28 Aralık 2022 Çarşamba

Sovyet Dönemi ve Sonrasında Orta Asya

 


TÜRKİYE VE ORTA ASYA



Orta Asya’nın algılanmasındaki temel sorun, bu konudaki duygusal yaklaşımlardır. 1991 öncesinde Orta Asya’nın Türk insanına kapalı olması sebebiyle bu konudaki bilgilerin çoğu gerçeği yansıtmıyordu. Türk araştırmacıların eski Sovyetler Birliği’nde yazılan eserlere ulaşması imkânsız gibiydi. Herşeyden önce dil engeli vardı; eserlerin çoğu Rusça ve yerel dillerde yazılmışlardı. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkiye’ye gelen iyi yetişmiş Rusyalı Türk aydınlar ve bilim adamları nesli (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan, Akdes Nimet Kurat) bu dünyadan göçtükten sonra Türkistan hakkındaki bilgilerimiz gerilemeye ve giderek bir efsane halini almaya başladı.


Sovyetler dağıldıktan ve Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra onların bağımsızlığını tanıyan ilk devlet Türkiye oldu. Cumhuriyetler bu önemli girişimi unutmadılar. Türkiye’nin bu cesur davranışında uzun yıllardan beri Orta Asya halkına duyulan sevgi ve özlemin rolü büyüktü. Maalesef, daha sonraki girişimlere de bu duygusal yaklaşım damgasını vurdu. Onların kültürel alt yapısını ve mevcut durumunu anlamadan atılan adımlar yüzünden girişimler kalıcı olamamaktadır.


Orta Asya halklarının 75 yıl boyunca güç kullanılarak tâbi tutuldukları asimilasyonu görmezden gelemeyiz; Sovyet döneminin ayrıştırıcı siyaseti onlar üzerinde etkili olmuştur. Sovyetleştirme sırasında Türkiye özellikle olumsuz tanıtılmaktaydı. O günleri yaşayan Özbek, Kazak, Kırgız ve Türkmenler bunun canlı tanıklarıdır. Türkiye’ye karşı en ufak bir ilgi ve sempati bile “Pan-Türkist” damgası yemelerine sebep olabiliyordu.


Şurasını kabul etmek gerekir ki, Çarlık Rusya’sı ve Sovyet dönemlerinde Türkistanlılar Ruslarla bazı ortak alışkanlıklar edindiler; bilim dili olarak Rusçayı tanıdılar ve ilmi eserlerini bu dille yazdılar. Rusların eğlence ve merasimlerini bir dereceye kadar benimsediler; onlarla aralarında belli bir kültür ortaklığı peyda oldu. Sovyetleştirme politikalarının etkisiyle, her bir boy farklı milliyet bilinci ve edebi dil geliştirdi. Özbek, Kazak, Türkmen ve Kırgız adlarını milli kimlik olarak benimsediler. “Türk” kelimesi onlar için Türkiye Türklerini ifade etmektedir. Bununla beraber Türkiye Türkleriyle olan soy akrabalığının da bilincindedirler. Diğer yandan, Türkiye Türkleri de değişti. Avrupa kültürüyle olan yakınlaşma, dil ve kültür alanlarında gerçekleştirilen reformlar sonucunda Türk toplumu XX. yüzyılın başına göre oldukça farklı bir noktadadır.


Bütün bunlar Türkiye ve Orta Asya Türkleri arasında çok eskiye dayanan kültürel ortaklıkların kaybolduğu anlamına gelmez. Bunun en basit kanıtı, Orta Asya’dan Türkiye’ye gelen öğrencilerin kısa bir sürede aksansız bir şekilde Türkçe konuşuyor olmalarıdır; onların çoğunu Türk öğrencilerden ayırt etmek zordur. Türkiye’den Orta Asya’ya giden Türkler de çok kısa denebilecek bir süre içinde yerel dile uyum sağlamaktadırlar. Halbuki o ülkelerde yıllarca yaşamış olan Ruslar ve diğer halklar, yerel dilleri konuşamamaktadırlar.


Türkiye ile Orta Asya Türkleri arasındaki uzaklık derece derecedir. Türk toplulukları içinde dil bakımından bize en yakın olanlar, Oğuz lehçesi ile konuşan Orta Asya Türkmenleridir. Özbek lehçesi ara konumdadır; Türkiye Türkleri onları anlamakta fazla zorlanmazlar. Ancak, Kıpçak lehçesiyle konuşan Kazakları, Kırgızları, Karakalpakları (aynı zamanda Orta Idil sahasında yaşayan Başkurtları ve Kazan Tatarlarını) anlamak için daha fazla çaba sarf etmek gerekir. Orta Asya Türklerinin kültürel alt yapısını anlamak için şimdi de Sovyet döneminde onların kültürlerinin nasıl şekillendiğine bakalım.



BOLŞEVİK YÖNETİMİNİN İLK DÖNEMİ: 1917-1928



Çarlık rejimini tasfiye eden 1917 Şubat Devrimi, umut, hürriyet ve demokrasi arayışları dönemi oldu. Rusya Türkleri bu dönemde önemli kongreler gerçekleştirdiler, geleceğin nasıl şekillendirilmesi gerektiğini tartıştılar, siyasi partiler oluşturdular. Kazan Tatarlarının oluşturduğu İttifak Partisi zaten mevcuttu. Kazaklar Alaş-Orda, Kırım Tatarları Milli Fırka adında partiler kurdular. Azerbaycan Türkleri sosyalist (Himmet) ve Türkçü (Müsavat) eğilimli iki ayrı parti teşkil ettiler. Hive ve Buhara Hanlıklarında örgütlenen “Genç Hiveliler” ve “Genç Buharalılar” gizli faaliyetler yürütüyorlardı. Bütün bu grupların ortak yanı Rusya Müslümanlarının sorunlarına çözüm aramaları ve Türk toplulukları arasında dayanışma taraftarı olmalarıydı.


Sovyetlerin modern uluslar yaratma projesinin ilk uygulaması, İdil-Ural’da oldu. Bu bölgede yaşayan Tatar ve Başkurtlar hayat tarzları farklılık gösterse de, aynı tarihî ve kültürel mirası paylaşıyorlardı. 1918’de Beyaz Rus ordularının baskısı altındayken, Bolşevik liderler bir Tatar-Başkurt Cumhuriyeti oluşturma fikrini kabul etmişlerdi. Ama Beyazları yendikten sonra Sovyet liderleri tavırlarını değiştirip İdil-Ural bölgesinde kurulacak büyük bir devlet yerine, Başkurdistan ve Tataristan şeklinde iki küçük cumhuriyet oluşturarak, Türk toplulukları arasında ilk bölünmeyi gerçekleştirdiler (1919’da Başkurt, 1920’de ise Tatar Özerk Cumhuriyetleri kuruldu). Tatarların önemli bir kısmı Başkurdistan içinde bırakıldı. Rusya’daki Müslüman Türk topluluklarının liderliğini yapmış olan Tatarlar böylece küçük bir topluluk konumuna indirildiler.


Rusya Türkleri arasında ilk bağımsızlık hareketi Azerbaycan’da gerçekleşti. 1918 Mayısında AzerbaycanlIlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bakü şehri Bolşeviklerin ve Ermeni Taşnakçıların denetiminde olduğu için Gence şehri başkent olarak belirlendi. Türkistan’da 1917 sonunda Hokand merkezli özerk bir cumhuriyet ilan edildi. Başkurdistan’da Zeki Velidi önderliğinde bir Başkurt Cumhuriyeti, Kazakistan’da ise Alaş-Orda Hükümeti kuruldu. Bu girişimler bir süre sonra Bolşevik güçleri tarafından dağıtıldılar.


Türkistanlıların gözünde işgalci konuma düşmek istemeyen Lenin, daha yumuşak bir siyaset izlemeye karar verdi. Nisan 1918’de Moskova’nın direktifiyle Türkistan Özerk Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin başkenti Taşkent’ti ve Rusya Federal Sovyet Cumhuriyeti’ne bağlıydı. “Türkistan" adıyla kurulmuş ilk cumhuriyet olan bu ülke 1924 Ekim ayına kadar devam etti. Sovyet rejimi bu tarihten sonra Türkistan fikrini yok etmek için uğraştı.


Buhara ve Hive Hanlıkları Bolşevik Devrimi’nden sonra bir süre varlığını devam ettirdi. Hive Ceditçileri XIX. yüzyılın sonundan beri hanlıkta etkiliydiler. Nispeten ileri görüşlü olan Hive hanları Ceditçilerin faaliyetlerine engel olmadılar. 1919’da Yomut Türkmen kabilesinin reisi Cüneyt Han, Hive hanını tahttan indirerek yerine Abdullah Han’ı geçirdi. Cüneyt Han ile tamamı Özbeklerden oluşan Hiveli Ceditçiler arasında çekişmeler yaşandı.


1920’de Kızıl Ordu birlikleri Hive’yi işgal etti. Hanlık sistemi kaldırılarak yerine Harezm Halk Cumhuriyeti kuruldu. Hükümet üyeleri Genç Hivelilerden (Ceditçilerden) oluşuyordu. Sovyet Rusya, Harezm’in bağımsızlığını tanıdı. Ancak, bir taraftan da buradaki Sovyet temsilciliği vasıtasıyla Komünist bir örgütlenme oluşturmaya çalıştı; bunda da başarılı oldu. 1921’de Komünist grubun yardımıyla devlet başkanı ve diğer Ceditçiler tutuklandı. Böylece Harezm Cumhuriyeti Komünistlerin denetimine geçti. 1924’te ise Sovyet Rusya, Harezm Halk Cumhuriyeti’ne son verdi. Harezm topraklarının büyük bir kısmı Özbekistan’a, geri kalanı Türkmenistan’a bağlandı.


Buhara’nın kaderi de Hive’nin durumuna benzer bir seyir takip etti. 1920 yılı Eylül ayında Kızıl Ordu birlikleri Buhara Hanlığı’nı işgal etti. Emir ülkeyi terk edip Afganistan’a sığındı. Öteden beri Emire karşı mücadele eden Buhara Ceditçileri, bu durumdan yararlanarak Buhara’da milli bir cumhuriyet kurmak için harekete geçtiler. Sovyetlerle işbirliği yaparak Buhara Halk Cumhuriyeti’ni kurdular. 4 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile bir antlaşma yapıldı. Buna göre Sovyetler Buhara’nın yeni statüsünü tanıdı ve bağımsızlığını onayladı; Buhara Cumhuriyeti para basma hakkına sahip olacak, ancak askeri güç Rusların elinde olacaktı. Buhara Cumhuriyeti’nin ilk yaptığı işlerden biri Farsça yerine Özbekçeyi resmi dil olarak kabul etmek oldu. Ülkenin doğu kısmında bulunan Basmacı unsurlar Afganistan’daki Emir Alim Han’ın talimatları doğrultusunda yeni cumhuriyete karşı cephe aldılar. Ceditçiler, kendilerine yakın gördükleri Basmacı liderlerle görüşerek onları milli amaçları konusunda ikna etmeye ve yeni cumhuriyete destek sağlamaya çalıştılar. Bir taraftan da Bolşevik baskısı karşısında belli bir özerkliği korumak için uğraştılar. Ancak, cumhuriyet giderek Rusların denetimine girdi ve 1924 yılında dağıtıldı; Buhara Halk Cumhuriyeti’nin toprakları yeni kurulan Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan cumhuriyetleri arasında paylaştırıldı.


1929 yılına kadar Özbekistan’a bağlı özerk bir cumhuriyet olan Tacikistan, bu tarihte Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti statüsüne yükseltildi. 1936’da cumhuriyetlere son şekli verildi: Karakalpakistan Özbekistan’a bağlandı. Kazakistan ve Kırgızistan “özerk” statüden “cumhuriyet” statüsüne yükseltildi. Bir zaman Kazakistan’a başkentlik de yapmış olan Orenburg, Kazakistan’dan alınarak Rusya Federasyonu’na aktarıldı. Böylece Orta Asya’nın bölümlenmesi Sovyet dönemindeki son halini almış oldu.


Türkmenistan sıklıkla Türkistan'la karıştırılmaktadır. Türkmenistan, Türkistan coğrafyasındaki cumhuriyetlerden biridir. Çok yapılan yanlışlardan biri de Tacikistan'ın Türk cumhuriyetlerinden zannedilmesidir. Tacikler, Türk halklarıyla uzun süre çok yakın kültürü ve tarihi paylaşmış olmakla beraber, İranî bir dil olan Tacikçe konuşmakta ve kendilerini Türk halklarından farklı görmektedirler.


Sovyetlere Karşı Direniş: Basmacılık Hareketi


Türkistan’da Sovyet Kızıl Ordu’sunun saldırıları ve Bolşevikler tarafından dayatılan reformlar “Basmacılık” olarak bilinen bir isyan hareketinin ortaya çıkmasına sebep oldu. “Basmacı” tabiri, baskın yapan, eşkıya anlamında olup Ruslar tarafından olumsuz anlamda kullanılmış, fakat daha sonra yaygınlık kazanarak zamanla harekete sempati duyanlar arasında da benimsenmiştir. Tacik, Özbek, Türkmen ve Kırgız gruplarından taraftar toplayan bu ayaklanma, 4 Şubat 1918’de Rus Kızıl Ordu’sunun Hokand’ı üç gün kuşattıktan sonra, şehir surlarından içeri girerek çok sayıda insanı öldürmesi üzerine şehrin ileri gelenlerinin kaçmasıyla başladı. Sovyetlerin Hive ve Buhara’yı ilhak etmesinden sonra, orada da Basmacılık başladı. Sovyet hâkimiyeti Taşkent şehri ile sınırlandı; köyler ve kasabalar isyancılara sempati duyuyordu.


Şehirli aydınlar (Ceditçiler) önceleri “Basmacı” hareketine pek yanaşamıyorlardi; çünkü o vakitlerde Basmacı kumandanları (Korbaşılar), Buhara Emiri’nin ve onun destekçisi olan eskilik taraftarı ulemanın nüfuzu altındaydılar. 1921’de Emir’in Afganistan’a kaçmasıyla bu durum değişmeye başladı; Basmacı hareketinin önderliğini elde etmek için aydınların girişimleri arttı ve giderek Basmacılık milli bir hareket niteliği kazandı. İsyancı Özbek, Kazak ve Türkmen köylüsüyle şehirli genç aydınlar arasında uyum hâli ortaya çıktı.


Basmacılık, modern savaş yöntemlerinden haberi olmayan Türkistanlı köylülerin bildikleri eski usûl çetecilikten ibaretti; eşgüdüm ve merkezi kumandadan yoksundu. Küçük gruplar arasındaki düşmanlıklar, taraf değiştirmeler, zaman zaman Bolşeviklerle işbirliği gibi durumlar hareketi zayıflatıyordu. Basmacı liderler arasında çok cesur, iyi ahlak sahibi, iyi eğitim almış, etrafta ne olup bittiğini araştıran kimseler olduğu gibi, şahsi çıkarlarını önde tutan, bozgun dönemlerinde Bolşeviklerle anlaşan, zayıf şahsiyetli kimseler de vardı. Basmacıları birçoğu Özbeklerin değişik kabilelerine (Nayman, Lakay, Türk, Çağatay) mensuptu. Tacik, Türkmen ve Karakalpak aşiretlerine mensup olanlar da vardı.


1921 yılında, Kafkasya ve Moskova’da bir takım görüşmelerden sonra Türkistan’a gelen Enver Paşa, Basmacı hareketini modern bir şekilde örgütlemeye çalıştı. Coğrafi bakımdan engebeli olan Doğu Buhara taraflarında mücadele verdi. Feyzâbâd, Külâb, Belcuvân mıntıkaları Enver Paşa’mn karargâhı oldu. Enver Paşa, Sovyet hükümetine bir nota göndererek Kızıl Ordu’nun ülkeyi terk etmesini istedi. 1921 yılı sonunda Buhara Cumhurbaşkanı olan Osman Hoca Kızıl Ordu’yu ülkeden çıkarma girişiminde bulunduysa da, işlerin yolunda gitmemesi yüzünden Afganistan’a sığınmak zorunda kaldı. Bundan bir yıl kadar sonra Enver Paşa Belcuvân’da Rus güçleri tarafından şehit edildi.


Paşa’nın ölümü Basmacılar arasında büyük bir üzüntü ve şaşkınlık yarattı ise de, hareket devam etti. Hacı Sami Bey’in önderliğinde Basmacılar yeniden örgütlediler. Hacı Sami Bey Kızıl Ordu’ya karşı iki yıl kadar mücadele ettikten sonra Afganistan’a sığındı.


Sovyet rejimi isyanı bastırabilmek için bir takım geçici tavizler verdi. 1922’de vakıf mallarını iade etti. Şer’î mahkemelerin tekrar yürürlüğe girmesine, Kur’an okullarının yeniden açılmasına izin verdi. Böylelikle Basmacılara olan halk desteğini zayıflattı. Bu tedbirlerin etkisi sonucunda direniş daha çok dağlık bölgelerle sınırlı kaldı. 


Basmacılığın zayıflamasıyla birlikte bölgede Sovyetleştirme programı uygulandı. Vakıf malları azaltıldı, Şer’î mahkemeler kapatıldı. 1927’de başlatılan kolektifleştirme ile birlikte Basmacılık yeniden güç kazandıysa da, bu durum uzun sürmedi. Sovyetler artık ilk yıllarda olduğu gibi Türkistanlıları vaatlerle oyalamaya gerek görmüyordu. Camiler ve Kur’an okulları tamamen kapatıldı, din adamları tutuklandı. 1931’de Tacikistan’daki direniş kırıldı ve hareketin liderlerinden Lakay İbrahim yakalandı.


Türkistan’da Bolşevik hâkimiyetinin kurulmasından beri Türkmen isyanı devam etmekteydi. Türkmenlerin Yomut kabilesi reisi Cüneyd Han, yönetimindeki Basmacılarla 1924’te Hive’yi ele geçirdi ve 1927’ye kadar mücadele etti. Bu yılın Eylül ayında Sovyet hükümetiyle barış yaparak silahlarını teslim etti. Sovyet hükümeti Cüneyd Han’ın kabilesi ve silah arkadaşları arasına ayrılık sokmaya ve tahriklerde bulunmaya devam etti. Bunun üzerine Cüneyd Han çöllere kaçarak Ahmed Bek ve Şaltay Batır çetelerine katıldı. Bundan sonra Türkmen isyanı ciddi bir şekil aldı.


Cüneyd Han’ın çeteleri Türkmenistan’ın Taşavuz vilayetinde faaliyetlere giriştiler. Taşavuz bölgesi topraklarının suları Özbekistan’a bağlı Hive taraflarından geliyordu. Hanlık yönetimi zamanında Türkmenlerle Özbeklerin çatışmaları hep bu su meselesinden ortaya çıkıyordu. Bolşevikler bu geleneksel çatışmayı körüklediler ve Özbeklerle Türkmenleri birbirine karşı kışkırttılar. Bu yolla bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Bunlardan birincisi Cüneyd Han’ı ortadan kaldırmaktı. İkincisi ise, Taşavuz ve Köhne Ürgenç civarındaki Türkmenleri yok ederek buralara Rus göçmenler yerleştirmek için arazi hazırlamaktı. Cüneyd Han çete savaşını 1929 yılına kadar sürdürdü. Türkmenistan’daki direniş de kırıldıktan sonra, Sovyet yönetimine karşı ayaklanma son buldu.

 

 


Sultan Galiyev ve Milli Komünistler



Sovyet rejiminin ilk on yılında yerel güç, daha önce Ceditçilerin safında olup Devrimden sonra Bolşevikler safına geçen fakat geçmişinden tamamen kopmamış olan Tatar komünistlerinin elindeydi. Tatar milli komünizminin lideri ve en özgün düşünürü Mir Said Sultan Galiyev Komünist Partisi hiyerarşisinde en üst düzeye yükselebilen Müslüman temsilciydi.


Sultan Galiyev ve arkadaşları, sömürge baskısına maruz kalmaları dolayısıyla bütün Müslümanları ve proleterleri bir millet olarak görüyor, ezilmiş halkların dinini temsil eden İslam’a saldırmayı doğru bulmuyorlardı. Milli komünistler Marksizm ve İslam’ın ilkelerinden bazılarının uyuşabileceğine dikkat çekiyorlardı; İslam’da kolektivizm, eşitçilik, çalışkanlık ve zekât gibi “ilerici’’ bir vergi sisteminin olduğuna işaret ediyorlardı. Onlara göre Müslümanların asıl zaafı, siyasi ve iktisadi gerilikten kaynaklanıyordu. Bu gerilik din karşıtı propaganda ile değil, Müslümanları siyasi, iktisadi ve kültürel kurumlarm liderliğine çekmekle aşılabilirdi. Müslüman kitleler kendilerine has özerk bir komünist hareket içinde bir araya gelerek mücadele vermeliydi. Din karşıtı propaganda ile uğraşanların özellikle Hıristiyan misyoner geçmişe sahip Ruslardan oluşması da Tatarların dikkatinden kaçmıyor, Çarlık ve Bolşevik siyasetleri arasındaki paralelliği görüyorlardı.


Sultan Galiyev, 1923’te burjuva milliyetçisi olmakla suçlandı ve tutuklandı. Bu ilk tutuklanışı ile 1928’deki tutuklanıp partiden ihraç edilişi arasındaki dönemde de faaliyetlerini gizlice sürdüren Sultan Galiyev, yeni tezleriyle milliyetçi komünistleri örgütlemeye devam etti. Orta İdil, Azerbaycan, Dağıstan, Kuzey Kafkasya ve Türkistan’ı içine alan bağımsız bir Turan devletinin kurulmasını öngörüyordu. Bunu kendi birliğine açık bir tehdit olarak gören Moskova, 10 yıl içinde Sultan Galiyev’i ve diğer Tatar milli komünistlerini ortadan kaldırdı. 


Yerel aydınların yok edilmesine 1923’te Kazak Alaş-Orda Partisi’nin üyelerinin tasfiyesiyle devam edildi. Onlar Rus göçmenlerinin yerleştirilmesine şiddetle muhalefet ediyor, Kazakların elinden alınan toprakların geri verilmesinde ısrar ediyorlardı. Kırım Özerk Sovyet Cumhuriyeti’nin reisi olan Veli İbrahimov ve arkadaşları, Komünizmi hakkıyla uygulamadıkları gibi, Tatarların çıkarlarını kollayıp gözetmekteydiler. Fakir ve topraksız Tatarlara toprak dağıtması, yurt dışında yaşayan Tatar göçmenlerini Kırım’a getirerek yerleştirmesi ve Moskova’nın göçmen yerleştirme yönündeki talimatına karşı direnmesi, Veli İbrahimov’un sonunu hazırladı. Veli İbrahimov ve yardımcısı Baydarlı Mustafa burjuva milliyetçiliği ve karşı devrimcilikle suçlanarak 1928 yılı Ocak ayında tutuklandılar ve Mayıs ayında kurşuna dizildiler. Onlarla ilgili görülen 3500 kişi bu kıyımdan etkilendi; bunlardan bazıları idam edildi, bazıları hapse veya sürgüne gönderildi. Böylelikle, eğitimlerini Devrim öncesinde almış olan Tatar aydınları tamamen tasfiye edilmiş oldu.


1937-38 yıllarında siyasi baskılar had safhaya ulaştı; birçok aydın geceleri evlerinden alınarak götürüldü; bunlardan birçoğunun âkıbetinin ne olduğu çok sonraları anlaşıldı. Özbekistan’da parti yöneticileri olan Feyzulla Hocaev, Ekmel Ikramov, tanınmış yazarlardan Abdurrauf Fıtrat, Abdülhamit Süleyman Çolpan ve daha birçok aydın tutuklandı, kurşuna dizildi veya sürgün edildiler. Kazaklardan Ahmet Baytursunov ve Turar Rıskılov kayboldular.


SOVYETLEŞTİRME SİYASETİ



Bolşevikler iktidara geldiklerinde, Kuzey Türkistan (Kazak bozkırları) 200 senedir, güney Türkistan ise 50-60 yıldır Rus (Çarlık) idaresindeydi. Türkistan için asıl tehlike Sovyet döneminde ortaya çıktı. Sovyetler Birliği ideolojik bir devletti ve bu yüzden egemenliği altındaki toplumu dönüştürmek için radikal girişimler başlattı. Alfabe değişiklikleri, Türk lehçeleri üzerinde yapılan planlamalar, ulusal bölümleme siyaseti, Rus göçmenler yerleştirilerek bölgenin toplumsal yapısının değiştirilmesi gibi projeler büyük bir kararlılıkla uygulandı. Geleneksel yapıyı değiştirmek için, dine karşı yoğun bir kampanya yürütüldü, kadının toplum hayatına katılması sağlandı, zoraki kolektifleştirme uygulandı, eğitim faaliyetlerine büyük önem verildi ve Rus dili yaygınlaştırıldı.


Sovyetlerin Milliyetler Politikası


1924’te Milliyetler Komiseri olan Stalin’in talimatıyla Türkistan’daki mevcut cumhuriyetler ortadan kaldırıldı ve etnik esasa dayalı yeni cumhuriyetler yaratıldı. Sovyetlerin siyasetine göre, önce etnik milli kimlikler oluşturulacak, daha sonra bunlar yeni Sovyet İnsanı kimliği (homo sovieticus) içinde eritilecekti. Amaç, küçük kabile cumhuriyetleri oluşturmak suretiyle Türkistan birliği tehlikesini ortadan kaldırmaktı. Bir kabile temsilcisinin diğer kabileye ait bir yerde görülmesi, o kabilenin istila politikası ve emperyalizmi şeklinde gösterildi. Bu yüzden, Taşkent ve civarında yerleşmiş olan Kazak-Kırgız ve Tatarların büyük bir çoğunluğu bu bölgeleri terk etmek zorunda bırakıldılar.


Çarlık yönetimi zamanında Kazak-Kırgız, Özbek, Türkmen ve Taciklerin birbiriyle ilişkileri ‘diğer millet’e olan münasebet gibi değildi; şehirli ve köylü arasındaki farklar gibiydi. Bolşeviklerin ulus yaratma çabaları sonunda Türkistan’da 6-7 millet ortaya çıktı. Eskiden milliyet çatışmaları yalnız Ruslarla Türkistanlılar arasında oluyordu; Bolşeviklerin uyguladıkları siyaset sonunda Türk boyları arasında da gerginlikler ortaya çıkmaya, birbirlerine karşı nefret duygusu artmaya başladı.


Sovyet yönetimi dağlarda bulunan Tâcik unsurunu ovalara yerleştirdi ve bunları pamuk ekmeğe mecbur etti. Ovalarda bulunan Özbeklerin elinde bulunan toprak ve su, pamuk ekmek şartıyla bunlara verildi. Güney Külâb ve Aral havzalarına ve diğer pamukçuluk mıntıkalarına Müminâbâd, Garm ve Feyzâbâd taraflarından binlerce Tâcik göçmen yerleştirildi. Doğu Buhara “Tâcik milleti”ne bağlandı. Burada Bolşeviklerin uyguladıkları siyaset Özbeklerle Tâcikler arasına ayrılık ve düşmanlık sokmak oldu.

 

 


Cumhuriyetlerin sınırları belirlenirken bunların etnik yapısı değil, Sovyetlerin stratejik hesapları göz önüne alındı. Sınırlar sanki ileride ortaya çıkabilecek çatışmalara zemin hazırlamak üzere çizilmiş gibidir. Fergana vadisinde ve başka yerlerde sınırlar birbiri içine geçmekte, her bir cumhuriyet içinde diğerine ait adacıklar şeklinde bölgeler bulunmaktadır. Ortaya çıkacak çatışmada başvurulacak hakem Moskova olacaktır.


Kazakistan’a Rus Göçmenlerin Yerleştirilmesi



Çarlık döneminde başlayan Rus göçmeni gönderme işi, Sovyet döneminde büyük bir hız kazandı. 50 yıllık Çarlık döneminde Özbek vilayetlerine toplam 250 bin kadar Rus göçmeni sevk edilmiş iken, Sovyet yönetimi sadece 4 yıl içinde bu sayıdan daha fazla Rus göçmenini bölgeye yerleştirdi. Türkistan bir sürgün yeri olarak görüldüğünden, suçlular buraya gönderiliyordu. Kazakistan’ın en verimli alanları Rus göçmenler tarafından işgal ediliyor, Kazak-Kırgızlar ise kum çöllerine kovuluyordu. Özellikle 1920’de Kazak-Kırgız bölgesine çok sayıda göçmen gönderildi. Devrimin ilk günlerinden beri Rus komünistleri ile Kazak-Kırgız komünistleri arasında bu mesele üzerinde tartışmalar vardı. Kazak-Kırgızların haklarını savunan yerli komünistler Rus göçmenlere karşı çıkıyorlardı.


Sovyet yönetimi 1928 yılı başında “göç kanunları” ilan etti. Göçler Türkistanlı aydınları son derece rahatsız ediyor ve endişeye sevk ediyordu. Göçe razı olmayan Kazak komünistler “milliyetçi” ve “Alaş Ordacı” olmakla suçlanıyorlar, bunların karşısına Rus taraftarları çıkarılıyordu. Bütün bu göçler sonunda ülkenin nüfus yapısı değişti; Kazakların oranı azalırken Rusların sayısı arttı.


Sovyetlerin İktisat Siyaseti



İktisadi durum da Türkistanlılar aleyhine değişiyordu. Çarlık yönetimi Türkistan’ın yerli sermayesinin serbest bir şekilde gelişmesinin yollarını kapattıysa da, hiç olmazsa yerli tacirlerin Rus mallarını satarak bir miktar sermaye toplanmalarına imkân bırakmıştı. Bolşevikler, bu imkânı da onların ellerinden aldı; yerli ticarethanelerin yerlerine Moskova kendi kooperatiflerini yerleştirerek ticaretin kontrolünü bütünüyle ele geçirdi.


Moskova’nın pamuk talebini karşılayabilmek için, Özbekistan’ın tarım alanları pamuk ekimine hasredildi. Bunun sonucunda Türkistanlılar ekmek ve buğday konusunda tamamen Rusya’ya bağımlı hâle geldiler. Türkistanlıların yetiştireceği pamuğa karşılık olarak buğdayı güya Rusya verecekti. Rusya bunu vermediği takdirde 1918’deki gibi açlık durumunun ortaya çıkması ve milyonlarca insanın ölmesi kaçınılmazdı. Yerli sanayi ve bez dokuma işleri durduğundan, Türkistanlılar, pamuk ektiği halde bundan elbise dikip giyemiyordu; bu konuda da Moskova fabrikalarına bağımlı hâle gelmişlerdi. Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin sularının aşırı kullanılması sonucunda göl kurumaya başladı ve bu da büyük bir çevre felaketine sebep oldu.


1918-19 yıllarında Bolşevikler köylerde kolhoz (kolektif çiftlik) usulünü yaygınlaştırmaya çalıştılar; özel ve küçük çiftliklere karşı mücadele başlattılar. Kolektifleştirme uygulaması 1921’de açlık felaketine yol açtı. Bunun üzerine Bolşevikler bu siyasetten geçici olarak vazgeçtiler. Ülke iktisadi bakımdan toparlanıncaya kadar kapitalist işletmelerin, özel çiftliklerin devamına izin verdiler. Hükümet kolhozlara büyük miktarda yardım etmeğe devam etti. Buna rağmen yıldan yıla kolhozlar dağılmakta, özel çiftlikler ise gelişmekteydi.


1928’de bu geçici döneme son verildi; özel çiftlikler zorla kolektif hâle getirildi. Devletin hayvanlara el koymaya kalkışması üzerine, göçebelerin çoğu hayvanlarını devlete teslim etmektense kesmeyi tercih ettiler. Bunun sonucunda ortaya çıkan açlık yıllarında Kazakistan’da 1 milyondan fazla insan yaşamını yitirdi; Kazakların bir kısmı Çin’deki Doğu Türkistan bölgesine göçmek zorunda kaldı.


Din Karşıtlığı ve Ateizm



Din konusunda Sovyet idaresinin henüz zayıf olduğu ilk dönemde yerel Müslümanların desteğini kazanmak için geçici bazı tavizler verildi. 1923 yılında toplanan Komünist Partisi Kongresi’nde, din karşıtı propagandaya dair ilkeler kabul edilerek kararnameye bağlandı. Bu tür propagandalar, parti teşkilatları rehberliğinde, okullar ve okuma evlerinde yapılacaktı. Bunlar yapılırken inançların ve dinî duygularının tahkir edilmemesi özellikle vurgulandı.


1924 yılında din üzerindeki kontrolü sıkılaştırmak amacıyla bazı zorluklar çıkarıldı. Camileri kullanmak için yirmi kişinin bir araya gelip bir mukavele imzalaması gerekiyordu. Bolşevikler camilerden vergi alıyorlardı. Buraları sıradan birer ticarethane olarak kabul ediyor, “oralarda bir takım kimseler bir araya geliyor, isterse manevî olsun bir çıkar sağlamak için çalışıyorlar, o halde devlete vergi vermeleri gerekir” diyorlardı.


1925 yılından itibaren Sovyetler bütün dinlere karşı sistemli bir kampanya başlattı. Bu kampanyada, din insanların dünyayı doğru olarak görmesini engelleyen bir göz bağı olarak sunuldu. İslam dininin tüccar ve sermaye sınıfının dini olduğunu iddia edildi. 1928’den sonra dine karşı şiddetli bir faaliyete girişildi; dinin tamamen ortadan kaldırılması için başta Sovyet Güvenlik Örgütü (GPU) olmak üzere, bütün devlet cihazları ve parti kurumları seferber edildi. Din adamları sistematik bir şekilde takip edildi. 1929-30 yıllarında birçok din adamı Ural ve Sibirya bölgelerindeki toplama kamplarına sürgüne gönderildi. Köy imamları kulaklar sınıfına dâhil edildiler; topraklarına ve mallarına el konulup aileleriyle birlikte sürüldüler. Allahsızlar derneklerinin sayısı arttı. Medreseler din karşıtı müzelere dönüştürüldü, camilerin sayısı hızla azaltıldı, vakıf mallarına el konularak din adamları önemli bir gelirden yoksun bırakıldı.



II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Sovyetler, Müslümanlara karşı yumuşama siyaseti izlemeye başladı. 1941’de Ufa, Buynaksk (Dağıstan’da), Bakü ve Taşkent şehirlerinde dört ayrı Müftülük (Dinî İdare) kuruldu. Böylece hem Müslümanların bir parça gönlünü almak, hem de din işlerini devletin kontrolünde toplamak amacı güdüldü; zira müftülükler hükümet ve KGB tarafından yönlendiriliyordu.


Kadını Dönüştürme Siyaseti



Sovyetlerin öncelik verdiği çeşitli sosyal amaçlardan biri de kadının aile baskısından kurtarılması ve sosyal hayata aktif bir şekilde katılmasıydı. Rejim, kadının iş gücünden yararlanmak istiyor, bunun için onu geleneksel bağlardan koparmayı amaçlıyordu. Bunun için, kadının serbest bir hâle gelmesi gerekiyordu. Kadın evde kapalı kaldığı müddetçe gelenekselliğin sürdürücüsü olacak, yeni yetişecek nesiller de bundan etkilenecekti.


Kadını dönüştürmek amacıyla bir dizi girişimler yapıldı. Evlilik yaşı on sekize çıkarıldı, çok evlilik ve başlık parası alınması yasaklandı. Özel kadın birlikleri kurularak kadınlar kolhozlarda çalıştırılmaya başlandı. Kız çocuklarının okutulması zorunlu hâle getirildi. Diğer yandan, büyük aileler parçalanarak akrabalık bağları zayıflatılmaya çalışıldı. Geleneksel ev tiplerinin tersine, pencereleri dışa bakan binaların yapılması teşvik edildi. Sadece kadınların katıldığı törenler yerine, erkeklerin de katıldığı karma törenler özendirildi. Kadının üzerindeki yükü azaltmak için kreşler açıldı.


Özbek ve Tacikler arasında kökleşmiş, eski İran kültür geleneği hâkimdi. Bu kültür önceki yüzyıllardaki dinamizm ve üreticiliğini kaybetmiş, donmuş ve köhneleşmiş ve taassup derecesinde bir muhafazakârlık aşılar hâle gelmişti. Bu yüzden, kadını dönüştürme girişimleri Özbek ve Tacikler arasında büyük bir direnişle karşılaştı. Mesela, kız çocuklarının okutulmasına karşı direnç gösteriyorlardı. Buna karşılık, göçebe gelenekten gelen Kazak ve Kırgız kadını yeni gelişmelere daha kolay uyum sağlıyordu.


1927’de ateşli mitingler düzenlenerek kadınlara çarşaflarını atma törenleri yaptırıldı; peçe yırtma kampanyası başlatıldı. Buhara muhafazakârlığının merkezi olan Kermine mıntıkasındaki Kadınlar Kolu’nun girişimiyle yapılan bir toplantıda hanımlar: “yaşasın hür Şarkın hür kadınları!” diye bağırmışlar ve peçelerini atmışlardı. Kadın Hareketi teşkilatının faaliyetleri sonucunda, 1927 yılında bir ay içinde 60 bin kadın peçelerini atmıştı. Bu kampanyaya bazı tepkiler oldu; Doğu Buhara’da Lakay kasabasında Kadın Hareketi derneğinin faal üyelerinden bazıları öldürüldü.

 


Sovyetlerin Dil Siyaseti



Sovyet rejimi, Türk topluluklarının Arap alfabesinden Latine geçirilmesini çok önemli görüyordu. Bu konu Komünist Partisi’nin Rusya Türklerine karşı uyguladığı politikanın merkezine oturdu. Lenin bizzat bu konuya önem verdi. Doğuda komünizmin yayılmasına engel olan eski medeniyetleri çökertmek için en önemli aracın alfabe siyaseti olacağını düşünüyordu. İktisadi durumu bozuk olmasına rağmen Sovyet devleti Latin projesine cömertçe para desteği veriyordu.


Sovyet rejimi Türk toplulukları için Latin alfabesini tartışmaya açtığında Rusyalı Türk aydınların çoğu bu girişime karşı çıktılar. Komünist ideolojiyi benimseyenler bile (mesela, Tatar Âlimcan Ibrahimov) böyle bir değişikliğin çok zararlı sonuçlara yol açacağını ileri sürdüler. Latin alfabesi karşıtları Sovyetlerin ve proletaryanın düşmanları olarak görülüyor, devrim-karşıtı damgası yiyordu. Sovyet rejimi Latinciliği benimsetmek için bazı milliyetçi unsurları da yanlarına çekerek, kongreler düzenleyerek halk kilesini etkilemeye çalıştı.


1926 yılından sonra Sovyet hükümeti Latin politikasını daha sert bir şekilde uygulamaya başladı. Sovyet ruhuyla yoğrulmuş yeni edebiyatın oluşturulabilmesi için eski medeniyete ait edebi örneklerin yayınlanmasına son verilmesine, bunun yerine Tolstoy ve Maksim Gorki gibi Rus yazarların eserlerinin tercüme edilerek Latin harfleriyle basılmasına karar verildi. 1928’de Türkistan dillerinin yazılmasında Latin alfabesi resmen kabul edildi.


Bu sırada Türkiye’nin de Latin alfabesini benimsemesi Sovyet liderlerini endişeye sevk etti; Latin alfabesi sayesinde Türkler arasında ortak edebiyat gelişebilir, Türkistanlılar Sovyetlerden uzaklaşarak Türkiye’ye yaklaşabilirdi. Bu olası tehlike Sovyet politikacılarının ve dilcilerinin dikkatlerini Türkistan’ın edebi diline çevirdi. Latin alfabesi, lehçeler arasındaki farkları bâriz hâle getirmek için kullanıldı.


Sovyet rejimi, Türk topluluklarının bir dil etrafında birleşme çabalarını devrim karşıtlığı olarak algılıyordu. Pan-Türkizm ve Pan-Islamizm tehlikelerinin tamamen bertaraf edilebilmesi için Rusların kendi dillerini yaymaları, küçük toplulukları bu  dile çekmeleri gerekiyordu. Proleter kültürünün gelişmesi de dil politikasının kararlılıkla uygulanmasına bağlıydı.


Yeni uluslar oluşturmak için, lehçeler arasındaki farklılıkları arttırma siyaseti izlendi. Farklılık yaratmak için, önce Kıpçakçaya yakın bir Özbek dili üzerinde çalışıldı. Daha sonra Stalin’in emriyle Farsçanın etkisindeki Taşkent lehçesi temel alındı. Çünkü bu lehçe, hem Türkmenistan ve Türkiye Türkçesine hem de Kazak ve Kırgız (Kıpçak) lehçesine uzak bir modeldi. Aynı zamanda, Farsçanın etkisiyle ses uyumunu kaybetmiş tek lehçeydi. 1937’de Özbek edebi dili bir daha değiştirildi ve ses uyumunu kaybetmiş lehçe benimsendi.


1939-40 yıllarında Sovyet hükümeti Latin alfabesi yerine Kiril alfabesini getirdi. Buna gerekçe olarak, öğrencilerin iki alfabe öğrenmek zahmetinden kurtulacakları ileri sürüldü. Birbirine yakın ağızlar farklılaştırılmaya çalışıldı (Karakalpak ve Kazak ağızları gibi). Sovyet dilbilimcileri Kirile geçerken Türk dillerine olabildiğince farklı alfabeler belirlemeye özen gösterdiler. Alfabe değişikliğinin bir işlevi de önceki yazılı kaynaklara ulaşmanın engellemesiydi. Yeni nesiller sadece izin verilen eski metinlere ulaşabiliyorlardı. Kiril alfabesinin kabulü ise Rusça kelimelerin kabulünü kolaylaştırdı. Dil siyaseti, uluslar yaratma sürecinin de bir parçasıydı. Bunun için yeni lehçelerin, alfabelerin ve Sovyet tarih yazımının inşa edilmesi gerekiyordu.


Orta Asya’nın modern anlamda tarih yazıcılığı Orta Asya’da değil, esas olarak Rusya’da Rus oryantalistlerin çabaları sayesinde ortaya çıkmıştır. Çarlık Rusya’sının sonunda ve Sovyetlerin ilk döneminde verdiği eserlerle Orta Asya tarihi araştırmalarının temellerini atan bilim adamı, Alman asıllı Rus tarihçisi V. V. Barthold’dur (1869-1930). Ancak, Orta Asya’da modern tarihçiliğin gelişmesi asıl Sovyet döneminde oldu.


1924’te Orta Asya sınırlarının “milli” esaslara göre şekillendirilmesinden sonra buna uygun olarak “milli” tarihler yazılması ihtiyacı ortaya çıktı. Yönetici elit mevcut siyasi sınırların tarihî haklılığını ispat etmeye yönelen bir tarih yazımını teşvik etti. Henüz yerel tarihçilerin yetişmediği bu dönemde bu görev Barthold’da yüklendi. Barthold, 1925-29 tarihleri arasında Tacik, Kırgız ve Türkmen halklarının tarihi konusunda üç ayrı eser yazdı. Ancak, Barthold’un yazdığı eserlerin Marksizm’le alakası yoktu ve yeni yaratılan etnik cumhuriyetlerin meşrulaştırılmasına pek katkı sağlamadı.


1937-38 yıllarında eğitimlerini Çarlık döneminde almış ve milli duygulara sahip yerel aydınlar tasfiye edildikten sonra, “proleter” eğitim alan genç aydınlar nesli bu görevi üstlendiler. Orta Asya tarihi Marksist ideolojik dogmaya uygun olarak yazıldı. Tarih yazımı, insanlığın evrensel gelişmesinin (sosyo-ekonomik şekillenmenin) aşamaları, sınıf mücadelesi, halk ayaklanmaları, ilerici ve gerici güçler, ekonomik ilişkilerin belirleyici rolü gibi konular üzerinde temellendirildi, tarihî olaylar bu çerçevede açıklandı. Rus işgali, feodal baskılardan bunalan geri kalmış Türkistanlı halkların medenî bakımdan ileri Rusya Devleti’ne gönüllü katılımları şeklinde yorumlandı. İlginç bir şekilde, yerel aydınlar bu süreçte aktif bir rol aldılar ve rejimin taleplerine daha fazla bağlılık sergilediler.

 


II.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nde tarih yazımında bir değişikliğe gidildi ve halka vatanseverlik ruhu aşılamak için geçmişteki Rus kahramanları canlandırıldı. Savaştan sonra bu eğilim Orta Asya tarihçilerine de yayıldı. Her bir cumhuriyette geçmişten bazı şahsiyetler seçilerek yüceltildi. Türklere, Polonyalılara veya Rusların geleneksel düşmanı olan başka milletlere karşı savaşmış olan kahramanlar tercih edildi. OsmanlIlara ve Altın Orda’ya karşı savaşmış olan Timur bir Özbek kahramanı olarak takdim edildi. Ali Şir Nevaî “en büyük Özbek şairi” olarak yüceltildi. Özbek baskısı yüzünden XVI. yüzyılın başında Türkistan’dan ayrılmak zorunda kalan Babür, Özbek kahramanlarından biri olarak sunuldu. Mevcut sınırlar dâhilinde milli bir tarih yaratmak için tarihî olayların saptırılması geleneği Sovyetlerin sonuna kadar devam etti.



Stalin Sonrası Gelişmeler ve Sovyetlerin Çöküşü



Sovyet sisteminin belli bir istikrara kavuşması Hruşçev (1953-64) ve Brejnev dönemlerinde oldu. Bu dönemdeki Orta Asya yöneticileri Hruşçev döneminde yetişmiş, Brejnev döneminde Parti içinde ilerlemişlerdi. Özbek Raşidov (1959-83), Kazak Kunayev (1959-86), Türkmen Gapurov (1969-86) ve Kırgız Usubayev uzun süre iktidarda kaldılar. Yerel kadroların tamamı Sovyet sistemine sadık olup Moskova’nın talimatlarına harfiyen uymaktaydılar.

Stalin’in 1953’te ölümünden sonra ortaya çıkan iktidar mücadelesini Nikita Hruşçev kazandı. Hruşçev, Sovyetler Birliği’nde Ruslara göre daha az imkâna sahip olan diğer milliyetlerin gelişmesine yardımcı olunmasının doğal bir ödev olduğuna inananlardandı. Dolayısıyla, onun milliyetler politikası Stalin’in baskıcı politikalarını tersine çevirdi. Hruşçev, sürgüne gönderilen milliyetler konusunu cesaretle ele aldı ve onların çoğunu akladı. Birçok milliyetin sürgünden önceki yerlerine dönmelerine izin verdi. Hruşçev zamanında kültürel açıdan da bir rahatlık başladı. Milli kültürler ve yerel aydınlar gelişme fırsatı buldu. Ancak, ekonomik sorunlar ülkeyi sarmaya devam etti.


Hruşçev, ziraat politikasına ağırlık verdi. Tahıl ekim alanlarının genişletilmesini hedefledi. Kuzey Kafkasya, Batı Sibirya ve Kazakistan’ın kuzeyinde bu ziraat politikasını uyguladı. Kazak parti liderliği bu fikirden hoşlanmadı, çünkü cumhuriyetlerinde daha fazla Rus görmek istemiyorlardı. Bu yüzden Kazak parti liderliği tasfiye edildi. Hruşçev’in hâmisi olduğu Leonid Brejnev parti birinci sekreterliğine getirildi. Binlerce genç komünist ekin ekmek üzere Kazakistan’a aktı.


1982’de Brejnev öldüğünde Sovyetler’deki ekonomik çöküş artık iyice kendini hissettiren bir problem haline dönüştü. Beş Yıllık Planlardaki hedeflerin gerisinde kalındığı artık gizlenemiyordu. Andropov (1982-1984) ve Çernenko (1984-1985) dönemlerinde iç çekişmeler, yolsuzluklar arttı, özgürlükler yeniden kısıtlanmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin her tarafında katı parti yöneticileriyle özgürlüklerin genişletilmesini savunan genç partililer arasında zıtlaşmalar çıktı.


Bütün bu memnuniyetsizlikler ortamında yönetime geçen Gorbaçov (1985­ 1991) perestroyka (yeniden yapılanma) denilen siyasi ve iktisadi bir yeniden yapılanma programını uygulamaya koydu. Buna ilave olarak, glasnost (açıklık) politikası ile basına daha fazla ifade hürriyeti verdi. Bu reformlar, uzun zamandır gizlenen devlet sırlarının ve Rus olmayan uluslarda milliyetçi duyguların açığa çıkmasına sebep oldu. Aral Gölü’nün sularının çekilmesi faciasının Sovyetlerin pamuk üretimi hırsından kaynaklandığı gerçeği su yüzüne çıktı. Arap harflerinden Latin alfabesine, oradan Kiril harflerine geçiş ve Rusçanın yaygınlaştırılması Büyük Rus şovenizminin bir parçası olarak görüldü. Ekonomik sıkıntıların kendini göstermesiyle, Fergana vadisinde karışıklıklar ve etnik çatışmalar baş gösterdi (1989).


1991 Ağustosunda Gorbaçov Sovyetler Birligi’nin cumhuriyetlerine daha geniş özerklikler veren bir antlaşmayı imzaladıktan iki gün sonra, ordudaki yaşlı generaller ile parti ve KGB’nin muhafazakâr kanadı bir darbe girişiminde bulundu. Rusya Federasyonu’nun başkanı Boris Yeltsin’in halk direnişini örgütlemesi sonucunda darbe başarısızlığa uğratıldı. Darbeci generaller tutuklandı ve Gorbaçov yeniden ülkenin başına geçti. Ancak, bundan sonra fiilî güç Yeltsin’e ve cumhuriyetlerin başkanlarına geçti. Yeltsin 23 Ağustos 1991’de Komünist Partisi’ni yasakladı ve mal varlığına el koydu. Bundan bir gün sonra Baltık cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıdı. Aynı gün Ukrayna bağımsızlığını ilan etti. 21 Aralıkta, Minsk’te Bağımsız Devletler Topluluğu şeklinde yeni bir örgütlenmeye gidildi ama artık SSCB benzeri bir birlik söz konusu değildi. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan, 31 Ağustosta Kırgızistan, 1 Eylülde Özbekistan bağımsızlığını ilan etti.


Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’da oldukça erken bir tarihte milliyetçi talepler hız kazandı. 30 Ağustos 1990’da Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin Yüksek Şûrası bağımsızlığını ilan etti ve daha geniş bir özerklik talebiyle “Tataristan Cumhuriyeti” adını aldı. Moskova’nın bütün karşı çıkmalarına rağmen, 21 Mart 1992’de Tataristan parlamentosu bağımsızlık konusunda referanduma gitti. Oylamaya katılanların yüzde 61.4’ü bağımsızlık ve Rusya Federasyonu ile eşit düzeyde ilişki kurulması yönünde oy kullandı.


Milli derneklerin yürüttüğü faaliyetler, egemenliğin alınmasında büyük rol oynadı. Fakat Tataristan’ın iktidar çevreleri (nomenklatura) milli süreçteki inisiyatifi sahiplendi. Rusya, bunalımlı geçen 1991 ve 92 yıllarında istemeyerek tanımak zorunda kaldığı daha geniş hakları tekrar almak ve Rusya Federasyonu’nu üniter bir devlete dönüştürmek için sistemli bir baskı politikası yürüttü. Rusya Anayasa Mahkemesi, 2000 yılında milli cumhuriyetlerin egemen statülerini ortadan kaldırmayı öngören bir karar aldı. Tataristan 1999’da Latin harflerine geçmeyi kabul eden bir karar aldı ise de Rusya bu girişimi sürüncemede bıraktı.


BAĞIMSIZ TÜRK CUMHURİYETLERİ VE SOVYET MİRASI


Kültür Değişmeleri


Buraya kadar, Sovyet döneminde toplumu dönüştürme çabalarından bahsettik. Şimdi de, bu çabalarının ne derece etkili olduğuna, eskiye göre nelerin değişip nelerin devam ettiğine bakalım. 75 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında Orta Asya halklarının bu süre içinde önemli bir kültür değişimi yaşadıkları bir gerçektir. Özbek, Türkmen, Kırgız ve Kazak kelimeleri Devrim öncesinde de mevcut olmakla birlikte bugünkü anlamda değildi. Bugün artık her bir topluluk bir diğerini ayrı bir millet gibi görmektedirler. Yeni etnik kimliklerin oluşması ve lehçeler arasındaki farklılıkların sistemleştirilmesi siyaseti önemli ölçüde başarılı olmuştur. Sovyetlerin ilk zamanlarında birer kabile olan unsurlar, Sovyet kuramcılarının ve etnograflarının da gayretleri sonucunda artık kendilerine ait etnik bir kültür ve edebi dillere sahiptiler.


Sovyet döneminde eğitim alanında eskisiyle kıyaslanamayacak derecede gelişmeler gerçekleşti. Okullaşma ve okur-yazar oranı çok yüksektir. Okul öncesi eğitim de son derece yaygındır. Kütüphane ve kitap sayısı oldukça fazladır. Ancak, Sovyet dönemindeki devlet desteği olmadığından, yeni basılan kitaplarda içerik ve baskı yönünden önemli bir gerileme görülmektedir.


Eski Sovyet coğrafyasının diğer yerlerinde olduğu gibi, Orta Asya’da da kültür hayatı son derece zengindir. Resim, müzik, tiyatro, bale ve diğer sanat türlerinde Orta Asya kökenli çok önemli şahsiyetler yetişmiştir. Halkın azımsanmayacak bir kısmı bu sanatlardan zevk almakta ve sosyal etkinliklere katılmaktadır. Üniversitelerde ve diğer kurumlarda özel günler ve (öğretim üyelerinin başarılarını ödüllendiren) kutlamalar oldukça fazladır; bunlar sosyal hayata bir canlılık ve anlam kazandırmaktadır.


Orta Asya’da kadınlar, Çarlık dönemiyle kıyaslanamayacak derecede hak ve imkânlara sahip oldular. Kadınların eğitimine önem verildi. Sovyet yönetiminin teşvikiyle 1930’lu yıllarda kadınların mecliste ve partide temsil edilmeleri önemli ölçüde arttı. Ama Moskova’nın kampanyası ve baskısı gevşedikçe Müslüman kadınların temsil oranı düştü; Müslüman kadınlar Avrupalı (Rus, Ukraynalı) kadınlardan daha düşük düzeyde görevler aldılar. Her şeye rağmen, Özbekistan’da ve diğer cumhuriyetlerde kadınlar hayatın içinde yer almakta ve önemli görevlerde bulunmaktadırlar. Kadınlar, Ortadoğu’daki toplumlarla kıyaslandığında çok daha güvenli ve serbest bir konuma sahiptirler.


Bağımsızlıktan sonra Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan Latin alfabesine geçmiştir. Özbekistan’daki geçiş tedrici olarak yapılmaktadır. Sovyet dilbilimcileri alfabeleri düzenlerken Türk lehçeleri arasında ortaklık olmaması için özel bir çaba göstermişlerdi. Bağımsızlıktan sonra belirlenen Latin alfabeleri sanki bu yaklaşımı sürdürmüş gibidir. Özbekistan’da yeni alfabe belirlenirken Türkiye’deki değil, İngilizce alfabeye yakın harfler kabul edilmiştir; Özbekçedeki “ş” harfi “sh” ile, “ç” harfi ise “ch” ile yazılmaktadır. Türkmen alfabesinde ise “ı” yerine “y” harfi benimsenmiştir.


Rusça, özellikle başkentlerde ve şehir merkezlerinde yaygındır. Zaten Rusların en çok bulundukları yerler de buralardır. 1970’li yıllarda Rusça bilmek çok önemliydi. Daha sonraki dönemde buna karşı bir tepki gelişmiş olsa da, Rusça her zaman prestijli bir dil olmuştur. Değişik etnik gruplar arasındaki iletişim dili hâlâ Rusçadır. Yerel diller daha ziyade kırsal kesimlerde yaygındır. Özellikle ilim ve kültür alanlarında Rusça bilmeden bir şey yapmak imkânsız gibiydi; bu durum bugün de önemli ölçüde geçerlidir. Rusça, hâlâ klasik eserlere ulaşmanın ve dünya kültürü ile bağ kurmanın bir aracıdır.



Devam Eden Alışkanlıklar



Çar zamanında milli sermayeye dayalı milli bir basın mevcuttu. Sovyet döneminde ise sadece devlete bağlı bir basın vardı. Bu basının masrafları, kâğıdı, mürekkebi, boyası tamamen Moskova tarafından sağlanıyordu. Dolayısıyla, yalnızca Moskova için ve Moskova’nın emriyle yazılan şeyler basılabiliyordu. Bağımsızlıktan sonra bu durum pek fazla değişmedi. Gazete ve dergi sayısı nüfusla karşılaştırıldığında oldukça az olup haftada beş gün, bazıları sadece 2 gün yayınlanmaktadır; gazetelerin tirajı oldukça düşüktür; sayfa düzeni, haber veriş tarzı, unvanların sayılması Sovyet dönemini andırmaktadır.


Televizyonların çoğu devlet kanalıdır ve Sovyet dönemindeki gibi resmî açılışlar ve kültür-sanat programlarıyla doludur. Haberlerde olumsuz hiçbir şey geçmemekte, her şey tozpembe gösterilmektedir. Sadece sevilmeyen ülkeler hakkındaki haberler olumsuzdur; doğal afetler, ekonomik krizler, halktaki huzursuzluklar hep bu ülkelerde olmaktadır. Halkın önemli bir kesimi haber için Rusya televizyonlarını izlemektedir. Kendisini daha hızlı bir şekilde dönüştüren Rusya basınının haberleri daha inandırıcı bulunmaktadır.


Bugün Orta Asya’da geleneksel hayat tarzı ve aile yapısı önemli ölçüde devam etmektedir. Geleneksel ev mimarisi tamamen kaybolmamıştır. Taşkent’in bazı mahallelerinde Özbek tarzı evler bulunmaktadır; tek katlı, içe dönük ve kare şeklinde olan bu evlerin odaları avluya bakmakta ve ortasında çay içilip sohbet edilen bir çardak bulunmaktadır. Bu tip evlerde büyük aileler oturmaktadır. Ne kadar modernleşmiş olursa olsun, Özbek gelini kaynanasına itaat etmek durumundadır. Özbekistan’daki “gelin selamı” denilen törensel uygulama bunun sembolik bir göstergesidir. Gelin, eğilerek kaynanayı selamlar. Bu aynı zamanda kaynananın otoritesine boyun eğeceğinin bir dışa vurumudur. Bu tür ailelerde ev hizmetlerinin önemli bir kısmı gelinin üzerindedir. Her ne kadar Sovyet rejimi erkek egemenliğini kırma çabası gösterdiyse de, erkeklerin ailedeki rolünde pek değişiklik olmamışa benzemektedir.


Sovyet döneminde farklı etnik gruplar arasındaki karma evlilikler özendirilmişti. Bunun etkisiyle azımsanmayacak sayıda karma evlilikler olmuştu. Komünist partisinde yükselmek ve iyi bir makama yerleşebilmek için Rus eşi olmak önemli bir avantaj sağlıyordu. Bugün evlilikler büyük ölçüde aynı etnik gruptan ve dinden insanlar arasında olmaktadır. Kendi milliyetleri dışında evlenme eğilimi sadece Rus kadınlarında vardır.


Üniversitelerde teknik ve itibarlı bölümlerde okuyan öğrencilerin önemli bir kısmı Ruslardan veya Ruslaşmış ailelerin çocuklarından oluşmaktadır. Mesela, 2000’li yıllarda Kazakistan’daki Ahmed Yesevi Üniversitesi’nde sınıflar “Rus grubu” ve “Kazak grubu’’ şeklinde ayrılmaktaydı. Rus grubunda okuyanlar, Ruslar ve diğer etnik gruplar ile Ruslaşmış Kazaklardan oluşmaktaydı. Tarih ve edebiyat bölümlerinde okuyanlar genellikle kırsal kesimden gelen Kazak gençleriydi. Son yıllarda Rusça öğretiminde büyük bir düşüş vardır. Bu durum, bir taraftan yerelleşmeyi güçlendirirken, bir taraftan da dünya kültüründen habersiz nesiller yetişmesi endişesini doğurmaktadır.


Bağımsızlıktan sonra yazılan tarih ders kitaplarında metot olarak Sovyet tarihçiliği sürmekte, olaylar mevcut siyasi atmosfere uygun bir şekilde yorumlanmaktadır. Bununla beraber, kitapların içeriğinde önemli sayılabilecek değişiklikler görülmektedir. Rus işgali ve Stalin döneminde yapılan zulümler dikkatli (Rusları rahatsız etmeyecek) bir şekilde eleştirilirken Ceditçilerin katkılarına önemli bir yer ayrılmaktadır. Sovyet tarih kitabında İngiliz ajanı olarak sunulan Enver Paşa, yeni Özbek tarih kitaplarında Buhara toprağından Kızıl Ordu’nun çıkarılması ve ülkenin bağımsızlığına kavuşması için çalışan Basmacı önderlerden biri olarak takdim edilmekte, bu uğurda şehit düştüğü belirtilmektedir.


Alıntıdır.

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 14

 


Baston


Ağaler, bu ahşam çok bastonlu fesli sinyorlar var, dikkat ideyor musınız?


- Bu baston ile gezinmek ne olmalı?


- Sinyorlık bu ya çok şey yapdırır.”


“Sinyor manası alafrangaye meyillu olan ve efrenc hallerini makbul tutan kimseyi anglattırır.”

Vartan Paşa 1851 yılında Ermeni alfabesiyle Türkçe yayımladığı Akabi Hikâyesi (haz. A. Tietze, 1991) adlı romanda bastonu frenklik saydığını anlatır. Abdülaziz devrinde asa yerine baston kullanan ulemadan ilk kişi olan, zarafetiyle ünlü Kethüdazade Hoca Ahmet Arif Efendi (öl. 1849) de bastonu nedeniyle eleştirilere uğramıştır. Kendisine, “Kafir değneğini niçin kullanıyorsun?” diye sataşmak isteyen birine verdiği, “Üzülme ben onu sünnet ettim, Müslüman oldu,” cevabı ünlüdür.


Yüksek rütbeli devlet görevlileri, ulema, şeyhler ve ihtiyarlar asa kullanırdı. Kızılcık, kızılağaç, hezarenden yapılan asaların başı çene hizasına kadar gelir ve ihtiyarların dayanarak dinlenmesine de yarardı. Sanatlı ve süslü asalar gibi, bastonların da ağacından boyuna, biçimine, süslemelerine kadar çeşidi çoktur.


Asa çok eskiden beri birçok toplumda iktidar simgesi sayılmıştır. Afrikalı kabilelerde ihtiyarlar meclisi toplantılarında asa, bugünün mikrofonları gibi konuşma sırası gelene verilerek, herkesin saygıyla onu dinlemesini sağlardı. Çin’de ihtiyarlara ve damat tarafından gelinin ailesine asa hediye edilmesi iyi dileklerin ifadesi sayılır; Budist sanatında dilekleri yerine getiren asa motifi vardır. Musa’nın ünlü asasının Topkapı Sarayındaki kutsal emanetler arasında bulunduğu kabul edilmektedir.

Avrupa’da 18. yüzyıldan başlayarak asa veya baston erkek kıyafetinin ayrılmaz parçası oldu. Montaigne o eleştirel bakışıyla “Ben de öteden beri, at üstünde ve yürürken, elimde bir değnek ya da baston tutmaya alışmış, bundan bir zariflik göstermeye, yapmacık hallerle bastona dayanmaya kadar varmışımdır” der. Baston İstanbul efendilerinden başlayarak 1830’lardan itibaren Türkiye’de de kullanılmış, 1920’li yıllara kadar erkek kıyafetinin önemli aksesuarı ve alafrangalığın simgesi olmayı sürdürmüş, sonra modası geçmiştir. Yalnız baston satan dükkânlar kapanarak, kısa boylu süs bastonlarının yerini gene ihtiyarların bastonları almıştır.


Festivaliyle kendisini duyuran Devrek bastonu geleneğinin kökü de, Birinci Dünya Savaşı’nda Ingilizlere esir düşerek Kahire’deki esir kampında Ingiliz subayların bastonlarına hayran kalan Devrekli’ye uzanır.



İğne


Dikiş iğnesinin tarihi ilk insanlara uzansa da çengelli iğnenin ilk örnekleri İÖ 1000 tarihlerinde Orta Avrupa’da görülür, iğnenin ucunun güvenli bir yuvaya girmeyip yalnızca büküldüğü bu örneklerden sonra Eski Yunanlılar ve Romalıların elbiselerini omuzlarından tutturdukları fibula’lar gelir.


Elbiselerde kemer ve düğme işlevi gören iğneler kullanılması uzun süre devam etmiş, bu da iğne ihtiyacını artırmıştır. 1347’de bir Fransız prensesin on iki bin iğnesi bulunduğu kayıtlıdır. El yapımı ve estetik iğnelerin azlığı ve talebin çokluğu ortaçağın sonlarına doğru serflerden iğne vergisi alınmasına yol açmıştır, ilk çelik iğneyi yapanlar Çinlilerdir, iğne sanayii Almanya’da Nümberg’de 1370’de kurulmuştur. Ingiltere’de iğnenin azlığı nedeniyle hükümetçe özel iğne satış günü belirlenmişti, iğne günü için kadınların para biriktirdiği günlerden kalan ‘iğne parası’ deyimi, iğne ucuzladıktan sonra ancak iğne almaya yetecek harçlık parası anlamını kazanmıştır. Ingiltere’de iğne üretimi 1560’da başlamıştır. Fransa’da 1590 yılında yirmi sekiz maddelik lonca tüzüklerini hazırlayan sekiz dükkândan ibaret Toulouse toplu iğnecileri, çıraklığın en az beş yıl süreceğini ve hiç kimsenin iki çeşit toplu iğneden, bütün gereçleri kullanarak iki bin tane üretmeden zanaatı icra edemeyeceğini hükme bağlamışlardır. ABD 1775’e kadar Ingiltere’den iğne almıştır, bu ülkede iğne sanayisi 1836’da kurulmuştur.


İstanbul Kadısı’na yazılan ve Mahmut Paşa Çarşısı’nda Düğmeci Hasan bin Hacı Ramazan’a verilen 1582 tarihli hükümde, iğneci esnafı kethüda ve şeyhlerinin, kefilsiz dükkân açan kimselerin müşterilerin malını alıp kaçtıkları ve kendilerine “külli zulm ve hayf” olduğundan şikâyet ettikleri bildirilmektedir (Ahmet Refik, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı). iğneci esnafının ne iş yaptığını da Evliya Çelebi’den öğreniyoruz: “Esbabları ve destarları iğneler ile zeyn idüp ‘iğine iğine iğne gerek sökükleri dikmek gerek’ diyerek feryad edüp geçerler,” (Evliya Çelebi Seyahat-nâmesi, I. Kitap, s. 270).



Düğme


Eski Türkçe tüg köküne bağlanan ve Divan’da tügme biçimiyle bulunan düğme, ihtiyaç olduğu kadar süs eşyası olarak da ortaya çıkmıştır. Hatta Yakındoğu’da İO 3500 yılından itibaren yapılmaya başlanan düğmelerin daha çok süs eşyası olduğu, elbiselerin önünü kapatma işlevini gene süsleme amacı göz ardı edilmeyen kemer ve iğnelerle paylaştığı görülmektedir. Hindistan’da bulunan en eski düğmeler İO 2000 yılından kalmadır ve deniz kabuklarından yapılmış, dekoratif özellikleri önde gelen örneklerdir. Eski Yunan ve Roma’da düğmesiz tünikler kullanımdayken, düğme toga türü her türlü üstlüğü tutturmaya yarayan broş işlevinde bir eşyaydı.


Düğmenin bugünkü işlevini kazanması 13. yüzyılda başlamıştır. Bu yüz yılda torba gibi bol elbiseler daralmaya başlamış, ilik açılması bu elbiseler için elzem olmuştur. Kumaş türlerinin gelişmesi giyim biçimi kadar düğme ihtiyacını da belirleyen bir etkendir. Daha ince kumaşlar yapıldıkça, boyundan bele kadar abartılı düğmeler kullanılır olmuştur. Moda merkezi Paris’te


17. yüzyılda örme düğme ve kumaş düğme savaşı, lonca sistemi ile gelişen sanayinin savaşıydı. Düğmeciler örme ipek düğme üretirken, tuhafiyeci ve terziler kumaştan kendi düğmelerini yapmaya başlamışlardı. Krallık konseyi, lonca düzenini ve düğmeci esnafını korumak adına, bu geçiş dönemin de kumaş düğmeleri yapan ve kullananlara ağır para cezaları getirmişti.


Düğmenin süs niteliği de önce aristokrasi, sonra yükseliş halindeki burjuvazi için öne geçince, taş ve ahşap yanında değerli maden ve taşlardan, sedef, fildişi, cam, kristal, boynuz, bağa, porselen, kehribardan düğme yapılmıştır. Bugün plastik, polyester ve bakalitten de yapılan düğmeler, omla, basma kalıp, öğütme, örme gibi tekniklerle üretilmektedir. El işi düğmelerin pahası yanında estetik değeri de olduğu bir gerçektir. II. Mahmud döneminden itibaren genellikle Paris ve Londra’dan madeni düğme ithal edilmiştir.


Erkeklerin sağı sola, kadınların solu sağa iliklemesi de Avrupa geleneğinden kaynaklanır. Erkeklerinki sağ elin kullanımına dayanan pratik bir ihtiyaçtan kaynaklanırken, kadınların hizmetçileri tarafından giydirilmesi bu farklılığın nedenidir.

Bugün de çaplarına göre kategorize edilen fabrikasyon düğmelerde İngiliz ölçü birimi kullanılmaktadır. Yerli üretim düğme ithalini durdurmuş, teknolojideki ilerlemeler düğmeciliği tekstilin bir alt kolu olmaktan çıkarıp, süs eşyası (kolye, yüzük, vb. takılar) sektörüne dahil etmeye başlamıştır.




Fermuar


Chicagolu Whitcomb Judson ayakkabı bağı yerine kullanmak üzere ürettiği ilk kancalı delikli ‘fermuar’ın patentini 1893’te aldı ama Chicago Dünya Fuarı’nda da sergilenmesine karşın fermuar önceleri ilgi görmedi. ABD posta idaresi paketlerinde kullanmak üzere sipariş verdiyse de, fermuarın atası çok sık bozulduğu için bu sınavı veremeyince bir kenara atıldı.


1913 ’te bugünkü gibi dişlilerden oluşan fermuarı yapan ABD’li Gideon Sundback oldu. Aynı yıl Avrupa’da da benzer bir fermuar üretilmişti. Ama fermuarın yaygınlaşması Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda uçuş tulumlarına fermuar takılmasından sonra oldu. Gene de, paslandığı ve elbiseler yıkanırken sökülüp sonra dikilmesi gerektiği için evlere ayakkabı bağı yerine ve tütün torbalarını kapatmak için girebilmişti. 1923’te B. F. Goodrich lastik galoşu üretince onlara fermuar taktı. Fermuara İngilizce yansıma ses olarak zipper adını veren de o oldu. Fermuar elbiselerde 1920’lerde yaygınlaştı; 1930’larda renkli, büyük boy, dekoratif fermuarlar elbise tasarımlarına ve moda dünyasına girdi. Özellikle plastik olan her şeye fermuar takılır oldu.


Fermuar Türkiye’ye Fransa’dan (fermoir) girdi. Önce üst sınıftan kadınların elbise sırtlarında ve eteklerinde kullanıldı. 1960’lı yıllardan itibaren çalışan kadın sayısı arttıkça lastik, düğme veya kopçanın yerini aldı ve öteki toplumsal katmanlarda yaygınlaştı. 1980’lerden itibaren fermuarsız kışlık giysi neredeyse düşünülemez oldu.



Cırt Bant


Birbirine yapışan iki şerit halinde küçük naylon dişlilerden oluşan cırt bant ya da cırt cırt 1948’de isviçreli dağcı George de Mestral’in patlayan pantolonların canına tak etmesiyle hayat buldu. De Mestral Fransa’da yalnızca bir tekstil üreticisini fikrinin parlaklığına ikna edebildi; “kilitli şerit” adı verilen bu ilk ürün pamuktan yapılmıştı. 1950’lerde kızılötesi ışınlar altında dokunmuş, defalarca zarar görmeden takılıp sökülebilen esnek bantı üreten de Mestral velvet (kadife) ve crochet (kanca) sözcüklerinden ürettiği ürününü Velcro adıyla tescil ettirdi. De Mestral’ın beklediği gibi fermuarın sonunu getirmese de, halen marka adı ve cins adı oluşu nedeniyle dava konusu olan Velcro ayakkabı bağlayamayan çocukların imdadına yetiştiği gibi, geniş kullanım alanı buldu.


Ben cırt bandı ilk kez 1980’lerde Mersin yürüklerinin şalvar ceplerinde gördüm. Tuhafiyecilerden soruşturduğumda, adının cırt bant olduğunu söylediler. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 





İslâm'ın Başlangıcından Sonraki Yahudilik

 


Yahudi Soyu ve Seçilmiş Olma Anlayışına Kısa Bir Bakış:


Kur’ân-ı Kerîm’de 25 defa Yahudi (9 Yahûd, 10 Haydu, 6 Huden), 41 defa Benî İsrail (îsrailoğulları) ve 1 defa da İsrail sözü geçmektedir. Bu terimlerle hep aynı kavmin insanları, Yahudiler kastedilmektedir. Bunların dışında Hz. İbrahim, Hz. Yakûb, Hz. İshak, Hz. Musa vb. peygamberlerden bahsedildiğinde Kur’ân’da Yahudilere temas edilmektedir. Yahudi Kutsal Kitabı’nda ise kainatın yaratılmasından Yahudi ırkının kökenine ait bilgiler ve tarihî gelişmeleri etraflıca yer almaktadır. Bundan dolayı Yahudiler, Kutsal Kitaplarına uyarak, kendilerinin İbrahim oğlu İshak’tan (Avraham oğlu Yitshak) türediklerine inanırlar. Bu İshak (Yitşhak), İbrahim oğludur. Onlar, Arapları, baba İbrahim olmakla beraber. Sarâ’nın kölesi Hacer’den geldikleri için, köle çocuğu olarak küçümser ve kendilerinin dışında görürler. Kendilerini asîl ve Yehova’nın (Tanrı) seçkin, imtiyazlı bir ırkı sayarlar. Eski Ahit’te (Tanah) Hz. İbrahim’in biri cariyesi Hacer’den doğan İsmail, diğeri karısı Sârâ’dan doğan İshak olmak üzere iki oğlu vardır. Yahudilerin İshak’ın soyundan gelmeleri Eski Ahit’te şöyle belirtilmektedir: «Ve çocuk büyüdü sütten kesildi; ve İshak’ın sütten kesildiği günde, İbrahim büyük bir ziyafet yaptı. Ve Sara Mısırlı Hacer’in İbrahim’e doğurmuş olduğu oğlunun güldüğünü gördü. Ve İbrahim’e dedi: Bu cariyeyi ve oğlunu dışarı at; çünkü bu cariyenin oğlu benim oğlumla, İshak’la, beraber mirasçı olamayacaktır. Ve oğlundan dolayı bu şey İbrahim’in gözüne kötü göründü. Ve Allah İbrahim’e dedi: Çocuktan dolayı ve cariyenden dolayı gözünde kötü olmasın; Sârâ’nın sana söylediği her şeyde onun sözünü dinle; çünkü senin zürriyetin İshak’ta çağrılacaktır.»




Yahudiler,  Ahdi  Atîk’in bu  rivayetini şu  şekilde tefsir ederler : İsmail ve İshak Babaları İbrahim’dir. İsmail, Arap kabilelerinin babasıdır. İslâm Peygamberi İsmail gibi Arap olduğundan, ona mensup olduğu gibi, İslâm’ı kabul etmiş Arap olmayan milletler de İsmaile mensup addolunur. İşhak oğlu Ya’kûb’a Tanrı  (Yahve)  tarafından  «İsrail» lakabı verilmiştir. Bundan «Benî İsrail» namıyle anılan Yahudiler İshak ve İsmail dolayısiyle, bütün Müslümanlar ve İslâm ailesine mensup olan Türkler ile kardeştirler. Bu, eski İbrani dinî edebiyatında böyle kabul olunduğu gibi, halk indinde de böyle kabul edilmiş; İbranîce’de Türkiye’ye «Türk Memleketi» denildiği gibi “İsmail Memleketi” de denilmiştir. Mektep görmemiş Yahudiler indinde Müslüman olan Mısırlılar, Cezayirliler, Afganlar v.b. Türktürler. Tarih bakımından İbranîler ve Araplar Sâmî, lisanları Sami, örf ve âdetleri hemen hemen birdir. Tevhid ve zahiri ibadetler yönünden bir oldukları gibi aralarında iman ve din ihtilafı da yoktur.


İsmail ile İshak’ın babaları bir, anneleri ayrı kardeş oldukları malûmdur. Hz. İbrahim, Sârâ’nın çocuğu olmadığından Hacer’le evlenmiş ve ondan İsmail olmuştur. Daha sonra Sârâ bu duruma üzülmüş ve Cenâb-ı Hakk ona, merhamet ve inayeti ile, ihtiyarlığında İshak’ı vermiştir. Bazı kaynaklarda, Türkler'in Nuh'un oğlu Yafes’in soyundan geldikleri rivayet edilmektedir. Mudar ve Rebi’a nâmlariyle iki kola ayrılan Arap kabilelerinin Hz. İsmail’in evlatları olduğu ve Kureyş kabilesinin de Mudar kolunun en hâlisi bulunduğu belirtilmektedir. Yahudiler ise, soy kütüklerini Nuh’un oğlu Şam’dan başlatarak Hz. İbrahim’e, ondan îshak’a, İshak’tan Yakub’a ve onun oğullarına dayandırmaktadır (Tekvin, X-L Baplar).


Tarihlerini ve soy kütüklerini Kutsal Kitapları’na (Tanah) dayandıran Yahudiler, bütün dünyada barışı ve iyiliği yaymakla görevlendirildiklerine inanmaktadır. Yahudilik genelde, iki prensip üzerine bina edilmektedir: “Tanrı’nın birliği ve İsrail’in seçkinliği”, Bu seçilmişlik Yahve tarafından, Hz. İbrahim’e, «senin zürriyetin düşmanlarının kapısına hâkim olacaktır; zürriyetinde yerin bütün milletleri mübarek kılınacaktır» (Tekvin, X X II/18) şeklinde; Hz. Yakub’a da, «Baban îbrahimin Allahı ve İshakın Allahı Rab benim; üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; senin zürriyetin yerin tozu gibi olacak, şarka, garba, şimale ve cenuba (yani doğu, batı, kuzey ve güney) yayılacaksın; yerin bütün kabileleri sende ve zürriyetinde mübarek kılınacaktır» (Tekvin, X X III/13 ) şeklinde yapılmaktadır. Tesniyede bu, «sen Allah’ın Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allah’ın Rab yeryüzünde olan bütün kavîmlerden Kendine has kavim olarak seni seçti» (Tesniye, V II/6) biçiminde belirmektedir.


Yeryüzünde mevcut dinler arasında «Tevhid» noktasında İslâm’a en yakın din, Yahudiliktir. Ancak Tanrı Yahudiler’de millileşmekte, sadece bir kavme hasredilmekte; yorulmak, dinlenmek ve güreşmek gibi İnsanî sıfatlarla vasıflandırılmaktadır. Bunun yanında Melek, Âhiret, Peygamber anlayışı ve inancı açık olarak görülmemektedir. îman esasları; Tanrı’nın birliği, Musa’nın en büyük peygamber oluşu ve, gecikmiş olsa da, “Mesîh”in geleceği prensipleri etrafında oluşmaktadır. Bundan dolayı Yahudiler’in, Tanah’ın rivayetlerini tefsir ederek, İslâmla Yahudiliğin iman ve ibadetleri yönünden ihtilâfı olmadığını belirtmeleri isabetli görülmemektedir. Çünkü Hz. Muhammed, son Peygamberedir. Ona inen Kur’ân son Kitap’tır. Bunlar İslâm’da imanın şartlarından ikisidir. İslâm’da imanın şartlarından birini inkâr “küfür” olarak görülmektedir. Bu hususu Hikmet Tanyu şöyle belirtmektedir: «İslâmiyetle Yahudilik arasında türlü şekillerde sıkı bir münasebet olmuştur. İslâmiyet, daha açık bir ifadeyle Kur’ân, Musa’yı Peygamber ve Tevrat’ı Allah tarafından vahyedilmiş kabul eder, fakat hemen tesbit edilmediğini, çok sonraları yazıldığı için esasından tamamen saptırıldığını belirtir... Dinler Tarihi, ilmî araştırmalar sonunda, bu ciheti kesinlikle teyid etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 18 yerinde Tevrat kelimesi geçmekte, Hz. Musa’dan 34 Sûre’de bahsedilmekte, 13 Sûre’de de Yahudilere değinilmektedir. Bu bahislere rağmen iki din arasında çok önemli farklar yardır. Yehova ve Allah, Ahiret, Kurban, Kıyamet, Ruhun Ölmezliği vb. İslâmiyet, itikat ve amel bakımından temel olarak Kitap, Sünnet gibi iki kaynağa dayanırken, Yahudilikte değişiktir.» Bu ve bunun gibi benzer farklar bile, ikisinin aynı olmadığına yeter zannederiz. Kur’ân, geldiği gibi zaptedilmiş, içine hiç bir kul sözü karıştırılmamış ve tenakuzlar bulunmayan bir mucizedir. Fakat bugünkü Teyrat zamanında kaydedilmemiş, ondan asırlarca sonra yazılmış, muhtevasına kul sözü karıştırılmış ve tenakuzlar yeralmış bir kitaptır.


Hemen şunu da diyebiliriz ki, Yahudiler Mesîh Sevk-i tabisiyle yaşadıkları halde, Hz. Muhammed’e (S.A.V.) imân etmemelerinin ve ona en büyük düşmanlık duymalarının izahı mümkün değildir. Halen İbranî, Kudüs (Yeruşalâym) Üniversitesi’nde Yahudilere göre, Mesih’in gelip gelmediğinden bahseden «Seyfer ha-İka-rim» okutulup incelettirilmektedir. Halen bir Mesih’in gelmesini bekleyen bu Yahudiler, Hz. Muhammed’e inanmamıştır. Onların inancına göre Mesîh, Yahudiler arasından çıkacak ve onları kurtuluşa götürecektir.


Bir başka husûs da şudur: İslâm kaynaklarınca Hz. İbrahim, Allah’tan salih bir oğul ister; Allah da ona, İsmail’i verir. Hz. İsmail, ona yardım edecek çağa gelince, rüyasında, üç gün üst üste onu boğazlıyor olarak görür ve bunu oğluna söyler. İsmail de, “emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın” der.


Hz. İbrahim ahdini yerine getirmek üzere oğlu İsmail’i kurban etmeye götürür. Onu yan üstü yatırır. Tam keseceği sırada Allah (C.C.) tarafından bir KOÇ gönderilir ve, bilindiği gibi, bu koç kesilerek kurban borcu ifâ edilmiş olur. Bu ahdinden dolayı Hz. İbrahim mükâfatlandırılır ve salihlerden olmak üzere İshak ile müjdelenir.


Eski Ahit (Tevrat), kurban hadisesini şöyle anlatmaktadır: «Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, îshak’ı al ve Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların birinin üzerinde onu yakılan kurban olarak takdim et» ve hikâye devam etmektedir. Kurbanın vuku’ bulduğu yerin adı «Yehova - yire» konulmaktadır. İbrahim’e zürriyetinin düşmanlarının kapısına hâkim olacağı va’dedilmektedir. Bir başka yerde İshak’ın azîz kılındığı ve îshak da oğullarından Esav’ı çok sevdiği; fakat diğer oğlu Ya’kûb’un, babası İshak’ı kandırıp Esav yerine kendisini azîz kıldırdığı; diğer kardeşlerini kendisine kul olarak verdiği ve Yahudilerin de bu azîz olan Ya’kûb’un soyundan geldikleri yer almaktadır. Yahudilerin kendilerini daima efendi, diğer milletleri köle olarak görmeleri Kutsal Kitaplarındaki bu ve benzeri ifadelere dayanmaktadır.


Yahudilerin kendilerini Yahudi olarak isimlendirmeleri Hz. Ya’kûb’un Yuda veya Yahuda adındaki oğluna nisbetledir. Hz, Yâ’kûb’un oniki oğlundan dördüncüsünün adı olan Yahuda (Yuda) oniki oğlun soyuna ad olmuş ve onlar Yahudi olarak adlandırılmıştır. Böylece onlar, hem Hz. Y'a’kûb’a Tanrı tarafından verildiği kabul edilen «İsrail» lakabından meydana gelen «Benî İsrail» (İsrailoğulları), hem de Yahudi olarak isimlendirilmiştir. Bu isimler hep aynı kavmin insanlarını belirtmektedir. Türkiye’de kullanılan «Musevî» adı, Türkiye dışında Türkçe bilmeyen Yahudilerce bilinmemekte ve kullanılmamaktadır.


Îslâmî ilimlerde, Tefsir’de «İsrailiyât» kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime İsrâiliyye’nin çoğuludur ve Yahudi kelimesine oranla husûs ifade etmektedir. «Her İsrailî Yahudi olduğu halde, her Yahudi İsrailî neseb şayılmaz.) İsrâiliyât teriminden, Yahudi kültür ve medeniyetinden tefsire aktarılan rivayetler ve tesirler anlaşılmaktadır. Diğer dinlere nisbetle Yahudilikten gelen haberler ve Müslümanların onlarla münasebeti daha fazla olmuştur. Bundan dolayı tefsirde «İsrâiliyât» önemli bir yer tutmaktadır. Biz de, Yahudileri, Kur’ân’da çok sık bahsedilmesi, Müslümanlarla yakın münasebetler içinde olması, «Ehl-i Kitab» kabul edildikleri için Hz. Muhammed’in ilk dönemlerde onlarla dostâne geçinmesi ve sonradan İslâm’a zarar vermek istemeleri yönünden ele alıp incelemeyi uygun bulduk.


Allah, Hz. Muhammed’den önce gönderdiği her peygambere kendilerine inanılacağına, tasdik edileceğine ve muhaliflerine karşı yardım edileceğine söz vermiştir, Buna, karşılık onlardan da kendilerine inanacak ve tasdik edecek herkese ulaştırma sözü almıştır. Bu söz gereği olarak peygamberler üzerlerine düşen hak ve vazifeleri yerine getirmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Muhammed’e hitaben bu hususu şöyle açıklamaktadır: “Allah peygamberlerden şöyle ahid almıştı : Size kitap ve hikmet verdim sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelince, ona muhakkak inanıp kendisine yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da, ikrar ‘ettik’ demişlerdi. Bunun üzerine Allah onlara: Öyle ise (birbirinize) şahitlik edin, ben de sizinle beraber şahitlik ederim, demişti.” Böylece Allah, «bütün peygamberlerden, kendilerine inanılmak ve karşı gelenlere karşı kendilerine yardım edilmek üzere, söz almıştır. Peygamberler de, iki kitap ehlinden (Tevrat’a ve İncile inananlardan) kendilerine inanıp sözlerini doğrulayanlara dinlerini bildirdiler.» 


Hz. Muhammed ve Yahudiler:


Böylece Hz. Muhammed, ahdini yerine getirmek jçin peygamberliğini, yakından başlamak üzere tebliğ ediyor. Hz.. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebubekr ve Zeyd b. Haris ilk Müslümanlardan oluyor. Hz. Muhammed İslâm’ı ilk önce gizli yaymaya başlıyor, daha sonra «Sana emrolunanı açıktan açığa beyân et, müşriklerden yüz çevir» âyetinin hükmüyle hareket ediyor; fakat Mekke müşriklerinin mukavemetiyle karşılaşıyor. Buna rağmen, Hak bildiği yolda, bir ân bile olsa, tereddüt eseri göstermiyor. O, her Hac zamanı Kâbe’ye gidiyor, ziyarete gelenlere İslâm’ı anlatıyor. Yine böyle bir zamanda Medine’nin Hazrec kabilesinden yedi kişi geliyor. Hz. Muhammed onlarla konuşuyor; İslâm’ı anlatıyor ve Kur’ân’dan âyetler okuyor. Bu Medinelilerin -ki daha önce bir peygamberin geleceğini duymuşlardı-gönülleri İslâm’a ısınıyor; fakat kabileleri arasında vukubulmuş olan ayrılığı kaldırıp, birlik sağlandıktan sonra, gelecek bu mevsimde tekrar görüşmek üzere ayrılıyorlar. Medine’de istedikleri durumu meydana getirdikten sonra Hz. Peygamber’i Medine’ye davet ediyorlar. İslâm tarihinde «Hicret» olayı dediğimiz olay vuku buluyor.



Hicret  olayı sırasındaki Medine’nin durumu  şöyle tasvir ediliyor : “Yahudiler, Arap, yarımadasında İslamiyet’ten asırlarca önce yayılmış ve yarımadada Yahudi kolonileri kurulmuştu. Bu kolonilerin en tanınmışı Yesrib’dedir şehir sonradan Medine adı ile anılmıştır.» Romalıların Şam’ı ele geçirip Yahudileri çiğnemeleri ve öldürmelerinden sonra, Yahudilerin üç kabile olarak (Beni Nadir, Kaynuka, Kurayza), burada yerleşmişlerdir. Arnold, Yesrib (Medine) şehrinin hayli zamandan beri Yahudilerin işgali altında bulunduğundan, bunların millî felâketlerinden, İmparator Adriyan’ın hükümeti altında maruz kaldıkları zulümlerden dolayı kendi memleketlerinden kaçıp burada yerleşmiş olduklarını; Ahbâriyyun da, «Hz. Muşa zamanında gelmiş olduklarını; Kutluay ise, “Arabistan, Yemen, Hicaz, Irak ve İran’da yaşayan Yahudi cemaatlerinin bu bölgelere ne zaman yerleşmiş olduklarının kesinlikle bilinmediğini” ifade etmektedir. Yahudilerin kendi memleketlerini bırakıp buraya, yerleşmeleri, «Arz.ı Mev’ud»un istilasından sonra olduğu muhakkaktır. Ne zaman gelirlerse gelsinler, Hz. Muhammed Medine'ye geldiği sırada burada yoğun bir Yahudi kitlesi bulmuştur.


Babil Kralı Buhtunnasar (Nabukadnazar), Kudüs’ü zaptedip Yuda Krallığı'na son verdiği (M.Ö. 586) , Tevrat’ı imha edip «Mabed’i yakıp yıktığı, îsralloğulları’ndan bir kısmını esir aldığı sırada bazı Yahudi grupları Hicaz taraflarına gitmiş; Vadı’l Kurâ, Teymâ ve Yesrib’e yerleşmiştir. O, sırada, orada, Cürhümlüler’den bazı topluluklarla Amâlikâ’nın kalıntıları bulunmaktadır. Yahudiler, önceleri, onlarla iyi geçinmiş; zamanla çoğalınca onları oradan kovup şehri ele geçirmiş ve uzun zaman Yesrib’de (Medine) yaşamaya başlamışlardır.


Yesrib (Medine) şehrinde, Yahudiler’den başka, putperest olan Evs ve Hazrec kabileleri vardı. Bunlar birbirleriyle iyi geçinemiyorlardı. Yahudiler, bunlara, «Yakında bir peygamber gelecek; biz ona tâbi olacağız ve onunla birlikte sizi Âd ve İrem gibi yok edeceğiz» diyorlardı.


Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Hazrec'den yedi kişi, Hz. Muhammed’le konuştuktan sonra kendi aralarında «Şüphe yok, Yahudilerin zuhur edeceğini söyledikleri peygamber budur, haydi kendisine ilk katılan biz olalım» şeklinde konuşup İslam’a girmişlerdir. Bu, İslâm’ın dönüm noktası olmuştur. Böylece Peygamberi Medine'ye davet etmişlerdir,


Yahudilik’te, «Tevrat’ın Hz. Musa’ya indirilmesiyle din tamamlanmamakta», o yerine Yeşu'u (Yohoşu’a) bırakmakta, nebiler birbirini takip etmektedir. Tevrat’ın nüzûlünü takibeden yüzyıllar içinde gelen nebiler silsilesi «Malaki» ile sadece Ahd-i Atik’de sona ermekte; fakat istikbalde zuhûr edecek ve MESÎH’in haberciliğini yapacak olan Eliyahu’ya intizar ümidi sebebiyle «Nübüvvet» müessesesi açılmaya hazır bir kapı olarak durmaktadır. Yine Peygamberlik hususundaki düşünceleri de; peygamber, yeryüzünde Allah’ın hükümranlığının temsilcisidir, birbirine bağlı uzun bir peygamberler silsilesi vardır; bu, Musa’da bitmemiştir; dünyanın sonuna kadar onun yerini alacak bir nebî bulunacaktır. Halbuki, İslâm’da Peygamberlik Hz. Âdem’le başlar, Hz. Muhammed’le son bulur. Fakat o (Hz. Muhammed) , Allah’ın Resûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah’ın emirleri de Hz, Muhammed’e bildirilen, hiç bir değişikliğe uğramadan onun ölümüne kadar devam eden ve ondan sonra da değişmeden günümüze kadar gelen, bundan sonra da değişmesi mümkün olmayan Kur’ân-ı Kerîm’le son bulmuştur.


Hz. Muhammed (S.A.S.), Medine’ye (Yesrib) vardığı zaman, Medine halkı, bir kurtarıcının geleceği hakkında bir fikre sahip bulunuyordu. Onlar, Hz. Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğu talebini anlamaya, Mekke müşriklerinden daha müsaitti. Putperestler için böyle bir fikir tamamiyle meçhuldü. Çünkü, bütün dünya putperestliğin zulmet ve cehaleti içinde yuvarlanıp giderken, Hz. İbrahim’in Allah nazarjyesini teyid eden Hz. Musa’nın şenatı Allah’ın «BİR»liğini bir daha ortaya atmış ve «Âhirzaman Peygamberi» nin geleceğini tebşir etmişti. Bunun için Ehl-i Kitab’ın Hz. Muhammed’e iman etmesi, onun tek peygamber olduğunu desteklemesi lâzımdı. Ehl-i Kitab’ın İslâm karşısındaki durumları hiçte böyle olmamıştır.


Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye «Hicret» ettiği sırada Medine Yahudileri, Fatyûn isminde gayet ahlâksız bir reisin idaresinde, vaziyete hâkimdiler. Fatyûn, hain ve zalimdi. «Bu adam, evlenecek her kızın mutlaka kendi evinde bir gece geçirmesini istemiş, ve bunu kabul ettirmişti. Yahudiler bu namus dışı harekete zorla tahammül ediyorlardı. Aynı hareket, Ensar’a da tahmil edilmek istendiğinden bunlar derhal isyan etmişlerdi. Ensar’ın reisi, bu durum karşısında isyan edip Fatyûn’u öldürmeye muvaffak olmuştur». Bu ahlâk dışı olayı bütün Yahudilerin kabul etmesi mümkün değildir; ama kabul edenlerin var olduğunu yukarıdaki kaynak bildirmektedir. Yahudilerin istemeyerek de olsa boyun eğmek zorunda kaldıkları bu olaydan, ancak Medineli Müslümanlar sayesinde kurtuldukları ve Müslümanların putperestlere olduğu kadar Ehl-i Kitap’tan olanlara da hidayet yolunu gösterdikleri malûmdur.


Hz. Muhammed,  Medine’ye  «Hicret»  ettikten sonra, Yahudilerin reislerini yanına celbetmiş, onlarla bir dostluk ve ittifak muahedesi akdeylemiş; fakat Yahudiler, çeşitli bahanelerle, bu muahedeyi bozup Müslümanların aleyhine dönmüşlerdir. Bütün ticaret merkezlerini elde edip, Müslümanlara fahiş faizlerle borç para vererek, onları müşkül duruma sokmuş ve rehin olarak Müslüman çocuklarını istemişlerdir. Medine’nin en kıymetli topraklarını ellerine geçirmek suretiyle servet sahibi olan Yahudiler, zina ve kumara son derece düşkünlük göstermişlerdir. Bununla ilgili olarak Talmut’da şöyle bir maddenin bulunduğu belirtilmektedir ; «Eğer Yahudi olmayan bir insan zarurete düşerse, ona vereceğiniz paraya o kadar büyük faiz koyunuz ki; o adam, altından kalkamasın, bütün malını satmaya mecbur olsun. Yahudinin bu gibi şeylerden istifade etmesini, kendisinden başkasını ezmesini bilmesi şarttır». Eğer Talmut’ta böyle bir hüküm varsa, demek ki Yahudiler, Talmut’un emrini yerine getirmeye çalışarak, Müslümanları ezme siyaseti gütmüşlerdir.



Yahudilerin servet sahibi olmak arzularına ve bu servetlerini baskı unsuru olarak kullandıklarına -bugün olduğu gibi- o gün de şahit olmaktayız. Halbuki Hz. Muhammed, Yahudileri Ehl-i Kitap olarak kabul ediyor ve onları kendi taraflarına almaya çalışıyordu. Ziya Şakir, bu hususta, şöyle diyor: «İslâm’ın zuhur etmesi, önce Yahudilerin üzerinde hiçbir sarsıntı husûle getirmemişti. Çünkü îslâm sadece putperestlikle mücadeleye girişmiş, Yahudilere ve Hıristiyanlara (Ehl-i Kitap) nazarı ile baktığı için, onlara çok geniş bir müsamaha göstermişti». Kur'ân’da; « (Yahudi ve Hıristiyanlardan) Düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere Yahudi ve Hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele edin (yumuşak ve tatlı söz söyleyerek hakkı anlatın. Düşmanlıkta ileri gidenlerle ise, savaşın). Bir de deyin ki: «Biz hem bize indirilene (Kur’ân’a), hem de size indirilene (Tevrat ve İncile) iman ettik. Bizim İlâhımız ve sizin İlâhınız BİR’dir, yalnız O'na itaat ederiz» buyurulmaktadır. Ömer Nasuhi Bilmen, bu âyetin tefsirini şöyle yapmaktadır : «Bu mübarek âyetler, Ehl-i îslâmın Ehl-i Kitab’ı ne veçhile din-i İslâm’a dâvet ve onlar ile mübahase edeceklerini bildiriyor ve o Peygamber-i Zişân’a verilen Kur’ânı Mübîn’e ehl-i kitabın ve bir kısım müşriklerin imân ettiklerini, onu ancak kâfirlerin inkâr eylediklerini haber veriyor... (ve ehl-i kitap ile) de yani; Yahudiler ve Nasâra taifeleriyle de onları irşâd için (en ziyade güzel suretten başkalarıyla mücadele etmeyin) gazaba, hiddete mağlup olmaksızın kemâl-i rıfk ile, hayırhahâne bir surette mübahaseye, onları ikaza çalışın.»



Allah’ın (C.C.), Peygamberine hitaben, «İşte bundan dolayı sen davet et ve emr olunduğun gibi istikamette bulun ve onların hevâlarına tâbi olma ve de ki ; Allah’ın indirmiş olduğu Kitab’a iman ettim ve aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizedir, sizin amelleriniz de size aittir. Bizimle sizin aranızda husumet yoktur.» Bu âyet şöyle tefsir ediliyor : «Bir hüccete ihtiyaç kalmamıştır, hak zahir olmuştur, Size karşı bizde nefsanî bir husumet yoktur ki, ondan dolayı sizi takbih ve teşhir etmiş olalım. Biz yalnız Allahımız’ın emrine riayet, insaniyete hizmet, içindir ki, sizi din-i İslâm’a davet ediyoruz, aramızda Bir din kardeşliğinin tecellisini temine çalışıyoruz»


Görülüyor ki, ilk zamanlar Ehl-i Kitab’a karşı bir kardeşlik hissi ye onlarla iyi münasebet kurma tavsiye ediliyor. Hz. Muhammed de bu yolu seçerek onlarla andlaşma yapıyor. İslam’ın ilk yıllarında bu durumu teşvik eden âyet ve hadis hayli çoktur. «Hz. Muhammed (S.A.V.) halkın ahenk ve huzur içinde yaşamasını ve İçtimaî birlik vücuda getirmelerini istemiş ve bu maksatla bir takım andlaşmalar da yapmıştı. Muhacirlerle Ensâr arasında imzalanan andlaşma içine Yahudiler de dahil edilmiştir. Bu andlaşmada şöyle denilmektedir: ‘Bize tâbi olan Yahudilere gelince : Onlara da yardım edilir. Onlar da müsavi muameleye tâbi olup zulme uğramazlar. Onlara karşı gelinmez. Müslümanların sulhu birdir. Yahudiler, beraber muharip oldukça, müminlerle müttefik muamelesi görürler. Benî Nadir Yahudileri müminlerle beraber olan bir ümmettir. Yahudilerin dini kendilerine, mü’minlerin dini kendilerine aittir. Yahudilerin köleleri de kendileri gibidir. Muhammed’in müsaadesi olmadan kimse çıkarılamaz, intikam yasaktır. Yahudilerin nafakaları kendilerine, Müslümanların nafakaları da kendilerine aittir».



Kur’ân-ı Kerîm, en çok Yahudilerden ve onların inatçılığından bahsederek Müslümanlara ibret dersi de vermektedir. Yine onlar, İslam’ın huzurunda, bu dini dağıtmak için çok gayret sarfetmişlerdir. Hz. Peygamber’in sağlığında, onlardan Müslüman olanların adedi bir kaç tanedir. Buharî’de yer alan bir haberde Peygamberimiz, «Bana Yahudilerden 10 kişi iman etseydi, bütün Yahudiler de iman ederlerdi» buyurmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in açık hükümlerine ve Peygamberin müsamahasına rağmen, Yahudilerden Müslüman olanların sayısı -sağlığında- sayılabilecek bir ölçüdedir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Müslüman olanların sayısı artmış görünmektedir. Yahudilerden Müslüman olanların sayısı arttıkça, nifak da artmıştır. Bu nifak, daha ziyade, Peygamber’in ölümünden sonra, İslâmî kaynaklarda olmuştur (tefsir vb. gibi). Cerrahoğlu, bu konuda, şöyle demektedir : «Bu gibi menkûlat, zamanla çoğalmış, gafil olan müfessirler kitaplarını, çeşitli merviyatla doldurmuşlardı. Bu rivayetlerin İslamiyet’e girişi bidayetteki Müslümanların kültürlerinin zayıflığında aranacağı gibi, İslâmiyet’e diğer dinlerden gelenlerin şahsî durumlarında da aramak lâzımdır. Onlardan bir kısmı menfaat dolayısiyle Müslüman olmuş, hattâ bu dinî düşman olarak görmüş, onu zayıflatmak için, ona zararlı olabilecek şeyleri de sokmuştur. Onlardan diğer bir kısmı, hakîkaten samimî Müslüman olmuşlar, psikolojik bir hâl olarak bir ömür yaşadıkları dinin, zihinlerine yerleştirdiği alışkanlıktan kurtulamamış, ellerinde olmayarak eski dinlerinde gördükleri câzip şeyleri yeni dinde de görmek istemişlerdir». A,İnan, «Her yerde ve her zaman insan toplulukları birbirinin aşağı yukarı aynı olduğu için eski kavimlerde olduğu gibi Müslüman kavimlerde de birçok hurafeler İslâm dininin emirleri imiş gibi yerleşmiştir. Muhtelif dinlere mensup olan kavimler Müslüman olduktan sonra bu hurafeler çoğalmaya başlamıştır. Çünkü her kavim İslâm cemaatine eski dinlerinden birşeyler getirmişlerdir. Bu putperestlik devrinin kalıntıları olan hurafeler, Dinler Tarihi araştırmalarından anlaşıldığına göre, İlâhî gerçek din (İslâm) için her devirde bulaşıcı bir İçtimaî hastalık olmuştur» diyor ve gerçek din bilginlerinin her devirde bunlarla mücadele ettiğini, fakat bazı müfessirlerin, İsrailiyât (Tevrat, Talmud ve benzeri kitaplardan) ile Samî kavimlerin folklor malzemelerinden faydalanarak, yaptıkları tefsirlere, bilmeyerek, bir takım hurâfeler ve hikâyelerin, Kur'ân-ı Kerîm’in esas talimatına aykırı olarak, girmesine sebep olduğunu; bu hususta Hârût’la Mârût hakkındaki hurâfelerin İslâmiyet’in melekler hakkındaki talimatına aykırı bulunduğunu kaydediyor. Zaten samimî olarak kendi dininden dönüp İslâm’ı kabul edenlere diyecek birşeyimiz yoktur. İslâm inancına göre eğer bilmeyerek hata işlenmiş ise Allah affetmekte; çünkü Peygamberimiz «Ameller ancak niyetlere göredir» buyurmaktadır. Fakat, asıl mesele; inanır görünüp de, inanmayanlardır. Bunların gayesi elbette İslâmiyet’i yıkmak olacaktır. Bir kaleyi içerden fethetmek, dışardan fethetmekten daha kolaydır. Buna da, daha çok Ehl-i Kitaptan olanlarda şahit oluyoruz. Çünkü putperestlerin, inançları belirli ve sağlam bir kaynağa dayanmadığı için, eski inançlarını yaşatmaları mümkün değildir. Ama, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) için bunu demek mümkündür. Hele bunlar, Yahudiler gibi, kendilerini, Kutsal Kitaplarının öğretilerinden; necip bir ırk olduklarına ve Hz. Musa'nın peygamberliğinin devam ettiğine inandıran bir millet olursa... Onların bu tip inançlarını bugüne kadar yaşattıklarını görmek mümkündür. Müslüman gibi görünüp, eski dinlerinde sebat etmiş Yahudiler yanında Hıristiyanları da zikredebiliriz. Ancak konumuz Yahudiler olduğu için, onlara, burada yer vermeyi lüzumsuz görüyoruz.


Tevrat’ın çeşitli kişiler tarafından kaleme alındığı ve Musa’dan 1000 yıl sonra, ancak bugünkü şekle geldiği düşünülürse, bu kadar uzun bir müddet içerisinde, çeşitli etkiler arasında, Musa’ya ne derece sadık kalınacağını tahmin etmek güç olmasa gerektir. Böyle olunca da, çelişkilerin, birbirini tutmaz tekrarların olması tabiî görülebilir.


Kısas-ı Enbiya’da, «Hz. Muhammed, Bedr Gazvesi’nden muzaffer dönünce, din-i îslâm pek ziyade kuvvet buldu. Bunun üzerine, (Medine’deki Yahudiler) ‘Tevrat’ta mezkûr olan Nebiyyi Ahirü’z-Zaman budur’ demeye başladı ve henüz imân etmeyenlerden bazıları imân eyledi, bazıları da zahiren İslâm’a girdi. îşte bu cihetle ehl-i İslâm içinde bir hayli münâfıklar peydâ oldu». diye zikredilmektedir. Bedr Gazvesi’nden sonra, Yahudilerle yapılan anlaşmanın akabinde, Yahudilerden olan Kâ’b b. Eşref, Mekke’ye gidip Kureyş’i Ehl-i İslâm aleyhine tahrik etmiştir. Bu tahrik ve teşvikler Uhud Gazvesinden sonra daha da artmıştır.


Uhud Gâzvesi’nden sonra Yahudiler, fikir ve tavırlarını değiştirmişlerdi. Hz. Muhammed, Müslümanlarla andlaşma yapan Yahudilerin andlaşmaya olan sadakatlerini öğrenmek için, Kuba yakınındaki Beni Nadir Yahudilerine, aralarında Hz. Ebu Bekr, Ömer, Ali gibi ashâbdan on zâtla gitti. Bunlar, İslâm aleyhinde bulunmamak üzere, Hz. Muhammed’le anlaşmışlar ve onun Kütüb-ü Semaviyye’de (İlâhî Kitaplar) vadolunan «Âhir Zaman Nebisi» olduğunu söylemeye başlamışlardı. Fakat bir taraftan da Mekke ve Medine münafıkları ile muhabere ediyorlardı, Peygamber, Yahudiler’e gidiş gayesini ve teklifini açıklayınca ilkin iyi karşılanmış, fakat sonradan aralarında bir dedikodu başlamış ve birkaç kişi bir araya toplanıp aralarında birşeyler konuşmuştur Bu, Peygamber’i öldürmek için bir hazırlıktır. Suikast, Hz, Muhammed’in oturduğu damın başına çıkıp büyükçe bir taş atmak şeklinde olacaktır. Bu işi yerine getirmeyi de Amr b. Cihâş üzerine almıştır. Amr b. Cihâş dama taşı atmak için çıkmış; fakat bundan haberdar olan Hz. Muhammed, derhal oradan kalkmış ve Medine’ye dönmüştür. O, Medine’ye dönünce, Muhammed b. Mesleme’yi Benî Nadîr-e elçi göndermiş, andlaşmayı bozduklarından ve Peygamber’e karşı suikast hazırladıklarından dolayı, on gün zarfında, memleketlerinden çıkıp başka bir yere gitmelerini emretmiştir.


Âdetleri üzere Yahudiler sıkıştıkları vakit inanmış görünmeyi, rahata kavuştukları zaman düşmanlıkları ve kendi inançları doğrultusunda yaşamayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Aynı şeyi Hz. Musa’ya karşı da yaptıklarını Kur’ân-ı Kerîm şöyle belirtmektedir : «(Ey îsrailoğulları, hem hatırlayın ki!, Bir vakit sizi ve atalarınızı Fir'avn avanesinden kurtarmıştık, sizi azabın kötüsüne sürüp oğullarınızı boğazlıyor, kızlarınızı hayatta (diri) tutmak istiyorlardı ve bunda, sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. Yine hatırlayın ki, bir vakit sizden ötürü denizi yardık da hepinizi kurtardık, Fir’avn avanesini ise, sizler bakıp dururken, suda boğduk. Bir vakit de Musa’ya, Tûr’da vahy için kırk gece vâde vermiştik. O, Tür’a gittikten sonra, siz, buzağıyı tanrı edindiniz ve bu halinizle zalimlerden oldunuz». Bir başka Âyet’te, «İtaat için sağlam söz verdikten sonra, arkasından döneklik ettiniz» denilmektedir.


îsrailoğulları, Tevrat’ın hükmünce amel edeceklerine söz verdikten sonra bu sözlerinden dönmüşlerdir. Yahudilerin sözü daima zahiren olmuş, bâtınen bir şey vuku bulmamıştır. Bundan dolayı onların sözüne güvenilemeyeceği kanaati yaygınlaşmıştır. Ancak Müslüman olmuş bir kısım insanı bundan istisna ediyoruz. Çünkü içlerinden samimi olarak İslâm’ı kabul etmiş olanlar bulunmaktadır. Bunlardan birkaç örnek vereceğiz.


Hz. Muhammed Medine’ye vasıl olup, Hz. Halid Ensâri’nin hanesine misafir olduğunda, bunlardan Abdullah b; Selâm'ın durumu şöyle anlatılır : «O gün Medine ahalisi, Hz, Halid’in hanesine gelip Resûl-i Ekrem'i ziyaret ettikleri sırada Ulemâ-ı Yahud’dan (Abdullah b. Selâm) dahi geldi ve dikkatle Hz. Peygamber’in yüzüne baktı “bu yüz yalancı yüzü değildir’ deyip hemen îslâm ile müşerref oluverdi”, yine Medine’de, ilim, fazilet ve servet sahibi Muhayrik isminde bir Yahudi vardır. O, Hz. Muhammed’in İlâhi kitaplarda zikredilen «Âhir Zaman Peygamberi» olduğuna inanmış; fakat birdenbire dindaşlarından ayrılıp İslâm’ı kabul edememiştir. Muhayrik’in Uhud Gazvesi’nde İslâm’ı kabul ettiğini Ahmed Cevdet Paşa şöyle anlatmaktadır : «Gazve-i Uhud günü, diğer rüesayı Yahud’un yanına gidip Kütüb-i Semaviyeye nazaran bugün Uhud’da cenk ve cihâd eden Zât-ı Şerif’in Nebiyyi Ahirü’z-Zaman olduğundan şüphe yoktur. Ona yardım etmek üzerimize farzdır dedikte onlar da ‘bu gün yevm-i sebttir. Bir işe yapışamayız. Muharebeye nasıl gidelim’ demişlerdir.



Muhayrik ‘Onun şeri’ati yevm-i sebt resmini nesli etti. Kalkınız gidelim, o Nebiy-yi Zişân’a yardım edelim’ demiş ise de dinlememişler. O dahi artık dayanamayarak ilân-ı İslâm ederek Huzûr-ı Nebevî’ye geldi : “Ya Resûlallah! Eğer ben şehid olursam cümle emvalimi umur-i cihada sarfet” diye vasiyet etti. Bâdehû kendisini ortaya attı ve merdâne cenk ederek şehid olup dâr-ı Cennet’e gitti. İşte onun hakkında Resûl-i Ekrem, “Muhayrik, millet-i Yahûd’un en hayırlısıdır” dedi.


Bu arada Yahudi olup, İslâm’a girip, Hz. Muhammed’in zevcesi olma mertebesine yükselen ve samimî Müslüman olan Hz. Safiye’yi de zikredelim.


Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in sağlığında, Müslüman olan Yahudilerin sayısı üç-beş kadardı. Bu ilk Müslüman olanlar, samimî olarak kabul edilebilir. Daha sonra Müslüman olanlara, tereddütle bakılabilir.


Yahudilerin büyük din âlimlerinden olan Abdullah b. Selâm, Hazreti Muhammed’le temas edince, onun Tevrat’ta zikri geçen son Peygamber olduğunu anlamış ve Müslüman olmuştur, Abdullah b, Selâm’ı kendilerinin âlimlerinden ve mürşidlerinden sayan Yahudiler, İslâm’ı kabul etmesinden sonra onun aleyhinde söylenmedik söz bırakmamışlardır. Biraz evvel övgüde bulundukları bu adamın hakkında birçok şeyler uydurup Yahudi mahallelerine yaymışlardır. Bu hâdise de, Yahudilerin İslâm aleyhtarlığını körüklemiş ve Mekke’de müşriklerle uğraşan Hz. Muhammed, Medine’de de Yahudilerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Bunlar Ehl-i Kitap olduklarından karşılarına peygamberler tarihine ait sorular çıkarıyorlardı. Bu mücadelede hileye başvurmaktan çekinmiyorlardı. Tevrat’ta olan şeyleri bile ayaklar altına alıyor ve Peygamber’e sorulmayacak şeyler soruyorlardı. Ortalığı karıştırmak için hile ve yalan yolunu tercih ediyorlardı.


Bedr Gazvesi’ndeki başarıyı takiben, Uhud Gazvesi’nde ganimet sevdasına düşüp, harbin sonuna kadar bulundukları yerlerden ayrılmaması gereken Müslüman1ar yerlerini terkedince savaş, Müslümanların şehîd vermelerine sebep olmuştur. Uhud'da şehid olanlar defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem, Medine’ye gelmiştir. «Şühedânın evlâd ve iyâl ve akrabaları ağladıkça güruh-u münafıkin, memnun olurdu, İslâm’ın bu mağlubiyeti üzerine Yehûd taifesi dahi şımarmıştı». Bu ve benzeri olaylar Hz. Muhammed’in bunlara karşı kesin tavır almasına sebep olmuştur.


Yahudiler; bunlarla yetinmeyerek, her türlü ikilik, düşmanlık tohumları ekmeğe, ortalığı karıştırmağa, türlü olaylar çıkarmağa çalışmış ve İslâm’a karşı büyük bir düşmanlık duymuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm, Yahudiler hakkında çok dikkate değer âyetlerle, bu durumu, belirtmiştir.


Yahudiler; hem Hz. İsa’yı, hem de Hz. Muhammed’i peygamber tanımıyor ve İslâm dininin kendi kitaplarından alındığını ileri sürüyorlardı. Hattâ işi silâhlı direnişe bile götürmüşlerdi. 628 yılında Yahudi kalesi olan Hayber, Müslümanlar tarafından zaptedildi. Burası Hz. Muhammed zamanında Yahudiliğin merkezi idi. Medine’den suçları dolayısıyla çıkarılmış Yahudiler de Hayber Şehrine yerleşmişlerdi. Yahudilerin, İslâm düşmanlariyle anlaşmalar yapmaları, onlara yardım etmeleri, başlangıçta iyi olan ilişkileri bozmuştu. Hendek savaşında Benî Kurayza Yahudiler İslâm düşmanlarıyla anlaşmışlardı. Peygamberimize suikast tertip etmeye teşebbüs eden Benî Nadir Yahudilerine on gün mühlet verilmiş; ancak, Yahudiler çıkıp gitmeye hazırlanırken, münafıkların reisi Abdullah îbni Ubey îbni Selül onlara «Yerinizde sebat ediniz. Biz size yardım ederiz, Yahud-i Benî Kurayza ile muâhid ve müttefikiniz olan Kabile-i Katafân dahi imdad ederler» diye gizlice haber göndermiş olduğundan Benî Nadir, evvelki çıkıp gitme niyetlerinden vazgeçip, çıkmayacaklarını bildirmiş ve elinden geleni geri koymaması için, Hz. Muhammed’e haber göndermişlerdi.


Münafıkların bu halini beyan etmek üzere aşağıda meâllerini vereceğimiz âyetlerin nazil olduğu ifade edilmektedir. Âyetler bu hâdiseyi şöyle anlatmaktadır: “Şu münafıklık yapan kimseleri görmüyor musun? Ehl-i Kitap'tan küfreden kardeşlerine şöyle diyorlar: Andolsun, eğer siz yurtlarınızdan çıkarılırsanız, biz de, sizinle beraber çıkarız. Sizin hakkınızda ebedî olarak kimseye itaat etmeyiz ve size karşı harp yapılırsa muhakkak size yardım ederiz. Halbuki Allah, onların yalancı olduklarına şehadet ediyor”.


Münafıkların hali Kur’ân-ı Kerîm’de çok yerde zikredilmektedir. Hattâ, Cenâb-ı Hak, Hucûrat Sûresi’nde bunları şöyle uyarmaktadır: «(Ganimet hevesi ile görünüşte İslâm’ı kabul eden bazı) Bedeviler; «Biz gerçekten iman ettik» dediler.» (Ey Resûlüm, onlara) de ki: (Siz kalplerinizle iman etmediniz, ancak biz (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) Müslüman gözüktük deyin; henüz imân kalplerinize girmemiştir.» İmanlarında sadık olanları da şöyle açıklamaktadır: «Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberine iman etmişlerdir; sonra (imanında) şüpheye düşmemiş; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler imanlarında sadık olanlardır,»



Yahudiler, Müslümanlara karşı, silahlı direnişlerde de bulunmuştur. Çeşitli suçları dolayısiyle, yerleşmiş bulundukları, Medine’den kovulan Yahudiler’in çoğu Hayber’de toplanmıştır. Medine’nin Şam yönünde ve Medine’ye dört konaklık bir mesafede bulunan Hayber, büyük bir şehirdir. Arapların en büyük ticareti Şam’la olmaktadır. Yahudilerin Şam yolu üzerinde böyle toplanıp bir kuvvet oluşturması, İslâm için zararlı görülmüştür. Ancak o güne kadar Müslümanlar, Mekke müşrikleri ile uğraştıklarından, Şam tarafını düşünmeye fırsat bulamamışlardır. Mekkelilerle Hudeybiye’de anlaşma yapılınca, Şam tarafını düşünme fırsatı doğmuştur.


Hz. Muhammed zamanında Yahudilerin merkezi ve kalesi olan Hayber, 628 yılında, Müslümanlar tarafından zaptedilmiştir. Hz. Muhammed, 200 atlı, 1500- 1600 piyade ile Medine’den çıkıp Hayber’e gelmiştir. O, önce barış ve anlaşma teklifinde bulunmuş; fakat teklifi reddedilmiştir. Bunun üzerine Yahudilerin kumandanı Merhab ile Hz. Ali çarpışmış; Hz. Ali ve birlikleri galip gelmiştir. Savaşta Yahudilerden 93 kişi ölmüş ve Müslümanlardan 15 kişi şehid olmuştur. Hz. Muhammed’e Hayber’de kaldığı günlerde bir suikast da düzenlenmiştir. Yahudilerin ileri gelenlerinden, olan ve savaşta yakınları ölen Zeynep adında bir Yahudi kadını, Hz. Muhammed’i arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmiş ve kızartılmış koyun etine zehir katarak, onları, öldürmeyi planlamıştır. Ancak Hz. Muhammed yapılan planı anlamıştır.


Bu olayı Enes b. Mâlik şöyle nakletmektedir : «Hayber’de bir Yahudi, Nebî’ye, zehirleyerek kızartılmış bir koyun takdim etmişti. Resûl-i Ekrem, bundan yemiş, kendisiyle beraber Bişr İbn-i Berrâ da yemişti. Sonra Resûl-i Ekrem, Ashaba, ‘bu et zehirlidir, yemeyiniz’ demişti. Bu hiyaneti yapan Yahudi karısı getirildi. (Kadın cürmünü itiraf etti). Bunun üzerine Ashâb tarafından, ‘Bu kadım öldürelim mi, ya Resûlallah?’ diye soruldu. Peygamber de, ‘Hayır, öldürmeyiniz!’ buyurdu. (Resûl-i Ekrem nefsi için ahz-i intikam i’tiyadında değildi). Fakat bilâhare, Bişr, zehirden dolayı vefat edince, kadın kısas edildi. Bu bir lokma zehirli etin tesirini zaman zaman Resûl-i Ekrem küçük dili üzerinde hissederdi».


Bu zehirleme ile ilgili bir başka rivayet de Ebu Hureyre’den nakledilmektedir : «Hayber fetholunduğu zaman Nebî’ye (S.A.S.) (Haris kızı Zeynep tarafından) içi zehirli (kızartılmış) bir koyun hediye edilmişti. (Bunun zehirli olduğunu vahiy ile bilen) Nebî, Ashâba, ‘Hayber’de ne kadar Yahudi varsa onları bana toplayınız!’ buyurdu. Ashâb da toplayıp getirdiler. Resûllullah bunlara hitâb ederek (Burada çeşitli sorular sorarak, yalanlarını ortaya çıkarıp doğru söylemeye teşvik ettikten sonra, koyunla ilgili soruyu soruyor), ‘Şu koyuna zehir koydunuz mu?’ diye sordu. Yahudiler, ‘Evet, koyduk!’ dediler. Resûlullah, ‘Bu cinayete sizi ne şevketti?’ demişti. Yahudiler de, ‘Biz şöyle düşündük; Eğer sen yalancı (Peygamber) isen (koyunu yer ölürsün) biz de müsterih oluruz. Eğer hakîkî bir Peygamber isen sana bir zarar erişmez!’ diye cevap verdiler».


Görülüyor ki Yahudiler, Hz. Muhammed’i yok etmek için bir kaç defa benzeri teşebbüslerde bulunmuştur. Bu zehir hadisesini, sadece Zeynep adlı kadının tertibi olarak düşünmek zordur. Bunun bütün Hayber Yahudilerince tertiplenmiş, planlanmış olduğu anlaşılmaktadır. Hz, îsa Olayı’nda olduğu gibi Hz. Muhammed’i de ortadan kaldırmaya, dâvasına engel olmaya çalışmışlardır. Çünkü Yahudi Kutsal Kitapları’nda ve öğretilerinde Peygamberlerin Yahudi olacağı işlenmektedir. Bunun için Yahudi ırkından olmayan veya sadece Yahudileri kurtarmayı, hedef almayan kimseleri «Peygamber veya kurtarıcı» kabul etmezler. En büyük Peygamber olarak da Hz. Musa’yı görürler. Bundan dolayı, ilk fırsatta, çıkan Hak Peygamberleri ortadan kaldırmayı gaye bilmişlerdir. Fakat Yahudiler arasından çıkacak ve Yahudileri «Arz ı Mev’ûda götürecek «Mesih» i beklemelerinde herhangi bir endişe, kopukluk olmamıştır.


Yahudilerin Hz. Muhammed’e karşı intikam hissi ile dolu olduklarını gösteren başka bir olay, ona sihir yapmış olmalarıdır. Bu, Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadîste yeralmaktadır. Yapılan sihrin tesiri konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Sihir ister tesir etsin, ister etmesin; fakat önemli olan böyle bir şeye teşebbüs edilmesidir. Yahudilerden görülen bu kadar ihanete rağmen Müslümanlar, herhangi bir intikama kalkışmanmış ve onlara daima şefkat göstermiştir.


Hz. Muhammed, Hayber’de yenik düşen Yahudilerin canlarını bağışlamış, onları vergiye bağlamış ve onlara iyi muamele etmiştir. Hayber arazisi, Beytü’l mal için fetholunmuştur. Bu fetihten sonra harp ganimetleri taksim olunurken Huvey b. Ahtab’ın kızı Safiye, Hz. Muhammed tarafından, Dihyetül-Kelbî’ye verilmiştir. Ancak onun Kelbi’ye verilmesine çeşitli itirazlar olunca Hz. Muhammed, onu kendisine almıştır. Sahabe, Peygamber’in onu cariye olarak mı, yoksa zevce olarak mı alıkoyacağını merak etmeye başlamıştır. Resûl-i Ekrem, Safiye'yi hicap ve perde arkasına alınca, onun “ümmühâtri mü’minîn” sırasına geçeceği anlaşılmıştır. Daha sonra da onunla evlenmiştir. Hayber’den «altı mil) uzakta bulunan bir yere varınca, zifaf için konaklamak emredilmiş, fakat Safiye buna razı olmamıştır. Hayber’den «on iki mil» uzaklıktaki «Sahbâ»ya varınca zifaf vuku’ bulmuştur. Daha önceki itirazının sebebi Safiye'den sorulunca o, önceki yerin Yahudilere yakın olduğu için Peygambere zararlarının dokunabileceğini düşünmüş olduğunu söylemiştir. O’nun Peygamber için bu endişesi, büyük muhabbete sebep olmuştur. Bir rivayette, Safiye’nin yüzünde dayak izi tesbit edilip sebebi sorulunca, onun şöyle dediği belirtilmektedir: «Bir gece rüyamda sanki ayı gökten inip koynuma girmiş gördüm. Zevcim Kinâne’ye hikâye ettim. Sen şu üzerimize gelen Arap Meliki’nin (Hz. Muhammed.’i kasdederek) zevcesi olmağa göz dikmişsin, diyerek yüzüme bir tokat aşketti ve izi kaldı». Safiye’nin kocası Kinâne, Hayber Savaşı’nda ölenler arasındadır.


Safiye binti Huvey, Yahudi olduğu için, Ashâb ve Peygamberin hanımları arasında tereddüt meydana getirmiştir. Ancak, gerek kendi tutumu ve gerekse Hz. Muhammed’in güveni, bu tereddütü gidermiş; onun diğer Yahudilere benzemediğini ve İslâm’ı samimî olarak kabul ettiğini göstermiştir.


Hayatı boyunca Hz. Safiye, Hz. Muhammed’e çok bağlı ve saygılı olmuş, yakın davranmıştır. Hz. Muhammed’in ölüm döşeğini çevreleyen diğer eşleri arasında Hz. Safiye, «Keşke, senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerine yatan ben olsaydım» diye Hz, Muhammed’e olan sevgisini ve bağlılığını dile getirmiştir. Bu söz üzerine Peygamberin diğer zevceleri birbirine bakışıp göz kırpmışlardır. Hz. Muhammed, onların bu yaptıklarının farkına varmış ve «Safiye bu sözünde sadıktır» diyerek onun sadakatini, samimiyetini teyid etmiştir. Hicri 50. yılda vefat eden Hz, Safiye’den, Hz. Muhammed hakkında, mühim hadîsler nakledilmiştir. Rivayetlere göre Safiye’nin inanmasının samimiyeti konusunda bir şüphe yoktur ve o, diğer Yahudiler‘den farklıdır. Çünkü Yahudilerden İslâm’ı kabul edenlerin büyük çoğunluğuna Müslümanlar, hep şüphe ile bakmış ve onlara pek güvenememiştir.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak