümleleri alıntılamaktadır. Hz. İbrahim'in kendisini Tanrı'ya yakınlaştırmak için sünnet olduğunu, kendilerinin sünnetle ilgili herhangi bir emir almadıklarını ifade eden imparator Müslümanları, herhangi bir yaş sınırı tanımadan sadece erkekleri değil, kadınları da sünnet etmek suretiyle, bu "utanç verici" uygulamayı yaygınlaştırmış olmakla tenkid etmektedir. İmparator ayrıca, tercih edilmeyi gerektirecek makul bir sebep bulunmaksızın Müslümanların Cuma gününü bayram kabul ettiklerini görmezlikten gelen halifenin, Cumartesi yerine Pazarın kutsal sayılmasını tenkidini anlayamadığını da belirtmekte ve Pazar gününün önemini açıklamaktadır.



Peygamberler ve Hz. Isa hakkında o derece şüpheler içerisinde olan Müslümanların, hıristiyanların köklü gelenekleri üzerinde bu kadar durmalarına bir anlam veremeyen III. Leon, Eski Ahid'de geçen bir ifadeye atıfta bulunarak burada belirtilen "başlarına inanılmaz olaylar gelecek olan saldırgan kavmin" Müslümanlar veya onların benzerleri olacağını söylemektedir.


Tanrının kan ve etten müteşekkil, temiz olmayan ana karnında nasıl durduğu sorusunu cevaplarken imparator, bu ifadeyi küçültücü bulduğunu, çünkü Yaratıcı'nın kutsal eliyle yaratılan insanın onun temsilcisi olması dolayısıyla mahlukatın en şereflisi olduğunu, Tanrı tarafından yaratılan hiçbir şeyin onun gözünde kirli olamayacağını, insanda kirli olan şeyin sadece günah olduğunu, ancak onun da Tanrı tarafından yaratılmadığı gibi, aynı zamanda yasaklandığını ifade etmekte ve Tanrının insanda yerleşeceğini göstermek üzere Kitab-ı Mukaddes'ten deliller zikretmektedir.


Halifeyi, azizlerin ve Tanrının içerisine yerleştiğini bildirdiği kemiklerinin karşısında olmakla tenkit eden imparator umumi diriliş için bütün insan cinsinin kemiklerini koruyan Tanrının, haklarında oldukça güzel sözler söylediği ve üstelik onun yolunda canlarını vermekten çekinmeyen azizlerin kemiklerine ayrı bir önem verdiğini, ancak halifenin bunu anlayabilecek durumda olmadığını belirtmektedir. Halifeyi ancak bir putperestten beklenebilecek şekilde fanatizm içinde Tanrı'nın imanlı kullarını din değiştirmeye zorlamak ve karşı çıkanları öldürmek suretiyle zulüm yapmakla itham eden III. Leon, böyle bir insandan azizlere saygı beklemenin zaten anlamsız olacağını belirterek, Hz. lsa'nın "Öyle bir zaman gelecek ki, sizi ölüme mahkum eden herkes, bunu Allah rızası için yaptığını sanacaktır" sözünün tecelli ettiğini ifade etmektedir. İmparator bundan sonra Allah'ın kelimesi olan Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesini hatırlatarak hıristiyanların haçı niçin kutsal saydıkları sorusunu cevaplamakta ve haçın onun beşeri tabiatı gereği çektiği acıların bir anısı olduğuna işaret etmektedir."


Halifenin iddia ettiği gibi resimlere tapmalarının sözkonusu olmadığını ve zaten Kitab-ı Mukaddes'te de bu konuda hiçbir emir bulunmadığını belirten imparator, geçmişten intikal eden bu resimleri kendilerini büyüleyen bir hatıra mahiyetinde muhafaza edip tazim gösterdiklerini açıkladıktan sonra Müslümanların da İbrahim'e ait olduğu söylenen, gerçekte ise onun asla görmediği, hatta hayal bile etmediği Kabe'ye taptıklarını belirtmekte ve tenkit etmektedir. İmparatora göre Haceru'l-Esved'i selamlayıp öpmekle Müslümanlar şeytan tarafından aldatılmakta, şeytan taşlama, sa'y yapma, saçları traş etme ve benzeri "gülünç" şeyleri yapmakla da yine aynı tuzağa düşmektedirler.


Kadınların ekin tarlasına benzetilmesini, aynı şekilde Hz. Muhammed'in Zeynep binti Cahş'la evlenmesini ağır bir dille tenkid eden III. Leon, bütün bunların Tanrı kaynaklı olduğunu söylemenin iftira olduğunu söylemektedir. Müslümanların kadınlara karşı bazı tavırlarını tenkid etmeye devam eden imparator, cariye uygulamasına da değinerek bunun ayrı bir "fısk" olduğunu, erkeklerin arzularını karşıladıktan sonra cariyelerin satıldıklarını ifade etmektedir.


İmparator III. Leon'a göre Müslümanların gelecekle ilgili ve cehennem azabına götüren Şeytan hakkındaki bilgi ve haberleri putperestlerinki ile aynıdır. Müslümanların "Allah yolunda" yaptıklarını söyledikleri amansız akınlar, bütün insanlığa ölüm ve esaret getirmektedir. İşte "İslam dini ve onun mükafatı budur. Melekler gibi yaşamaya özenen Müslümanların şan ve şerefi bu kadardır". Günahlardan uzak durmaları emredilen ve öyle bir hayat yaşamaya çalışan hıristiyanlar ise İncil'in yolunu takip ettikleri için, öldükten sonra yeniden diriltildiklerinde semavi krallıkta yaşamanın tadını çıkarmak ve "hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, Allah'ın sadece kendisini sevenlere hazırladığı" mutluluğu tatmak için beklemektedirler.


İmparatora göre hıristiyanlar Müslümanlar gibi öldükten sonraki hayatlarında şaraptan, baldan veya sütten nehirler görme hayalinde değildirler. Yine şehevi duygularını kontrol edemeyen Müslümanlar gibi hurilerle birlikte olmaya yönelik cehalet ve putperestlik eseri düşler de kurmamaktadırlar.



Kendi sarsılmaz ve bozulmaz imanları uğruna Müslümanların elinden çok acılar çektiklerini ve halen de çekmekte olduklarını belirten imparator, bu uğurda gerekirse canlarını dahi vermekten çekinmeyeceklerini, çünkü böylece o eşsiz ve müstesna "aziz"lik şerefine ulaşacaklarını ifade etmekte ve Kitab-ı Mukaddes'ten konuyla ilgili nakiller yapmaktadır. İmparatora göre bu amaçtan dolayıdır ki, Müslümanların sürekli tehditlerine ve ölümcül saldırılarına hıristiyanlar sabırla karşılık vermekte, kendilerini korumak için bilek ve kılıç gücüne başvurmaksızın Tanrı'ya sığınmaktadırlar. öteki dünyada mükafatlarını almak için bu dünyada daha çok acı çekmeye de hazırdırlar.


Müslümanların zulüm ve haksızlıkları sürdürürken, bir taraftan da dinlerine ve kendilerine semavi destek geldiğini iddia ettiklerini belirten III. Leon, Sasanilerin de zulümle dörtyüz yıl hükmetmiş olduklarını hatırlatarak bu kadar uzun süre hakimiyeti elinde bulundurmanın onların dininin doğruluğunu göstermediğine işaret etmektedir.

İmparatorun mektubunu nakleden Ghevond: mektubun halife üzerindeki etkisi hakkında birkaç cümle yazmayı da ihmal etmemiştir. Kaynağa göre imparatorun yakın bir danışmanı tarafından getirilen bu cevap mektubunu okuyan Ömer b. Abdilaziz'in kafası oldukça karıştı. Mektubun halife üzerinde "çok sevindirici" sonuçları oldu. O andan itibaren hıristiyanlara daha iyi ve nazik muamele yapılmasını emretti. Onların konumlarını iyileştirdi, onlara daha çok ilgi göstermeye başladı. Hiçbir fidye ve karşılık beklemeden esirleri serbest bıraktı. Kendi vatandaşlarına da daha öncekilerin yapmadığı şekilde iyi muamele etti, cömert davrandı ve hazineden askerlere daha fazla para dağıttı. Bütün bu hayırlı faaliyetlerden sonra da vefat etti.


Diğer Ermeni tarihçisi Thomas ise mektubun halife üzerindeki etkisini şu mübalağalı uslupla anlatır: "imparatorun cevabi mektubu karşısında Halife, Kuran'dan birçok şeyi açık bir şekilde inkar etti. Çünkü İmparatorun argümanlarının daha güçlü olduğunu görmüştü."

Genel olarak Müslümanlarla hıristiyanlar ve bu arada Bizanslılar arasındaki dini içerikli tartışmaların, karşılıklı eleştirilerin ve merakların hangi noktalarda yoğunlaştığını göstermesi bakımından, nisbeten detaylı sunulan bu mektupların orijinal olmadığı tekrar belirtilmelidir. Dolayısıyla mektuba eserinde yer vermiş olan tarih yazarının ve daha sonra onun nakillerinin gerek bilgi, gerekse usluba müdahele edip bazı eklemeler yapmış olmaları ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekmektedir.


Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

1700 – 1900 AVRUPA'da Ulus Devletin Yükselişi

 


Irk, dil veya tarih birliği olan insanların kendi kendilerini yönetmeleri gerektiğine dönük milliyetçilik düşüncesi Avrupa'da 19. yüzyılda güçlü bir politik akım haline geldi. Avrupa'da bir denge kurmaya odaklanan Viyana Kongresi milliyetçi eğilimleri göz önünde bulundurmamıştı.

Milliyetçilik Avrupa'da genellikle büyük bir güç tarafından desteklendiğinde zafer kazanabiliyordu. Belçika 1830   yılında ingiltere ve Fransa sayesinde Hollanda'dan bağımsızlığını kazanabilmişti. Yunanlılar 1832 yılında Osmanlılardan bağımsızlıklarını kazanabilmişlerdi çünkü Avrupa'nın büyük güçleri tarafından destekleniyorlardı. Nihayet yüzyılın sonlarına doğru Sırplar, Bulgarlar, Romenler ve Ermeniler kendi ulus devletlerini kurdular.

Benzer bir biçimde, italya'da devlet adamı Kont Cavour, III. Napolyon'un yardımıyla Avusturyalıları italya'dan sürmeyi başardı.  1870 yılında Giuseppe Garibaldi'nin Sicilya ve Güney italya'daki zaferi tüm ülkenin birleştirilmesini mümkün kıldı.

1866 yılındaki Avusturya-Prusya Savaşı, Prusya'nın diğer Alman devletlerine üstün gelmesine olanak verdi. Almanya'nın Avusturya'yı dışlayarak birleşmesi yönünde bir eğilim ortaya çıktı. Yenilgi, isyanların zayıflattığı Avusturya imparatorluğu için çöküş habercisiydi. Eski Avusturya vilayeti olan Venedik Fransa'nın eline geçmişti. Daha sonra da Prusya'nın müttefiki olan italya'nın kontrolüne girdi. 1867 yılında Avusturya-Macaristan Antlaşması her iki ülkeyi de imparatora bağlı bağımsız devletler olarak tanıdı. Bu bölünme kuralı pek çok ulusu etkisi altına aldı; Sırplar, Hırvatlar, çekler gibi. Milliyetçi taleplerin bir çözüme bağlanamaması I. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden biriydi.

Fransa-Prusya Savaşı (1870-1871) Fransa için yenilgiyle sonuçlandı (Alsace Loren bölgesi Almanya'nın eline geçti). Alman milliyetçiliği akımının etkisiyle bir antlaşma çerçevesinde Alman devletleri imparator I. William'a bağlılıklarını belirterek 1871 yılında birleştiler. Devlet adamı Bismarck imparatorun şansölyesiydi. Yeni Alman imparatorluğu hızla Kıta Avrupası'nın hakim bir gücü haline gelecekti.


Alıntıdır. 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak