20 Eylül 2022 Salı

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 33

 


HIRTlK


Orman cini. Yakaladığı insanları boğarak öldüren sonra da yiyen bir canavar olarak tanımlanır. Üst kısmının insan görünümlü, ayaklarıyla bacaklarınınsa hayvan biçimli olduğuna inanılır. Bedeni tüylerle kaplı, ayakları terstir. İnsan kılığına girer, tuzağına düşürdüğü kişilerle konuşarak orman ya da akarsu kıyısına götürüp boğarak öldürür. Karanlıkta ortaya çıktığı için ondan korunmanın tek yolu ateş yakmaktır.  Kuşkulanan kişi kendi bedeninin çevresinden ve ayaklarının altından ateş geçirmelidir. Öykünmeci (taklitçi) bir varlık olan Hırtık bu davranışı yineleyince tüyleri yanmaya başlar ve kaçarak kendisini suların içine atar. Hırtık'ın koşturduğu atlarını sabahları yorgun bir halde bulan kişiler eyerlerine veya sırtına yapıştırıcılar (özellikle reçine veya bal) sürerler. Böylece bu hayvana binen Hırtık'ın tüyleri oraya yapışır ve ineceği zaman bu tüyler kopacağı için canı yanar. Hırtık bundan sonra o hayvanı artık rahat bırakır. Akarsularda yaşadığı kabul edilen  bir türüne Çay Hırtık'ı da denilmektedir.

HOTOY


Kartal tanrı. Bazı Türk boyları kartaldan türediklerine inanırlar. Yakutçada kartal anlamına gelen bu sözcüğün "Kuday"la (Tanrı) benzerliği de dikkate değerdir. Yakutlar Kutup Yıldızı'na "Hotugu Sulus" (Kuzey Yıldızı) adı verirler. Ancak anlam bu yıldıza tüneyen kartalla da alakalı görünmektedir.

HU HANIM


Gazap tanrıçası. Çok merhametsizdir, hiç kimseye acımaz. Çok şey bilir ama kötüye kullanır, yeryüzünde fitne çıkarır. Kara tilki kılığına girebilir. Yeraltındaki kara suların en dibinde yaşar. Beşiği kara kayadır. Kayalardaki gözle görünmez kapılar sadece onun sesiyle açılır. Bilinmezler alemini bilir. Elinde demir bir asayla dolaşır. Kötülükler yapar, insanlar arasında huzursuzluklar ve anlaşmazlıklar çıkarır. Cinsel içerikli davranışları bulunur. Sürekli olarak kötülük düşünür ve kötü insanlara musallat olarak olumsuz davranışlarda bulunmaya iter.



HUNOR VE MAGOR


Hunların ve Macarların atası olarak kabul edilirler. Bu kardeşler kutlu bir geyiğin peşinde denizi ve bataklıkları geçerek Macaristan topraklarına ulaşırlar. Hunor soyağacında Hun kolunu temsil eder. Macarlara günümüzde verilen iki isimden birisi olan Hungar sözcüğü buradan gelir. Soyundan Atılay Han'ın (Attila) geldiği söylenir. Magor ise Macar kolunu temsil eder. Soyundan Almos Han'ın geldiği söylenir. Macarlara günümüzde verilen iki isimden birisi olan Magyar ise buradan kaynaklanır. Kimi görüşlere göre bu efsanenin kökeni aslında çok daha eskilere kadar uzanmaktadır ve İskit (Saka) kökenli bir söylencenin gelişmesiyle oluşmuştur.

Avrupa dillerinde Macarlar için kullanılan "Hungar, Hungarus, Hungarn" (Ungar/Ungarn) isimlerinin kökeni "Onogur" kavmine dayanır. "Onogur" kelimesi ise "Onoğuz" (10 Oğuz kavmi) kavramından köken almaktadır. Bu kavram ayrıca "Uygur"  adıyla  da alakalı görünür. Bunlar gerçekte Macarların, Bulgarların ve Uygurların bir kısmının tabi olduğu Hun Konfederasyonu içerisinde yer almış  Türkçe konuşan  bir  kavimler birliğidir.  Ayrıca  Ogur  kelimesi Anadolu'dan daha batıya doğru giden kavimleri ifade etmek için kullanılan bir tabirdir ve Oğuz sözcüğüyle aynı kökten gelir ve hatta aslında birebir aynı  kelimelerdir.  Tarihteki birleşik Bulgar kavimleri de Batı dillerinde Onogun'dur ve yaşadıkları topraklarsa Onoguria olarak anılır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


19 Eylül 2022 Pazartesi

Hun Devleti’nde Sosyo-ekonomik Hayat

 



Yin-shan’dan Sayan-Altaylar’a kadar uzanan topraklarda yapılan kazılarda ele geçirilen M.Ö. V-III. Yüzyıllar arasına ait arkeolojik bulguların birbirine benzerliği, bize, o dönemde Hunlar’ın yayıldıkları sınırları göstermektedir. Arkeolojik cihetten bu kültür, sanatta “vahşi hayvan figürleri”yle bronz çağının izlerini yansıttığı için “taş mezar” kültürü olarak da adlandırılır. Bu dönemin sonlarına ait mezarlarda, Hunlar’ın, işlemesini Batılı Junğlar’dan öğrendikleri demir parçalarına da rastlanmaktadır. Hunlar, avcılık ve çarvacılığın (hayvancılık) yanı sıra, ilkel bir tarzda ziraatle de uğraşmışlardır. Gerek Kuzey Moğolistan ve gerekse Büyük Çin Seddi bölgesinde rastlanan tahıl öğütme âletleri de buna işaret etmektedir. 

Hunlar, bu dönemde, yukarıda sözü edilen atalarına çok az benzemektedirler. Artık onlar, tamamen başka bir halktır. 800 yıl boyunca Sibirya uçlarında öyle kaynaşmalar meydana gelmiştir ki, neticede G. Fi Debets’in “Paleosibiryalı” dediği antropolojik yeni bir Hun tipi ortaya çıkmıştır. Arkeoloji, Hunlar’da bakır dökümcülüğünün geliştiğini ve aralarında dökümcü ustalarının bulunduğunu göstermektedir. Muhtemelen toplayıcılık yapan Hunlar’ın bu yolla hayli servet yığdıkları görülüyor. Nitekim Deguignes, Sih-ma Ch’ien’in anlattıklarına istinaden, “savaş esirleri, Hunlar’ın zenginliğinin temelini teşkil ediyordu ve Hunlar, bu esirleri evcil hayvanlar gibi kullanıyorlardı.” demektedir. Daha önce, ilk Hunlar yani Glazkovolarda, patriarkal köleciliğin gelişmiş olduğunu görmüştük. Köleler, ağır ev işlerini yapıyorlar; odun toplayıp, su taşıyorlardı. Yetişkin ev sahiplerinin yaptıkları işleri yapmalarına müsaade edilmiyordu: Av yapamazlar, sürüyü otlatamazlar ve savaşlara katılamazlardı. Yani üretime iştirak edemezlerdi. Kısacası, onların varlığı, patriarkal boy yapısını bozmuyordu.

Hun ekonomisi, orman-step landşaftın özelliklerinden faydalanma temeli üzerine kurulmuştu. Bu yüzden, sadece yeşil alanlara değil, ormanla kaplı dağlık alanlara da ihtiyaçları vardı. Dağ ormanları, yurt ve araba yapımı için gerekliydi. Ayrıca dağ ağaçları, ok yapımında daha kullanışlıydı ve orada yaşayan kartalların “telekleri, ok tüyü yapımına uygundu.” Orman içindeki sığınaklar, fırtına sırasında sürülerin barınması için oldukça elverişliydi ve ayrıca çobanlar, ocak yakmak için kestikleri odunları kışın kızaklarla kolayca taşıyabiliyorlardı. Hunlar, gerçekten ormanla kaplı dağlara çok ihtiyaç hissettiklerinden, Yin-shan ve Ch’in-ling-shan etekleri için Çinliler’le, Moğolistan Altayları ve T’ien-shan için de Yüeçiler’le savaşmak zorunda kalmışlardı.

Genel olarak, eski kültürleri kendi aralarında karşılaştırdığımız zaman, bunların gelişim seviyelerinin, bulunan silahlar, yazılı materyallar, sanat eserleri vb. gibi maddî kalıntılara göre farklılıklar arzettiğini görüyoruz. Sadece günümüze kadar yetip gelebilen hatıralar, yani taş silahlar ve madenî eşyalarla yetinmek zorunda kaldığı için bu metod yeterli değildir. Sistemin ilk eksikliği, kurak iklime sahip ülkelerdeki âbidelerin, rutubetli yerlerdeki âbidelere göre kıyas edilemeyecek kadar daha iyi korunabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer yandan, insanların, kendilerinden binlerce yıl sonra arkeologlar bulsunlar diye değil, bizzat yaşamak için ev yaptıkları gözönüne alınacak olursa, ağaçtan yapılan evlerin taş evlerden daha kötü olmadığı kabul edilmelidir. Şu halde, taş ev yapmayanların kültür seviyelerinin daha düşük olduğu hükmüne varmak, ikinci bir hatadır. Aynı şekilde, elbiselerin, ancak metalik olan kısımları bozulmadığı ve bunlar bütün halklar için geçerli olmayan kriterler olduğu için, onların güzel ve değerli olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Düşünelim ki A halkının süsleme zevki, oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmış, B halkı ise çok kaba taş nazarlıklar yapmakta ustalaşmış bulunsun ve bunlar, A halkı tarafından alınarak kullanılmış olsun. Bu durumda, A halkının zevki, kendi başına bir bütün teşkil etmez, ama B halkının yaptığı orijinal bir stil sayılır. Okuma-yazma konusunda da durum aynıdır: Tercüme, rivayet ve derlemelere sahip, büyük kütüphaneleri olan milletler vardır ve örneğin; Moğollar ve Mançurlar’da olduğu gibi bunların kendi orijinal eserleri çok azdır. Yeri gelmişken “İlyada” ve “Kalevala” gibi sanat şaheseri meydana getiren kültürsüz halklar da vardır.


Kısacası, eski kültürlerin karşılaştırılması sadece mümkün değil, gereklidir de; ama bunun için, ilk önce incelenen halkların orijinal gelişim çizgilerinin gözden geçirilip ortaya konulması gerekir. Ayrıca, günümüze kadar ulaşmış bulunan farklı materyal bakiyelerinin de buna engel teşkil etmemesi lazımdır.


Hun sınırlarının asıl ulaştığı noktalar, Moğolistan bozkırlarının yayıldığı alanlardı. Büyük Bozkır, ilk devirlerde, tıpkı bir deniz gibi, Güney Sibirya ve Kuzey Çin’in meskun orman- step şeritleriyle bölünmüştü. Her iki şeritte yaşayanlar, -çiftçiler, yerleşik çarvacılar ve orman avcıları,-bozkırlara yönelemezlerdi. Çünkü bozkır bitkilerinin onlara sağlayacağı bir faydası yoktu. Hunlar, yeterli miktarda at üretmişler, hamut vurulan öküzler ehlileştirmişler ve kulübeler -tekerlekli arabalar- kurmuşlardı. Çarvacılıkla uğraşanlar, ilk göçebelerdi ve günlük hayatta ihtiyaç duydukları et ihtiyacını karşılamak için sürek avı tertipliyorlardı. Hatta M.Ö. III. Yüzyılda, şahinle avlanmayı bile öğrenmişlerdi.


Kulübeleri -tekerlekli çadırları,- kullanıma oldukça elverişliydi. Her şeyden önce, dondurucu toprak ve taş duvarlara nisbetle, bu çadırlar, rüzgar ve soğuğa karşı fevkalade koruyucu durumundaydı. Ayrıca, otağı sökerek, daha sıcak bir yere taşıma imkanı vardı. İkinci olarak, Hunlar’ın da yaptığı gibi, tekerlekli kulübe, mevcut mal varlığını düşmana kaptırmamak için daha güvenliydi.


Deri elbiseler; dayanıklı, hafif ve kullanılışlıydı. Sürüleri çok olduğu için, gıda maddesi olarak kullandıkları et ve süte yeterinden fazla sahiptiler. Ağır işlerle uğraşmamaları ve sürekli avlanmakla meşgul olmaları, fizikî güçlerini geliştiriyor; sık sık tertipledikleri askerî yürüyüşler ise, erkeklik ve iradelerini kuvvetlendiriyordu.


Bunun yanında, askerî seferler, Hun ekonomisinde önemli bir rol oynuyordu. Tarihî gelişimin erken dönemlerinde, ilkel kabilelerde, kendilerinde yeterli ölçüde bulunmayan gıda maddelerini, sürekli olarak komşularını yağmalamak suretiyle elde etme alışkanlığı ortaya çıkmıştı. Bu, tehlikeli bir yol, fakat akıllıca bir gelir elde etme şekliydi. Çünkü elde edilen olca (ganimet), halkın ihtiyacını karşılamaya yetiyordu. Birçok halklar gibi Hunlar da bu merhaleden geçtiler. Ancak, ilk yabgular döneminde, Hunlar’ın esas gelirlerini, itaat altına alınan halkların ödedikleri haraçlar teşkil ediyordu.


Bununla birlikte, Hunlar’ın şekillenme dönemlerinin başlangıcında, örneğin, Franklar, Gotlar, Araplar, Slavyanlar ve eski Grekler’den pek farklı olmadıklarını belirtmemiz gerekmektedir.


Hunlar’ın savaş esirleri ve sığınmacılara karşı davranışları da oldukça insanî idi. Bu yüzden Çin devleti, birbirini takip eden Hun saldırıları kadar, kendi halkının muntazaman bozkıra taşıdığı gelirlerinden de korkuyorlardı.

Kadınların politikaya karışmaları, onların Çin, Hindistan ve İran’da olduğu gibi hiç de aşağılanmadıklarının bir delilidir.


Hunlar’ın gelişmiş özel bir kültürlerinin olmadığı konusundaki delillerin en belli başlısı, onların okuma-yazma bilmedikleri, üstelik bunu gösterecek herhangi bir bulguya da bugüne kadar rastlanmadığı şeklindedir. Hunlar’ın okuma-yazma bildikleri; deri, ağaç kabuğu veya kâğıt üzerine yazılan şeylerin günümüze kadar yetip gelmesinin her zaman mümkün olmadığının, akla pek yatkın gelmediği düşünülebilir. Ancak, bu görüş ve hatta peşin hükümler, elde edilen yeni bilgilerle çürütülmektedir. Mesela “Üç Hükümdarlık Tarihi”nde Çin ile eski Kamboçya hükümdarlığı Fu-nan arasında, karşılıklı elçilerin gelip gittiği kaydedilmektedir. Çin elçisi, Kamboçya’da 245-250 yılları arasında kalmış, onun refaketinde bulunan Kang T’ai, ülkesine döndükten sonra Fu-nan hükümdarlığı hakkında bilgi vererek, “Kitapları var; onları arşivlerde saklıyorlar. Yazı şekilleri Hunlar’ın yazılarına benziyor” demiştir. Fu-nanlılar, Hint yazı stilini kullanıyorlardı. Bu açıklama, fevkalade önemlidir. Çünkü Çinli diplomat, Hun yazısından bahsetmekte ve kesin olarak bildiği bir mesele hakkındaki görüşünü, başka bir şeyle kıyaslayarak ve açıklayarak izah etmektedir. Daha da önemlisi, Hun yazı stilinin Hint alfabesinden kaynaklandığını, dolayısıyla Hun Devleti’nin Batıyla bağlantıları bulunduğunu belirtmektedir. Han dönemi Çinlileri’nin Hunlar’ı vahşilikle suçlamalarının sebebi, belki de ellerindeki tek kültür kaynaklarının kendi ülkelerine ait olan kaynaklar olması idi. Ne yazık ki Hunlar’ın folklorları ve manevî kültürleriyle ilgili diğer bilgiler, geri dönmeyecek şekilde kaybolup gitmiştir. Yine de Hun kültür seviyesi ve özellikle de Hunlar’ın Sayan-Altay civarlarında yaşayan çağdaşlarının muhteşem sanatları hakkındaki bilgiler, Moğolistan ve Ordos’ta yapılan arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkacaktır.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


İznik Gölü / Bursa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


17 Eylül 2022 Cumartesi

DÎNİ SÖZLÜK “B”

  

BUHÂRÎ-İ ŞERÎF:

 

İslâm dîninde Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en üstün kitap. Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabının birincisi.

 

Bir kimse Buhârî-i şerîfi hangi niyetle baştan sona kadar okuyup bitirirse, maksadı, en güzel şekilde hâsıl olur. Tâûn hastalığı zamanlarında bir evde okunsa, Allahü teâlâ o evde bulunanları tâûndan korur. Bu kitap hangi evde bulunursa, evi yanmaktan, hangi gemide bulunursa, Allahü teâlâ o gemiyi batmaktan korur. (Tâcüddîn Subki)

 

BUHL:

 

Cimrilik. Cömertliğin zıddı.

 

BURAK:

 

Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.

 

Bana Burak getirildi. O, katırdan küçük, merkepten büyük, uzun ve beyaz bir hayvandır. Ayağını gözün görebildiği yerin ötesine kadar (rahatça) atabiliyordu. Ona bindim. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-i Şerîf)

 

BURHÂN:

 

1. Bir dâvâyı isbat eden kesin delîl.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

(Yahûdîler ve hıristiyanlar) dediler ki: "Yahûdî ve Nasrânî olanlardan başkası  aslâ

 

Cennet'e  girmeyecek!"Bu  onların  kuruntularıdır.  (Habîbim  onlara)  söyle:  Eğer  (bu

iddiânızda) doğru kimseler iseniz, burhânınızı getiriniz. (Bekara sûresi: 111)

 

2. Mantık ilminde mukaddime denilen ve kesin netîceye ulaştıran iki cümle (söz).

Burhân-ı İnnî:

 

İnneli (elbetteli) delîl. Eserden müessire (o eseri yapana), san'attan san'atkâra ve netîceden sebebe götüren delîl. Kelâm (akâid) ilminde daha çok bu delîl kullanılır.

 

"Âlem hâdisdir (sonradan var olmuştur). Her hâdisin bir sânı'ı (yapanı) vardır" cümleleri, isbat edilmek istenen "Âlemin sânı'ı (yaratıcısı) Allahü teâlâdır" sözü için burhân-ı innîdir. (Teftâzânî)

 

Burhân-ı Limmî:

 

Limeli (niçinli) delîl. İlletten sebebden ma'lûle (illetin bulunduğu şeye), müessirden (eseri yapandan) esere, san'atkârdan san'ata, sebebden netîceye götüren delîl. Görülen ateşten dumanın varlığına hükmetmek böyledir.

 

Burhân-ı Tatbîk:

 

Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.

 

Allahü teâlâ, kadîm, ezelî ve ebedî olmasaydı, hâdis (sonradan yaratılma) olsaydı , O'nu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm (bir başlangıcı yok) ise, Allah O'dur. Hâdis (bir başlangıcı var) ise, O'nu yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm olmayan yaratıcılar zinciri mevcut olur. Bu zincire teselsül denir. Teselsül ise, muhâldir (imkânsızdır), olacak şey değildir. Teselsülün muhâl olduğu Burhân-ı tatbîk ile isbât olunur. Bir şeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlayarak, sonsuz şekilde, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da sonsuz olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat böyle bir şey mevcut olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Âkıl ve bâliğ olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de bunu aklı kabûl etmez, fenne uygun değildir diyerek red ederse îmânsız demektir. (Ahmed Âsım)

 

Burhân-ı Temânü:

 

Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve birliğini isbâtta kullanılan delîl.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, âlemdeki nizâm bozulur karma karışık olurdu. (Enbiyâ sûresi: 22) Bu âyet-i kerîmede Burhân-ı temânü'ye işâret edilmektedir. Yâni âlemin yaratıcısının iki olduğu farz edilse, bu iki yaratıcının fiilleri (işleri), birbirinden, ya farklı veya aynı olur. Birbirinden farklı olursa, âlemin karmakarışık olması lâzım gelir. Yâni göklerin ve yeryüzünün bu husûsî nizâmından (düzeninden) çıkmasını ve yok olmasını veya birbirine zıt şeylerin aynı anda bir yere toplanmasını îcâbettirir. Meselâ iki ilâhtan birisi, Zeyd ismindeki insanın hareket etmesini, diğeri de o anda hareket etmeyip sükûnunu (hareketsizliğini) irâde etse (dilese), ilâh oldukları için ikisinin kudreti birlikte Zeyd'e te'sir edince, cem'i zıddeyn (iki zıddın bir araya gelmesini) îcâbettirir. Bu ise, mümkün değildir. Çünkü cem'i zıddeyn, muhaldir (mümkün değildir). Yâni Zeyd aynı anda hem hareketli, hem hareketsiz olamaz. Ya hareketlidir, ya hareketsizdir. O halde Allah tektir, O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratan, durduran ve hareket ettiren O'dur. (Seyyid Şerîf, Muhammed Rebhâmî)

 

BÜDELÂ:

 

Bedeller.  Ricâlü'l-Gayb  denilen  Allahü  teâlânın  insanlardan  gizlediği  evliyâ  zâtlar.

Bedîl'in çokluk şeklidir. Ebdâl de denir.

 

BÜHTÂN:

 

İftirâ. Bir kimseye onda olmayan bir kusuru isnat etme.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Mü'min erkek ve mü'min kadınlara, işlemedikleri (bir günâhı, bir suçu isnâd etmek sûretiyle) ezâ edenler, muhakkak bir bühtân ve apaçık bir günâh yüklenmişler (cezâya müstehak olmuşlardır). (Ahzâb sûresi: 58)

 

Bir kimse için söylenen kusûr, onda varsa, bu söz gıybet, yoksa bühtân olur. (Hadîs-i şerîf-Sâhih-i Müslim)

 

Nâmuslu bir kadının nâmûsuna bühtân etmek, yüz senelik ameli(n sevâbını) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Her yere burnunu sokma! Ya bir kazâya, yâhut bir bühtâna uğrarsın. (Muhammed Hâdimî)

 

Sâliha bir kadında bulunması gereken şartlar altıdır: Allahü teâlâdan başka, hiç bir şeye ibâdet etmemek. Hırsızlık etmemek. Zinâ etmemek. Çocuğunu öldürmemek. Bühtân etmemek. Peygamber efendimizin her emrine itâat etmek. (Ahmed Fârûkî)

 

Bühtân, kötü sıfatların, fenâ ahlâkın en şiddetlisidir. Çünkü bunda yalan vardır. Yalan ise her dinde haramdır. (Ahmed Fârûkî)

 

BÜRÛC SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin seksen beşinci sûresi.

 

Bürûc sûresi Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Yirmi iki âyet-i kerîmedir. Bürûc, burçlar demektir. Sûre, ismini birinci âyet-i kerîmede geçen bürûc kelimesinden almıştır. Sûrede; Allahü teâlânın azameti (büyüklüğü), Kur'ân-ı kerîmin şerefi, üstünlüğü, mü'minler (inananlar) hakkında Allahü teâlânın vaadi, kâfirler (inanmayanlar) hakkında tehdidi ve geçmiş kavimlerin hâlleri bildirilmektedir. (Râzî, Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)

 

Bürûc sûresinde meâlen buyruldu ki:

 

Şüphesiz Allahü teâlâya ve Peygamberine îmân edip sâlih (iyi) amel yapanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir kurtuluştur. (Âyet:11)

 

BÜRÛZ:

 

Zâhir olmak. Görünmek, ortaya çıkmak. Olgun bir velînin sevenlerinde bâzı sıfatlarının zâhir olması, görünmesi.

 

Bir velî, sevenini terbiye etmek, yetiştirmek için, onda bürûz etmeksizin, Allahü teâlânın verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını (hâllerini), o kimseye aks ettirir, aktarır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

BÜYÜ:

 

Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı sağlayan ilim.

...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.

büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)

 

Müslüman büyü yapmaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, büyüsü te'sir eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

Fâtiha (Elhamdü), Âyet-el-Kürsî ve dört Kul, yediş er kerre okunup hastaya üflenirse, bütün âfetler, dertler için, büyü ve nazar (göz değmesi) için iyi gelir. Tuz üzerine okunup, suda eritip içirmek de tecrübe edilmiştir. Dört Kul, Kâfirûn, İhlâs ve Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûreleridir. (Muhammed Osman Sâhib)

 

Semâvî dinler (Hak dinler), büyüyü yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri neshetmiş, büyüyü (sihiri) de yasaklamış ve çok çirkin bir iş olarak vasıflandırarak, müslümanların büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uzak durmalarını emretmiştir.

 

Modern fen ilimleri, büyüyü kendi metodları icâbı olarak reddederler. Bu hâl, o ilimlerin sahâsına girmeyen ve metodlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları ve hüküm verme sâhalarının dışında olduğunu gösterir. Bu bakımdan büyü, daha pekçok şey gibi, modern bilimlerin sâhası dışında kalmakta veya varlığı yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzah ve ispat edilememektedir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

 

Büyü insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olur. Yâni cesede ve rûha tesir eder. Kadın ve çocuklara tesiri daha çoktur. Büyünün tesiri kesin değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ isterse tesirini yaratır; istemezse, hiç tesir ettirmez. Büyücü istediğini elbette yapar, büyü muhakkak tesir eder diye inanmamalı, böyle düş ünmemelidir. Böyle inanan kimsenin îmânı gider. Büyü, Allahü teâlâ takdir etmişse tesir edebilir, demelidir. (Abdülhakîm Arvâsî)

16 Eylül 2022 Cuma

İSKİT KÜLTÜRÜ-3

 İSKİTLERİN DİNİ





İskitlerde bütün göçebelerde ve dağlı kavimlerde olduğu gibi ruha inanış düşüncesi köklü bir geleneğe bağlıydı. Hayatları boyunca tabiatla mücadele eden bu insanlar, zaman zaman birtakım korkunç veya garip doğa olaylarıyla karşılaşmış ve açıklayamadıkları bazı şeyleri ruhlara atfetmişlerdir. Bu ruhları iyi ve kötü olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Bu ruhların bazıları onlara yardım etmekte, bazıları ise işlerini bozmaktadır (Hermann 1920: 1797). İskitlerin tapındıkları her varlık bir ruh taşımaktadır. İskitlerin özellikle Greklerle temaslarından önceki dininde Şamanizme ait unsurlar bulunmaktadır. Şamanizm, genellikle Sibirya'daki kavimlerin inanışlarını ifade eden bir tabir olup, bu kelime kuzey Asya halkları arasında büyücü, sihirbaz anlamına gelen şaman kelimesinden türemiştir (Buluç 1979: 320).




İskit dininde Şamanizmle birlikte görünen unsurlar Türk-Moğol kültür tarihinde de görülmektedir. Çok geniş bir sahaya yayılmış olan ve Türk-Moğol kültür tarihinin önemli bir bölümünü oluşturan Şamanizm, 18. ve 19. yüzyıllarda Georgi, Banzarov ve Şaşkov gibi bazı yazarlarca, eski bir din olarak gösterilmiştir. Buna karşılık, aynı yüzyıllarda Hıristiyanlık taassubu ile hareket eden diğer bazı araştırıcılar ise, Şamanizmin bir din sayılmaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Şaman, bir sihirbaz, kötü ruhları kovmak suretiyle hastalıkları iyileştirmeye çalışan bir üfürükçü ve nihayet gelecekten haber veren bir falcı veya kâhinden başka bir şey olmadığı için, Şamanizm de bir din sayılmazdı.


19. yüzyılın ikinci yarısında Radloff ve 20. yüzyılın ilk yansında Anohin, Culloch ve diğer birçok yazarlar Şamanizmi sadece Ural-Altay halklarının dini olarak göstermişlerdir. Bu inanış üzerine geniş bir araştırma yapmış olan Nioradze, Şamanizmde belli bir dinî sistemden çok, dine doğru bir gelişme safhası görmektedir. Ohlmarks'a göre ise, Şamanizm tam anlamıyla bir din sayılmazsa da, yayıldığı yerlerde dinin yerini almıştır. Ayrıca, W. Schmidt de Şamanizmi başlıca Gök Tanrı ve Yer Tanrı unsurlarından oluşan bir din olarak kabul etmektedir (Buluç 1979: 320).


İskitlerde ruhlar âleminin dışında bir de Tanrılar âlemi vardır. İskitlerdeki Tanrılar âlemi anlayışında Greklerin büyük etkisi olmuştur. Bu etki İskitlerin Karadeniz'in kuzeyindeki coğrafyaya yerleştikleri ve Greklerle temas kurdukları zaman başlamıştır. İskit Tanrılar âlemiyle ilgili bilgileri bize antik yazar Herodotos vermektedir. Fakat Herodotos'un İskit Tanrılar âlemi hakkında verdiği bilgiler oldukça sınırlıdır. Böyle bir inanış yalnız Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlara yayılmış İskitler arasında görülmektedir. Tamamen bozkır coğrafyasına yayılmış İskit/Saka toplulukları arasında mevcut değildir.





1) İskit Tanrıları



Yukarıda da bahsedildiği üzere, İskitlerde ruhlar âlemi inancı yanında bir de Tanrılar âlemi anlayışı vardı.

İskitlerin Tanrılar âlemine, Grek Tanrılar âleminin çok fazla etkisi olmuştur. İskitlerin Tanrıları tabiatıyla İskitçe adlarla adlandırılmıştır. Herodotos, İskitlerin başta Hestia olmak üzere en büyük Tanrılarının Zeus ve Zeus'un karısı olarak kabul edilen Toprak olduğunu bildiriyor. Sırasıyla Apollon, Göksel Aphrodite, Herakles ve Ares'in de yukarıda adı geçen Tanrılarla birlikte bütün İskitya'da ululandıklarını belirtmektedir. Ayrıca Herodotos, İskit dilinde Hestia'ya Tabiti, Zeus'a Papaios, Toprak'a Api, Apollon'a Oitosyros, Göksel Aphrodite'ye Artimpasa, Poseidon'a Thamimasadas dediklerini de bildirmektedir (Herodotos IV: 59).




İskitlerin polytheism dediğimiz çoktanrılılıkları Greklerin etkisi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu etkinin doğu İskitlere kadar ulaşıp ulaşamadığı tam olarak açıklığa kavuşturulamamasına rağmen, Greklerle temas kuran denizin ötesindeki Sakalara, yani Karadeniz İskitleri'ne ulaştığını anlamamız mümkündür. Elimizde bulunan yegâne kaynak Herodotos'un eseri olduğundan, bu konuda ancak onun verdiği bilgilerle yetinmek zorunda kalışımız da bilgilerimizi sınırlamaktadır. Değişik yerlerde üzerinde durulduğu üzere, İskit/Saka topluluklarının en büyük grubu olan Massagetler için ise, tek tanrı inancından söz etmektedir. Karadeniz'in kuzeyindeki İskitlerin dahi böyle bir inanca sahip olabilecekleri, Gök Tanrı'nın varlığı, diğer tanrı gibi isimleri verilenlerin ise dinlerinin tamamlayıcısı unsurlar olabileceği de hatıra gelmektedir.


2) Adak ve Kurbanlar



İskitler Tanrılarına çeşitli hayvanları adamış ve kurban etmişlerdir. En çok kurban ettikleri hayvan ise attır (Herodotos IV: 61). Herodotos İskitlerin kurban merasimleri hakkında da bilgi vermektedir. İskitlerin kurban merasimlerinin her yerde aynı olduğunu, kurbanların ön ayaklarının bir ipe bağlandığını, kurbanı adayan şahsın onun arkasında yer aldığını ve elinde tuttuğu ipi çekerek hayvanı yere yıktığını bildirmektedir. Hayvan yere düşünce, kurban hangi Tanrı'ya sunuyorsa, ona dua ettiğini, sonra hayvanın boynuna bir ip doladığını, ipin arasına bir sopa soktuğunu, sopayı çevire çevire sıkarak kurbanı boğduğunu ve sonra onların onu yüzüp, etini pişirdiklerini yazmaktadır (Herodotos IV: 61). Herodotos İskitlerin kesinlikle domuz kurban etmediklerini de bildirmektedir (Herodotos IV: 63).


Herodotos, Masagetlerin de Güneş'e at kurban etmelerinden bahsetmektedir ve bunu şu şekilde ifade etmektedir: "Tapındıkları biricik ilah, Güneştir. Ona atları kurban ederler ve bu suretle İlahların en süratlisine ölümlü mahlukatın en süratlisini sunduklarına inanırlar" (Herodotos I: 216).Vogullar, Ostjaklar, Votjaklar ve Altay Türklerinin buna benzer merasimlerde geyik, at ve sığır kurban ettikleri de bilinmektedir (Buluç 1979: 331).







3) Şamanlar ve Sihir


Eskiçağ kavimlerinin çoğunda bulunan Şamanlık İskitlerde de vardır. Şamanlar, genellikle kehanette bulunmak, büyü yapmak ve kurban kesmek gibi çeşitli işler yapmaktaydılar. Fakat bu işleri Şaman olmayan kimseler de yapabilmekteydiler. Hakiki Şaman'a ancak ruhlarla temasa geçilmek suretiyle halledilebilecek meselelerde müracaat edilmekteydi (Buluç 1979: 318-319).


İskitlerde Şamanlık üzerine Herodotos önemli bilgiler vermektedir. O, İskitlerde pek çok falcının bulunduğunu ve onların ileride olacak şeyleri söğüt değneklerine bakarak haber verdiklerini bildirmektedir. Bunun için değneklerden büyük demetler meydana getirdiklerini, onları yere koyup dağıttıklarını, sonra değnekleri birer birer ayırarak gelecekte olacak şeyleri söylediklerini, konuşurken değnekleri toplayarak bir demet haline getirdiklerini ve bu tür falcılığın onlara atalarından kalmış olduğunu anlatmaktadır (Herodotos IV: 67).




İskit toplumunda falcılar, yani Şamanların önemli bir yeri vardı. İskit hükümdarı hastalandığı zaman falcılara müracaat edilmektedir. En iyi üç falcı getirtilmekte ve falcılar yukarıda belirtildiği üzere, fala bakmaktadırlar. Falcılar hanedan üzerine birisinin yalan yere yemin ettiğini söylemektedirler. O şahıs getirilip hükümdarın huzuruna çıkarılmaktadır. Kendisi hanedan üzerine yalan yere yemin ettiğinden, hükümdarın hastalanmış olduğunu söylerler. O şahıs bunu inkâr edince, yine falcılar getirilmekte ve bunlar da yalan yere yemin suçlamasına katılırlarsa, o şahsın hemen kafası kesilmektedir. Adamı suçsuz çıkarırlarsa, yeni falcılar getirilerek, onlara da danışılmakta ve çoğunluk sanığı temize çıkarmışsa, ilk gelmiş olan falcı ölüme mahkûm edilmektedir (Herodotos IV: 68). Onlar bir arabaya çalı çırpı doldurup, öküzler koşulduktan sonra, elleri ve ayaklan bağlı bir şekilde arabadaki odunların içerisine atılarak, odunlar ateşe verilmekte ve ateşten ürken öküzler hareket etmektedir. Çoğu kez öküzler de, büyücülerle beraber yanmaktadır. Büyücülere verilen bu cezaya, eğer varsa, erkek çocukları da dahil edilmekte, sadece kızlarının yaşamasına müsaade edilmektedir. Öküzler onları, koşum kayışları yanıp, kendilerini kurtarıncaya kadar sürüklemektedir (Herodotos IV: 69). İskitlerde Şamanlığın son derece önemli olduğu, hastalanan hükümdarın tedavi edilmesinden de anlaşılmaktadır. Söğüt çubuklarıyla fala bakma usulü, günümüzde birçok gayrimüslim Türk topluluğunda hâlâ görülmektedir (Minns 1913: 87).





4) Yemin ve Kan Kardeşlik Merasimleri



İskitlerde yemin ve kan kardeşlik merasimlerine de rastlanmaktadır. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Herodotos bize bilgi vermektedir. Herodotos'un bildirdiğine göre; İskitler toprak bir kupanın içerisine şarap doldurmaktadır. Sonra yemin edecek olanlar bir sivri uçlu cisim ya da kılıç ucuyla derilerini çizerek, bu kabın içerisine kanlarını karıştırmaktadırlar. Sonra kabın içine bir pala, birkaç ok ve bir balta daldırmaktadırlar. Uzun bir dua okuduktan sonra yemin edip, sonunda yemin edenler ve orada ileri gelenler bu kaptaki kan karıştırılmış şaraptan içmektedirler (Herodotos IV: 70).


Yemin ve kan kardeşlik merasimlerinin İskitlerden başka Hunlar, bir Ural-Altay kavmi olan Macarlar ve Kumanlar arasında da yaygın olduğu bilinmektedir (Minns 1913: 87). Hun hükümdarlarından Huhanye MÖ I. yüzyılın ortalarında Çin elçileriyle anlaşma yaptığı zaman şaraba kan karıştırarak içmiştir (Biçurin 1950:78). Daha pek çok toplumda kan karıştırma ve kan içme geleneği olmakla beraber, İskitlerde görülen bu hukuki antlaşma ve kan bağlılığı esasına dayalı usul bu tür bağlılıkların en eski örneğidir (Ebert 1929: 98).


Bu geleneğin varlığı arkeolojik buluntularla da ispatlanmıştır. Kurganlardan bununla ilgili çok kıymetli pek çok eser çıkarılmıştır. Kul Oba'da bulunan bir altın varak üzerinde yer alan bir İskitli Kul, Oba'da Voronez kurganında ve daha başka yerlerde sık sık rastladığımız kıymetli madenden yapılmış oldukça süslü dinî karakterli bir kan çanağı olması muhtemel bir kabı sağ elinde tutmaktadır. Sol eli ise, bir ok çıkarmak için okdanlığa uzanmıştır. Yine Kul Oba'da bulunmuş olan başka bir altın kabartma üzerinde, birbirine sarılmış iki İskitli, tek bir kaptan bu kutlu kan içkisini içmektedir. Aynı sahneye Solocha kurganında bulunan bir altın plaka üzerinde de rastlamaktayız (Tarhan 1969: 159).


Belgelerin gösterdiği üzere, kendi kanlarından ve içkiden oluşan ve içine kendi kılıçlarını, oklarını ve mızraklarını koydukları daha önce doldurmuş oldukları karışımı içirerek ve bu esnada efsunlu sözleri uzun süre mırıldanarak iki savaşçı birbirlerine karşı ölünceye kadar sadık olma yemini yapıyorlardı. Biz bu kan kardeşlerinin oldukça hareketli hikâyelerini içeren literatürden ve onların birbirine yakın olan bağlarından günlük hayatta karşılaşılan tehlikelerin onlar için kesinlikle büyük önem arzetmekte olduğunu biliyoruz. Kendi kardeşi için savaşmaya şartsız olarak riayet etmenin yanı sıra, eşyalarından, karısından ve çocuklarından, görme duyusundan ve hayatından fedakârlıkta bulunma İskit ideallerinin elzem bir unsuruydu ve dolayısıyla bundan şeref duyuyorlardı (Rolle 1980: 69-70).


Yazılı belgelerde pek üzerinde durulmayan, fakat içme törenlerinin resimle tasvir edilmelerinde ortaya çıkan gerçek, her iki savaşçının tek bir kaptan, bir içme boynuzundan veya benzeri şeylerden içmeyi bu ciddi tören esnasında yapmasıdır. Geleceğin iki kan kardeşi içkiye kanlarını karıştırmış, birbirlerine çok yakın olarak dayanmış, her ikisi de kabı dudaklarına kadar kaldırarak bu karışımı içmişlerdir. Aynı anda içme belirgin bir şekilde bir önem arzetmektedir; onları ölüme kadar ve belki de öbür dünyada birbirine sıkıca bağlamıştır. Bu törene çevrede bulunan savaşçılar tanıklık yapmaktadır (Rolle 1980: 71).



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak