26 Aralık 2022 Pazartesi

Rusya Türklerinde Fikir Hareketleri

 


TATAR UYANIŞI


Tatar Uyanışının Kökleri



Müslüman halklar iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri Batı medeniyetinin yükselişi karşısında kendini yeniden tanımlama ve yapılandırma süreci içindedir. Batı’ya coğrafi bakımdan yakın olan ve kültürel açıdan daha fazla temas halinde olan Kazan Tatarları bu anlamda ilginç bir deneyim yaşamışlar ve diğer İslam toplumlarındaki tepkilere benzeyen, fakat onlarınkiyle tam da örtüşmeyen bir mücadele (veya baş etme) tarzı geliştirmişlerdir. Kazan ve çevresinde dinî alanda başlayan bu uyanış, daha sonra seküler bir boyut kazanarak eğitim reformu hareketi (Ceditçilik) olarak devam etmiş, XX. yüzyılın başında ise siyasi ve milli faaliyetler şeklinde geniş bir harekete dönüşmüştür. Kafkasya’da, Kazakistan’da ve Türkistan Hanlıkları’nda da benzer gelişmeler ortaya çıkmıştır.


“Tatar uyanışı” olarak da bilinen reform hareketi Idil-Ural bölgesinin en büyük şehri olan Kazan’da başlamış ve çok geçmeden Rusya’da yaşayan diğer Türk kökenli toplulukları da etkisi altına almıştır. Bu uyanışın niçin öncelikle Tatarlar arasında ortaya çıktığını anlamak için onların yaşadığı tarihî koşullara bakmak gerekir. Rus hâkimiyetine girmeden önce, Idil (Volga) nehri boyunda yaşayan bu halk, gelişmiş bir medeniyet seviyesine sahipti ve daha önce Idil Bulgarları adıyla tanınıyordu. Türk halkları arasında çok önce yerleşik hayata geçen ve geçimlerini daha ziyade ticaret yoluyla sağlayan İdil Bulgarlarının, Ruslarla, Hazarlarla ve Harezm’deki Müslüman topluluklarla ilişkileri vardı. X. yüzyılın başında İslam’ı benimseyen İdil Bulgarları, XIII. yüzyılın ilk yarısında Moğol istilasına maruz kaldılar.


Moğol istilasının ilk zamanlarındaki tahripkâr etkisi geçtikten sonra; zamanla Bulgarlarla Kıpçak unsurlar arasında bir kaynaşma hâsıl oldu. Altın Orda Devleti’nin asıl kitlesini oluşturan bu halk, “Tatarlar” olarak tanındı. 240 yıl devam eden Altın Orda hâkimiyeti, Rus tarihçileri tarafından “Tatar boyunduruğu” olarak nitelendi. Altın Orda’nın yıkılmaya yüz tutmasıyla ortaya çıkan Kazan Hanlığı, İdil Boyu’ndaki “Tatar” hâkimiyetini XVI. asır ortasına kadar devam ettirdi.


1552’de Kazan Hanlığı’nın Rus hâkimiyetine düşmesi, Tatarların kaderini farklı bir şekilde etkiledi. Onlar, Endülüs Müslümanlarından sonra Hıristiyan bir topluluğun istilasına maruz kalan ilk Müslüman topluluktu. Kazan’ın düşüşü, Astrahan, Sibir, Kırım, Kafkasya, Kazak toprakları ve Türkistan’a kadar uzanacak olan Rus yayılmasının yolunu açtı. Bundan sonra Rusya Hazar Denizi’ne indi ve Osmanlı Devleti’yle sınırdaş oldu. Rus istilasının ilk iki yüz yılında Tatarlar yoğun bir baskıya ve Hıristiyanlaştırmaya maruz kaldılar. Hıristiyan olanlar vergiden muaf tutulurken, Müslüman kalanların vergileri katlandı, camileri yıkıldı. Bu baskılar sonucunda yerli halkın önemli bir kısmı şehirlerden çekilerek daha ücra ve uzak yerlere gittiler. Bütün bu baskı ve zorlamalar istenen sonucu vermedi; Tatarlardan çok azı Hıristiyanlığı benimsedi; büyük kitle kendi içine kapandı ve uzun yıllar gözden uzak ve Ruslardan ayrı bir şekilde yaşadılar. Kimliklerini korumak için İslam’a daha sıkı sarıldılar ve muhafazakâr bir topluluk haline dönüştüler.


II.Katerina (1762-1796) döneminde baskı siyaseti terk edildi ve Kazan Tatarlarına karşı yumuşama siyaseti takip edilmeye başlandı. Katerina, Tatarların cami yapmalarına ilişkin kısıtlamaları kaldırdı, hatta Kazan’da büyükçe bir cami (Taş Mescit) yapılmasına izin verdi. Yine onun emriyle Ufa’da Müslüman Dinî İdaresi (Müftülük) kuruldu (1789). Bir müftü (şeyhülislam) ve üç kadıdan oluşan bu idare, din adamlarını tayin etme ve Müslümanların evlenme, boşanma ve miras gibi işleriyle uğraşacaktı. Devletçe atanan müftü, Müslümanların en üst düzey temsilcisi olarak belirlendi.


Rusya bu dönemde dar ve tek uluslu bir devlet anlayışından, farklı dinlerden olan tebaayı da kapsayan bir imparatorluk olma yoluna girdi. Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya ilhak edilmesi sonucunda ülkeye önemli miktarda Müslüman nüfusun katılması da bu kararda etkili oldu. Katerina Tatar din adamlarını “dinden uzak” ve göçebe bir hayat süren Kazaklar arasına göndermek suretiyle onları medenileştirmek ve devlete kaynaştırmak istedi.

II.Katerina bununla da kalmadı; eskiden beri ticarete yatkın bir halk olan Tatarlara ticari haklar tanıdı (1792). Bu imkândan yararlanan Tatar tacirleri, Rusya ile Orta Asya arasındaki ticarete aracılık ettiler ve bu sayede önemli bir zenginlik elde ettiler. Tatar ticaret adamlarının hayır faaliyetleri sayesinde XIX. yüzyılın başında Tatar dinî kurumları ve ulema sınıfı güçlendi. İlim tahsil etmek isteyen Tatar gençleri tacirlerle birlikte Buhara medreselerine gidiyor, oranın meşhur medreselerinde okuduktan sonra tekrar vatanlarına dönerek medreseler kuruyorlardı. Tatar ulemasının bu faaliyetleri sonunda, daha önce zorla Hıristiyanlaştırılmış olan Tatarlar (Kreşinler) ve pagan inançlara bağlı komşu kavimler (Çuvaş, Mordva ve Votyak halkları) arasında İslamlaşma ve Tatarlaşma görülmeye başladı.

Rus yetkililer, daha fazla İslamlaşma ve Tatarlaşmamn önüne geçebilmek için tedbirler almaya başladılar. Bu tedbirlerin planlayıcısı, misyoner ve doğu bilimcisi Nikolay I. İlminski (1822-1891) idi. İlminski, 1860’larda oldukça iyi eğitilmiş ve gayretli yerel eğitmenlerden bir kadro oluşturmak suretiyle, yüzeysel bir şekilde Ortodoks Hıristiyan olan yerel halkları Kilise içinde muhafaza etmeye ve onları İslam’ın etkisinden uzak tutmaya çalıştı. İlminski, Müslümanların giderek artan tesirinden II. Katerina’yı sorumlu tutuyordu, zira çariçe Tatarların Müslüman Dinî İdaresi etrafında örgütlenmelerine imkân sağlamıştı. İlminski bu müesseseyi etkisiz kılmak için mümkün olan her şeyi yaptı; 1884’teki Müftü tayinine müdahale ederek bu makama en kabiliyetsiz kişinin getirilmesi için çalıştı. Bir yandan da Rus Ortodoks misyonerler İslam’a karşı yayın faaliyetlerini arttırdılar.


Tatarlarda Dinî Reform Hareketi



İslam’a karşı yürütülen propaganda faaliyetleri Tatar uleması üzerinde uyarıcı etki yaptı ve onları karşı faaliyete sevk etti. Misyonerlerin İslam’da kadının aşağı bir konumda olduğu tezini işlemeleri, ulemayı bu konuda karşı tezler geliştirmeye ve daha faal bir şekilde çaba göstermeye yöneltiyordu. Misyonerlerin oluşturdukları hayır kurumları ve eğitim (okul açma, yetimhaneler, hastaneler kurma, kıraathaneler ve kütüphaneler kurma) faaliyetleri ise yenilik taraftarı Tatar ulemasında hayranlık uyandırıyor, düşündükleri reformlar için model oluşturuyordu.


XIX. yüzyılda esas olarak Rusya yoluyla gelen Avrupa medeniyetinin tesirleri, reform yanlısı ulemanın geleneksel inanç ve değerleri sorgulamalarına yol açtı. Ulemanın getirdiği çözüm önerileri, büyük oranda dinî renk taşımaktaydı, zira İslam hem inanç hem de belli bir kültür biçimi olarak Tatarların “milli” kültürlerini korumalarında büyük bir öneme sahipti.


Rus kültürünün baskısı karşısında eski tarz direnişin yeterli olmadığını düşünen Tatarların sayısı da giderek artıyordu. Özellikle genç Tatarlar, coğrafi ve siyasi bakımdan sorunlu olan çevrelerini göz önüne alarak, diğer Müslüman toplumlara kıyasla daha dikkatli hareket etmeleri gerektiğinin farkındaydılar. Sayıları oldukça az olan reformcu ulema, mevcut din anlayışlarını sorgulamak ve hemen her şeyi yeniden yapılandırmak gerektiği kanaatindeydiler.


Tatar ulemasının dinî konularda tartışmaya yatkın olduğu anlaşılmaktadır. Yaşadıkları coğrafyanın diğer İslam bölgelerinde olmayan problemleri (gecelerin çok kısa olduğu günlerde yatsı namazının kılınıp kılınmayacağı, uzun günlerde orucun nasıl tutulması gerektiği gibi) ortaya çıkarması da onlar arasında uzun bir tartışma ve fikir yürütme becerisinin gelişmesine sebep olmuştur.


Tatarlar arasında ortaya çıkan dinî reform akımı öze dönüşçü bir özelliğe sahipti. Bu akımın öncüsü olarak kabul edilen Abdunnasır Kursavî (1771-1812), İslam inancının sonraki dönemlerde yerleşen ve İslam’ın özüne aykırı olan yabancı unsurlardan arındırılıp İslam’ın ilk zamanlarındaki sadeliğine döndürülmesi gerektiği görüşündeydi. Eğitimini Buhara medreselerinde alan Kursavî, 1808’de Buhara’da Emirin huzurunda yapılan dinî bir tartışmada serbestçe fikrini açıkladığında, dinden çıkmakla suçlanarak Emir Haydar tarafından ölüme mahkûm edildi, ancak Türkmen şeyhi Niyaz Kulu’nun himayesi sayesinde hayatını kurtarabildi.


Tarihçi yanı da olan din âlimi Şihabüddin Mercanî (1818-1889) de Buhara medreselerinde eğitim gördü; Kursavî gibi o da Müslüman toplumların geri kalışının temel sebebinin İslam’ın ulema tarafından yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını ileri sürdü. İslam âlimlerinin yakalandığı taklit hastalığı yüzünden Müslümanların fikir üretemediklerini ve ilmî bakımdan durgunluk noktasına geldiklerini savundu. Bu durumdan kurtulmak için, İslam’ın ilk dönemlerindeki fikir hürriyetine ve içtihat serbestliğine dönülmesi gerektiğini ifade etti.


Mercânî, ilmî geriliği aşmanın ve toplumu değiştirmenin en önemli dinamiğini medreselerin ıslah edilmesinde gördü ve yüzyıllardan beri İslam dünyasında tartışılmaz bir yeri olan Buhara medreselerindeki eğitim sistemini eleştirdi. Medreselerde akıl yürütme yerine bilineni tekrarlamaya dayanan bir eğitim türü hâkimdi. Ders kitapları artık zamanı geçmiş bilgilerle doluydu; matematik, tarih ve coğrafya gibi ilimler okutulmuyordu.


1870’lerden başlayarak, Rusya Türkleri modernlikle daha fazla yüz yüze geldiler. Rus sosyal hayatına karışan fakat dine de sıkı bir şekilde bağlı olan Tatar tüccarı, yeni gelişmeler karşısında eski tarz İslam anlayışının yüklediği formüllerden sıkıntı duyuyordu. Mercânî gibi saygın bir din âliminin İslamiyet ile modernliği uzlaştıran yorumları onların hayat tarzlarına uygun düşüyordu.


Mercânî’nin medreseye yönelik eleştirileri özellikle genç ulema üzerinde etkili oldu. Onun Buhara’daki eski medrese usulünü eleştiren görüşleri yaygınlaştıktan sonra ilim tahsil etmek isteyen gençler artık Buhara yerine İstanbul ve Mısır’a yöneldiler. Mercanî sayesinde yaygınlaşan dinî reformculuk akımı, Sovyet döneminin ilk yıllarına kadar etkinliğini sürdürdü.



CEDİTÇİLİK HAREKETİ


İsmail Gaspıralı’nın Reform Programı



XIX. yüzyılın ikinci yarısında Tatarlar, II. Katerina dönemindeki girişimcilik gücünü kaybettiler. Bu dönemde Rus toplumunda önemli iktisadi, siyasi ve sosyal gelişmeler yaşanırken, Müslüman toplumu savunmacı bir muhafazakârlıkta kaldı. Rusya Türklerinin kültür ve fikir hayatı Türkistan’dan gelen eski fikirlerin etkisi altındaydı; buralarda eskiden beri tanınan medreselerin eğitim usûlü yüzyıllardır pek değişmemişti. Ayrıca, Rusya Türkleri giderek artan siyasi, ekonomik ve dinî baskılara maruz kaldılar ve durgunluk dönemine girdiler. Rusya’nın Türkistan’ı ele geçirmesi Tatar tüccarını olumsuz etkiledi; Orta Asya’daki pazarlar Ruslara da açıldı. Buralar Rus sanayisinin hammadde kaynağı ve Rusya’dan gelen mamul madde ve tahıl için pazar haline dönüşmeye başladı. Bu ticarette Tatarlar sahip oldukları aracılık konumunu kaybetmeye başladılar.


Durum bu şekilde devam ederse az zaman sonra, Rusya Türkleri ellerindeki sanayi ve ticareti de kaybedeceklerdi. Kırımlı İsmail Gaspıralı (1851-1914), bunu “eğer biz böyle gidecek olursak Rusya’daki Türklerin istikbali karanlıktır’’ diyerek dile getiriyordu. Rusya’da farklı adlarla anılan, fakat aslında aynı soydan gelen Türk toplulukları mevcut ayrılıkta devam ederlerse etraflarını kuşatan Slav denizi içinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Ayrılıkları ortadan kaldırmak için birlikte hareket etmek zorundaydılar.


Kırım’ın eski ve soylu bir ailesinden gelen Gaspıralı, 1883’te yayınladığı Tercüman gazetesi ile Rusya Müslümanlarının (veya Türklerinin) milli ve fikrî uyanışı için âdeta bir çığır açtı. Rusya Türklerinin dünyevi anlamdaki fikrî, kültürel ve siyasi hareketleri onun bu girişimiyle başlatılabilir. Gaspıralı, Rusya Türklerinin milli ve dinî kimliklerinden ayrılmaksızm Batılılaşmaları gerektiğini savundu. Onun öngördüğü reform programına göre mektep ve medreseler ıslah edilmeli, Türk kavimleri arasında ortak bir edebî dil oluşturulmalı, kadınların eğitimlerine erkeklerinki kadar önem verilmeliydi. 


Usûl-i Cedit Mektepleri


Gaspıralı’nın reform yolundaki en önemli girişimi, 1884’te açtığı ilk usûl-i cedit mektebidir. Onun Kırım’da Bahçesaray’da kurduğu okulda uyguladığı kolay okuma yazma metodu (usûl-i cedit) giderek yaygınlaştı ve kısa zamanda Rusya’nın diğer Müslüman bölgelerine de yayıldı. Alfabenin öğretilme metoduyla başlayan bu girişim giderek sosyal hayatın tümünü içine alan reform akımına dönüştü. Eğitim, din, dil ve kadınların durumu konularında reform yapılmasını savunanlar Ceditçiler adıyla anılmaya başladılar. Yenilikçi hareket, kendi karşıtını da doğurdu. Onların bu girişimlerini toplum için sakıncalı olarak gören ve değişime karşı çıkanlar Kadimciler (muhafazakârlar veya eskilik taraftarları) olarak tanındılar.


Ulemanın önemli bir kısmını oluşturan Kadimciler, mektep ve medreselerde eğitim reformuna şiddetle karşı çıkıyorlardı. Tiyatro gibi yeni sanat etkinliklerini bozulma olarak algılıyor, kadınların erkeklerle eşitliğini kabul etmiyor, kadınların okumalarını (onlara sadece ilmihal yeterlidir diyorlardı) doğru bulmuyorlar, Rusça öğrenilmesine karşı çıkıyorlardı. Kadimcilerin en tanınmışı olan Veli Molla, Orenburg şehrindeki medresesine hesap ve coğrafya derslerini bile sokmuyor, modern ilimlerin gereksiz olduğunu savunuyor, Müslüman gençlerde görülen dinî zayıflığın sebebini modern ilimleri okumalarına bağlıyordu. Ceditçilerle Kadimcilerin tartışmaları zaman zaman şiddetlenmiş, Sovyet dönemine kadar devam etmiştir.


Ortak Bir Türk Dili Oluşturulması


Gaspıralı’nın en önemli faaliyetlerinden biri de ortak bir Türk dilinin oluşturulması yönündeki girişimidir. O, İstanbul Türkçesini, Osmanlı ve Tatar lehçeleri arasında aracı durumda bulunan Kırım lehçesi temelinde işleyip sadeleştirerek bütün Türkler için ortak bir edebî dil haline sokmak düşüncesindeydi. Türk dili, Arapça ve Farsçadan alınan gereksiz sözlerden arındırılmalı ve halk tarafından anlaşılabilecek bir sadeliğe kavuşturulmalıydı. Gaspıralı’nın Tercüman gazetesi (Bahçesaray, 1883-1918) aracılığıyla yaygınlaştırdığı bu dil, Kırım, Idil-Ural, Kafkasya ve Türkistan aydınları üzerinde etkili oldu. Bu dille yazanların oluşturdukları geniş bir edebiyat ortaya çıktı.


Ortak Türk dili hareketinin aksine gelişen diğer bir yöneliş ise yerel dillerin öne çıkarılması akımıydı. Bu eğilimin öncüsü Tatar yazarı Kayyum Nasırî (1825-1902) idi. Onun saf Tatarca yazma akımı bir kısım Tatar aydınlarını etkiledi. Türk topluluklarının ayrı ayrı edebî diller oluşturması eğilimi Rus devletinin çıkarlarıyla uyum halindeydi. Sovyet devrinde Gaspıralı’nın başlattığı ortak Türkçe akımı engellenirken, yerel dillerin geliştirilmesi teşvik edildi.


Kadınların Özgürleştirilmesi


Ceditçilik hareketinin en önemli unsurlarından biri de kadınların özgürleştirilmesi ve sosyal hayata dâhil edilmesi girişimiydi. Kazan Tatarları, kadınların durumlarını iyileştirme konusunda. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren önemli adımlar attılar; kadınlar artık yüzleri açık, serbestçe dolaşabiliyor, okula gidebiliyor, hastane ve okullarda çalışabiliyorlardı. Avrupa’da ve Rusya’da kadınların eriştikleri eğitim düzeyi ve sosyal hayata serbestçe katılmaları Tatar aydınlarını etkiliyordu. Bu duygulara tercüman olan Gaspıralı’ya göre, Müslüman toplumun ilerlemesi için, kadınların eğitim ve öğretimine erkeklerinki kadar dikkat etmek gerekiyordu. Eğer kadınların anlayış seviyesi erkeklerinkinden aşağı kalırsa toplum devam edemezdi; onların haklarını ve milli gelişmeye yapacakları katkıları inkâr etmek, milletin ilerlemesi için gerekli insan kaynağının yarısını yok saymak demekti. Kadınların katılımı olmaksızın İslam toplumunun Batı toplumları seviyesine gelmesi çok güç, hatta imkânsızdı.


İsmail Gaspıralı’nın kızı Şefika Hanımın editörlüğünde çıkan ve Rusya Türklerinin ilk kadın dergisi olan Âlem-i Nisvânb. (Bahçesaray, 1906-10) birlikte, kadınlar da yayın hayatına aktif bir şekilde katılmaya ve kendi düşüncelerini ifade etmeye başladılar. Bundan sonra çıkan Sütyütm Bikei (1913-18) adlı kadın dergisi, kadınların toplumdaki durumunu ve rolünü tartışıyor, çocukları iyi bir şekilde yetiştirme ve eğitme konusunda kadınları aydınlatmayı amaçlıyordu. Rusya Türklerinin 1906 yılında gerçekleştirdikleri kongrelerde ve özellikle 1917’deki büyük kongrede kadın meselesi yoğun bir şekilde tartışıldı. Bu tartışmalardan, Rusyalı Müslüman kadınların, dinî söylemi bir yana bırakarak evrensel haklar bağlamında haklarını kazanmak yolunu tercih ettikleri, kadınların bizzat bu tartışmalara katılarak statülerinin yükseltilmesi ve toplumda daha etkili konuma gelebilme mücadelesi verdikleri görülmektedir.



Milli ve Siyasi Bilinçlenme


Ceditçiliğin en önemli katkılarından biri de milli ve siyasi bilinçlenmeye zemin hazırlamasıdır. Basın ve yayın işlerindeki ilerlemeler, Türkiye ile olan kültürel ilişkilerin artması ve Rus okullarında okuyanların çoğalması gibi gelişmeler XX. yüzyılın başında Rusya Türkleri arasında milli ve siyasi bilinçlenmeyi güçlendirdi. Rusya Müslümanları arasında soy bilinci (Türklük duygusu) giderek daha fazla ön plana çıktı ve “Rusya Müslümanları” yerine “Rusya Türkleri” tanımlaması daha fazla yaygınlık kazandı.


1905 Devrimi ile Rusya’da iki yıl kadar sürecek olan bir özgürlük ortamı ortaya çıktı. Diğer halklar gibi, Rusya Türkleri de aktif kültürel ve siyasi faaliyetlere giriştiler. Siyasi faaliyetlerin örgütleyicisi olarak öne çıkan Abdürreşid İbrahim (1857-1944), Rus liberal aydınlarının faaliyetlerini izleyerek Rusya Müslümanlarının ihtiyaçlarına uygun talepleri tespit etmeye çalıştı. Tatar ileri gelenleriyle Azeri entelektüellerini bir toplantıda buluşturdu. Toplantıda Sünnî-Şiî farklılığının ortadan kaldırılması ve Rusya Müslümanlarının tek bir dinî idare altında toplanması kararlaştırıldı.


Ağustos 1905’te Rusyalı Türk aydınlar ilk defa bir araya gelerek bir kongre gerçekleştirdiler ve burada Rusya Müslümanları İttifakı adında bir siyasi parti kurmayı kararlaştırdılar. Parti, Rusya Müslümanlarının siyasi, sosyal ve eğitimle ilgili reformları gerçekleştirmek için birlikte hareket etmelerini öngörüyordu. Bu reformları gerçekleştirmek için liberal Ruslarla işbirliğine gidilmeli, Müslümanlar Ruslarla eşit haklar elde etmeye çalışmalı, hükümetin koyduğu sınırlamaların kaldırılması için barışçı yolla mücadele verilmeliydi. Ayrıca, eğitimin yaygınlaştırılması için okullar, okuma odaları açılmalı, kitap, gazete ve dergiler yayınlanmalıydı.


İkinci Kongrede (Petersburg, Ocak 1906) Müslüman kadının oy kullanmasının İslam’a uygun olup olmadığı tartışıldı. Katılanların çoğu, özellikle ulemâ, bunu onaylamasa da, kadınların oy kullanmasının İslam’a aykırı olmadığı ve hatta gerekli olduğu kabul edildi. Üçüncü Kongrede (Nijni-Novgorod, Ağustos 1906) Müslüman Dinî İdaresi’nde esaslı bir ıslahat yapılması kararlaştırıldı: Halk müftüyü bizzat kendisi seçmeli, imam, müezzin ve müderrislerin tayini, mektep ve medreselerin idaresi Dinî İdare elinde olmalıydı.


1906 yılında, Rusya Türkleri arasında mevcut olan Ceditçi ve Kadimci gruplarına yeni bir akım daha eklendi. Bu, Ayaz İshakî (1878-1954) ve arkadaşlarının başlattığı inkılâpçı ve sosyalist eğilimli “Tancılar” hareketiydi. Tan Yaldızı gazetesi etrafında örgütlenen gençlerden oluşan bu grup, Çarlık yönetimini ihtilal ile devirmek yanlısıydı. Bu gençler, ulemaya karşı açıktan açığa muhalefete giriyor, onların görüşlerini ve yaşantılarını acımasızca eleştiriyorlardı. Tançılar, bütün milletlerin ve halkların, kadınlarla erkeklerin eşit haklara ve özgürlüklere sahip olması gerektiğini savunuyor, Rusya Müslümanları için dinî ve milli özerklik talep ediyorlardı.


1907 yılı ortalarından itibaren Rusya’da başlayan baskılar sonucunda faaliyet alanı darlaştı. Rusya yeniden mutlakiyet rejimine yöneldi. Parlamento dağıtıldı, seçim kanunu muhalifler ve Rus olmayan topluluklar aleyhine değiştirildi, basına kısıtlamalar getirdi. İnkılâpçı ve milliyetçi aydınlar baskıya ve takibata maruz kaldılar.


1908’de Osmanlı başkentinde ortaya çıkan Jön Türk Devrimi Rusyalı Türk aydınları İstanbul’a çekti. Bu dönemde İstanbul, Rusya ve Türkistan’dan gelen aydınların kıblesi oldu. Osmanlı ve Rusya Türkleri arasındaki yoğun fikir alışverişi ve kültürel yakınlığın artması bu dönemde gerçekleşti. Kazanlı, Kırımlı, Kafkasyalı ve Türkistanlı aydınlar Osmanlı siyasi ve kültür hayatında önemli roller oynadılar.


1917 Şubat Devrimi Rusya Türkleri için yeni ümitleri ortaya çıkardı. Çarlık rejimi­ nin devrildiği bu inkılâp günlerinde Rusya’nın her tarafından yola çıkan Müslüman vekiller ortak taleplerini dile getirmek üzere bir araya geldiler. Rusya Türklerinin o zamana kadar gerçekleştirdiği bu en büyük kongrede (Moskova, 1-11 Mayıs) mek-tep-medreselerin ve Dinî İdare’nin ıslahı, kadın-erkek eşitliği, kadınların eğitimine önem verilmesi ve sosyal hayata katılmalarının gerekliliği gibi konular tartışıldı.


Toplantının en önemli meselelerinden biri ne tür bir özerklik talep edilmesi noktasındaydı. Kazan Tatarları ve Kuzey Kafkasyalılar demokratik bir Rusya içinde kültürel özerklikten yana bir tavır ortaya koydular. Kazan Tatarlarından Ayaz İshakî ve Sadri Maksudî Rusya’nın üniter bir devlet olması görüşündeydiler; “Rusya îslamları”nın ancak Kazan Tatarlarının rehberliği altında din ve dillerinin muhafazasına önem vererek yaşayabileceğini savundular. Bu yüzden, Azerbaycanlı, Türkistanlı, Kırımlı, Kazak ve Başkurtların topraklı özerklik yanlısı hareketlerine karşı var güçleriyle karşı çıktılar. Sonuçta, topraklı özerklikten yana olanlar Tatarların savunduğu talepleri reddettiler ve böylelikle Rusya Türkleri arasında önemli bir ayrılık ortaya çıktı; bundan sonra her bir grup kendi kaderini belirleme yoluna gitti.


1905-17 arasında yapılan faaliyetlerin sonucuna bakıldığında, Rusya Türklerinin Çarlık yönetimine sadık bir tebaa olmak durumundan özerklik iddia edecek bir noktaya geldiler. Rusya’nın Müslüman Türk aydınları tarihlerinde ilk defa olarak bir araya gelerek ortak bir siyasi liderlik oluşturdular; Ortak Türk dili oluşturma ve kadın hakları konusunda önemli ilerlemeler sağladılar.


KAFKASYA’DA YENİLEŞME


Kafkasya’da Rus Yayılması ve Etkileri



Rusya’nın Kafkasya’ya olan ilgisi Çar Petro zamanına kadar uzanır. 1722 tarihinde Ruslar Hazar’ın batısını ve güney kıyılarını ele geçirdilerse de, bu yayılma girişimi 1735’te Iran hükümdarı Nadir Şah’ın başarılı ilerleyişi sayesinde bertaraf edildi. 1785’te Rusya yeni bir girişimde bulunarak Kırım ve Kuban arası bölgeyi ele geçirdi. Gürcü krallıklarının birbiri arkasından Rusya himayesini kabul etmesiyle Rus hâkimiyeti, Iran himayesinde varlığını sürdüren Kafkasya hanlıklarına (Kuba, Derbent, Şeki, Gence, Erivan, Şirvan, Bakü, Karabağ ve Nahcivan hanlıkları) kadar dayandı.


Bu istilanın önündeki en büyük sorun İran engeliydi. XIX. yüzyılın ilk on yılı bu hanlıklar üzerindeki hâkimiyet mücadelesiyle geçti. 1812’de Rusya’nın galip geldiği savaş sonunda imzalanan Gülistan Antlaşmasıyla, İran Şahı Karabağ, Şeki, Kuba ve Derbent hanlıkları üzerindeki hâkimiyetinden vazgeçmek zorunda kaldı. Bundan on dört yıl kadar sonra, İran’ın kaybettiği toprakları geri alma teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. 1828’de yapılan Türkmençayı Antlaşmasıyla Erivan ve Nahcivan hanlıkları ile Ordubad bölgesi Rusya’ya bırakıldı. Antlaşmadan kısa bir süre sonra başlayan Osmanlı-Rus savaşı OsmanlIların yenilgisi ve 1829 Edirne Antlaşmasıyla son buldu. Böylece Ruslar Karadeniz’in doğu kıyısını da ele geçirerek bölgedeki hâkimiyetlerini perçinlediler.


Rus yayılması bölgenin etnik ve demografik yapısını değiştirdi. Aras nehrinin kuzeyinde yer alan Türk halkına Şirvanlılar deniliyordu ve bunların çoğunluğu Sünni mezhebine mensuptular. Rus istilası sonunda bunlardan bir kısmı Osmanlı topraklarına göç etti; böylelikle bölgedeki Sünniler nüfus kaybına uğradı. Çarın emriyle Erivan ve Nahcivan Hanlıkları topraklarında bir Ermeni oblastı (bölgesi) kuruldu. 1860’larda Rusya’nın Dağıstan’ı ele geçirmesiyle Osmanlı devletine yapılan göçler sonunda Sünni nüfus önemli oranda azaldı. Rusya bölgedeki etnik ve mezhepsel farklılıkları ustalıkla kullanmakta, Sünni halkın çıkardığı isyanları Şiî milislerden oluşan güçlerin yardımıyla bastırmaktaydı.


Hanlıklar ortadan kaldırılıp yerine Rus idari sistemi yerleştirildi. 1820’lerde Azerbaycan topraklarında Rus vilayetleri (Bakü, Derbend, Şeki, Karabağ, Şirvan, Taliş) kuruldu. 1841’de alınan yeni bir kararla hanlık yönetiminin son kalıntıları da ortadan kaldırıldı. Daha önce ağa ve beylere verilen toprak bağışları yeni getirilen Rus göçmenlere dağıtıldı. Ancak bu karar memnuniyetsizliklere ve isyanlara sebep oldu. Bunun üzerine, 1845’te yeni bir düzenlemeye gidilerek Kafkasya Genel Valiliği oluşturuldu ve yerel seçkinlerle işbirliği siyaseti izlenmeye başlandı. Bundan bir yıl sonra, ağalar ve beyler dvoryan (orta halli toprak sahibi) sınıfı statüsüne yükseltildi. Ayrıca, ağa ve bey çocuklarına sivil idari görevlerde memur olma imkânı sağlandı.

 


1865’te ılımlı politika terk edilerek Ruslaştırma ve merkezileşme siyaseti izlenmeye başlandı. Yerel personel bürokrasinin en alt katmanlarına itilerek önemli mevkilere Rus kökenliler yerleştirildi. Şehir yerel yönetimlerinde Müslüman halk nüfus oranlarının oldukça altında temsil edildi. Yüzyılın sonuna doğru Rus göçmenlerin yerleştirilmesine devam edildi. Ülkenin en iyi toprakları yeni gelenlere verildi. Bu durum, Rus karşıtı duyguları güçlendirdi.


İdari düzenlemelerin olumlu yanı Azerbaycan’da iç birliği güçlendirmesiydi. Hanlıkların ilga edilerek Elizavetpol (Gence) ve Bakü Gubernatörlüğü (Valiliği) adı altında iki vilayetin kurulması yerel bölünmüşlüğü ortadan kaldırdı ve Azerbaycan anayurdu denilebilecek bir ülkenin çekirdeğini oluşturdu.


Azerbaycan’da Değişme ve Dönüşüm



Azerbaycan’daki değişme ve dönüşüm XIX. yüzyılın başında Rusların Azerbaycan’a nüfuz etmesiyle yakından alakalıdır. Yönetimin bölge hammaddelerini alıp yerine Rus mallarını sürmesi, Azerbaycan’ın geleneksel iktisadı sistemini ve feodal yapısını değiştirdi. 1859’da Bakü ve civarında petrol rafinerileri kurulması ile petrol üretiminde büyük bir artış oldu; Bakü’ye yabancı sermaye girdi. Demiryolları ve limanların yapılması ve özellikle Bakü’deki petrol ocaklarının işletilmesi, bölge nüfusunu arttırdı. Rus mallarını satarak zenginleşen bir tâcir sınıfı ortaya çıktı.


Ağa, bey ve tâcir sınıfının çocukları Rus okullarında okuyarak Avrupa fikirlerinden haberdar oldular. Böylece XIX. yüzyılın ikinci yarısında Batı kültür geleneğinde yetişen bir aydın sınıfı ortaya çıktı. Ancak geniş halk kitlesi hâlâ Şiî ulemanın tesiri altındaydı. Ulema sınıfı geniş halk kitlesinin ve eski geleneğe sadık beyler ve hanların desteğine sahipti. Bu dönemin fikir hayatına Batı’daki gelişmeler doğrultusunda toplumu değiştirmeye çalışan yenilikçi aydınlarla gelenekçi ulema arasındaki mücadeleler damgasını vurdu.


Yenilikçilerle gelenekçiler arasındaki tartışmaların en önemlisi, eğitim kurumları hakkındaydı. Çarlık yönetiminin eğitim siyaseti ile yenilikçilerin fikirleri belli noktalarda örtüşüyordu. Yönetim Rusçayı yaygınlaştırmayı planlıyordu. Yenilikçi aydınlar da Rusça öğrenmenin gerekli olduğu görüşündeydiler; Rusça öğrenmenin Müslümanların modern meslekler edinmelerini kolaylaştıracağını ve onların dış dünyadan haberdar olmalarını sağlayacağını düşünüyorlardı. Gelenekçi ulema ise yenilik taraftarlarını Ruslaşmaya alet olmakla suçluyordu. Ayrıca, yenilik taraftarlarının klasik İran edebiyatı yerine Türkçeye ağırlık vermeleri de İran kökenli Azerbaycanlı Şiîlerin tepkisine yol açıyordu.


Azerbaycan’daki aydınlanma hareketi genellikle Mirza Fethali Ahundzâde (Ahundov, 1812-1878) ile başlatılır. Ahundzâde, Azerî toplumunun hasta ve aksak yönlerini, cahil mollaları, çok evliliğin zararlarını, İranlı devlet adamlarının acizliklerini ve cimri tüccar tiplerini mizahî bir dille eleştiren komediler yazdı. Okuma yazma bilmeyen halka fikirlerini anlatmada tiyatroyu en iyi vasıta olarak gördü. Ahundzâde İslam öncesi İran kültürünü övmesine ve İranlı kimliğine rağmen, ana dili olan Azerî dilini canlandırmaya çalıştı; yazdığı eserlerle modern Azerî edebiyatının temellerini attı.


Azerbaycan halkının İran’la olan bağını kırmak için çar hükümeti özellikle 1840-1850’lerde yerel kültürü canlandırma ve yerel dilde edebiyatı teşvik etme yönünde bir siyaset izledi. II. Aleksandr (1855-81) zamanında ise bunun yerini Ruslaştırma siyaseti aldı. Ancak milli edebiyatın gelişmesi durmadı, ikinci nesil aydınlarda (1870’lerde) daha ciddi ve güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Bu neslin önemli bir kesimi Sünni kökenliydi ve Osmanlıların Tanzimat (1856-76) hareketinden etkilenmişlerdi.

Azerbaycan’ı Rusya içlerine bağlayan demiryolunun yapılması, bu sayede ticari ve fikrî alışverişin artması, petrol sanayisindeki ilerlemeler gibi gelişmeler Azerbaycan’ı Batı kültürüne yaklaştırdı. Eğitim, basın ve tiyatro alanlarında petrol zengini yerli zenginlerin (özellikle Zeynelabidin Tagiyev’in) yaptıkları hayır faaliyetleri de bu gelişmelere önemli katkılar sağladı; gazetecilik ve tiyatronun gelişmesine vesile oldu. Gazete ve dergiler, milli dilin gelişmesi için önemli vasıta olmalarının yanı sıra, siyasi ve sosyal reformlar için de bir ekol vazifesi gördü.


Rusya Türkleri arasında ilk gazete olan Ekinci (1875-77) Moskova Üniversitesinde okuyan ve oradaki Halkçılık (Narodnik) hareketinden etkilenmiş olan Hasan Bey Zerdabî (1837-1907) tarafından çıkarıldı. Kırımlı İsmail Gaspıralı’nın açtığı usûl-i cedit okulları ve yine onun çıkardığı Tercümem gazetesi de Azerbaycan aydınlarını etkiledi, Türk kavimleri arasında birlik ve dayanışma fikirlerini yaydı. Bu fikirlerden etkilenen milliyetçi aydınların yoğun kültür faaliyetleri, XX. yüzyılın başında Azerbaycan Türkleri arasında siyasi bilincin gelişmesini hazırladı.


Rusya’daki inkılâpçı ve sosyalist fikirlerden etkilenen bazı Azerbaycan gençleri, 1904’te Himmet adlı sosyalist bir grup oluşturdular. Bunlar, eğitimin yaygınlaştırılmasını, milli dilde eğitim yapılmasını ve çalışma şartlarının iyileştirilmesini savunuyorlar ve Bakü’deki Müslüman işçiler arasında destek buluyorlardı. Bu arada, bazı genç aydınlar Türkçülük fikrini işlemekte, Türk kavimleri arasında dil birliği sağlanmasını savunmaktaydılar. Türkçülük akımı özellikle Türkiye’deki 1908 Meşrutiyet Devrimi’nden sonra güç kazandı. 1905-1920 arasında Azerbaycan’da kültürel alanda önemli adımlar atıldı ve ülkenin önderliğini üstlenecek bir aydın sınıfı oluştu. Mehmed Emin Resulzade, Hüseyinzade Ali ve Ahmed Ağaoğlu gibi Azerî aydınlar Türkiye’deki Türkçülük fikrinin gelişmesinde de önemli katkılarda bulundular.



KAZAK MODERNLEŞMESİ



Kazakların Batı kültürüne açılması Rus tesiri sayesinde olmuştur. Çarlık rejiminin Kazakistan’a sürgün gönderdiği Rus entelektüellerinin bunda önemli bir payı vardır. Sürgünlerden birçoğu Kazak halkına sempati beslemiş, onların kültürüne ilgi duymuş ve Kazak düşüncesini etkilemişlerdir. Kazakistan’da açılan Rus okulları da Kazak aydınlarının yetişmesinde etkili olmuştur. XVIII. yüzyılın sonunda Orenburg ve Omsk’ta açılan Rus okulları tercüman yetiştirmeyi amaçlıyordu. Bunlara XIX. yüzyılın ilk yarısında Omsk, Orenburg ve Sibirya’da açılan askerî okullar eklendi. Bu okullarda okuyan öğrencilerin küçük bir kısmını varlıklı ailelerden gelen Kazak çocukları oluşturuyordu. Bu gençler Rus okullarında eğitim gördükten sonra, tercümanlık ve öğretmenlik gibi görevlerle hükümet hizmetine giriyorlardı.


Çarlık hükümeti yüksek askerî rütbeler ve maaş vermek suretiyle kendisine bağladığı Kazak aristokrasisi üyelerinin çocuklarını Rus okullarında okutmaları için teşvik ediyordu. Rus eğitimi Kazak hayatında önemli değişikliklere sebep oldu. Soylu kişilikleri sebebiyle zaten halk kitlesinden uzak olan bu gençler, aldıkları Rus eğitimi ile halktan iyice koptular. Bu yeni nesil, kendi yerli kültürlerini, hatta bazıları ana dillerini bile iyi bilmiyorlardı. Batı tarzı eğitim alan bu aydınlar, içinden çıktıkları Kazak toplumunun değer ve alışkanlıklarını modern bir toplum sürecine geçişte engel olarak görüyorlardı.


Rus muhitinde yetişen aydınların tipik örneği Kazak Çokan Velihanov’dur (1837?-1865). O, göçebe Türklerin Avrupa medeniyetiyle temasa gelmesi sonucu ortaya çıkan aydınlar zümresinin en önemli örneğidir. Velihanov’un fikrî oluşumu, Rus liberalleri ve Rus-Alman Doğubilimcileri muhitinde gelişti. 1853’te Omsk’taki askerî okulu bitirdikten sonra Sibirya kıtasında görev aldı. Görevi icabı Kazaklar arasında dolaşırken Kazak folkloruna ait bilgileri topladı ve yayınladı. Velihanov Avrupa medeniyetinin hararetli bir savunucusu olup Rusları o medeniyetin taşıyıcısı olarak gördü. Kazakları din adamlarının (mollaların) etkisinden kurtarıp medeniyetin kucağına atmak için samimiyetle çalıştı, fakat hayatının son yıllarında hayal kırıklığına uğradı. Velihanov Ruslara sempati duymakla beraber, içindeki Kazaklık duygusunu daima korumuştur. Rus ordusuyla birlikte Evliyaata’ya girerken Rusların bir Kazak kadınını öldürmelerine tahammül edememiş, asker üniformasını çıkararak bozkıra çekilmiş, bundan sonra kendi soydaşları arasında yaşamış ve genç yaşta ölmüştür. Düzensiz ve kısa hayatına çok eser sığdırmıştır. Onun ilmî çalışmaları modern Kazak kültürünün gelişmesine ve Kazak yazılı edebiyatının oluşmasına önemli katkılar sağlamıştır. (Togan, s. 543-50).


XIX. yüzyılın ikinci yarısında bu yabancılaşmış aydın grubu ile geniş halk kitlesi arasındaki kopukluk, daha ılımlı bir aydın grubu tarafından giderilmeye başlandı. Batı ve Kazak kültürlerini sentez etmeye çalışan bu grubun en tipik örneği Ibray Altınsarin’dır (1841-1887). Rus-Kazak öğretmen okulunu bitiren Altınsarin iyi bir pedagogdu ve Kazakları aydınlatmayı kendine görev bilmişti. 1887’de kadınların eğitim görmesi için girişim yaptıysa da hükümetten destek görmedi.


Batı kültürünü benimsemekle birlikte Kazak kültürünü de muhafaza etmeye çalışan diğer bir Kazak aydını Abay Kunanbayev’dir (1854-1904). Soylu bir aileden gelen Abay, Rus düşünürlerinden etkilenmiş olmakla birlikte İslam kültürüne de âşina idi. Rusların baskıcı politikalarına karşı çıktı. Aydınlatmacı çabaları Rusların hoşuna gitmediği gibi kendi halkından da takdir görmedi.


XIX. yüzyılın sonuna doğru Kazak aydınları arasında milliyetçilik eğilimi kendini göstermeye başladı. Rus ve Batı düşüncesi karşısında teslimiyetçi bir tavır sergileyen Batıcılardan farklı olarak, Kazak milliyetçileri daha ziyade Çağatay edebiyatına ve geleneksel Kazak folkloruna ilgi duyuyor, Rus kültürünün etkisinden uzak durmaya çalışıyorlardı. Bu kesimin en tanınmışları Alihan Bukeyhanulı (1869­ 1932), Ahmed Baytursunov (1873-1937), Mir Cakıb Devletuli (1885-1937) ve Magcan Cumabayuli (Cumabayev, 1876-1938) idi.


1905’te Rus olmayan milliyetler üzerindeki sınırlamaların kaldırılmasıyla milliyetçi eğilim daha belirgin bir şekilde kendini ifade etme imkânını buldu. Bu arada Batıcılar ile milliyetçiler arasındaki ayrılık da arttı. 1917 Ekim Devrimi olduğunda Batıcılar devrimin bazı kısımlarını kabul ederlerken, milliyetçiler bunun halkın milli geleneklerine ters düştüğünü söyleyerek yeni rejime şüpheyle yaklaştılar.


Sonuç olarak, XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında Rus ve onunla birlikle Batı düşüncesi Kazakistan’a girmiş, Kazak düşüncesinde yeni akımların oluşmasına sebep olmuştur. Kazak halkının büyük çoğunluğu geleneksel hayatına devam ederken çok küçük bir aydın grubu Kazak yazılı edebiyatının temellerini atmışlardır. Rus yazılı edebiyatından güçlü bir şekilde etkilenen Kazak aydınları Kazak sözlü edebiyat geleneğine dayanan yeni bir edebiyat oluşturmayı başarmışlardır.


TÜRKİSTAN’DA CEDİTÇİLİK


Çarlık Yönetimi ve Etkileri



Rusya, Büyük Petro (1689-1725) zamanından beri Türkistan’la ilgilenmekteydi. XVII­ I. yüzyılın başında Ruslar, Kazak ve Kalmıklar’a karşı îrtiş nehri boyunca karakollar ve dayanak noktaları inşa ettiler. Moğol kökenli Kalmıkların baskısından bunalan Kazakların Küçük Cüz hanı Ebulbayır, 1730’da Rus himayesini kabul etti. Ruslar, Ural nehri boyunca yeni kaleler inşa edip buralara Rus Kazaklarını yerleştirdiler; Ural, Orenburg ve Sibir’de Rus Kazaklarının askerî birlikleri oluştu. 1740-42 senelerinde Küçük Cüz’ün doğusundaki bozkırlarda yaşayan Orta Cüz de Rus himayesine girdi.


Rus yönetiminde geçen yüz yıl içinde Kazaklar arasında hoşnutsuzluklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. Rus kuvvetleri bunları şiddetli bir şekilde bastırdı ve isyancıları cezalandırdı. Başkurtlar Pugaçev îsyanı’na da (Salavat Yulay başkanlığında) güçlü bir şekilde katıldılar. Rusların Orenburg ve Yayık taraflarındaki toprakları Kazakların ellerinden almaları huzursuzluğu arttırdı ve isyanlara sebep oldu. Bunlar içinde en önemlisi 1838 yılında baş gösteren Kenesarı Sultan adındaki bir Kazak liderliğindeki isyan hareketidir. On yıl kadar mücadele veren Kenesarı 1845’te Ruslara yenilerek Yedisu’ya çekildi, bundan iki sene sonra Kırgızlar tarafından öldürüldü. 1854’te Ruslar Almatı nehri üzerinde Vernoye adında tahkimli bir mevki inşa ederek Yedisu bölgesinde hâkimiyetlerini kurdular. Böylelikle XIX. yüzyılın ortalarında Issık Göl’den Sırderya nehrine kadar olan Kazak-Kırgız bozkırları tamamen Rusların eline geçti.


XIX. yüzyılda Orta Asya, güneydeki İngilizlerle kuzeydeki Ruslar arasında bir rekabet sahası oldu. Ingilizlerin güneyden Türkistan’a yaklaşmalarından endişelenen Ruslar, 1839’da Hive’yi ele geçirmek niyetiyle harekete geçtilerse de, bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Ruslar bu arada Orta Asya hanları ile iyi münasebet kurmaya çalışıyorlardı. 1841’de meşhur Doğu bilimcisi N. V. Hanikov’un da katıldığı bir heyet Buhara Hanlığı’na gönderildi. 1847’de Rusların Raim tahkimli mevkiini yapmalarıyla ilişkiler yeniden gerginleşti. Ruslar 1853’te Akmescit’i, 1860’ta Pişkek (Bişkek) ve Tokmak’ı, 1864’te ise Türkistan, Çimkent ve Evliya-Ata şehirlerini ele geçirdiler.


1865’te Türkistan’ın büyük şehirlerinden Taşkent, 1868’de Türkistan’ın diğer büyük şehri olan Semerkand Ruslar eline geçince Buhara emiri Rus himayesini kabul etmek zorunda kaldı. Rusya’nın hızlı ilerlemesi karşısında tutunamayacağını anlayan Hokand hanı da Ruslarla bir antlaşma yapmak zorunda kaldı (1868). Hokand hanı görünüşte bağımsız olmakla birlikte Rus nüfûzu altına girdi. Bundan sekiz yıl sonra (1876) Rusya Hokand’da çıkan bir karışıklığı bahane ederek hanlığı tamamen işgal etti ve burada Fergana adında bir eyalet oluşturdu. 1873’te Rus generali P. von Kaufman Hive Hanlığı’na doğru harekete geçti ve kısa süren bir direnişten sonra burayı ele geçirdi (1873).


Ruslar 1879’da Teke Türkmenlerinin elindeki Göktepe’yi ele geçirmeye giriştilerse de, burada epeyce kayıp vererek çekilmek zorunda kaldılar. 1880-81 yıllarında Ruslar Göktepe’ye karşı yeniden saldırıya geçtiler; epey bir kayıp verdikten sonra burayı ele geçirebildiler. Kısa bir süre sonra Aşkabad şehri de Ruslar eline geçti. 1884’te Merv’in düşmesiyle Türkistan tamamen Ruslar tarafından işgal edilmiş oldu.


Rusların Türkistan’ı işgalinden sonra Orta Asya’nın görüntüsü hızla değişmeye başladı. Demir yollarının döşenmesine 1880’de, şimdiki Türkmenistan’dan başlandı: Krasnovodsk (Kızılsu) hattı inşa edildi. Zamanla bu hat Amuderya kıyısına, oradan da Taşkent’e ulaştı. 1900-1905 arasında Taşkent-Orenburg hattı yapıldı ve bundan sonra yeni hatlar inşa edilerek devam etti.


Demir yollarının inşa edilmesi, yeni usulde nakliyat ve ticaret, telgraf, posta teşkilatı, bankaların oluşturulması gibi gelişmeler geleneksel yapıyı etkiledi. Kervan yolları eski önemini kaybetti. Ulaşım vasıtalarının gelişmesi, ayrı kümeler halinde yaşayan Türk toplulukları arasındaki mesafeleri kısaltarak aralarındaki ilişkileri arttırdı. Artık, Kazan’dan Taşkent’e on günde, Orenburg’dan Bakü’ye dört günde, Kaşgar’dan İstanbul’a üç haftada gidilebiliyordu. Türk kümeleri arasındaki ticari ilişkiler artıyor ve faal bir fikir alışverişi oluyordu. (Akçuraoğlu, 61).


Türkistan’da yeni şehir hayatı da gelişiyordu. Orenburg, Orsk, Troysk ve Semi Palat şehirlerine Ruslar’la birlikte Kazan Tatarları da gelip yerleşiyor, buralarda Müslüman mahalleleri oluşturuyorlardı. Kazaklar da bu şehirlerin etrafına kadar gelip pazarlarda alışveriş yapıyorlar, fakat onlar Tatarlar gibi yerleşme eğilimi göstermiyorlardı. Kazaklar, sadece Semi Palat yakınında yeni bir şehir oluşturdular (Alaş). Onlar daha çok Temir-Uyıl, Karkalı, Turgay ve Irgız şehirlerinde yerleştiler. Ruslar, eski şehirlerin yanında yerleşiyor, kendi mahallelerini oluşturuyorlardı.


Türkistan halkının yeni hayata katılımı pek aktif değildi. Yerli halktan sadece bazı hükümet kurumlarında, bankalarda ve ticari müesseselerde tercüman olarak çalışanlar vardı. Ruslar bu katılımın artmasına yardımcı oldular ve yerel aristokrasiyi kendi taraflarına çekerek onlar aracılığıyla halkı etkilemek yoluna gittiler. Bunun önemli sonuçlarından biri yerli aydın aristokrasisinin gelişmesi oldu. Bu sınıfı Kazak ve Başkurt kökenli ordu subayları ile Kazak sultanları oluşturuyordu. Bunlar modern eğitimin yerleşmesinde aktif rol oynadılar.


Ruslar, Orta Asya’nın yerleşik halkının, yani Sartlar’ın medenî bir unsur olmaları sebebiyle göçebe Kazak-Kırgızlara göre daha çabuk Avrupa medeniyetini benimseyeceğini zannediyorlardı. Ancak, olaylar bunun tersini göstermiştir. Şartların (özellikle Taciklerin) bağnazlık derecesinde eski İran-İslam kültürünün etkisi altında olmaları onların modernliğe geçmelerinde bir engel oluşturuyordu. Kazak-Kırgızlar ve Özbeklerin şehirli olmayan kesimi Avrupa medeniyetine daha kolay uyum sağlıyorlardı. (Togan, s. 272-275.)


Rus işgali Kazak ülkesinde büyük bir dönüşüme sebep oldu. Rus göçmenlerin getirilmesiyle bölgenin nüfus yapısı önemli ölçüde değiştirildi. Ancak, Rus sömürge siyaseti Kazak-Kırgızların kendi toprakları üzerinde yerleşik hayata geçmelerini istemiyor, onları verimsiz topraklara ve çöllere sürüyordu. Daha önce biraz ekincilikle ve hayvancılıkla geçinen Kazak-Kırgızların toprakları Rus göçmenler tarafından işgal edilip çöllere atıldıktan sonra yaylak ve kışlak yolları kesildi ve artık tamamen hayvancılıkla yetinmek zorunda kaldılar, açlığa mahkûm edildiler. Bu durum dayanılmaz hâle gelip isyan ettiklerinde, kıyıma ve sürgünlere uğratıldılar.

Bu isyanlar sırasında Kazanlı ve Taşkentli Müslüman tacirler halk arasında dolaşıp Rus yanlısı propaganda yapıyorlardı. Tatar tacirleri Kazaklara yüksek fiyatla mallar satıyor, borçlandırıyor, paraları ödenmediğinde Rus yetkililerin desteğini alıyorlardı. Rus işgalinden sonra, Kazakistan’da Rus şehirleri inşa edildi, Kazaklar ihtiyaçlarını aracısız olarak Ruslardan almaya başladılar. Bunun sonucunda Kazanlı tacirlerin işi bozuldu.


Yine aynı döneminde, bir kısım Tatar mollalarının davranışları yerel halkta hoşnutsuzluk yaratıyordu. Dinî Idare’ye bağlı olan ukazlı (resmi belgeli) Tatar mollalar Kazaklar arasında Rus memuru gibi davranmakta ve her hareketlerinde Rus kuvvetine dayanmaktaydılar. Müslüman halkın doğum, evlenme ve boşanma işlerini nüfus defterlerine kaydeden bu mollalar Kazak halkını “Ak Padişah” dedikleri Rus Çarına sadık bir tebaa olmaya davet ediyorlar ve İslam dininin ulû’l-emre (yöneticilere) itaat etmeyi emrettiğini telkin ediyorlardı. Çokan Velihanov gibi Kazak aydınları bu mollaları şiddetle eleştirmişlerdir.


Rus yönetiminin Türkistan halkı üzerindeki etkileri başlangıçta yüzeysel düzeyde kaldı; fikir alanında pek genişleme olmadı. Modern metotları kullanmalarına rağmen Türkistanlıların çoğu ruhen mutaassıp kaldılar. İçki ve eğlence gibi şeyler daha kolay etkisini gösteriyordu. Ruslarla en çok temas halinde olanlar tüccarlardı. Para ve mevki-makam gibi şeylerle daha fazla ilgili olan Taşkent tüccarının çoğu Rus taraftarıydı.


Rusya, önceki yüzyıllarda Tatarlara uyguladığı baskı siyasetinin aksine, Türkistan’da ince bir siyaset izliyordu. Rus yetkililer, siyasetleri gereği halkın dinî inançlarına saygı gösteriyorlardı. Rus generali Çernayev 1865’te yayınladığı bir emirnamede şeriata uymayan Müslümanların cezalandırılacağını ilan etmişti.


Türkistanlılar içinde Avrupa fikirleriyle tanışanlar, çoğunlukla Ruslarla yakınlaşan varlıklı ailelerden geliyorlardı. Onlar bulundukları şehrin modern kesiminde yer alan Rus mahallesinde yaşayabiliyor, evlerini Avrupa tarzında döşeyebiliyor, atlı arabaya binebiliyor, çocuklarını Rus okullarında okutabiliyorlardı. Bunlar arasında Rusya’nın Avrupa kısmına, hatta Batı Avrupa’ya seyahat edenler vardı. Ancak, bunlar toplam nüfusun çok küçük bir kısmını oluşturuyordu. Geniş halk kitlesi hâlâ eskiden olduğu gibi yaşamaya devam ediyordu.



Türkistan’da Cedit Hareketi



Türkistan’daki Ceditçilik veya reform hareketi, XIX. yüzyılın sonu, XX. yüzyılın başında ortaya çıktı. Daha ziyade Kırım ve Kazan’dan gelen etkiler sayesinde gelişti. Rus okullarında okuyanların çoğalması, ulaşımın kolaylaşması sonucu İslam dünyası ve Rusya’nın diğer merkezleriyle olan ilişkilerin artması, Gaspıralı’nın Tercüman gazetesi ve usûl-i cedit mekteplerinin etkileri, İslam dünyasından (İstanbul, Suriye, Mısır ve Hindistan’dan) gelen reformcu akımlar Türkistan’da yeni fikirlerin gelişmesinde etkili oldular. 1905 Rus ve 1908 Osmanlı Meşrutiyet hareketleri ile Hindistan’da sömürgeciliğe karşı mücadele fikirleri Türkistan’da siyasi bilincin oluşmasında önemli tesirler icra ettiler. Bütün bu tesirlerin yanında, Rus işgali sonrası ortaya çıkan teknik ve iktisadi gelişmeler de Türkistan’da yenilik ve değişim fikrinin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı.


Türkistan’daki Cedit hareketinin en tanınmış siması Mahmud Hoca Behbûdî’dir (1874-1919). Semerkandlı bir molla ailesine mensup olan Behbudî, Buhara medreselerinde eğitim gördü. Kendi gayretleriyle Rusça öğrendi. Cehâletin zararlarını konu alan dram türündeki eserini (Pederküş, 1912) yazdı. 1913-15 arasında Ayine dergisini ve daha sonra Semerkand’da Sâdâ-yı Türkistan gazetesini çıkardı. 1917 Şubat devriminden sonra siyasi faaliyetlerde bulundu. 1916-19 yılları arasında Türkistan’ın bağımsızlığı yönünde çalıştı ve Basmacılık hareketini destekledi. 1919’da, Karşı şehrinde, Emir yanlıları tarafından taşlanarak öldürüldü.


Eserlerini tamamen İslam dünyasındaki bunalım üzerinde yoğunlaştıran ve Buhara Hanlığı’nın gerilik sebeplerini araştıran diğer bir aydın, Abdurrauf Fıtrat’tır (1880-1938). Ona göre, İslam toplumlarında görülen geriliğin sebeplerinden biri ulemânın durumu idi. Fıtrat, Münâzara adlı meşhur eserinde hocaların öğrencilerden rüşvet almasını eleştirirken “âlimin bozulması, âlemin bozulmasıdır” sözünü hatırlatır. Ulemanın dünyadan habersiz olduğunu, medresede çok zamanda (yaklaşık 20 yıl) az ve faydasız şeylerin öğretildiğini, Arapçanın bile doğru dürüst öğretilmediğini, medreselerde içkinin ve ahlaksızlığın yaygınlaştığını ifade eder. Eski ve yeni tarz okulları karşılaştırarak Cedit mekteplerinin faydalarını ve özelliklerini anlatır.


Kazan Tatarlarının girişimiyle 1897’de Endican ve Semerkand’da, 1898’de Tokmak’ta usûl-i cedit mektepleri açıldı. Bunu Türkistan’ın yerlisi olan insanların açtıkları okullar takip etti. 1901’de ise ilk defa olarak bir Özbek (Münevver Karî) Taşkent şehrinde yeni usulde bir mektep açtı. Bu okulların şeriata aykırı olduklarını söyleyen mutaassıp ulemanın tesirinde kalan Buhara Emiri, 1909’da usûl-i cedit okullarını kapattı.


Türkistan Ceditçilerinin fikrî ve siyasi oluşumunda Osmanlı tesirleri de görülmektedir. XX. yüzyıl başında ve özellikle 1908 Jön Türk Devrimi’nden sonra iş başına gelen İttihat ve Terakki Partisi, Türkistan gençleri üzerinde önemli etkiler yaptı. Abdurrauf Fıtrat, Mukimiddin ve Osman Hoca gibi tanınmış Özbek şair ve yazarları İstanbul’da bulundukları sırada Jön Türk liderleriyle buluştular ve buradaki yeni fikirlerden etkilendiler. Genç Türklerin Sultan Abdülhamid yönetimine karşı verdikleri mücadeleden esinlenerek, Buhara ve Hive’de benzer bir devrimi gerçekleştirmeyi hedeflediler.


İstanbul’da bulunduktan sonra memleketlerine dönen Türkistanlı aydınlar orada 1909’da “Genç Buharalılar” adında gizli bir örgüt kurdular. Yine aynı yılda İstanbul’daki bir grup Türkistanlı genç, Buhara öğrencilerine yurt dışı eğitimi sağlamayı amaçlayan teşkilatlar oluşturarak Türkistanlı öğrencileri tahsil için İstanbul’a gönderdiler. Hive Hanlığı’ndaki reform yanlısı gençler ise “Genç Hiveliler” adında bir araya gelerek örgütlendiler.


Buharalı Ceditçi önderlerden Abdurrauf Fıtrat İstanbul’daki eğitimi sırasında Osmanlılardaki reform fikirlerinden etkilenerek eserler yazdı; vatan, hürriyet ve meşrutiyet gibi Türkistanlı aydınların henüz yabancı oldukları kavramları dile getirdi. Buhara yönetimini eleştiren ve vakit geçirmeksizin reformlar yapılmasını talep eden yazılar yazdı.


Özellikle 1908-14 yılları arasında İstanbul, Türk dünyasının cazibe merkezi haline geldi. Kuzeyde ise Kazan şehri, Rusya’da yaşayan Türk kökenli topluluklar için bir ilim, kültür ve sanat merkezi durumuna erişti. Rusya Türklerinin fikir hareketleri Kazan’da meydana geliyor ve sonra Türkistan’a, Kazakistan’a ve Doğu Türkistan’a kadar yayılıyordu. Ancak, I. Dünya Savaşı ve savaştan sonra ortaya çıkan gelişmeler her iki merkezi de olumsuz etkiledi. İstanbul, hızla Türk dünyasının merkezi olma özelliğini kaybetmeye başladı. Osmanlı Devleti mağlup olduktan ve İttihat ve Terakki tasfiye edildikten sonra Türk dünyası aydınlarının dayanacak hiçbir desteği kalmadı. İstanbul matbuatı artık ilmî, edebî ve siyasi hareketlere rehberlik etmekten uzaktı. Yeni kurulan Sovyet yönetiminde de şartlar olumsuza doğru evrildi. Kazan’daki okullar, matbaalar, medreseler ve kitap şirketleri ortadan kaldırıldı; Kazan’ın Türkistan’la olan ticareti tamamen kesildi, iktisadî gücü yok edildi. Bilim ve kültür kurumlarının faaliyet alanı yeni oluşturulan özerk Tataristan’la sınırlandı.


Alıntıdır.

ATASÖZLERİ "A"

 - Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür. 

- Ağacı kurt, insanı dert yer. 

- Ağacın meyvesi olunca başını aşağı salar. 

- Ağaç yaş iken eğilir. 

- Ağaran baş, ağlayan göz gizlenmez. 

- Ağır taş yerinden oynamaz. 

- Ahmağa yüz, aptala söz vermeye gelmez. 

- Ahmak (şaşkın) misafir ev sahibini ağırlar. 

- Akacak kan damarda durmaz. 

- Ak akçe kara gün içindir. 

- Akıllı düşman akılsız dosttan hayırlıdır. 

- Akılsız başın zahmetini ayaklar çeker. 

- Akıl (akıllı) isen açma sırrını dostuna; dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna. 

- Ak koyunun kara kuzusu da olur. 

- Akşamın hayrından sabahın şerri yeğdir. 

- Alçak yerde tepecik kendini dağ sanır. 

- Alet iş görür, el övünür. 

- Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar. 

- Allah kulundan geçmez. 

- Allah sabırlı kulunu sever. 

- Allah sevdiğine dert verir. 

- Al malın iyisini çekme kaygısını. 

- Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste. 

- Altın ateşte, insan mihnette belli olur. 

- Altın eşik gümüş eşiğe muhtaç olur. 

- Altının kıymetini sarraf bilir. 

- Altın leğenin kan kusana ne faydası var. 

- Altı olur, yedi olur, hep Allah’ın dediği olur. 

- Aman diyene kılıç kalkmaz. 

- Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. 

- Araba devrilince yol gösteren çok olur. 

- Arabanın arka tekerleği öndekinin izine basar. 

- Arayan Mevlasını da bulur belasını da. 

- Arı bal alacak çiçeği bilir. 

- Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar. 

- Arpa eken buğday biçmez. 

- Arsızın yüzüne tükürmüşler; “Yağmur yağıyor!” demiş. 

- Aslını saklayan (inkar eden) haramzadedir. 

- Aşıka Bağdat ırak gelmez. 

- Aşını, eşini, işini bil. 

- Ata dostu oğula mirastır. 

- Atasını (büyüğünü) tanımayan, Allah’ını tanımaz. 

- At bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur at bulunmaz. 

- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. 

- Atılan ok geri dönmez. 

- At ölür meydan (nalı) kalır, yiğit ölür şanı (namı) kalır. 

- Ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz. 

- Avradı eri, peyniri deri saklar. 

- Avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar. 

- Ayağını yorganına göre uzat. 

- Ayıpsız yar arayan (dost isteyen), yarsız (dostsuz) kalır. 

- Aza kanaat etmeyen çoğu hiç bulamaz. 

- Azıcık aşım, kaygısız (ağrısız, kavgasız) başım. 

- Azıksız yola çıkanın iki gözü el (yabancı) torbasında kalır. 

- Az veren candan, çok veren maldan. 

- Az yiyen az uyur, çok yiyen güç uyur. 


Kastamonu

 


Türk Soylu Halklarda Gök Tasavvuru-3

 Kutup Yıldızı ve Küçük Ayı


Diğer yıldızların sanki bu “altın” veya “demir” sütunun etrafında dönüyormuş hissi yaratması, insanlarda diğer yıldızların ona bağlanmış oldukları fikrini uyandırmıştır. Kırgızlar, Küçük Ayı kümesinin Kutup yıldızına en yakın olan ve bir yay meydana getiren üç yıldıza “ip” adı verirken, aynı kümenin diğer iki büyük yıldızını ise bu ipe bağlı iki at olarak tasavvur etmişlerdir. Bu atlardan bir tanesi beyaz, diğeri de mavi/boz renktedir. Büyük Ayı kümesinin yedi yıldızı ise, “yedi muhafız” olarak adlandırılır; bunların görevi atları uluyan kurtlardan korumaktır. Kurtlar, atları avlamayı başarırlarsa, dünyanın sonunun geleceğine inanılır. Bazı bölgelerde, Büyük Ayının yedi yıldızının atları takip eden kurtlar olduğu anlatılır; inanışa göre, kıyamet gününden ilk önce kurtlar, atları yakalayacaklardır. Minussinsk bölgesi Tatarları da, kıyamet gününde “yedi köpeğin” zincirlerinden boşanacaklarına inanırlar. Buradaki yedi köpek, Büyük Ayı yıldızlarını ifade etmektedir. Diğer yıldızlar gibi, Büyük Ayı yıldızlarının dünya sütununa bağlı olduğu, eğer herhangi bir sebeple yıldızların ipleri kopacak olursa, çok büyük sıkıntılar meydana geleceğine inanılır.


Güney Rusya Slavları arasında anlatılan bir efsanede Küçük Ayı kümesi, bir köpeğin bağlı olduğu zincir olarak tasavvur edilmekte ve inanışa göre, zincir kopup, köpek serbest kaldığında, dünyanın sonu gelecektir.


Büyük Ayı


Kuzey Sibirya halkları ve orada yaşayan Ruslar, Büyük Ayı yıldız kümesine “geyik” adı verirler. Turuhansk bölgesindeki Samoyedler arasında, Kutup yıldızının bu geyiği ehlileştirmeye çalışan bir avcı olduğu anlatılır. Yeniseyler ise, bu yıldız kümesinde bir geyik ile üç tane avcıdan bahisle, bir dörtgen oluşturan öndeki dört yıldızın geyiği, sıralanan diğer üç yıldızın da avcıları temsil ettiğini, hâtta bu avcıların kimliklerinin; ilkinin bir Tunguz, ikincisinin yanında kazanıyla bir Yenisey (Kazan olarak nitelenen hemen yanı başındaki Alcor isimli küçük yıldızdır) üçüncüsünün de bir Rus olduğunu ifade ederler. Buna ilâve olarak; “geyiğin” hemen önünde bulunan üç yıldızdan birinin geyiğin ağzı, diğer ikisinin de kulakları olduğu anlatılır. Bir Yakut efsanesindeyse, üç Tunguz’un bir geyiği gökkubbeye kadar takip ettikleri ve orada yollarını kaybedip aç kaldıkları anlatılır ki, sonunda avcılardan birinin ölüp, diğer iki avcı, geyik ve köpekleriyle yıldızlara dönüşmüşlerdir.


Kuzey Amerika yerlileri arasında büyük Ayı kümesinin bir hayvan olarak, genelde üç avcının kovaladığı bir ayı olarak tasavvurunun yaygın olduğunu belirtmek gerekir.


Laponlar ve başka bir çok ilkel topluluklar arasında yıldızlar ve yıldız kümeleri av ve avcılık sahneleri şeklinde tasavvur edilirken, Goldeler Büyük Ayı kümesinin hikâyesini şöyle anlatırlar: “Bir zamanlar bir kayınpeder, bir kayın valide, bir de damat vardı. Kayınpeder, damadından ağları asıp kurutmak için dört tane direk dikmesini ister. Damat işini dikkâtsizce yaptığı için kayınpeder damadını dövmeye kalkıştığında, damat kayınvalidesinin yanına kaçar. İşte bu gelişigüzel dikilen dört direk, Büyük Ayının dört köşeli şeklini, ucundaki yaya benzer sap ise, sırasıyla kayınpeder, damat ve kayınvalideyi temsil eder.

Orta Asya halkları arasında Büyük Ayı ile igili benzeri pek çok efsaneye rastlanır ki, Buryatlarda bir kahraman, “yedi kara demirci”yi yenip, kafataslarından kâse yaparak, karısı Manzan-Görmö’ye bunlardan içki ikram eder. Kadının, kâseleri içip, göğe fırlatmasıyla, Büyük ayının yedi yıldızı meydana gelir ki, bu sebeple Büyük Ayının yedi yıldızını, yedi kafatası olarak görürler. Bu hususta Moğolların büyük Ayıya “yedi ihtiyar” veya “yedi han” adını vermeleriyle, onun için süt, kımız sunmaları, hâtta hayvan kurban etmelerinin temelinde yatan tasavvur ise tam olarak bilinmemektedir.


Orta Asya’da oldukça yaygın olan bir başka efsanedeyse yedi hayduttan bahsedilir. Moğollarda geçen bu efsaneye göre Büyük Ayıyı oluşturan yedi haydut, Ülker yıldız kümesinin bir yıldızını çalmalarıyla, Ülkerin yıldızları yediden altıya düşmüştür. Çalınan bu küçük yıldız, Büyük Ayının yayının ortasındaki yıldızın yanında durmakta, hırsızlık Tanrısı olarak adlandırılmakta ve yağma akınlarında haydutlar, onun kendileri için dua ettiklerine inanırken, Altay Tatarları, Ülker yıldızlarının intikam almak için hâla bu “yedi han”ı takib ettiklerini, lâkin yakalayamadıklarını, Kırgızlarsa, Büyük Ayıyı oluşturan yedi yıldızı “yedi hırsız” olarak adlandırarak, onların Ülker yıldız kümesinin iki kızından birini kaçırdıklarını anlatırlar. Kafkasyada ise efsanenin biraz daha değişik anlatımına rastlanır: Efsaneye göre bir han, çocuğunun eğitimini “yedi kardeşe” bırakır. Ancak biraderler seyahâte çıktıklarında, Ülker yıldızları onlara saldırarak, yanlarındaki talebelerini kaçırmaya çalışırlarsa da, eğitimci kardeşler kızı korumayı başarırlar. Anlaşılacağı üzere, coğrafya değiştikçe, efsane de değişebilmektedir. Keza, aynı efsaneler grubuna yedi erkek kardeşle, küçük kız kardeşlerden hepsinin gökyüzüne alındığı hikayesini de bunlara ekleyebiliriz. Buryatlar, Büyük Ayı hakkında şöyle bir efsane anlatırlar: “Bir zamanlar kuşların dilini anlayabilen fakir bir adam varmış. Adam, bir gün bir ağacın altında dinlenirken, iki karganın kendi aralarında; Hanın uzun zamandır hasta olan oğlunun nasıl iyileştirilebileceğinden bahsettiklerine kulak misafiri olur. Kargaların anlattıklarını duyan adam, aceleyle Hanın yanına gidip, oğlunu iyileştirir. Han da adama mükâfat olarak yedi tane at hediye eder. Atlarıyla yola çıkan adam, yolda altı kişi ile karşılaşır. Bu altı kişinin her birinin çok özel yetenekleri vardır. Bunlardan biri, bir dağı kaldırabilecek kadar güçlü, ikincisi kulaklarının hassasiyetiyle, yer altında olup bitenleri bile duymakta, üçüncüsü çok iyi ok atmakta, hâtta bir ok atışıyla “gökyüzü dağı”ndan bir parça koparabilmekte, dördüncüsü bir kuş cinsinin tüylerini bir başka kuş cinsine çevirebilmekte, beşincisi ağzıyla fırtına yaratabilecek kadar su çıkartabilmekte, altıncısı da o kadar çeviktir ki, bir yaban keçisini tek başına yakalayabilmektedir. Bu altı kahramanla, yedi atı olan adam bir araya gelip, birlikte yola devam ederler. O esnada, çok iyi işitme yeteneği olan, bir Han’ın kızını evlendirmek istediğini ve birbirinden zor üç vazifeyi yerine getirebilen kahramana Han’ın kızını vereceğini işiterek, arkadaşlarına şanslarını denemeleri için Han’a gitmelerini teklif eder. Nihayet, en zor işleri yapıp, görevlerini yerine getirerek, Han’ın kızını alıp, tekrar yola koyulurlar, ama Han’ın adamları onların peşlerine düşer. Yedi kahraman, bir çok zorlu mücadelenin ardından Han’ın adamlarının elinden kurtulurlar. Bu yoldaşların cesaret ve samimiyetlerini gören Gök Tanrı, onları gök yüzüne alır ve Büyük Ayı yıldız kümesi böylece meydana gelir. Büyük Ayının yayının ortasındaki yıldızın yanındaki küçük yıldız da Han’ın kızıdır.


Eski Yunanlılarda da benzeri efsanelerden birinde, aslında Ülker yıldız kümesinin bir yıldızı ve aynı zamanda Troyalıların atası olan Elektra’nın, Troya’nın yıkılmasına çok üzülerek gökteki yerinden ayrıldığı, bu yüzden de Ülker yıldız kümesinin altı yıldızdan oluştuğu, Elektra’nın ise, Büyük Ayı yayının ortasındaki yıldızın yanında parladığı anlatılır ki, Troya savaşının başlamasına sebep olan kadın kaçırma hadisesi, muhtemelen bu efsanenin arka plânını oluşturur.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

HİNT MEDENİYETİ

 


XIII. yüzyılda doğuyu gezen batılı seyyahlardan Marco Polo, Hindistan'ı anlatırken Hinduların şu ilginç törenlerine dikkat çekmektedir:


"Kral bile özel bir giysi giymemesine rağmen elmas taşlı bir yaka, yüz adet inci ve dört adet yakut taşlı bir kolye, kollarında ve bacaklarında altın bilezikler, parmaklarında inci yüzükler taşırdı. Beş yüz karısıyla beraber birçok raca da gittiği yerde krala eşlik ederdi. Kral ölüp yakıldığında, onu ikinci hayatında takip etmek üzere bu insanlar da ateşe atlarlardı. Kimi Hindular dini törenlerde öylesine büyük bir coşku yaşarlardı ki, sık sık kendilerini putlara kurban ederlerdi. Böyle fanatik bir Hindu önce arkadaşları tarafından omuzlar üzerinde sokak sokak taşınır, sonra da intihar edeceği ilan edilirdi. Hindu, daha sonra putun karşısında kollarına, bacaklarına, karnına ve göğsüne bıçaklar saplar, vurduğu her bir darbede: «Kendimi bu put için kurban ediyorum.» derdi. Son darbeyi de kalbine vurur ve öylece ölürdü.


Marco Polo'yu aynı derecede etkileyen bir başka olay, kadınların da kocaları öldükten sonraki ölü yakma töreninde kendilerini ateşe atmalarıydı. Bunu yapanlara saygı duyuluyor, yapmayanlarsa dışlanıyordu.


İndus ve Ganj Irmağı çevresinde gelişen Hint medeniyetinin tarihi, M.Ö. 4000'lere kadar uzanır. Dünyada ilk kez pamuğun yetiştirildiği İndus Vadisi, halkının tarımla uğraştığı geniş ve verimli topraklara sahipti. Tarımla beraber ticaret de gelişmiş, komşu ülkelerle girdiği ticari ilişkiler sonucunda Mezopotamya, İran ve Çin medeniyetleriyle karşılıklı bir etkileşim içine girmişti.


Hint medeniyetinin erken döneminde astronomi, astroloji ve matematik bilimi oldukça gelişmişti. Başlangıçta Hintlilerin oyun kurma amacıyla oluşturduğu rakamlar, bölgeye gelip yerleşen Müslümanlar tarafından daha da geliştirilerek bugünkü rakamlara dönüştürülmüştür. Müslümanların geliştirdiği bu rakamlar daha sonra batılılar tarafından da alınarak, Roma rakamları yerine kullanılmaya başlanmıştır. Bugünkü rakamların menşei olan Hindistan'da o dönemde bir çeşit resim yazısı kullanılmaktaydı.


Tarım, ticaret ve kültür alanlarındaki kadar Hint tıbbı da ileri bir düzeyi temsil etmekteydi. Cerrahlık konusunda yeni teknikler geliştiren Hint tıbbı, Sasani ve Araplar eliyle Avrupa’yı da etkilemiştir.


Hintliler mimaride de varlık göstermişler, su baskınlarını önlemek için surlar, tarımdaki gelişmişliklerini gösteren buğday depoları, su ve kanalizasyon şebekeleri inşa etmişlerdir.


ARi KAVİMLERİN İNDUS VADİSİ'NE GELİŞİ ve KAST SİSTEMİ


Zenginliğinden dolayı daima çevresindeki kavimlerin iştahını kabartan Hindistan, M.Ö. 800'lerde Ari kavimlerin istila ve işgallerine uğramıştır. Bu istila ve işgaller, şimdiki Pakistan ve Bangladeş bölgeleri dahil, kuzeyden güneye, yarımadanın tümünü ve Hint Okyanusu'ndaki adaları da içine almıştır.


Atı ve demiri Hindistan'a getirmiş olan Ari çoban kavimler, ülkeyi daha iyi yönetebilmek için halkı mesleklerine ve renklerine göre sınıflandırdıkları bir kast sistemi oluşturdular. Ayrıcalıklı beyaz sınıfı; brahmanlar, yönetici soylular ve askerler oluştururken, siyahları da toprağı işleyen köylüler ve işçiler, ayrıca zamanla güçlenen tüccar ve sanatkarlar oluşturmaktaydı. Sınıflar arası geçişe asla müsaade edilmezdi. Birbirlerinden kopuk olarak yaşayan insanlar, babalarından devraldıkları meslekleri sürdürmek zorunda kalırlardı. Bu durum Hintlilerin millet olma şuurunu engellemiş, ülkenin değişik dönemlerde birçok kez işgallere uğramasına sebep olmuştur.


Bir Hindu prensi olduğu halde yeni bir dini tefekkür ortaya koyan Buda ve takipçileri kast sistemine karşı çıkmışlar, onu bir miktar zayıflatmakla beraber ortadan kaldırmaya muvaffak olamamışlardır. Buna karşılık erken İslam döneminden itibaren Hindistan’da hüküm süren Müslüman yöneticiler kast sistemiyle mücadele etmişler, bilhassa Gazneli Mahmud Han zamanında kast sisteminin etkinliği iyice zayıflatılmıştır. Hinduizm'den beslenen bu gayri insani uygulama, ancak 1949 yılında yapılan yeni Hint anayasası ile ortadan kaldırılabilmiştir.


Hindistan'da ilk siyasi birliği sağlayan Gubtalar (320-550) olmuştur. Akhunlar Kuzey Hindistan'ı ele geçirerek Gubtaların varlığına son vermişlerdir. Akhunlar'ın hakimiyetleri de ancak Göktürk ve Sasani devletlerinin işbirliği yaparak bu devleti yıkmalarına kadar sürebilmiştir. O tarihten sonra Hindistan’da irili-ufaklı birçok krallıklar oluşmuş, Emeviler döneminde Arapların İndus vadisine inmeleriyle beraber Hindistan’da İslamiyet'in etkili olduğu yeni bir dönem başlamıştır. İslam'ın etkinliğinin artmasıyla beraber bölgeye bazı Afgan, İran ve Türk boyları da gelip yerleşmiştir.


Hindistan’daki İslamlaşmanın en önemli aktörü, bu topraklara on yedi sefer yapan Gazneli Mahmud tur. Buna rağmen güneyi de hakimiyeti altına alan asıl büyük devlet, bir Müslüman-Türk Sultanlığı olan Babürlülerdir. Hindistan'ın 1858 tarihinde İngilizler tarafından işgaline kadar bu topraklarda muhtelif Müslüman hanlıklar varlıklarını devam ettirmişlerdir.


HİNDİSTAN'DA DİNLER


HİNDUİZM


Fevkalade bir çeşitlilik gösteren Hindu din geleneği, birbirine zıt inançları bünyesinde barındıran ve temelde mistik mefhumlardan oluşmuş son derece karmaşık bir yapıya sahiptir.


Hinduların mukaddes kabul ettiği metinler olan Veda'lar Sanskritçede bilgi anlamına gelmektedir. İlahileri, kurban merasimlerinde kullanılan dini tabirleri, sihir ve büyü ile ilgili duaları ihtiva eder. Dört Veda derlemesinin en önemlisi, bin yirmi sekiz ilahiden oluşan Rig Vedadır. Tanrı'nın Türküsü anlamına gelen Bhagavat Gita ise Hindu inanç temellerini ifade eden önemli bir destanın parçasıdır.


Hinduizm, birbirinden ayırt edilmesi zor ilah ve devleri, acayip mitolojik anlatımları ve ayinleri ile anlaşılması zor bir din ve inançlar manzumesidir. Dünyayı bir gerçeklik olarak değil, bir maya ve hayal olarak telakki eden Hinduizm, tanrının zaman zaman insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne indiği inancını barındırdığı gibi, Vedalardaki muhtelif metinlerde de tevhid inancının çarpıcı izlerine rastlanmaktadır. Nitekim Upanişadlardaki bir şiirde şöyle denilmektedir:


"Bütün varlıklarda bulunan bu tek tanrı

Her şeyin başlangıcı, sonu ve şimdisidir.

Arzu ettiğim her şeyin,

Gördüğüm her şeyin kaynağı O'dur."


Bhagavat Gita'nın Mahatma Gandhi'ye ait bir yorumunda da şöyle denilmektedir:


"Bütün bunlara, yok (gelip-geçici) olmayanın nüfuz ettiğini bil. Değişmez olan varlığı kimse yok edemez. Ebedi olan, yok olmayan ve ölçülemez olan müşahhaslaşmış (somut hale gelmiş) tekin bu bedenleri ise sonludur."


Hint dinlerinin temel inançlarından biri de reenkarnasyon (ruh göçü, tenasüh) inancıdır. Hinduizm ve Budizm'in ortaklaşa sahip olduğu bu inanç ilkesi, insanların öldükten sonra insan veya hayvanlara ait başka bir bedende tekrar hayata geldiğine ve ruhi gelişimini bu değişik hayatlarda sürdürmeye devam ettiğine inanmayı ifade etmektedir.


Hint mistisizmi, diğer dinlere ait mistik tecrübelere de kısmi etkilerde bulunmuştur. Hinduizmin iki temel ilkesi olan panteizm ve reenkarnasyon inançlarının izleri, tarihi süreç içerisindeki bazı aşırı ve istikamet dışı mezhep ve mistik okullarda da görülmektedir.


BUDA ve BUDİZM


Günümüzde yaşayan evrensel dinlerden biri olan Budizm, temelde Hinduizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.


Asıl adı Sidharta olan Buda, M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'ın kuzeyinde doğmuştur.


"İyi bir eğitim aldıktan sonra çağdaşı soylu racalar gibi debdebe dolu aylak bir hayata dalmıştı. Hayatın amacını sorgulama sürecinin bir parçası olarak babasının sarayından ayrıldı. Bulabildiği arkadaşlarıyla ormana dalarak meditasyon öğrendi. Ruhunun huzurunu uzun süreli açlıkla da sağlayamayacağını görerek, bir incir ağacının altına çekilip uzlete daldı. Transtan çıktığında yeniden doğmuş, Buda olmuştu. Artık uyanmış ve aydınlanmıştı."


Budistlerin bu anlatımı, Buda'nın Hinduizmden ayrılarak farklılaşan dini tefekkürünün de ipuçlarını taşımaktadır. Nitekim Buda, Hinduizm'in tanrılarına, hurafelerine, kurtuluş reçetesi gibi görünen kast sistemine karşı çıkmış, fakat sesini kendi ülkesi olan Hindistanda, mücadele ettiği bu sistemin ancak üst katlarına duyurabilmiştir. Ona göre kurtuluşa ermek için; doğruluk, saflık, bilgelik, düşünmek ve nefsini ıslah etmek yeterlidir. Başkasının malına ve namusuna dokunmamak, canlı öldürmemek, yalan söylememek, içki içmemek, kötülük edenlere bile iyilik etmek kurtuluşa ermenin diğer gerekleridir. Budizm'in özeti olan bu «kurtuluş» fikri «nirvana» kavramı ile ifade edilir. «Karma» inancı «Dhammapada» adlı Buda vecizelerinde şöyle yer alır:


"Uzak diyarlardan sağ-salim dönen adam

Sevinçle kabul görür dost ve akrabalarından

Aynı şekilde iyi adam ayrıldığında bu dünyadan

Yaptığı iyi işlerden dolayı kucaklanacaktır öbür taraftan."


Günümüzde yaklaşık yedi yüz milyon Hindu yaşadığı halde, doğduğu topraklarda yeterince tutunamayan ve daha evrensel bir dini tefekküre sahip olan Budistlerin sayısı bir milyarın üzerindedir. Hinduizm'in milli bir karakter taşımasına karşılık, Budizm, ihtiva ettiği evrensel mesajlardan dolayı başta Çin, Japonya ve Kore olmak üzere bütün uzak Asya ülkelerinde yayılmıştır. Hinduizm'in çok tanrıcı yapısına karşılık Budizm'in belirgin ve vurgu yapılmış bir tanrı inancı bulunmaz. Bu yapısıyla insanın iç dünyasını kuşatan kapsamlı bir akideden çok, bir felsefi düşünceler ve ahlaki öğütler manzumesini andırır.


Hindistanda Hinduizm, Budizm ve İslamiyet gibi büyük dinlerin yanında, bağlılarının sayısı az olan Jainizm ve Sih dini gibi dinler de yaşamaya devam etmektedir.


HİNT MEDENİYETİ BATI MEDENİYETİNİN SİMETRİSİDİR


Hint medeniyeti, bugünkü batı medeniyetinin tam bir simetrisi olma niteliğini taşımaktadır.

Şimdiki haliyle Avrupa'nın dışına taşarak, global bir mahiyet kazanan batı medeniyeti, yüzü daha çok dünyaya yönelik muhteris bir medeniyet olarak ortaya çıkmıştır. Daha çok üretim, dünya ticaretini denetleyerek azami çıkar sağlama, doymak bilmeyen bir ihtiras, dünyayı denetim altına alarak ondan azami yararlanma, ekonomik gücü ferdi haz ve zevklere dönüştürme eğilimi, denetimsiz bir cinsellik, toplum yerine ferdi öne çıkaracak hukuki ve sosyal düzenlemeler, başka medeniyetlere karşı müstağni ve mağrur bir tavır sahibi olma gibi temel vasıflarla kendini öne çıkaran bu medeniyet, bu yapısıyla geçmişteki otantik Hint mistisizminin temsil ettiği tüm değer ve bakış açılarına zıt bir konumda yer almaktadır.


Halbuki Hint medeniyeti, ferdi değil toplumu, maddi refahı değil, iç dünya zenginliğini, ihtirası değil, münzevi bir hayatı, dünyevi zevk ve hazları değil ruhun yücelmesini sağladığına inanılan çile ve mahrumiyetleri öne çıkaran, kapsamlı ve dengeye kavuşturulmamış illetli bir mistik zihniyet üzerinde inşa edilmiştir. Tanrı inancı ve mukaddeslerin zayıflamasına elverişli bir dünya algısına dayanan batı medeniyetine karşı, Hint medeniyeti de her şeyin mukaddesleştirildiği, milyonlarca ilaha izin veren politeist bir inancın hüküm sürdüğü mistik bir dünya algısına dayanmaktadır.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

25 Aralık 2022 Pazar

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


İSLÂM DİNİNİN MAHİYETİ

 


Din, ister hakikatin doğrudan yansıması veya açılımı olarak kabul edilsin ister insan yaratılışının bir gereği olarak değerlendirilsin, sonuçta insanın özünde, fıtratında yerleşik bulunan ve oradan kaynaklanan "kutsala saygı, ona bağlanma ve onunla bütünleşme" ihtiyacını karşılar ve onu kâinat içindeki yalnızlığından kurtaran bir can simidi görevini yerine getirir.


Din kelimesi yer yer bir ferdin veya grubun doğru kabul ettiği ve davranışlarını direktifleri doğrultusunda düzenlediği şey anlamında kullanılsa da, öz ve gerçek kullanımında din, beşer kurgusu olmayan, tam tersine Tanrı kaynaklı olan şey anlamındadır. Vahyedilmiş olarak nitelenen ve bir bakıma Tanrı'nın gökten yeryüzüne ve insanoğluna uzatılmış kurtuluş ipi olan dinin temel amacı, insan ile Tanrı arasında etkili, güçlü ve sağlıklı bir bağ kurmaktır. Bu anlamda vahiy kaynaklı bütün dinlerin bir, tek ve aynı olduğunu söylemek doğru olur. Nitekim Kur'an'daki "Allah katındaki din İslâm'dır" (Âl-i İmrân 3/19) ifadesi, Allah'ın itibar ettiği, geçerli saydığı ve dikkate aldığı tek dinin, özel anlamıyla son ilâhî din sayılan İslâm dini anlamını ifade etmesinin yanı sıra, Tanrı kaynaklı olan vahyedilmiş dinlerin özde birliğini ve bu dinlerin temel özelliğinin -seçilen kelimenin sözlük anlamına da uygun şekilde- Tanrı'ya boyun eğiş, O'na bağlanış ve teslim oluş olduğunu da ayrıca vurgulamaktadır.


Bir dinin mükemmel olduğu iddiası, sadece mensupları açısından o dinin bütün öteki dinlere tercih edilebilir olduğunu ima eder. Bir dinin bu amaç doğrultusunda bütün öteki dinler karşısında inanç ve ibadete ilişkin sembolik tutarlılığını, safiyet ve orijinalitesini korumak maksadıyla kendisi için bir söylem oluşturması ve itham, isnat ve itirazlara karşı bir savunma mekanizması geliştirmesi haklı ve anlamlı görülebilir. Fakat vahiy kaynaklı olan ve kopuksuz bir gelenek zinciriyle gelen bütün dinler, öz ve orijinalite itibariyle aynı zirveye götüren yollar olarak tanımlanır ve İslâm dini bu halkanın son ve bozulmaktan korunmuş şeklini temsil eder.


Dinin Tanrı tarafından vahyedilmiş olduğunun söylenmesiyle vahiy, dinin daha doğrusu otantik dinin temel niteliği yapılmış olmakta ve dolayısıyla dinin yalın bir Tanrı inancından ibaret olmadığı, Tanrı'ya inanmak yanında, O'nun değişik biçimlerde tecelli edeceğine inanmak gerektiği de vurgulanmış olmaktadır. İslâmî literatürde bu tecelli ve inâyet yani Tanrı'nın kendini göstermesi, genellikle "yaratma ve buyurma" (halk ve emir) kavramlarıyla ifade edilir. Kur'ân-ı Kerîm'de ise yaratma ve buyurmanın Allah'a ait olduğu vurgulanır. Buyurma, Tanrı'nın iradesinin sonucudur ve din bu iradenin içinde yer alır. Özü itibariyle mâkul ve kavranabilir olsa bile din, Tanrı iradesinin vahiy yoluyla açılımı olduğu için, teorik olarak, insan aklı da dahil tüm beşerî güçlerden üstündür. Bu yaklaşım Tanrısal iradenin açılımı olan vahyin "aktif ve kurucu", buna mukabil vahye muhatap olan insanın akıl ve diğer melekelerinin "pasif ve alıcı" konumda olduğuna işaret etmektedir.


Tanrısal iradenin insanlara ulaşımının peygamberler kanalıyla olmasını dikkate alan kimi İslâm bilginleri peygamberliği âlemin ruhu olarak nitelemişlerdir. İnsan, kendisini vahye bağlayan gelenek zincirini korumak durumundadır. İslâm düşünce geleneğinde tevâtür ve icmâ gibi kurumsal yapılar, büyük ölçüde vahiyle irtibatlı gelenek zincirini korumak amacıyla oluşturulmuş veya hiç değilse bu amaca hizmet etmiştir. Vahiy ve gelenek kavramları, dinin yapısını ve temel özelliklerini işaret etmektedir.


Din, en yalın biçimiyle Tanrı'ya inanma ve ona ibadet etme olduğuna göre, onun bir inanç sistemini ve bir ibadet sistemini içermesi zorunludur. Bu iki temel unsur yanında, dinin ahlâkî hükümleri de içermesi gerekir. Ahlâk, dikey olarak veya metafizik boyutta, bu inanç ve ibadetlerdeki içtenlik ve samimiyet (ihlâs, ihsan) anlamını içerdiği gibi, dünyevî boyutta, Tanrı inancının ve O'na olan sevginin Tanrı'nın kulları üzerinde gösterilmesi, onların hoş ve mutlu edilmesine çalışılması, onların hukukunun ihlâl edilmemesi, onları rahatsız ve huzursuz etmekten kaçınılması anlamını da içerir.


Bu durumun İslâm dini açısından da aynıyla geçerli olduğunu açıkça göstermesi bakımından Cibrîl hadisi diye meşhur olan diyalogu anmak uygun olur. Bu diyalogda geçtiğine göre vahiy meleği Cibrîl, bir gün dini öğretmek üzere Hz. Muhammed'e gelmiş, ona iman, İslâm ve ihsanın ne demek olduğunu sormuş ve bunları yine kendisi cevaplamıştır. Cibrîl'in bu üç kavrama getirdiği açıklama öz itibariyle dinin yukarıda değinilen üç temel unsurunu, yani inanç, ibadet ve ahlâkı içermektedir. Cibrîl imanı Allah'a, âhiret gününe, peygamberlere, meleklere, kitaplara ve kadere inanmak olarak; İslâm'ı, şirk koşmaksızın sadece Allah'a ibadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmek olarak; ihsanı da, Tanrı'yı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak açıklamıştır (Buhârî, "Îmân", 1).


Tanrı'ya iman ve bunun etrafında oluşturulan inanç sistemi dinin temelini oluşturur. İnanç sistemi yapısı itibariyle dogmatik olabilirse de, inanılan Tanrı'nın özellikle varlığı ve birliğinin ortaya konulması, temel niteliklerinin kavranması ve sistemleştirilmesi aklî bir çabayı gerektirir ve tüm bunların kesinlik gerektiren bilgiye dayanması gerekir. Müslüman bilginlerin inanç konularını sistematik bir yapıya kavuşturmaya çalıştıkları ilmî bir disiplin olan kelâm ilminin kesinlik ifade eden veri ve malzeme tabanı ve burhan üzerine kurulmuş olmasının anlamı ve nedeni budur.


Dinin ikinci unsuru olan ibadetler (ritüel), Tanrı'ya itaatin biçimsel göstergeleri sayılır. Yalın ve teorik bir Tanrı inancı yeterli olmayıp bu inancın pratik olarak eylemle gösterilmesi ve sergilenmesi gerekir. Tapma, tapınma eylemi olan ibadetin öz ve genel yapı itibariyle kaynağı da vahiy olduğu için belirli ibadetler, Tanrı'ya itaat çerçevesinde ve bir inanç ve kanaat gereği olarak yapılırlar. Tapma ihtiyacı, beşer düşüncesinin ürünleriyle karşılanamaz. Kaldı ki beşerin bu alana müdahalesi asgari olarak, dinin esaslı unsurlarından birinin zedelenmesi anlamına gelir. Bu bakımdan Tanrı bizim ibadet olarak ne yapmamız gerektiğini belirlemiş ve kendisine bu şekilde ibadet etmemizi emretmiştir.


İbadetler biçimsel olarak basit görünseler bile Tanrı'nın tasarımı oldukları için, aslında onların gücü ve gizemi bu dünyanın ötelerine uzanır ve her biri Tanrı ile bağlantının değişik biçim ve boyutlarda gerçekleştirilmesine hizmet edecek mahiyettedir. Hatta bir ibadete bağlı olarak belirli duaların ezberlenmesi ve okunması da o ibadetin bir parçasını teşkil edebilir ve bu okumanın etkisi salt bir zihnî kavrayış şartına bağlı değildir. Hz. Muhammed'in namazlarda özellikle Fâtiha'nın okunması yönündeki direktifi bu açıdan değerlendirilebilir.


Dinin üçüncü unsuru "ahlâk"tır. Dinin ilk iki unsuru olan inanç ve ibadet, kişinin doğrudan Tanrı ile teorik ve pratik bağlantı ve iletişimini sağlaması yönüyle insan-Tanrı ilişkisinin dikey-metafizik boyutuna ilişkin iken ahlâk, inanç ve ibadet yoluyla tesis edilmiş bulunan insan-Tanrı ilişkisinin, dünyevî planda her türlü tutum ve davranışa yansıması olarak değerlendirilir. İnsanın başkalarına iyi davranması, onlarla iyi geçinmesi, kötülük etmemesi ahlâkî birer davranış olması yanında, aynı zamanda biçimsel ibadetler dışında Tanrı'nın hoşuna gidecek davranışlardır. Ahlâkın diğer bir boyutu ise Tanrı'ya olan inancın ve ona yapılan ibadetin içtenlik derecesine ilişkindir ki bu husus İslâmî terminolojide ihlâs ve ihsan diye anılır.


Dinin aslî unsurlarından olan iman bir bakıma dinin Tanrı'yı tanıma ve bilme (marifetullah) boyutu, ibadetler Tanrı'ya itaat boyutunu ve ahlâk ise Tanrı'yı sevme (mâhabbetullah) boyutunu teşkil eder. İmanın akıl ve bilgi, ibadetlerin inanç ve kanaat, ahlâkın ise gönül ve duygu kaynaklı olması her birinin mahiyeti gereğidir.


İnsanların birbirleriyle ilişkilerini normatif olarak düzenleyen hukuk ise, dinin tanımında ve unsurları içinde yer almamakla birlikte, genel olarak din ile irtibatlı olarak düşünülebilir ve dinin üç temel unsurundan her biriyle ayrı ayrı bağlantısı kurulabilir. Bu yaklaşım çerçevesinde başlı başına amaç olmayan hukukî düzenlemeler, özellikle ahlâkî hükümlerin değişik zaman ve zeminlerde gerçekleştirilmesine hizmet eden normatif düzenlemeler olması itibariyle belli ölçülerde değişmeye ve dolayısıyla insanın belirlemesine açıktır. Esasen hukukun biçimsel yönünün, temel yapısı ve mahiyeti itibariyle akıl üstü ve dogmatik olan dinin kapsamında yer almayışının anlamı da budur.


 



TARİHÎ SÜREÇ


Hz. Muhammed'in yirmi üç yıllık peygamberliği döneminde tamamlanan vahiy (Kur'an) ve onun açıklaması mahiyetindeki sünnet İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk yanında hukukî, bireysel ve sosyal hayatla ilgili temel ilkelerini ve amaçlarını belirlemiş ve dinin ana çatısını kurmuştur. Bununla birlikte İslâm'ın bu iki aslî kaynağının, bu kaynaklarda ifade edilen ilke, hüküm ve hedeflerin, örneklendirme ve benzetmelerin anlaşılması, yorumlanması ve bunlardan amelî hayatın çeşitli yönlerine ilişkin bazı değer hükümlerinin ve uygulanabilir sonuçların çıkarılması aklî muhakeme ile mümkün olmaktadır. Sınırlı sayı ve muhtevadaki nasların yani Kur'an ve Sünnet metninin, sınırsız sayıda ve çok çeşitli olaylara ışık tutabilmesi, farklı konum ve mahiyetteki insan davranışlarını yönlendirebilmesi ancak böyle bir anlama ve yorumlama faaliyetiyle mümkün olur.


Anlama, yorumlama ve bakış açısı yönüyle bireyler arasında önemli farklılıkların bulunması, üstelik insanların kültür, gelenek, bilgi ve tecrübe birikimlerinin dönem ve bölgelere göre de değişmekte olması aynı Kur'an veya hadis metninden aynı dönemde veya farklı dönemlerde farklı anlam ve hükümlerin çıkarılmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu durum, İslâm'da fikrî tartışmanın ve ihtilâfın hoşgörüyle karşılanıp tabii bir hadise olarak görülmesinin de, İslâm ümmeti içindeki dinle ilgili görüş ayrılıklarının da ana sebebini teşkil etmiştir. Böyle olunca, Kur'an'ın metninden, sünnetin muhtevasından ve İslâm toplumunun asırlarca devam eden geleneğinden açıkça anlaşılan ve Müslümanların asgari müştereğini teşkil eden değişmez bir İslâmî öz ve ana unsur yanında bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplumlara renk ve ton farkıyla değişerek yansıyan bir İslâmî hayattan ve gelenekten söz etmek mümkündür.


Buna ilâveten, nasların insan zihninin cevabını aradığı her soruyu, ferdî ve içtimaî hayatın her alanını ayrıntıyla ele almadığı, çoğu yerde bu konulardaki cevaba ve çözüme yardımcı olacak ana ilke ve hedefleri vermekle yetindiği ve geride "bilinçli boşluk" denilebilecek geniş bir alan bıraktığı da bilinmektedir. Bu alan Müslüman birey ve toplumlar tarafından, dinin ilke ve hedeflerine aykırı olmaması, hatta onlarla bütünleşmesi kaydıyla serbestçe düzenlenebilecektir. Bu nisbî serbestlik de haliyle İslâm dünyasında tarihî seyir içinde dönemlere ve bölgelere göre değişiklik gösteren zengin bir çeşitliliğin yaşanmasının bir diğer sebebini teşkil etmiştir.


Yukarıda yapılan tasvir ışığında, İslâm'ın anlaşılması, değişmezliği ve uygulamaya da yansıyan farklı tezahürleri yönüyle iç içe üç halkadan söz etmek mümkündür. Bu ayırım aynı zamanda İslâm'ın doğrudan ve dolaylı olarak ilgi alanını ve kapsamını tanıtıcı da olacaktır. En içte Kur'an ve Sünnet metninden doğrudan ve açık bir şekilde anlaşılan öz, İslâm'ın ana ve değişmez unsuru yer alır.


İkinci halkayı nasların dolaylı şekilde ve yorumlama sonucu kapsadığı alan, nasların izdüşüm alanı teşkil eder. Bu alanda, izlenen aklî istidlâle, muhakemelere ve bakış açılarına göre naslara farklı yorumlar getirmek ve onlardan farklı sonuçlar çıkarmak mümkün olduğundan kısmî bir değişkenlik ve farklılık gözlenir.


En dışta ise, Müslüman fert ve toplumların dinin rehberliği ve yönlendirmesi sonucu belli bir kıvama gelmiş kendi öz inisiyatifleriyle, bilgi ve tecrübe birikimlerinden, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan tercihleriyle dolduracakları fakat ilk iki alanla da çelişmemeye özen gösterecekleri üçüncü halka yer alır. İslâm'ın ilgi alanını ve kapsamını değişmezlik değişkenlik, yoruma açık veya kapalı oluş, doğrudan veya dolaylı oluş itibariyle böyle bir üçlü ayırıma tâbi tutmak mümkün ve doğru ise de, hangi hükmün hangi halkada yer aldığı konusunda belli ölçüde izâfîliğin bulunması ve birtakım farklı görüşlerin olması kaçınılmazdır.


Özetle ifade edilen bu kategorik tasvir ve genelleme, Hz. Peygamber'in vefatını takip eden ilk birkaç asır içinde, nasların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu istikamette düzenlenmesi çabalarının tek bir çizgide seyretmeyip İslâm'ın yayılış alanıyla ve hızıyla da bağlantılı olarak farklı birçok anlayış, ekol ve temayülün ortaya çıkmış olmasına önemli bir açıklama getirmektedir.


İslâm'ın yayılışı sürecinde İslâm'la tanışan ve Müslüman olan toplumların kendi geleneklerini, örf ve âdetlerini İslâm döneminde de bir ölçüde devam ettirmiş olması, komşu kültürlerin İslâm medeniyeti içinde kendini ifade imkânı bulması, İslâm'ın bölgesel ve sosyal şartlara kolayca uyum sağlayabilmesi de yine aynı alan ayırımının sağladığı esneklikle ve uyum kabiliyetiyle yakından bağlantılıdır. Bununla birlikte tarihî süreç itibariyle İslâm dünyasında İslâm'ın anlaşılması, yorumu ve günlük hayata geçirilmesi konusundaki müsaade edilen farklılıkları sadece Müslüman fert ve toplumlar arasındaki anlayış ve yorum farkıyla, kültür ve gelenek farkıyla açıklamanın yetersiz kalacağını, bunun dışında birçok âmilin de söz konusu edilebileceğini ayrıca belirtmek gerekir.


İslâm'ın getirdiği fikir ve vicdan hürriyeti, fertlerin birbirinden farklı duygu, düşünce ve karakterde yaratılmış olmaları, âyet ve hadislerin bir kısmının ifade ve kapsam yönünden kolay anlaşılır, bir kısmının da mânalarının kapalı olması, bunları değerlendiren bilginlerin değişik metot ve ölçülere sahip olmaları, hilâfet tartışmaları, Müslümanlar arasında meydana gelen iç savaşlar, Müslümanların çeşitli kültürlere sahip milletlerle temasa geçmesi, felsefî eserlerin tercüme edilerek İslâm dünyasında yayılması, değişen akımlar ve gelişen toplum hayatının doğurduğu ihtiyaçlar karşısında âyet ve hadislerden hüküm çıkarma zorunluluğunun hissedilmesi ve değişik siyasî düşünceler zamanla fıkhî ve itikadî ekollerin ve gruplaşmaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma gücünde olmayanlar bu güçteki âlimlerin görüş ve düşünceleri etrafında toplanarak mezhepleri oluşturmuşlardır.


Mezhep sözlükte "gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım" gibi mânalara gelir. Bir terim olarak ise mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen itikadî ve fıkhî doktrini ifade eder. Çoğulu "mezâhib"dir. Mezhep kurucusu kabul edilen imam veya müctehid hiçbir şekilde bir din koyucusu veya din tebliğcisi değildir. Yüce Allah tarafından konulan ve Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen İslâm dininin gerek inanç, gerekse fıkıh (ibadet ve hukuk) alanına giren meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler getirme ihtiyacı karşısında, delillerinden hüküm çıkarma yeterliğine sahip bilginler birbirinden farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya koymuşlardır.

 


İşte belli görüşler etrafında oluşan ve yeni katılımlarla da giderek zenginleşen fikrî kümeleşmeye mezhep denilmiştir. Genellikle fıkıh mezhepleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefî mezhebi, Mâlikî mezhebi gibi. Akaid mezhepleri ise, Şîa, Mu‘tezile, Havâric gibi belli topluluklara nisbet edildiği gibi kurucusuna izâfetle de anılmıştır: Mâtürîdî, Eş‘arî gibi. Ana akaid mezheplerinin ayrıldığı kollar da fıkıh mezhepleri gibi daha çok bir şahsa nisbet edilmiştir. Akaid mezhepleri için daha çok "grup" anlamına gelen "fırka" (çoğulu fırak), "görüş" anlamına gelen "makale" (çoğulu makalât) ve "anlayış tarzı" mânasına gelen "nıhle" (çoğulu nihal) kelimeleri kullanılır.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak