6 Aralık 2022 Salı

VEDA HUTBESİ

 


Ey Allah'ın kulları !..

Allah'tan korkmanızı ve O'na itaat etmenizi vasiyet ederim.

Ey İnsanlar!...

Sözlerimi iyi dinleyiniz...

Çünkü bu seneden sonra bir daha sizinle burada tekrar buluşup 

buluşamayacağımı bilmiyorum..

Ey İnsanlar!..

Bugünün ne günü olduğunu biliyor musunuz?

Burası, Belde-i Haram'dır.(Mekke'dir)

Bugününüz nasıl mukaddes bir gün, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay , 

bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise,  

biliniz ki canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da ;

bu mukaddes gün, bu mukaddes ay, bu mukaddes şehir gibi yek diğerinize karşı mukaddestir. Bunlara tecavüz haramdır.

Ey Ashabım!...

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız.


Sakın benden sonra eski dalâletlere (sapıklıklara) dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! 


Ashabım ! ...


Eskiden câhiliyye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.


Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Rebia'nın kan davasıdır. 

Ashabım! ...

Her türlü riba (faiz ve tefecilik) kaldırılmıştır.

İlk kaldırdığım riba, 

Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın ettiği ikrazlardır (borç vermelerdir)

Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır.

Eski câhiliyet devrinden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır.

Borçlular, alacaklılara yalnız aldıkları parayı ödeyeceklerdir.

Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız...

Ashabım!.

Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine versin.

Hediyeler,  hediye ile karşılanır.

Başkalarına kefil olan, kefaletin sorumluluğunu üstüne alır.

Ey İnsanlar!

Bugün şeytan sizin topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat kurmak gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. 


Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, onu sevindirmiş olursunuz.


Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız! 

Ey insanlar ! ...

Kadınların haklarına riayet ediniz. Bu hususta Allah'tan korkunuz.


Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onları  Allah adına söz vererek helâl edindiniz. 


Sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi , onların da sizin üzerinizde hakları vardır. 


Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların aile şerefini , sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. 


Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları uyarıp, sakındırabilirsiniz.


Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşrû bir şekilde her türlü yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını sağlamanızdır.

Onlar sizin haklarınıza riayet etsinler...Siz de onlara nezâketle muamele edin.

Bir kadının kocasının izni olmadıkça onun malından bir şeyi başkasına vermesi, helâl olmaz.

Kölelerinize gelince...

Onlara da yediğinizden yedirmeğe, giydiğinizden giydirmeğe çalışın.

Affedemeyeceğiniz bir hata işlerlerse kendilerine izin verin.. 

Fakat asla eziyet etmeyin. Çünkü onlar da Allah'ın kuludur.

Ey müminler!..

Sözümü iyi dinleyin, iyi anlayın...

Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Adem'in çocuklarısınız...


Adem ise topraktandır.


Hiç kimsenin başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur.

Şeref ve üstünlük, ancak fazilet iledir.

Müslüman Müslümanın kardeşidir.

Bütün Müslümanlar kardeştir, eşit hakka mâliktir.

Din kardeşinize ait olan herhangi birşeye, bir hakka tecavüz etmek, 

gönül rızası ile olmadıkça, başkası için helâl olmaz. 

Haksızlık yapmayın...Haksızlığa da boyun eğmeyin.

Ahâlinin haklarını gasp etmeyin.

Sakın benden sonra kâfirlerin yaptığı gibi birbirinizle boğuşmayın..

Ey Müminler !..

Size bir emanet bırakıyorum..Siz ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu şaşırmazsınız. 

O emanet de Allah'ın kitabı Kur'ân 'dır!.

Ey Ashabım!..

Nefsinize zulmetmeyin...Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

Ey İnsanlar!..

Allah , herkese düşen miras hakkını Kur'ân 'da bildirmiştir. 

Mirasçılar için ayrıca vasiyetnâme yapmaya hâcet yoktur.

Ey İnsanlar!..

Her câni kendi suçundan kendisi sorumludur.

Hiçbir câninin işlediği suçun cezasını evlâdı çekmez. 

Hiç bir evlâdın suçundan da babası sorumlu tutulamaz.

Ey İnsanlar!..

Mutemâdiyen dönmekte olan zaman, 

Allah'ın gökleri, yerleri yarattığı günkü vaziyete dönmüştür.. 

Bir yıl, ay ölçüsüyle 12 aydır. Bunlardan dördü, haram aylardır.

Bunlardan üçü, arka arkaya Zilka'de, Zilhicce, Muharrem'dir.

Dördüncüsü Receb'tir, ki Cümade-l âhire ile Şaban arasındadır.

Bu sene  haram aylar eskilerine geldi.

Hac mevsimi yine Zilhicce'nin onuncu gününe rastladı.

Ey İnsanlar!..

Allah'a kulluk edin.

Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan orucunu tutun.

Emirlerime itaat edin. O   takdirde Rabbinizin Cennetine girersiniz.

Ey İnsanlar!..

Aşırı gitmekten sakınınız.

Sizden öncekilerin mahvolmalarının  sebebi, dinde ifratta olmaları idi. 

Hac usûllerini benden öğrenin. 

Muhakkak olarak bilmiyorum, belki bu seneden sonra bir daha haccedemem.

Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. 

Olabilir ki, kendisine bildirilenler, burada bulunanlardan daha iyi anlayarak bunları korumuş olurlar.

Ey insanlar!..

Yarın beni sizden soracaklar.. Ne dersiniz?

Risâletimi tebliğ ettim mi? Görevimi yaptım mı?..

[ Ashab bu soruya hep bir ağızdan "Evet !..Yemin ederiz ki tebliğ ettin.

Bize nasihat ve tebligatta bulundun. Böylece şehâdet ederiz." der.

Vâdi artık bu sözlerle çalkanmaktadır.

Allah Rasûlü parmağını havaya kaldırarak, üç kez; ]


"Şâhid ol Ya Rabbi!"


"Şâhid ol Ya Rabbi!"

"Şâhid ol Ya Rabbi!"


[ buyurdular.]


ANADOLU’NUN FETHİ SIRASINDA ORTA – DOĞU’NUN SİYASİ DURUMU

  



Anadolu'nun Türkler tarafından fethi sırasında, Orta-Doğu'da büyük siyasi kuruluşlar olarak Büyük Selçuklu imparatorluğu, Bizans imparatorluğu, Bağdad Abbasi ve Mısır - Fatımi halifelikleriyle Büveyhoğulları devleti görülmektedir. Bu büyük devletlerden başka, İsfahan ve Hemedan'da Kakuyeoğulları, Kafkaslar'da Aphaza ve Gürcüler, Cürcan ve Taberistan'da Ziyaroğulları, Tebriz'de Revvadiler, Erran bölgesinde Şeddaoğulları, Diyarbakır ve yörelerinde Mervanoğulları, Musul ve çevresinde Ulwyloğulları, Hille'de Mezyedoğulları, Halep ve yörelerinde Mirdasoğulları emirlikleri bulunuyordu. Bunlardan Aphaza ve Gürcüler önceleri Bizans'a, diğerleri ise Büyük Selçuklu devletine tabi idiler.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU


Selçuklular, Gaznelilerle yaptıkları uzun süreli mücadelelerin doruk noktası olan ünlü Dandanakan Meydan Savaşından (23 Mayıs 1040) sonra başkent Nişapur olmak üzere, Horasan'da bağımsız bir devlet kurmayı başardılar. Türk tarihi bakımından önemli bir dönüm noktasını oluşturan bu zaferden sonra Selçuklular, Merv kentinde toplanan Büyük Kurultay' da tespit edilip kararlaştırılan fetih planları gereğince, başta ilk Selçuklu sultanı Tuğrul Bey olmak üzere, Çağrı Bey , Musa İnanç Yabgu, İbrahim Yınal ve Kutalmış gibi Selçuklu başbuğları, devletin gerek doğu ve gerekse batı yönlerindeki çeşitli ülkelerde geniş fetih hareketlerinde bulundular. Devletin doğu ve güney bölgelerinde bulunan Karahanlı ve Gazneli devletlerine ait toprakların büyük bir bölümü, kısa zamanda fethedilerek Selçuklu sınırları içine alınmış ve bu devletler, birer küçük prenslik halinde devlete tabi duruma getirilmişlerdir. Özellikle sultan Tuğrul Bey önderliğinde yürütülen batı yönündeki fetihler, Türk ve dünya tarihi bakımından daha büyük bir önem kazanmıştır.


Bu fetihler sonucunda Erran, Kafkasya, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Filistin tamamıyla fethedilmiş, Anadolu'nun fethine de süratle başlanmıştır. Böylece Bizans ve Mısır - Fatımilerine karşı mücadeleler sürdürülürken, başta Büveyhoğulları olmak üzere, yukarıda adları geçen Müslim ve gayrı Müslim bütün küçük siyasi kuruluşlar, Selçuklu devletinin tabiiyetine alınmıştır. Başta Anadolu olmak üzere, diğer yönlerde yapılan fetihler, sultan Tuğrul, Alparslan ve Melikşah devirlerinde de aynı hızla devam ettirilmiştir


BİZANS İMPARATORLUĞU


Orta - Doğu'nun büyük devletlerinden birisi olan Bizans imparatorluğu, zaman zaman içte ve dışta ciddi tehlikelere düşmesine rağmen yine de ortaçağların kudretli bir devleti olarak hakimiyetini sürdürmeyi başardı. Bizans'a Justinuanus'tan sonra en parlak devrini yaşatan Makedonya hanedanına mensup II. Basil'in ölümü (1025), imparatorluk için bir dönüm noktası oldu. II. Basil'den sonra tahta geçen hükümdarlar zamanında, Bizans imparatorluğunda bir gerileme ve anarşi devri başlamışsa da bu devir, Komnenler hanedanının kurucusu Aleksios Komnennos'un iktidarı ele geçirmesiyle (1081) sona erdi. II. Basil devrindeki Balkanlar'dan Güney - Kafkasya'ya, Adriyatik kıyılarından Güney - ltalya'ya kadar uzanan geniş Bizans sınırları, gerileme ve anarşi döneminde, güneyde Normanlar, kuzeyde Peçenekler ve Uzlar ve nihayet doğuda Selçuklu baskıları sebebiyle oldukça daraldı. Bunun tabii bir sonucu olarak Malazgirt savaşına kadar Kafkasya, Mezopotamya, Suriye ve ltalya gibi sınır eyaletleri kaybedildiği gibi, Anadolu, Selçuklular tarafından istilaya uğratıldı. 1025 yılından itibaren VIII. Konstantin ve kızları Zoe ve Theodora zamanlarında, Bizans'ta çökme devri başladı. Askeri aristokrasiye dayanan III . Argyre, Il. Basil tarafından konan vergileri kaldırmak suretiyle, küçük mülk sahiplerinin zayıflamalarına sebep oldu. Fakat daha sonra tahta geçen Mihael Paphlagonien, bütün devlet yönetimini kardeşi Johannes Orphanotrophe'e bırakmıştır. Johannes'in ölümünden (1041) sonra yeğeni V. Mihael imparator ilan edildi. Bununla birlikte, V. Mihael, patrik Aleksios'un hazırladığı ayaklanma sonucunda (Nisan 1042), bir manastıra hapsedildi; manastırdan çıkartılan Theodora imparator ilan edilerek Zoe ile birlikte devleti yönetmesi sağlandı. Fakat bu yönetim, Zoe'nin, üçüncü kez, bir Bizans asilzadesi olan IX. Konstantin Monomak ile evlenmesiyle sona erdi. Bu devirde, orduya karşı başlatılan mücadele, sivil partinin zaferiyle son buldu. Dolayısıyla, orduda asker sayısı azaltılmış, daha ziyade Norman, lskandinav, Rus ve Anglo - Saksonlardan oluşan ücretli askerler, ordunun esasını oluşturmuş, önemli yönetim görevlerine Psellos, Xiphilin ve Mavropous gibi bilginler atanmıştır. Bu sebeple orduda huzursuzluk başgösterdi, 1042'de general Georgios Maniakes, 1047'de de başta Tornikios olmak üzere, görevlerinden alınan kumandanların çıkardıkları ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. 

 

Dış olaylara gelince, 1043 yılında İstanbul önlerine dek gelen Kiev Rus prensliğine ait bir donanma geri çekilmek zorunda bırakıldığı gibi, II. Basil zamanında, Tuna boylarına yerleştirilen Peçenekler, kesin bir yenilgiye uğratıldı. İmparatorluğun ilk gerilemesi, güneyde İtalya'da oldu. XI. yüzyıl ortalarında Güney - İtalya'da yerleşen Normanlar, Bizans topraklarını işgale başladılar. Bizans'ın onları durdurma amacıyla giriştiği bütün çabalar olumlu bir sonuç veremedi. Böylece imparatorluğun güney sınırları ciddi bir tehlike ile başbaşa kalmış bulunuyordu.


Batıya oranla imparatorluğun doğu sınırları daha dengeli bir durumda idi. Mısır Fatımileriyle barış halinde bulunurken, Anadolu'ya akmakta olan Selçuklu kuvvetleriyle çatışmalar sürüp gidiyordu. IX. Konstantin'in sınır koruma hizmetlerini, vergi karşılığında değiştirmesi, bütün Bizans savunma sistemini sarsmış ve özellikle Selçuklu istilasını kolaylaştırmıştır. Konstantin Monomak'ın ölümünden sonra Makedonya hanedanının son üyesi olan Theodora, saraydaki iktidarı temsil eden gurubun onayı ile Bizans tahtına geçti (1055). Theodora, bir yıl gibi kısa süren saltanatı sırasında, bütün devlet işlerini saray mensuplarına bıraktı. Doğuda Selçuklu askeri hareketlerinin önü alınmadığı gibi, Mısır Fatımileriyle de sürdürülen iyi ilişkiler bozuldu. 1056 yılında Theodora, ölüm döşeğinde iken saraydaki iktidar partisi tarafından kendisine halef olarak yaşlı ve zayıf şahsiyetli VI. Mihael'i seçmek zorunda bıraktırıldı ve çok geçmeden de vefat etti.


Sivil partinin çabalarıyla tahta geçen (1056) VI. Mihael, bu parti yandaşlarını unvan ve armağanlarla ödüllendirdi. Fakat çok geçmeden, ordu kumandanlarının giriştikleri ayaklanma (özellikle Anadolu'da) sonucunda, Kastamonu kalesi muhafızı İsaakios Kommenos'un imparator ilan edilmesi, askeri aristokrasinin sivil partiye karşı bir zaferi oldu (1057).

 


Bu imparator devrinde ordu, yine eski önem ve saygınlığını kazanmıştır. İsaakios, Balkanlar'a yaptığı bir sefer sırasında hastalanmış, tahtı, önce kardeşine vermeyi kararlaştırmışken, onun kabul etmemesi üzerine, yakın dostu X. Konstantin Dukas'a bıraktı (Kasım 1059). Bu devirde 1059 yılında, Peçenek yardımcı kuvvetleriyle Tuna'yı geçen Macarlarla barış yapılmak zorunda kalındı; fakat onlar, bir kaç yıl sonra (1064) Belgrad'ı ele geçirdiler. 1065 yılında, Kumanların baskısıyla Hazar kıyılarından ayrılan Oğuzlar (Uz), Peçenekleri de önlerine katarak Tuna'yı geçip Makedonya ve Teselya'ya kadar indiler ve bu bölgeleri yağma akınlarına uğrattılar. Bundan başka İtalya'da Normanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını  işgalden  geri  durmadılar.


X . Konstantin Dukas'ın  ölümünden  (Mayıs 1067) sonra  vasiyeti  gereğince,  ikinci  karısı  Evdokia  üç oğlu (Mihael, Andronikos, Konstantin) adına Bizans tahtına geçti. Bununla birlikte iç karışıklıklar sürüp gidiyordu. Buna paralel olarak Bizans sarayında çeşitli gurupların devlet yönetimine yaptıkları gelişigüzel karışmalar sonunda, imparatorluğa bağlı eyaletler ihmale uğradı, özellikle ordu kendi kaderiyle başbaşa bırakıldı Öyle ki Anadolu'da bakımsız ve dağınık bir durumda bulunan birlikler, çoğu zaman yiyecek ve giyecek bulma amacıyla il ve ilçeleri yağmalamaktan geri kalmıyorlardı İşte bütün bu sebeplerle imparatorluğun öteki eyaletlerinde olduğu gibi, Anadolu'da da sürdürülmekte olan Selçuklu askeri hareketlerine karşı koyabilecek bir Bizans ordusu görülmemekte idi. Evdokia tahta geçer geçmez ordunun bütçesi azaltıldı ve dolayısıyla kuvvetlerin sayısı indirildiği gibi silah ve teçhizatın da takviyesinden vazgeçildi. Evdokia, imparatorluğun, bürokratların yönetiminde, nasıl korkunç bir sona doğru gittiğini anlamakta gecikmedi. Bu sebeple saraydaki askeri kanadın tavsiye ve etkisiyle askeri aristokrasiye mensup ihtiraslı bir general olan Romanos Diogenes ile evlendi (Ocak 1063). Kendisinden, imparatorluğu çöküşten kurtarması beklenen Diogenes önceki imparatorlar gibi, pek fazla başarılı olamadı. Çünkü o, bomboş bir hazine, uzun yıllar yüzüstü bırakılmış bir ülke, perişan ve darmadağın bir ordu ile karşı karşıya gelmişti. Bu durum karşısında Diogenes, devlet yönetiminde bir takım yenilikler yapmak istemişse de evlendikten yedi ay geçmesine rağmen, hala yönetimi elinde tutmakta olan karısı Evdokia ile arası açıldı. Bunun üzerine sarayı terk ile Anadolu yakasına geçip, özellikle Anadolu'daki Selçuklu ilerleyişini durdurmak amacıyla, hazırlıklara girişti. Fakat bilindiği üzere, 26 Ağustos 1071'de Selçuklu sultanı Alparslan'la Malazgirt'te yaptığı savaşta yenilip tutsak alınmasıyla, onun da imparatorluğu sona ermiş oldu. Bundan sonraki devirlerde de Selçuklu istilası sebebiyle Bizans'ın Anadolu'daki hakimiyeti çökmeye devam etmiştir.



BAĞDAD ABBASİ HALİFELİĞİ


Hz. Peygamber'in amcası Abbas'ın soyundan gelen Abbasiler, Emevi hanedanına karşı sürdürdükleri uzun mücadeleler sonucunda, özellikle Büyük Zap Suyu savaşından (Ocak 750) sonra Emevilere son vererek kendi adlarıyla  anılan  Abbasi Halifeliğini kurdular. İlk  Abbasi halifesi Ebulabbas Saffah'tan  sonra yerine geçen  kardeşi  Ebu  Cafer Mansur  (754- 775) hilafet başkentini Bağdad'a naklederek halifeliğin doğuya yönelmesini sağladı. Mansur, halifeliği ciddi şekilde uğraştıran iç sorunları büyük ölçüde çözümledi ve halifelik ülkelerinde huzur ve sükunu sağladı. Bunda, İran asıllı Bermekoğulları ailesinin de büyük rolü olduğunda hiç şüphe yoktur. Fakat daha sonra halife olan Mehdi (775-735) devrinde, Horasan'da birtakım mezhep çatışmaları ortaya çıktı. Bizans'la da başarılı savaşlar yapıldı.


Hadi'nin kısa halifeliğinden (785-786) sonra Harun Reşid hilafet tahtına geçti. Onun halifeliğinin başlangıcında, Asya'da Arap hakimiyeti yüksek bir düzeye ulaşmış idi. Genellikle hilafet yönetiminin iyi ve düzenli bir şekilde yürütülmesinde, Harun Reşid'in yetenekli kişiliği yanında, Bermekoğulları ailesinin de katkıları büyük oldu. Harun Reşid'in son zamanlarıyla daha sonraki halifeler devirlerinde, IX. yüzyılda, halifeliğin siyasi birliği çözülmeye başladı; bu cümleden olarak Emevi sülalerinin bir kolu, İspanya’da bağımsız bir yönetim kurduğu gibi, Kuzey - Afrika'nın merkezle ilişkisi kesildi ve dolayısıyla Mısır'da Tulunoğulları tarafından bağımsız bir devlet kuruldu. Maveraünnehr ve Horasan'da Tahiri, Samani ve Saffariler hilafetten ayrılarak bağımsız birer devlet kurdular; böylece Abbasi halifeliğinin hakimiyeti, Irak dışında, adeta tamamen yıkılmış bir duruma geldi. Mısır ve Kuzey - Afrika'da kurulan şii Fatımi halifeliği, Kızıldeniz'den Atlas Okyanusu'na kadar uzanan ülkelere hakim olarak sünni Abbasi halifeliğini tehdit eder bir duruma geldi. Nihayet Iran ve Irak'ta kurulup genişleyen şii Büveyhoğulları, halife Müstekfi zamanında (944-046), Bağdad'ı işgal edip yönetimi ellerine geçirdiler. Fakat 1040 yılından sonra süratle genişleyip imparatorluk haline gelen Selçukluların İslam aleminin maddi kudretini ellerine geçirmeleri sonucunda, Abbasi halifeliği önce Büveyhoğulları, daha sonra da Fatımi halifeliğinin baskı ve tehdidinden kurtarıldı.



BÜVEYHOĞULLARI DEVLETİ



Ebu Şuca Büveyh (BU.ye) tarafından kurulan ve daha sonra Ziyaroğullarının hizmetine giren üç oğlu İmadüd­ devle Ali, Rüknüddin Hasan ve Muizzüddin Ahmed'in büyük çabalarıyla, süratle gelişen Iran kökenli Büveyhoğulları devleti, kısa zamanda Isfahan, Cibal, Kirman, Huzistan ve yörelerine hakim oldu, hatta Ahmed, 945 yılında, Bağdad'a girip yönetimi eline geçirdi. Ahmed'in oğlu Adudud­devle fenahusrev,  Irak, Güney - lran  ve Umman'ı ele geçirdikten başka, Elcezire' de Hamdanoğulları, Taberistan' da Ziyaroğulları, Horasan'da da Samanoğulları devletleri aleyhine, devletin sınırlarını en geniş bir düzeye ulaştırdı. Fakat onun ölümünden sonra aile içinde ayrılık ve çekişmeler başgösterdi; Önce Gaznelilerin, daha sonra da Selçuklu sultanı Tuğrul Bey'in İslam dünyasına hakim olma faaliyetleri sonucunda ortadan kaldırıldı (1055); ancak bu ailenin bazı fertleri, tabi emirlikler halinde bir süre daha siyasi varlıklarını devam ettirdiler. Büveyhoğullarının ortadan kaldırılmasından sonra bile Büveyhi valisi olarak Bağdad'da görev yapan Türk asıllı Ebu'l - Haris Arslan Besasiri, Mısır Fatımileriyle işbirliği yaparak 28 Kasım 1058'de, Tuğrul Bey'in şehirde bulunmamasından istifade ile Bağdad'ı işgal ve halife Kaaim Biemrillah'ı tutsak alıp Fırat üzerindeki Hadise - Ane kalesine hapsettirdi. Fakat çok geçmeden Tuğrul Bey, yeniden Bağdad'a gelerek Besasiri'yi bertaraf ile halifeyi tutsaklıktan kurtararak makamına iade etti. Böylece son Büveyhi temsilcisi Arslan Besasiri'nin şiiliği yayma ve hakim bir mezhep haline getirme faaliyetleri de kesin bir şekilde sona erdirilmiş oldu.



MISIR - FATIMİ HALİFELİĞİ



Orta - Doğu'nun büyük devletlerinden birisi de Fatımi devleti idi. Bu devlet, İsmaili dailerinden Şii adıyla tanınan San'alı Ebu Abdullah Hüseyin ve Ebu Muhammed Mehdi'nin büyük çabalarıyla Kuzey - Afrika'da, Ağlebi, Müdrari, Rüstemi, İdrisi ve İhşidi devletlerinin topraklarında kuruldu (M. 909). Fatımi devletinin sınırları, halife Muizz Lidinillah (953-975) ile oğlu Aziz Billah (975/76-996) devirlerinde, Kızıl Deniz'den Atlas Okyanusu'na kadar uzanan ülkeleri, yani Hadramut, Yemen, Hicaz, Filistin, Suriye ile bütün Kuzey · Afrika'yı içine almakta idi. Fakat halife Hakim zamanında (996-1021) başlayan ve halife Zahir devrinde (1021-1036) belirli bir şekilde meydana çıkan Fatımi yönetiminin zaafiyeti sebebiyle, halifeliğe bağlı birçok eyaletlerde kanlı ayaklanmalar ortaya çıktı ve dolayısıyla hu eyaletlerin Mısır'la idari ilişkileri kesildi.

Halife Zahir'in ölümü üzerine sekizinci Fatımi halifesi olarak tahta geçen oğlu Mustansır'ın saltanatının ilk yıllarında, Şiblüddevle Nasr'ın elinde bulunan Halep elegeçirildi; böylece Fatımi devletinin sınırları Fırat'a dek ulaşırken, bir yandan da Ali Suleyhi'nin başarılı fetihleri sonucunda, Yemen, Fatımi hakimiyetine alındı. Fakat gerek yetenekli vezir Ebulkasım Cercerai ve gerekse değerli kumandan Anuştekin'in ölümleri üzerine, devletin merkezi hükümranlığı süratle zayıflamaya başladı; bunun sonucunda Suriye ve Filistin'deki Fatımi hakimiyeti de çöktü. Bununla birlikte Fatımiler, 1048 yılında Nasırud devle ve  ertesi yıl (1049)  Ebulfazl Rıfkul hadim kumandasında, özellikle Kuzey · Suriye'de kaydedilen  yerleri  geri  almak amacıyla, iki ordu gönderdilerse de başarılı olamayarak Mısır'a  çekilmek zorunda kaldılar. Daha sonraki yıllarda Kuzey - Suriye'ye yapılan birkaç askeri harekat da başarıya ulaşamadı . Böylece Kuzey • Suriye'yi kaybeden Fatımi devletinin hakimiyetinde kalan ve Suriye'nin en önemli kenti olan Dımaşk'ta da durum iyi değildi. Kentte yerleşen özellikle Türklerle Berberi unsurlar arasında ortaya çıkan anlaşmazlık ve yetki çatışmaları gittikçe artmakta, huzur ve sükunu sağlamak üzere şehre gönderilen valiler başarılı olamamakta ve dolayısıyla sık sık değiştirilmekte idiler. Özellikle devlet yönetiminde, Türklere oldukça geniş yer veren halife Mustansır'ın saltanatının ortalarına doğru, Mısır'da büyük huzursuzluklar baş gösterdi. Vezir Ebulkasım Cercerai'den sonra vezaret makamına geçen Ebu. Sa'd 1047'de, ordudaki Türk ve Berberi kuvvetler arasında patlak veren çatışmalarda öldürüldü, yerine kardeşi Harun geçtiyse de çok geçmeden Hasan Yazfıri, Fatımi veziri oldu. Fakat bu sıralarda, Mısır ve eyaletlerde huzursuzluk ve ekonomik sıkıntılar ciddi bir düzeye ulaştı. Halife, devletin mali durumunu düzeltmek amacıyla, halka para cezası kesmek, mal ve mülklerine el koymak gibi huzursuzluğu daha da çok arttıran faaliyetlerde bulundu. Bu arada Delta bölgesinde Arapların tehlikeli ayaklanmaları güçlükle bastırıldı. Ayrıca orduda görevli Türk, Berberiler ve Sudanlılar arasında baş gösteren gerginlik son derecede tehlikeli bir durum aldı. Sivil yönetimin iyice bozulması, devlet hazinesinin de boşaltılmasının etkisiyle askeri unsurlar, yetki çatışmalarına giriştiler. Bu cümleden olarak Hamdanoğulların'dan Nasıruddevle, Türk  ve  Berberilerle işbirliği yaparak 1062-67 yılları arasında Sudanlıları kesin olarak bertaraf etmeyi başardı. Fakat çok geçmeden halife üzerinde de baskı kurmak isteyen Nasıruddevle, bir yandan halife, öbür yandan da rakipleri durumuna geçen İldeniz ve halifeliğin diğer ileri gelen emirleriyle mücadele etmek zorunda kaldı. Böylece sıkışık bir duruma düşen Nasıruddevle, Selçuklu sultanı Alparslan'a başvurup, onu Mısır'a davet etti. Fakat bu vezir çok geçmeden 1073 yılında, İldeniz tarafından bütün yakınlarıyla birlikte öldürüldü. Bununla birlikte 1067 yılından beri hüküm sürmekte olan kıtlık sebebiyle Mısır, büyük ve ciddi bir sefalet içinde bulunuyordu. Bu sebeple halkın bir çoğu Suriye ve Irak'a göç etmek zorunda kaldı. Halife Mustansır, ülkeyi, içine düştüğü anarşi ve sefaletten kurtarmak amacıyla, bu sıralarda halifeliğin Akka valisi bulunan Bedrülcemali'yi Mısır'a çağırarak devlet yönetimini eline almasını istedi. Bir gece gizlice Akka'dan Kahire'ye gelen Bedrülcemali, halifeyi şiddetle baskı altında bulunduran ve kendisinin Mısır'a gelme sebebini anlatmakta geç kalmış olan Türk, Berberi ve Sudanlı emirlerin hepsini bir gecede öldürmek suretiyle, duruma hakim oldu ve Fatımi halifeliğini bir süre huzura kavuşturdu.




Alıntı:

ANADOLU'NUN FETHİ

SELÇUKLULAR DÖNEMİ

(BAŞLANGIÇTAN 1086'YAKADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM


ANADOLU İNANÇLARI-4

 ŞEYTAN DÜĞÜNÜ





Özellikle yaz aylarında, kırlarda, yaylalarda ortalık günlük güneşlikken birdenbire yağmurun bastırdığı olur. İplik iplik yağan yağmur genellikle ışıltılıdır, pırıl pırıldır. Gökte bulutlar bile ışıldar, parlar durur. İşte bir yandan yağmur yağar, bir yandan da güneş pırıl pırıl ışınlarını ortalığa yayarsa buna şeytan düğün ediyor derler.



Şeytan düğünü yalnız yağmurla güneş karışımı bir havada olur. Kışın şeytan pek düğün etmez, genellikle yazın parlak güneşlerini seçer. Şeytan düğünü birkaç türlüdür. Biri günlük güneşlik, yağmurlu havada, biri eski tapınak, eski ev yıkıntılarının olduğu yerlerde; biri de ıssız ormanlarda, insanı ürperten yerlerde. Bunlar insanlar için kaçınılması gereken yerlerdir yaygın bir inanca göre. Şeytan düğün ederken cinlerin arasına karışanları cinler alır götürürmüş. Cinlerin kaçırdığı bir kimseyi geri almak, kurtarmak çok güç bir işmiş, bunu ancak onlarla konuşabilen cinciler, hocalar başarabilirmiş.



Issız yerlerden, ormanlardan arada bir inceden inceden sesler, uğultular duyulur. Değişik hava akımlarının, yaprak kımıldanışlarının, hışırtıların doğurduğu bu seslerin görünür bir nedeni olmadığı için şeytan düğününde çalınan çalgıların çıkardığı sesler diye yorumlama geleneği, inancı vardır. Bu gibi sesler duyulunca ses çıkarılmaz, konuşulmaz, türkü çığırılmaz. Böyle bir ses çıktığında türkü çığıran kimsenin sesi güzelse onun sesini cinler çalar, bir daha güzel türkü söyleyemezmiş.


Kaval, kemençe, tulum, çalpara gibi çalgılarla benzerleri, bütün çalgı araçları şeytanın düğününde kullanılırmış. Bu yüzden iyi çalgı çalanların da kendilerini korumaları gerekirmiş. Sonra gece uyurken insanın başına cinler üşüşürmüş. Cinlerden korunmak için hamayıl kullanma gereği vardır. Şeytan düğününde yalnız güzel sesli insanlar, güzel kızlar değil, güzel atlar, koyunlar, buzağalar bile çalınırmış, onlara da insanlar gibi şeytan nazarı değermiş. Bundan dolayı onların da başlarına, boyunlarına nazarlık takılır, mavi boncuk bağlanır.



Tutarık (sar'a) denen sinir hastalığına yakalananların başına gelen yıkıma da şeytan çalması, cin çalması, ya da çarpılma adı verilir. Bunun da çok değişik nedenleri vardır. Bunlar genellikle yasaklara uymamaktan olur. Bu yasaklar da genellikle dinsel (eski dinlerde olduğu gibi, tektanrıcı dinlerde de bu yasaklar çoktur) nitelik taşır.


Ceviz, incir türünden ağaçların altında uyuyanların şeytanca çalındığı, ıssız ormanlarda türkü çığıran güzel kızların seslerinin bozulduğu görülürse şeytan çalınması sonucu bir olayın varlığına inanılır.



Birçok din adamının çalgıyı, türkü çağırmayı yasaklaması, özellikle kemençe, kaval gibi çalgıların sesinden kaçınması yalnız dince konulmuş bir yasak sonucu değildir. Eski çağlardan kalmış, sonradan kılık değiştirmiş bir inanç gereğidir. Düğünde çalgı çalınıp oyun oynanmasını bile yasaklayan birtakım hocalar vardır. Onlara göre düğün, türkü çığırma, çalgı çalma şeytan işidir, daha doğrusu şeytan düğünü'dür.

 



 

Güneş aldı yağ'mur var

Şeytan düğün edeyi

Gağ'urun gızı beni

Piraku da gideyi


(Güneş açmış, yağmur yağıyor 

Şeytan düğün ediyor 

Kafirin kızı beni 

Bırakmış da gidiyor)




Bu, Karadeniz türküsünün özünde işte böyle eski bir inancın kalıntıları seziliyor açıkça.


Düğünlerde türkü çığırmak, çalgı çalmak gibi içki içmek de şeytan düğünü'ne yaraşır bir davranış olduğundan yasaklanmıştır. İnsan içki içince özünü şeytan çalarmış. İçki içip sızanın kendinden geçmesinin gerçek nedeni buymuş. Bu inanç, bugün aşırı ölçüde dine, din kurallarına bağlı çevrelerde yaygındır.



İSMET ZEKİ EYUBOĞLU’nun ANADOLU İNANÇLARI ANADOLU MİTOLOGİSİ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Mardin

 


RENKLERİN KAYNAĞI OLAN MOLEKÜLLER

 


Yaşam Zincirinin En Önemli Elemanı: Klorofil Molekülü


Fotosentez, yeşil bitkilerin ve bazı tek hücreli mikroorganizmaların gerçekleştirdiği kimyasal bir işlemdir. Buna göre bu canlılar Güneş ışınlarını bir enerji kaynağı olarak kullanarak, karbondioksit ve hidrojeni birleştirirler ve bu yolla besin ve oksijen üretirler. Güneş enerjisini bedenimize alabilmemizin tek yolu ve yeryüzündeki oksijen döngüsünün tek kaynağı bu canlıların gerçekleştirdikleri fotosentez işlemidir. Fotosentez gibi bir işlem olmadan, yeryüzünde canlı hayatından bahsetmek mümkün değildir.

Fotosentezi yeryüzünde belirli canlıların gerçekleştirebilmesinin tek sebebi bu canlıların "klorofil" molekülüne sahip olmalarıdır. Bu mucize moleküle sahip olan canlı, besin elde edebilmek, kısacası yaşayabilmek için artık başka kaynakların varlığına ihtiyaç duymayacaktır. O, enerjisini ve besinini Güneş'ten doğrudan alabilir. Ancak böyle bir molekülün varlığı ve bu molekülün işlemlerini gerçekleştirmesi çok da kolay değildir. Bunun bir göstergesi, klorofil molekülünün yapısının bilinmesine ve 21. yüzyılın üstün teknolojisine rağmen, hala fotosentez sisteminin bir benzerinin yapay olarak gerçekleştirilememiş olmasıdır. Bir yaprak içinde bu molekülün harekete geçebilmesi ve görevini yerine getirebilmesi için yüzlerce enzim görev yapmaktadır.

Fotosentez sırasındaki işlemler son derece komplekstir. Klorofil, Güneş'ten gelen ışığı alarak kimyasal enerjiye çevirir. Bunun ardından, elektron transfer sistemi adı verilen bir işlem başlar. Bu işlem gerçekleşirken su molekülleri parçalanır. Suyun parçalanması sonucunda serbest kalacak olan atomlar hidrojen ve oksijendir. Serbest kalan bu atomlardan hidrojen atomu bitki içerisinde tekrar kullanılırken, oksijen atomları atmosfere bırakılır. Fotosentez işlemi yapan bitkinin yeryüzünde oksijen dengesini sağlamasının nedeni budur. Şu an soluduğumuz oksijen herhangi bir yeşil bitkinin, sahip olduğu klorofil molekülü sayesinde parçaladığı suyun oksijenidir. Eğer bu molekül veya bu molekülün hareketlenmesini sağlayan enzimler olmasaydı, şu anda varlığımızdan eser olmayacaktı.

Klorofil molekülünü ihtiva eden yapı kloroplast pigmentidir. Bu pigmentin içinde küçük ve yuvarlak yapılar bulunur. Bu yapılara grana adı verilir. Klorofil molekülleri granaların içinde bulunurlar ve fotosentez basamaklarının bazıları bu bölgede meydana gelir. Kloroplast pigmenti Güneş ışığına maruz kaldığında hareketlenmeye başlar ve yaprak hücresinin içinde sürekli olarak dolanır. Bu hareketin nedeni ise Güneş ışığından maksimum verim alabilmesidir. Kloroplast pigmentinin rengi yeşildir. Fotosentez yapabilen canlıların yeşil renge sahip olmalarının sebebi budur. Pigmentin yeşil renge sahip olmasının nedeni de hem mor hem de kızıl ışığı emebiliyor olmasıdır. Bu renkleri oluşturan dalga boyları fotosentez işlemi için önemli birer enerji kaynağıdırlar.

Bu küçücük molekülün gerçekleştirdiği işlemin çapı gerçekten de son derece büyüktür. Yapılan tahmini hesaplara göre yeryüzünde her yıl bitkiler tarafından kullanılan su miktarı 280 milyar ton, CO2 miktarı 680 milyar ton ve bu maddelere karşılık olarak atmosfere bırakılan oksijen miktarı ise 500 milyar tondur 


Bir Başka Enerji Kaynağı: Karoten Molekülü 


Turuncu renk, karoten molekülünün eseridir. Karoteni meydana getiren bağlar, retinal molekülünü meydana getirenler ile aynıdır. Bu bağlar, iki özellik gösterir. Birincisi; karoten ve retinal molekülleri bu bağlar nedeni ile katı ve bükülmezdir. İkinci ise; bu moleküllerin gevşekçe tutunan elektronları düşük enerjili bir ışık görseler bile hemen hareketlenmeye ve bu ışığı kendi bünyelerine almaya hazırdırlar. 

Karoten çivit mavi ışığı emebilir ve bundan dolayı da turuncu gözükür. Havuca rengini veren özel molekül budur. Sütün soluk krem rengi ve tereyağın sarı rengi karoten moleküllerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Etlerin yağları da yine hayvanların yediği karoten nedeni ile hafif sarımsı renk alır ve hidrokarbon yapısından dolayı bu karoten molekülleri yağ içerisinde erir. Alg ve yeşil bitkiler gibi fotosentetik organizmalarda karoten, klorofil ile birlikte oluşur. Karotenin rolü, klorofil tarafından emilemeyen Güneş ışınlarının bir kısmını bir dereceye kadar toplamaktır. Bir yaprakta, genellikle her üç klorofil molekülüne karşılık bir adet karoten molekülü bulunmaktadır. Yaprak ne kadar koyu yeşil olursa içinde o kadar fazla karoten konsantrasyonu bulunuyor demektir. Karotenin sarı turuncu rengi sonbahara kadar klorofil tarafından örtülü kalır. Sonbahar gelip de klorofil molekülü bozulduğunda, karoten molekülü iyice kendisini gösterir. Sonbaharda yaprakların sararmasının, bitki örtüsündeki muazzam renk değişiminin nedeni işte budur. 


Renk Üreten Başka Bir Molekül: Melanin 


Melanin molekülleri de, karoten moleküllerini oluşturan bağlarla bağlanmışlardır. Melanin sahip olduğu bağlar sayesinde etrafındaki bütün ışığı emebilir. Dolayısıyla melanin içeren bir obje siyah görünür. Melanin molekülleri, protein moleküllerine bağlanır ve renkleri sarıdan kahverengiye, hatta siyaha kadar değişen granüller içinde birikirler. Biriken bu granüller cildimize ve saçımıza kendine has rengini veren granüllerdir. Moleküllerin granüller içinde birikme şekline göre saçlarımız sarı veya kahverengi ya da siyah olmaktadır. 

Melanin aynı zamanda bukalemunun renk değiştirme mekanizmasının da bir parçasıdır. Bu mekanizmada molekül, derinin içindeki kanallar boyunca taşınır ve alt kısımda bulunan daha parlak pigmentleri kapatmak için uğraşır. Ahtapot gibi kendisini koyulaştıran hayvanlar da aynı şekilde bu molekülden faydalanırlar. Bedenlerinde meydana gelen renk değişikliklerini, melanin granüllerinin yayılması sayesinde elde ederler. Melanin granülleri tekrar biraraya gelip toplandığında ise derinin rengi açılır. 

Farklı biçimlerdeki melaninler de meyve çürüdüğü zaman oluşurlar. Oluşumlarının nedeni, meyvenin hücre duvarının zarar görmesidir. Bu zarar, fenol oksidaz adı verilen bir enzimin hücre içinde harekete geçmesine neden olur. Bu enzim; limon, kavun ve domateste bulunmaz. İşte bu nedenle bu bitkiler çürüdüklerinde kolayca kahverengileşmezler. Ancak şeftali gibi meyvelerde çürüme ile meydana gelen kahverengileşme, melanin molekülünün bir sonucudur. Melanin ayrıca çayın koyu renginden de sorumlu olan bir moleküldür. 

Melanin hakkında verdiğimiz bütün bu bilgilere dayanarak onu sadece renk üretmekle sorumlu bir molekül olarak düşünmemeliyiz. Çünkü melanin sadece renk vermez, aynı zamanda ultraviyole ışınlara ve görünür ışığa karşı da bir koruma sağlar. Cildimiz dışarıdaki zararlı ve aşırı ışıklardan melanin sayesinde korunmaktadır. Eğer bu pigment olmasaydı cildimiz kolaylıkla bize ulaşabilen ultraviyole ışınlar nedeni ile kısa sürede zarar görecek, niteliğini yitirecek ve kısa sürede ölecekti. Nitekim melanin molekülünün eksikliği ile sonuçlanan bazı kalıtsal hastalıklar, örneğin albinizm; deri, saç, kirpik ve kaşların kendine has renginin kaybolmasına neden olur ve cildi söz konusu ışınlara karşı oldukça hassas bir duruma getirir. Bu hastalar melaninin özel korumasından mahrum kaldıkları için kısa sürede deri kanseri olabilmektedirler. 

Bu koruma en hassas ve en değerli organlarımızdan biri olan gözde de devam eder. Göz renginizin kaynağı melanindir. Ancak melanin göze sadece renk vermekle kalmaz, koruyucu özelliği sayesinde gözün lensini ultraviyole ışınlarına karşı korur ve katarakt riskini azaltır. Normal şartlarda göz, ultraviyole ışınlardan en fazla etkilenebilecek olan organdır. Ama melaninin varlığı sayesinde böyle bir risk ile karşı karşıya kalmayız. Melanin ayrıca retinanın dokusuna uygun olmayan ve retinaya zarar verecek olan farklı renkleri de filtre ederek ekstra bir koruma sağlar. Böylece merkezi görme, hiçbir zaman dışarıdaki ışıktan etkilenmez, zarar görmez. Mavi ışığı ve göz kamaştırıcı ışıkları da azalttığından görüş kalitesini artırır. Bir yandan da mavi ışığı tamamen elemediği için renk dengesi korunmuş olur. 


Alıntıdır.


Fransız Devrimi

 Devrim öncesi Fransa eski Avrupa'nın tipik bir örneğiydi:  Güneş Kralı'nın halefleri olan XV. ve XVI. Louis gerekli reformları yapmakta başarısız kalmışlardı. ihtişam içerisinde yaşamaya devam ediyorlardı. Aristokrasi her türlü vergi yükümlülüğünden azadeydi. Buna karşılık orta sınıf ve yoksullar savaş ve barış döneminde ülkenin yükünü taşımak zorundaydılar. Fransa'nın yüksek maliyetli savaşları ekonomik bir krize neden olmuştu. 1780'lerdeki kötü hasatlar yiyecek fiyatlarının artmasına ve nüfusun büyük bölümünün fakirleşmesine neden oldu.

1789 yılında hükümet krizle baş edebilmek için Sınıflar Meclisi'ni bir araya topladı. Meclis asillerden, ruhban sınıfından ve orta sınıftan (Üçüncü Sınıf) oluşuyordu. Asiller ve ruhban sınıfının, üçüncü sınıfa hükmedebileceği anlaşılınca, burjuvazinin liderleri eşit haklar için Ulusal Meclis çatısı altında yeniden birleştiler. 14 Temmuz 1789'da Paris'te öfkeli bir kalabalık Bastille Hapishanesi'ni bastı. Fransa'nın çeşitli bölgelerinde bir dizi köylü isyanı meydana geldi. Ulusal Meclis asillerin ayrıcalıklarını kaldırdı. insan Hakları Beyannamesi yayınlandı ve eşitlik, yurttaşlık ve devredilemez haklar prensipleri ortaya konuldu.

Avusturya ve Prusya' dan kaynaklanan askeri tehditler daha radikal politikaları gerektiriyordu. 1792'de krallık kaldırıldı ve cumhuriyet ilan edildi. 1793 yılında Kral XVI. Louis ve Kraliçe Mary Antoinette  idam edildi. Daha sonra "Jakobenlerin" ve liderleri Maximilien Robespierre'in başını çektiği hükümetin aşırı kanadı Kamu Güvenliği Komitesi,   gücü   eline   geçirdi.   Büyük   bölümü   köylü   ve    şehirli işçilerden oluşan 40.000 insanın hayatlarını kaybettiği terör dönemi başladı. 1794 yılında Robespierre'in kendisi de giyotine gönderilince terör dönemi sonlanmış oldu. 1795 yılında ülkeyi Direktuvar Hükümeti yönetmeye başladı. 1799 yılında ise genç General Napolyon Bonapart gücü eline geçirdi.


Alıntıdır.


5 Aralık 2022 Pazartesi

TÜRKLERDE DİNİ HAYAT-2

 


Gök-Tanrı İnancının Esasları


Sevap Anlayışı


Kaynaklarımız Eski Türk dini olan Gök-Tanrı dininde varlığını bildikleri ve hayatta iken yaptıkları iyiliklerin karşılığını öbür dünyada alınacağına inandıklarını ve buna "muyan" dediklerini belirtmektedirler. Keza Uygurca yazılı kaynaklarda "buyanlıg: mesut, sevaplı, mutlu", "buyansız: sevapsız" şeklinde geçmektedir.

Yapılan herhangi bir iyilikten hâsıl olacak sevabın başkalarına da geçmesi geleneği vardı ki özellikle Burkancı Uygurların "buyan evirmek: sevabın tevcihi geleneği" bunu en önemli kanıtıdır.


Sevabın başkalarına devri düşüncesinin menşei, ata ruhları için yapılan hayır işlerinde aranmalıdır. Uygurca metinlerin hemen hepsinin sonunda, bu eserlerin yazdırılmasından doğacak sevabın çeşitli kimselere ve müesseselere tevcih edildiğine dair kayıtlar vardır. Bazı hallerde ise, çok ender olarak sevap tevcihi eserin sonuna müstakil bir metin şeklinde ilave edilmektedir. Mesela Altun Yaruk'un


1687 yılına ait son baskısına eklenen parçanın ikinci yaprağında "ülgüsüz buyanlıg: ölçüsüz sevap kazanmış"yazılmıştır. Herhangi bir eserin yazılmasından, yazdırılmasından, okunmasından, dinlenmesinden, herhangi bir bağıştan, hayrattan, vakıftan hasıl olacaklar sevap şeklinde belirtilirken; beşinci yaprağın başında bu sevap tevcihini yazmış olan katiplere gelince denilerek, bu katiplere sevap tevcih edilmektedir.


Günah Anlayışı


Eski Türk inancında günah, Tanrı’nın istemediği, insanlara karşı yapılan kötü hareketlerin neticesinde yaptıkları yanlışlık ve hata olarak görülmüştür. Nitekim Orhun Yazıtlarında eski Türkçe ifade ile geçen "yazuk: günah “manasından çok "yanlış" manası ile kullanılmıştır. Türk hükümdarı isyan eden ve kendisine karşı savaşan Oğuz, Türkeş, Basmıl, On-Ok boylarının Türk ve kendi milletinden olduklarından bahsederken "Türgiş kağanı Türküm, milletim idi. Bilmediği için, bize karşı yanlış hareket ettiği için kağanı öldü" diyerek yanıldıkları için hata, günah işlediklerini bildirmektedir.


Şine-Usu Yazıtında:


"Günahkar atlı(lar)... (Tanrı) tutuverdi"


"Sözüne karşı günah işlemeyin dedi" ibareleri geçmektedir.


Divân'da günah karşılığı olarak "arınçu, yazuk" tabirleri verilmektedir. Yazuk aynı zamanda Divân'da suç olarak da geçmektedir. Kaşgarlı eserinde bu konu ile ilgili atasözü ve beyit vermektedir ki bunlardan bir kaçını burada vermekle yetineceğiz.

 "Ateş dumansız olmaz, yiğit günahsız olmaz".

“O, onun günahlarından vazgeçti"

" Bey, onun suçunu bağışladı"

"Adam günah yüzünden ağır ceza gördü ve yaptığı işin günahının acısını tattı, artık bundan sonra bir daha o suçu yapmak istemedi"


Uygurlar ise günah, suç, hata, kabahat için "kadag, tsuy, yonçmakyazınç, yazuk" kelimelerini kullanırlarken; "günahsız, suçsuz" olana da "yazınçsız, yazuksuz"demişlerdir. Uygurca deyimlerden bazıları şunlardır


"Kılıç boça boşunmak: Bağışlanmak(günahı) gidermek, affetmek, kurtarmak";

"İrinçü mün dutagun: günahlardan arınmış, kurtulmuş kimse";


"İrinçülüg: günahkâr" anlamlarına gelmektedir.


Uygurlarda Mani için yazılan büyük ilahide:


"İmanlı gönülleri ile

Doğru yoldan gayret ederek

Kirli günahları işlememek

Hakiki emirleri yerine getirmeyi gözetirler".


Diğer bir ilahide de:


"Tanrı'nın sözüne değer vermeyenler

Karanlık şeytanlara tapanlar

On binlerce günah işleyenler" şeklinde geçmektedir.

Kutadgu Bilig'de ise bu konuda şu beyitlere rastlıyoruz:


"ibadette gayretli ol, günahtan sakın, sana ahirette ancak ibadetin faydası dokunur".


"Günahlarımın affını Tanrı'dan niyâz eylesin belki kerim Rabbi bu duâ sayesinde affeder".


XIII. yüzyıl tasavvuf şairlerimizden Yunus Emre'de şiirlerinde günah-yazuk ikilisini sıkça kullanmıştır.

"Yazuklarımız dartıla ancak perdeler yırtıla

Bilmedüğün günahların onda sana ayan ola"

"Biri Rahmân biri şeytan-ı racim

Anun yazuğ müzdi sevgüsine taaluktur".


Şeytanın Varlığına İnanma


Şeytan tabirini karşılayan eski Türkçe değişik kelimeler vardır. Bunlar: "İçgök, içkök, angjın, yak, yek" kelimeleridir.


Divân'da ise "yek: şeytan" şeklinde geçmektedir. Eski Türkler cinlere de inanmışlar ve cin çarpması için "kavuç" kelimesini kullanmışlardır. Kaşgarlı Mahmud cin çarpan adamın yüzüne Türklerin soğuk su serptiklerini ve sonra da "kavuç, kavuç" dediklerini belirttikten sonra; bir kısım Türklerin ise, bir bölük cine "cıw"da dediklerini söyleyerek onlar arasında yaygın olan şu adeti anlatmaktadır: "iki bölük cin birbirleriyle çarpıştığı zaman, iki bölüğün vilâyetlerinde oturan cinler dahi kendi vilâyetlerinin halkını korumak için çarpışırlardı. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıktığı vilâyet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulduğu bulunduğu vilâyetin halkı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oklardan kurtulmak için çadırlarına saklanırlardı.".


Uygur yazılarında ise, gönül karışıklığı "Dağ içindeki iki şeytan aklımızı (ög), gönlümüzü karıştırıp bulandırıyor (bulguyur)"şeklinde anlatılmaktadır.


Uygur edebiyatına ait Çaştani Bey masalında "Çaştani bey şeytanlara karşı milleti için mücadeleye girişerek onlara: Gönlümü kuvvetlendirip, korkusuz, ihtirassız gönülle sizlerle savaşmaya geldim. Ey şeytanlar halis gerçek alp (ve) kuvvetli iseniz benimle savaşmaya hazır olun" demektedir.

Efsanelerde ise ruhların ikinci zümresini teşkil eden kötü ruhlardır. Bunların başkanı Altaylılarca "Erlik", Yakutlularca "Arslan Dolay"dır. Altaylıların izahına göre, "Erlik: kuvvetli, güçlü" demektir. Erlik, insanlara her türlü kötülükleri yapar, insanlara ve hayvanlara türlü türlü hastalıklar göndermek suretiyle kurbanlar ister, istediği kurban verilmezse musallat olduğu obaya ve aileye ölüm ve felaket ruhlarını gönderir. Öldürdüğü insanların canlarını yakalayarak yeraltındaki karanlık dünyasına götürür, kendisine uşak yapar. Erlik'in dünyasına mensup bütün kötü ruhlara "nemeler" denildiği gibi "yekler"de denir. "Yek" Uygurca dini metinlerde şeytan manasında kullanılmıştır. Yakutların kötü ruhlarına verdikleri ad "abası"lardır. Bunlar Altaylıların "karaneme" dedikleri kötü ruhların işlerini görürler.


Bugünkü Altaylılar arasında, insanlara fenalık-kötülük getiren "Körmös" vardır. Aşağı dünyada bulunan cehennem fena ruhların, zarar getiren cinlerin yeri olup, Erlik (şeytan) da mutlak hâkimdir. Bu konuda Türkolog Radlov, “bütün kötülük ondan gelir, o insanı günaha sürükler, ona hastalığı musallat eder, ölüm göndererek onu yakınlarından ayırır. Büyümede anormallik, hayvan hastalığı ve fakirlik gibi şeylerin hepsini Erlik gönderir”, demektedir.


Altay Türklerine ait Yaratılış Destanında Erlik başlangıçtan beri Gök Tanrı ile beraberdir ve ebediyete kadar beraber kalacaktır. Tanrı, Erlik'i yerin dibine süreceğini ve orada hapsedeceğini söyler. Fakat onu öldüreceğinden veya hayatına son vereceğinden söz etmez. Erlik her zaman kendi istek ve yaratılışı gereğince, kötü şeyleri seçer ve kötü işler yapmayı tercih eder. İyi şeylerin temeline ve köküne muhaliftir ve onlara karşı çıkar. Bilgisizdir, yıkıcıdır, karıştırıcıdır. Düzen ile sulh ve sükûn istemez. Sonsuz karanlıkların bağrından kopar gelir ve kuzeydeki karanlık ülkeler onun yurdudur. Tanrı onu affeder ve iyi yaşaması için göklerde ona yer verir; fakat o kördür geleceği düşünmeden hemen kötülük yapmaya başlar. Daha doğrusu kendine hâkim olamaz. İrâdesi yoktur ve iradesizliği timsalidir. Tanrı'nın (Ülgen) halkını elde etmek ister ve eğer bunu yapamazsa, hiç olmazsa Tanrı'ya karşı kışkırtır.


Melek


Eski Türklerde melek mefhumu ve inancının olup-olmadığı hȃlȃ tartışma konusudur.


Bu konuda ilk belgemiz Avarlar’a (558-805) ait bir yazıtta geçen şu ibaredir: "Tanrı'nın meleği, huzurlu mekân ve marifet kıl ona".


Birçok vesikada, özellikle Orhun Yazıtlarında geçen "Umay ruhu" hakkında değişik fikirler ile sürülmektedir. Umay hakkında ileri sürülen fikirlerden biri de bunun Sanskritçeden ve kültünün


Hindistan'dan geldiği hakkındadır. İran edebiyatında rastlanan "Hama" yahut "Homay" hakkındaki efsane Yakutların "Imı kuşu (ruhu)" hakkında söyledikleri efsaneye benzemektedir.


Türk edebiyatında ilk defa Gök-Türk Yazıtlarında rastlanılan Umay: "Umay tag ögüm gatun gutginga inim Kül Tegin ör adını aldı: Umay'a benzeyen anam hatunun talihine küçük kardeşim Kül Tegin er adını aldı" şeklinde Kül Tegin Yazıtında geçerken, Tonyukuk Yazıtında ise: " Tanrı, Umay ve mukaddes yer-su ruhlarının" Türklere yardım ettiklerinden bahsedilmektedir.


Son yıllarda Urgu (Ulan-Bator) çevresinde bulunan bir kiremitte "Kögmen Yer-su ve Umay


Katun: Köğmen Yer-su ve Umay Hatun" ifadesi geçmektedir.


Doğu Avrupa'da bulunan Türkçe oyma yazılı bir yazıtta "Edik Umay isiku targu: Hazırla,


Umay kadın meşhur ipeği" şeklinde geçmektedir.


Kaşgarlı Mahmud'un Divân'da Umay ve melek hakkında verdiği şu izahat dikkate değer. Bu Türk-İslam bilginine göre: " Umay: son, kadın doğurduktan sonra karnından çıkan hokka gibi nesne; bu çocuğun ana karnındaki eşidir. Şu cümleden gelmiştir: Umayka tapınsa ogul bolur: birisi buna (Umay) hizmet ederse çocuk doğar. Kadınlar bunu uğurlu sayar"derken, "yumuş'un; iki veya ikiden ziyade kimse arasında elçilik yapana" dendiğini, bu sözden alınarak meleke, yumuşçı denilebileceğini belirterek meleğin Arapçadan alındığını ve elçilik demek olduğunu, Türklerden melek ismini hiç kimsenin bilmediğini söylemektedir.".


Bu bilgilerden sonra Umay'ın melek mefhumuna benzer bir mahiyet taşıdığını, Kağanların analarının ve hatunlarının ona benzetilerek, kıyaslandığını ve çocukların hamisi sayıldığını söyleyebiliriz, keza bugün Anadolu Türkçesinde çocukları korumakla alakalı olan "umacı" tabiri bu eski inancın bir devamı olsa gerektir.

Avarlara ait Janodlig İğneliğinde "idug: kutsal melek, idügü: meleği ve (t)nrin meleği: göğün meleği" tabirleri geçmektedir.


A. İnan, Umay hakkında "Umay ruhunun menşei ne olursa olsun bu ruh çok eski devirlerden beri Türklerde milli bir ruh (kült) olmuştur"demektedir.


Altay Türkleri Yaratılış Destanlarında Umay'dan başka yine iki dişi ruh vardır. Birincisine "Ana Maygıl", ikincisine de "Ak ene" denir. Ak ene'nin bugünkü hayatta yeri yoktur. Bu dişi ruh yaradılış efsanelerinde zikrolunur. Efsaneye göre bu ruh Tanrı'ya yaratma kudretini veren bir ruhtur. Metinde şöyle geçmektedir: "Tanrı (Ülgen), dünyayı yaratmayı düşünürken su içinden birdenbire Ak-ene görülüyor ve Tanrı'ya akıl vererek Tanrı'nın âlemleri ve insanları yaratmasını sağlıyor." Buradan anlaşılıyor ki, Ak-ene akıllı ve bilgilidir.


Ana Maygıl ise milleti koruyan bir dişi ruhtur ve buna "millet anası" da denir.


Radlov, Altaylı Türklerin insanın yanında daimi olarak iki refiki bulunduğuna, sağ omuzunda olana "yayuçı", sol omuzu yanında olana "Körmös" dediklerini, bunlardan her ikisinin de insanı bütün hayatı müddetince durmadan tetkik ettiklerini, Yayuçı'nın insanın iyi hareketlerini, Körmös (körmes)'in ise kötü hareketlerini yazdıklarını ve bunların o insan hakkında ahirette şahitlik edeceklerini belirmektedir ki görüldüğü gibi bu inanç, İslam'da münkir ve nenkir melekleri anlayışının bir benzeridir.


Son yıllarda yapılan yorumlarda Umay’ın Tanrıça olduğu ileri sürülmektedir. Ancak burada dikkatlerden kaçan eski Türkçe’de Tanrıça anlamına gelen herhangi bir kelimenin varlığının söz konusu olmamasıdır. Gök Tanrı dininin dini esaslarını açıklarken bu inançta varlığına inanılan sevap, günah, cennet, cehennem, şeytan gibi anlayışların var olduğunun en net kanıtı bunlara ait adlandırmalardır ancak Tengriçe diye bir kelimenin olmaması bu anlayışın da olmadığını yine bize en net şekilde göstermektedir. Kanaatimizce Umay ya bütün insanları koruduğuna inanılan iyi ruh veya doğum yapan (lohusa) kadınları kötü ruhlardan koruyan iyi ruhtur


Ayrıca O. Turan, eski Türklerin ahlaklı ve güzel kadınları meleğe benzettiklerini söylemektedir.


 

Cennet (Uçmak)’in Varlığına İnanmak


Orhun Yazıtları ölmek ve cennete gitmek yerine, kağan ve beylerin ölünce ruhlarının bir kuş gibi göğe, Tanrı'nın yanına uçtuğunu söylüyorlar ve bunu "uç-bardı" olarak kabul ediyorlardı. Eski


Türkçede uçmak kelimesinin aynı zamanda cennet manasına gelmesi ve İslam devrinde de bu mefhumu ifade etmek için aynı kelimenin kullanılmasının sebebi budur.


Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, kardeşinin ölümünü anlatırken: "Kül Tigin koy yılka yiti


yeğirmike uçdu: Kül Tigin koyun yılının on yedisinde öldü."; "bilmedükigiz üçün yablakanın üçün


eçim kagan uçabardı: Bilmediğim için, korkanlığın için amcan hakan uçuverdi" demektedir.


Orhun Yazıtları'ndaki deyimler üzerine bir çalışma yapan T. Tekin, Uçmak, Uçabarmak kelimesinin mecazi olarak ölmek, cennete gitmek anlamında söylenildiğini belirtmektedir.


Yine yazıtları yazan Yollug Tegin (Yol Tegin) Bilge ve Kül Tigin'in ölümlerini anlatırken "uça-bardığız: şimdi uçabardınız. Gökte hayattaki gibi" demektedir.


Eski Türkler ruhun kuş şekline girerek uçup gittiğine inanıyorlardı. Bu yüzdendir ki eski metinlerde "şunkar boldu" cümlesi şahin oldu anlamını içermektedir. Uçmak'da (cennet) gök’ün yüksekçe bir katıdır. Orada iyi ruhlar ikamet eder ve Tanrı ile insan arasında şefaatçidirler.


Eski Türklerin ölünce atları ve silahları ile birlikte gömülmelerinin sebepleri "bu hayvana binip cennete gideceklerine" dair bir inancın belirtisidir. Bu hususta Arap seyyahı İbn Fadlan: "Ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına göre, birden yüz veya iki yüze kadarını kurban olarak öldürürler. Onların etlerini yerler, başlarını, ayaklarını ve derileri ile kuyruklarını bir tarafa ayırıp, bunları kesilmiş ağaçlar üzerine kabrinin başına asarlar. Bunlar ölünün cennete giderken bineceği hayvanlardır, derler" demektedir.


Divân'da "cennet" karşılığı olarak "uçmak" verilirken baharın gelişi de cennete benzetilmektedir. Şöyle ki:

Türlüg çeçek yarıldı

Barçın yadhım kerildi

Uçmak yeri körüldü

Tumlup yana kelgüsüz


"Türlü çiçekler açıldı

İpekli kumaştan yaygı serildi

Cennetin yeri görüldü

Kış gene gelecek değildir".


Oğuzlarda başka Türk illerinde olduğu gibi, yoğ aşında yenilen atların başlarını, ayaklarını ve derilerini mezarın üzerinde bulunan sırıklara asıyorlardı. Onların inanışlarına göre; ölen, cennete etleri yenilen ve derileri sırıklara asılan bu atlar ile gideceklerdi. Bu yapılmadığı takdirde ölen yorucu cennet yolculuğunu yayan yapmak mecburiyetinde kalacaktı.

Destanlarımızda cennetin bir mükafat olduğu anlayışını görebilmekteyiz. Dede Korkut hikayelerinden "Dirse Han Oğlu Boğaç Han Masalı"nın sonunda Dede Korkut boy boyladı, soy soyladı ve şöyle dedi: "ak sakallı babanın yeri uçmak (cennet) olsun; ak saçlı ananın yeri uçmak olsun"şeklinde geçmektedir.


Kırgızlara ait Manas Destanında da, Manas zehirlenerek ölünce efsanede Manas'ın uçan ruhu çıkıp gitti ve gerçek yuvasına erişti, yerleşti denilmiştir.


XII. yüzyılın tasavvuf ehli ve halk şairimiz Yunus Emre şiirlerinde eski Türk inancına uygun olarak uçmak (uçmağı) cennet karşılığı olarak kullanmaya devam etmiştir.


 

Uçmak uçmak didüğün kulları yıl tedüğün

Uçmağın sermayesi bir gönül tutmak gerek

Sensin benüm canum canu sensüz kararım yokdurur

Uçmakda sen olmazsa vallah nazarım yokdurur.

Cehennem (Tamuğ, Tamuslu)’in Varlığına İnanmak


Eski Türk inancında kötü ruhlar yeraltına giderler ki buraya da "Tamug" denilmiş ve İslam devrinde de cehennem karşılığı olarak kullanılmıştır.


Divân'da "tamu: cehennem" ikilisi verilerek, "tamu kapugın açar tawar: cehennemin kapısını mal(rüşvet) açar"şeklinde de bir beyit verilmektedir.


Uygurlar ise cehenneme değişik isimler veriyorlardı. Mesela "en aşağıda olan cehenneme", "avış" diyorlardı. Yine onlar cehenneme "muharaurda, tamu"derlerken, cehennemlik olarak düşündükleri insanlara da "tamulug"demekte idiler.


Uygur metinlerinde de "tamu önguninge: cehennem önüne düştü" diye geçmektedir.


Yine Uygurlarda Mani için yazılan ilâhide:


tamu yglı tutung(uz)

yaruk biligleri yaltrıyu

yarlık(ançuçı) kögülleri ökliyü

yazınçsızın ermek çok sapıtıg k(üzeti)

yalunayu turun tamutın aztılar


"Cehennem yolunu kapatınız

Parlak bilgileri gittikçe ışıldayarak

Merhametli gönülleri genişleterek

Günahsız olmanın yolunda yürüyerek


Alev alev yanan cehennemden kurtuldular" şeklinde geçmektedir.

KB'de Ay-Toldu (saadet), oğlu Öğdülmüş'e (akıl) şöyle öğüt vermektedir:


"yana ayak ay toldı oğlum eşit

özüng edgü birle tamudın kasın"

"Ay-Toldu devamlı oğlum dinle -cehennem azabına karşı iyiliği kendine siper edin- dedi.".


Altay efsanelerinde karanlıklar dünyası olan yer altı dokuz kattan ibarettir. Burada bütün kötü ruhlar yani insana zarar veren varlıklar yaşarlar. Altaylılar bu düşman kuvvetlerine umumî bir isimle "Tumangi Tus"(aşağı dünya) derler. Bütün bu mahlûkların başında bizzat Tanrı tarafından yaratılmış Erlik (şeytan) bulunur... Erlik'den aşağıda sürülmüşlerin ikametgâhı olan cehennem (kasırgan-tamu) bulunur. Bu dünyanın günahkâr ve canileri, öteki dünyaya gidince burada hak ettikleri cezayı çekerler.


Yine Altay inancında insanın sağ (yayuçı), sol (körmös) omuzlarında iki refiki bulunur. Eğer ölen ruh, fena ise Yayuçı onu terk eder ve körmüs onu aşağı dünyanın korkunç cehenneminin bulunduğu en alt katına kadar sürükler. Burada kaynayan zift ile doldurulmuş bir kazan vardır ki, körmös günahkâr insanın ruhunu bunun içine atar. Bir müddet kaynayan ziftin üzerinde muayyen bir dereceye kadar ruh yükseltilir. Yeryüzündeki hayatları esnasında hiçbir iyilik yapmamış olan en ağır günahlılar, ebediyen sathın altında kalırlar, iyilikleri fazla olan insanları daha az batırırlar.

Halk şairimiz Yunus Emre de şiirlerinde 

Tamu'yu cehennem karşılığı kullanmıştır. 

Tanla turup başun kaldur ellerüni suya doldur

Tamudan azadlu oldur kullar azad olsa gerek

Malik çağıra tamuya çeküp meydana getüre

Tanrı korkusundan tamu zârı kılıp nâlân ol.


Kurban Kesme


Eski Türkler kurbanı, aşağıda misallerini etraflıca vererek açıklamaya çalışacağımız şu iki sebepten dolayı keserlerdi.


Yerlerin, göklerin yaratıcısı bir Tanrı'ya taptıklarından O'na en muteber hediye olarak kurban sunarlardı,


Kutsal mağaralar önünde ölmüş atalarının ruhlarını tazim ve saygı için kurban keserlerdi.


Eski Türkler kurban ile ilgili hadiseleri şu kelimeler ile karşılıyorlardı:


Atmış: kurban, kurbanlık,

Yağış: kurban,

Yağışlık-yağmak: kurbanlık-kurban,

Yağışlık-orun: kurban sunma yeri,

Lıv: kurban yemeği.


Çin kaynaklarına göre Hunlar her yılın bir, beş ve dokuzuncu aylarında Tanrı'ya (Gök) ve atalarına kurbanlar sunmakta idiler.


Kaynaklara göre; "yılın ilk ayında bütün boy beyleri, kurban sunmak üzere Han'ın yanında toplanırlardı"; "K'o-han (kagan) daima Yutukin (ötüken) dağında oturur. Her yıl kurban için beyleri atalar mağarasına götürürdü. Ayrıca beşinci ayın ortasına doğru halk Gök-Tanrı'ya kurban sunmak için To-jen ırmağının kıyısında toplanırdı. Ötüken'den 400 veya 500 li (1 li: 0,5 km) meseafe uzaklıkta sarp ve yüksek bir dağ bulunmaktadır. Üstünde ne çimen ne de bir ağaç vardır".

Kök-Türkler hakkında ise Çin yıllıkları "Kağan her yaz ileri gelen devlet adamlarını toplayıp çıktıkları dağda kurban merasimi yaparlardı. Aynı zamanda beşinci ayın ortasındaki on günlük devrede (10-20 arası) bütün diğer insanları toplar, sel halinde Gök-Tanrı'ya kurban sunulup, ibadet ederlerdi"; "Her beşinci ayda, sekizinci ayda beraberce Tanrı'ya kurban sunarlardı. Yazın önemli vezirlerini kendilerinin ilk çıktıkları mağaraya gönderip orada kurban merasimini ifa ettirirlerdi"; " Günün doğduğu yere saygı gösterirler, her yaz bütün ileri gelenleri devlet adamlarına önderlik ederek, kurban sunmaya giderlerdi. O (kağan) önce gizli yapar. Sonra beşinci ay ortasında on gün süreyle bütün halkını sel gibi toplayarak, Ötüken'de göğün ruhuna kurban sunarlardı" gibi bilgileri aktarmaktadırlar.


Yine yıllıklarda "Kao-tsung zamanında (471-500) baş kabile Kao-ch'e'leri toplanarak göğe kurban verirlerdi. Birkaç on bin kişilik büyük bir kalabalığı (ihtiva eden) bir toplantı yapıp (bu arada) at yarışları tertip ettiler. Kurban kestiler ve şarkılar söylediler. Bu hoş ve neşe veren bir adettir"şeklinde geçmektedir.


Şa-to Türkleri de gök, toprak, güneş ve ay'a kurbanlar vermişlerdir. Bu kurbanların çoğu yaz ve kış aylarında (Haziran-Aralık) kesilirdi. 924 yılında Şa-to hükümdarı kuzey Honan'da bulunan Lung-men'e giderek Lei-shan'da (gök-gürültüsü dağı) "Gök ilâhına" kurbanlar sunmuştur.


Kök-Türk Hakanı İşbara (582-587) öldüğünde, Çin sarayı üç gün yas ilan etti ve Çin'li T'a-i-ch'ang'ı Kök-Türklere gönderdi. Bu elçi defin merasiminde (onların adetleri gereğince) kurban kesti.



 

Çin yıllıklarında geçen "her yıl kağanların (beşinci ayın ikinci yarısında) devletin ileri gelenleri ile birlikte atalar mağarasına gidip atalara ve Tanrı'ya kurban sunduklarını belirten kayıtlardan anlaşılan bu ecdat mağarasının sonradan Türk geleneğine göre Ergenekon ismini almış olduğudur.


Arap seyyahı İbn Fadlan "ölüyü gömdükten sonra ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına göre birden yüze veya iki yüze kadarını kurban olarak gönderirler. Bazen hayvanları kurban etmeyi bir iki gün geciktirirler. Bunun üzerine aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar onları kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. -Ölüyü rüyamda gördüm. Bana, görüyorsun arkadaşlarım beni geçtiler, onları takip etmekten ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. İşte tek başıma kaldım, dedi.-der. Bunun üzerine ölünün hayvanlarına varıp bir miktarını öldürürler ve kabrinin yanına asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonra ihtiyar tekrar onlara gelir, -falanı rüyamda gördüm. Bana, aileme ve arkadaşlarıma haber ver, ben geçenlere yetiştim. Yorgunluğum geçti de- der" bilgisini vermektedir.


Eski Türklerde kansız kurbanların en önemlisi ruhlara bağışlanarak başıboş salıverilen hayvanlardır. Bu türlü kurbana Türkler "İduk (İdik): Mukaddes" demişlerdir. Bu kelime harfi harfine "salıverilmiş, gönderilmiş" anlamını ifade eder. Terim olarak "Tanrı'ya gönderilmiş, Tanrı'ya bağışlanarak salıverilmiş hayvan" demektir.

Kaşgarlı Mahmud ise "iduk" kelimesini şöyle açıklamaktadır: "iduk, kutlu ve mübarek olan nesne, Kurban olarak bırakılan hayvana bu ad verilir. Bu hayvana yük vurulmaz sütü sağılmaz, yünü kırpılmaz, sahibinin yaptığı bir adak için saklanır".


A. İnan, "İduk" kelimesinin Hakaniye ile Uygurca lehçeleri ve Yakutça "mübarek" manasını ifade etmesi dini telakkinin gelişmesi devrinde meydana gelmiştir, demektedir.


Çin (Sung sülalesi) elçisi olarak X. yüzyılda Uygurlara giden Want Yen-Te, onlar hakkında: "Seyahat edenler, at üstünde giderken çeşitli varlıklara yay çekerek, ok atarlar. Buna aynı zamanda - jang-tsa- (gökten gelecek kötülüklere karşı kurban etme) derler" demektedir.


Kesilen kurbanın cinsi genellikle erkekti.


Destanlarımızda da kurban kesme ȃdeti vardır. Mesela Manas'ın kahramanları dişi hayvan kurban ediyorlardı. Bu dişi hayvanın muhakkak alnında beyaz noktası veya akıtması olması lazımdır. Keza destanları da böyledir. Fakat hayvanın cinsi erkek de dişi de olabilir. Manas'ın oğlu Semetey babasının mezarı üzerinde "ak boz kısrak" kurban etmiştir.


Dede Korkut hikayelerinde, mesela Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikayesinde; Dirse Han'ın çocuğu olmadığı için, boy beyi tarafından verilen toy'a alınmamıştı. Bunun üzerine Dirse Han olayı gidip karısına anlatır ve o da "attan aygır, deveden buğra (erkek deve), koyundan koç kes" diyerek ona kurban kesmesini tavsiye eder.


Eski Türklerde kurban olarak sunulan hayvanlar içinde at, koyun, koç, keçi, sığır, deve başta gelmektedir.


Bulgar Türklerinde bazı hallerde hükümdarların kendileri kurban keserlerdi. Meseal Kurum Han zamanından (803-814) kalma Eski Bulgar Yazıtı bunu teyit etmektedir. Ayrıca İstanbul'un muhasarası sırasında (814) Kurum Han'ın birçok hayvan kurban ettiğini biliyoruz. Eski Bulgar Türkleri de atalarının ruhları ile Tanrı'ya at, sığır ve davar kurban ediyorlardı.


Ayrıca eski Türk inançlarını Hristiyan olmalarına rağmen hȃlȃ yaşatan Gagavuzların, Hristiyanlığın temel prensibine aykırı olarak kurban ibadetine fazla önem vermeleri, her işe başlarken ve işler başarıldıktan sonra kurban kesmelerini bu inancın derinliği ve önemi açısından vermeyi kayda değer gördük. Kurbanlar büyük baş hayvanlardan yani sığır cinsinden olabileceği gibi, küçük baş hayvanlardan koyun ve keçiden de olabilirdi.


Kısacası iyi ruhların Tanrı yanına, göklere uçması ve akrabalarına şefaatte bulunması ve onlara kurban sunulması ecdadı tazim ve milli şuur duygularının da bir başlangıcıdır diyebiliriz.


Kurban olarak kesilen hayvanlardan at ve koyun'un eski Türklerin ekonomik ve kültürel hayatlarındaki önemlerinden kısaca bahsedelim.


Diğer Dinler


Tarihte çeşitli Türk boyları, bulundukları çevreye göre çeşitli dinlere de girmişlerdir ve bu durum İslâmiyet hariç, Türk boyları üzerinde önemli etkiler yapmıştır. Avrupa Hunlarının kitle halinde Hristiyanlığı kabul ettikleri söylenemezse de Çin’de devlet kuran Tabgaçlar, sosyal etkileşimler yanında Budizmin de tesiri ile 495 yılından itibaren “milli” unsurları yasak etme neticesinde Çinlileşmişlerdir


Kök-Türkler devrinde Budist rahip-seyyah Hiuen-Tsang’ın bütün Batı Kök-Türk sahasını bir Budistler memleketi olarak tasvir etmesine rağmen gerçekte Türk halkının bu dine karşı direndiği ve


Kök-Türk hakanlığında Budizm’in reddedildiği malumdur. Ancak Uygurlar zamanında büyük kültür değişikliğine yol açan Maniheizm Türkler arasına girmiş ve bilhassa Uygurların Türkistan’daki hâkimiyetleri devrinde iyice yerleşmiştir. Kök-Türk yazısı değiştirilmiş yerine Soğd menşeli ve tamamen başka karakterde Uygur yazısı kullanılmıştır. Uygurlar bu kültürün de en iyi temsilcisi olmayı başarmışlardır.


Türklerin bir kısmı da Museviliğe ve Hristiyanlığa girmişlerdir. Türk nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu sahalarda önemli tesiri görülmeyen bu yabancı dinler, bu imkânın mevcut olmadığı bölgelerde Türklerin kaybolmalarında rol oynadıkları gibi (Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kuman/Kıpçaklar), 1000 tarihinde resmen Hristiyan olan Macarların

Türk kültüründen uzaklaşmaları, 864’ten itibaren Ortodoksluğu kabul eden Bulgarların Türklüklerini kaybetmeleri sonucunu vermiştir.


Esasen tüm bu dinlerin Türk kültüründeki inanç sistemine uymadıkları, mahalli nitelikte kalmalarından bellidir.



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak