14 Kasım 2022 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-6

 Dünya Ağacı


Bir Altay efsanesinde; “Dünyanın göbeğinde, her şeyin merkezinde bütün ağaçların en ulusu, dev bir çam ağacı bulunmakta ve bu ağacın üst dalları Bay-Ülgen’in (Baş Tanrı) katına kadar ulaştığı” anlatılmaktadır. Bu dünya ağacı timsalini zaman zaman Altay şamanlarının davullarının derilerinin üzerine resmedilmiş olarak da görürüz. Ağaç bir yükseltinin üzerinde resmedilmiştir. Bu yükselti, muhtemelen bir tepe veya dağ olarak düşünülen dünyanın göbek deliğidir. Bazı efsanelerde bu ağacın “merkez dağın” üzerinde yükseldiği özellikle belirtilmekte, meselâ Abakan Tatarlarının bir kahramanlık destanında şöyle anlatılmaktadır: “Dünyanın tam ortasında demirden bir dağ, dağın üzerinde de yedi dallı beyaz bir kayın yükselir” “Dünya dağının” üstü kesik bir piramit olarak tasavvur edildiği Moğol efsanelerindeyse bu “dünya ağacının” dört köşeli dağ zirvesinin tam ortasında olduğu anlatılır. Ağacın yüksekliğini ifade etmek için; “ağacın tepesinden bakıldığında, yeryüzünün ancak bir at nalı kadar göründüğü veya ağacın tepesinden öküz büyüklüğünde bir kaya atıldığında, yere düşmesinin ancak elli yıl süreceği ve bu sırada kayanın küçüle küçüle bir kuzu boyuna ineceği” ifade edilir.


“Merkez dağı”nın yeryüzünden gökyüzüne kadar uzanan, hâtta zirvesi gök katlarının da üzerine çıkacak şekilde tasavvur edilmesi, bazı efsanelerde “dünya ağacı”nın doğrudan gökyüzüne yerleştirilmesine yol açmıştır.


Orta Asya efsanelerinde “dünya ağacının” aynı “dünya sütunu” ve “dünya dağı” efsanelerinde söz konusu edildiği gibi, aslında yaradılış esnasında küçücük bir ağaç olarak yaratıldığı, sonrasında büyüyerek o heybetli, devasa hâle ulaştığı anlatılır. “Dünya sütunu” fikrinin bir başka şekli olan “Dünya ağacı”, dünya sütununa sadece yer ve boyut olarak değil, işlev olarak da benzerlik gösterir. Nitekim, “Dünya ağacı”, Tanrılar tarafından atlarını bağlamak için de kullanılmakta, aynı dünya sütunu gibi, birkaç katlı olarak tahayyül edilmektedir. Vasyugan Ostyak şamanlarının şarkılarında, “dünya ağacı” gökyüzü gibi, yedi katı olduğu şeklinde geçer. Bu tasavvur biçimi, muhtemelen Tatarlardan, Vasyugan Ostyaklarına geçmiş olmalıdır. Efsanelerin çoğunluğunda “merkez dağı” tasavvurunda olduğu gibi, göğün katlarının arasından yukarılara yükseldiği ve köklerinin de yeraltının derinliklerine kadar indiği anlatılır.


Sibirya Tatar efsanelerinde, “Dünya ağacı”nın yer altında bir benzeri daha vardır. M.A. Castren tarafından derlenen böylesi bir “yer altı ağacından” bahsedilen Tatar efsanesinde; kadın kahraman Kubayko’nun yeraltına, ölülerin efendisi İrle Han’ın yanına yaptığı seyahâtten bahsedilir. Başvurmuş olduğu bilge, bakire Kubayko’ya şöyle der: “Bu yoldan devam edecek olursan, yüce bir dağın dibinde akan bir nehrin kıyısına vardığında, orada kırk köşeli taş bir ev göreceksin, İrle Han işte orada oturur. Kapının önünde, aynı kökten büyümüş olan dokuz tane çam ağacı göreceksin. İrle Han, dokuz adet bineğini bu ağaca bağlar”. Her ne kadar burada dokuz ağaçtan bahsediliyorsa da, muhtemelen burada sözedilen aynı ağacın dokuz dalı olmasıdır. Efsanenin devamı da zaten bunu göstermektedir; ”Kız içeri girmeden önce ağaçların yanında biraz bekledi ve şu yazıyı gördü: Kudai, yeri ve göğü yarattığında, bu ağacı da yarattı. Şimdiye kadar İrle Han dışında hiçbir insan veya hayvan yaşarken bu ağacın yanına kadar gelemediler”.


Golde inançlarında ise, üç tane “dünya ağacı” vardır. Bunlardan biri gökyüzünde, insan ruhlarının doğumlarından evvel kuş yavrusu suretinde yaşadıkları yerde, ikincisi yeryüzünde, üçüncüsü de yeraltındadır.


Dünya sütunu ve dünya ağacı tasavvurlarının her ne kadar ortak noktaları varsa da, en önemli farklılıkları “Dünya ağacının” yaşayan bir varlık olması ve en önemli özelliğinin de tazeliği ve bereketli oluşudur. Bu sebeple, çeşitli halkların efsanelerinde ağacın bulunduğu yer genelde bir kaynağın, ırmağın veya gölün kenarı veya bilfiil suyun içindedir. Ostyak efsanelerinde ” üzerinde dünya ağacının yetiştiği, gökyüzünün ortasındaki engin deniz” olarak tasvir edilirken, ağacın beslendiği suyun nasıl tasavvur edildiği ise Minusinsk Tatarları arasında bir şiirde şöyle dile getirilir:


On iki gök ülkesinin üzerinde,

Engin bir dağın tepesinde,

Bir kayın yukarılara yükselir,

Kayının yaprakları arasında,

Kayının kabuğu altındandır.

Kayının dibinde,

Küçük bir boşluk vardır,

Hayat suyu ile ağzına kadar dolu

Altın bir kâse durur boşlukta,

Nöbet bekler kayının başında,

Kudai’nin görevlendirdiği (oraya diktiği)

o yaşlı kahraman Tata,

Sarı-kahverengi bineği ile


Hayat ve kader ağacı kavramı, Osmanlı Türk kültüründe “Tuba” ağacı olarak geçer. Göğün ortasında yetişen bu ağaç, o kadar büyüktür ki, milyonlarca yaprağıyla, bu yaprakların her biri, bir insanın hayatını sembolize eder. Bir insan öldüğünde, ağaçtan bir yaprak düşer.

Müslüman İranlılara göre de, bu ilâhî “Tuba ağacı” bir kaynağın kenarında yetişir.


Moğol mitlerinde “Zambu” isimli bir ağaçtan bahsedilir ki, kökleri Sumer dağının diplerine, dalları da dağın zirvesinden daha yukarılara kadar uzanır. Ağacın meyveleri, Tengerilerin yiyeceğini oluşturur. Dağdaki uçurumlarda yaşayan şeytanlar (asuras), Tanrıların bu ayrıcalığını kıskandıklarında, Tanrılara; “neden bizim ağacımızın meyvelerini yiyorsunuz, bu ağaç bizim topraklarımızdan çıkıyor (yükseliyor)” diye seslenirler. Bunun üzerine başlayan tartışmanın sonunda Tanrılar ve şeytanlar arasında savaş çıkar ve sonuçta şeytanlar yenilirler.


Sumer dağı dışında, “asuraslar”da, bu Moğol efsanesinin kökeninin Hindistan olduğunu ortaya koymaktadır. Hind inancına göre “asuraslar”, Sumeru dağının derin yarıklarında, uçurumlarında yaşarlar ve İndra, diğer tanrılara karşı saldırılarını buralardan başlatırlar. Tanrıların beslendikleri “zambu” ağacı da aslında Hindlilerin “Jambu” adını verdikleri “Hayat Ağacı”nın kendisidir. Budist mitolojisine göre bu ağacın onaltı büyük, sayısız küçük dalları vardır. Kızıl/gri renkteki yaprakları en ince ipekten daha ince olup, çiçek açtığında, altın çiçekler açar, meyvelerinin içinde kaz yumurtası büyüklüğündeki fındıklar bütün hastalıkların şifasıdır. Ağacın altın sarısı öz suyu eritilmiş tereyağı gibi akmakta ve bu ağacın yakınlarındaki varlıklar, bu ağaçtan beslenmektedirler.


Pallas’ın naklettiğine göre Kalmuklar, “zambu” ağacının dünyanın tam ortası olduğuna inandıkları Dsomaloiba nehri kıyısındaki Oçir-Orron isimli bir yerdir. Efsanelerinde anlattıklarına göre, bu ağacın meyveleri her sonbaharda olgunlaşan bir araba tekerleği büyüklüğünde, iştah açıcı ve çok lezzetli meyvelerdir. Bu meyvelerden nehre düşenleri, akıntıya kapılıp “dünya denizinin” ulaştığında, onları da denizde yaşayan Lu Han (Ejderhaların Hanı) yer.


Hind kültüründen gelme bir başka unsur da, “djambu barus”tır (Sumatra batak). Bu ağacın yapraklarına Gök Tanrı (Mula-Cadi) insanların kaderini yazar. Bir insan doğup da ruhu (tondi) gökyüzünden yeryüzüne inmeden önce, ruhu için bu ağaçta bir yaprağın tahsis edilmiş olması gerekir. Bu yaprakta yazılı olanlara göre o insanın hayatı şekillenir. Bir başka efsaneye göre de, Tanrının yanında iki tane kadın vardır. Bunlar “djambu barus” ağacının altında yaşar ve bu ağaçtan beslenirler. Her birinin kendi vazifeleri vardır, bunlardan biri ölçüp, biçip tartar, diğeri de hayat ağacının yapraklarına yeni doğan insanın kaderini yazar. Yazıldığı andan itibaren bu kader artık kesin olarak kararlaştırılmış ve değiştirilmesi mümkün değildir.


Bu tarz bir “kader kâtibi” tasavvuruna yazı sanatının doğduğu Mısır kültüründe de rastlanır. Eski Mısırlıların resimlerinde, aynı vazifeyi üstlenmiş bulunan bir Tanrıça görülür.

Yukarıdaki bölümlerde Minusinsk bölgesi Tatarlarına ait bir şiirden yapılan alıntıdan hatırlanacağı üzre, “Hayat Ağacı”nın altında nöbet bekleyen Tata isimli “Ata” nın (soyun kurucusu) bahsi geçmekteydi. Moğol ve Kalmukların “Hayat Ağacı” efsanelerinde “Ata” nın adı geçmemesine rağmen, başka pek çok halk efsanelerinde o halkın-hâtta insanlığın atasına- “Hayat Ağacının” altında rastlanır. Meselâ, Yakutların şiirlerinde “Hayat Ağacı” ile ilgili olarak sadece “Ata” değil, oldukça ilginç başka tasavvurlara da rastlanır.


Bu efsanelerden birinde; “Sekiz köşeli dünyanın sarı göbeğinde, sekiz dallı ulu bir ağaç vardır. Kabuğu ve gövdesi gümüşten, öz suyu altın gibi parlaktır. Kozalakları dokuz boğumlu testi büyüklüğünde, yaprakları at derisi boyunda, tepesinden aşağı ilâhî lezzette sarı bir mayi akmaktadır. Oradan geçenler bundan tadarlarsa, yorgunlar yorgunluklarını atar, aç olanlar doyarlar” biçiminde geçer.


Yakut efsanelerinde “Hayat Ağacının” bulunduğu yer, aynı zamanda ilk insanın da yaşadığı yer; yâni bir nevi cennettir. İlk insan (yâni, Ata) dünyaya geldiğinde, neden burada olduğunu bilmek ister ve bu yüce ağaca gider. Ağacın tepesi üç katlı gökyüzünün içinden yukarılara uzanmakta, dallarından tadına bakana mutluluk ve huzur veren sarı bir sıvı süzülmektedir. O sırada ağacın dibinde bir boşluk peyda olur ve dişi bir varlık yarı beline kadar buradan çıkarak, ilk insana “İnsan neslinin atası olmak için bu dünyaya geldiğini” anlatır. Aynı efsanenin bir başka anlatımında ise, ilk insana “Beyaz delikanlı” adı verilir. “Geniş, durgun derinliklerin yukarısında, dokuz kürenin ve yedi gök katının altında, dünyanın orta noktasındaki dünyanın göbek deliğinde, dünyanın en sakin noktasında, ayın asla küçülmediği ve güneşin asla batmadığı, kışın hiç gelmeyip, hep yazın hüküm sürdüğü, Guguk kuşunun hep öttüğü yerde bir “Beyaz delikanlı” yaşıyordu. Bu delikanlı “nereye geldiğini anlamak ve kendisine barınak bulmak için dolaşmaya başladı. Doğuda geniş, solgun bir arazi uzanmakta, bu arazinin ortasında büyük bir tepe, tepenin üzerinde de ulu bir ağaç vardır. Ağacın reçinesi saydam ve hoş kokulu idi. Kabuğu asla kurumuyor, kırılamayacak kadar sağlam, dev yaprakları asla sararmıyordu. Ağacın öz suyu gümüş renginde ve çiçeğe durduğu zaman sıra sıra kupa büyüklüğünde çiçekler açıyordu. Ağacın tepesi yedi gök katının üzerine uzanıyor ve Baş Tanrı Ürün Ay Toyon bineğini buraya bağlıyor, kökleri yeraltının derinliklerine uzanıyor ve orada yaşayan efsanevî yaratıkların evlerinin direğini teşkil ediyordu.


“Beyaz delikanlı” adımlarını Güneye doğru yönelttiğinde, yeşil çayırların ortasında bir “Süt gölü” gördü; hiç bir rüzgâr bu süt gölünün sularını dalgalandırmıyor, kıyılarındaki kumsallarda kesilmiş süte benzeyen bataklıklar vardı. Kuzeyde, içinde her cins hayvanın yaşadığı karanlık bir orman vardı ve bu ormandaki ağaçların dalları gece gündüz hiç durmadan hışırdıyorlardı. Ormanın arkasındaysa, karlı doruklarıyla sanki kafalarına tavşan derisinden şapka giymiş gibi görünen engin dağlar uzanıyordu. Dağlar, gökyüzünün derinliklerine doğru uzanarak bu bölgeyi soğuk rüzgârlardan koruyorlardı. Batıda ise, çalı ve makilerden oluşan bir koruluk, koruluğun arkasında ulu çamlardan meydana gelen bir çam ormanı, bu ormanının ardında da, çok uzaklarda, tepeleri düz birkaç tane dağ görünüyordu.


“Beyaz delikanlının” gelmiş olduğu dünya, işte böyle bir dünya idi. Yalnızlıktan bunalmış ve yorgun bir hâlde, “Hayat Ağacına” geri dönüp, ağaca karşı; “Ağacımın ve yuvamın yüce Tanrıçası. Yaşayan her varlığın bir eşi ve kendisinden sonra devam edecek nesli var, ama ben yalnızım. Dünyayı dolaşmak ve kendime uygun bir eş aramak, kendi gücümü kendi eşimle tartmak, insanlarla tanışmak, onlarla yaşamak, onların nasıl yaşadığını görmek istiyorum. Benden yardımını ve rahmetini esirgeme, bütün çaresizliğimle sana yalvarıyor, önünde diz çöküp başımı eğiyorum” diye seslendiğinde; ağacın yaprakları hışırdamaya ve ”Beyaz delikanlının” üzerine süt beyazı ince bir yağmur yağmaya, hafiften bir rüzgâr esmeye başlamasıyla, ağaç çatırdar ve köklerinin arasından dişi bir yaratık beline kadar dışarı çıkar. Efsanede ağacın Tanrıçası “orta yaşta, ciddi bakışlı, saçları açık ve göğüsleri çıplak” olarak tasvir edilir. Tanrıça “Beyaz delikanlıyı” kendi göğsünden emzirir ve “Beyaz delikanlı” daha ilk emdiği anda, gücünün yüz kat arttığını hisseder. Tanrıça, “Beyaz delikanlıya” başarı dileyip kutsar ve “ne su, ne ateş, ne de buz”un kendisine zarar veremeyeceğini söyler.

Efsanenin anlatımından da anlaşılacağı üzere, bu efsanenin Kuzey Sibirya’nın sert ikliminde yaşayan Yakutların tahayyülünden çıkmış olmasına pek imkân olmamakta, zira efsanede tasvir edilen cennet, bu efsanenin daha zengin ve bereketli bir tabiatın bulunduğu bir kültürden geldiğine işaret etmektedir. Kuzeydeki karlı doruklarıyla (tavşan derisi başlık benzetmesi) dağlar ve bereketli tabiat tasvirlerinden yola çıkarak, efsanenin kökeni hakkında kafa yoracak olursak, karşımıza Kuzey Hindistan veya Ön Asya ihtimâlleri çıkmakta, fakat tasviri yapılan coğrafyayı tek başına bu konuda başvuru kaynağımız olarak almak mümkün değildir, çünkü, “Süt Gölü” örneğindeki tasavvur biçimi, muhtelif kültürlerde dünyanın göbek deliği tasavvurları ile yakından ilgili olup, bu efsanenin muhtelif anlatımlarında coğrafyaya dair değişik özelliklerle karşımıza çıkmaktadır.


Destanımızı incelemeye devam etmeden önce, Middendorf’un çalışmalarında Yakut dili konusunda derlemelerine başvurmak zorundayız. Bu derlemelerde ilk insan, Yakutların atası “Eraydahburuydah Ar Zoghotoh (äräidäch buruidach ar sohotoch) (eziyet/cefa ve günah/kusur yükü altında ezilen yalnız kişi) olarak adlandırıldığı gibi, burada bu “Ata”nın evi de tasvir edilir. Bu ev, bir tarlanın tam ortasında ve gümüş gibi parlayan dört köşesi, kırk penceresi, elli direği ve otuz tane tavan kirişiyle duvarları ve altından yapılma zemini dört kat, gümüşten çatısı ise üç kattır. Ağacın kendisi ise şu şekilde tasvir edilmektedir; “Etrafa bakmak için evin doğudaki kapısından dışarı çıkıldığında karşısında çayırların ortasında “ağaçların kralını” gördü. Ağaçların Kralının tepesinde hafif bir yel esmekte ve sayısı bilinmeyen asırlarca o çayırın orta yerinde yükselmektedir. Bu ağacın kökleri yeraltı dünyasına, dalları da dokuz gök katının üzerine kadar uzanmakta, yapraklarının her biri yedi kulaç, kozalakları ise dokuz kulaçtır. Yaşlı, güçten takâtten düşüp, aç kalmış beyaz veya siyah çiftlik hayvanlarıyla, uçan veya koşan yaban hayvanları, bu ağacın budaklarından ve gözlerinden süzülüp, dereler gibi akan öz suyuyla, reçinesini yaladıklarında karınlarını doyurdukları gibi, tekrar genç ve zinde hale gelirler. Efsanede ayrıca; kendisine Ağacın ruhu denilen, kar beyaz saçlı, keklik gibi zarif bedeni, iki tulum büyüklüğündeki göğüsleri ile ağaçların kralının köklerinin arasından yarı beline kadar dışarı çıkan” yaşlı Tanrıçadan da bahsedilir. Tanrıça ortaya çıktığında, ağaç çatırdayarak, küçülmekte ve Tanrıça gözden kaybolurken, yine çatırdayarak büyüyüp eski yüksekliğine ulaşmaktadır. Bu “yalnız kişi”, ağacın ruhu olan Tanrıçadan babasının Gök Tanrı (Ar Tajon) ve annesinin de Kübay Hatun olduğunu, kendisinin üçüncü gökte yaratılıp, “insanların atası” olmak üzere bu dünyaya gönderildiğini öğrenir. Tanrıça, ağacın kökleri arasındaki “ölümsüzlük suyundan” biraz alarak bir mesane kesesi içine doldurur ve şu sözleri söyleyerek onu koruması için “yalnız adama” verip; “bunu sol kolunun altına bağla, zorda kaldığında bu sana şifa verecektir” der. Efsanenin ilerleyen bölümlerinde kendisine bir eş aramak için yola çıkan kahraman, bir canavar ile karşılaşır ve onunla dövüşür. Dövüş esnasında canavarın vurduğu bir darbe tam kalbinin üzerine isabet ederek kahramanı yaralar, ama tam bu esnada kesenin patlaması ve tam yaranın üzerine akmasıyla, kalbi bir anda iyileşir. Bu hayat suyu, kahramanımıza aynı zamanda dokuz kat kuvvet de verir.


“Hayat Ağacının” bu şekilde tasavvur edilmesinin ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıktığı pek belli değildir. Ancak, buna yakın benzeri efsanelere Asya’da pek çok eski kültürlerde rastlanmaktadır. Meselâ, Sami halklar arasında görülen bu efsane İncil’de; “Bahçede iyi meyve veren çeşit çeşit güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında hayat ağacıyla, iyiyle kötüyü ayırt etme ağacı vardı” (Genesis 2/9) biçiminde karşımıza çıkar. Burada da Yakut efsanelerinde anlatıldığı gibi, ilk insan ve hayvanlar Hayat Ağacı’nın yakınlarında yaşamakta olup, bu ağaç onları beslemekte ve ölümsüzlük sunmaktadır. Bu fikir, sadece İncil’deki cenneti tasvir eden bölümde değil, aynı zamanda Yuhanna bölümünde de karşımıza çıkar” Kim ki nefsini yenerse, ona Tanrı’nın cennetindeki Hayat Ağacı’ndan yemek vereceğim” (Yuhanna, 2/7) der. “Hayat Ağacı’nın” köklerinden hayat suyu çıkmasına ilişkin yansımayı aynı bölümün başka bir yerinde; “Tanrının tahtından akıp gelen berrak Hayat Suyu’nu gösterdi bana” (22/1/f)

Irmağın her iki yanında her çeşit meyve ağacı yetişecek, yaprakları solmayacak, meyveleri tükenmeyecek. Her ay meyve verecekler, çünkü tapınaktan çıkan sular oraya akıyor. Meyveleri yiyecek, yaprakları şifa için kullanılacak (Hezekiel, 47/12) olarak geçmektedir. Burada da Hayat Ağacı’nın iyileştirici, şifa verici etkisinden bahsedilmektedir. Yakut efsanelerinde geçen bazı figürlerde ise (meselâ, “Ağacın Ruhu” isimli Tanrıça) İncil’de rastlanmaz, bu sebeple bu tasavvurun Yakutlara geçiş kaynağının İncil ve Kutsal Kitap efsaneleriyle ilgili olması pek muhtemel görünmektedir.


Bu durumda, Yakut efsanelerinde yer alan bu tasavvurun başka nerelerde yeraldığı sorusu ortaya çıkmaktadır.

Bu sorunun araştırılması kadar, bunun yanında birçok başka zorluğu da beraberinde getirmektedir, zira sadece İncil’de değil, Hind ve İran mitolojilerindeki pek çok efsanede ilk insanın “Hayat Ağacı”nın olduğu yerde yaşadığına ilişkin anlatımlar yeralmaktadır. Meselâ, Rigveda’da (X, 135/I), insan neslinin atası olan Yama’nın, Tanrıların meclisindeki bir ağaçtan su içtiği ve orada eski ataları ağırladığı anlatılır. Hind mitolojisindeki cennet, gök yüzünün üçüncü katında yer alır ve bu kat o dönemki inançlara göre muhtemelen göğün en üst katıdır. Atharvaveda’da da (V; 4/3) “Göğün üçüncü katında, Tanrıların makamı olan Asvattha ağacı vardır” şeklinde geçmektedir. “Hayat Suyunun” kaynağı da bu ağaçta olup, “Soma”, “Madhu”, “Amrta” da buradan çıkmaktadır Chandogja Upanişat’da (VIII. 5/3) ise, Brahma’nın gökyüzünün üçüncü katında, Airammadija denizinin kıyısında bulunan altın evinin önündeki ağaç “Hayat Ağacı”, “Soma’nın damladığı ağaç (asvattha somasavana)” olarak anlatılmaktadır.


İlk dönem Hind efsanelerinde bu ağacın yeryüzünde bir yerlerde, dünyanın merkez dağında olduğu tasavvur edilir. Rigveda metinlerindeki “insanların atası Yama”, İran mitolojisindeki karşılığı olan “Yima” da dünyanın merkezinde bulunan “merkez dağ”da yaşamaktadır. (Yasna, 9/4, ff, Vend.2/5). Öyle anlaşılıyorki, bu inanç şeklinin kökeni muhtemelen Hind-İran (indoiranische Zeit) dönemine kadar uzanmaktadır. İlk dönemlerde “merkez dağı”nın zirvesinin göğün üçüncü katına kadar uzandığı tasavvur edilirken, zaman içerisinde ağaç ve çevresindeki bütün ortam göklere taşınmıştır. Bu efsanevî dağa ilişkin inançlar göz önüne alındığında, Mani dini mensuplarının hayatın başlangıcını anlatırken; “İlk insan Kutup yıldızının ülkesinden gelmiştir” ifadesini kullanmaları gayet tabii görünmektedir. Gerek İran, gerekse Hind mitolojilerinde göğün üçüncü katındaki bu cennet, sadece Tanrıların değil, aynı zamanda insanların atalarının da yaşadığı yerdir. Keza, Altay Tatarlarının cenneti, göğün üçüncü katında yer almakta ve hem “Hayat Ağacı” hem de insanların nesillerini devam ettirmek isteyen ataları bulunmaktadır. Mezopotamya kültürlerinde de cennete ilişkin buna benzer tasvirlere rastlanır. Göründüğü kadarıyla, ölümsüzlük fikrinin bunu sağlayacak bir yiyecek maddesi olmadan tasavvur edilebilmesine rastlanmamaktadır. Babillilerde de, “Tanrıların dağı”nda bulunan hayat pınarıyla, orada yetişen ve “ihtiyarları gençleştiren” bitki tasavvuru yer alır. Bunu, Babillilerden kalma resimlerde “Hayat Ağacı” figürlerinden anlayabiliyoruz.


Her ne kadar efsanelerde geçen cennet tasavvurları birbirlerine yakın özellikler taşıyorsa da, bunların bir kısmında öte taraf/ölümden sonraki cennet hayatı şeklinde tasviriyle, diğerlerindeki ilk insanın doğduğu yer olarak adı geçen yer olarak birbirlerinden ayrıldıkları önemli bir husus vardır. Meselâ, Yakut efsaneleri veya Ahdi Atik’te (Eski Ahid/Tevrat) sözkonusu olan cennet tasavvuru bu ikinci gruptadır. İlk insan “Gayomaretan”ın yeryüzünün merkezindeki dağ “Haraberezaiti”de yaşadığını anlatan bir İran efsanesi de bu gruba dahil edilebilir. Bu efsaneye göre, bu dağda aynı zamanda “Hayat Irmağı” (Ardvisura) ve onun kıyısında da altın yapraklı “Hayat Ağacı” (Haoma) yeralmaktadır. Fakat, İran mitolojisindeki cennete ilişkin diğer efsanelerde bu tasavvuru tam olarak karşılayacak bir unsura rastlanmaz. Buna mukabil, İran ve Yakut efsanelerinde bazı paralel öğeler mevcuttur, meselâ her iki efsanede de insanların atası “beyaz” veya” ışıltılı” biri olarak tasvir edilir. Yakutların Hayat Ağacı’ndaki Tanrıça, hiç şüphesiz Ön Asya’nın iri göğüslü Ana Tanrıçası ile paralellik gösterir. Bu “Ana Tanrıça” kültü, Artaxerxes Mnemon tarafından M.Ö. 400 civarlarında Pers dinine dahil olmuş ve inanışa göre bu Ana Tanrıça, Hayat Ağacında yaşamaktadır. Göründüğü kadarıyla, Mısırlılar da Hayat Ağacı’nı dişi bir varlık olarak tasavvur etmişlerdir.


Mucizevî “Hayat Ağacı” tahayyülü, hiç şüphesiz ki insanlığın yarattığı efsanelerin en önemli ilham kaynaklarından biri olmuştur. Bu konuda Yakut halk şiirlerinde (destanlarında) bununla ilgili oldukça teferruatlı hatıralar muhafaza edilmiştir. Bu sebeple biz de dikkâtimizi ağırlıklı olarak Yakut efsaneleri üzerine çevireceğiz.

Yukarıda nakletmiş olduğumuz efsanelerden anlaşılacağı üzere, Hayat Ağacı’nın çevresinde ilk insan dışında yaradılışın bütün hayvanatı da yeralmakta ve hepsinin beslenme kaynağı bu Hayat Ağacıdır. Ancak, daha ilk başlarda bu ağacın daha da öte bir anlamı olması muhtemeldir. Middedorf’un derlemiş olduğu efsaneye göre, Baş Tanrı ve Doğum Tanrıçası (Hayat Ağacı’nda yaşayan bu Tanrıça) bazı efsanelerde Kubay Hatun, ilk insanı göğün üçüncü katında yaratmış ve buradan yeryüzüne indirmiştir. Efsanenin başka anlatımlarında ise, insanların atasının nasıl buraya gelmiş olduğu anlatılır. Gorochov’un Yakutlar arasında derlediği efsaneye göre, nereden geldiğini merak eden ilk insan, bu konuda uzun uzun düşündükten sonra, bu harika ülkede kendi kendine doğmuş (ortaya çıkmış) olduğu fikrine varmıştır. Bunu efsanede geçen şu sözlerden anlıyoruz: “eğer gökten inmiş olsaydım, üzerimde kar ve kırağı, yeryüzünün Güneyinden, Kuzeyinden, Doğusundan veya Batısından buraya gelmiş olsaydım, üzerimde ağaç veya ot kırıntılarıyla, rüzgarın kokusu olurdu, eğer yerin derinliklerinden gelmiş olsaydım, üzerimde toz toprak olurdu” Efsanedeki ilk insan, bu mucizevî ağaç ve ağacın göğsü süt dolu Tanrıçasını görünce, hisleri onu gerçeğe yöneltmesiyle şöyle diyecektir; “Bana anne ol, sanki beni sen doğurmuşsun gibi. Bana yaratıcı ol, sanki beni sen yaratmışsın gibi”. Anne şefkati arayışı ise; ”Öksüz olan beni yetiştirdin, küçük olan beni büyüttün” sözleriyle dile getirilir.


Burada sadece insan değil, bütün yaratılmış olan canlılar da var oluşları için bu mucizevi ağaca şükran duyarlar. “İlk insan” ağaç ile şöyle konuşur: “Benim beyaz sığırımı büyüttün, şimdi de benim siyah sığırım için uğraşıyorsun, kuşlarımı ve vahşi hayvanlarımı korudun, karanlık sulardaki balıklarımı bir arada tuttun”.


Bazı yerlerde “Hayat Ağacı”, bütün bitkilerin anası olarak tasavvur edilir. Meselâ, 17. yy’dan kalma dinî bir Rus el yazmasında “Hayat Ağacı” tarif edilirken; “cennetin ortasında duran hoş kokulu “Hayat Ağacının” üst dalları göğün yukarısına uzanır, dalları cenneti sarar, köklerinden on iki tane süt ve bal kaynağı çıkar ve üzerinde bütün ağaçların yaprakları ve meyveleri bulunur” ifadeleri kullanılır.


Eski İran’da “Hayat Ağacı” için kullanılan Vispatokma (Bütün tohumların “meni” ağacı) tanımı da muhtemelen aynı anlamı taşımaktadır. Yakut efsanelerine bakıldığında, dünyanın merkezinde yetişen bu dev ağacın bir nevi “Tabiat Ana” olarak düşündükleri ve haklı olarak ona “Hayat Ağacı” adını vermiş olduklarını görürüz.


Bu konuda Goldeler arasında da sözü edilmesi gereken ilginç bir tasavvur vardır. Goldelere göre dünyaya gelecek bütün insanların ruhları (omija), gökyüzündeki büyük bir ağaçtan (omija-muoani) doğup, küçük kuşlar şeklinde yeryüzüne inerler. Dolgan inançlarında da göğün çok yukarılarında, dallarında Baş Tanrı Ajy Tojon ve eşi Suolta–İye’nin çocuklarının yaşadıkları mucizevi bir ağaçtan bahsedilir. Ölenlerin ruhlarını (kut) gökyüzüne çıkaran şamanlar, ruhları bu ağaca taşırlar. Ruhların küçük kuşlar suretinde bu gök ağacının dallarında yaşadıkları inancı, Goldelerde olduğu gibi, Dolganlar ve Tunguzlar arasında da görülür.


Eski Persler, dünya ağacını aynı zamanda “Kartal Ağacı” olarak da adlandırırlar. Birçok efsanede, bu ağacın tepesine tüneyen kartaldan bahsedilir ki, Hind ve Hind etkisi taşıyan Orta Asya efsanelerinde, kanatlarını çırpması ile fırtınalar yaratan kudretli Garuda (Kartal) bu ağacın tepesinde tünemektedir. Ön Asya kültürlerinde rastlanan bu tasavur şekline, arkeolojik tetkiklerde ortaya çıkan mühürlerde sıklıkla dünya ağacının üzerine tünemiş kartal figürlerinde rastlanır. Bunların dışında değişik coğrafyalardan dikkâte değer benzeri örnekler de bulmak mümkündür. Meselâ, İzlanda mitolojisinde geçen “dünya meşesi”nin (yggdrasils askr) tepesinde bir kartal vardır ve önceki bölümlerde bahsetmiş olduğumuz gibi Kuzey Sibirya efsanelerinde yer alan çift başlı kartal “dünya sütunu”nun üzerinde tünemektedir.


Bu efsanevî ağaçla ilişkili olarak sık sık karşılaştığımız bir başka hayvan, yılandır. Kalmuklarda, “Zambu” ağacından denize dökülen yaprak ve meyveleri bir ejderhanın yediği anlatılır. Moğollar ve Buryatlar bu yılana “Abirga” adını verirler. Bazı Orta Asya efsanelerinde Abirga ağacın gövdesine sarılan yılan, kartal/Garide (Garuda) ona saldırmaktadır. İskandinav mitolojisindeki dünya ağacının tepesindeki kartal ile, ağacın altında yaşayan yılan (Niỡhoggr) arasında bu tarz bir düşmanlık vardır. İncildeki cennet hikayesinde veya bundan türeyen diğer efsanelerde yeralan yılan motifi, hayvanların en alt mertebesine örnek teşkil ederken, burada dikkât çekici olan hikayelerde yılanın karşısında rakip olarak kartalın bulunmasıdır. Muhtelif kültürlerde, “Hayat Ağacı” -veya dünyanın merkezi, “Dünya dağı” veya “Dünyanın göbeği”- ile ilgili efsane veya sanat eserlerinde sıklıkla yer alan iki yaratıktan birinin yeraltının kötü güçlerini temsil eden yılan, diğeriyse göklerin gücünü temsil eden kartaldır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 8

 Don, İç Çamaşırı


"... Onbaşı çamaşırları birer birer elden geçiriyordu:

- Bak, işte, bir karı donu daha... Evden sana çamaşırları yanlış mı çıkınladılar? Yoksa bunlar senin mi?

Kamil Bey hem utandı, hem kızdı:

- Benim! Ne olmuş?

- Böyle kısa karı donları burada hiç olmaz. Kimin kimsen gelirse unutma, erkek donu ısmarla,” (Kemal Tahir, Esir Şehrin Mahpusu, 1961).


Avrupa giyimini ister istemez izleyen şehirlilerin erkek ve kadın donları küçüle küçüle sonunda ‘slip’ haline geldi. Kibar olsun diye don yerine Fransızcadan alman külot (culotte) denmeye başlandı ki, bu sözcük Fransızca cul, Latince culus’tan gelir ve kıç demektir. Eski Türkçe ton sözcüğü Orhon yazıtlarında bulunur, tonlug elbiseli, tonsuz giyimsiz, çıplak demektir; sözcük at rengini anlattığı gibi, dervişlerin güvercin tonu’na girmesi de ünlüdür.

Ayak bileğine kadar inen ağı bol, paçaları bağcıklı veya ilik düğmeli donlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında diz kapağının üstüne çıkmış, orta, üst sınıflar entariyle dolaşırken ayaktakımı donla dolaşmakta beis görmemiştir. Kibar sınıfın iç donu bürümcük kumaşından çintaman nakışlıdır, kadın donları baldırın yarısına kadar iner, paça ağzı dantel oyalıdır. Anadolu’da don ve iç donu sözcükleriyle birlikte tuman sözcüğü de kadın donunu anlatır. 1880’lerde yayımlanan Fransızca-Türkçe sözlüklerde culotte sözcüğünün karşılığı şalvar, potur, çakşır, don olarak verilmiştir.


İç çamaşır, don, gömlek ve çevreye yağlık denir, hamam takımları, gelinlik, tel-duvak ve sorguç satıcılarına da yağlıkçı denilirdi. Kapalıçarşı’da toplanmış olan yağlıkçı esnaf Trabzon, Şile bezleri, Kastamonu keteni, bürümcük ve basma yanında dikilmiş hazır çamaşır da satardı.


İç çamaşırın tarihi, konu sözü edilmeye değmeyecek derecede gündem dışı ve ayıp olduğundan oldukça karanlıktır. 1897’de İstanbul, Beşiktaş’a gelip II. Abdülhamid’in ayrıcalıklı mahallesinde evlere ekmek dağıtan Hagop Mintzuri mahallenin yaşamını anlatırken, “Acaba, haremlerin kafesli pencerelerinin ardında ne yaparlardı?.. Fazlaca ev işleri yoktu. Çoğu zaman giyinmezler, gecelikle vakit geçirirlerdi. Don gömlekle ev içinde gezinirler, otururlar veya uzanırlardı daha çok,” diyor. “Çocuklar namahrem bilmez, annelerinin niçin saklandığını anlamazlardı. Sokaktan ‘ekmekçi!’ diye bağırdığımızda, koşarak kapıyı ardına kadar açarlar, kadınlar dehşetle ‘ayy!’ diye bağırarak gelip kapıyı örterlerdi. Bu arada biz de onları görmüş olurduk. Ermeni, Rum veya bir Musevi evinin kapısı açıldığında içerideki kadınları giyimli görürdük. Haremler öyle olmazdı. Kadınlar ender zamanlarda giyimli görünürlerdi. Genellikle fistansız, kısa bir don gömlekle, kolları, bacakları, göğüsleri bilmem neden çıplak olurdu,” diyor (İstanbul Anılan 1897-1940) ama bu iç giyim hakkında tam bilgi edinmemize yetmiyor.


Avrupa’da iç çamaşır giymemenin uygarlık dışı, kabalık, temizlikten uzak bir davranış olarak nitelendirilmesi 1830’lardan itibarendir. Sağlık koşullarının ön planda tutulduğu ilk dönemden sonra 1880’lerden itibaren iç çamaşırın rahatlığı ve güzelliği düşünülmeye başlanmış ve kadın çamaşırında ipek kullanılmaya başlanmıştır. Fakat aynı dönem, Türkiye’de de sağlığına özenen geniş kesimlerin halen yeğlediği gibi, ‘nefes alan’ yünlü çamaşırın doktorların da önerileriyle uyumlu biçimde giyildiği dönemdir. Piyasa için iç çamaşırı üretimi kitleselleşirken 1910’da Amerika’da önü açılan don üretilmiş, 1934’de, bizdeki bebek tulumlarına benzeyen, o zamanın moda plaj kıyafetini örnek alan kadın ve erkek iç çamaşırı modelleri üretilmiştir.

Korsalar, jüponlar çıkarılırken, sütyenin yayılmasıyla iki parçalı kadın iç çamaşırı standartlaştı. Eski entari, fanilalar yerine Îngiliz-Amerikalıların Latinceden dillerine girmiş combine fiilinden türettikleri combinatiorı (bağdaşma, uyuşma, birlik) sözcüğünden adını alan kombinezon, ipek, naylon, daha sonra pamuklu kumaşıyla dünyaya yayıldı ve Fransızca biçimi combinaison’la (1895) bize de geldi.


TSE iç çamaşırı ölçüleri 7 Eylül 1970’de Resmi Gazete'de yayınlandı. Hazır giyim ve iç çamaşırı defileleri bugünkü kadar yaygın olmasa da, bu konuda da toplumsal değişim ve modaların etkisinin Cumhuriyet öncesine uzandığı görülüyor.



Fanila


Avrupalıların açık pencereyle çıplak uyumaları cereyandan, yelden korkan Anadolulular için inanılır gibi değildir. Avrupa’da 1800’lere kadar fanila giyilmezdi. Fanilanın yaygınlaşması da iç çamaşırı gibi 1830’lardan itibaren mikrop korkusunun yaygınlaşması, Victoria çağının yarattığı hava ve yeni kumaş çeşitlerinin üretiminden etkilendi. İç çamaşır patiska, pazenden yapılırken sağlık nedenleriyle yün iç çamaşırı da aynı dönemde yaygınlaştı.


Türkiye’de halk dilinde iç gömleği, içlik olarak bilinen fanila’nın İtalyanca flanella’dan Türkçeye geçtiği kabul edilmektedir. Avrupa dillerinde yünlü giyecek anlamında yaygın olan sözcüğün kökeni Galce yün anlamındaki gtckm’dan gelmektedir (bu sözcük Latince lana, Gotça unılla ile aynı, çok eski bir ortak köke bağlanmaktadır). Ancak Türkçe fanila anlamıyla standartlaşan sözcük Avrupa dillerinde farklılaşmıştır; örneğin Italyancada fanilaya gene yün dokumacılığa ilgili bir kökten maglia, Almancada ise iç gömlek anlamında Unterhemd denmektedir. Atlet fanilası ise Fransızca athlete ’den gelmektedir.


1990’Iı yılların sonlarına doğru genç kızların göbeği açık bırakacak biçimde giyinmeleri moda olunca, yünlü veya pamuklu, fanila da mecburen giyilmez olmuştur.



Pijama


“Bilsen nasıl yakışır gözlerinin rengine Eskimesin dikkat et çiçekli entarine.”


Oktay Rıfat 1932’de ölen babası Samih Rıfat için yazdığı şiirinde ona böyle sesleniyordu. Gece entarisi iki tarafı yırtmaçlı, yarısına kadar dikişsiz, açık ve geniş kollu, kol astarı da kendi kumaşından mamul üç etekli entaridir ve şehirli erkeklerin gece kıyafeti olarak uzun zaman giyilmiştir. Evde kalınan günlerde hiç üstten çıkarılmayan gece entarisinin üzerine hırka, aba hatta kürk giyip sokağa da çıkılıyordu ama II. Mahmud bu âdeti yasaklamıştı. Yaklaşık yetmiş yıl sonra meşhur ittihatçı Cemal Paşa Üsküdar Muhafızı olduğunda bu kıyafetle sokağa çıkmayı tekrar yasaklamak zorunda kalmıştı.


Avrupa’da tarikatlarda giyinik veya çıplak uyunurdu; 12. yüzyıla kadar gece kıyafetinin varlığından söz edilmez, zaten halk arasında soyunmayanın vücudunda bir noksanlığı olduğu düşünülürdü. Bu yüzyıldan itibaren gece entarisi Avrupa’da da üst sınıflardan başlayarak yaygınlaştı. 18. yüzyılda kadın erkek giyimi farklılaştı ve kadınlarınki daha dar ve bele oturur hale gelirken, erkeklerinki kısaldı ve gündüzleri alta pantolon giymek yerine İran’dan getirilen bol pantolonlar (şalvar) giyilmeye başlandı. Fransızcada 1837’depyjaamah biçimiyle görülen sözcük, pae (bacak) ve cama (elbise) sözcüklerinden oluşuyordu. Hindistan’da jamma yerli kumaş adı olduğu gibi, çeşitli sınıflardan kadınlar, Sih erkekleri ve iki cinsten de Müslümanlar tarafından halen giyilmektedir. İngilizcede ilk kez 1828’de “bütün zevki, bol paeejama ve yerli terlikleriyle puro içmek” biçiminde, 1881’de de “bütün Hindistan’da pajama olarak bilinen hafif ve bol beyaz pazen takım” diye geçer. Bu pantolonlar zaman içinde kısalan gece entarisiyle takım oluşturdu.


Özellikle ABD ’de çocuk tulumları gibi iç çamaşırlar uzun süre pijamayla mücadele etti. 1936’da pijamanın erkeklere yakışmadığını, entari giyilmesini savunan bir dernek de kurulmuştu (N. Elias, Uygarlık Süreci,s.273). Orta sınıf mahalle yaşamında gece kıyafeti ile komşular tarafından görülme ihtimalinin yüksek olması, pijamanın daha bol ve rahat gündüz kıyafeti biçimini alıp standartlaşarak yaygınlaşmasına hizmet etti.


Aka Gündüz 1940 yılında Yedigün dergisinde (bkz. Tarih ve Toplum, Sayı: 200) pijamanın Birinci Dünya Savaşı sırasında birdenbire Türkiye’ye girdiğini anlatır, Avrupa’da yaygınlaşmamış bulunan pijamanın savaş zenginlerince ve ‘zenginlik modası’nı izleyenlerce nasıl benimsenip dile düşürüldüğünü hikâye eder. Ankara’nın ilk yıllarında mebusların Ankara Palas’ta kaldığı yıllara ait bir pijama hikâyesi de vardır. Otelde iç donu ve entarilerle dolaşılmasından rahatsız olan Atatürk, mebuslara pijama diktirilmesini söyler. Akşam otele geldiğinde, mebusların pijamalarını giymiş, yemek salonunda hazır, kendisini beklediklerini görür.

Türkiye’de pijama gece entarisinin yerini almış, piknik kıyafeti de olmuştu. Ama pijamanın gecekondular, küçük yerleşimler ve kırsal kesimde yaygınlaşması tamamlanmadan eşofman ve benzerlerinin tercih edilmeye başlanmasıyla bu evre çok daha hızlı geçilmiş oldu.



Sabahlık, Gecelik


Entarinin yakası daha açık, fistolu ve süslü, farbelalı etekli ve bileklere kadar uzun kollu, düğme yerine kurdelayla bağlanır daha renkli biçimi sabahlık olarak giyilir. Kadın gece kıyafeti gittikçe pijamadan uzaklaşırken akşam ve gece giysisi uyumu ve kadınsılık daha fazla vurgulanır olmuş, gecelik ve sabahlıklar üretilmiştir. Alafranga ailelerde eskiden matine diye de adlandırılan sabahlık Fransızcada neglige, İngilizcede negligee sözcükleriyle Latince neglego (kayıtsız, dikkatsiz, ihmalci) kökünden türetilmiştir ve kadının henüz güne başlamadığını, iş yapmaya hazır olmadığını anlatan sabah kıyafetidir.


Erkeklerin robdöşambr (robe de chambre) veya robadi kamera adıyla giydikleri, Türkçe Sözlük’te Refik Halit, Yakup Kadri’den cümlelerle örnek verilen “ev içinde giyilen üstlük”, Türkiye’de çoğunluğun ancak filmlerde gördüğü bir kıyafetken, Osmanlının son döneminden 1970’li yıllara kadar uzanan sürede orta sınıftan insanların günlük yaşam tasarımları hakkında da fikir vermektedir. 1980’li yıllarda daha elitist kesimlerde moda olan kimono ise Japon giysisidir ve Fransızcada 1603 yılından itibaren kullanılmaktadır.


Sabahlık veya gecelik, iç çamaşır ve kombinezon modelleri gibi, niyete göre, örneğin ‘baby-doll’ olarak, renk ve biçimiyle çeşitlendi.



Sütyen


Her şey Mary Phelps Jacobs’un 1913’te yeni aldığı elbiseyle korsası uymadığı için Fransız hizmetçisi Marie ile diktiği ilk sütyenle (biz yanlışa uyarak sütyen diyoruz, resmi imlası ‘sutyen’dir) başladı. Jacobs birkaç arkadaşına yeni icadından hediye etmişti ki, aldığı bir mektupla kendisinden patent hakkı istendi. Kasım 1914’de patent alan Jacobs elde birkaç yüz sütyen üretti. Pazarlama sorunlarını aşamayan Jacobs patentini 1500 dolara Warner Kardeşler Korsa Şirketi’ne sattı.


Korsalar 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa kadınının gündelik giysisi olmuştu. 18. yüzyıldan itibaren darlaşmaya başlayan kadın elbiseleri ile birlikte giyilmeye başlanan korsalar 18. yüzyılın sonlarında ince uzun, dar belli, bedeni saran yünlü pamuklu elbiselerle bir dönem terk edilse de, jüponlar, büzgülü etekler ve kamı ve mideyi saran korsalar yüzyılda tekrar kullanıma girdi. Bu dönemde ilk kez memeleri alttan iten veya bastıran korsalar yerine üst kısmı çanak biçiminde taşıyıcı 

korsaların üretimi başladı. Aslında bu dönemde Fransa’da da, ABD’de de korsanın ayrı bir parçası olarak çeşitli sütyen biçimleri geliştirilmişti. ABD ’de 1840’lardan beri çeşitli patentler alınmış, Fransa’da korsa yapımcısı Flerminie Cadolle 1898’de bugünkü biçimin atası olan sütyeni üretmişti.

Fransızcada  1904’de ilk kez kullanılan soutieri'gorge sözcüğü de tutmak, destek olmak, taşımak anlamında sustinere sözcüğünden türetilmişti. Kadın özgürlük hareketlerinin gelişimi, sağlık endişelerinin giyimde dikkate alınmaya başlaması ve Birinci Dünya Savaşı’nda kadınların çalışmak zorunda kalmasıyla, korsa ortadan kalkmaya başlarken, korsadan ayrı, daha hafif ve pratik üstlükler üretilir olmuştu. 1920’lerden itibaren kadını savaş döneminin erkek çocuk görüntüsünden çıkaran, göğsü belirginleştirip beli darlaştıran giyim moda oldu. Bu tarzla birlikte sütyen kadınların modadan etkilenmeyen temel giyimi olacak kadar yaygınlaştı.

1920’lerde elastik kumaşların kullanımı,  1928’de ilk fabrikasyon üretim ve 1930’larda askısız sütyenler ve standart ölçüler başladı. 1950’lerin Hollywood filmleri sütyenlerin dünyaya yayılmasında etkili oldu. Madonna’nın büstiyer modasında ne kadar etkin olduğunu anımsayanlar, sütyenin yayılmasında Hollyvvood yıldızlarının etkisini teslim edeceklerdir. 1968 öğrenci hareketi sırasında sütyenler yakılsa da, üreticisi “zaman benden yana” diyordu.


Türkiye’ye sütyenler 1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’da çalışan işçiler tarafından getirildi ve önce İstanbul ve Ankara’daki Amerikan pazarlarında satıldı. İthali yasak olduğu için sütyenler ülkeye kaçak sokuluyordu. Eski cumhurbaşkanlarından birinin devlet memuruyken bir görevle gittiği Avrupa’dan dönerken eşine aldığı çamaşırları gümrükten geçirebilmek için içine giydiği bilinmektedir. İlk Alman ürünlerinden sonra 1970’li yıllarda Amerikan patentiyle üretim başlamış, 1979-80’de ‘çeyizlik sütyen’ üretimine girişilmiştir. Sütyen ithalatı ise 1980’den sonra başladı. 1989’da ithalat rejimi düzenlemeleri sırasında bayan iç giyiminde gümrük oranları % 20’den 10’a düşürüldü. Ve iç giyim sanayi geliştikçe sütyen üretimi de gelişip çeşitlendi. The Sütyen (1993) kitabının yazarı Cüneyt Ayral, gene de sütyen kullanıcılarının genç nüfusla birlikte arttığını söylemektedir.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.

Doğu Avrupa'daki Türk Devletleri ve Boyları-1

 

AVRUPA HUNLARI (374-469)


Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğunun zayıflaması üzerine M.Ö. 48 ve M.S. 93 yılları arasında Batı Türkistan sahasına, özellikle Güney ve Kazakistan bozkırlarına göçler oldu, bölgedeki Türk nüfusu arttı. Bunlar daha önce gelenleri İtil (Volga) nehrine doğru ittiler. Bu bölge, yani Cim ve Yayık ırmakları civarı iki yüzyıldan fazla Hun boylarına yurtluk yaptı. Türk boyları çok kalabalıklaştıkları için otlakların yetersizleşmesi üzerine kendilerine yeni vatan aramaya başladılar.


Bazı Hun grupları İtil nehrini aşarak 330-350 tarihleri arasında Kafkasların kuzeyindeki Kuban ve Terek nehirleri arasındaki bozkırları istilâ ettiler. 374-375 tarihinde Balamir önderliğinde Hun kitleleri, İtil nehrini hızla geçerek batıya doğru ilerlemeye başladılar. Önce Alanları yerlerinden ederek batıya doğru ittiler. Arkasından Ostrogotları ağır bir mağlubiyete uğrattılar. Yenilen ve ordusu dağılan Ostrogot (Doğu Gotları) kralı Ermanarik, savaş meydanında intihar etti. Mağlup Ostrogot kitleleri dağınık bir vaziyette geri çekilirken Prut nehri boylarındaki Vizigotları (Batı Gotları) yerlerinden oynattılar. Neticede Avrupa tarihindeki meşhur Kavimler Göçü başladı. Çok kısa bir zaman içinde Balkanlar, Pannonya, İtalya, Galya, İspanya ve Kuzey Afrika yabancı kavimlerin hücumlarına sahne oldu. Hunların savaş tekniği ve askerî usulleri karşısında Avrupalı kavimler dehşete düştü.


Basık ve Kursık liderliğindeki bir Hun grubu, 395-396 yıllarında Kafkaslardaki Derbent ve Daryal geçitlerinden geçerek Anadolu’ya akın yaptılar. Doğu Anadolu’ya girerek, Erzurum, Malatya ve Çukurova’ya kadar ilerlediler. Antakya ile Urfa’yı kuşatıp, Suriye’ye girdiler; Kudüs’e kadar uzanıp geri döndüler. Doğu Anadolu’ya akınlar yaptıktan sonra Urfa’ya kadar ilerlediler. Hunların bu akınlarından dolayı Urfa başpiskoposu Efraim “Bunlar Yecüc Mecüc kavmidir. Küheylânlarının üzerinde fırtına gibi giderler. Geriye dönüp ok atarlar” demiş ve Türkler hakkında daha sonraları birçok hayal ürünü hikâye ve efsanenin doğmasına sebep olmuştur.


400 yılı civarında Karpat Dağları mıntıkasına geldiklerinde başlarında Uldız (Yıldız) bulunan Hunlar, onun idaresinde batıya doğru ilerlemeye başladı. Devletin ağırlık merkezi İtil’den Orta Avrupa’ya kaydı. Hunlar, Tuna’ya ulaşınca Kavimler Göçü’nün ikincisi başladı. Bu arada, Batı Roma İmparatorluğu ile dost olan Uldız, 406 yılında Gotların ve diğer yabancı kavimlerin elinden Batı Roma’yı kurtardı. 410’larda Uldız ölünce Hunların başına geçen Karaton daha çok devletin doğu işleriyle uğraştı. Ondan sonra 422’den sonra Hunların başına Rua, Oktar ve Muncuk isimlerinde üç lider geçti. Bunların arasında Rua’nın pozisyonu daha ileriydi.


Onun orduları Orta Tuna ve Tissa havzalarını ele geçirerek buralardaki Germen ve Slav kavimlerini itaat altına aldı. V. yüzyılın ortalarına doğru Orta Avrupa’dan Hazar Denizi’nin doğusuna kadar uzanan bir Hun Devleti ortaya çıktı.


Rua, 433 yılında ölünce Hunların başına Muncuk’un oğulları Attila ve Bleda geçti. İki kardeşin idaresi on bir yıl kadar sürdü. Bu devirde Hun mezarlarının soyulması üzerine Doğu Roma seferine çıkıldı. Balkanlardaki Bizanslılara ait kalelerin çoğu Hunların eline geçti. 445 yılında Bleda ölünce Attila tek hâkim oldu. Devletini genişleterek doğuda Aral Gölü’nden, batıda Ren nehrine kadar otuzdan fazla kavmi hâkimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya karşı savaşlara girişerek Lüleburgaz’a kadar geldi. 447’de çıktığı büyük Balkan seferinde Doğu Roma İmparatoru Theodusius’u bozguna uğrattı. Harp tazminatı ve yıllık vergi almak karşılığında onunla barış yaptı.


Attila, yıllar önce kendisine gönderilen Honoria’nın nişan yüzüğünü bahane ederek, Batı Roma İmparatorluğu’nun yarısını veya devletin idaresine katılma hakkını istedi. Bunun reddedilmesi üzerine sefere girişti ve Batı Roma kumandanı Aetius ile Paris yakınlarında Campus Mauriacus denilen yerde karşılaştı (451 Haziranı). 24 saat süren savaşta her iki taraf da ağır kayıp verip geri çekildiler. Ancak, Attila maksadına erişmiş, Batı Roma’nın asker kaynağı olan Galya’yı tahrip etmişti. Sayısı iki yüz bine varan Hun ordusunun yarısı Germenler ve Gotlardan oluşuyordu.


Ertesi sene (452 ilkbaharı) İtalya seferine çıkan Attila, Kuzey İtalya’yı istilâ etti. Milano ve Pavya’yı ele geçirdi. Dehşete kapılan Roma İmparatoru, Roma şehrini terk etmeye karar verdi. Ancak Papa Leon’un gelip kendine yalvarması, vergi ve prenses Honoria’mn nişan yüzüğünü teklif etmesi üzerine Attila, ordusunu toplayarak İtalya’dan geri döndü.



Attila, Türk tarihinde olduğu kadar, dünya tarihinde de arkasında derin izler, hatıralar bırakan bir liderdir. Birçok milletin hafızasında ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Onun hakkında İtalya’da, Galya’da, Germen ülkelerinde, Britanya’da İskandinavya’da ve bütün Orta Avrupa’da yüzyıllar boyu ağızdan ağıza dolaşan efsaneler türemiş, roman, resim, heykel sanatlarına konu olmuş, hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Tiyatro yazarlarına, kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Almanların meşhur Nibelungen Destanı gibi çağdaşı kayıtları, onu babacan, iyiliksever ve yüksek vasıflı bir hükümdar olarak tanıtmaktadır. Tanrı’nın kılıcı Ares’e sahip olduğu, Attila’nın bu sayede bütün dünyayı ele geçireceği onun hakkında söylenen efsanelerin en meşhurudur. Dinî taassup içindeki Hıristiyan din adamları onun hakkında acımasız ve gaddar diye hikâyeler uydurmuşlardır.


Attila’nın 453 yılında bir düğün gecesinde ölümü üzerine yerine oğlu İlek geçti. Ancak, Batı Hun Devleti artık çözülmeye başlamıştı. Gerek o ve kardeşleri arasındaki taht mücadeleleri, gerekse Germen kitlelerinin bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmeleri kısa zamanda devletin dağılmasına yol açtı. İlek, Gepid kralıyla yaptığı savaşta öldürüldü. Dengizik, 468 yılında Bizanslılara yenildi ve esir düştü. İstanbul’a getirilerek idam edildi. Attila’nın en küçük oğlu İrnek kendisine bağlı bazı gruplarla Karadeniz’in kuzeyine döndü. Ona bağlı gruplar buradaki Ogur Türklerine karışarak Bulgarları meydana getirdiler.

 


Hunlar, Avrupa tarihinde çok derin tesirler bıraktılar. Her şeyden önce kavimler göçüne yol açarak etnik açıdan bugünkü Avrupa milletlerinin temelini attılar. Hunlar sayesinde Avrupa, estetik açıdan bozkır sanatını tanımış oldu. Batı Roma İmparatorluğu gibi büyük bir devletin tarihe karışmasına ve İtalya’ya yabancı kavimlerin yerleşmesine sebebiyet verdiler. Neticede Roma-Germen siyasi oluşumu başladı. Bunun yanında köylünün ve güçsüzün korunmasına yönelik şövalyelik ruhunun doğmasına sebep olan Hunlar, askerî açıdan Türk ordusunun tesirlerini Ortaçağ boyunca yaşayacak şekilde Avrupa milletlerine aktardılar.


Hunların vergiye bağladıkları Bizans’la yaptıkları anlaşmalarda ticarete önem verdikleri anlaşılmaktadır. 434’teki Margos Barışı’na göre ticaret yine Hunların izin verdiği sınır kasabalarında yürütülecekti. Grek tacirlerinin Hunları aldatması Attila’nın Bizans üzerine yürüme sebeplerinden birisi olmuştur. Hunlar Balkan seferinde Belgrad ve Niş gibi müstahkem mevkileri ele geçirdiler. 447 tarihindeki Anatolios Barışı’ndan sonra Tuna nehrinden beş günlük mesafedeki yerler boşaltılmış ve ticaret bundan sonra sadece Niş şehrinde yapılmıştır.


Alıntıdır.

YAŞANTIMIZDAKİ MOLEKÜLLER " SU"

 Bizler, her yanı moleküllerin birleşiminden meydana gelmiş bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Bazı moleküller, metan ya da hidrojen gazı gibi daha küçük ve basittir. Bazı moleküller ise son derece büyük ve kompleks bir yapıya sahiptir. Bazı moleküller kokudan ve tattan sorumludurlar. Bazıları havada uçar, bazıları vücudumuzu, bazıları da suyun derinliklerindeki ihtişamlı güzellikleri meydana getirirler.

Kısacası yaşantımızdaki herşey moleküldür. Söz konusu "herşey" çok geniş bir anlama sahiptir. 109 atom çeşitli şekillerde birleşir ve etrafımızdaki "herşeyi" oluştururlar. Bu atomların meydana geliş şekilleri, yani oluşturdukları özel dizaynlar, birbirinden farklı maddesel özelliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Bazen moleküle tek bir atom eklenir ve içtiğimiz su bir zehire dönüşebilir. Moleküle eklenen veya molekülden ayrılan tek bir atom, yenilemez şeyi yenilebilir hale, keskin ve çirkin bir kokuyu muhteşem gül kokusuna dönüştürebilir. Aynı atomların farklı şekillerde birbirlerine bağlanmaları, molekülün rengini değiştirebilir, akışkan bir maddeyi katı yapabilir. İşte evren, henüz bilimin tüm sırlarını çözemediği bu eşsiz sanatın sergilendiği yerdir.

 

 

Su

 

Yeryüzünde sıvı, katı ve gaz halinde olmak üzere oldukça fazla miktarda su bulunmaktadır. Bu miktarın %97'si tuzludur. Dünyadaki tatlı suyun %75'i ise kutuplarda katılaşır. Toplam suyun geriye kalan %1'i içilebilir, ama bunun çoğu ulaşılamayan derinliklerdeki yer altı sularıdır. Canlılığın ihtiyacını karşılayan su ise, göllerde ve nehirlerde bulunan toplam suyun %0.05'idir. Bu az miktar bile yeryüzündeki canlıların yaşaması için yeterlidir.

Ancak ne ilginçtir ki, dünyadaki suların %97'sini oluşturan tuzlu sular, yani tüm okyanus ve denizler, aslında insanın ve diğer kara canlılarının yaşamına hizmet etmektedir. Çünkü tatlı suyun insanlara taşınması, okyanus ve denizlerden buharlaşan suların bulutlarda birikmesi ve sonra da yağmurla yeryüzüne dönmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Dünya yüzeyinin %70'inden fazlasını kaplayan okyanus ve denizler, geriye kalan karaları sulayacak buharlaşmayı en ideal değerlerde sağlamaktadır. Karalar daha fazla olsa kurak bölgeler ve çöller çok artardı. Karalar daha az olsaydı, bu kez de hem insanlara yaşam ve tarım açısından yetersiz bir alan kalacak hem de bu alanlar aşırı derecede yağmur alarak verimsizleşecekti. Dolayısıyla dünya üzerindeki kara-su oranı, insan yaşamı için en ideal değerdedir.

Su, içinde ve çevresinde birçok canlı türünü barındırma özelliğine sahiptir. En küçük bir su damlası bile içinde yüzlerce mikroorganizmayı barındırabilir. Su aynı zamanda canlı bedeninin "içindedir". Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar %50 - %95 oranında sudan oluşmaktadır.

Su, iki hidrojen atomu ve bir oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelir. Ama bu iki atomu su molekülünü oluşturacak şekilde birleştirmek oldukça zordur. Hidrojen ve oksijen atomlarını kontrollü bir ortamda veya bir tüpün içinde biraraya getirdiğinizde bunların aniden bir su molekülüne dönüştüğünü göremezsiniz. Yüzlerce yıl bekleseniz yine böyle bir sonuç ile karşılaşamazsınız. Tüpün içinde su, ancak binlerce yıl sonra ve oldukça az miktarda oluşabilir. Bu da ancak bir ihtimaldir.

Bazı moleküllerin meydana gelebilmeleri veya değişim geçirebilmeleri için yüksek bir enerji seviyesinin ve dolayısıyla da yüksek bir sıcaklığın olması gerektiğinden daha önce bahsetmiştik. Su için de aynı şey geçerlidir. Havada serbest halde dolaşan iki molekül olan Hidrojen (H2) ve Oksijen gazının (O2) biraraya gelerek suyu oluşturabilmeleri için çarpışmaları gerekmektedir. Çarpışma sırasında hidrojen ve oksijen moleküllerini oluşturan bağlar zayıflar ve bu molekülleri oluşturan atomlar yeni bir molekül olan suyu meydana getirmek üzere birleşirler. Ancak söz konusu çarpışma ancak çok yüksek bir sıcaklıkta ve yüksek bir enerji seviyesinde meydana gelmektedir. Şu anda yeryüzünde suyun oluşumuna olanak sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Dünyada var olan su, dünyanın oluşumu sırasındaki yüksek sıcaklık sonucunda oluşan su miktarıdır. Bu miktarda hiçbir zaman bir değişme olmaz.

İçtiğimiz, kullandığımız, besinlerle aldığımız su, bize her an düzenli olarak arıtılmış şekli ile geri gelir. Çünkü su, sıcaklıktan etkilenerek 3 farklı halde bulunabilir. Katı hale gelen su, adeta rezerve edilmiş gibi kutuplarda dev buzullar şeklinde saklanmaktadır. Yeryüzünde kullanılan su ise, gaz haline dünüşebildiği için buharlaşarak havaya yükselir ve burada yeniden insanların kullanımına sunulacak şekilde sıvı hale dönüşüp yağmur olarak yeryüzüne düşer. Kısacası bizler, suya özel olarak verilmiş bu özellikler sayesinde defalarca aynı suyu içer, defalarca aynı suyu kullanırız.

 

Suyun Kaynağı: Hidrojen Bağları

 

Su, oda sıcaklığında sıvı haldedir. Normal şartlarda bu ilginç bir durumdur, çünkü su küçük bir moleküldür ve amonyak veya metan benzeri diğer küçük moleküllerde olduğu gibi bu molekülün de oda sıcaklığında gaz olması beklenir. Suyun sıvılığı küçük hidrojen atomlarından, bunları güçle çeken oksijen atomlarından ve dolayısıyla iki su molekülü arasında oluşan hidrojen bağlarından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi su molekülünü kovalent bağlar oluşturur. Ancak meydana gelen bu molekülü bir diğer su molekülüne bağlayan bağ, hidrojen bağıdır. Daha önce de belirtildiği gibi hidrojen bağları son derece zayıf bağlardır. Bir hidrojen bağının ömrü yaklaşık olarak saniyenin yüz milyarda biri kadardır. Ancak bağın kırılması molekülü ortadan kaldırmaz, çünkü bir bağ kırıldığında yerine hemen yeni bir bağ oluşur. Bu yenilenmenin sonucunda su moleküllerinin birbirlerine yapışmaları mümkün olmaz. Ama bunun bir sonucu olarak bu moleküller akışkan olurlar. Sonuç olarak moleküller bağımsız hareket eden bir gaz yerine, hareketli bir sıvı olarak biraraya kümelenirler. Suyun benzerlerinden farklı olan bu yapısı, yaşam için temel unsurlardan bir tanesidir.

Su molekülleri arasındaki zayıf hidrojen bağlarının bir diğer sonucu da, suyun sıvı ve katı hali arasındaki yoğunluk farkıdır. Bilinen tüm maddelerde katılar sıvılardan daha yoğundurlar. Örneğin, normal şartlarda eritilmiş demirin içine katı demir parçaları attığınızda bu katı maddeler kesin olarak dibe çökecektir. Ama su için bu geçerli değildir. Suyun katı hali olan buzun yoğunluğu sudan daha azdır. Su, buz haline dönüştüğünde hidrojen bağları nedeni ile buzu oluşturan her bir molekül komşusunu sıkıca yakalar, ama buzu oluşturan bu moleküller arasındaki uzaklık çok fazladır. Dolayısıyla bu molekülleri oluşturan bağlar arasında boşluklar kalır. Katı haldeki suyun yapısı işte bu nedenle sıvı durumuna göre daha fazla boşluk içerir ve bu nedenle de daha az yoğundur. Bunun bir sonucu olarak, bir suyun içine buz attığınızda, buz suyun mutlaka yüzeyine çıkacaktır.

Suyun bu özellikleri canlılık için son derece önemlidir. Hidrojen bağlarının bu etkisi ile su daima yüzeyinden başlayarak donar. Bu da, kışın göl ve denizlerin üst katmanlarının buz tutmasına, su yüzeyinde yüzlerce tonluk dev buzulların oluşmasına ve buz kütlesinin altında suyun sıvı kalmasına neden olur. İşte suyun sadece yüzeyinin donmasının önemi burada ortaya çıkar. Su içinde yaşayan binlerce canlı bu sayede kışın da yaşamını devam ettirebilmektedir. Yüzeydeki buz aynı zamanda bir koruyucudur. Buz kütleleri suyun alt katmanlarını izole ederek daha fazla soğumasını da engellemiş olur. Alt katmanlardaki bu su kütlesi bu sayede en fazla artı 4 C'ye kadar soğur. Bu sıcaklık da deniz canlılarının yaşamlarını sürdürebilmeleri için yeterli bir sıcaklıktır. Buzun yoğunluğu sudan daha fazla olsaydı, sular dipten donmaya başlayacak, bir izolasyon olmadığı için donma yüzeye doğru ilerleyecek, dünyadaki denizlerin önemli bir bölümü buzdan ibaret hale gelecek ve böylelikle sudaki yaşam son bulacaktı.

Suyun bu özelliklerinin getirdiği bir başka sonuç daha vardır. Örneğin hafif bir metali suya bıraktığınızda bunun dibe çökmediğini, suyun üzerinde sabit olarak kaldığını görürsünüz. Bunun yanında bazı böcekler de suyun yüzeyinde rahatlıkla yürüyebilmektedirler. Metal sudan daha ağırdır, böceklerin bir kısmı da öyle… Peki suyun üzerinde durabilmeyi nasıl başarırlar? Bunun sebebi yine bizleri suyun özel yaratılışına götürür. Su moleküllerini birbirine bağlayan hidrojen bağları, "suyun yüzey gerilimini" meydana getirirler. Bu gerilim, suyun yüzeyindeki moleküllerin birbirleri ile ve aynı zamanda alttaki moleküllerle hidrojen bağları kurması ile oluşmaktadır. Bir böceğin suyun dibine batabilmesi için bu hidrojen bağlarından bir kısmını koparması gerekmektedir. Gemileri su yüzeyinde tutan şey de aynı yüzey gerilimi ve aynı zamanda suyun kendi iç direncidir. Eğer suyun bütün bu özellikleri olmasaydı, şu an gemilerin varlığından eser olmazdı, balıklar suyun içinde yaşayabilmek ve yüzebilmek için oldukça büyük bir enerjiye ihtiyaç duyarlardı, hatta belki de suyun içinde şimdiki çeşitlilikte yaşam olmazdı.

 

Topraktan yeni çıkmış açık yeşil renkteki bir çim tanesinde de, boyu metrelere varan dev ağaçlarda da hakim olan sistem suyun mucizevi özellikleri ile yakından ilgilidir. Su, moleküler özelliği ve bağlanma şekli nedeni ile bitkinin köklerine girer ve bitkinin içindeki borular boyunca yukarı doğru uzanır. Bazen bu yükseliş onlarca metreyi bulur, bazen de onlarca dala ayrılır ve birbirinden farklı yerlere ulaşır. Başka hiçbir sıvının bu kadar kolay başaramadığı bu işlem, "suyun kılcal hareket edebilme" özelliğidir. Su aynı zamanda emilebilirlik özelliğine de sahiptir. Odun veya jelatin gibi maddelerle temas ettiğinde hemen onların içine nüfuz edebilir. Çimlenmeye başlayan tohumların su alarak şişmesi de suyun bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer yeryüzünde su ve toprak altında tohum olmasına rağmen suyun emilebilirlik özelliği olmasaydı, yeşil dünyadan eser kalmayacaktı. Bitki örtüsünün olmaması ise, yeryüzünde tüm canlılığın yok olması anlamına gelirdi.

 Su, kendisini meydana getiren bu zayıf bağlar nedeni ile sıcaklık değişikliklerine direnç gösterir. Hava sıcaklığı aniden artsa bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş artar. Hava sıcaklığında ani bir düşüş olduğunda ise suyun sıcaklığı yine yavaş yavaş düşer ve su hava kadar soğumaz. Eğer suyun böyle bir özelliği olmasaydı, suda yaşayan canlılar şiddetli ve ani sıcaklık değişimlerine karşı koyamayacak ve kısa sürede ölüp tükeneceklerdi. Dahası, bizler de bu durumun etkisinde kalacak ve vücudumuzu meydana getiren %70 oranındaki suyun sıcaklıktan hemen etkilenmesi sonucunda ya aniden donacak ya da aniden ateşlenecektik.

Su aynı zamanda mükemmel bir eritkendir. Pek çok madde, özellikle de şeker, su ile hidrojen bağları oluşturabildiği için suda kolaylıkla eriyebilmektedir. Suda aynı zamanda tuz veya mineraller gibi iyonik bağlarla biraraya gelmiş moleküller de rahatlıkla erir. Suyun bu eritici özelliği vücudumuz için de son derece büyük bir öneme sahiptir. Besinlerin hücreye taşınması için su, mükemmel bir ortamdır. Aynı zamanda su, hücre içindeki moleküllerin de rahatlıkla hareket edebilecekleri ideal bir sıvıdır. Su, sıvı olduğunda bütün bunları vücut ısısında yapar. Ancak eritken özelliğine rağmen su kemiklerimizdeki kalsiyum ve fosfatı çözemez, bu nedenle iskeletimiz kendi sıvımızda çözünmez. Bu, kemiklerimizi oluşturan moleküllerin yapısından kaynaklanmaktadır. Kemikleri oluşturan özel moleküler yapı, suyun eritici özelliğine karşı koyacak şekilde biraraya gelmiş ve özel bir biçimde bağlanmış atomlardan oluşmaktadır.

 

Fazladan Eklenen Tek Bir Oksijen Atomu Suyu Zehirli Bir Maddeye Dönüştürebilir

 

Hayatımızda bu kadar büyük bir önemi olan suyu oluşturan atomlar belirli sıcaklık ve enerji seviyelerinde bir başka oksijen atomuyla daha birleşirler. Bu birleşme sonucunda H2O formülü H2O2 haline gelir. Görünürde bu küçük bir değişikliktir, ancak bu küçük değişiklik bu molekülün kimyasal özelliklerini tümüyle değiştirmeye yeter. Rahatlıkla içip kullanabildiğimiz, hayatımızın en önemli parçası olan su, bünyesine bir oksijen atomu aldığında hidrojen peroksit haline gelir. Bu değişim oldukça ilginçtir, çünkü bize fayda sağlayan su, bu değişim ile birlikte tümüyle zararlı etkilere sahip olan bir maddeye dönüşür. Peki yeni oluşan bu madde hangi özelliklere sahiptir?

Hidrojen peroksit güçlü bir oksitleyicidir, onunla temas eden tüm canlı bileşikleri ya yok eder ya da onlara ciddi zararlar verir. Zehirli etkisi nedeni ile havadaki sis ve kirliliğin oluşmasında etkilidir. Aynı zamanda güçlü kimyasal etkisi nedeni ile bir beyazlatıcıdır da. Siyah, kahve ve kumral renklerden sorumlu olan melanin pigmentlerini ve diğer pigmentleri okside edip yok etmektedir. Koyu renk saçların açık renge dönüştürülmesinde bu madde kullanılmaktadır.

 

Alıntıdır.

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Oğuz Türklerinin Yurdu Azerbaycan

13 Kasım 2022 Pazar

M.Ö. I. Yüzyıl ve M.S. I. Yüzyıl Arası Hunlar ve Çinin Durumu

 Çağdaşlarının Gözüyle Han Siyaseti


M.Ö. I. Yüzyılın sonlarında, Çin İmparatorluğu, ancak 2 bin yıl sonra Mançurya İmparatorluğu tarafından değiştirilen sınırlara ulaşmıştı. Şimdi, o dönemdeki çağdaş Çinliler’in durumu nasıl değerlendirdiklerine bir göz atalım.


“Wu-ti zamanında Hunlar’a hâkim olmak için sarfedilen gayretler, onların Batı bölgelerini sınırlarına katmaları, güneyde ise Tankutlar’la ittifak etmeleriyle birlikte huzursuzluğa dönüştü. Fakat Çinliler, Ordos’a sahip olmak için dört kasaba kurup, Yü-men Huan’ı inşa ederek Hunlar’ın sağ kolunu kesmek ve güneyde Tankut ve Yüeçiler’le ilişkilerini koparmak için Batı ucuna giden yollar açtıkları zaman, takviye kuvetleri olmayan yabgu (Büyük Sedden kuzeye doğru) uzaklaştı. Ayrıca, henüz kumlu steplerin güney kesimlerinde herhangi bir prenslik yoktu. İmparator Wen-ti’den itibaren, [179-157 yılları] beş nesil boyu halk huzur içindeydi. İmparatorluk zengin; ordu, büyük ve güçlüydü. Bu yüzden gergedan ve kablumbağaları görünce Chu-ya ve benzeri gibi toplam yedi bölgeyi keşfettiler. Portakal suyuna ve bambu bastonlara imrenerek Chang-k’o ve Yü-yeh-sui’yi keşfettiler; kanatlı atlar ve üzüm hakkında bilgi edinince, Davan ve An-hsi’ye ulaştılar. Bundan sonra hükümdarın sarayları, göz alıcı inciler, süslü kaplumbağa kafaları, şeffaf gergedan boynuzları ve güneyin mavi kuzgununun tüyleriyle doldu. Sarayın ahırlarına yabancı ülkelerden en iyi atlar, iri filler, aslanlar, rüzgar gibi hızlı koşan tazılar getirildi. Kuşların çoğu, vahşi hayvanlar avlanarak beslendi. Yabancılar, dört bir yandan akın akın gelmeye başladı. Böylece Shang-ling-Yüan’ı genişlettiler, K’un-ming Gölü’nü kazdılar. Ch’ien-men wang-hu-kung sarayını ortaya çıkardılar. Mukaddes Shen-ming-t’ai kulesini yükselttiler. Dağ gibi yığılan inciler ve değerli taşlarla süslü İmparator Chia İ ve benzerlerinin saraylarını kurdular. İhtişamlı kalkanlar altında duran, göz alıcı elbiseler giyen ve nefrit süslü tahtta oturan Göğün Oğlu, yabancı konuklara ziyafet çekmek için şarap musluklarını ve et dolu ormanı (kızartılmış etlerin konulduğu ağaçlarla süslü salon.-L.G.) açtı. Müzik, değişik okus-pokuslar ve oyuncak yırtıcı hayvanlar, izleyenlerin gözlerini aldı. Yabancı konuklara verilen hediyeler, uzak ülkeleri elde tutmak ve orduları sefere göndermek için dağ gibi para gerekiyordu. Para yetmeyince, şarap satışlarına rüsum koydular, tuz ve demir satışlarına vergi bindirdiler; gümüş paralar döküp, kürk ihtiyaçları için borçlandılar. Yetmedi; arabalardan geçiş vergisi, teknelerden seyir rüsumu ve bütün evcil hayvanlar için vergiler koydular. Halkı soyup soğana çevirdiler, ama devlet gelirlerini harcadılar. Bir de kıtlık yılları bunları takip edince, her yerde isyanlar çıktı; yolda yürünemez hale geldi...” 

Burada, Biçurin’in bu alıntısını, tarihçi Pan Ku’ya istinad ettirdiğini teslim etmek gerekir. Çünkü o, Han sülalesinin yükseliş ve düşüşünü mükemmel bir şekilde tasvir etmiş, bu yükseliş ve düşüşün birçok sebeplerini gözler önüne sermiştir. Bundan başka, tabii bir diyalektikçi olarak, şu veya bu olayın önce yükselmeye, sonra düşüşe yol açtığını ispat etmiştir. Elbette, sadece dış problemler bu düşüşe yol açmamış, Han imparatorlarının sıkıcı tedbirleri de bu işte önemli rol oynamış; iç ekonomik ve sosyal problemler ise, çöküntüyü hızlandırmıştır. Bu yüzden biz, başka Çinli yazarlara geçelim. 


Tuz, demir ve şarap üzerindeki tekelci sistemlere karşı “Tuz ve Demirin İşletilmesi Üzerine Tartışmalar” (“Yen-te Lun”) isimli bir çalışma yapılmıştır. Sanırım bu çalışma, M.Ö. II-I. Yüzyıllar civarında meydana getirilmiştir. Eserde, tekel sisteminin ve fahiş fiyatların tarımı sekteye uğrattığı, pekçok insanı topraktan kopardığı, onları haydutluğa zorlayarak çiftçiliği küçümsemeye sevkettiği kaydetilmekte; ayrıca, yabancılarla yapılan ticaretten büyük gelirler elde edileceği belirtilmektedir: “Bir top âdi Çin ipeği karşılığında Hunlar’dan birkaç misli altın almak ve böylece düşmanın kaynaklarını tüketmek mümkün. Katır, eşek ve deve, sınırımıza getiriliyor ve bize sürekli olarak sevkediliyordu. Bütün halklar, yetiştirdikleri atları ve diğer türleri emrimize âmâde ediyorlardı. Samur, sansar, tilki ve parsık kürkleri, parlak ve desenli halılar, hazinelerimizi doldurmakta; yeşim, değerli taşlar, mercanlar ve kristaller, prensliğimizin sermayesini teşkil etmektedir. Eğer bu servetlerimiz diğer krallıklara kayıp gitmezse, halkın ihtiyaçları fazlasıyla karşılanır.” Açıkçası yazar, yönetime köylülerin devlet gelirlerine ortak edilmesini, bunun için tuz ve demir fiyatlarının düşürülmesini, ayrıca ziraî mahsullerin fiyatlarının yükseltilmesini tavsiye etmekte; durumu düzelen köylünün mahsulünü dış pazara götürebileceğini ve bunun da refah seviyesini yükselteceği görüşünü savunmaktadır. Fakat paraya çok ihtiyacı olduğu halde, Hunlar’la sınır ticaretini kesen Wu-ti’nin bu görüşleri paylaşması mümkün değildi.

“Yen-te-lun” kesinlikle kölelerin ve suçluların emeklerinden faydalanılmasını yargılamaktadır. Çin’de köleler ve suçlular, demir üretimi de dahil olmak üzere devlet işlerinde kullanılırlardı. “Yen-te lun”a göre köleler, verimli çalışmıyorlardı. Yollar ve maden ocakları pislik içindeydi. “Zavallı insanlar kütük çekeceğim diye ellerini parçalıyorlardı.” Ama Wu-ti’nin umurunda mı idi bu? Ona sadece “kanatlı atlar” lazımdı.


Pan Ku, bundan başka, Konfüçyanizmin büyük bilginlerinden Tung Chung-shu’nun da rejimi suçlayıcı görüşlerine yer vermektedir:


”Ch’in sülalesi döneminde Shang Yang’ın reformları değiştirildi; eski imparatorların sistemleri bir yana atılarak, yarıcı tarlaları yönteminden vazgeçildi. Halk, toprak alıp satacak hale geldi. Zenginlerin toprakları sürekli genişleyip büyürken, zavallı halk, söküğünü dikmekten âciz duruma düştü. Bunun yanında zenginler, göllerden ve nehirlerden faydalanırken, dağların ve ormanların zenginliklerinden istifade ederken, zavallı insanlar nasıl endişelenmesinler ki? Askerlik ve çalışma yükümlülükleri, eskisine nazaran 30 misli arttı. Toprak ve kelle vergisi, tuz ve demir rüsumları geçmişe nisbetle 20 kat arttı. Bazıları, kaba kuvvet sarfederek tarlalarda yarıcı olarak çalışıyor. Bu yüzden fakir insanlar, sürekli olarak hayvan derisi giyiyor, it ve domuz eti yiyorlar. Bu durum ise onları zayıflattığı gibi, aç gözlü ve gaddar devlet memurlarının onlara komplolar düzenleyip öldürmelerine yol açıyor. Hiçbir desteği olmadığı için zulümden kaçan halk, haydutluk etmek için ormanlara ve dağlara çekiliyorlar. Yarı çıplak insanlar, daha yolun yarısındayken yakalanıp hapse atılıyorlar. Bir yıl içinde bunların sayısı binlere, onbinlere ulaşacak. Han sülalesi işbaşına gelince, bu durumu aynen muhafaza etti. Eskiden olduğu gibi, yarıcı tarlaları sistemi hemen getirilemese bile, eskiye biraz yakın şekline dönülmesi gereklidir. Sınırsız toprak mülkiyeti kaldırılmalı ve zenginler, yeterli toprağı olmayanlarla eşit hale getirilmelidir. Toprak ele geçirmeye son vermek; halka tuz ve demir sağlamak şarttır. Kölelik sistemi yıkılmalı, kölelerin öldürülmesi yasaklanmalıdır. Halkın durumunu düzeltmek için vergiler azaltılmalı, mükellefiyetler sınırlandırılmalıdır. Ancak o zaman ...iyi yönetilebilir.” Wu-ti, Konfüçyanist üstadla da anlaşamadı; fakat onun halefleri, bu zor dahili problemlerden kurtuluş yollarını aramaya başladılar. I. Yüzyılın sonlarında, maden ocaklarında çalışan köleler isyan ettiler. Çin ekonomisi ve sosyal yaşantısı, gösteriş uğruna âdeta felç oldu. K’un Huang ve Ho Wu isimli üst düzey memurlar, İmparator P’ing-ti’ye (M.S. 1-5 arası) isteklerini belirten bir raporla müracat ettiler: “..beyler, devlet memurları ve halk, 300 mou (bir mou 6 hektar-L.G.) dan fazla toprak edinemesin; prensler 200, devlet memurları ve halk 30’dan fazla köle sahibi olmasın. Bir kanun üç yıl süreyle geçerli olmak zorundadır..” Fakat Han manorşizmi, böyle bir şeyin sorumluluğunu yüklenmeyi uygun bulmadı. Bunun üzerine M.S. VIII. yılda başbakan Wang Mang tahtı gaspetti.

Neyse biz şimdilik Çin’i bir yana bırakıp tekrar Hunlar’a dönelim.


Çin Himayesindeki Hunlar


Yabgu Hu-han-yeh, arkasında birçok çocuk bırakarak, M.Ö. 31’de öldü. İkinci hanımından olan büyük oğlunun tahta geçmesini, küçük kardeşinin de halef olmasını vasiyet etmişti. Onun bu vasiyeti, daha sonraki yıllarda kanun gücü haline geldi.


Veliaht prens, Fu-chu-lei-jo-ti-yabgu ünvanıyla tahta geçti. “Jo-ti” lakabı, “saygıdeğer” (imparatora özenme) manasına gelmekte ve süverenliği reddetme anlamı ifade etmekteydi. 25 yılında saraya gelerek bağımlığını arzetti ve buna karşılık da bol miktarda ipek ve kağıt vatkalar kendisine hediye edildi. Fakat 20’de tahtı Su-hsia-jo-ti-yab-gu ünvanı alan kardeşine bırakarak öldü. Su-hsia, oğlunu Çin sarayına hizmet etmesi için gönderdi. 12 yılında o da ölünce, tahta amcazadesi Ch’e-ya-jo-ti-yabgu oturdu. Fakat 8’de o da öldü ve bu defa onun küçük kardeşi Wu-chu-liu-jo-ti yabgu oldu. İsimleri sayılan bu yabguların hepsi, büyük oğullarını rehin olarak saygı duydukları Çin sarayına hizmet etmeye gönderdiler. Bozkırda siyasî üstünlük, kesinlikle Çinliler’de idi. Fakat aradan geçen otuz yıllık huzurlu bir hayatın, Hun toplumunun durumuna tesir etmediğini düşünmek mümkün değildir. Gerçekten Hun toplumu, Çin kültürünün tesiri altına girmişti. Medeniyetle kucaklaşmış olmak, onları vahşi hayattan uzaklaştırmış ve bu medeniyetin cazibesi, göçebelerin hayal dünyasına az-çok tesir etmişti. Böylece bozkır geleneğinde yeni bir dönem açılmıştı. Gerçi Çi-çi’yle birlikte birçok insan hayatını kaybetmişti, ama aradan geçen 30 yıl, bu kayıpları telafi etmişti. Nitekim M.Ö. 5’de meydana gelen olaylar, bunun fazla önemli olmadığını açıkça ortaya koymuştu. Atalarının izinden giden bir Wu-sun prensi, zenginlik ve şöhreti yakalamak amacıyla, Hun göçebelerine saldırma teşebbüsünde bulunmuş; başlangıçta biraz başarılı olmuş, bir miktar olca ele geçirmiş, fakat Wu-chu-liu-yabgu ordusuyla gelerek prense öyle bir darbe indirmişti ki, sadece olca ve savaş esirlerini kurtarmakla kalmamış; prens, oğullarını rehin olarak Hun otağına gönderdiği gibi, bir daha bu tehlikeli komşusuna saldırmaya tövbe etmişti. 

Wu-chu-liu’nun tahta oturup durumu düzeltmesinden hemen sonra Çin yönetimi, Hun topraklarını kırpmaya karar verdi. Gelen elçi, yabguya küçük bir toprak parçasının Çin’e teslim edilmesi teklifini iletti. İstenilen bu arazi, ormanla kaplıydı. Ağaçları ok yapmaya elverişli; kartalların telekleri ise, ok arkasına takmak için birebirdi. Yabgu, bu teklifi reddederek imparatora bir uyarıda bulundu. İmparator, verdiği cevapta elçinin haddini aşarak böyle bir teklifte bulunmuş olduğunu, kellesinin kesileceğini bildirdi, fakat daha sonra elçiyi affederek güneye sürmekle yetindi. M.Ö. I yılında yabgu, Çin sarayına gelerek, seleflerine nisbetle çok büyük hediyeler aldı. Han yönetimi özenle barışı muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat M.Ö. I yılında Ai-ti öldü ve tahta küçük yaştaki P’ing-ti geçti. İmparatoriçe ninenin tahtı vekaleten yöneteceği ilan edilmişse de, gerçek anlamda yönetim onun sevgilisi olan Wang Mang’ın elindeydi. Wang Mang, kendisini çok güçlü görüyordu. Bu yüzden Çin’in iç ve dış politikasında kesin değişiklikler yapmaya girişti.

4 yılında Çin bölge valisi, Wu-huanlar’ın Hunlar’a vergi vermesini yasakladı. Vergi tahsildarı gelince, Wu-huanlar ödeme yapmayı reddettiler. Bunun üzerine tahsildar da Wu-huan aksakalını bacaklarından astı. Olaya çok sinirlenen aksakalın silahlı akrabaları tahsildarı öldürdüler. Bu defa yabgu, Doğu Chu-ki-prensini intikam almaya gönderdi. Hiçbir şansı olmayan Wu-huanlar, evlerini ve ailelerini bırakarak canlarını kurtarmak için dağlara kaçtılar. Hunlar, bin kadar kadın ve çocuğu esir alıp götürdüler ve fidye karşılığında iade etmeyi de reddettiler. Wang Mang ise Wu-huanlar’a hiçbir yardımda bulunamadı.

Bu arada Wu-huanlar, kendi aralarında parçalanmışlardı. Küçük k’un-mo Wu-ch’ü-t’u’nun çocukları iç çarpışmalar sırasında öldüğü için, taht, Çinliler tarafından yeni bir prense verilmişti. Büyük k’un-mo Ch’i-li-mi, kendi ülüşünde Çin idarî sistemini uygulamaya başlayarak, kabiledaşlarının sürülerini kendi meralarında otlatmalarını yasaklayınca, onlar da bu olaya sinirlenip K’un-mo’yu öldürmüşlerdi. Çinliler, olaya şiddetle tepki göstererek, suçlu-suçsuz birçok insanın kellesini kesmişler; bunun üzerine prenslerden biri, M.Ö. 11’de 80 bin Wu-sun’u alarak K’ang-chü’ye götürmüştü. Bu prens, orada kendi ülkesine karşı K’ang-chü’den askerî yardım istemiş, fakat galiba bu yardımı alamamıştı ki, Çinliler’le anlaşmayı denemiş; ancak, âniden saldıran Çin birliklerince kuşatılarak öldürülmüştü.

Bu olaydan sonra Wu-sunlar’dan hemen hemen hiç bahsedilmez. Sadece 436’da Ju-janlar’ın tazyikleri sonucu Wu-sunlar’ın göçebe hayat sürdükleri topraklarını terkederek “Lukovıye Dağları” yani T’ien-shan’ın batı eteklerine göçettikleri kaydedilmektedir. O dönemde Wu-sunlar’ın nüfusça az oldukları için kimsenin dikkatini çekmediği belirtilmektedir. Muhtemelen onların bakiyeleri, Tacikler arasında asimile olup gitmişlerdir.

Batı ucu yöneticileri, Çin’in hâkimiyeti altında olmaktan kesinlikle memnun değillerdi, ama bir şey de yapamıyorlardı. Fakat Çin’e karşı menfî davranışlar sergiliyorlardı. Mesela, Kuça hâkimi sarayına Çin giysileri ve geleneklerini taşımış, fakat bu duruma öfkelenenler şöyle demişlerdi: “Eşek desen, eşek değil; at desen, at değil. Herhalde katır demek daha doğru olur.” Ama yine de Çin boyunduruğundan kurtulmayı dahi düşünemiyorlardı. Çünkü kuvvetler dengesi arasında çok büyük farklar vardı.

Hayatta bazan öyle şeyler olur ki, çok küçük sebepler, büyük olaylara yol açar. 3 yılında Çinli bir üst düzey memur, Arka Ch’e-shi-h’nin hâkimi K’u-chü-ya’yı tutukladı. K’u-chü-ya rüşvet vererek kendisini kurtarmak istediyse de, bunun bir yararı olmadı. Kendisini bekleyen akibetin hapishane ve ölüm olduğunu anlayan hâkim, her türlü riski göze alarak Hunlar’a kaçtı. Onunla birlikte Hun asıllı T’ang-t’u isimli Çinli bir subay da Hunlar’a sığındı. T’ang-t’u, bir takım şahsî hesaplar yüzünden suç ortağı olduğu Wang Mang’dan korkuyordu. Yabgu, onları mülteci olarak kabul etti, fakat Wang Mang’ın baskıları sonucu Çin elçisine teslim etmek zorunda kaldı. Yine de K’u-chü-ya ve T’ang-t’u’nun affedilmelerini istedi, ama Wang Mang her ikisinin kellesini de vurdurdu. Yabgu ile Çin bölge valisi arasındaki münasebetler iyi değildi. Yine de şu maddeleri içeren eski anlaşma iki taraf arasında yürürlükteydi: “Bugünden itibaren Han ve Hyung-nu, bir sülale haline gelecekler. Taraflar, birbirini aldatmayacak, birbirine saldırmayacaklardır. Hırsızlık olayları halinde, taraflar birbirlerine haber verecekler; suçluya idam, ihbarcıya mükafaat verilecektir. Herhangi bir saldırı halinde, taraflar, askerî yönden birbirlerine yardım edeceklerdir. Kim bu anlaşmayı önce bozarsa, Gök onun cezasını versin ve onun nesli ve neslinin nesli berikilerin zincire vurmasıyla cezalandırılsın.” Bu anlaşmaya şimdi bir de Hunlar’ın Çin, Wu-sun, Batı ucu sakinleri ve Wu-huanlar’dan mülteci kabul edemeyecekleri maddesi ilave edilmişti. Bundan başka, Wang Mang Çin’de çift terkipli isimleri yasakladığı için yabguya da tek terkipli isim alması teklif edilmişti. Wu-chu-liu-yabgu, bir itirazda bulunmadı ve özel ismi olan Nang-chi Ya-sih’i, Ch’i olarak değiştirdi.

Bunlar, henüz ufak meselelerdi. Çünkü Wang Mang tahta oturunca, Çin içinde ve dışında daha fazla şeyler -sınırsız bir iktidar- isteyecekti. Böyle bir iktidar, ondan önce hiç kimseye nasip olmamıştı. Çünkü Çin imparatorları dahi kanun önünde hesap verirlerdi.


Wang Mang iktidarı ve Reformlar


Wang Mang, tahta oturduktan sonra, Konfüçyanist fikirlerden esinlenerek Han hanedanının güçlüleri kayırdığını, zayıfları ezdiğini; insanların başkasının sırtından geçindiklerini belirtip, “halbuki insanın herşeyden mukaddes olduğunu” açıkladı. İşe önce çiftçilerle olan ilişkilerden başladı. Yayınladığı fermanda kısaca şöyle deniliyordu: “Bugün [den itibaren] aşağıdaki değişiklikleri yapıyorum: İmparatorluğa ait bütün araziler, hükümdarlık arazisi olarak adlandırılacak; erkek ve kadın köleler ise, kısmen bağımlı olacaklardır. Onların [topraklar ve köleler] hepsi satılmayacak ve alınmayacaktır. Eğer erkek sayısı sekizden az ve toprak mesahası da devletin yarıcı tarlası mesahasından fazla ise, bu fazla arsa, o kişilerin dokuz göbek akrabalarına, komşularına veya hemşehrilerine satılabilecektir. Toprağı olmayan herkes, bugünden itibaren, kanunlara göre belli bir toprak alacaktır. Devlete ait yarıcı tarlası sistemini bilerek bozanlar, insanlara kanunların hilafına zarar verenler, dağlı iblislere karşı ülkeyi savunmak üzere sınır boylarına gönderileceklerdir.” 

Wang Mang, eski sikke darbetme sistemini de değiştirdi. Çünkü eski sisteme göre isteyen herkes, patent vergisini ödemek şartıyla, bakır ve kalaydan sikke darbedebilirdi. Para bastırma sırasında sikkelerin madeni değerleri gelir vergisine tâbi olmadığı için, bu usül, sahte paraların ortaya çıkmasına yol açmıştı. M.Ö.II. Yüzyılda bu sistemin tutarsızlığı gösterilmiş, fakat yine de tutulmuştu. Wang Mang, yayınladığı fermanla sikke darbedilmesini yasakladı: “Kim gayr-ı kanunî olarak para darbetmekle uğraşmaya cesaret ederse.. bütün malı mülkü müsadere edilecek ve bunlar, komşularından olayı bilip de haber vermeyenlerden dört kişiyle birlikte devletin kölesi olacaklardır.” İnsanın komşusunu suç işlemekten menetmesi mümkün olmadığı için, birinin çevresindekilerden sorumlu tutulması pekçok masum kişinin ölümüne yol açacaktı. Sikke darbetmek, ikiyüz yıldır geçerli bir meslekti ve bu işi yapanların, ellerinden başka bir iş gelmediği için, tek geçim yolları bu idi. Bunlar, açlıktan ölmemek için kaçak döküm yapmaya başladılar ve tabii onları şu ağır ceza bekliyordu: “Para basma kanununu bozan insanlardan, beş aile tutuklanarak bütün malları müsadere edildi ve devletin kölesi oldular.. Erkekler arabalarda zincire vurulmuş; kadınlar ve çocuklar ise, boyunlarında zincir halkalarla yaya olarak ilerliyorlardı. Yüz bin kişi kadardılar. Gayrı kanunî para arayan devlet memurlarına teslim edildiler... Sıcaktan ve işkenceden dolayı her on kişiden altı yedi tanesi öldü..” 

Ticarette de sıkı bir kontrol vardı: “Orta dereceli memurlar, sene içinde her zaman pazarlara gelerek, kendi keyiflerine göre mallara en yüksek, orta ve en düşük fiyatları tesbit ederlerdi. Bu memurlardan her biri, diğerinin mıntıkasına müdahele etmeksizin, kendi pazarında birbirini tutmayan fiyatlar uygularlardı. Eğer beş çeşit buğday, keten bezi, ipekli kumaş, iplik ve diğer mallara talep fazlaysa, o zaman bunlar satılmadan bekletilir; zabıta veya memurlar, fiyatların düşürülmesine izin vermezler, malın gerçek değerini belirleyerek esas narhta satılmasına müsaade ederlerdi. Eğer malın fiyatı bir ch’ieng bile yüksek bulunsa, o takdirde halka orta fiyatla satılırdı. Eğer malın fiyatı orta pahasının altına düşerse, o takdirde daha önce o malı yüksek fiyata almış olanlar geri getirerek değiştirirler veya aradaki farkı alırlardı.” Elbette bu kanun şu şekilde izah ediliyordu: Wang Mang paranın belli ellerde toplanmasını sınırlamak ve böylece devletin gelirlerini artırmak istiyordu.

Kanunların sonuçları hemen farkedilmeye başlandı: “...çiftçiler ve tacirler, boş oturmaya başladılar. Üretici ve mal, piyasadan çekildi. Halk, pazarların ve yolların haline göz yaşı döküyordu. Zâdegânlardan, memurlardan, tek suçu tarlasını satmak olan sıradan insanlardan, kölelerden ve para darbedenlerden mahkum olanları saymak mümkün değildi... “

Kölelerin sayısının fazla olması, Wang Mang’a saraylar ve ibadethaneler kurma imkanı veriyordu; fakat bu defa da inşaatta çalıştırmak için köle sayısı yetmiyordu. “Wang Mang, ülkenin dört bir yanından sanatkar ve ressamları topladı..Her tapınakta birçok salonlar, kuleler vardı. Ana sütunlar ustaların hünerlerine göre ince bakır, altın, gümüş ve oymalı süslemelerle kaplanıyordu.. Milyonlarca para harcanıyordu. Birkaç bin köle ve mahkum ölmüştü...” 

Wang Mang’ın reformları şiddetli tepkilere yol açmış, bu yüzden birkaç yıl sonra toprak ve köle alım-satımını yasaklayan kanunu değiştirmek zorunda kalmıştı. 12. yılın sonunda çıkardığı fermanda, “iaşe temin maksadıyla verilmiş olan hükümdar tarlaları ve kısmen hür köleler, hiçbir sınırlama olmaksızın alınıp satılabilirler” deniliyordu. Bu kanun, toprak sahiplerinin, köle tacirlerinin ve göründüğü kadarıyla devlet görevinde çalışırken zengin olmuş devlet memurlarının ve sınırsız arazilere sahip olan zâdegânların menfaatlarını korumak için çıkarılmıştı. Başlangıçta köylüler ve köleler için çıkarılmış olan kanun ise rafa kaldırılmıştı. Üst düzey memurlar ve subaylar, Wang Mang’a öylesine gerekliydiler ki, sonunda devletin gelirlerini onlarla paylaşmaya razı olmuştu. Ama tahtı kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Geniş halk kitlelerini hiçe saymış, prestijini korumak için ipini koparmış olanlardan, ölüme mahkum edilen suçlulardan, kaçak kölelerden ve serserilerden seçtiği askerlere sırtını dayamıştı. Çin, böylesine katı ve güçlü bir iktidara hiçbir zaman şahit olmamıştı. Uygulanan Konfüçyanist doktrinlerin sonuçlarıydı bunlar. 


Hunlar’ın Çin’den Kopuşu


Wang Mang, Hunlar’a karşı münasebetlerinde de ülkesinde yaptığı gibi katı davranmaya başlamıştı. Hükümdarlığının kudretine iyice kanaat getirdikten sonra, Hun yabgusunu da vassal prenslikler arasına sokacağını düşünmüştü. Bunun için yabgunun kullandığı devlet mührünün değiştirilmesi gerekiyordu.


M.Ö. 47’de Hu-han-yeh-yabguya verilen mühür üzerine “Hyung-nu shan-yü hsi” yani “Hun Yabgusunun Devlet Mührü” kelimeleri kazınmıştı. Wang Mang, başka bir mühür kazınmasını ve üzerine “Hsin Hyung-nu shan-yü chang”-“Hun Yabgusunun Yeni İşareti” kelimelerinin yazılmasını emretti. Çin’de böyle mühürler, ülüş sahibi prenslere ve üst düzey devlet memurlarına verilirdi. Yabgu bu mührü kabul ettikten sonra bağımsız hükümdar statüsünü kaybetmiş olacaktı. 

M.S. dokuzuncu yılda yabguya gelen Çin elçisi, ülkesindeki hanedan değişikliğini anlatarak, eski mührü verip yenisini almasını bildirdi. Doğu Ku-hsi-prensi Su, yabguya yeni mührü kontrol ettikten sonra almasını tavsiye ettiyse de, elçinin araya girmesiyle ikna olan yabgu, hiç bakmadan eski mührü verip yenisini aldı. Sonra da gece yarısına kadar devam eden bir ziyafet tertiplendi. Elçi, yabgunun eski mührün iadesini istemesinden korkarak onu kırdı. Gerçekten de Hunlar sabahleyin gelerek, çevirmenler yeni mührü kırdıkları için eskisini istediler. Fakat elçi sert çıkarak, mühür değişiminin yeni imparatorun emri olduğunu ve yabgunun da bu yeni ünvanı kabul etmek mecburiyetinde bulunduğunu belirtti. Durumun değişmeyeceğini anlayan yabgu, hediyeleri kabul edip, her şeye mutabık kaldığı izlenimi verdi. Elçi, kazandığı başarıdan cesaretlenerek, yabgunun otağında gördüğü Wu-huan mültecilerinin kendisine teslim edilmesini istedi. Yabgu bu isteği kabul etmekle kalmadı, bir de yeni mültecileri yakalamak bahanesiyle sınıra 10 bin süvari gönderdi. Yola çıkan Hun süvarileri, doğruca Shuo-fang kalesine yerleştiler.


Onuncu yılda Çin bölge yüksek komiseri T’ao-hu, Arka Ch’e-shih prensinin kellesini vurdurdu. Bunun üzerine prensin kardeşi halkını toplayarak Hunlar’a sığındı. Gayet iyi karşılanan prens, 2 bin kişilik bir süvari birliği yardımı alarak, doğruca Batı ucundaki Çin garnizonuna saldırdı. T’ao-hu hastaydı ve savunmayı yardımcılarına bırakmıştı. Onlar ise “Batı ucunun isyana iyice yaklaştığını, Hunların da büyük istilaya hazırlandıklarını gördüklerinden tamamen kılıçtan geçirilmekten korkarak” kumandanlarını öldürüp Hunlar’ın safına geçtiler. Yabgu onları saygıyla karşılayıp, her birine mevkiler verdi. Tabii bu durum savaş sebebi sayıldı. Bunun üzerine güney kanadının kumandanı ve Batı İ-chi-ch’i prensi, her ne kadar bir şey elde edemedilerse de Batı ucu garnizonuna saldırdılar. Wang Mang, öfkeden küplere binmişti. Çin devlet memurlarını ve kumandanlarını parayla satın almaya alışmış olduğundan, aynı şeyi Hunlar’a da uygulamaya kalkıştı. Hu-han-yeh yabgunun akrabalarından olan prensleri ziyafete davet etti. Maksadı içlerinden onbeş tanesini seçip yabgu olarak ikame etmek suretiyle Hunlar’ın gücünü bölmekti. Fakat bu çabalardan bir sonuç çıkmadı. Çünkü Hun prensleri, ihanet etmek istemiyorlardı. Çinliler sadece Hien (Kien) prensini yanlarına çekebildiler. O da hiçbir şeyden şüphelenmediği için iki oğluyla beraber ziyafete gitmişti. Maksadı ziyafete konup, hediyeler almaktı. Fakat Çinliler onu yakalayarak M.S. 11’de “zorla yabgu yaptılar.” 

Olup bitenleri öğrenen yabgu Wu-chu-liu, hemen Wang Mang’ın Hsüan-ti’nin torunu olmadığını hatırlayarak, bir gâsıba itaat etmeyeceğini açıkladı. Savaş başladı. Çin sınırını geçen Hun süvarileri büyük miktarda esir ve hayvan sürüleri ele geçirdiler. Seksen yıldır düşman görmeyen bölgeler bir yıl içinde bomboş kaldı.


Öfkeden kuduran Wang Mang, 300 bin kişilik bir ordunun harekete geçmesini ve “Hunlar’ın Ting-ling’e” yani Sayan Dağları’na “sürülmesini” emretti. Kendisine, gerek büyük bir ordunun bozkırlarda destek bulamayacağı ve gerekse özel ağırlıkların taşınmasının önemli problemler çıkaracağı ileri sürülerek yeterli teşkilatlanmaya sahip olmadıklarını boş yere izah etmeye çalıştılar. Kabiliyetli kumandanlar, savaşı seyyar birliklerle sürdürmeyi, Hun göçebeleri kılıçtan geçirmeyi ve düşmanın maddî desteği sayılan sürüleri kaçırmayı teklif ettiler. Fakat Wang Mang, hiçbir söze kulak asmadı ve savaş hazırlıkları devam etti. “İmparatorluk savaşa hazırlanayım derken” Hunlar saldırıya geçip, yürüyüşü imkansız hale getirecek şekilde her tarafı yağmaladılar.

Wang Mang, Hunlar’ı birbirine düşürmeyi deneyerek, eline yeni bir mühür tutuşturduğu Hien prensini yabgu olarak gönderdi. Fakat bu sonuncusu, imparatorun talimatını yerine getireceğine, doğruca meşrû yabguya varıp kendisini zorla yabgu ilan ettiklerini anlattı. Wu-chu-liu yabgu, onu öldürmedi. Aksine Hunlar’da en düşük mevki olan Yü-su-chi Chi-hou rütbesiyle Çinliler’e karşı savaşmaya gönderdi.


Olay Çin’de duyulunca, Wang Mang, Hien’in oğlunu öldürdü. Diğer oğlu zaten hastalıktan ölmüştü. Fakat bunun cepheye bir tesiri olmadı. Böylesine büyük bir ordu toparlanıp sefere çıkamayacağı için, moraller bozulmuş ve uzun yürüyüş uygunsuz hale gelmişti. Bu arada sınır boylarındaki bütün üsler Hunlar tarafından ortadan kaldırılmış, ayrıca sınır bölgeleri tam bir çöle döndürülmüştü.


Wang Mang’ın şansından düşmanı Wu-chu-liu yabgu, M.S. 13 yılında öldü.


Noin-ula


Wu-chu-liu yabgu için muhteşem bir cenaze töreni düzenlendi ve kurgandaki mezarında 1911 yıl yattı. 1924’de bu kurgan P.K. Kozloff ekibi tarafından açıldı. Şimdi orada bulunanlar Ermitaj Müzesi’nde saklanmaktadır. Kurganın tarihi lake Çin fincanı üzerindeki not sayesinde tam olarak tesbit edilebilmektedir: “Eylül, 5. yıl. Ch’ien-ning, Wan-t’an-ching yapımı. Süsleyici ressam Huo. Diğer yapımcı İ, kontrolcü P’i-yen-wu.” Bu tarih M. Ö. 2 yılına tekabül etmektedir. Fincanın altında ise “Shan-lin” yazısı var. Bu, Ch’ang-an civarında bir saray parkının ismidir. Yabgu Wu-chu-liu, orada M.Ö. 1’de imparator tarafından kabul edilmiş ve kendisine çok değerli hediyeler sunulmuştu. 

6 no.lu kurgan (Noin-ula) kolleksiyonunda Hunlar’ın kullandıkları eşyalar sergilenir. Burada en önemli yeri Çin, Baktria işi ve yerli malı kumaşlar işgal etmektedir. Mevcut eşyalar, Hunlar’ın İskit “vahşi hayvan” stillerinden etkilendiklerini göstermektedir. Gümüşlü bir ferahi üzerine antropomorfik bir kafa ile birlikte bir öküz resmi işlenmiş. Kafanın yüzü Mongoloid bir karakter arzediyor; aşağı doğru sarkan uzun saçlar, tam ayrım çizgisinden itibaren taranmış. I. Yüzyılda Hunlar’ın saç tarama modası, muhtemelen böyle idi. Öküz, iki zarif çam ağacı karşısında şematik olarak gösterilmiş dağların üzerinde duruyor. En çok dikkati çeken şey ise saçlar. Bunlar, belirgin bir saç tokasıyla, biraz da cilveli bir şekilde, sağ kulağın üstünden arkaya atılmış. Çok canlı bir detay. Bu tür tokalar, Noin-ula grubuna ait diğer kurganlarda da bulunmuştu. At yelesinden örülmüş ve bir mahfaza içinde muhafaza edilmekteydi.


A.N. Bernchtam, “bunun Hunlar’ın hakimiyeti altında bulunanlar tarafından konulmuş olduğunu” tahmin etmektedir, fakat ferahi üzerinde kulağın üst kısmından arkaya doğru atılmış saçlar görüyoruz. Demek ki itinalı bir şekilde taranmış saçların bir kısmını teşkil ediyorlar. Dalgalı saçlar, Mongoloid bir karakter arzeden yüzle hiç de uyum arzetmiyor. Saç tokası ise, bizi daha çok Mongoloid olan Taştık maskeleri ve belki de onun altındaki yüzü hatırlamaya zorluyor. Sanırım Siyenpi saçlı Mongoloid bir yüz, genel olarak Uzak Doğu çehresi, I. Yüzyılda Hunlar’ı batılılardan daha güzel göstermiştir. Nitekim bugünkü iri gözlü, gaga burunlu Telengitler çirkin kabul edilmektedir.

Demek ki M.Ö. I. Yüzyıldaki ideal Uzak Doğu güzelliği, geleneksel (İskit “vahşi vayvan” stilinde kullanılan eşyalar) plastik sanatlarda hâlâ muhafaza edilen Batı unsurlarının tesirinde kalmıştır. I. Yüzyılın Çin sanatını bilen ve bazan onu taklit eden Hun ustalarının yüksek kabiliyet ve değerli zevkleri, sanat ve kültürün oldukça gelişmiş olduğunu göstermektedirler. M.Ö. I. Yüzyıl ile M.S. I. Yüzyıl arasına ait diğer arkeolojik bulgular da bunu ispat etmektedir. Bu bulgular arasında ilk sırada, Hunlar’ın giderek oturak hayata meylettiklerini gösteren Han dönemi yerleşik eski halkların kalıntıları yer almaktadır. Bu bulguların kıtlık ve mısır bitkilerini yokeden çekirge sürüleri hatıralarıyla kıyaslanması, Hunlar’ın hayvancılığın yanı sıra ziraatle de uğraştıkları sonucunu çıkarmamıza imkan vermektedir. I. Yüzyılda aynı şey, Wu-sunlar’da müşahede edilmiştir. Arkeologlar kömürleşmiş tahıl ve değirmen taşları arasında Wu-sun seramiklerine de rastlamışlardır. Bugünkü bilgilerimizle göçebelerde ziraatın Çin tesiriyle mi, yoksa ekmeğe duyulan ihtiyaç dolayısıyla kendi kendine mi geliştiği konusunda bir karar verecek durumda değiliz. Batı bölgelerinde bol miktarda Çin eşyalarının bulunması, birinci ihtimali haklı gösteriyor. Mesela Han dönemi aynaları, Volga sahillerine kadar ulaşmıştı. Wu-sun mezarlarında zarif Çin lake kapları bulunmuştur. Roma İmparatorluğu’nda Çinliler’e rastlanılmamasına rağmen, bol miktarda Çin ipeği vardı. Kaşkar civarındaki “Taş Kule”de Soğdiyanalı tacirler Çinliler’in mallarını toplayarak Baktria’ya (Belh) götürüyorlar; bu mallar orada Parthlar’a satılıyor, onlar da Romalılar’a gönderiyorlardı. Bu ithalat sebebiyle Roma bütçesi her yıl 20 milyon sesterse açık veriyordu. Altın olarak ödenen bu paralar, elbette Çinliler’in değil, Soğdlular ve Parthlar’ın cebine giriyordu. 

Fakat Çin kültürü, sadece verilen hediyeler yoluyla yayılmış değildir. Çinliler, çeşitli vesilelerle bozkıra çıkmışlar ve Hun topraklarına komşu olarak yaşamışlardır. Mesela en büyük muhaceret, M.Ö. III. Yüzyılda Ts’in (Ch’in) hanedanı zamanında olmuştur. Savaş zamanlarında Çinli köleler yabgunun yerleşik Hun tebaasını teşkil etmişlerdir. Diğer yandan yabgu ve prenslere hatun olarak gönderilen Çinli kadınlar ve halayıkları, Çin zevklerini ve kültürünü taşırken, hizmete alınan ve kariyerini ispat eden (örneğin Wei Liu ve Li Ling) kalabalık mülteciler de Hunlar’a diplomasinin ve savaş sanatının ince yönlerini öğretmişlerdir. Hun kültüründe güçlü bir Çin tesiri olduğu muhakkaktır, ama bunları Hun sanatı ve ideolojisindeki oynamalar olarak kabul etmek doğru olmaz. Çünkü günlük hayat, mükemmelliğin örnek ve tesirlerden daha güçlü olması gerektiğini ortaya koyuyordu. Çin’den ekmeklik buğday ithal etmekten kaçınılmasının Hun ve Wu-sun tarımının gelişmesini hızlandırdığı düşünülebilir. Bu görüşe göre Hu-han-yeh ve halefleri zamanında Çin’le yapılan ittifak, Hunlar’ın yerleşik düzene geçişini durdurmuş; yabguya hediye olarak verilen bol miktarda buğday, göçebeleri tarla açmak ve tarım yapmaktan uzaklaştırarak, Çin iç pazarında çok ihtiyaç duyulan deri talebini karşılamak üzere çarvacılığa sevketmiştir. Gerçekten de Hunlar’ın Çin’e itaat etmeleri onların çarvacılıkla uğraşan göçebe bir toplum olarak kalmalarına imkan sağlamıştır. Bu farklılık, Hunlar kendilerini olaylar anaforunun ortasında buldukları zaman onların politikalarına da yansımıştır.


Hanedan Değişimi


Daha önce belirtildiği gibi, Hunlar’da temel politik meseleler üzerinde bir görüş birliği yoktu. Wu-chu-liu’nun demir yumruğu halkı savaş yoluna itmişti; fakat onun ölümünden sonra barıştan yana olanlar, seslerini duyurmaya başlamışlardı. Ve muhtemelen zimamdar Su-pu-t’ang, bunlara rehberlik ediyordu. İsminden onun mahkeme işlerini elinde bulunduran Su-pu boyunun beylerinden olduğu anlaşılıyor.

Hu-han-yeh yabguya M.Ö. 33’de hatun olarak verilen ve ondan bir oğlu olan Çinli Wang Chao-ch’ün’ün kızıyla evlenmişti. Bu hatun, ilk kocasının ölümünden sonra, onun halefi Fu-chu-lei’yle evlenmiş ve ondan iki kızı olmuş; işte bu kızlardan biri de Su-pu-t’ang’la izdivaç etmişti. Bilahere Çin’le savaşı sona erdirmek maksadıyla kayın biraderinin yerine daha önce Wang Mang’a yaltaklık etmiş bulunan Hien’i tahta geçirdi.

Wu-liu-jo-ti-yabgu ünvanını Hien, savaşçı partinin en önde gelen kumandanlarından olan küçük kardeşine Doğu Lu-li-prens, Wu-chü-liu’nun oğlu Su-t’u-hu-pien’e de Doğu Chu-ki-prens ünvanı verdi. Fakat esasen Hien, kendisini vaktiyle utanılacak bir duruma düşüren Wu-chu-liu’den nefret ediyordu. Bu yüzden Su-t’u-hu-pien’i görevinden azlederek, Hu-wu -”zat-ı âlileri” titülüyle oğlunun naibi ilan etti. Fakat Su-t’u-hu-pien, kısa süre sonra ortadan kayboldu. Öldürüldüğü veya öldüğü hakkında kesin bir bilgi yok. Böylece Hien’in kardeşi Yü, Doğu Chu-ki-prensi oldu.


M.S. 14’de Hien, Çin’e bir elçi göndererek, imparatora yeni yabgunun barış müzakerelerini başlatmak arzusunda olduğunu bildirdi. Wang Mang, Hien’e oğluna karşılık Ch’e-shih’li hainlerin kendisine teslim edilmesini teklif etti. Aslında oğlunun hayatta olduğunu söyleyerek Hunlar’ı aldatmıştı. Hien 27 mülteciyi teslim edince, Wang Mang da hepsini meydanda yaktı. Bu olaydan sonra Wang Mang, savaşı sona ermiş kabul ederek ordusunu geri çekti ve sınırların güvenliğini de Hun ve Wu-huan paralı askerlerine bıraktı. Oğlunun iadesini bekleyen Hien, bir yandan da var gücüyle tebaasının savaşı sürdürmesini engelliyordu. Fakat 15. yılın Mayıs ayında oğlunun cesedi ve bu infaza şahit olan esir Hun beyleri gönderilmişti. Çinliler, yabguyu hediyelerle teskin etmeye çalıştılar. Yabgu, hediyeleri kabul etti; fakat steplerde savaşı engellemeye son verdi ve böylece de savaş yeni bir güçle tekrar başladı.


Wang Mang’ın ailelerini rehin almak suretiyle Çin ordusuna soktuğu Wu-huanlar isyan ettiler. İsyancıların reisleri Hunlar’la anlaşarak kabilelerini alıp götürdüler. Artık yabguyu fazla desteklemeyen Hun prensleri, Çin sınırını ihlal ettiler. Ordusunu terhis etmiş olan fantastik yarım akıllı Wang Mang ise, yeniden asker toplamaya başladı.

Bu arada Batı ucunda Karaşar isyan edip Hunlar’a teslim olmuştu. İsyanı bastırmak için gelen Çin birliklerinden biri, kuşatılarak kılıçtan geçirildi; dağılıp kaçan askerler ise, tamamıyla imha edildi. Karaşar’a girmeye ve birkaç kişiyi öldürmeye muvaffak olan diğer birlik ise, Çin’e sâlimen geri çekilebildi. Kuça’ya gizlenen vali de Çin’den yardım gelmeyince öldürüldü. Hunlar, bütün Batı ucunu ele geçirdiler. Sadece Yarkend Çin’e sadakatini muhafaza etti. 

18 yılında Hien ölünce, bu defa tahta Hu-tu-erh Shih-tao-kao-jo-ti-yabgu ünvanını alan kardeşi Yü geçti. Yü, Wang Mang’la anlaşmaya çalıştıysa da, bu sonuncusu yine Hunlar’ı içten parçalama planını uygulamaya döndü. Kendisiyle müzakerelerde bulunmaya gelen Su-pu-t’ang’ı kendi tarafına çekerek yabguluğunu ilan etmekle birlikte, Su-pu-t’ang kısa süre sonra hastalanıp ölünce, Wang Mang da Hunlar’ın iç işlerine karışma imkanını kaybetti.


“Kızılkaşlar”ın İsyanı ve Wang Mang’ın Ölümü


M.S. 17’de, Hunlar ve Wu-sunlar’ın başına gelen Çinliler’in başına da geldi: İç savaş!


Her üç ülkedeki çarpışmaların şekli birbirinden farklıydı: Hunlar’da, boylar arasında; Wu-sunlar’da, Çinli veya K’ang-chü birliklerinden kendilerine taraftar olanlara sırtını veren prensler arasında; Çin’de ise, halkla devlet arasında. Halk isyanının temel sebebi, yardımcıları tarafından tasdik edilmemekle birlikte, Wang Mang’ın yaptığı reformların hayatı çekilmez hale getirmesiydi. Ayrıca kıtlığın sebep olduğu açlık sebebiyle eşkiyalığa başlayan halkın sayısı da artmıştı. Bunların reisleri de o güne kadar meşhur olmuş kişiler değillerdi ama cesur ve enerjiktiler: Hu-pei’den Wang Kuang ve Wang Feng ve Shan-tung’dan Fan Ch’ung. “Wang Mang üzerlerine ordu sevkedince, onlar, savaşçılarının Wang Mang’ın askerlerinden ayrılması için kaşlarını kırmızı boya ile boyadılar.” 

İsyan eden halk, öfkesini eski kadroya değil, yeni iş başına gelmiş devlet erkanına yöneltti. Asilerin hedefi, Han sülalesi imparatorluğunu yeniden kurmaktı. Hatta Liu Peng-tse’yi imparator olarak başlarına geçirmişlerdi. Âsilerden en çok nefret edenler ise, nefret edilen gâsıbın memurlarıydı.

Enteresan olanı, bu arada Hunlar’ın da legitimizma sahasına çıkarak Han sülalesinden olmadığı için Wang Mang’a itaat etmeyi reddetmiş olmalarıdır. Wang Mang, sadece satın aldığı taraftarlarına güveniyordu ki, bu da çarpışmaların seyrini belirlemiştir. Köylü isyanlarından bir süre sonra askerler arasında da komplo hazırlıkları başladı. “Wu-zü-liu’dan Ma Shih-ch’ü, hempalarıyla fikir birliği ederek Yen ve Chao’daki askerleri ayaklandırıp, Wang Mang’ın kellesini uçurmaya karar verdiler.” Fakat ihbar üzerine komplocular yakalanarak, kelleleri vuruldu. “Artık Wang Mang’ın şansı ters dönmüştü. Halk ise sürekli kendisine ateş püskürüyordu..” 


21 yılında Güney Çin’deki “Yeşil Ormanlar”da, on bin kişiden daha fazla insan isyan etti. Bunlar, devletin orduları tarafından sıkıştırılınca, Yang-tse ağzına çekildiler. Bu yüzden kendilerine “Aşağı Nehir İsyancıları” adı verildi. Nehir ve göllerin bulunduğu bölgelerdeki isyancılar, Prens Fan isimli birini başlarına lider seçtiler. Han sülalesinin mensup olduğu Liu kabilesi üyeleri de Prens Fan’a katıldılar. “Haydutlar, başlangıçta açlıktan ve sefaletten isyan etmişlerdi. Onlar ürünleri topladıktan sonra köylerine dönebileceklerini düşünüyorlardı. Fakat sayıları arttı ve onbinlere ulaştı. Şehirlere saldıramadılar ve sabahtan akşama kadar yiyecek yağmaladılar. Kasabalardaki derebeyleri ve kumandanlar birbirleriyle tutuştukları kavgalar sırasında telef oldukları için, haydutlar onları öldürmeye muvaffak olamadılar. Fakat Wang Mang, bunu bu şekilde anlamamıştı.” Âsilerle savaşabilmek için hür kölelerden ve suçları bağışlanmış canilerden “Yaban Domuzu Atağı” adını verdiği bir ordu kurdu. Bu arada, bütün Doğu Çin, kıyamcılar tarafından ele geçirilmiş; kuzey sınırları ise, baştan sona Hunlar tarafından yağmalanmıştı. Savaşların yol açtığı felaketlere bir de çekirge istilası eklenmişti.

“Yaban Domuzları” ilk başlarda başarılı olmuşlardı, fakat “Kızılkaşlar”ın ana kuvvetleriyle karşılaşınca ağır bir hezimete uğradılar.


23 yılının kış aylarında, eski devlet erkanı, Han sülalesinden Prens Liu Hsiu’yü başlarına geçirerek kıyam ettiler. Liu Hsiu taraftarları, kendi savaş organizasyonlarını kurarak fermanlar yayınlamaya başladılar. “Kızılkaşlar”la müttefiken, fakat onlarla birleşmeden kendi yönetimlerini organize ettiler.


Öfkeden küplere binen Wang Mang, “Kaplanın Dişleri” adı verilen yeni bir ordu kurulmasını emrettiyse de, bu ordu da Liu Hsiu tarafından mağlup edildi. “Kaplanın Dişleri”nden ancak birkaç bin kişi başkente geri dönebildi. Han ordusunun hücumu bir zafer yürüyüşüne dönüştü. Han’ın torunu, (Liu Hsüan) Heng-shih adıyla imparator ilan edildi. Wang Mang’ın asker ve subayları, Han hanedanı imparatoruna bağlılıklarını göstermek için âdeta birbirleriyle yarıştılar.


Shen-si ve Shan-si’de askerî hareketler başlayınca, Hunlar’ın üzerine çullanmış olan Wang Mang, kuzey sınırlarındaki orduyu geri çekerek kıyamcılara karşı sevkettiyse de, halk kitlelerinin nefret edilen rejime karşı direnişleri kardeşçe devam etti. Küçük kıyamcı birlikleri, her türlü tehlikeyi göze alarak başkent Ch’ang-an’ın kapılarına dayandılar. Tek düşündükleri, şehre ilk girecek kişi olmaktı.

 

Bu durum karşısında hapishanelerdeki suçluları serbest bırakan Wang Mang, onları âsiler üzerine sürdü; ama suçlular, dört bir yana dağılıp kaçıştılar. Kıyamcılar, Wang Mang ailesinin mezarlarını açarak cesetleri yaktılar. Ayrıca, dokuz tapınağı, sarayları ve imparatorluk okullarını yerle bir ettiler. Şehrin her tarafını dumanlar kapladı ve bu arada da kıyamcılar kuzey kapılarından içeri girdiler.


Gâsıp taraftarları, oyunu kaybettiklerini çok iyi anlamalarına rağmen, teslim olmaya bir türlü yanaşmıyorlardı. Çevrelerindeki halka giderek daralırken, sokak çatışmaları da Wang Mang taraftarlarının oklarına müracat etmelerine kadar devam etti. Çevresinde olup bitenleri bir türlü anlamayan tek kişi, Wang Mang’dı. Devasa Chien-t’ai havuzlarının üzerini saran yangın dumanlarını gördükten, kendi tarafında savaşanların saflarının seyreldiğini farkettikten ve düşmanlarının haykırışlarını işittikten sonra söylediği tek şey şu oldu: “Bana bu tahtı Gök verdi, yoksa Han askerlerinin bana zarar vermelerine müsaade mi edecek?” Nihayet kıyamcılar saraya girdiler ve göğüs göğüse çarpışmalar sonunda son muhafızları da devirdiler. Haremin gözdesi Wang Mang’ın nereye saklandığını gösterince, kalabalık o tarafa yöneldi ve gâsıp oracıkta hemen öldürüldü.

Wang Mang taraftarları, “saltanatın ebediyen Han sülalesine ait olduğunu kabul ederek” kayıtsız şartsız teslim oldular. Ama kan dökülmeye yine de devam edildi.


Han Hanedanının Yeniden Kuruluşu

 

Derebeyler ve köylüler, el ele vererek iktidarı devirmişlerdi; ama çıkarları farklı farklıydı. Liu Peng-tse’nin liderliğinde hareket eden “Kızılkaşlar” 25 yılında bu defa derebeylere karşı bir iç savaş başlattılar. 

Hun yabgusu, “Kızılkaşlar”a destek veriyordu. Hunlar’ın destekleri sayesinde kıyamcıların önderi Liu Peng-tse ve kumandanı Fan Ch’ung, tam bir zafer kazandılar. 27 yılında başkent yeniden âsilerin eline geçmiş ve İmparator Heng-shih öldürülmüş; fakat amcasının kuzeni Liu Hsiu silah arkadaşlarının başına geçerek Liu Peng-tse’yi hezimete uğratmış, böylece Kuang Wu-ti ünvanını aldıktan sonra yeni Doğu (veya Muahhar, yahut Küçük) Han hanedanını kurmuştu.


Böylece, M.S. I. Yüzyılda çıkan bu iç savaşlar, Çin imparatorluk sistemini temelden sarsmıştı. “İnsanlar, açlıktan birbirlerini yemişler; öldürülenlerin sayısı birkaç yüz bine ulaşmış ve başkent bir harabeye dönmüştü.” Ne var ki Çin hâlâ ayaktaydı. Ve bu dönemde güçlenen başka bir devlet ise Hun Devleti olmuştu.

Hunlar savaşlardan güçlenerek çıkmışlar ve Yabgu Yü, güçlü Mete imparatorluğunu yeniden kurmuştu. Yeni imparatorun gönderdiği elçi, yabguya M.Ö. 47’de Hu-han-yeh tarafından imzalanmış olan anlaşmanın yenilenmesini teklif edince, yabgu ona şu cevabı verdi:


Zaman değişti. O zamanlar Hunlar zayıf, Çin güçlüydü. Şimdi ise Hunlar bütün sınır boylarını işgal ederek, birinci yabgu dönemindeki eski haline döndürdüler.

 

Wang Mang’ın ölümünde zaten yabgu karıştırıcı rol oynamıştı ve buna istinaden anlaşmanın yenilenmesini prensip olarak reddetti. Bozkırla şehir arasında bir savaş kaçınılmazdı ve bunun neticeleri, yeni bir çağın başlangıcına yol açacaktı.


Her iki taraf da yeni bir savaşa hazırlanmak için bütün imkanlarını seferber etmeye başladılar: Uzun mızraklar, otomatik ok atan arabalar, sivri dilli diplomatlar ve beylerin satın alınması için harcanan top top ipekli kumaşlar. Ne var ki savaşın kaderini, aynı zamanda Uzak Doğu’nun ekonomik ve kültürel gelişmelerinin ortaya çıkaracağı etnogenez süreçleri tayin edecek gibi görünüyordu.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak