12 Eylül 2022 Pazartesi

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


HUNLARIN HALKLAR ÜZERİNDE HAKİMİYETİ

 Batı Sınırı


Me-te’nin Lao-shang-yabgu unvanıyla tahta çıkan oğlu Chi-yü, [Ki-ok] büyük bir devletle birlikte, bazı karmaşık problemleri de miras olarak almıştı. Devraldığı problemler, geciktirilmeden halledilmek zorundaydı. Bunların en başında geleni ve en önemlisi de, batı sınırlarının korunmasıydı. Ele geçirilen bu topraklardaki Yüeçiler sıkılıp çıkarılmış, fakat T’ien-shan’ın [Tanrı Dağları] kuzeyinde bulunan bozkırlarda tutunmayı başarmışlardı. Yüeçiler’in küçük bir kısmı, asıl kütleden koparak, “Küçük Yüeçiler” adı altında Nan-shan’da kalmıştı,  ama  büyük  kısmı  inatla  karşı  koymaya  devam ediyordu. Yüeçiler’in hükümdarı Ki-to-lo [Ch’i-to-lu], sonunda Hunlar’la savaşa girmişti. Fakat Ki-to-lo öldürülmüş; cesedi düşmanın eline geçmiş ve Lao-shang yabgu, onun kafatasından şarap kâsesi yaptırmıştı. Yüeçi hezimetinin tarihini kesin olarak tesbit etmek mümkün değilse de, bunun, yaklaşık olarak M.Ö. 174-165 yılları arasında vukû bulduğu söylenebilir. Çünkü Ki-to-lo’nun halefi, 165’de kalan halkını alarak Sır-derya tegrelerine gelmiş ve Amuderya sahillerinde Makedonyalı İskender İmparatorluğu’nun kaldıkları olan Baktria Grekleri’yle çarpışmalara girmiştir. Tam 150 yıl boyunca dünyaya hakim olmuş olan fatih “gümüşi falanjlar ve yenilmez peltastlar,”  savaş üstünlüklerini kaybetmişlerdi. Yüeçiler, fazla zorlanmadan Baktria’yı ele geçirmişlerdi ve kendileriyle savaşmaktan büyük zarar gördükleri Hunlar’la da artık dalaşmaktan uzak duruyorlardı.

Yüeçiler’in boşalttıkları topraklar -Yedisu-, Sakalar ve Yüeçiler’in kaldıklarıyla kaynaşan Wu-sunlar tarafından işgal edildi. Giderek güçlenen Wu-sun hükümdarı, “yabgunun ölümünden sonra” Hun-lar’a itaatten baş tartıp, fiilen onlardan ayrılmanın mümkün olacağı kanaatine vardı. Hunlar’ın Wu-sunlar üzerindeki egemenliklerini yeniden tahkim girişimleri de, bir netice vermedi. Peki, bu olay ne zaman olmuştu? Bu olay, ancak Wu-sunlar’ın Hunlar’la birlikte hareket ederek Yüeçiler’i yenmesinden, yani 165 yılından sonra olmuş olabilir. Demek ki yabgunun ölümü üzerine ibaresiyle, Lao-shang’ın kastedildiği anlaşılmak lazım gelir. Yabgu 161’de öldüğüne göre, Wu-sun-lar’ın itaatten çıkması, M.Ö. II. Yüzyılın ellilerinde, yaklaşık olarak, Hunlar’ın, Çinliler’le savaşmaları sebebiyle, batıda ikinci bir savaşı sürdürecek güçten mahrum kaldıkları 158-154 yılları arasında gerçekleşmiştir.

Wu-sunlar, Hunlar’ın güçlenmelerini sağlayan bir toplum yapısından uzaktılar. Daha sonraki olaylar da bunu göstermektedir. Wu-sunlar’da 120 bin çadırda 630 bin kişi yaşıyordu ki, her bir çadıra beş kişiden birazcık fazla insan düşüyordu. Bu bir boy değil, iki aileden meydana gelen bir gruptu. Kadın, kendisini istediği kişiye verme hakkını elinde tutan erkeğin özel mülkü olarak kabul ediliyordu. Mesela Wu-sun reisi, Çinli bir kraliçeyi kendi torununa hediye etmiş, bir başka reis ise kendi hanımını amcazadesine vermişti. Wu-sunlar’da kesinlikle mülkiyet eşitliği yoktu. Mesela kaynaklarda, dört bin atlık sürüleri olan zenginlerden bahsedilmektedir.


Wu-sunlar’ın siyasî yâpısı, bariz şekilde Hunları’nkine benzemekteydi. Halkın başında, k’un-mo titülü taşıyan bir reis vardı. Çin kaynaklarına göre, Wu-sunlar’da kumandan sayısı 16, ordu sayısı ise 188 800 kişiydi. Bu oldukça büyük bir güçtü. Buna rağmen Wu-sunlar, o dönemde Hunlar’la barış içinde yaşıyorlardı. Belki de batılı komşularıyla aralarında bulunan düşmanlık, onları böyle bir ittifaka mecbur bırakıyordu.

Wu-sunlar’ın batısında, Mirzaçöl bozkırında yerleşmiş bulunan K’ang-chüler yaşamaktaydılar. K’ang-chü kabilesi, Wu-sunlar’dan iki misli daha zayıftı ve Hunlar’la Wu-sunlar arasında tampon bölge vazifesi görüyorlardı. Görünüşe göre, Hunlar’ın K’ang-chü üzerindeki hakimiyeti sembolikti, fakat onların batı sınırını teşkil ettiklerinden, Hunlar, rahatlıkla doğuya yönelebiliyorlardı. Wu-sun ve K’ang-chü’nün daha güneyinde bulunan Soğdiyana Hunlar’ın hakimiyeti altında olmamakla birlikte, kendi arasında bir birlik teşkil edemediğinden, (çünkü Soğdiyana kendi başına müstakil 70 prensliğe bölünmüştü) bir tehlike teşkil etmiyordu. Bu yüzden Yüeçiler’i tarumar etmiş bulunan Lao-shang yabgu, batı sınırlarını tamamıyla güvenlik altına almış; “Batı ucu” (o dönemde Çinliler’in Sinkiang=Hsi-yü dedikleri topraklar) prensliğini ele geçirebilmişti. Bu prenslik, yeni doğmakta olan bir imparatorluğun ekonomik yapılanmasında oldukça önemli rol oynayabilecek imkanlara sahipti.


İç Politika


“At sırtında bir imparatorluk kurabilirsiniz, ama onu at sırtından yönetemezsiniz” demişti bir defasında Çingis-han döneminin etkili yöneticilerinden Yeh-lü Ch’u-ts’ai. Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Yabgu Me-te de bunu çok iyi anlamıştı. Hükümdarlığının sonlarına doğru, Çin’den kendisine sığınan birçok Çinliyi hizmetine alarak, Çin sarayı ile Hun devleti arasındaki diplomatik ilişkilerde onlardan geniş ölçüde faydalanmıştı. Yerine geçen oğlu Lao-shang yabgu da onun izinden yürümüş ve Çin’den kendisine zorla elçi olarak gönderilen Chung Hang Yüeh, Hun tarafına geçmek isteyince bu teklifi sevinçle karşılamış ve kendisini iltifatlara boğmuştu. “Yüeh, yabgunun çevresinde bulunanlara, tebaa ve hayvan sayısı ile mal varlıklarını bir deftere kaydedilmesini öğretti.” Bu durumun kabulü, Hun toplumunun iç işlerinde büyük bir devrim yarattı. Yabgu ve yakınlarına (ki hepsi de onun akrabalarıydı) verilen salıklar (vergiler), yabgu boyunu diğer küçük boylar arasından çıkarmış ve Me-te’ye rüyasında bile göremeyeceği büyük bir imkan sağlamıştı. Bunun sağladığı en büyük imkan, yabguya “Göğün ve yerin oğlu, güneş ve ayın ortaya çıkardığı büyük


Hun Yabgusu..” ünvanının verilmesi oldu. Burada iktidar hakkının “tanrıların lutfuyla” tayin edildiği; bu yüzden de kabiledaşların iktidara gelen kişiye itaat edip, karşı çıkmama mecburiyetinde olduklarını görüyoruz. Böylece yabguya tanınan imtiyazlar, eski sisteme o kadar ters düştü ki, halk kitlelerinin isyan edip silaha sarılacakları tahmin edildiyse de, hiçbiri olmadı. Aksine yabgu iktidarı, görülmemiş yetkilerle donatıldı. Esasen Hunlar, eski hürriyetlerini ister istemez kaybetmişlerdi ve onu elde etmek için galiba büyük bir bedel ödeyeceklerdi. Artık, mağlup kabile ve halklardan elde edilen savaş ganimetlerinin ve vergilerin tamamı, doğrudan yabgunun hazinesine gidiyordu. Gerçi bu ganimetlerin önemli bir kısmı savaşçıların elinde kalıyor ve Hun kadınları koyun derisinden yapılma giysilerini ipekli elbiselerle değiştiriyorlardı. Artık, Hun sofralarında kımız ve kaşarın yanı sıra, Çin şarapları, ekmek ve tatlılar da yer alıyordu. Tarihî kaynaklar Hun toplumunda görülmemiş bir refah ve lüks döneminin başladığını, bununla birlikte âdetlerin bozulduğunu kaydetmektedirler.

Kendisini  yeni  efendisinin  hizmetine  adamış  olan  uzak görüşlü Yüeh, bu tür değişikliklerin getireceği tehlikelere işaret etti. “Hunla-rın nüfusu, -dedi Yüeh Lao-shang yabguya- bir Çin şehrinin nüfusuna bile denk değildir. Fakat onlar, farklı giyim-kuşam ve yeme-içme konusunda Çinliler’e bağımlı olmadıkları için, güçlüdürler. Şimdi ise, ey yabgu, siz âdetlerinizi değiştiriyor, Çin eşyalarından hoşlanıyorsunuz. Eğer Çin, elindeki eşyaların onda birini gözden çıkarırsa (satmaya razı olursa. L.G.), bütün Hunlar tek tek Han hanedanı tarafına geçerler. Siz Çin’den ipekli kumaşlar alarak, halkın üzerindeki elbiseyi çıkarıp onları giydirin. Sonra da dikenli bitkiler arasına salıp, böylece, bunların kürk ve deri elbiselerin yerini tutamayacağını gösterin. Çin’den gıda maddesi alın, ama onu kullanmayarak, kaşar ve sütün onlardan daha üstün olduğunu gösterin.”

Yüeh’in hazırladığı proğrama kulak asılmadı. Yabgu, geleneklerin bozulmasının müsebbibi olduğu kadar, ekonomi ve hayat tarzının da değişmesine yol açtı. “Eşyaların cazibesi”, Hunlar’ı giderek daha fazla tüketime sevketti ve neticede, hayat tarzları değişti. Fakat bu tür değişimlerin neticelerinin görülmesi için çok beklemek gerekmeyecekti. İki üç nesil (50-75 yıl) sonra hepsi neredeyse dejenere olmanın kucağına itilmişti. Hunlar’ın çok sevdikleri ürünler Çin’den akıp giderken, tabiî olarak, bu kanalın daha da genişletilmesi istekleri yükselmeye başladı. Me-te ve Lao-shang döneminde Çinliler, küçük partiler halinde, yine bu hediyeleri göndermeye devam ettiler ve yabgu da onları halkına dağıttı. Yabgu, bu gerekli talebleri yerine getirebilmek için Çin’le yapılan sınır ticaretini bir düzene sokmaya çalıştıysa da, çoğunlukla Çin yönetiminin itirazlarıyla karşılaştı.


Han hanedanı, Çin’de ordunun ve devlet erkanının ihtiyaçlarını giderebilmek amacıyla, halktan mümkün olduğunca çok ürün toplamayı amaçlayan yeni bir salık (vergi) sistemi geliştirdi. Buna göre, sınırdaki barter ticareti, gerekli salığı toplayabilmek amacıyla doğrudan devletin kontrolüne geçiyordu. Bu sistem, öncelikle salık ödeyen Çinli tebaayı, ikinci olarak da ihtiyacından daha az kumaş ve ekmek temin edebilen Hunlar’ı tedirgin etmişti. Her iki taraf da aracısız alışveriş yapmak istiyor, fakat bu da tebaadan devletin kasasına daha çok salık aktarmaya alışmış olan Çin yönetiminin işine gelmiyordu. Anlaşılan, bu çetrefil mesele, ancak savaş yoluyla çözülebilecekti ve savaş da kendini fazla beklettirmeyi sevmezdi.


Serbest Ticaret Savaşı


Lao-shang yabgu, Yüeçiler’in işini bitirip, hareket serbestisine kavuşunca, Çin üzerine yürüdü. 166’da 140 bin kişilik bir süvari ordusuyla Kuzey-batı Çin’e girip, “büyük miktarda esir, sürü ve mal topladıktan sonra imparatorun yazlık sarayını yaktı. Hun süvari birlikleri, başkent Ch’ang-an’a 43 km. kadar yaklaşarak, hızlı bir akın düzenlediler. Seferberlik ilan eden imparator, bin zırhlı savaş arabası, 100 bin süvari ve üç yardımcı kolordunun hazırlanmasını emrettiyse de, onlar toplanıncağa kadar, Hunlar, bir tek kayıp bile vermeden, ele geçirdikleri olcalarla ülkelerine geri döndüler. Bunu takip eden dört yıl boyunca, Hunlar, akınlarını sürdürerek, bütün sınır bölgelerini (özellikle de Liao-tung civarını) yağmaladılar. Esas darbe, kısa süre önce Hunlar tarafından fethedilen ve Çinli olmayan halklarca meskun bulunan batı bölgesinden vurulmuştu. Askerî harekat, bilhassa P’ei-ti’de (Doğu Kan-su) etkili olmuştu. Burası, İ-ch’ü Junğları’nın vatanı idi ve ancak M.Ö. III. Yüzyılda fethedilmişti. Burada Hunlar’ın yerli halkların yardımları sayesinde Merkezî Çin’de yenilgiden kurtulduklarını hatırlatmalıyız. Bu yürüyüş çok az olumlu sonuç vermekle birlikte, Çin süvarileri batıya itilmiş; aynı dönemde Hunlar, Yin-shan’dan başlayarak bütün doğu sınırlarını yağmalamışlardı.

Sonunda 162 yılında İmparator Wen-ti, Lao-shang yabgudan barış anlaşması yapılması talebinde bulundu. Yabgu, cevap olarak, önemsiz havası vermek amacıyla bir tang-hu (düşük dereceli memur) gönderdi. Tang-hu beraberinde hediye olarak Çin vakanüvistlerinin zikretmeye bile değer görmedikleri iki at götürdü. Buna rağmen Wen-ti, kırgınlık duymadığı gibi, hediyeleri de kabul ederek, barış anlaşmasını akdetti. Yapılan anlaşma, Çin için oldukça ağır ve utanç vericiydi. Buna göre Çin ve Hunlar iki eşit devlet sayılacak; Çin, komşusunun ülkesindeki soğuk iklimin güçlüklerini hesaba katarak Hun yabgusuna her yıl “hatırı sayılır ölçüde darı, beyaz pirinç, simli kumaş, ipek, pamuklu kumaş ve farklı değişik eşyalar” gönderecekti. Bu, bir tür üstü örtülü haraçtı. Anlaşmaya göre, eski sığınmacılar iade edilmeyecek, fakat yeni sığınmacılar ölüm cezası verilmemesi garantisiyle geri iade edileceklerdi. Anlaşma, Hunlar’ın Çinlilere karşı bâriz bir üstünlük sağladığının kesin göstergesi olmakla birlikte, serbest sınır ticareti konusunda herhangi bir madde konulmamıştı.

Lao-shang yabgu, Çinle Hunlar arasındaki sınır ticareti meselesini halletmeden, 161’de tahtı oğlu Kün-çin’e bırakarak öldü. Kün-çin, hiçbir değişiklik yapmadan, varılan anlaşmayı uyguladıysa da, 158’de Çin’e karşı saldırıya geçiverdi. Her biri 30 bin kişiden (?!) meydana gelen iki Hun birliği, kuzey ve batıdan Çin sınırlarını aşarak, yağmalaya yağmalaya ilerlemeye başladılar. Sınırlara yerleştirilen ve ateşle yağmayı haber veren özel alarm sistemine rağmen, Çin orduları hemen toparlanamadılar ve sonunda Çinliler sınırlara yaklaştığında Hunlar çoktan uzaklaşmış oldular. Hunlar, bir sonraki yıl da başarılı saldırılar gerçekleştirdiler. Wen-ti 157’de ölünce, 156’da Ching-ti tahta geçti. İmparatorluk sınırları içinde şiddetli grup çatışmaları meydana geldi. Mağluplar tenkil edilmelerini beklerken, tekrar toparlanarak Hunlar’dan yardım istediler. Ancak yeni yönetim, iç problemleri bastırmayı başardı ve 154’de Hunlar yardım etmediği için, isyancılar tamamen tepelendi. Tabiî Hunlar, Çinliler’in iç işlerine karışmamanın karşılığını aldılar ve böylece 152 yılında sınır pazarları açılarak, değiş-tokuş ticareti yeniden canlandı. Bundan başka, Hun yabgusuna büyük hediyelerle birlikte bir de Çinli prenses gelin olarak gönderildi. 152. yıl, Hun gücünün zirveye ulaştığı yıldı.


Doğu Sınırı


Hun yabgusu, doğu ve kuzey-doğu sınırlarına tam anlamıyla hâkimdi. İtaat altına alınmış olan Tung-hular, göründüğü kadarıyla, 209’da pek de isyan edecek durumda değillerdi ve o andan itibaren, kesinlikle güçlü olmayan ordaların kaldıkları, yeni efendilerinin sadık tabaaları haline gelmişlerdi. Bir kere “Tung-hu” kelimesi ortadan kalkmıştı ve onların torunları ise, Wu-huanlar olarak bilinmekteydi. Wu-huanlar, Çinliler’in sınır komşusu olarak, Güney Mançurya bozkırlarında yaşıyorlardı. Onların kuzeyinde, Batı Mançurya ve Barga’da akrabaları olan Siyenpi [Hsien-p’i]ler, Baykal-ötesinin doğusundaki Argun sahillerinde ise örme saçlı T’o-palar (Toba okunur) hayat sürüyorlardı. Bunların tamamı, Moğol kabileleriydi.


Kabilelerin çeşitli isimlerle anılması, okuyucunun kafasını karıştırmasın. Avrasya’da bütün halklar, sık sık isim değiştirmişler; bazan hükümdarın ismiyle, bazan yaşadıkları yerin adıyla, bazan da takma adlarla anılmışlardır. Hun Devleti’nin bel kemiğini teşkil eden kabile yapısı, Kingan[Hingan]ın doğusuna doğru daha az gelişmişti. Wu-hu-anlar, obalar yani münferit aileler halinde yaşıyorlardı. Fakat bilahere bu obalar, can güvenliği sebebiyle, 100-1000 arası değişen çadırlar teşkil ederek cemaatler halinde birleştiler. Bunlar, kabile aksakalları tarafından yönetiliyorlardı ve bu aksakalların ismi o cemaatin de ismi olarak kallanılıyordu. Kabile aksakalı olabilmek için “cesur, güçlü ve akıllı” olmak şarttı. Burada, belki Hunlar’da da geçerli olan değişik bir gelişim şekline rastlıyoruz. Eski Moğollar, boylar ve kabilelerden değil, ordalardan müteşekkil idiler. Çünkü orda en yüksek askerî demokrasi şekliydi. “Orda” kelimesi, farklı bir organizasyon teşkil eden ve birlikte yaşayan bir miktar insan anlamına geliyordu. Ordalar, farklı kanlardan gelen, farklı din, dil ve geleneklere mensup unsurlardan teşekkül ederse de, teşkilat cihetinden mutlaka bazı şartlara sahip olması gerekirdi. Ordanın başında han (Siyenpi dilinden alınmıştır) bulunurdu; ancak, han, seçim yoluyla veya ordanın tam salahiyetli üyelerinin toplandığı kurultaylarca aday gösterilerek işbaşına gelirdi. Eski Moğollar’da, Hunlar’daki aristokratizm prensibi demek olan boy yapısı yerine, demokrasi prensibi hakimdi. Ordanın boy devleti gibi yeterince sağlam olamayacağı söylenebilir. Çünkü, ordalar, kabiliyetli ve enerjik kumandanlar sayesinde, kısa sürede büyük sıçramalar gösterir; bu tür kumandanların olmaması halinde ise hemen yıkılırlardı. Ancak, demokrasi prensibi sayesinde, potansiyeli dikkat çekecek ölçüde fazlaydı. Netice itibariyle, bir devlet sistemi olarak orda, göçebe hayatında yaşama şansı en fazla olan siyasi bir şekillenme olarak görünmektedir. Bununla birlikte, M.Ö. II. Yüzyılda Moğol orda yapısı, sadece şekil itibariyle kendini gösterirken, Hunlar, hiç zorlanmadan dağınık eski Moğol topluluklarını yönetebilmişlerdir. Hunlar, Moğollar’dan salık olarak koyun derisi almışlar; bunu ödeyemeyenlerin ise hanım ve çocuklarını alıp götürmüşlerdir. Eski Moğollar’ın nasıl insanlar oldukları konusunu aydınlığa kavuşturmak için, bazı etnoğrafik özellikleri üzerinde durmalıyız. Wu-huanlar ve Siyenpiler, ev işleri nedir bilmezlerdi. “Kabile aksakallarından sıradan çobanına kadar herkes kendi sürüsünü kendisi güder, malını da kendisi korurdu.” Ve demokrasi prensibi, aile yaşantısında da hâkimdi. Kadına saygı gösterilirdi ve onu dövmek yasaktı. Genç kız, kendi sevdiği erkeğe varırdı ve çeyizin sahibi kendisiydi. Savaşmanın dışında bütün işler kadınlara aitti. Dinleri, insan kurban edilmesinin yasaklandığı Hunlar’ın dininden farklıydı. Kanunları katı değildi: Ölüm cezası, sadece savaşta itaatsizlik edenlere verilir; hırsızlık ve cinayet halinde, suçlunun sürüleri satılırdı. Suçlular, bazan sürülürlerdi ve kimse bunlara sahip çıkamazdı. Kısacası, Moğollar’da insanî bir yaşam tarzının yanı sıra, oldukça ilkel bir halkın, büyük imkanlara sahip bulunduğunu; kültür seviyelerinin düşüklüğüne rağmen, ahlakî yönden hayli yüksek ve yaratıcı olduklarını müşahede ediyoruz. Çinliler, bu halkı fazla ciddiye almamışlardır.

Çinliler, Mançurya ve Amur civarında yaşayan orman kabilelerini tanımadıkları için, bunlar hakkında herhangi bir bilgileri de yoktu. Göründüğü kadarıyla, Hun hâkimiyeti, ormanlarda yaşayan kitlelere kadar ulaşmamıştı.


Kuzey Sınırı


M.Ö. 205-204 yıllarında, Baykal’ın ön ve arka taraflarında yer alan stepler, Hyung-nu (Hun) Devleti’nin sınırları içindeydi. Me-te, Güney Sibirya’da yaşayan bazı kabileleri itaat altına almıştı. Bu kabileler, bronz çağını çoktan aşmışlar ve demir çağına ayak basmışlardı. (Demir çağının üçüncü son safhasındaki Tagar kültürü). Ziraat ve yerleşik hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Kurganlarda yapılan kazılarda ele geçirilen silahların çokluğuna bakılırsa, savaşçı halklardı. Mezar kompleksleri, belki de Hunlar’ın komşuları oldukları için, sosyal strüktürlerinde boy yapısının esas olduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte, gelişmiş bir teşkilatlanma ve devlet yapısına sahip değillerdi. Sanat stillerinin Altay ve İskit stilleriyle benzerlik arzetmesinden hareketle, batı kültür kompleksine ait olduklarını söyleyebiliriz, ama yine de onların taşra kültürü alanına ait olduklarını ileri süremeyiz. “Güçlü Minusinsk kültür çevresi, Batı Sibirya bölgesinin büyük kısmı ve hatta muhtemelen Doğu Avrupa’yı (Ananin Kültürü) tesiri altına almıştı.” Arkeoloji, gerçekleri ortaya çıkaracak olmasına rağmen, keşifler çok yavaş seyretmektedir. Şimdi aşağıdaki sonuçları çıkarmamızı sağlayacak olan paleoantropolojiye dönelim:

“Esas tip, Proto-Avrupaî ile dil yönünden bağlantısı olan dolikosefal ve Avrupaî idi.” Ting-lingler’in torunları.


“Bunun dışında Avrupaî brakisefal tipin orijini belli değildir.” “Ti”ler bu gruba girebilir.


“Genel olarak, küçük bir yüzdesi Asyalı vücut yapısına sahip olan Sibirya koluna ait Mongoloid brakisefallerle karışabilmektedir.” Bunun topu topu iki kafatası tipi vardır; katkı, tesadüfî olabilir.


“Minusinsk bölgesinde ortaya çıkan izler, uzak-doğu ırkının temsilcisi olan Karasuk kültürü döneminde de muhafaza edilmiş olabilir.” Şu halde, iki durum (iki Moğol kafatası) istisnasıyla, Minusinsk Havzası’nda yaşayan bütün halklar, bin yıl önceki komponentlerden teşekkül etmektedirler. Şu farkla ki, bunlar, aynı kültür çevresinin ortaya çıkardığı tek bir halk olarak kaynaşmayı başarabilmişlerdir. Tagar dönemine ait bronz işleri, zarif çizgiler ve zoolojik konuların işlendiği zengin süjeler içermektedir.

Ne yazık ki, Hun fetihleriyle bağlantılı olarak Ting-lingler’in geliştirdikleri hayat şekilleri hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Fakat onların Hunlar’la yoğun bir kültür alış-verişinde bulundukları muhakkak. Bu kültür mübadelesinin sonucu olarak, Asya unsurunun ağır bastığı yeni bir kültür yani Taştık kültürü doğmuştur. 



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR

DOĞU GÖK TÜRK DEVLETİNİN KUVVETLENMESİ -1

 Shih-pi Kağan Devri (609-619)


609-yılının yaz aylarında hastalanan Ch'i-min, daha sonra öldü . Onun ölümüne Çin imparatoru çok üzülmüş ve üç gün yas ilân etmişti. Yerine oğlu Tou-chi tahta geçerek, Shih-pï Kağan unvanını aldı. Gök-Türk geleneklerine uygun olarak dul kalan üvey annesi İ-ch'eng prenses ile evlendi ve bunu Çin imparatoruna bildirerek, ilk dış siyasi temasını yaptı.


608-yılında Dogu Gök-Türk kağanı Ch'i-min'in kendisine bağlılığına iyice inanan imparator Yang dikkatini batıya çevirmişti. Kuzeyde Doğu Gök-Türk devletinin kendisine bağlanması bir anlamda bu taraftan gelebilecek tehlikeleri ortadan kaldırmıştı. Artık zengin batı ülkeleri Sui imparatorunun tek hedefi idi. İşte bu sebepten dolayı 609 yılında Ch'i-min'in ölüp yerine Shih-pi'nin geçmesinden sonra kaynaklarımızda malumat birden bire azalmaktadır. 615 yılına kadar bu durum böyle devam etmekte ise de yine de 613 yılından sonra kısa bilgilere tesadüf etmekteyiz.


614-yılında Ling-wu bölgesinde Sui imparatoruna karşı isyan eden Pai Yû-suo, önce yağmalar yaptı. Bir sürü at ele geçirip kuzeyde Gök-Tûrklerle temasa geçti. Arkasından Lung-you bölgesine tecavüz etti. Sui imparatorluğunda da isyanlar başlamıştı. 615 yılının martında Wei Tao-er ve Wang Hsü-pa'mn, her biri yüzer bin insan ile isyan edip, Shih-pi Kagan'la münasebet kurdular. Daha sonra Yen ve Shao eyaletlerine saldırdılar.


615 yılının ekim ayında imparator Yang, kuzey sınırları teftişe çıkmıştı. Bu sırada P'ei Chü, Dogu Gök-Türk kağanı Shih-pi'nin kuvvetinin hızla arttığını ileri sürerek, bir plan hazırlayıp, imparatoruna sundu. Bu plana göre Shih-pi Kaganin kardeşi Ch'i-chi Şad, bir Çin prensesiyle evlendirilecek ve "güney tarafının kağanı (Nan-mİen K'o-han)" ilân edilecekti. Fakat, kendisine yapılan bu teklifi Ch'i-chi Şad kabul etmedi. Bu plandan haberdar olan Shih-pi Kağan çok sinirlendi. Bu arada Shih-pi Kaganin Soğd asıllı vezirlerinden Shih-shu-hu-hsi, çok iyi planlar yaparak kağan üzerinde etkili oluyordu. Bu Özelliğinden dolayı Shih-pi tarafından seviliyordu ve yüksek bir makama getirilmiş; sonuçta çok beğenilen bir kişi olmuştu. P'ei Chü, ona Ma-i'de karşılıklı ticaret yapmayı, pazar kurmayı teklif etti. Soğd asıllı bu şahsa ticaret yapmak fikri cazip geldi. Ma-i şehri yakınına ticaret yapmak maksadıyla ulaştığında P'ei Chü tarafından öldürtüldü. Sonra Shih-pi Kagan'a elçi göndererek "Shih-shu-hu-hsi'nin aslında Shih-pi'ye karşı isyan ettiği için öldürüldüğünü" bildirdi. Ancak, Shih-pİ gerçeği öğrenmişti. Bu sebeple Çin ile olan ilişkilerini kesti. Bir kaç yüz bin süvariyle savaşa hazırlandı. O sırada kuzey eyaletlerinde teftişe çıkmış olan Çin imparatoruna saldıracaktı. Fakat, İ-ch'eng prenses acele elçi göndererek durumu bildirdi. Bunun üzerine hızla geri dönen İmparator, Yen-ınen kalesine sığındı.




Çin topraklarına hızla dalan Shih-pi, Yen-men'da imparator Yangi kuşattı. Askerlerden başka kalenin içinde yüz elli sivil insan vardı. Yiyecek stokları ancak yirmi gün dayanabilirdi. Ayrıca Yen-men'da bulunan kalenin kırk bir burcunun otuz dokuzu Gök-Türklerin eline geçti. Hemen kaleye hücuma geçen Gök-Tûrklerin attığı oklar imparatorun bulunduğu yere ulaşıyordu. Çok korkan imparator, Chao prensi Kao'ya sarılarak ağlamaya başladı. Kaynakların ifadesine göre ağlamaktan gözleri şişmişti.


Çinli devlet adamları bu durumdan kurtulmak için çeşitli tavsiyelerde bulundular: Sol muhafızları büyük generali Yü Wen-shu kuşatmayı yarıp çıkmayı teklif etti. Sonra Su Wei kalede kalıp savunmanın daha doğru olacağını söyledi. Fan Tsu-k'ai, Liao'(Kore'nin kuzey batısı)dan yardım istemenin gerektiğini ileri sürdü. Hsiao Yü ise Gök-Türklerin geleneğinde hatunların ordunun stratejilerini bildiğini, İ-ch'engin imparatorluk ailesi kızı olduğunu, dolayısıyla Çin'in yardımına koşması gerektiğini, elçi gönderilip temasa geçildiğinde mutlaka yardım edeceğini faydası olmazsa, bile hiç bir zararı olmayacağını, diğer taraftan Korelilerin, GÖk-Türklere saldırı İmasını tavsiye etti.


Bu arada Sui imparatorluğu topraklarında bulunan bütün diğer askerî kumandanlara yardıma gelmeleri için çağrı yapıldı. Neticede İmparator, İ-ch'eng prensese yardım eımesi için acele adam gönderdi . lilçİ ulaşıp durumu bildirir bildirmez, Çin asıllı adı geçen hatun harekete geçli. Acele Shih-pİ'ye adam göndererek devletin kuzey taraflarında problem olduğunu (İsyan çıktığını) söyledi. Bunun üzerine kasım ayında kuşatmayı kaldıran Shih-pi ülkesine geri döndü . Onun arkasından keşfe çıkan memurlar dağların vadilerin boş olduğunu gördüler, imparator ancak bu şekilde kurtuldu. Arkalarından iki bin süvarî takibe gönderilmiş, Gök-Türklerden arta kalan yaşlı ve zayıf iki bin insan ele geçirilmişti.


Kısa zamanda eski dinamik gücüne kavuşan Doğu Gök-Türk devleti, Shih-pi Kağan liderliğinde her fırsattan istifade ederek Sui imparatorluğuna saldırıyordu. 616 yılının sonunda da büyük bir akın yapıldı. Daha sonra T'ang hanedanının kurucusu olacak Li Yüan, askerlerinin en iyilerinden iki bin kişi seçerek, onları Gök-Türkler gibi besledi. Onlar gibi oturup kalkmayı öğretti. Bunlar az sayıda Gök-Türk askeriyle karşılaştıklarında bir iki ufak başarı kazandılar. Akın şeklinde gelişen Gök-Türk askeri harekâtı daha sonra geri dönmeleriyle son buldu.


Babası Ch'i-min'e hiç benzemeyen Shih-pi Kağan, idare ettiği Doğu Gök-Türk devletini eski gücüne kavuşturmuştu. Bunun Çin imparatoruna yaptığı kuşatmayı kaldırdığı 615 yılı sonundan itibaren Sui hanedanına karşı sürekli bir baskı kurması gayet açık şekilde göstermektedir. Yen-men kalesindeki kuşatılma Sui hanedanına çok ağır darbe indirmişti. Bu darbenin derinliğini müşahade ettiren husus merkezi otoritenin birden bire zayiflamasıdır. Eyaletlerdeki çinli prensler, valiler, dükler birer birer isyana kalkıştı. Bunların İçinde en önemlisi T'ang dükü Li Yüan'İn isyanıdır. Bu şahıs isyana başlamadan önce iki bin kişilik mükemmel ok atan ve ata binen bir birlik oluşturmuş; sonra bunları Gök-Türkler gibi besleyerek, onlar gibi suları otlakları takip ederek, oturup, kalkma, avcılık ve ata binme gibi meziyetleri öğrettirmişti. Neticede Gök-Türk askerî vasıflarını kazanan bu askerler ileride ona parlak zaferler elde etmesinde yardımcı olacaktır. Hatta 616 yılında Çin'e karsı gelişen sayısız Gök-Türk akınlarından bazı küçük olanları bu birlik tarafından durdurulmuştu.


Shih- pi'nin kumandasında Gök-Türk ordularının Sui imparatorluğu sınırlarını geçip çok sayıda akın yapması, bu hanedanın çatırdamasına yol açmıştı. Asî Çinli kumandanlar birer birer isyan ediyorlar ve Shih-pi ile temasa geçiyorlardı. Çin imparatorlarının Gök -Türkleri bölmek için uyguladıkları entrika siyaseti gibi Shih-pi de asî Çinli devlet adamlarına destek veriyordu. Fakat, o açıkça destek veriyor, herhangi bir entrika siyaseti gütmüyordu . Söz konusu asî Çinlerin başını Liang Shih-tou çekti. Otuz kırk kişi ile bağlı olduğu yardımcı valiyi öldüren bu şahıs kendini vali ilan edip, Gök -Türklerle temasa geçti. Shih-pi Kağan ona kurt başlı sancak sunup, Tardu Bilge Kağan unvanını verdi. Daha sonra Liang Shih-tou, Gök -Türk askerleriyle beraber Sarı nehrin güneyinde oturmaya başladı ve Yen-ch'-üan eyaletine saldırılar yaptı. İki bin süvariyle Lİang Shih-lou'ya bağlanan çinli kumandanlardan Ktıo Tse-ho'ya Wu-li Şad unvanı Gök - Türkler tarafından verildi.





Diğer asî Liu Wu-chotı da elçi gönderip, Shih-pi'ye itaat ederek Gök-Türk desteği aldı. Gök-Türk askerleriyle Chih Pien'i yenip, öldüren bu çinli, diğer Sui kumandanı Hsiao I" yi Yen-men'a kaçırtmıştı. Neticede Yen-meni da ele geçiren Liu Wu-chou, sonra Lu-kung vilayetine sürpriz bir saldırı yaptı. Sui imparatorlarının kuzey sarayı olan Feng-yang'a girdi. Ele geçirdiği bütün saray halkını Gök-Türklere teslim eden Liu Wu-chou'ya Shih-pi karşılık olarak at bağışladı. Arkasından Ma-i bölgesine dönmeden önce Ting-hsiang gibi önemli bir mevkiyi daha işgal eden Liu Wıı-chou'ya kurt başlı sancakla birlikte Ting-yang Kağan unvanını sundu.


Ma-i şehrine hücum edecek olan Gök-Türk ordusuna, T'ang hanedanının kurucusu Li Yuan karşı koymak istedi. Ancak onun vazifelendirdiği Kao Chün-ya ile Wang Jen-kung çarpışmalarda muvaffak olamadılar. Aynı yıl Chİn-yang, Gök-Türkler tarafından işgal edildi. Şehrin kuzey kapısından girip, güney kapısından çıktılar. Bu sırada Li Yüan, kalenin bütün kapıların açtırtmıştı. Gök-Türkler kaleye girmeden geri döndüler . Bu arada başarısız olan Wei ve Chün-ya başları kesilmek suretiyle cezalandırıldılar. Daha sonra Li Yüan tarafından Wang K'ang-ta kumandasında Gök-Türklerin üzerine gönderilen ordu da mağlup oldu; askerlerinin hepsi öldürüldü . Bu yenilgi üzerine Chin-yang kalesinde bulunan T'ang ihtilal ordusunu korku kapladı. Muharebe yoluyla kaleden çıkamayacaklarını anlayan Li Yüan, gece bir kısım askerini kalenin dışına çıkarıp, yüksek bir yere sancak astırdı. Bu askerler sonra yüksek sesle davul çaldırtıp, yardım ordusu geliyormuş gibi yaptılar. Şüpheye kapılan Gök-Türk ordusu şehrin dışında iki gün daha kalıp yağma yaparak geri gitti. Böylece bu büyük tehlikeden T'ang hanedanının kurucuları kurtulmuş oldular. Eğer kurtulmamış olsalar, Çin tarihinin en parlak devleti T'ang hanedanı belki de tesis edilemezdi.


Sui hanedanı yıkılmak üzere iken yukarıda da söylediğimiz gibi Çin'in her tarafında isyanlar çıkmıştı. Bunların içinde T'ang hanedanının kurucusu olarak Li Yüan, Gök-Türklerden destek alan rakiplerine karşı fazla bir askerî güce sahip değildi. Yardımcılarından Liu Wen-ching, ona kendilerinin de Gök-Türklerden askeri destek istemelerini tavsiye etti. Bunu kabul eden Li Yüan, kendi eliyle bir çok hediyeler hazırlayıp, Shih-pi Kagan'a gönderdi . Liu Wen-ching ile kağana ulaştırılan bu hediyelerin yanında ona ayrıca" büyük bir ihtilal (gönüllü) ordusu harekete geçirmek istediğini, uzaktan gelip tahttan indirilmeye yardım ederlerse müttefik olacaklarını, ancak güneyde onlara yardım ettikleri takdirde ahaliyi yağma etmemelerini, sert davranmalarını istediklerini, eğer ittifak yapılırsa Gök-Türklerin önüne bir sürü altın ve mücevherin serileceğini ve bunlardan istediklerini seçeceklerini" bildirdi. Shih-pi karşılık olarak"artık Sui hanedanının yıkıldığını, T'ang düküne yardım etmelerinin kendi menfaatlerine uygun olacağını" söyledi.




Shih-pi'nin niyeti öğrenilir öğrenilmez, derhal bir elçilik heyeti daha gönderildi . Yedi gün gibi kısa bir zamanda gidip dönen bu yeni elçi Gök-Türklerden yardım geleceği haberini getirdi. T'ang hanedanının kurucusuna bağlı kumandanlar bu yardım haberine çok sevindiler. Aslında Gök-Türk ordusunun tahribatından çekinen imparator, bir türlü kabule cesaret edemiyordu. Bu sırada P'eİ Chi ve Liu Wen-chİng, "Tibetlilerin atlarının zayıf, Gök-Türklerinkinin ise kuvvetli olduğunu, askerleri olmazsa bile atlarının kaçırılmaması gerektiği, aksi takdirde pişman olacaklarını" söyleyerek, ısrarla Gök-Türk yardımının gelmesini istediler. Hakimiyetini tesis etmek için Gök-Türk yardımı almanın şart olduğunu anlayan Li Yüan, "kulaklarımızı onların yağmalarına kapayalım, sonra sıkıştırıp icaplarına bakarız" diyerek, Gök- Türk yardımı almayı kabul etti. Bunun üzerine sonbaharda Gök-Türk yardımı K'ang-ch'iao- li Tegin ile ulaştı. Beş yüz asker ile iki bin baş at pazar için gelmişti. Gök-Türk askerleriyle karşılaştığında kağanın mektubunu alan müstakbel imparator, sonra K'ang-ch'iao-li Tegİn ve yanındakilere fevkalade bir selâmlama töreni yaptırdı. Gök-Türklerin gönderdiği atların mükemmel olanlarını seçti. Sonra Gök-Türk askerlerinin yarısını atlarla beraber bulundukları Kuan mevkiinde bıraktı. Çin askerleri Gök-Türk atlarına hayran kalmıştı. Sahte para vererek Gök-Türk askerlerini kandırmayı ve atları ele geçirmek istiyorlardı. Fakat, Li Yüan "Gök-Türklerin kendilerine güzel atlar verdiklerini kandırıldıklarını anladıkları zaman gelip Çin'e saldıracaklarını ve durdurulamayacaklarını" anlatarak vazgeçtirdi. Arkasından kendilerini fakir olarak gösterip, borç almalarını tavsiye etti. Bundan sonra K'ang-ch'iao-li Tegin kuzeye döndü . Ancak, T'ang hanedanının daha çok yardıma ihtiyacı vardı . Liu Wen-ching tekrar yardım istemek için Shih-pi Kagan'a gönderildi. Bu elçi yola çıkmadan önce yeni imparator, onunla özel görüşme yaparak, "Gök-Türkler atlarını otlatırken hububat tarlalarına zarar vermiyorlar, ancak, ahali onlardan çok korkuyor ve etkileniyor, benim endişem İse Liu Wu- chou ile birlikte Çin'e saldırmalarıdır. Onun için yardım askerlerinin sayısı bir kaç yüz kişiden fazla olmasın"dedi.








Eylül ayında Gök-Türk merkezine varan elçi Shih-pi Kagan'dan asker İsteyip, onunla ittifak yapn. Buna göre Gök-Türk askerleri Ch'ang-an'a girecekler, karşılığında Gök-Türk devletine altın, yeşim taşı ve en iyi cins ipekten mamûl kumaş sunulacaktı. Bu anlaşmadan memnun olan Shih-pi Kağan büyük veziri Chi-shih Te-gin'i T'ang hanedanının ihtilal ordusuna yardımcı olmak üzere gönderdi . Ayrıca kuzey bölgelerini T'ang hanedanı adına koruyacağını bildirdi. Yine K'ang-ch'iao-li Tegin ile beş yüz asker ve iki bin baş at sundu.



T'ang imparatorluğunun kuruluşunun sağlanmış olmasına rağmen 618 yılında da Gök-Türklere bağlanan çinli devlet adamları oldu. Chang Ch'ang-hsün unvanlı Wu-yüan bölgesi vali yardımcısı Shih-pi Kağanın hakimiyetini tanıdı ve kendisine Ko-li Tegin unvanı verildi. Diğer T'ang muhaliflerinden Chao Yüan, öteki asiler Hsie Chü ile Liang Shih-tou'yu başkent Ch'ang-an'a saldırmaya ikna etmişti. Fakat, bu yeni ittifak hücuma cesaret edemiyor ve Gök-Türk yardımı istiyordu. Bunun için Ch'i-min'in oğlu Shih-pi Kaganin kardeşi olup, devletin doğusunu idare eden Bagatur Şad'la temasa geçildi. Bagatur Şad bu teklifi kabul etti ise de T'ang imparatoru memurlarından Yü Wen-hsİn'i gönderip, hediye ve benzeri şeyler sunarak, saldırı niyetinden vazgeçtirdi. Üstelik bu şad, Chang C'ang-hsün'ün Çin'e gönderilmesine ve Wu-yüan bölgesinin T'ang hanedanına bağlanmasını kabul etmişti. Bunun akabinde T'ang imparatorunun Wu-yüan valisi olan Chang Ch'ang-hsün sahte bir mektupla diğer asiler Hsie Chü ile Liang Shih-tou'-nun adı geçen Şadla arasını bozdu.




Gök-Türklerin kuvvetten düştüğü devrede, onlara itaatten vazgeçip Çin'e bağlanan Chİ-tan, Shih-wei, Kao-ch'ang, T'u-yü-hun gibi çinli olmayan bütün yabancılar Shih-pi Kagan'a bağlandılar. Bunların katılmasıyla Shih-pi Kaganin bir milyondan fazla yay çeken askeri olmuştu. Gök-Türk yardımı sayesinde imparatorluğunu tesis eden T'ang hanedanıyla Shih-pi Kağan arasında iyi münasebet vardı. Bu münasebet daha çok Doğu Gök-Türk devletini üstünlüğü şeklinde tezahür ediyordu. Gök-Türk elçilerine Çin sarayında aşırı hükümet gösteriliyor ve şereflerine eğlenceler tertip ediliyordu. 618 yazının başında Shih-pi Kağan oğlu Kutlug Tegin'i Çin başkentine gönderdiğinde onun şerefine Ta-ch'i sarayında bir ziyafet verildi. Bu esnada dokuz bölümden (makam) ibaret olan müzik çalınmıştı. Arkasından Gök-Türk heyetinde bulunanların rütbelerine göre işlenmiş ipekli kumaşlardan verildi. Bu devirde Ch'ang-an'a gelen Gök-Türk elçileri Çinlilere karşı gayet gururlu davrandığı halde Çin imparatoru bunlara karşı hiç bir şey yapamıyordu. Aksine imparator Kao-tsu, Shİh-pi ile iyi geçinme politikası takibe gayret sarfediyordu. Shih-pi'nin elçisine mukabil olarak yüksek memurlardan Li Ch'en ile Cheng Yüan-shou'yu Gök-Türk merkezine gönderdi . Oraya vardıklarında Shih-pi onlara meşhur atlardan bir kaç yüz baş sundu. Elçilik heyetine şarkıcı kadınlar da dahil edilmişti. Burada evlilik ittifakının kurulması yolunda anlaşmaya varıldı. Shih-pi çok memnun kaldı ve Kutlug Tegin'i tekrar elçi olarak gönderdi . Ekim ayında Kutlug Tegin'in şerefine yine eğlence terüp edilip, imparatorun yatağına kadar götürülmek suretiyle özel iltifat yapıldı. Burada da dokuz kısımlık müzik parçası çalındı.


Doğu Gök-Türk devletini çok kısa bir zamanda eski gücünden fazlasına kavuşturan Shih-pi Kağan, Çin'e karşı 619 yılının şubat ayında da bir büyük hücum başllatı. Sarı nehri hiç bir mukavemetle karşılaşmadan geçtikten sonra Hsia eyaletine geldi. Burada Tang imparatorluğu muhalifi Liang Shih-tou da kendi kuvvetleriyle Shih-pi'nin ordusuna katıldı. Diğer muhaliflerden Liu Wu-chou da bu harekata katılmış ve beş yüz süvari yardım almıştı. Chü-chu ile T'ai-yüan arasına büyük bir akın yapılacak iken Shih-pi Kağan öldü.




Ahmet Taşağıl'ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

11 Eylül 2022 Pazar

Türkiye ve Türk Yurdu

 




Türkiye tabiri ise daha VI. yüzyılda Bizanslılar tarafından Orta Asya için kullanılıyordu. Yine onlar IX. ve X. yüzyıllarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan sahaya da Türkiye adını vermişlerdi. XI-XII. yüzyıllarda Mısır ve Suriye’ye Türkiye denirdi. Anadolu ise XII. yüzyıldan itibaren Türkiye olarak tanınmaya başlamıştır.


Günümüzde Balkanlardan Çin Seddi’ne kadar uzanan çok geniş bir sahada yaşayan Türklere çağlar boyu şüphesiz birçok bölge yurtluk yapmıştır. Bunun günümüzde saha adları olarak yansımaları doğudan batıya şöyledir: Yakutistan, Güney Sibirya-Altaylar, Moğolistan, Kansu-Ordos, Doğu Türkistan, Batı Türkistan, Kuzey Afganistan, Horasan, Kafkaslar ve Azerbaycan, Musul-Kerkük, Halep civarı, Anadolu, Balkanlar, Kırım ve Kazan. Saydığımız bölgelerdeki Türkler, binlerce yılın hadiseleri neticesinde günümüzde hâlâ söz konusu bölgelerde varlıklarını devam ettirme başarısını göstermektedirler.


Genel olarak Orta Asya dört bin yıl, Anadolu bin yıl Türklere vatan vazifesi görmekle beraber en eski Türk ana yurdu üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Yazının mevcut olmadığı zamanlarda arkeolojik ve antropolojik araştırmalar bilim adamlarına yön vermektedir. Dolayısıyla yapılan arkeolojik kazı neticeleri Türklerin en eski ana yurdu konusunda bazı ipuçlarını ortaya çıkarmıştır.



Alıntıdır.

Türk Adı Hakkında

 İlkçağlardan itibaren Türklerin çok sayıda milletle temas etmeleri sonucunda Türk adı farklı milletlerin kaynaklarında çeşitli şekillerde kaydedilmiştir. Türk adı 542 yılında tarih sahnesinde yer alan, Gök-Türk (Kök-Türk) Devleti’yle resmî bir kimlik kazanmıştır. Aslında bu devletin adı Gök-Türk değil, Türk idi ve bazen iki heceli Türük şeklinde yazılıyordu. XIX. yüzyılın sonunda bazı Türkologların kabul ettiği biçimiyle Gök-Türk kullanımı yaygınlaşmıştır.


Türk adının nasıl olup da yaygınlaşarak günümüze ulaştığını da kısaca açıklamak gerekir. Moğolistan’da kurulan Türk adlı devlet, kısa zamanda bütün Orta Asya’yı, Kuzey Çin’i, hatta Tibet’i hâkimiyeti altına aldı. Arkasından Kore’den Karadeniz’e kadar Kafkasların kuzeyi, hatta Kuzey Afganistan’ı kendine bağladı. Böylece hem doğu (Çin, Tibet, Kore) hem de batı kaynaklarında (Bizans) Türk Devleti adıyla geniş yer edindiği gibi Orta Asya Türkiye olarak anılmaya başladı.


Bağımsızlığı yaklaşık iki yüz yıl süren Türk (Gök-Türk) Devleti, 745 yılında yıkılarak tarih sahnesinden çekildi. Devletin topraklarının doğu kanadında Uygur Devleti, Dokuz Oğuz boylarının üzerinde hâkim olarak idareyi sürdürdü. Batı Gök-Türk topraklarında ise önce çeşitli boy federasyonları Türgiş (Türkiş/Türkler) adını alarak varlıklarını devam ettirdiler. 766 tarihinde Türgiş siyasi birliği ortadan kalkınca Oğuzlar (kabileler) olarak Tanrı Dağları, Çu ve Yedisu havzasından Sır Derya (Seyhun) boyu üzerinden Mangışlak’a ve hatta Itil’e kadar dağınık halde yaşadılar. Oğuz adı bu dönemde ön plana çıksa da Türk kimliklerinden dolayı İslam kaynaklarında Türkmen, Rus kaynaklarında Tork adıyla anılmaya başladılar.


Bundan sonra kurulacak olan Selçuklu Devleti başta olmak üzere diğer bütün Müslüman Türk devletleri farklı adlarla adlandırılsalar da kimlik özelliklerini korudular. Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada yayıldığında Batılılar tarafından “Türk Devleti” adıyla bahsediliyordu. Aynı şekilde önce Mısır, sonra Anadolu “Türkiye” olarak adlandırıldı.


Böylesine zengin ve geniş bir tarihe sahip olan Türklerin, ayrıca çok eski bir millet oluşu tarihçileri Türk adını çok eski tarihî kaynaklarda aramaya sevk etmiştir. Herodotos’un M.Ö. V. yüzyılda doğu kavimleri arasında zikrettiği Targitaların Türk isminin ilk şekli olabileceği ileri sürülmüştür. İskit topraklarında oturdukları söylenen Tyrkaeler, Tevrat’ta adı geçen Yafes’in torunu Togharma, eski Hind kaynaklarında bildirilen Turukhalar, Thraklar ve hatta Troyalıların Türk adını ilk defa taşıyan kavimler oldukları sanılmışlardır.


İslâm kaynaklarında bildirilen İran Zend-Avesta rivayetleri içerisinde hükümdar Feridun’un oğlu Turac (Tur-Turan) ve Yafes’in torunu Türk’ten türeyen neslin de Türk adını ilk taşıyan kavim olduğu düşünülmüştür. Diğer yandan o dönemlerde İran-Turan mücadelelerinde zikredilen Afrasyab’ın (Tonga Alp Er) bir Türk başbuğu olduğu tahmin edilmektedir.


Türkçede cins ismi olarak eskiden beri mevcut olduğu bilinen Türk kelimesinin Altaylı (Seyhun nehri kuzeyi) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde ve daha sonra yine 515 hadiseleri dolayısıyla Türk Hun (kuvvetli Hun) tabirinde kullanıldığı bilinmektedir. Türk adına kaynaklarda çeşitli anlamlar verilmesine rağmen, “güç” anlamına geldiği anlaşılmıştır. Resmî devlet adı olarak ilk defa Gök-Türk Devleti tarafından kullanılan Türk kelimesinin bundan önce Törük veya Türük şekilleriyle kullanıldığı ve daha sonra Türk haline dönüştüğü kabul edilmektedir.


Alıntıdır.

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 4

 


Jilet


Tıraşta devrim yapan buluş King Camp Gillette’indir (1855-1932). Ütopik sosyalistlerden olan Gillette 1894’te bastırdığı The Human Drift adlı broşüründe toplumsal düzen hakkında görüşlerini anlatır. Gillette 187l’de evlerinin yanması üzerine genç yaşta çalışmaya başlamış, birçok işe girdikten sonra metal eşya pazarlamaya başlamıştı. Massachusetts’teki evinde, mekanik aletler konusundaki yaratıcılığını gören mucit arkadaşının önerisiyle, bir yılını günlük kullanımı olan eşya listesini alfabetik sırayla çıkarıp kullanılıp atılacak bir eşya saptayıp üretmek üzere geçirir.

1895’te bir sabah tıraş olmak istediğinde usturasının körleşmiş olduğunu görür. Kullanılıp atılan ustura bıçağı üretme fikriyle harekete geçer ve gerekli malzemeyi alarak ilk jileti evinde imal eder. Fakat görüştüğü bütün imalatçılar kâğıt kalınlığında ucuz çelik üretmenin olanaksız olduğunu söylerler. Massachusetts Institute of Technology’deki mühendisler de ona vazgeçmesini tavsiye ederler. 1901’de MIT’den profesör William Nickerson onunla işbirliği yapar ve jilet yapma fikrinin doğuşundan sekiz yıl sonra 1903’te ilk ürün piyasaya çıkar. Gillette’in resmi ve imzası bulunan jilet paketleri elli bir ustura makinesi ve 168 jilet içermektedir. Kısa sürede üretim talebi karşılayamaz olur.


Gillette, rekabetin yol açtığı israfı önlemek ve akılcı-planlı bir toplum geliştirmek yönündeki kuramsal düşüncelerini uygulamaya geçirmek için 1910’da Theodore Roosevelt’ten Arizona’da kurulacak deneysel ‘Dünya Şirketi’ne destek isteyerek bir milyon dolar vermeyi önerir, makaleler yayımlarken, Birinci Dünya Savaşı’nda Amerikan hükümetinin ordu için 36 milyon jilet ısmarlamasından sonra jilet tıraşın ayrılmaz öğesi oldu.


Türkiye’de Gillette adı jilet biçiminde cins isim olarak yerleşti. Jilet firmaları çoğalınca, ‘jilet’in adı ‘tıraş bıçağı’na dönüştürülmek istendi. Alman ve İsveç firmaları değişik marka ve isimlerle jilet üretip sattılar. Türkiye’de en çok yaygınlaşan markalar Gillette ile timsahlı ambalajıyla Nacet’ken, diş macunu markası olarak tanınan Radyolin, Radium lambası jiletlerinin yanı sıra Emir, Yalova, Haşan, Keskin, Altın Tıraş gibi markalar İsveç çeliğinin, bir yandan da yerli malı kullanmanın önemini vurgulayan paketlerde satışa sunuldular.


Türkiye’de plastik saplı, kullanıldıktan sonra atılan ‘tıraş bıçağı’nın adı da bir dönem Permatik olmuştu. Dolmakalem, çakmak, mendilden sonra tıraş bıçakları da plastikleştikten sonra, iki, üç bıçaklı, çelikleri çok daha gelişkin ve çok daha fazla kullanılabilen modeller üretildi.



Tıraş Makinesi


Amerikan ordusunda Alaska’da askerlik yapan Jacob Schick, jiletini yıkamak için buzu kırmak zorundadır ve suya ihtiyaç göstermeyen bir tıraş bıçağı üstünde çalışmaya başlar. Savaştan sonra elektrikli tıraş makinesini icat eden Schick, beş yıl çalışmadan sonra kendi küçük elektrik motorunu yapar ve 1923’te patentini alır.


Üreticiler elektrikli tıraş makinesine talep olmayacağı düşüncesiyle Schick’in makinesine yatırım yapmazlar. Evini ipotek eden ve borca batan Schick 1931'de, büyük bunalım yılında, kendi makinesini satışa çıkarır.


O yıl üç bin makine satabilir.


Kazancıyla reklam kampanyaları düzenleyen Schick 1937’de ABD, Kanada ve İngiltere’de iki milyon makine satabilmiştir. 1940’lı yıllarda elektrikli tıraş makinesi üretiminde de rekabet başlar ve Remington firması iki başlı ilk makineyi üretir. 1940’da Remington doğrudan kadınlara hitap eden elektrikli tıraş makinesi modeliyle alanında önemli bir adım daha atar.




Şofben


Hamamlar banyoya dönüşünce, banyoda su ısıtmak için de yeni teknolojiler gerekti. Önce soba benzeri su kazanları kullanıldı sonra yakıtlar değişip çeşitlendikçe ve şebeke suyu bağlandıkça, Fransa’da kullanımı 1898’de başlayan chauffe-bain devreye girerek havagazı, bütangazı, elektrik ve doğalgazla suyu kısa sürede ısıtan teknoloji geldi. Şehir yaşamının sağladığı sistemlerden yararlanan şofbenlerle birlikte gelişmiş teknoloji kullanan bilgisayar donanımlı termostatlı kazanlarla bireysel seçim olanakları da arttı.



Bornoz


Banyodan sonra giyilen havlu elbise birçok eve çocuk ihtiyacı olarak girdi. Ama Refia Sultan’ın terekesinin de gösterdiği gibi İstanbul’da 19. yüzyılın ikinci yarısında bornoz belirli kesimin kullanımına girmişti.


Bornoz aslında Arapça burnus’tan gelir ve kukuletalı maşlahtır; Osmanlıcada bomûz ve bümüs biçimiyle kollu, başlıklı hamam havlusu anlamı yanında, Arapların üste giydikleri giysi ve bir çeşit kadın yeldirmesi anlamlarıyla da bulunur. Kuzey Afrika’yla ilişkisi bulunan gemiciler tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Edmondo de Amicis 1875-76’da Galata Köprüsü’ndeki kalabalığın çeşitliliğini anlatırken “beyaz burnuzlu bedevi” de saydıkları arasındadır.


Fransızcaya bumous olarak 1556’da girdi, 1830’da halen marıteau. d’Arabe anlamını koruyordu. Eskiden Malta şövalyelerinin giyimi iken 1814’de saptandığı gibi banyo kıyafeti haline de gelmeye başlamıştı. Türkçenin tarihi sözlüğü olmadığı için bornozun banyoda kullanılmaya başlanmasında Fransız etkisi olup olmadığını saptayamıyoruz. Ama Bursa havlu ve bornozları her zaman meşhurdu.



Şampuan


Eski Mısırlılar saçlarını sitrik asitle yıkarlardı. Yüzyıllarca evlerde yapılmış kokulandırılmış sitrik asit ve sabun karışımları kullanıldı. Kaynamış suda sabuna soda veya potas katarak elde edilen karışım modern şampuanın atasıydı ve ortaçağdan itibaren evlerde üretildi. Şampuan sözcüğü İngiltere’de Hindistan yönetimi Doğu Hindistan Kumpanyasından alınıp hükümete devredildiğinde ülkeyi saran Hint modası sırasında yaygınlaştı. Hintçede masaj yapmak anlamında gelen champo sözcüğü bu anlamıyla 1740’lardan itibaren Hindistan’dan söz eden kitaplarda görüldü, Hint modası sırasında kuaförler tarafından günlük İngilizceye sokuldu. Her dükkân kendi ‘şampuan’ını yapıyor ve formülünü sır olarak saklıyordu. 1890’larda Almanya’da ilk gerçek deterjan temeline dayanan şampuan üretildi ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında piyasaya çıktı.


Massachusettsli John Breck, kendi saç dökülmesini durdurmak için verdiği mücadele sonucu ürettiği özel şampuanlar ve masaj tekniklerine dayanarak 1908’de güzellik salonu açtı. Kısa sürede şampuanları piyasada satılmaya başladı ve 1930’da normal, 1933’te yağlı ve kuru saçlar için şampuan üretti.




Sabun

 


Bir Roma efsanesine göre sabun Roma’daki Sapo tepesinde tesadüfen keşfedilmiştir. Kurban edilen hayvanların küllerle karışan yağları Tiber nehrine sürüklenirmiş; burada çamaşır yıkayan Romalı kadınlar, bu kaygan maddenin karıştığı suyla yıkadıkları çamaşırların daha kolay temizlendiğini görmüşler.


Romalılar sabunu tesadüfen keşfetmiş olabilirler; ama sabun çok daha eskilerden beri bilinen bir temizlik malzemesiydi. Gerek insan bedeninin gerekse giysilerin düzenli olarak temizlenmesinin tarihi uygarlık tarihi kadar eskidir. Bu tarih, insan uygarlığının filizlendiği Mezopotamya ve Nil vadilerinde insanlık kültürünün birçok öğesiyle paralel bir gelişme göstermiştir.


Bazı kayıtlar İO 2800 yıllarında Babillilerin bir çeşit sabun kullandığını göstermektedir. Hititler ise çövenotu, helvacıotu kökü ve sabunotu külleriyle temizlik yapmaktaydılar. Eski Mısır, beden ve giysi temizliğinde bugün hâlâ kullanılmakta olan sabunu ilk üreten uygarlık olarak tarihe geçmiştir. Tevrat, hem bedensel hem de ruhsal kirlenme olan “murdar”lık durumundan çıkabilmeleri için insanlara giysilerini de yıkamalarını emretmektedir: “Ve yiyebileceğiniz hayvanlardan biri ölürse, onun leşine dokunan akşama kadar murdar olacaktır. Ve onun leşinden yiyen esvabını yıkayacak ve akşama kadar murdar olacaktır; onun leşini taşıyan da esvabini yıkayacak ve akşama kadar murdar olacaktır.” (Levililer, XI, 39-40) Tevrat giysilerin ve bedenin yıkanmasında nasıl bir yöntem uygulandığı konusunda da bilgi vermektedir: “Çünkü kül suyu ile yıkansan ve çok sabun kullansan da yine fesadın önünde kirli duruyor” (Yeremya, II, 22). Halen Arap sabunu olarak bildiğimiz yoğun sıvı sabun ise ilk defa IO 6.yüzyılda, Fenikeliler tarafından geliştirildi. Fenikeliler keçi yağı, kül ve potasyum karbonatı suda kaynatarak ilk sıvı sabunu ürettiler. Daha sonraları ise, Romalılar Pompeii’de Avrupa’nın ilk sabun imalathanesini kurdular.


Roma dışında kalan Avrupa coğrafyasında sabun 8. ve 14. yüzyıllar arasında görülmeye başlandı. İtalyanca saporıe, Yunanca sapuni, Sırpça sapun, Fransızca savon, İspanyolca jaborı, Almanca Seife biçimiyle Avrupa’ya geçen Arap sabun tekniği Ispanya’dan Avrupa’ya yayıldı. İlk önce Marsilya’da üretilen sabunun Almanya üzerinden İngiltere’ye ulaşması 1300’leri buldu. Kuzey Avrupa’da sabun lüks sayılıyor, hayvani yağ ve külden kendi ürettikleri sabun kötü koktuğu için yalnız çamaşır yıkamak ta kullanılıyordu.


Bu gecikme sadece Avrupa’nın kuzeyiyle sınırlı değildir. Amerika ve Asya’da da birçok ulus benzeri temizlik malzemelerini geç tarihlerde kullanmaya başlamıştır. Bunun nedeni bu halkların göçebe olması ve kültürlerinde suyun çok kutsal bir yere sahip olmasıdır.


Göçebe toplulukların çoğu yıkanmaktan uzak duruyordu ve bunun en önemli nedeni suyun kirletilmemesi gereken kutsal bir varlık olmasıydı. Moğol imparatoru Cengiz Han’ın yasaları elbiselerin hiç yıkanmadan eskiyene kadar giyilmesini emreder. Ayrıca suya elleri daldırmak yasaktır ve eğer suya işenirse bu suç ölümle cezalandırılmaktadır. Suyla ilgili yasakları şiddetle uygulayan Çağatay Han öldükten sonra şair Sedid Aver şunları yazar:


“Korkusundan kimsenin su’ya giremediği adam 

Ölümün engin deryasında boğulup gitti.”

Ancak yine de Moğollar çamaşır yıkamaktaydılar; çünkü 1253-1255 yılları arasında Moğol imparatorluğuna elçi olarak giden Wilhelm van Rubroek, Moğolların elbiselerin yıkanması halinde Tanrı’nın hiddetlenerek yıldırım yağdıracağına inandıklarını, buna rağmen elbiselerini yıkayıp kuruması için asanlar olursa, dövülerek ellerinden çamaşırlarının alındığını yazmaktadır. Moğollar, bedeninin tamamını yıkayan bir insanın balık olacağına inanmaktaydılar. 20. yüzyılın başındaki Moğol hükümdarının karısı dışarıdan getirttiği malzeme ile sarayına bir banyo dairesi inşa ettirip her gün banyo yapan ilk Moğol oldu.

Bizans’ta sabuncu esnafı bir lonca etrafında üretim yapıyordu; başkent Konstantinopolis’te 10. yüzyıldan beri sabuncu loncası faaliyetteydi. Bu gelenek hemen hiç değişmeden Osmanlıya geçti.


1780 tarihli bir Osmanlı el yazmasında renkli ve kokulu sabunların nasıl üretileceği anlatılmaktadır: “Sıvı karagünlük ve mahlep ve albız tırnağı onar dirhem ve karanfil ve zencefil birer dirhem ve zurunbad ve aselbend beşer dirhem ve arakî sabun iki yüz dirhem. Önce sabun bıçak ile yufka yufka doğranıp, gül suyu ile ıslatıp dövülmüş eczayı katıp, hamur edip, dilediği gibi kesip kuruta. Dilerse kalıba vura... Ve eğer renkli sabun olsun dersen, ağ olmayıp: Dört dirhem karanfil ve dört dirhem tarçını ve on dirhem sandalı iyice döğüp, ince elekten geçirip katasın. Gül suyu ile yoğurup hamur edesin.”


Osmanlılarda bilinen üç temel sabun türü vardı; beyaz sabun, yeşil sabun ve Arap sabunu. Ekonomik durumu iyi olanlar hemen her işte beyaz sabun kullanırlardı; ama beyaz sabun genellikle beden ve çamaşır temizliğinde, yeşil sabun ise bulaşık ve çocuk bezi temizliğinde tercih edilirdi. Bunlardan başka, özellikle çamaşır yıkamakta kullanılan “kara sabun” vardı ki, kil, donyağ ve kireç karıştırılarak yapılırdı.


Bugün birçok orta sınıf evinin banyosunda küçük sepetler içinde anlaşılmaz bir banyo süsü olarak duran çeşitli hayvan, meyve biçimlerindeki renkli sabunlar ilk defa meyve biçiminde Osmanlıda üretilmiştir. Beyaz sabunun eritilmesinden sonra içine birkaç damla gülyağı katılır ve soğumaya bırakılır. Bundan sonrası ustanın maharetidir; kalıp elle meyve biçime getirilerek boyanır ve “miss” sabunu adıyla satılırdı. Miss sabunu dışında Osmanlıda Çiçek sabunu, Misk sabunu, Hünkâri (Miski) sabun, Alaca sabun, Arakî sabun, Kara sabun, Mine sabunu, Kokulu sabun, Kandiye sabunu, Fes sabunu, Arap sabunu, Irakî sabun, Trabluskarî sabun, Girid sabunu ve Leke sabunu adıyla birçok sabun türü satılmaktaydı.


1811 ’de Fransız kimyager Michel Eugene Chevreul, dünyanın neredeyse beş bin yıldır kullandığı sabunun içinde değişik yağ asitleri bulunduğunu keşfetti. 1823’te ise bütün hayvani yağların organik asitlerle birleşmiş gliserinden ibaret olduğunu; bütün asitlerin alkalilerle reaksiyonunun tuzları meydana getirdiğini, organik asitlerin alkali tuzlarına da sabun dendiğini açıkladı.


19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kaynatma sisteminin yerini buhar sisteminin almasıyla sabun üretimi sanayiye dönüştü ve 1884 yılın da W. H. Lever tarafından ilk defa ambalajlı sabun piyasaya sürüldü.


Osmanlı İmparatorluğu’nda da hemen aynı dönemlerde sabunhanelerin yanı sıra sınai üretime geçilmiş ve 1863 tarihli Kalevi Maddelere Dair Kararname ile üretim esasları belirlenmiştir.

1900’de Lever ilk defa toz sabunu üretti. Bundan önce sabunlar evlerde kadınlar tarafından kesilip öğütülmekteydi. Toz sabunun suya daha çabuk karışması çamaşırların temizlenme oranını yükseltiyordu.


Zeytin üreticisi bölgelerde yerli sabun üretimi ve Edirne’de kokulu ve meyve biçimli sabunculuk yakın yıllara kadar devam etti. Fakat tuvalet sabunu ithal ediliyordu, ikinci Dünya Savaşı’ndan önce 25 milyon kiloyu bulan sabun üretiminde zeytin, keten, haşhaş, ayçiçeği, kendir, pamuk, susam, mısır, şalgam, soya fasulyesi, yerfıstığı, kemik yağı, at yağı, hayvani iç yağlar kullanılmaktaydı. Sümerbank İzmit sütkostik fabrikasının açılışı sabun üretimine katkıda bulundu ve 1952 yılında Sabun Normları Tüzüğü çıkarıldı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak