5 Aralık 2022 Pazartesi

Hulefa-i Raşidin (Raşid Halifeler Dönemi) (H. 11-40/M. 632-661) -2

 


Yermük Olayı (Mart 634)


Hicret'in 13. yılında hazreti Ebu Bekir hayattayken ünlü Yermük olayı gerçekleşmiştir. Yermük, Şam bölgesinde Basra yakınında bir vadidir. içinden bir su akar. Bu su Taberiye Gölü'ne dökülür. Yermük'ün Yunanca adı Hieramax'dır. Araplar bu ismi Araplaştırarak Yermük şekline çevirmişlerdir. Bahsettiğimiz bu dehşetli savaş işte bu su kenarında olmuştur. Bu olayın Şam bölgesinde gerçekleştirilen diğer İslam fetihleri arasında çok büyük bir önemi vardır. Çünkü Müslümanların bu savaşta elde ettikleri başarı ve galebe, fetihleri sürdürmelerine, gayret ve himmetlerini artırmaya, Rumların zayıflayıp bozguna uğramalarına neden olmuştur.


Söz konusu savaşın gidişi ve sonuçları iyice incelenirse, başarı ve zaferin Amr b. el-As'ın isabetli görüşü ve tedbiriyle Halit b. Velidin yiğitlik ve cesaretinin sebebiyle elde edildiği görülür. Şöyle ki: "Rumlar, Şam bölgesinde Arapların sürekli hücumlarına maruz kaldıklarını görünce ellerinde bulunan tüm kuvvetlerini toplayarak güçlü bir darbe ve vuruşla Arapları perişan etmeye karar verdiler. O sırada İslam orduları Şam ile Irak arasındaki bölgede dağınık bir haldeydiler. Yeni gelişmeler üzerine birbirleriyle haberleştiler. Amr b. el-As "Benim düşüncem şudur: Hepimiz bir yerde toplanmalıyız. Böyle toplu savaşırsak azlıktan dolayı mağlup olmayız. Dağınık bir halde bulunursak düşmanın üstün askeri gücüne karşı mağlup oluruz" görüşünü ileri sürdü. Eyleme geçmeden önce, Halife Hz. Ebu Bekir'den düşüncesini sordular. O da aynı görüşte olduğunu söyledi. Bunun üzerine İslam askerleri lrak'tan ve diğer bölgelerden gelip bir yerde toplandılar. Rumlar lbn Esir'in rivayetine göre 230 bin asker oldukları halde, Yermük'te Halit b. Velid'in kumandası altında 50 bin askerden oluşan Müslümanlarla karşılaştılar. Halit askere karşı, savaşta sabır, sebat ve dayanıklı olmanın gereğini vurgulayan bir nutuk attıktan sonra askerleri gruplara ayırarak her gruba bir kumandan tayin etmiştir. Orduyu böyle bölüklere ayırmak, aşağıda görüleceği üzere Araplarca o güne kadar bilinen bir metot değildi. Anlaşılan o ki, Halit, güçlü Bizans ordusuna karşı durabilmek için, Rumların yaptığı gibi belli bir düzen ve intizamla orduyu yerleştirmenin daha uygun olacağına karar vermişti.


Halit b. Velid Müslüman askerlerin Rumların çokluğundan korktuklarını hissetmişti. Üstelik bir İslam askerinin "Rumlar ne kadar çok, Müslümanlar ne kadar az" dediğini işitince, o kişiye dönerek; "Rumlar ne kadar az Müslümanlar ne kadar çokturlar. Askerin çokluğu ancak zaferi kazanmasıyla, azlığı da bozguna uğramasıyla anlaşılır" şeklinde yiğitçe bir cevap vermiştir. Müslümanlar burada savaşla meşgul oldukları sırada Hz. Ebu Bekir'in vefat haberi orduya ulaşmıştı. Komutanlar durumu askerden gizlediler, her halleriyle kahramanlık gösterdiler. Çünkü bu savaşta mağlup olmanın bugüne kadar yaptıkları bütün işlerin yok olması anlamına geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle müthiş bir kahramanlık, cesaret ve güçle savaştılar. Hatta kadınlar bile ellerindeki sopalarla savaşıyorlardı. Savaşın sonunda Müslümanlar zafer kazandı. lrak'ta kazanılan Kadisiye Savaşı (H. 14/M. 635) İranlılara karşı kazanılan zaferlerin nasıl başlangıç ve dönüm noktasını oluşturmuşsa, Yermük zaferi de Arapların Şam bölgesinde kazandığı tüm başarıların temelini oluşturmuştur. Uzun süren bu savaş boyunca Müslümanların gösterdiği dayanıklılık, sabır ve sebat gerçekten hayret vericiydi.


Rum ve İranlıların, daha önce de belirttiğimiz gibi, dini yapılanma veya mezhep çatışmaları nedeniyle ülkelerindeki iç karışıklıkları, aralarındaki ayrılık ve gruplaşmalar, sosyal yapılarının zayıflamasını doğurmuştu. Bunların sonucunda toplum arasında yayılan ahlak bozukluğu da, Müslümanların başarılarına yardımcı sebeplerden bir başkasını oluşturmuştur. Asıl halktan olan reaya (özellikle Mısır ve Şam bölgelerinde) ile yöneticileri arasında yerleşmiş olan düşmanlığı da bu çerçevede ele alabiliriz. Mısır'ın yerli halkı olan Kıptiler yüzyıllar boyunca yabancıların (İranlı, Yunan ve Rumların) yönetimi altında bulunduklarından, karşılaştıkları haksızlık ve baskılardan kurtulmak amacıyla bir mahkumiyetten diğer bir mahkumiyete geçmeyi kolayca kabullenebiliyorlardı. Aynı şekilde, Aramilerden Süryanilerden Nebatilerden, Musevilerden, vs.'den oluşan Şam bölgesi halkı da komşuları olan Mısırlılar ile aynı durumda olduklarından, onlar gibi bağımsızlıktan ümitlerini büsbütün kesmişlerdi. Bunların da aynı şekilde yöneticilerinin Rum veya Arap olduğuna çok dikkat etmiyorlardı. Yöneticileri her kim olursa olsun onun emri altında biraz daha rahat yaşamaktan başka bir şey düşünecek halde değildiler. Belki de bunlar mezhep ve ahlak yönüyle kendilerine daha yakın bulunan Arapları diğerlerine yeğliyorlardı.


Bu nedenlerin dışında bir gerçek de şudur: İnsan yaratılışı gereği menfaati, kendisine yakın bulunanlardan daha çok kendisinden uzak olanlardan bekler. Kendisine ulaşacak olan hayır ve yardım, yakınlarından daha çok tanımadığı kimselerden gelir. Özellikle Rumlarla Araplar arasında ilk bakışta görülebilen ayrım gibi, iki şey arasında büyük bir ayrım bulunursa, çünkü Rumlar o sıralarda gerileme dönemlerindeydiler, yönetici sınıfın ahlaki terbiyesi çok bozulmuştu. Oysa Araplar büyüme, gelişme ve uyanış dönemlerinin başlangıcında bulunuyorlardı. Adalet ve eşitliği kendilerine gaye ve amaç edinmişlerdi. Söz konusu iki bölgede, yani Mısır ve Şam halkı ile yöneticileri olan Rumlar arasında daha önce söylediğimiz dini bölünmüşlük sürüp gitmekteydi. Bu bölünmüşlük iki bölge halkına, diğer hangi devlet olursa olsun ona itaat ve yöneticileri aleyhine olarak ona yardım eylemeyi çok doğal gösterecek kadar kötü bir etki yapmıştı.


Rum ülkesinde Musevilerin bulunması da İslam fetihlerine yardımcı olan sebeplerden biridir. Rumlar, kendi aralarında çok sayıda grup ve cemaatlere ayrılmış olsalar bile, Musevilere şiddet ve baskı uygulama konusunda her zaman birleşiyorlardı. Müslümanlar Şam bölgesinin fethine geldiklerinde, Musevilerle Rumlar arasındaki nefret ve düşmanlık son derece artmıştı. Öyle ki, Museviler Rumlardan öç almak için canlarını mallarını bile vermeye hazırdılar. Bu yüzden bunlar çoğunlukla İslam fetihleri sırasında Müslümanlara yardım ve destekçi olmuşlardır. Kayseriye'nin fethinde olduğu gibi, kimi kez de Rumların zayıf noktaları ve şehrin giriş yerlerini Müslümanlara bildirerek rehberlik yapmışlardır. Müslümanlar Kayseriye şehrini yedi yıl kuşatma altında tuttukları halde, içeride bulunan askerlerin çokluğu ve şehrin savunma sisteminin sağlamlığı nedeniyle fetih bir türlü gerçekleşmemişti. Surları her gece yüz bin Rum askeri bekliyordu. O sıra İslam ordusunun komutanlığı Muaviye b. Ebü Süfyan'ın elindeydi. Kent halkından Yusuf adında bir Musevi Muaviye'ye başvurdu. Kendisi, akraba ve yakınlarının korunması koşuluyla Müslümanlara yeraltında gizli bir su yolunu gösterdi. Müslüman askerler Yahudi'nin gösterdiği bu yoldan içeri girerek şehri ele geçirdiler.


Aynı şekilde Ebü Ubeyde, Musevi olan Samire halkıyla, Müslümanlara yol göstermek ve Rumların hareketlerini gözetlemek ve haber vermek karşılığında kendilerinden kişisel vergi (cizye) almamak ve topraklarının ürünleri kendilerine kalmak şartıyla barış yapmışlardı. Museviler Rumlardan intikam almak için birçok kentin fethinde Müslümanlara buna benzer hizmet ve yardımlarda bulunmuşlardır.


Müslümanların gösterdiği adalet, merhametli ve hoşgörülü idare, zühdü takva bu büyük başarılarının en önemli nedeniydi. Bu güzel ahlak ve hoşgörü, vaktiyle Rum veya İranlılar devletleri idaresindeyken İslam egemenliğine girmiş olan halklar üzerinde olumlu bir etki yapıyordu.

Hz. Ebubekir, İslam ordusunun başında Şam'a doğru hareket edecek olan Üsame'ye ilk önce şu tavsiyelerde bulunmuştu: "Fetihler sırasında kimseye ihanet, zulüm, haksızlık ve zorbalık etmeyiniz. Esirlerin kollarını bağlamayınız. Kimseyi işkence yaparak öldürmeyiniz. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Meyve ağaçlarını kesmeyiniz. Allah için olmaksızın koyun, sığır ve deve kesmeyiniz. Yolunuz üzerinde manastırlara çekilmiş, ibadetle uğraşan kişiler göreceksiniz, bunları kendi hallerinde bırakınız ve kendilerine dokunmayınız."


Müslümanlar arasında eşitlik kuralının ölçü olarak kabul edilmesi ve uygulanması da İslam egemenliği altına girmiş halklar üzerinde oldukça olumlu bir etki yapıyordu. Gassan hükümdarı olan Cebele'ye gösterilen davranış biçimi o dönemde eşitliğe ne kadar önem verildiğini gösteren güzel bir örnektir. Söz konusu Gassan Emiri Hz. Ömer zamanında İslam dinini kabul etmiş olarak, başında çok kıymetli taşlarla süslenmiş bir taçla birlikte, gösterişli ve debdebeli bir biçimde Medine'ye gitmişti. Hz. Ömer onun İslam’a geçmesinden memnun olmuştu. Ancak emirin statüsü ve toplum içindeki üstün konumu, Hz. Ömer'in İslam kurallarını uygulamasına engel olmamıştır. Emir, Kabe'yi tavaf ederken Fezare oğulları kabilesinden bir adam yanlışlıkla onun eteğine basar. Bunun üzerine hiddetlenen Cebele adama bir yumruk atarak burnunu kırar. Adam da Hz. Ömer'e gidip şikayette bulunur. Hz. Ömer Emir Cebele'yi yanına çağırır ve olayı sorar. Cebele "Ey müminlerin Emiri! O adam eteğime bastı. Kabe'ye saygım olmasaydı kılıçla başını iki gözü ortasından yaracaktım" cevabı­ nı verince Hz. Ömer; "Yaptığın şey itirafınla kanıtlanmış oldu. Şimdi o adamı razı etmen gerekir, aksi takdirde ona yaptığın gibi onun da sana aynı eylemi yapması, yani burnunu kırması için emir veririm" der. Cebele "Ey müminlerin Emiri! Ben bir Emir'im, o ise sıradan bir adamdır. Böyle şey olur mu?" diye itiraz edince Hz. Ömer "İslamiyet ikinizi eşit tutuyor. Bir Müslüman, diğerinden takva ve sıhhatten başka hiçbir şeyle daha üstün bir konum kazanamaz" cevabını verir. Bunun üzerine Cebele Hz. Ömer'in kararından kurtuluş olmadığını anladığından İstanbul’a kaçıp sığınmış ve bir daha Irak bölgesine de ayak basmamıştır.


Amr b. el-As'ın oğlu tarafından dövülen Kıpti'nin olayı da bir başka örnektir. Dayak yiyen kişi Hz. Ömer'e giderek şikayette bulundu. Hz. Ömer de Amr'ın oğlunu Mısır'dan yanına çağırdı. Amr ve oğlu Ömer'in huzuruna geldiklerinde Hz. Ömer, Kıpti'ye bir değnek vererek Amr'ın oğluna vurmasını emreder. O da vurur. Hz. Ömer Amr'a da vurmasını istediyse de Amr "Ona vuran yalnız oğlumdu diyerek kendini kurtarmıştır." Hz. Ömer Amr b. el-As'ı uyarmak için "Ey Amr, halk anasından hür doğduğu halde siz ne hakla onu köle yapıyorsunuz?" demiştir.


Bu gibi yüce özelliklerin ve yaşam tarzının İslam fetihlerinin kolaylaşması ve hızla yayılması konusunda ne derece etkili olduğu ilk bakışta kolayca anlaşılabilir. Özellikle Şam, Irak, Mısır bölgeleri halkı, kendi yöneticilerinin zulüm ve zorbalıklarından, kendilerine yaptıkları kötü muamele ve aşağılamadan şikayetçiydiler.


İslam egemenliğine giren halkın diyanet, tören vs. sosyal ilişkilerine dokunulmaması, eski hallerinde kalmalarına izin verilmesi, yani din, vicdan ve yaşam özgürlüğünün garanti altına alınması da bu zaferlerin bir başka nedenidir. Müslümanlar bir ülkeyi ele geçirdiklerinde, orada yaşayan halkın dini inançlarına, sosyal ilişkilerine, kanunlarına vs. durumlarına dokunmaz ve onları bu konuda serbest bırakırlardı. Amr b. el­As tarafından Mısır kalesi fethedildiğinde böyle yapılmıştı. Amr b. el-As burada Kıptileri kendi iş ve muamelelerinde, kendi yöneticilerinin emri altında yaşamlarını sürdürmelerini güvence altına almıştı. Müslümanlar, ele geçirdikleri diğer ülkelerin çoğunda da bu şekilde hareket etmişlerdir. 


Ayrıca, aşağıda görüleceği üzere Müslümanların başlangıçtaki fetihleri birer askeri işgal biçimindeydi. Cizye olarak aldıkları mallar halkı başkalarının tecavüzlerinden korumak içindi. Daha önce de Rumlar, Şam bölgesi sınırında yaşayan Araplara İranlılara karşı desteklerini sağlamak için, para vermeye alışmışlardı. İranlılar da, Irak bölgesinde bulunan Rumlara karşı, kendilerine destek olmaları için para vererek yandaş yapmışlardı. Bu yüzyılda bile, hala bazı büyük devletler kendi ülkelerine komşu müttefiklerine, buna benzer yardımlar yapmaktadırlar. Ancak Müslümanlar cizyeyi yalnızca halkı itaat altına aldıktan sonra kabul ediyorlardı. Bununla beraber halkın ırz, can ve malını korumayı da üzerlerine alıyorlardı.


Ubade b. Samit, Mısır valisi Mukavkıs ile diğer Kıptileri İslam’a davet ettiği sırada kendilerine hitaben yaptığı şu konuşma, o devirde cizye, himaye ve siyanetin (koruma) ne şekilde anlaşıldığını açıkça göstermektedir: "Cizyeden başka şey ile razı olmazsanız o halde her yıl aramızda yapılacak anlaşmayla verilmesi kararlaştırılacak miktarda cizyeyi ödeyiniz. Bu durum biz ve siz yaşadıkça devam etsin. Ona karşılık size; can, mal ve topraklarınıza saldırıda bulunacaklara karşı sizin yerinize savaşmaya söz veriyoruz. Siz himayemiz altında bulundukça ve üzerimizde öyle bir ahid sahibi oldukça biz bu görevi yerine getirmekte tereddüt etmeyiz ..." Halid b. Velid'in lrak'ta lbn Nastuna'ya verdiği ahid ile ehl-i zimmete, yani Müslümanların himayesi altına giren halka verdiği sözleri içeren diğer ahidnameler de aynı içeriktedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tür ahidnamelerin örnekleri çoktur.


Müslümanların kendilerine tabi olan halkın himayesini bilfiil yerine getirmeksizin, cizye almayı kabul etmediklerini şu olay da teyit etmektedir: Müslümanlar Yermük Savaşı'nda söz konusu bölgede toplanmaya davet edildikleri zaman, Hınıs halkı kendilerinin himayelerindeydi. Müslümanlar söz konusu savaşla meşgul olduklarından bu halkı himaye edemeyeceklerini anladılar ve kendilerinden aldıkları cizyeyi geri vererek "Şimdi başka bir savaşla meşgulüz size yardım edemeyecek ve koruyamayacağız. Başınızın çaresine bakınız" demişlerdi. Hınıs halkı o vakte kadar Müslümanların bu yüce yaşam tarzını, huylarını ve vefakarlıklarını anladıkları için "Sizin egemenliğiniz, adalet anlayışınız, daha önce bağlı bulunduğumuz zalim ve baskıcı idareye karşı kat kat tercih edilir. Valiniz bizde kalsın. Rum askeri eğer şehre girerse valinizle biz onları kovarız" diyerek, iyilik ve kadir bilir olduklarını göstermişlerdi. Müslümanlar, kendi egemenlikleri altına giren gayri Müslim halk kendileriyle beraber düşmana karşı savaşmaya söz verirse onları çoğunlukla cizye ödemekten muaf tutarlardı. Bu durum çoğunlukla Hıristiyan Araplar için de geçerliydi. Bununla birlikte diğer bir yerde sözü edildiği gibi, Ceracime vs. gibi Arap olmayanların cizyeden hariç tutulmaları da birkaç kez gerçekleşmişti. Yukarıda açıkladığımız nedenlerden dolayı Müslümanların yayılma ve egemenliği yerli halka ağır gelmek şöyle dursun, tam aksine Müslümanları zulüm ve baskıları akında yaşadıkları önceki yöneticilerine tercih ediyorlardı. Diğer yönden, Müslümanlara ödemeyi kabul ellikleri cizye de Rum ve İranlılara verdikleri vergilerin toplamına oranla oldukça azdı.


Özet: İslam ordularının fetihlerinin başarıyla gelişmesinin sebepleri ve Müslümanları bu konuda cesaretlendiren ve yardım eden etkenler, yukarıda maddeler halinde açıklandığı gibi; dinlerine sıkı sıkıya bağlanmalarıyla birlikte, zafer kazanacaklarına kesin olarak inanmaları, ata binme ve ok atmadaki ustalıkları, sahip oldukları beden gücü, bedevilik içinde yaşamanın getirdiği çabukluk ve zindelik, savaşlarda düşmanı küçük çarpışmalarla taciz ve bu şekilde zayıflatmak için uyguladıkları metot ve içlerinden zeka, gayret ve çaba sahibi çalışkan, karizmatik büyük adamlar yetişmesi, fethettikleri yerlerde halka doğruluk, adalet, yumuşaklık ve hoşgörüyle davranmaları, gerek Rum ve gerek Iran devletinin o tarihlerde içinde bulundukları karışıklık ve perişanlıktır. Müslümanlar bu nedenlerden dolayı 10 sene geçmeden Hz. Ömer zamanında Şam, Filistin, Mısır, Irak ve Iran bölgelerini ele geçirmeyi başarmışlardı. İslam fetihleri Hz. Osman b. Affan ile daha sonra gelen halifeler zamanlarında da artarak devam etmiştir.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


4 Aralık 2022 Pazar

II. GÖK TÜRK DEVLETİ - GÖK-TÜRKLERİN SONU

 


734-742 Yılları Arasındaki  Olaylar


II.Gök - Türk devletinin sonu yani Bilge Kagan'ın ölümünden yıkılışına kadar olan devre müstakil bir çalışma olarak ele alınmadığı gibi çeşitli araştırmalarda sadece birkaç cümle ile değerlendirilmiştir. Bunun sebebi hiç şüphesiz yaklaşık on yıllık dilimini İhtiva eden 734-744 yılları arası ile ilgili kaynakların az bilgi vermesidir. Bilindiği gibi Orhun Abidelerindeki bilgiler Bilge Kagan'ın ölümüyle kesilmektedir. Diğer taraftan her zaman Gök - Türk tarihi hakkında zengin malzeme taşıdığını söylediğimiz Çin kaynakları da artık yetersizleşmektedir. Sadece CTS 194A ve HTS 215B'nın yanında Wang Chung - ssu adlı bir kumandanın biyografisinde bir sayfayı geçmeyen bilgiler vardır. İmparator kayıtlarında da (Pen-chi) bir cümle bulunmaktadır.




Çin kaynaklarında Gok - Türklerin bu devresiyle ilgili bilgilerin azalmasının sebebi onların Çin'deki Tang hanedanı için bir tehlike olmaktan çıkmaları, daha çok siyasi ve benzeri ilişki kurmalarıdır. Eğer aksi olup savaş vesair hadiseler meydana gelse şüphesiz kaynaklardaki bilgiler çoğalırdı. Zaten 723 yılından sonra II. Gök - Türk devleti ile Çin'deki Tang hanedanı arasında barış yapılmış ve uzun sayılabilecek bir süre savaş çıkmamıştı.



Kaynaklardaki bilgilerin az olması bize tarihimizin söz konusu devresini incelememe yahut bir iki cümleye geçiştirme hakkı vermemelidir. Bunu düşünerek konuyla ilgili bütün bilgilerin Çin kaynaklarından tercümesini yaptıktan sonra değerlendirmeye çalıştık.


682 yılında Kutlug Kağan liderliğinde istiklalini kazanan II. Gök - Türk devleti kısa zamanda yine Orta Asya'nın en büyük devleti seviyesine yükselmişti. Onun ölümüyle yerine 692 yılında geçen Kapgan yirmi dört yıl hüküm sürdükten ve bir Bayırku isyanını bastırdıktan sonra mağrur bir şekilde geri dönerken pusuya düşürülmüş ve 716 yılında katledilmişti. Kapgan'ın oğlunu tahttan uzaklaştıran Kül Tegin, aynı yıl ağabeyi Bilgenin kağan olmasını sağladı. Kağanlığının ilk yıllarında çok sayıda boy isyanını bastıran Bilge, 723 yılına gelindiğinde Çin'i de hem bozguna uğratmış, hem de barış yapmak zorunda bırakmıştı.



On sekiz yıl devleti idare ettikten soma Bilge Kağan bir bakanı (Buyruk Çor) tarafından zehirlendi. Ölmeden önce kendisini zehirleyen Buyruk Çor ve ortaklarını öldürttü. Kendisi de 25 kasım 734 tarihinde vefat etti. Defin töreni ise 22 haziran 735'te yapıldı. Bu olayların teferruatı kitabelerde nakledilmesi dolayısıyla bilinmektedir. Kitabelerde bilgiler onun hayatını anlattığı için Bilge'nin ölümünden sonra tamamen kesilmiştir. Bundan sonrası sadece Çin kaynaklarından takip edilebilmektedir.



Devrin iki önemli Çin kaynağı Tang hanedanının eski ve yeni resmi tarihlerinde bulunan Gök - Türk bölümlerindeki kayıtlara göre takip etmek mümkündür. Ayrıca Wang Chung-ssu'nun adı geçen her iki tarihte bulunan biyografisi bahsettiğimiz metinleri destekleyici malumat taşımaktadır. WHTK'daki metinler de ilk defa tarafımızdan tercüme edilerek değerlendirilmiştir.



Anlaşıldığına göre Bilge'nin ölümü üzerine bir araya gelen devlet adamları ittifakla onun oğullarından İ-jan'ı kağan olarak tahta geçirdiler. Ancak, onun tahtta kaldığı süre problemlidir. CTS 194A fazla yaşamadan öldüğünü bildirirken, HTS 215B sekiz yıl tahtta kaldığını nakletmektedir. Diğer kaynak TCTC 214 deki bilgilerde de İ-jan Kagan'ın hükümdar olduktan kısa bir süre sonra öldüğü yazılıdır. TFYK 975'de ise 741 yılında Tengri Kagan'ın ölümüne işaret edilmiştir.


Yedi yıl sonra dahi Tengri Kağan başta görüldüğüne göre HTS 215B'de verilen bilginin yanlış ve karışık olması muhtemeldir. Neticede babasının ölümünden sonra tahta geçirilen I-jan Kağan yakalandığı hastalıktan kurtulamamış ve fazla yaşayamamıştır.


İ-jan Kagan'dan sonra yerine kardeşi II. Gök-Türk devleti tahtına çıktı. Unvanı Bilge Kutlug (Pi-chia Ku-tuo-lu) Kağan idi. Çin'deki Tang hanedanı hemen harekete geçerek Sağ Chin-Wü muhafızları generali Li Chih'yı elçi olarak gönderip Teng-li (Tengri) Kağan unvanını sundular. Çinlilere göre Teng-li'nin anlamının "eski hayatında ektiğini biçen (iyi veya kötü hareketler için cezalandırma)" olduğu bildirilmektedir.


Teng-li'nin yaşı küçük olduğu için devlet işlerinde pek muktedir olmadığı anlaşılmaktadır. Bu yüzden ünlü vezir Tonyukukün kızı olan annesi Po-fu Hatun devlet işlerinde fazla müdahele etmek fırsatı buldu. Hatta vezirlerden Yü-ssu Tarkan ile işbirliği yaptı. Hedefleri devlet idaresini tam manasıyla kontrollerine almak idi. Ancak, onların gizli ittifakına diğer boylar katılmadılar. Ayrıca onların bu tür gizli hareketlerini devletin ileri gelenleri ve boylar dahil herkes duymuştu.




Bu sırada II. Gök - Türk Devletinin merkezinde Teng-li, kağan sıfatıyla hükümdarlık tahtında idi . Devletin doğusunu Sol Şad unvanıyla, batısını Sağ Şad unvanıyla iki amcası idare ediyordu. Söz konusu İki kanat idarecisi başarılı yönetimleriyle tanınmışlar ve subayların, kumandanların çoğu özellikle genç ve dinamik olanları tarafından sevilmişlerdi. Dolayısıyla daha çok hürmet ediliyorlardı.


Kağanın devleti idare edecek vasıflara sahip olmayışı Gök - Türk devletini temelinden sarsmış, ülkede birlik bozulmaya başlamıştı. Bu esnada özellikle Kagan'ın annesinin bir vezirle gizli ittifak yapıp devlet idaresini ele geçirmeye çalışması karışıklıkların baş sebebi olarak görülmektedir.


Bu arada Tang hanedanın imparatoru Hsüan Tsung, 740 yılında Teng - li'nin hükümdarlığını tanıdı. Amcalarının devlet içinde güçlenmeleri Teng-li ve annesini korkutuyordu. Hakimiyetlerinin sağlamlaştırılması için onları yani Sol ve Sağ Şadları ortadan kaldırmaya karar verdiler. Önce kurdukları komplo ve çevirdikleri entrika ile sağ kanat şadını yani batıdaki amcayı öldürdüler .

 



Askerlerini ve bütün halkını kendilerine bağladılar. Bu hadiseyi duyan doğudaki sol kanat şadı Pan Kül Tegin, aynı şeyin kendi başına geleceğini düşündü. Onların kendisine karşı harekete geçmelerini beklemeden derhal Teng-li'ye hücum edip onu öldürdü . Boş kalan kağanlık makanına Bilge'nin bir başka oğlunu getirdi. Fakat, Pan Kül Tegin'e kimse destek vermiyordu. Basmıllar fırsattan istifade onu mağlup ettiler. Yenilen P'an Kül Tegin, kendisine bağlı kuvvetlerin tamamını kaybetti ve tek başına kaçıp uzaklaştı. Gök-Türk devletinde taht mücadelesi olanca hızıyla acımasızca sürüyordu. Pan Kül Tegin'in tahta geçirdiği kağanı Ku-lııo (Kutlug) Yabgu öldürüp, yine Bilge Kagan'ın bir başka oğlunu hükümdar yaptı. Aynı Yabgu bir süre sonra yeni kağanı da öldürüp kendisini kağan ilan etti.




Yaklaşık iki yüz yıldan beri kuzeylerini sürekli tehdit eden komşularının bu hale düşmesi Çinlileri harekete geçirdi. İmparator tarafından Sun Lao-nu adlı elçiye özel görev verilerek, Uygur, Karluk ve Basmıl gibi Türk boylarının yanına gönderildi. Adı geçen boylara Gök-Türk devletinden ayrılıp, Çin'e bağlanmaları teklif ediliyordu. Çinlilerin bu teşebbüsü Orta Asya Türk tarihi için uzun sayılabilecek barış dönemini sona erdirdi. Aşağı-yukarı yirmi yıldan beri Gök-Türklerle Çin arasında önemli bir savaş olmamıştı.


Çinlilerin tahrikiyle zaten zayıflamış olan Gök - Türk hakimiyetine karşı Basmıl, Karluk ve Uygurlar ayaklandı. Gök - Türk Kağanı Ku-tuo (Kutlug) Yabgu'yu öldürdüler . Ayaklanan üç Türk boyu kendi içlerinde önceliği Basmıllara verdi. Onların reisi Chie-lie-i-shih Kağan ilan edildi. Sağ ve Sol kanat yabguluklarını ise Karluklarla Uygurlar paylaşmışlardı. Kaynaklarda belirtilmemesine rağmen batıda olmaları sebebiyle Sağ kanat yabguluğunu Karlukların almaları muhtemeldir. Doğu yani Sol kanadının ise Uygurların bulunduğu yere yakınlığı sebebiyle onlara ait olması daha uygundur. Bu üç boyun reisi beraber Çin'e elçi gönderdiler zaten daha önce tahrik edilmişlerdi. Henüz bağımsızlıklarını ilk anında Çin ile yakın ilişki kurmak istiyorlardı.





Bu arada Tang imparatoru kuzeydeki Ling eyaletine kendisini ispatlamak arzusunu taşıyan bir kumandan olan Wang Chung - ssüyu tayin etti. Adı geçen kumandan önce Moğol boyları Hsi ve Nıı-chie'leri Sang-kan Irmağı kenarında bozguna uğrattı. Ahalilerinin büyük bir kısmını ele geçirdi. Bu şekilde Gobi çölünün kuzeyinde bulunan diğer boylara gözdağı vermek niyetinde idi. Bunu göstermek için akabinde büyük bir toplantı yaptı.


Ku-tuo (Kutlug) Yabgu'nun öldürülmesi sırasında çıkan karışıklıkları yakından takip eden Wang Chung-ssu, Gobi çölünün ağzına gitmiş, onları korkutmuştu. Son kağanın öldürülmesinden sonra Basmıl, Uygur ve Karluklardan kurtulabilen Gök - Türk ahalisi eski Doğu Kanat Şad'ı P'an Kül Tegin'in oğlunu Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kağan unvanıyla tahta geçirdiler.



Wang Chung-ssu'nun, Gobi Çölüne gelişi Wu-su-mİ-shih(Ozmış) Kagan'ı korkutmuştu. Siyasi hakimiyetinin ve askeri gücünün İyice dağıldığını gören kağan Çin imparatorunu ziyaret edip, ona bağlılığını göstereceğini bildirdi. Fakat, daha sonra söz konusu niyetinden vazgeçince adı geçen Çinli kumandan onu yakalamak üzere harekele geçti. Ancak, kendisi savaşmak yerine müttefikleri Uygur, Karluk ve Basmılları Wu-su-mi-shih (Ozmış)'nın üzerine saldırın. Mağlup olan Wu-su-mi-shih kaçmaya başladı. Bu sefer Çinli kumandan onun peşine düştü. Sağ kanadında bulunan kuvvetleri bozguna uğratıp geri döndü .




Ardı ardına darbelere maruz kalan Gök-Türk hanedanından kopmalar ve Çin'e sığınmalar görülüyordu. Wu-su-mi-shih (Ozmış)'nın batı kanadı yabgusu A-pu-ssu, Batı Şad'ı Ko-la-to, Kapgan'ın torunu Po-te-chih Tegin, Bilge Kagan'ın kızı Ta-lo prenses İ-jan Kagan'ın hanımı Bilge Yü-sai-fu, Teng-li Kagan'ın kızı Yü-chu-kung prenses binden fazla çadır aileyi oluşturan ahali gidip Çin'e sığındı. Bu hadise dolayısıyla zaten mahvolmaya yüz tutan Gök-Türklerin nüfusu iyice azalmıştı. Tang imparatoru Hsüan Tsung, teslim olanlardan çok memnun kalmış ve Hua-wu-lou adlı köşkte bütün sığınan Gok-Türklerin şerefine şölen tertip etmiştir. Ayrıca çok sayıda hediyeler sundu (742 yılı). Çin İmparatoru söz konusu hadiseden memnuniyetini belirtmek için bir de şiir söylemiş, hasat zamanı yiyecek ihtiyaçları için onlara iki milyon ölçek un verdirtmişti. Bu arada mevkilerine göre unvanlar dahi sunulmuştur.




Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kagan'ın üzerine tekrar hücuma karar veren Wang Chung-ssu, bu sefer Basmıl, Karluk ve Uygurları kullandı. Ona göre uygulanabilecek en iyi plan bu boyları birlikte Kagan'a saldırması idi. To-lo-ssu kalesine karşı harekele geçen üç boy arkasından Kün Suyunu takip ederek Wu- su-mi-shih (Ozmış) Kagan'ı öldürdüler. Böylece Wang Chung-ssu hiç hareket etmeden zafer kazanmış oluyordu. O sadece Çin'in kuzeyinde kale tamiriyle uğraşmış, Çin seddindeki Ta-tüng ve Ching-pien kalelerini birleştirecek, gelecekte bu yönden kuzeyli kavimlerin yapacakları saldırı yolunu kapatmak istemişti. Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kagan'ın kesik başı Çin başkentine götürüldü.


Başlarına geçen kağanların sırayla öldürülmesi Gök - Türklerin arta kalanlarını hala yıldıramıyordu. Sonunda kesik başı Ch'ang-an'a götürülen Wu-su-mi-shih (Ozmış)'nın oğlu Ku-lung-fu Pai-mei'i kağan seçtiler (744 yılı).


Çin imparatoru Hsüan Tsung, artık Gök-Türkleri kesin bir şekilde ortadan kaldırmak arzusunda idi. Bu yüzden Gök-Türklerin son durumunu gayet iyi bilen kumandan Wang Chung-ssu'yu tekrar onların üzerine gönderdi.


Çinli general Sa-ho-nei dağına ulaştı. Burada Pai-mci Kagan'ın Sol (doğu) kanadını idare eden A-po Tarkan'a bağlı on bir boyla savaştı ve mağlup etti. Akabinde Pai-mei Kagan'ın batı kanadına yüklendi. Tam bu sırada Orta Asya tarihini değiştirecek mühim hadiseler meydana geliyordu. Çin imparatorunun tahrikiyle Gök - Türk devletinin kağanını öldürerek zaafa uğratan Basmıl, Kartuk, Uygur gibi Türk boylarının arası açılmıştı. Daha önce kağanlığı tanınan Basmıl reisi Chieh-tie-i-shih, Uygur ve Kartuklar tarafından öldürüldü. Uygur reisi Ku-li Pei-lo kendini Kutlug Boyla Kül Kağan ilan etti. Arkasından Çin imparatoru Hsüan Tsung'a elçi gönderip durumu bildirdi. Böylece Uygur devleti resmen kurulmuş oluyordu. Artık iki yüz yıllık tarihi Gök - Türk merkezi Ütüken bölgesi, Uygurların eline geçmişti.




745 yılının başlarına gelindiğinde Ötüken'de hakimiyetini iyice sağlamlaştıran Uygur kağanı, son Gök - Türk kağanı Pai-mei'e saldırdı ve mağlup edip öldürdü . Pai-mei'in kesik başı babasınınki gibi Çin başkentine götürüldü. Hayatta kalabilmeyi hâlâ başaran Bilge Kagan'ın hanımı da son kabilelerle birlikte gidip Çin'e sığındı.


Yıkılışlarından Sonra Gök - Türkler


Pai-mei Kagan'ın Öldürülüp kesik başının Çin'e götürülmesiyle Gök - Türk hanedanının siyasi varlığı tamamen sona eriyordu. Zaten hanedana mensup çok sayıda bey gidip Çin'e teslim olmuştu. Ötüken bölgesinde yıllardır süren iç savaş neticesi boyların dağıldığı bilinmektedir. Diğer taraftan Uygurlar, Basmılları mağlup ederek büyük bir siyasi organizasyon halinde Büyük Uygur Kağanlığı adı verilen devletlerini kurdular. Dolayısıyla Gök-Türk hanedanından gelen her hangi bir kişinin devleti yeniden canlandırması mümkün olmazdı. Üstelik uzun süren iç savaş yüzünden diğer boyların Gök-Türk hanedanına bağlılığı kaybolmuştu.




Bundan sonra bir kaç yüzyıl içinde çok nadir de olsa Gök - Türk ismine kaynaklarda rastlanmaktadır. Söz konusu isimleri kaynaklardan toplayıp aşağıda sunmaya çalışırsak şöyle bir değerlendirme ortaya çıkar: Kapgan Kagan'ın torunu olan A-pu-sse yukarıda da görüldüğü üzere 742 yılının sonlarına doğru ülkesinde patlak veren iç savaşlar ve diğer kargaşalıklardan dolayı Teng-li Kagan'ın kızı ile giden grupta yer alarak Çin'deki Tang hanedanı imparatoruna teslim olmuştu. Ona Çin imparatoru Hsüan - Tsung'a bağlılığından dolayı Shuo-faug bölgesi Chie-tu-fu-shih'lığı (özel vazifeli memur) ve Feng-hsin prensliği unvanlarının tevcih edildiği anlaşılmaktadır. Tang hanedanını kökünden sarsan meşhur An Lu-shan'ın isyanı sırasında  A-pu-sse da karışıklıktan faydalanıp isyan etmek planları yaptı. Daha sonra Çin sınırlarını terkederek Gobi Çölünün kuzeyine eski topraklarına geri döndü. 752 yılının bahar aylarında meydana gelen bu ayaklanmanın akabinde Çin sınırlarına hücum etti. Onun bazı yağmalar yaptığı iki yıl sonra Beşbalık askeri valisi Ch'eng Chien-li tarafından esir edildiğini öğreniyoruz. Aslında bu hususta çelişkili ifadeler bulunmaktadır . Bazı belgeler Karlukların o sıradaki yabgusunun A-pu-sse'yı tutukladığını, ona bağlı boyların da üç ay önceden teslim olduğu şeklinde kayıtlar ihtiva etmektedir. Neticede Çin başkentine götürülen A-pu-sse, imparatorun sarayının merdivenlerine sunulmuş ve Chu - ch'iou caddesinde idam edilmiştir.


756 yılında Tang hizmetine girmiş ve generallik rütbesine yükselmiş olan A-shih-na Ch'eng-ch'ing, isyan edip Ying - chüan bölgesine saldırarak ele geçirmiş, şehrin muhafızı Hsie Yüan ve vali yardımcısı P'ang Chien'i esir etmişti. Fakat, onun akıbeti hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Her halde mağlup olup Çinlilere yakalanmıştır. 764 yılında reislerini öğrenemediğimiz yine bir grup Gök - Türk, Feng eyaletine hücum ederek muhafız general Ma Wang'ı öldürmüşlerdir.


Bu tarihten uzun süre sonra Gök-Türklerin Çin sınırlarına tecavüzleri dolayısıyla kaynaklarda zikredilmelerine rastlanmaktadır. 837 yılına gelindiğinde Chen-wu bölgesinde yaşayan Gök-Türkler, yüz elli çadır halinde isyan ettiler. İsyan sebepleri konusunda bilgi yoktur. Bunlar tarım arazileri ve çiftçilerini yağmaladılar ise de Çinli kumandan Liou Mien'e mağlup olup pasifıze edildiler. Aynı bölgede bulunan Gök-Türklerin on yıl sonra yani 847 yılında, tüccarlara ve vergi olarak toplanan pirinçlere saldırıp yağma yapmalarına tesadüf edilmektedir. Yine o bölgenin idarecisi olan Shih Hsien-chung söz konusu Gök - Türk bakiyelerini bozguna uğratmış ve her hangi bir tehlike teşkil etmelerini engellemiştir.




Yaklaşık yetmiş sekiz yıl sonra Beş Hanedan döneminde Gök-Türkleri Tang imparatorluğunun yıkılıp yerine küçük devletlerin kurulduğu anda yine tarih sahnesinde görmekteyiz. Eski ve Yeni Beş hanedan tarihlerinde yazdığına göre 925 yılının bahar başlangıcında Gök - Türkler elçi gönderip, kendi ülke mallarından sunmuşlardı. İfadelerden anlaşıldığına göre Gök-Türkler, o esnada Çin sınırlarının dışında idiler. Elçi Hun-chie-lou, aynı zamanda Gök-Türklerin reisi olabilirdi. Aynı yılın kış mevsiminde Gök - Türkler Hsi, Tu - hun gibi Moğol boylarıyla birlikte yine elçi göndermişlerdi. Bahsettiğimiz elçilik heyetlerinin akabinde muhteviyatı enteresan bir kayıt vardır. Buna göre imparator Ming-tsung, Po-ssu-ma-p'o (pi)'yi ziyaret edip Gök - Türk tanrısına kurban sunmuş, kuzey geleneklerine göre tören yapılmasını müsaade etmiştir. Ertesi yıl Gök - Türklerin başında başka bir reis göründüğüne göre söz konusu tören bir cenaze töreni idi ve imparator Hun - chie - loünun ölümü dolayısıyla tören yapılmasına müsaade etmişti. Gök - Türklerin yeni reisinin adı Chang Mu- chin idi. O da Çin sarayına vergi sunmuştu. 931 yılında Çin imparatoru Ming - tsungü ziyaret eden Gök - Türk elçisinin adı Tu-a-shu idi ve büyük ihtimalle o da onların reisi durumunda bulunuyordu.



934 yılında Gök-Türkler İlişki kurdukları Sonraki Tang hanedanı yıkılınca Sonraki Chin hanedanı kuruldu (936-944). Bu hanedan döneminde 941 yılının sonbaharında Gök - Türk elçisi Hsüe Tung - hai adı geçen hanedanın başkentini ziyaret etmiştir.


941yılı Gök - Türklerin Çin'e son elçi gönderildikleri tarihtir. 745 yılında son kağanları Pai-mei, Uygurlar tarafından öldürüldükten sonra Çin'e sığınmak zorunda kalan Gök-Türkler, aradan uzun zaman geçmesine rağmen benliklerini kaybetmemişler, fırsat buldukça ayaklanmışlardır. Beş Hanedan döneminde ise adı geçen tarihe kadar diplomatik ilişkiler kurduklarına tesadüf ediyoruz. Bu devirde yani 907 yılında Tang imparatorluğunun yıkılmasından sonra ortaya çıkan zayıf devletlerde ilişki kurabilecek kadar güçlendikleri anlaşılmaktadır. Ama güçlerinin miktarı ve akıbetleri konusunda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Yeni Beş Hanedan Tarihi'nin Gök - Türkler hakkındaki son kaydına göre askeri valilerinin hepsinin kaybolması sebebiyle artık kayıtları tutulamamıştır.



Ahmet Taşağıl’ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


DÎNİ SÖZLÜK “F”

 FARÎDÂT-I ÂDİLE:

 

Dînimizin dört temel kaynağından icmâ' ve kıyâs.

 

İlim üçtür: Âyet-i muhkeme (hükmü açık âyet-i kerîmeler), sünnet -i kâime (Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri, mübârek söz ve davranışları) ve farîdât-ı âdile. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

 

FARÎZA:

 

1. Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.

 

Hac farîzası hem mâlî (mal ile), hem de beden ile yapılan bir ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)

 

2. Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.

 

FARK:

 

Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir.

 

Fark makâmında olanın rahatlık ve huzûru kullukta, lezzeti tâatte yâni ibâdettedir. Cem' makâmı sekirdir (muhabbet sarhoşluğudur). Fark makâmı, sahv (uyanıklık) olup, buraya kavuşunca ârif hakîki İslâm'la şereflenip, insanları doğru yola kavuşturmaya ve terbiye etmeye lâyık olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

FÂRÛK:

 

"Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.

 

Bir gün Peygamber efendimize bir münâfık (kalbi ile inanmayıp inanır görünen) ve bir yahûdî bir dâvâ ile geldiler. Peygamber efendimiz aralarında hükmeyledi. Yahûdînin haklı olduğu anlaşıldı. O münâfık râzı olmayınca, Resûlullah efendimiz onlara; "Ömer'e varın sizin dâvânızı görsün" buyurdu. Onlar Ömer'e geldiler. Neye geldiniz? dedi. Münâfık, buyahûdî ile dâvâm vardır dedi. Hazret-i Ömer; "Resûlullah efendimiz varken ben bu dâvâyı nasıl göreyim" dedi. Münâfık; "Biz Resûlullah'a (aleyhisselâm) vardık, yahûdînin haklı olduğuna hükmeyledi. Ben râzı olmadım." dedi. O zaman hazret-i Ömer; "Siz az bekleyin, ben dâvânızı şimdi hâllederim" dedi ve içeriye gitti. Biraz sonra eteğinin altında kılıcıyla çıkıp yanlarına geldi. Kılıcı çektiği gibi o münâfığın kellesini uçurdu ve; "Resûlullah'ın hükmüne râzı olmayanın hâli budur" dedi. İşte bundan dolayı, kendisine Ömer-ül-Fârûk denildi. (Şemseddîn Sivâsî)

 

FARZ:

 

Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.

 

Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. (Hadîs-i kudsî-Buhârî)

 

Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtâç kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Mişkât, Câmi-us-Sagîr)

 

Allahü teâlânın râzı olduğu işler, farzlar ve nâfilelerdir. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymetleri yoktur. Bir farzı vaktinde kılmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir. Hattâ bir farzı yaparken, bunun sünnetlerinden bir sünneti ve edeplerinden bir edebi yapmak da, başka nâfileleri yapmaktan kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Farz-ı Ayn:

 

Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.

 

Îmânı yâni Ehl-i sünnet îtikâdını, iyi ve kötü huyları öğrenmek farz-ı ayndır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve haramları da, her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Farz-ı Kifâye:

 

Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.

 

Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. (Halebî-yi Kebîr)

 

Cenâze namazını kılmak, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. (Yûsuf Sinâneddîn)

 

Bir âyet ezberlemek herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

FASD:

 

Damardan kan aldırma.

 

FÂSIK:

 

Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.

 

Fâsıkın fıskına mâni olmağa kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Fâsık medh olunduğu zaman, Rabbimiz gadâba gelir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî, İbn-i Adî)

 

Kızını fâsığa veren mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

 

Öğrenilmesi farz ve vâcib olan fıkıh (din) bilgilerini öğrenmemek fısktır, günahtır. Fâsıkların şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere îtirâz olunduğu zaman, hâkim şâhidlere fıkıhtan sorar. (İbn-i Âbidîn)

 

Fâsıkın, bid'at sâhibinin (inanışı bozuk olanın) ve âsînin evine, ziyâfetine, ancak zarûret olunca veya bir kimsenin işini görmek için gidilir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

FÂSİD:

 

Bozan, bozuk.

 

1. Bir ibâdetin, bâtıl olması, geçersiz olması. Bâtıl.

 

Namaz kılarken göğüs özürsüz olarak kıbleden çevrilirse, namaz hemen fâsid olur. (Halebî)

 

Namazda konuşmak ve boğazından özürsüz öksürük gibi ses çıkarmak namazın fâsid olmasına sebeb olur. (Halebî)

 

Oruçlu iken ve namaz kılarken boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da namaz da fâsid olur. (Tahtâvî)

 

2.  Aslı İslâmiyet'e uygun olup, sıfatı uygun olmayan muâmele, akid. Veresiye yapılan satışta ödeme târihi belirtilmezse, fâsid olur. (Kâşânî)

 

Fâsid Akd:

 

Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.

 

Fâsid Bey':

 

Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış.

 

Fâsid bey aslında sahihdir, câizdir. Çünkü mütekavvim (kullanılması mübah ve kullanılabilir) olan malın satışıdır. Fakat sıfatı dîne uygun olmayıp sahih (geçerli) değildir. Semen (bedel) mütekavvim olmayınca veya mebîin (satılan malın) veya semenin miktarı veya evsafı yahut veresiye satışta semenin verileceği zaman belli olmayınca bu satış fâsid olur.(İbn-i Âbidîn)

 

Fâsid İcâre:

 

Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).

 

Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir. Kumaşı, ev ve mutfak eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi, oturmayıp, köleyi, altını , gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkasına gösteriş yapmak için kirâ ile almak fâsid icâre olur. (Ali Haydar Efendi)

 

Koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvanı kirâya vermek câiz değildir, fâsid icâredir. (İbn-i Âbidîn)

 

Fâsid Kan:

 

Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki günlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan. İstihâza kanı.

 

Fâsid Temizlik:

 

Sahîh olmayan temizlik. Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.

 

Hayız müddeti dışında istihâza denilen kan görüldüğü günler, fâsid temizlik günleridir. (İbn-i Âbidîn)

 

Hayız kanının durmadan akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, üç gün sonra tekrar görülürse, aradaki temizlik, fâsid temizlik olup, sözbirliği ile hep aktı kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)

 

FASL-I HİTÂB:

 

Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.

 

Doğru söyliyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-ı hitâb ve hikmet (ilim) verilenlerin en üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve O'nun temiz Âline (akrabâsına) ve insanlar arasından O'nun için seçilmiş olan Eshâbına (arkadaşlarına) salât ve selâm (hayırlı duâlar) olsun. (Ahmed Mekkî Efendi, Sekkâkî)

 

FÂTIMÎLER:

 

Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân Ubeydîler.

 

İki yüz altmış sene müddetle Ehl-i sünnet müslümanlara zulmeden Fâtımîler, pek çok mâsum (günâhsız) kimseyi öldürdüler. Abbâsî halîfelerinin hilâfetini kabûl etmeyerek İslâm birliğini parçaladılar. Zaman zaman Abbâsî halîfelerine ve Selçuklulara karşı hıristiyanlarla birleşerek müslümanlar aleyhine ittifak (birlik) kurdular. Fâtımîler kurdukları medreselerde bâtınî (İsmâilî) dâî (propagandacı) yetiştirdiler. (İmâm-ı Süyûtî)

 

Fâtımî hükümdârlarından Muiz Lidînillah şimdiki Kâhire şehrinin bulunduğu yere Kâhire-i Muizziyye adında bir şehir kurdu. Ezândaki Hayyealessalâh ibâresini kaldırarak, yerine bâtınîliğin alâmeti olarak Hayyealâ hayr'il amel ibâresini koydurdu. (Nişâncızâde)

 

FÂTIR SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin otuz beşinci sûresi. Melâike sûresi de denilmektedir.

Fâtır sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk beş âyet -i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen ve yaratıcı mânâsı olan "Fâtır" kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede başlıca; Allahü teâlânın üstün ve eşsiz yaratma kudreti, mü'min ile kâfir arasındaki fark, insan kalbinin kötülüklerden temizlenmesi ve güzel ahlâk ile bezenmenin lüzûmu anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Taberî)

 

Allahü teâlâ Fâtır sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Allah dilediği kimseleri eğri, sapık yollara kor, dilediği kimselere hidâyet eder. Doğru, iyi yolu gösterir. (Âyet: 8)

 

Kim Fâtır sûresini okursa, dilediğinden girmesi için Cennet'in sekiz kapısına dâvet edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî)

 

FÂTİHA SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin birinci sûresi.

 

Fâtiha sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Kur'ân-ı kerîmin başında olup, okumaya onunla başlandığı için Fâtiha, Kur'ân-ı kerîmdeki mânâların asl olduğundan, Ümmü'l-Kur'ân, hadîs-i şerîfte şifâ olduğu bildirildiğinden Sûretü'ş-Şâfiye veya Sûretü'ş-Şifâ denilmiştir. Diğer isimleri; el-Esâs, el-Vâfiye, el-Kâfiye, es -Seb-ül-mesânî ve el -Kenz'dir. Sûre, Allahü teâlâya hamd ü senâyı (övgü ve şükrü), O'nun sıfatlarını ve mühim bir duâyı içerisinde bulundurmaktadır. (Senâullah Dehlevî, Taberî)

 

Allahü teâlâ Fâtiha sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahim ve din günü (kıyâmet günü) nün sâhibi olan

 

Allahü teâlâya mahsustur. Yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden yardım isteriz. Bizi doğru yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet. Gazâba uğrayanlarınkine (yahûdîlerinkine), sapıklarınkine (hıristiyanlarınkine) değil. (Âyet: 1-7)

 

Yatağına uzandığında Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okuduğun zaman, ölüm dışında kalan her şeyden emîn olursun. (Hadîs-i şerîf-Mecma-uz-Zevâid)

 

Kim Fâtiha'yı ve İhlâs sûresini okursa, sanki o kişi Kur'ân-ı kerîmin üçte birini okumuş (gibi sevâb sâhibi) olur. (Hadîs-i şerîf-Metâlib-ül-Aliyye)

 

Fâtiha (sûresi) her hastalığın şifâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)

 

Yedi defâ Fâtiha sûresi okuyup dert ve ağrı olan uzva üflenirse, şifâ hâsıl olur. Âyet-i kerîmenin ve duânın tesir etmesi için okuyanın ve okutanın, ehl-i sünnet îtikâdında olması, haram işlemekten, kul hakkından sakınması, haram yiyip içmemesi ve karşılık olarak ücret istememesi şarttır. (Ebü'l-Hasen-i Şâzilî)

 

FAZÎLET:

 

1. Üstünlük. İyi ahlâklılık.

 

Fazîlet ehlinin değerini, ancak fazîlet ehli bilir. (Hadîs-i şerîf-Bostân-ül-Ârifîn)

 

Namazı cemâat ile kılmak, yalnız kılmaktan yirmi yedi derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkh alel Mezâhibi Erbe'a)

 

Dört halîfenin fazîlet ve üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İlim sâhibleri, diğer mü'minlerden yedi yüz derece daha fazîletlidir. (İbn-i Abbâs)

 

İmâm-ı Şâfiî'ye bir mes'ele soruldu; sükût etti. "Niçin sustun?" dediklerinde; "Fazîletin sükûtta mı cevapta mı, nerede olduğunu anlayıncaya kadar sükûtu tercîh ettim" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Hazret-i Ebû Bekr'in fazîleti; îmânda ve çok mal vermekte, nefsini bu yolda hizmetçi etmekte, en önde olması sebebiyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2.  Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler. Din üç kısımdır: Emirler, yasaklar ve fazîletler. (Muhammed Rebhâmî)

ANADOLU İNANÇLARI-3

 KARANLIKLAR, KÖTÜ TİNLER


Ay doğunca, karanlıklarda barınan, insanlara kötülük etmek için, pusuya yatan tinler kaçar, ormanlara, karanlık yerlere, engin kayalıklara, ışık girmeyen kuytulara sığınır. Kötü tinleri, cinleri, insanları çarpan, onlara inme indiren perileri ay ışığı dağıtır, kovar. Bu yüzden bir iyilik kaynağıdır ay.


İnsanlara yıkım getiren hastalıkları, tutarık denen sar'aları, inmeleri, çarpılmaları doğuran kötü tinler karanlıklarda, gecenin derinliklerinde barınırmış. Güneş çekilip ortalık kararınca bütün bu kötülük taşıyan varlıklar yeryüzüne yayılırmış. Karanlıklar kötülüklerin anası, barınağı imiş. Ay, gecenin korkunçluğunu giderir, ışıklarını insanlara kötülük saçan cinlerin üzerine döker, onları kaçırırmış. Bundan dolayı sever sayar ay'ı insanlar.


Bu inançların kaynağı, ay'ın bir iyilik tanrısı olarak kutlandığı çağlardan kalmadır. Zamanla anlamları, yorumları değişmiş, ancak özleri olduğu gibi kalıvermiş, bir inanç olarak sürüp gider olmuşlar.


En eski Anadolu dinlerinde bu inançlar vardır. O çağların insanları günlük yaşamlarını bu sayısız inançlara göre düzenlerlerdi. Ay, onlar için, insan yaşamına düzen veren, ışık tutan kutsal bir güçtür.



 

Ay alcli karanluğa

Kaçurdi perileri

Korkma kız yemem seni

Gel birazacuk beri


(Ay karanlığın üstüne doğdu Perileri kaçırdı Korkma seni yemem

Biraz bana doğru gel)


Bu .Karadeniz türküsünün özünde çok eski çağlardan kalma bir inanç saklıdır: Karanlıkların üzerine doğan ay insanlara kötülük eden perileri kaçırıyor. Bu inanç Hititlerde de, onlardan sonra ortaya çıkan bütün Anadolu uluslarında da vardır. Eskiden olduğu gibi günümüzde de halk düşüncesinde anlamı bilinmese bile yaşıyor olduğu gibi.



Halk inançlarına göre periler de ikiye ayrılır. Birtakım insanlara iyilik eder, koruyucu görevleri vardır. Bunlar ay'ın buyruğu altındadır. Birtakım periler de insanlara kötülük eder, bunlar ay'a karşıdır. Ancak ondan korkarlar. Onun ışığı, yeryüzüne vurunca karanlıklara kaçarlar.


Halk arasında ay'la ilgili bilmeceler, bulmacalar da vardır. Bunlar da eskiden kalma inançların değişik düşünce varlıkları içinde ortaya konması sonucu oluşan halk ürünleridir.



Bir tavada iki balık

Biri soğuk biri sıcak


Güneşle ay karşılığı olan bu iki balık'tan sıcağı güneş, soğuğu ise ay'dır. Güneş gündüz doğup ortalığı ısıttığı için sıcak, ay gece karanlığında, soğukta doğduğu için soğuk sayılır.

“Dam üstünde yarım çörek” ay'ın yarım ay durumuna girdiğinde aldığı biçimi yansıtan bir bilmecedir bu. Halk arasında bunun gibi daha birçok bilmece, bulmaca vardır. Bunlar özellikle gece toplantılarında, eğlencelerde, karşılıklı konuşmalarda söylenir.


Uzun kış geceleri kadınlar arasında düzenlenen toplantılarda bu gibi bilmecelerin söylendiği, yarışmaların yapıldığı çok olur.



İSMET ZEKİ EYUBOĞLU’nun ANADOLU İNANÇLARI ANADOLU MİTOLOGİSİ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak