Gök-Tanrı İnancının Esasları
Sevap Anlayışı
Kaynaklarımız Eski Türk dini olan Gök-Tanrı dininde varlığını bildikleri ve hayatta iken yaptıkları iyiliklerin karşılığını öbür dünyada alınacağına inandıklarını ve buna "muyan" dediklerini belirtmektedirler. Keza Uygurca yazılı kaynaklarda "buyanlıg: mesut, sevaplı, mutlu", "buyansız: sevapsız" şeklinde geçmektedir.
Yapılan herhangi bir iyilikten hâsıl olacak sevabın başkalarına da geçmesi geleneği vardı ki özellikle Burkancı Uygurların "buyan evirmek: sevabın tevcihi geleneği" bunu en önemli kanıtıdır.
Sevabın başkalarına devri düşüncesinin menşei, ata ruhları için yapılan hayır işlerinde aranmalıdır. Uygurca metinlerin hemen hepsinin sonunda, bu eserlerin yazdırılmasından doğacak sevabın çeşitli kimselere ve müesseselere tevcih edildiğine dair kayıtlar vardır. Bazı hallerde ise, çok ender olarak sevap tevcihi eserin sonuna müstakil bir metin şeklinde ilave edilmektedir. Mesela Altun Yaruk'un
1687 yılına ait son baskısına eklenen parçanın ikinci yaprağında "ülgüsüz buyanlıg: ölçüsüz sevap kazanmış"yazılmıştır. Herhangi bir eserin yazılmasından, yazdırılmasından, okunmasından, dinlenmesinden, herhangi bir bağıştan, hayrattan, vakıftan hasıl olacaklar sevap şeklinde belirtilirken; beşinci yaprağın başında bu sevap tevcihini yazmış olan katiplere gelince denilerek, bu katiplere sevap tevcih edilmektedir.
Günah Anlayışı
Eski Türk inancında günah, Tanrı’nın istemediği, insanlara karşı yapılan kötü hareketlerin neticesinde yaptıkları yanlışlık ve hata olarak görülmüştür. Nitekim Orhun Yazıtlarında eski Türkçe ifade ile geçen "yazuk: günah “manasından çok "yanlış" manası ile kullanılmıştır. Türk hükümdarı isyan eden ve kendisine karşı savaşan Oğuz, Türkeş, Basmıl, On-Ok boylarının Türk ve kendi milletinden olduklarından bahsederken "Türgiş kağanı Türküm, milletim idi. Bilmediği için, bize karşı yanlış hareket ettiği için kağanı öldü" diyerek yanıldıkları için hata, günah işlediklerini bildirmektedir.
Şine-Usu Yazıtında:
"Günahkar atlı(lar)... (Tanrı) tutuverdi"
"Sözüne karşı günah işlemeyin dedi" ibareleri geçmektedir.
Divân'da günah karşılığı olarak "arınçu, yazuk" tabirleri verilmektedir. Yazuk aynı zamanda Divân'da suç olarak da geçmektedir. Kaşgarlı eserinde bu konu ile ilgili atasözü ve beyit vermektedir ki bunlardan bir kaçını burada vermekle yetineceğiz.
"Ateş dumansız olmaz, yiğit günahsız olmaz".
“O, onun günahlarından vazgeçti"
" Bey, onun suçunu bağışladı"
"Adam günah yüzünden ağır ceza gördü ve yaptığı işin günahının acısını tattı, artık bundan sonra bir daha o suçu yapmak istemedi"
Uygurlar ise günah, suç, hata, kabahat için "kadag, tsuy, yonçmakyazınç, yazuk" kelimelerini kullanırlarken; "günahsız, suçsuz" olana da "yazınçsız, yazuksuz"demişlerdir. Uygurca deyimlerden bazıları şunlardır
"Kılıç boça boşunmak: Bağışlanmak(günahı) gidermek, affetmek, kurtarmak";
"İrinçü mün dutagun: günahlardan arınmış, kurtulmuş kimse";
"İrinçülüg: günahkâr" anlamlarına gelmektedir.
Uygurlarda Mani için yazılan büyük ilahide:
"İmanlı gönülleri ile
Doğru yoldan gayret ederek
Kirli günahları işlememek
Hakiki emirleri yerine getirmeyi gözetirler".
Diğer bir ilahide de:
"Tanrı'nın sözüne değer vermeyenler
Karanlık şeytanlara tapanlar
On binlerce günah işleyenler" şeklinde geçmektedir.
Kutadgu Bilig'de ise bu konuda şu beyitlere rastlıyoruz:
"ibadette gayretli ol, günahtan sakın, sana ahirette ancak ibadetin faydası dokunur".
"Günahlarımın affını Tanrı'dan niyâz eylesin belki kerim Rabbi bu duâ sayesinde affeder".
XIII. yüzyıl tasavvuf şairlerimizden Yunus Emre'de şiirlerinde günah-yazuk ikilisini sıkça kullanmıştır.
"Yazuklarımız dartıla ancak perdeler yırtıla
Bilmedüğün günahların onda sana ayan ola"
"Biri Rahmân biri şeytan-ı racim
Anun yazuğ müzdi sevgüsine taaluktur".
Şeytanın Varlığına İnanma
Şeytan tabirini karşılayan eski Türkçe değişik kelimeler vardır. Bunlar: "İçgök, içkök, angjın, yak, yek" kelimeleridir.
Divân'da ise "yek: şeytan" şeklinde geçmektedir. Eski Türkler cinlere de inanmışlar ve cin çarpması için "kavuç" kelimesini kullanmışlardır. Kaşgarlı Mahmud cin çarpan adamın yüzüne Türklerin soğuk su serptiklerini ve sonra da "kavuç, kavuç" dediklerini belirttikten sonra; bir kısım Türklerin ise, bir bölük cine "cıw"da dediklerini söyleyerek onlar arasında yaygın olan şu adeti anlatmaktadır: "iki bölük cin birbirleriyle çarpıştığı zaman, iki bölüğün vilâyetlerinde oturan cinler dahi kendi vilâyetlerinin halkını korumak için çarpışırlardı. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıktığı vilâyet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulduğu bulunduğu vilâyetin halkı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oklardan kurtulmak için çadırlarına saklanırlardı.".
Uygur yazılarında ise, gönül karışıklığı "Dağ içindeki iki şeytan aklımızı (ög), gönlümüzü karıştırıp bulandırıyor (bulguyur)"şeklinde anlatılmaktadır.
Uygur edebiyatına ait Çaştani Bey masalında "Çaştani bey şeytanlara karşı milleti için mücadeleye girişerek onlara: Gönlümü kuvvetlendirip, korkusuz, ihtirassız gönülle sizlerle savaşmaya geldim. Ey şeytanlar halis gerçek alp (ve) kuvvetli iseniz benimle savaşmaya hazır olun" demektedir.
Efsanelerde ise ruhların ikinci zümresini teşkil eden kötü ruhlardır. Bunların başkanı Altaylılarca "Erlik", Yakutlularca "Arslan Dolay"dır. Altaylıların izahına göre, "Erlik: kuvvetli, güçlü" demektir. Erlik, insanlara her türlü kötülükleri yapar, insanlara ve hayvanlara türlü türlü hastalıklar göndermek suretiyle kurbanlar ister, istediği kurban verilmezse musallat olduğu obaya ve aileye ölüm ve felaket ruhlarını gönderir. Öldürdüğü insanların canlarını yakalayarak yeraltındaki karanlık dünyasına götürür, kendisine uşak yapar. Erlik'in dünyasına mensup bütün kötü ruhlara "nemeler" denildiği gibi "yekler"de denir. "Yek" Uygurca dini metinlerde şeytan manasında kullanılmıştır. Yakutların kötü ruhlarına verdikleri ad "abası"lardır. Bunlar Altaylıların "karaneme" dedikleri kötü ruhların işlerini görürler.
Bugünkü Altaylılar arasında, insanlara fenalık-kötülük getiren "Körmös" vardır. Aşağı dünyada bulunan cehennem fena ruhların, zarar getiren cinlerin yeri olup, Erlik (şeytan) da mutlak hâkimdir. Bu konuda Türkolog Radlov, “bütün kötülük ondan gelir, o insanı günaha sürükler, ona hastalığı musallat eder, ölüm göndererek onu yakınlarından ayırır. Büyümede anormallik, hayvan hastalığı ve fakirlik gibi şeylerin hepsini Erlik gönderir”, demektedir.
Altay Türklerine ait Yaratılış Destanında Erlik başlangıçtan beri Gök Tanrı ile beraberdir ve ebediyete kadar beraber kalacaktır. Tanrı, Erlik'i yerin dibine süreceğini ve orada hapsedeceğini söyler. Fakat onu öldüreceğinden veya hayatına son vereceğinden söz etmez. Erlik her zaman kendi istek ve yaratılışı gereğince, kötü şeyleri seçer ve kötü işler yapmayı tercih eder. İyi şeylerin temeline ve köküne muhaliftir ve onlara karşı çıkar. Bilgisizdir, yıkıcıdır, karıştırıcıdır. Düzen ile sulh ve sükûn istemez. Sonsuz karanlıkların bağrından kopar gelir ve kuzeydeki karanlık ülkeler onun yurdudur. Tanrı onu affeder ve iyi yaşaması için göklerde ona yer verir; fakat o kördür geleceği düşünmeden hemen kötülük yapmaya başlar. Daha doğrusu kendine hâkim olamaz. İrâdesi yoktur ve iradesizliği timsalidir. Tanrı'nın (Ülgen) halkını elde etmek ister ve eğer bunu yapamazsa, hiç olmazsa Tanrı'ya karşı kışkırtır.
Melek
Eski Türklerde melek mefhumu ve inancının olup-olmadığı hȃlȃ tartışma konusudur.
Bu konuda ilk belgemiz Avarlar’a (558-805) ait bir yazıtta geçen şu ibaredir: "Tanrı'nın meleği, huzurlu mekân ve marifet kıl ona".
Birçok vesikada, özellikle Orhun Yazıtlarında geçen "Umay ruhu" hakkında değişik fikirler ile sürülmektedir. Umay hakkında ileri sürülen fikirlerden biri de bunun Sanskritçeden ve kültünün
Hindistan'dan geldiği hakkındadır. İran edebiyatında rastlanan "Hama" yahut "Homay" hakkındaki efsane Yakutların "Imı kuşu (ruhu)" hakkında söyledikleri efsaneye benzemektedir.
Türk edebiyatında ilk defa Gök-Türk Yazıtlarında rastlanılan Umay: "Umay tag ögüm gatun gutginga inim Kül Tegin ör adını aldı: Umay'a benzeyen anam hatunun talihine küçük kardeşim Kül Tegin er adını aldı" şeklinde Kül Tegin Yazıtında geçerken, Tonyukuk Yazıtında ise: " Tanrı, Umay ve mukaddes yer-su ruhlarının" Türklere yardım ettiklerinden bahsedilmektedir.
Son yıllarda Urgu (Ulan-Bator) çevresinde bulunan bir kiremitte "Kögmen Yer-su ve Umay
Katun: Köğmen Yer-su ve Umay Hatun" ifadesi geçmektedir.
Doğu Avrupa'da bulunan Türkçe oyma yazılı bir yazıtta "Edik Umay isiku targu: Hazırla,
Umay kadın meşhur ipeği" şeklinde geçmektedir.
Kaşgarlı Mahmud'un Divân'da Umay ve melek hakkında verdiği şu izahat dikkate değer. Bu Türk-İslam bilginine göre: " Umay: son, kadın doğurduktan sonra karnından çıkan hokka gibi nesne; bu çocuğun ana karnındaki eşidir. Şu cümleden gelmiştir: Umayka tapınsa ogul bolur: birisi buna (Umay) hizmet ederse çocuk doğar. Kadınlar bunu uğurlu sayar"derken, "yumuş'un; iki veya ikiden ziyade kimse arasında elçilik yapana" dendiğini, bu sözden alınarak meleke, yumuşçı denilebileceğini belirterek meleğin Arapçadan alındığını ve elçilik demek olduğunu, Türklerden melek ismini hiç kimsenin bilmediğini söylemektedir.".
Bu bilgilerden sonra Umay'ın melek mefhumuna benzer bir mahiyet taşıdığını, Kağanların analarının ve hatunlarının ona benzetilerek, kıyaslandığını ve çocukların hamisi sayıldığını söyleyebiliriz, keza bugün Anadolu Türkçesinde çocukları korumakla alakalı olan "umacı" tabiri bu eski inancın bir devamı olsa gerektir.
Avarlara ait Janodlig İğneliğinde "idug: kutsal melek, idügü: meleği ve (t)nrin meleği: göğün meleği" tabirleri geçmektedir.
A. İnan, Umay hakkında "Umay ruhunun menşei ne olursa olsun bu ruh çok eski devirlerden beri Türklerde milli bir ruh (kült) olmuştur"demektedir.
Altay Türkleri Yaratılış Destanlarında Umay'dan başka yine iki dişi ruh vardır. Birincisine "Ana Maygıl", ikincisine de "Ak ene" denir. Ak ene'nin bugünkü hayatta yeri yoktur. Bu dişi ruh yaradılış efsanelerinde zikrolunur. Efsaneye göre bu ruh Tanrı'ya yaratma kudretini veren bir ruhtur. Metinde şöyle geçmektedir: "Tanrı (Ülgen), dünyayı yaratmayı düşünürken su içinden birdenbire Ak-ene görülüyor ve Tanrı'ya akıl vererek Tanrı'nın âlemleri ve insanları yaratmasını sağlıyor." Buradan anlaşılıyor ki, Ak-ene akıllı ve bilgilidir.
Ana Maygıl ise milleti koruyan bir dişi ruhtur ve buna "millet anası" da denir.
Radlov, Altaylı Türklerin insanın yanında daimi olarak iki refiki bulunduğuna, sağ omuzunda olana "yayuçı", sol omuzu yanında olana "Körmös" dediklerini, bunlardan her ikisinin de insanı bütün hayatı müddetince durmadan tetkik ettiklerini, Yayuçı'nın insanın iyi hareketlerini, Körmös (körmes)'in ise kötü hareketlerini yazdıklarını ve bunların o insan hakkında ahirette şahitlik edeceklerini belirmektedir ki görüldüğü gibi bu inanç, İslam'da münkir ve nenkir melekleri anlayışının bir benzeridir.
Son yıllarda yapılan yorumlarda Umay’ın Tanrıça olduğu ileri sürülmektedir. Ancak burada dikkatlerden kaçan eski Türkçe’de Tanrıça anlamına gelen herhangi bir kelimenin varlığının söz konusu olmamasıdır. Gök Tanrı dininin dini esaslarını açıklarken bu inançta varlığına inanılan sevap, günah, cennet, cehennem, şeytan gibi anlayışların var olduğunun en net kanıtı bunlara ait adlandırmalardır ancak Tengriçe diye bir kelimenin olmaması bu anlayışın da olmadığını yine bize en net şekilde göstermektedir. Kanaatimizce Umay ya bütün insanları koruduğuna inanılan iyi ruh veya doğum yapan (lohusa) kadınları kötü ruhlardan koruyan iyi ruhtur
Ayrıca O. Turan, eski Türklerin ahlaklı ve güzel kadınları meleğe benzettiklerini söylemektedir.
Cennet (Uçmak)’in Varlığına İnanmak
Orhun Yazıtları ölmek ve cennete gitmek yerine, kağan ve beylerin ölünce ruhlarının bir kuş gibi göğe, Tanrı'nın yanına uçtuğunu söylüyorlar ve bunu "uç-bardı" olarak kabul ediyorlardı. Eski
Türkçede uçmak kelimesinin aynı zamanda cennet manasına gelmesi ve İslam devrinde de bu mefhumu ifade etmek için aynı kelimenin kullanılmasının sebebi budur.
Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, kardeşinin ölümünü anlatırken: "Kül Tigin koy yılka yiti
yeğirmike uçdu: Kül Tigin koyun yılının on yedisinde öldü."; "bilmedükigiz üçün yablakanın üçün
eçim kagan uçabardı: Bilmediğim için, korkanlığın için amcan hakan uçuverdi" demektedir.
Orhun Yazıtları'ndaki deyimler üzerine bir çalışma yapan T. Tekin, Uçmak, Uçabarmak kelimesinin mecazi olarak ölmek, cennete gitmek anlamında söylenildiğini belirtmektedir.
Yine yazıtları yazan Yollug Tegin (Yol Tegin) Bilge ve Kül Tigin'in ölümlerini anlatırken "uça-bardığız: şimdi uçabardınız. Gökte hayattaki gibi" demektedir.
Eski Türkler ruhun kuş şekline girerek uçup gittiğine inanıyorlardı. Bu yüzdendir ki eski metinlerde "şunkar boldu" cümlesi şahin oldu anlamını içermektedir. Uçmak'da (cennet) gök’ün yüksekçe bir katıdır. Orada iyi ruhlar ikamet eder ve Tanrı ile insan arasında şefaatçidirler.
Eski Türklerin ölünce atları ve silahları ile birlikte gömülmelerinin sebepleri "bu hayvana binip cennete gideceklerine" dair bir inancın belirtisidir. Bu hususta Arap seyyahı İbn Fadlan: "Ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına göre, birden yüz veya iki yüze kadarını kurban olarak öldürürler. Onların etlerini yerler, başlarını, ayaklarını ve derileri ile kuyruklarını bir tarafa ayırıp, bunları kesilmiş ağaçlar üzerine kabrinin başına asarlar. Bunlar ölünün cennete giderken bineceği hayvanlardır, derler" demektedir.
Divân'da "cennet" karşılığı olarak "uçmak" verilirken baharın gelişi de cennete benzetilmektedir. Şöyle ki:
Türlüg çeçek yarıldı
Barçın yadhım kerildi
Uçmak yeri körüldü
Tumlup yana kelgüsüz
"Türlü çiçekler açıldı
İpekli kumaştan yaygı serildi
Cennetin yeri görüldü
Kış gene gelecek değildir".
Oğuzlarda başka Türk illerinde olduğu gibi, yoğ aşında yenilen atların başlarını, ayaklarını ve derilerini mezarın üzerinde bulunan sırıklara asıyorlardı. Onların inanışlarına göre; ölen, cennete etleri yenilen ve derileri sırıklara asılan bu atlar ile gideceklerdi. Bu yapılmadığı takdirde ölen yorucu cennet yolculuğunu yayan yapmak mecburiyetinde kalacaktı.
Destanlarımızda cennetin bir mükafat olduğu anlayışını görebilmekteyiz. Dede Korkut hikayelerinden "Dirse Han Oğlu Boğaç Han Masalı"nın sonunda Dede Korkut boy boyladı, soy soyladı ve şöyle dedi: "ak sakallı babanın yeri uçmak (cennet) olsun; ak saçlı ananın yeri uçmak olsun"şeklinde geçmektedir.
Kırgızlara ait Manas Destanında da, Manas zehirlenerek ölünce efsanede Manas'ın uçan ruhu çıkıp gitti ve gerçek yuvasına erişti, yerleşti denilmiştir.
XII. yüzyılın tasavvuf ehli ve halk şairimiz Yunus Emre şiirlerinde eski Türk inancına uygun olarak uçmak (uçmağı) cennet karşılığı olarak kullanmaya devam etmiştir.
Uçmak uçmak didüğün kulları yıl tedüğün
Uçmağın sermayesi bir gönül tutmak gerek
Sensin benüm canum canu sensüz kararım yokdurur
Uçmakda sen olmazsa vallah nazarım yokdurur.
Cehennem (Tamuğ, Tamuslu)’in Varlığına İnanmak
Eski Türk inancında kötü ruhlar yeraltına giderler ki buraya da "Tamug" denilmiş ve İslam devrinde de cehennem karşılığı olarak kullanılmıştır.
Divân'da "tamu: cehennem" ikilisi verilerek, "tamu kapugın açar tawar: cehennemin kapısını mal(rüşvet) açar"şeklinde de bir beyit verilmektedir.
Uygurlar ise cehenneme değişik isimler veriyorlardı. Mesela "en aşağıda olan cehenneme", "avış" diyorlardı. Yine onlar cehenneme "muharaurda, tamu"derlerken, cehennemlik olarak düşündükleri insanlara da "tamulug"demekte idiler.
Uygur metinlerinde de "tamu önguninge: cehennem önüne düştü" diye geçmektedir.
Yine Uygurlarda Mani için yazılan ilâhide:
tamu yglı tutung(uz)
yaruk biligleri yaltrıyu
yarlık(ançuçı) kögülleri ökliyü
yazınçsızın ermek çok sapıtıg k(üzeti)
yalunayu turun tamutın aztılar
"Cehennem yolunu kapatınız
Parlak bilgileri gittikçe ışıldayarak
Merhametli gönülleri genişleterek
Günahsız olmanın yolunda yürüyerek
Alev alev yanan cehennemden kurtuldular" şeklinde geçmektedir.
KB'de Ay-Toldu (saadet), oğlu Öğdülmüş'e (akıl) şöyle öğüt vermektedir:
"yana ayak ay toldı oğlum eşit
özüng edgü birle tamudın kasın"
"Ay-Toldu devamlı oğlum dinle -cehennem azabına karşı iyiliği kendine siper edin- dedi.".
Altay efsanelerinde karanlıklar dünyası olan yer altı dokuz kattan ibarettir. Burada bütün kötü ruhlar yani insana zarar veren varlıklar yaşarlar. Altaylılar bu düşman kuvvetlerine umumî bir isimle "Tumangi Tus"(aşağı dünya) derler. Bütün bu mahlûkların başında bizzat Tanrı tarafından yaratılmış Erlik (şeytan) bulunur... Erlik'den aşağıda sürülmüşlerin ikametgâhı olan cehennem (kasırgan-tamu) bulunur. Bu dünyanın günahkâr ve canileri, öteki dünyaya gidince burada hak ettikleri cezayı çekerler.
Yine Altay inancında insanın sağ (yayuçı), sol (körmös) omuzlarında iki refiki bulunur. Eğer ölen ruh, fena ise Yayuçı onu terk eder ve körmüs onu aşağı dünyanın korkunç cehenneminin bulunduğu en alt katına kadar sürükler. Burada kaynayan zift ile doldurulmuş bir kazan vardır ki, körmös günahkâr insanın ruhunu bunun içine atar. Bir müddet kaynayan ziftin üzerinde muayyen bir dereceye kadar ruh yükseltilir. Yeryüzündeki hayatları esnasında hiçbir iyilik yapmamış olan en ağır günahlılar, ebediyen sathın altında kalırlar, iyilikleri fazla olan insanları daha az batırırlar.
Halk şairimiz Yunus Emre de şiirlerinde
Tamu'yu cehennem karşılığı kullanmıştır.
Tanla turup başun kaldur ellerüni suya doldur
Tamudan azadlu oldur kullar azad olsa gerek
Malik çağıra tamuya çeküp meydana getüre
Tanrı korkusundan tamu zârı kılıp nâlân ol.
Kurban Kesme
Eski Türkler kurbanı, aşağıda misallerini etraflıca vererek açıklamaya çalışacağımız şu iki sebepten dolayı keserlerdi.
Yerlerin, göklerin yaratıcısı bir Tanrı'ya taptıklarından O'na en muteber hediye olarak kurban sunarlardı,
Kutsal mağaralar önünde ölmüş atalarının ruhlarını tazim ve saygı için kurban keserlerdi.
Eski Türkler kurban ile ilgili hadiseleri şu kelimeler ile karşılıyorlardı:
Atmış: kurban, kurbanlık,
Yağış: kurban,
Yağışlık-yağmak: kurbanlık-kurban,
Yağışlık-orun: kurban sunma yeri,
Lıv: kurban yemeği.
Çin kaynaklarına göre Hunlar her yılın bir, beş ve dokuzuncu aylarında Tanrı'ya (Gök) ve atalarına kurbanlar sunmakta idiler.
Kaynaklara göre; "yılın ilk ayında bütün boy beyleri, kurban sunmak üzere Han'ın yanında toplanırlardı"; "K'o-han (kagan) daima Yutukin (ötüken) dağında oturur. Her yıl kurban için beyleri atalar mağarasına götürürdü. Ayrıca beşinci ayın ortasına doğru halk Gök-Tanrı'ya kurban sunmak için To-jen ırmağının kıyısında toplanırdı. Ötüken'den 400 veya 500 li (1 li: 0,5 km) meseafe uzaklıkta sarp ve yüksek bir dağ bulunmaktadır. Üstünde ne çimen ne de bir ağaç vardır".
Kök-Türkler hakkında ise Çin yıllıkları "Kağan her yaz ileri gelen devlet adamlarını toplayıp çıktıkları dağda kurban merasimi yaparlardı. Aynı zamanda beşinci ayın ortasındaki on günlük devrede (10-20 arası) bütün diğer insanları toplar, sel halinde Gök-Tanrı'ya kurban sunulup, ibadet ederlerdi"; "Her beşinci ayda, sekizinci ayda beraberce Tanrı'ya kurban sunarlardı. Yazın önemli vezirlerini kendilerinin ilk çıktıkları mağaraya gönderip orada kurban merasimini ifa ettirirlerdi"; " Günün doğduğu yere saygı gösterirler, her yaz bütün ileri gelenleri devlet adamlarına önderlik ederek, kurban sunmaya giderlerdi. O (kağan) önce gizli yapar. Sonra beşinci ay ortasında on gün süreyle bütün halkını sel gibi toplayarak, Ötüken'de göğün ruhuna kurban sunarlardı" gibi bilgileri aktarmaktadırlar.
Yine yıllıklarda "Kao-tsung zamanında (471-500) baş kabile Kao-ch'e'leri toplanarak göğe kurban verirlerdi. Birkaç on bin kişilik büyük bir kalabalığı (ihtiva eden) bir toplantı yapıp (bu arada) at yarışları tertip ettiler. Kurban kestiler ve şarkılar söylediler. Bu hoş ve neşe veren bir adettir"şeklinde geçmektedir.
Şa-to Türkleri de gök, toprak, güneş ve ay'a kurbanlar vermişlerdir. Bu kurbanların çoğu yaz ve kış aylarında (Haziran-Aralık) kesilirdi. 924 yılında Şa-to hükümdarı kuzey Honan'da bulunan Lung-men'e giderek Lei-shan'da (gök-gürültüsü dağı) "Gök ilâhına" kurbanlar sunmuştur.
Kök-Türk Hakanı İşbara (582-587) öldüğünde, Çin sarayı üç gün yas ilan etti ve Çin'li T'a-i-ch'ang'ı Kök-Türklere gönderdi. Bu elçi defin merasiminde (onların adetleri gereğince) kurban kesti.
Çin yıllıklarında geçen "her yıl kağanların (beşinci ayın ikinci yarısında) devletin ileri gelenleri ile birlikte atalar mağarasına gidip atalara ve Tanrı'ya kurban sunduklarını belirten kayıtlardan anlaşılan bu ecdat mağarasının sonradan Türk geleneğine göre Ergenekon ismini almış olduğudur.
Arap seyyahı İbn Fadlan "ölüyü gömdükten sonra ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına göre birden yüze veya iki yüze kadarını kurban olarak gönderirler. Bazen hayvanları kurban etmeyi bir iki gün geciktirirler. Bunun üzerine aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar onları kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. -Ölüyü rüyamda gördüm. Bana, görüyorsun arkadaşlarım beni geçtiler, onları takip etmekten ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. İşte tek başıma kaldım, dedi.-der. Bunun üzerine ölünün hayvanlarına varıp bir miktarını öldürürler ve kabrinin yanına asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonra ihtiyar tekrar onlara gelir, -falanı rüyamda gördüm. Bana, aileme ve arkadaşlarıma haber ver, ben geçenlere yetiştim. Yorgunluğum geçti de- der" bilgisini vermektedir.
Eski Türklerde kansız kurbanların en önemlisi ruhlara bağışlanarak başıboş salıverilen hayvanlardır. Bu türlü kurbana Türkler "İduk (İdik): Mukaddes" demişlerdir. Bu kelime harfi harfine "salıverilmiş, gönderilmiş" anlamını ifade eder. Terim olarak "Tanrı'ya gönderilmiş, Tanrı'ya bağışlanarak salıverilmiş hayvan" demektir.
Kaşgarlı Mahmud ise "iduk" kelimesini şöyle açıklamaktadır: "iduk, kutlu ve mübarek olan nesne, Kurban olarak bırakılan hayvana bu ad verilir. Bu hayvana yük vurulmaz sütü sağılmaz, yünü kırpılmaz, sahibinin yaptığı bir adak için saklanır".
A. İnan, "İduk" kelimesinin Hakaniye ile Uygurca lehçeleri ve Yakutça "mübarek" manasını ifade etmesi dini telakkinin gelişmesi devrinde meydana gelmiştir, demektedir.
Çin (Sung sülalesi) elçisi olarak X. yüzyılda Uygurlara giden Want Yen-Te, onlar hakkında: "Seyahat edenler, at üstünde giderken çeşitli varlıklara yay çekerek, ok atarlar. Buna aynı zamanda - jang-tsa- (gökten gelecek kötülüklere karşı kurban etme) derler" demektedir.
Kesilen kurbanın cinsi genellikle erkekti.
Destanlarımızda da kurban kesme ȃdeti vardır. Mesela Manas'ın kahramanları dişi hayvan kurban ediyorlardı. Bu dişi hayvanın muhakkak alnında beyaz noktası veya akıtması olması lazımdır. Keza destanları da böyledir. Fakat hayvanın cinsi erkek de dişi de olabilir. Manas'ın oğlu Semetey babasının mezarı üzerinde "ak boz kısrak" kurban etmiştir.
Dede Korkut hikayelerinde, mesela Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikayesinde; Dirse Han'ın çocuğu olmadığı için, boy beyi tarafından verilen toy'a alınmamıştı. Bunun üzerine Dirse Han olayı gidip karısına anlatır ve o da "attan aygır, deveden buğra (erkek deve), koyundan koç kes" diyerek ona kurban kesmesini tavsiye eder.
Eski Türklerde kurban olarak sunulan hayvanlar içinde at, koyun, koç, keçi, sığır, deve başta gelmektedir.
Bulgar Türklerinde bazı hallerde hükümdarların kendileri kurban keserlerdi. Meseal Kurum Han zamanından (803-814) kalma Eski Bulgar Yazıtı bunu teyit etmektedir. Ayrıca İstanbul'un muhasarası sırasında (814) Kurum Han'ın birçok hayvan kurban ettiğini biliyoruz. Eski Bulgar Türkleri de atalarının ruhları ile Tanrı'ya at, sığır ve davar kurban ediyorlardı.
Ayrıca eski Türk inançlarını Hristiyan olmalarına rağmen hȃlȃ yaşatan Gagavuzların, Hristiyanlığın temel prensibine aykırı olarak kurban ibadetine fazla önem vermeleri, her işe başlarken ve işler başarıldıktan sonra kurban kesmelerini bu inancın derinliği ve önemi açısından vermeyi kayda değer gördük. Kurbanlar büyük baş hayvanlardan yani sığır cinsinden olabileceği gibi, küçük baş hayvanlardan koyun ve keçiden de olabilirdi.
Kısacası iyi ruhların Tanrı yanına, göklere uçması ve akrabalarına şefaatte bulunması ve onlara kurban sunulması ecdadı tazim ve milli şuur duygularının da bir başlangıcıdır diyebiliriz.
Kurban olarak kesilen hayvanlardan at ve koyun'un eski Türklerin ekonomik ve kültürel hayatlarındaki önemlerinden kısaca bahsedelim.
Diğer Dinler
Tarihte çeşitli Türk boyları, bulundukları çevreye göre çeşitli dinlere de girmişlerdir ve bu durum İslâmiyet hariç, Türk boyları üzerinde önemli etkiler yapmıştır. Avrupa Hunlarının kitle halinde Hristiyanlığı kabul ettikleri söylenemezse de Çin’de devlet kuran Tabgaçlar, sosyal etkileşimler yanında Budizmin de tesiri ile 495 yılından itibaren “milli” unsurları yasak etme neticesinde Çinlileşmişlerdir
Kök-Türkler devrinde Budist rahip-seyyah Hiuen-Tsang’ın bütün Batı Kök-Türk sahasını bir Budistler memleketi olarak tasvir etmesine rağmen gerçekte Türk halkının bu dine karşı direndiği ve
Kök-Türk hakanlığında Budizm’in reddedildiği malumdur. Ancak Uygurlar zamanında büyük kültür değişikliğine yol açan Maniheizm Türkler arasına girmiş ve bilhassa Uygurların Türkistan’daki hâkimiyetleri devrinde iyice yerleşmiştir. Kök-Türk yazısı değiştirilmiş yerine Soğd menşeli ve tamamen başka karakterde Uygur yazısı kullanılmıştır. Uygurlar bu kültürün de en iyi temsilcisi olmayı başarmışlardır.
Türklerin bir kısmı da Museviliğe ve Hristiyanlığa girmişlerdir. Türk nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu sahalarda önemli tesiri görülmeyen bu yabancı dinler, bu imkânın mevcut olmadığı bölgelerde Türklerin kaybolmalarında rol oynadıkları gibi (Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kuman/Kıpçaklar), 1000 tarihinde resmen Hristiyan olan Macarların
Türk kültüründen uzaklaşmaları, 864’ten itibaren Ortodoksluğu kabul eden Bulgarların Türklüklerini kaybetmeleri sonucunu vermiştir.
Esasen tüm bu dinlerin Türk kültüründeki inanç sistemine uymadıkları, mahalli nitelikte kalmalarından bellidir.
PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.