11 Eylül 2022 Pazar

Türkiye ve Türk Yurdu

 




Türkiye tabiri ise daha VI. yüzyılda Bizanslılar tarafından Orta Asya için kullanılıyordu. Yine onlar IX. ve X. yüzyıllarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan sahaya da Türkiye adını vermişlerdi. XI-XII. yüzyıllarda Mısır ve Suriye’ye Türkiye denirdi. Anadolu ise XII. yüzyıldan itibaren Türkiye olarak tanınmaya başlamıştır.


Günümüzde Balkanlardan Çin Seddi’ne kadar uzanan çok geniş bir sahada yaşayan Türklere çağlar boyu şüphesiz birçok bölge yurtluk yapmıştır. Bunun günümüzde saha adları olarak yansımaları doğudan batıya şöyledir: Yakutistan, Güney Sibirya-Altaylar, Moğolistan, Kansu-Ordos, Doğu Türkistan, Batı Türkistan, Kuzey Afganistan, Horasan, Kafkaslar ve Azerbaycan, Musul-Kerkük, Halep civarı, Anadolu, Balkanlar, Kırım ve Kazan. Saydığımız bölgelerdeki Türkler, binlerce yılın hadiseleri neticesinde günümüzde hâlâ söz konusu bölgelerde varlıklarını devam ettirme başarısını göstermektedirler.


Genel olarak Orta Asya dört bin yıl, Anadolu bin yıl Türklere vatan vazifesi görmekle beraber en eski Türk ana yurdu üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Yazının mevcut olmadığı zamanlarda arkeolojik ve antropolojik araştırmalar bilim adamlarına yön vermektedir. Dolayısıyla yapılan arkeolojik kazı neticeleri Türklerin en eski ana yurdu konusunda bazı ipuçlarını ortaya çıkarmıştır.



Alıntıdır.

Türk Adı Hakkında

 İlkçağlardan itibaren Türklerin çok sayıda milletle temas etmeleri sonucunda Türk adı farklı milletlerin kaynaklarında çeşitli şekillerde kaydedilmiştir. Türk adı 542 yılında tarih sahnesinde yer alan, Gök-Türk (Kök-Türk) Devleti’yle resmî bir kimlik kazanmıştır. Aslında bu devletin adı Gök-Türk değil, Türk idi ve bazen iki heceli Türük şeklinde yazılıyordu. XIX. yüzyılın sonunda bazı Türkologların kabul ettiği biçimiyle Gök-Türk kullanımı yaygınlaşmıştır.


Türk adının nasıl olup da yaygınlaşarak günümüze ulaştığını da kısaca açıklamak gerekir. Moğolistan’da kurulan Türk adlı devlet, kısa zamanda bütün Orta Asya’yı, Kuzey Çin’i, hatta Tibet’i hâkimiyeti altına aldı. Arkasından Kore’den Karadeniz’e kadar Kafkasların kuzeyi, hatta Kuzey Afganistan’ı kendine bağladı. Böylece hem doğu (Çin, Tibet, Kore) hem de batı kaynaklarında (Bizans) Türk Devleti adıyla geniş yer edindiği gibi Orta Asya Türkiye olarak anılmaya başladı.


Bağımsızlığı yaklaşık iki yüz yıl süren Türk (Gök-Türk) Devleti, 745 yılında yıkılarak tarih sahnesinden çekildi. Devletin topraklarının doğu kanadında Uygur Devleti, Dokuz Oğuz boylarının üzerinde hâkim olarak idareyi sürdürdü. Batı Gök-Türk topraklarında ise önce çeşitli boy federasyonları Türgiş (Türkiş/Türkler) adını alarak varlıklarını devam ettirdiler. 766 tarihinde Türgiş siyasi birliği ortadan kalkınca Oğuzlar (kabileler) olarak Tanrı Dağları, Çu ve Yedisu havzasından Sır Derya (Seyhun) boyu üzerinden Mangışlak’a ve hatta Itil’e kadar dağınık halde yaşadılar. Oğuz adı bu dönemde ön plana çıksa da Türk kimliklerinden dolayı İslam kaynaklarında Türkmen, Rus kaynaklarında Tork adıyla anılmaya başladılar.


Bundan sonra kurulacak olan Selçuklu Devleti başta olmak üzere diğer bütün Müslüman Türk devletleri farklı adlarla adlandırılsalar da kimlik özelliklerini korudular. Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada yayıldığında Batılılar tarafından “Türk Devleti” adıyla bahsediliyordu. Aynı şekilde önce Mısır, sonra Anadolu “Türkiye” olarak adlandırıldı.


Böylesine zengin ve geniş bir tarihe sahip olan Türklerin, ayrıca çok eski bir millet oluşu tarihçileri Türk adını çok eski tarihî kaynaklarda aramaya sevk etmiştir. Herodotos’un M.Ö. V. yüzyılda doğu kavimleri arasında zikrettiği Targitaların Türk isminin ilk şekli olabileceği ileri sürülmüştür. İskit topraklarında oturdukları söylenen Tyrkaeler, Tevrat’ta adı geçen Yafes’in torunu Togharma, eski Hind kaynaklarında bildirilen Turukhalar, Thraklar ve hatta Troyalıların Türk adını ilk defa taşıyan kavimler oldukları sanılmışlardır.


İslâm kaynaklarında bildirilen İran Zend-Avesta rivayetleri içerisinde hükümdar Feridun’un oğlu Turac (Tur-Turan) ve Yafes’in torunu Türk’ten türeyen neslin de Türk adını ilk taşıyan kavim olduğu düşünülmüştür. Diğer yandan o dönemlerde İran-Turan mücadelelerinde zikredilen Afrasyab’ın (Tonga Alp Er) bir Türk başbuğu olduğu tahmin edilmektedir.


Türkçede cins ismi olarak eskiden beri mevcut olduğu bilinen Türk kelimesinin Altaylı (Seyhun nehri kuzeyi) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde ve daha sonra yine 515 hadiseleri dolayısıyla Türk Hun (kuvvetli Hun) tabirinde kullanıldığı bilinmektedir. Türk adına kaynaklarda çeşitli anlamlar verilmesine rağmen, “güç” anlamına geldiği anlaşılmıştır. Resmî devlet adı olarak ilk defa Gök-Türk Devleti tarafından kullanılan Türk kelimesinin bundan önce Törük veya Türük şekilleriyle kullanıldığı ve daha sonra Türk haline dönüştüğü kabul edilmektedir.


Alıntıdır.

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 4

 


Jilet


Tıraşta devrim yapan buluş King Camp Gillette’indir (1855-1932). Ütopik sosyalistlerden olan Gillette 1894’te bastırdığı The Human Drift adlı broşüründe toplumsal düzen hakkında görüşlerini anlatır. Gillette 187l’de evlerinin yanması üzerine genç yaşta çalışmaya başlamış, birçok işe girdikten sonra metal eşya pazarlamaya başlamıştı. Massachusetts’teki evinde, mekanik aletler konusundaki yaratıcılığını gören mucit arkadaşının önerisiyle, bir yılını günlük kullanımı olan eşya listesini alfabetik sırayla çıkarıp kullanılıp atılacak bir eşya saptayıp üretmek üzere geçirir.

1895’te bir sabah tıraş olmak istediğinde usturasının körleşmiş olduğunu görür. Kullanılıp atılan ustura bıçağı üretme fikriyle harekete geçer ve gerekli malzemeyi alarak ilk jileti evinde imal eder. Fakat görüştüğü bütün imalatçılar kâğıt kalınlığında ucuz çelik üretmenin olanaksız olduğunu söylerler. Massachusetts Institute of Technology’deki mühendisler de ona vazgeçmesini tavsiye ederler. 1901’de MIT’den profesör William Nickerson onunla işbirliği yapar ve jilet yapma fikrinin doğuşundan sekiz yıl sonra 1903’te ilk ürün piyasaya çıkar. Gillette’in resmi ve imzası bulunan jilet paketleri elli bir ustura makinesi ve 168 jilet içermektedir. Kısa sürede üretim talebi karşılayamaz olur.


Gillette, rekabetin yol açtığı israfı önlemek ve akılcı-planlı bir toplum geliştirmek yönündeki kuramsal düşüncelerini uygulamaya geçirmek için 1910’da Theodore Roosevelt’ten Arizona’da kurulacak deneysel ‘Dünya Şirketi’ne destek isteyerek bir milyon dolar vermeyi önerir, makaleler yayımlarken, Birinci Dünya Savaşı’nda Amerikan hükümetinin ordu için 36 milyon jilet ısmarlamasından sonra jilet tıraşın ayrılmaz öğesi oldu.


Türkiye’de Gillette adı jilet biçiminde cins isim olarak yerleşti. Jilet firmaları çoğalınca, ‘jilet’in adı ‘tıraş bıçağı’na dönüştürülmek istendi. Alman ve İsveç firmaları değişik marka ve isimlerle jilet üretip sattılar. Türkiye’de en çok yaygınlaşan markalar Gillette ile timsahlı ambalajıyla Nacet’ken, diş macunu markası olarak tanınan Radyolin, Radium lambası jiletlerinin yanı sıra Emir, Yalova, Haşan, Keskin, Altın Tıraş gibi markalar İsveç çeliğinin, bir yandan da yerli malı kullanmanın önemini vurgulayan paketlerde satışa sunuldular.


Türkiye’de plastik saplı, kullanıldıktan sonra atılan ‘tıraş bıçağı’nın adı da bir dönem Permatik olmuştu. Dolmakalem, çakmak, mendilden sonra tıraş bıçakları da plastikleştikten sonra, iki, üç bıçaklı, çelikleri çok daha gelişkin ve çok daha fazla kullanılabilen modeller üretildi.



Tıraş Makinesi


Amerikan ordusunda Alaska’da askerlik yapan Jacob Schick, jiletini yıkamak için buzu kırmak zorundadır ve suya ihtiyaç göstermeyen bir tıraş bıçağı üstünde çalışmaya başlar. Savaştan sonra elektrikli tıraş makinesini icat eden Schick, beş yıl çalışmadan sonra kendi küçük elektrik motorunu yapar ve 1923’te patentini alır.


Üreticiler elektrikli tıraş makinesine talep olmayacağı düşüncesiyle Schick’in makinesine yatırım yapmazlar. Evini ipotek eden ve borca batan Schick 1931'de, büyük bunalım yılında, kendi makinesini satışa çıkarır.


O yıl üç bin makine satabilir.


Kazancıyla reklam kampanyaları düzenleyen Schick 1937’de ABD, Kanada ve İngiltere’de iki milyon makine satabilmiştir. 1940’lı yıllarda elektrikli tıraş makinesi üretiminde de rekabet başlar ve Remington firması iki başlı ilk makineyi üretir. 1940’da Remington doğrudan kadınlara hitap eden elektrikli tıraş makinesi modeliyle alanında önemli bir adım daha atar.




Şofben


Hamamlar banyoya dönüşünce, banyoda su ısıtmak için de yeni teknolojiler gerekti. Önce soba benzeri su kazanları kullanıldı sonra yakıtlar değişip çeşitlendikçe ve şebeke suyu bağlandıkça, Fransa’da kullanımı 1898’de başlayan chauffe-bain devreye girerek havagazı, bütangazı, elektrik ve doğalgazla suyu kısa sürede ısıtan teknoloji geldi. Şehir yaşamının sağladığı sistemlerden yararlanan şofbenlerle birlikte gelişmiş teknoloji kullanan bilgisayar donanımlı termostatlı kazanlarla bireysel seçim olanakları da arttı.



Bornoz


Banyodan sonra giyilen havlu elbise birçok eve çocuk ihtiyacı olarak girdi. Ama Refia Sultan’ın terekesinin de gösterdiği gibi İstanbul’da 19. yüzyılın ikinci yarısında bornoz belirli kesimin kullanımına girmişti.


Bornoz aslında Arapça burnus’tan gelir ve kukuletalı maşlahtır; Osmanlıcada bomûz ve bümüs biçimiyle kollu, başlıklı hamam havlusu anlamı yanında, Arapların üste giydikleri giysi ve bir çeşit kadın yeldirmesi anlamlarıyla da bulunur. Kuzey Afrika’yla ilişkisi bulunan gemiciler tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Edmondo de Amicis 1875-76’da Galata Köprüsü’ndeki kalabalığın çeşitliliğini anlatırken “beyaz burnuzlu bedevi” de saydıkları arasındadır.


Fransızcaya bumous olarak 1556’da girdi, 1830’da halen marıteau. d’Arabe anlamını koruyordu. Eskiden Malta şövalyelerinin giyimi iken 1814’de saptandığı gibi banyo kıyafeti haline de gelmeye başlamıştı. Türkçenin tarihi sözlüğü olmadığı için bornozun banyoda kullanılmaya başlanmasında Fransız etkisi olup olmadığını saptayamıyoruz. Ama Bursa havlu ve bornozları her zaman meşhurdu.



Şampuan


Eski Mısırlılar saçlarını sitrik asitle yıkarlardı. Yüzyıllarca evlerde yapılmış kokulandırılmış sitrik asit ve sabun karışımları kullanıldı. Kaynamış suda sabuna soda veya potas katarak elde edilen karışım modern şampuanın atasıydı ve ortaçağdan itibaren evlerde üretildi. Şampuan sözcüğü İngiltere’de Hindistan yönetimi Doğu Hindistan Kumpanyasından alınıp hükümete devredildiğinde ülkeyi saran Hint modası sırasında yaygınlaştı. Hintçede masaj yapmak anlamında gelen champo sözcüğü bu anlamıyla 1740’lardan itibaren Hindistan’dan söz eden kitaplarda görüldü, Hint modası sırasında kuaförler tarafından günlük İngilizceye sokuldu. Her dükkân kendi ‘şampuan’ını yapıyor ve formülünü sır olarak saklıyordu. 1890’larda Almanya’da ilk gerçek deterjan temeline dayanan şampuan üretildi ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında piyasaya çıktı.


Massachusettsli John Breck, kendi saç dökülmesini durdurmak için verdiği mücadele sonucu ürettiği özel şampuanlar ve masaj tekniklerine dayanarak 1908’de güzellik salonu açtı. Kısa sürede şampuanları piyasada satılmaya başladı ve 1930’da normal, 1933’te yağlı ve kuru saçlar için şampuan üretti.




Sabun

 


Bir Roma efsanesine göre sabun Roma’daki Sapo tepesinde tesadüfen keşfedilmiştir. Kurban edilen hayvanların küllerle karışan yağları Tiber nehrine sürüklenirmiş; burada çamaşır yıkayan Romalı kadınlar, bu kaygan maddenin karıştığı suyla yıkadıkları çamaşırların daha kolay temizlendiğini görmüşler.


Romalılar sabunu tesadüfen keşfetmiş olabilirler; ama sabun çok daha eskilerden beri bilinen bir temizlik malzemesiydi. Gerek insan bedeninin gerekse giysilerin düzenli olarak temizlenmesinin tarihi uygarlık tarihi kadar eskidir. Bu tarih, insan uygarlığının filizlendiği Mezopotamya ve Nil vadilerinde insanlık kültürünün birçok öğesiyle paralel bir gelişme göstermiştir.


Bazı kayıtlar İO 2800 yıllarında Babillilerin bir çeşit sabun kullandığını göstermektedir. Hititler ise çövenotu, helvacıotu kökü ve sabunotu külleriyle temizlik yapmaktaydılar. Eski Mısır, beden ve giysi temizliğinde bugün hâlâ kullanılmakta olan sabunu ilk üreten uygarlık olarak tarihe geçmiştir. Tevrat, hem bedensel hem de ruhsal kirlenme olan “murdar”lık durumundan çıkabilmeleri için insanlara giysilerini de yıkamalarını emretmektedir: “Ve yiyebileceğiniz hayvanlardan biri ölürse, onun leşine dokunan akşama kadar murdar olacaktır. Ve onun leşinden yiyen esvabını yıkayacak ve akşama kadar murdar olacaktır; onun leşini taşıyan da esvabini yıkayacak ve akşama kadar murdar olacaktır.” (Levililer, XI, 39-40) Tevrat giysilerin ve bedenin yıkanmasında nasıl bir yöntem uygulandığı konusunda da bilgi vermektedir: “Çünkü kül suyu ile yıkansan ve çok sabun kullansan da yine fesadın önünde kirli duruyor” (Yeremya, II, 22). Halen Arap sabunu olarak bildiğimiz yoğun sıvı sabun ise ilk defa IO 6.yüzyılda, Fenikeliler tarafından geliştirildi. Fenikeliler keçi yağı, kül ve potasyum karbonatı suda kaynatarak ilk sıvı sabunu ürettiler. Daha sonraları ise, Romalılar Pompeii’de Avrupa’nın ilk sabun imalathanesini kurdular.


Roma dışında kalan Avrupa coğrafyasında sabun 8. ve 14. yüzyıllar arasında görülmeye başlandı. İtalyanca saporıe, Yunanca sapuni, Sırpça sapun, Fransızca savon, İspanyolca jaborı, Almanca Seife biçimiyle Avrupa’ya geçen Arap sabun tekniği Ispanya’dan Avrupa’ya yayıldı. İlk önce Marsilya’da üretilen sabunun Almanya üzerinden İngiltere’ye ulaşması 1300’leri buldu. Kuzey Avrupa’da sabun lüks sayılıyor, hayvani yağ ve külden kendi ürettikleri sabun kötü koktuğu için yalnız çamaşır yıkamak ta kullanılıyordu.


Bu gecikme sadece Avrupa’nın kuzeyiyle sınırlı değildir. Amerika ve Asya’da da birçok ulus benzeri temizlik malzemelerini geç tarihlerde kullanmaya başlamıştır. Bunun nedeni bu halkların göçebe olması ve kültürlerinde suyun çok kutsal bir yere sahip olmasıdır.


Göçebe toplulukların çoğu yıkanmaktan uzak duruyordu ve bunun en önemli nedeni suyun kirletilmemesi gereken kutsal bir varlık olmasıydı. Moğol imparatoru Cengiz Han’ın yasaları elbiselerin hiç yıkanmadan eskiyene kadar giyilmesini emreder. Ayrıca suya elleri daldırmak yasaktır ve eğer suya işenirse bu suç ölümle cezalandırılmaktadır. Suyla ilgili yasakları şiddetle uygulayan Çağatay Han öldükten sonra şair Sedid Aver şunları yazar:


“Korkusundan kimsenin su’ya giremediği adam 

Ölümün engin deryasında boğulup gitti.”

Ancak yine de Moğollar çamaşır yıkamaktaydılar; çünkü 1253-1255 yılları arasında Moğol imparatorluğuna elçi olarak giden Wilhelm van Rubroek, Moğolların elbiselerin yıkanması halinde Tanrı’nın hiddetlenerek yıldırım yağdıracağına inandıklarını, buna rağmen elbiselerini yıkayıp kuruması için asanlar olursa, dövülerek ellerinden çamaşırlarının alındığını yazmaktadır. Moğollar, bedeninin tamamını yıkayan bir insanın balık olacağına inanmaktaydılar. 20. yüzyılın başındaki Moğol hükümdarının karısı dışarıdan getirttiği malzeme ile sarayına bir banyo dairesi inşa ettirip her gün banyo yapan ilk Moğol oldu.

Bizans’ta sabuncu esnafı bir lonca etrafında üretim yapıyordu; başkent Konstantinopolis’te 10. yüzyıldan beri sabuncu loncası faaliyetteydi. Bu gelenek hemen hiç değişmeden Osmanlıya geçti.


1780 tarihli bir Osmanlı el yazmasında renkli ve kokulu sabunların nasıl üretileceği anlatılmaktadır: “Sıvı karagünlük ve mahlep ve albız tırnağı onar dirhem ve karanfil ve zencefil birer dirhem ve zurunbad ve aselbend beşer dirhem ve arakî sabun iki yüz dirhem. Önce sabun bıçak ile yufka yufka doğranıp, gül suyu ile ıslatıp dövülmüş eczayı katıp, hamur edip, dilediği gibi kesip kuruta. Dilerse kalıba vura... Ve eğer renkli sabun olsun dersen, ağ olmayıp: Dört dirhem karanfil ve dört dirhem tarçını ve on dirhem sandalı iyice döğüp, ince elekten geçirip katasın. Gül suyu ile yoğurup hamur edesin.”


Osmanlılarda bilinen üç temel sabun türü vardı; beyaz sabun, yeşil sabun ve Arap sabunu. Ekonomik durumu iyi olanlar hemen her işte beyaz sabun kullanırlardı; ama beyaz sabun genellikle beden ve çamaşır temizliğinde, yeşil sabun ise bulaşık ve çocuk bezi temizliğinde tercih edilirdi. Bunlardan başka, özellikle çamaşır yıkamakta kullanılan “kara sabun” vardı ki, kil, donyağ ve kireç karıştırılarak yapılırdı.


Bugün birçok orta sınıf evinin banyosunda küçük sepetler içinde anlaşılmaz bir banyo süsü olarak duran çeşitli hayvan, meyve biçimlerindeki renkli sabunlar ilk defa meyve biçiminde Osmanlıda üretilmiştir. Beyaz sabunun eritilmesinden sonra içine birkaç damla gülyağı katılır ve soğumaya bırakılır. Bundan sonrası ustanın maharetidir; kalıp elle meyve biçime getirilerek boyanır ve “miss” sabunu adıyla satılırdı. Miss sabunu dışında Osmanlıda Çiçek sabunu, Misk sabunu, Hünkâri (Miski) sabun, Alaca sabun, Arakî sabun, Kara sabun, Mine sabunu, Kokulu sabun, Kandiye sabunu, Fes sabunu, Arap sabunu, Irakî sabun, Trabluskarî sabun, Girid sabunu ve Leke sabunu adıyla birçok sabun türü satılmaktaydı.


1811 ’de Fransız kimyager Michel Eugene Chevreul, dünyanın neredeyse beş bin yıldır kullandığı sabunun içinde değişik yağ asitleri bulunduğunu keşfetti. 1823’te ise bütün hayvani yağların organik asitlerle birleşmiş gliserinden ibaret olduğunu; bütün asitlerin alkalilerle reaksiyonunun tuzları meydana getirdiğini, organik asitlerin alkali tuzlarına da sabun dendiğini açıkladı.


19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kaynatma sisteminin yerini buhar sisteminin almasıyla sabun üretimi sanayiye dönüştü ve 1884 yılın da W. H. Lever tarafından ilk defa ambalajlı sabun piyasaya sürüldü.


Osmanlı İmparatorluğu’nda da hemen aynı dönemlerde sabunhanelerin yanı sıra sınai üretime geçilmiş ve 1863 tarihli Kalevi Maddelere Dair Kararname ile üretim esasları belirlenmiştir.

1900’de Lever ilk defa toz sabunu üretti. Bundan önce sabunlar evlerde kadınlar tarafından kesilip öğütülmekteydi. Toz sabunun suya daha çabuk karışması çamaşırların temizlenme oranını yükseltiyordu.


Zeytin üreticisi bölgelerde yerli sabun üretimi ve Edirne’de kokulu ve meyve biçimli sabunculuk yakın yıllara kadar devam etti. Fakat tuvalet sabunu ithal ediliyordu, ikinci Dünya Savaşı’ndan önce 25 milyon kiloyu bulan sabun üretiminde zeytin, keten, haşhaş, ayçiçeği, kendir, pamuk, susam, mısır, şalgam, soya fasulyesi, yerfıstığı, kemik yağı, at yağı, hayvani iç yağlar kullanılmaktaydı. Sümerbank İzmit sütkostik fabrikasının açılışı sabun üretimine katkıda bulundu ve 1952 yılında Sabun Normları Tüzüğü çıkarıldı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


10 Eylül 2022 Cumartesi

İSKİT KÜLTÜRÜ-2

 İSKİTLERİN DİLİ VE YAZISI





İskitlerin dili hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Malzeme yetersizliği, İskitlerin dili üzerinde yapılan çalışmalardan istenilen sonuçların çıkarılabilmesine engel olmaktadır. İskitlerin dili yanında yazılarının olup olmadığı da önemli bir mesele olarak zihinleri meşgul etmektedir. Yazı Mezopotamya'dan Anadolu'ya, İran'a ve hatta batıda Yunanistan'a kadar yayılmışken, bu dönemde Urartulular, Persler çiviyazısını öğrenmişlerken, hatta Urartuluların bir de resim yazısı varken, "İskitler acaba yazıyı bilmiyorlar mıydı?" sorusu akla gelmektedir. İskitlerin çiviyazısı kültür sahası içerisinde uzun süre kalmaları ve bu coğrafyadaki kavimlerle temasta bulunmaları, onların yazıyı öğrendikleri ve kullandıklarını düşünmemizi mümkün kılmaktadır. Bu fikri Sus ve çevresinde bulunan çiviyazılı metinler de desteklemektedir.





1) İskitlerin Dili



İskitlerin hangi dili konuştukları bir mesele olarak karşımızdadır. Elde bulunan kaynaklar İskitlerin dili hakkında bazı ipuçları vermektedir. İskitlerin dili hakkında bilgileri çiviyazılı metinlerden ve antik Grek kaynaklarından öğrenmekteyiz.


İskitlerin dili hakkında en önemli bilgileri Sus'tan bulunmuş olan çiviyazılı metinler vermektedir. Bu dağınık olarak bulunmuş metin parçalarında fiillerin hemen hemen tamamı Türkçedir. Kelimelerin büyük çoğunluğu ise, Türk lehçelerinde kullanılmış ve halen kullanılmaktadır. Dağınık olarak bulunmuş bu metinlerde anira, onamak; arat, oturmak; daldu, doldurmak; du, dutmak, tutmak; git, götürmek, götürtmek; kappika, kapama; katzavana, kazımak; kutta, katmak; piri, barmak, varmak; rilu, yazmak; tartinta, tartın-mak; taufa, dayamak; tiri, deymek (Mordtmann 1870: 9, 15, 20-21, 24, 33-34, 36, 47-48, 58-59, 62) vb. fiiller bulunmaktadır. Aynı metinlerde çok sayıda Türkçe kelime bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak Ata, Attata, Attati, Atta; ati, orta; ativa, ortasında; atzaka, uzak, uzun; balu, baru; gami, gemi; gik, gök; karata, kart; kiçi, kişi; çağrı, oğul; vitavana, öte yana; taka, tuğ; ufarri, öbürü; val, yol; vurun, yer, urun (Mordtmann 1870: 17,19, 23-24, 33, 35, 49, 55, 63, 66, 70) kelimeleri verilebilir.




Sus'tan bu metinlerin tahlili sonucunda Mordtmann, bu lisanı delillere dayalı olarak Sakaların Türk-Ugor dil köklü bir halk olduğunu, yani Ural-Altay dilinin kolları olan Fin-Ugor ve Türk-Tatar dilinin henüz ayrılmadığı zamandan olduğunu kabul etmektedir. Darius'un yazıtında adı geçen Saka haumavarga ve Saka tigrakhaudanın da Arî kavimlerden olmadığını kabul etmesine rağmen, "Qui trans mare habitant", yani denizin ötesine geçmiş olan Sakaları bu gruba dahil etmemektedir (Mordtmann 1870: 49-50). Oysa Kral Darius İskitler üzerine sefer yapmadan önce, İskit hükümdarları Sakesphares, Homarges ve Thamyris bir yere toplanıp vaziyeti görüşmüşlerdir (Junge 1939: 65). Daha önce de üzerinde durduğumuz ve hangi Saka gruplarına mensup olduklarını belirlemeye çalıştığımız hükümdarlar rahatlıkla mevcut durumu görüşebilmişlerdir. Bu, ancak üçünün de aynı dili konuşmuş olmalarıyla açıklanabilir.


Herodotos İskitlerin dini inançları ve Tanrılar âlemiyle ilgili bilgi verirken, İskitlerin Hestia'ya Tabiti, Zeus'a Papaios, Toprak'a Api, Apollon'a Oitosyros, Aphrodite'ye Artimpasa, Poseidon'a Thamimasadas dediklerini bildirmektedir (Herodotos IV: 59). Bunlardan en büyük Tanrı olan Papaios'un Türkçe Baba, Dede, Ata, Babir, Bayat; Thamimasadas'ın Denizin Atası; Artimpasa'nın Erdembaşı, Tabiti'nin Tapıt; Oitosyros'un Gongos, güneş olduğu kabul edilmektedir (Kuun 1981: LIX). Api kelimesi de Türkçe bir kelimeyi hatırlatmaktadır. Hemen hemen bütün Türk lehçelerinde Ebi, Ebe kelimesi doğuran kadın manasındadır (Arsal 1930: 10). İskitlerin kullanmış olduğu coğrafi adlar da Türkçe ile ilişkilendirilmiştir. Örneğin, Temerinda, Denizin Anası; Karumpaluk, Balık Gölü; Graucausus, Akkar; Silyn, Körfez vb. (Kuun 1981: LVII-LVIII).


Pers kaynaklarında denizin ötesindeki Sakalar olarak adlandırılan İskitlerin dilinden kalan gerek Tanrı ve gerekse coğrafya adlarının Türkçe ile bağlantılı olduğu görünmektedir. İskit coğrafyasında şüphesiz başka dilleri konuşan topluluklar olmasına rağmen, İskitlerin dilinin Türkçe ile bağlantılı bir dil ya da Mordtmann'ın Saka tigrakhauda ve Saka haumavarga için kabul ettiği üzere, Fin-Ugor ve Türk-Tatar dil kollarının birbirinden henüz ayrılmadığı bir dönemde oluşmuş bir dil olduğu düşüncesi denizin ötesindeki Sakalar, yani Karadeniz İskitleri için de geçerlidir.


İskitlerin dili hakkında fikir verebilecek bir yazı da Kazakistan'da Alma-Ata yakınlarında Esik kurganından çıkarılmıştır. Küçük bir kap üzerindeki yazı deşifre edilmiştir. Altay Amancalov bunu, "Aya, sana ocuk; Bez çok, bugün icra azuk" şeklinde okumuştur (Amancalov 1971: 66). Bilim dünyasında en çok kabul edilen transkripsiyonu Olcas Süleymanov yapmıştır. Bu yazıyı, "Khan uya üç otuzi yok boltı utıg-sa tozıldı" şeklinde okumuş ve "Han'ın oğlu yirmi üç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu" diye günümüz Türkçesine aktarmıştır (Süleymanov 1970: 3). Sakalara atfedilen Esik kurganından çıkarılan bu yazının dilinin Türkçe olarak kabul edilmesi de Sakaların dilinin Türkçe olduğunu göstermek bakımından büyük önem taşımaktadır.


Gerek çiviyazılı metinler, gerek İskitlerin kullandığı bazı kelimeleri veren antik Grek kaynakları ve gerekse Esik kurganından çıkarılan yazı, İskitlerin dili hakkında kısmen de olsa bir hükme varmamızı mümkün kılmaktadır. Bundan dolayı İskit dilinin Türkçe ile bağlantılı olduğunu söylememiz mümkün olmaktadır.





2) İskitlerde Yazı



Önceki bölümlerde de bahsedildiği üzere, çok geniş bir coğrafyaya yayılan İskitler Ön-Asya'ya da giderek orada belirli bir süre kalmışlardır. Gerek Herodotos'un bahsettiği ve gerekse Sus ve çevresinde bulunmuş olan çiviyazılı metinlere dayanarak Mordtmann'ın ileri sürdüğüne göre, onlar bugünkü İran ve hatta Anadolu içlerine kadar olan yerlerde nüfuzlarını hissettirmişlerdir. MÖ 7. yüzyılın başlarında Asur imparatorluğu sınırına kadar ulaşan İskitlerin (Luckenbül 1968: 517), MÖ 4. yüzyılın başlarında hâlâ Anadolu'nun doğu kesiminde bir güç olarak bulunmaları (Ksenophon IV, 7: 18), onların çiviyazısı kültür sahasında ne kadar uzun bir süre kaldığını göstermek bakımından büyük önem taşır.


Bilim dünyasında çiviyazısı olarak kabul edilen ve MÖ 3100 yıllarında Sümerliler tarafından icat edilmiş olan yazı etkisini miladi yıllara kadar sürdürmüştür (Bilgiç 1982: 107). Bu yazı Mezopotamya sınırlarını aşarak, Anadolu, İran ve Yunanistan'a kadar yayılmıştır. İskitlerin Ön-Asya'ya doğru yöneldiklerinde bu yazı Asurlular, Persler ve Urartulular tarafından kullanılmaktaydı. Yani İskitler çiviyazısı kültür sahasına girmişler ve bu sahanın odak noktasında uzun sayılabilecek bir süre kalmışlardır.




İskitlerin çiviyazısı kültür sahası içerisinde epeyce bir süre kalmaları bu yazıya yabancı kalmadıklarını göstermektedir. Sus'ta bulunan yazıların, gerçek anlamda Türk olan Sakalara ait olduğu Mordtmann tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, bu yazıların dilini Türk-Ugor diliyle bağlantılı görmekte ve bunu Sakaca olarak adlandırmaktadır (Mordtmann 1870: 77). Bu metinler bize onların çiviyazısını öğrendiklerini ve bu kültür sahası içerisinde kullandıklarını göstermektedir.

Kazakistan'da Alma-Ata yakınında, Esik kurganında bulunan runik yazı da büyük önem taşımaktadır. Bu yazı hakkında değişik görüşler beyan edilmiştir. Bazıları bu yazının ilgili küçük çanağın üzerine sonradan yazıldığını ileri sürmüştür (Akişev 1978: 59). Bu görüşü savunanların karşısında Türkologlar, bu yazının Orhun-Yenisey tipinde olup, dilinin eski Türkçe olduğunu, Altay dilleri grubuna dahil bulunduğunu ve runik bir alfabe ile yazılmış olduğunu ileri sürmektedir (Akişev 1978: 59).


Esik kurganından çıkarılan horizontal yazı 26 harften oluşmakta ve Orhon-Yenisey yazılarını hatırlatmaktadır (Süleymanov 1990: 85). Bu yazı önce de üzerinde durduğumuz üzere, Süleymanov tarafından "Han'ın oğlu yirmi üç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu" şeklinde gönümüz Türkçesine aktarılmıştır (Süleymanov 1970: 3). Yine ona göre, burada kullanılan 26 harf Göktürk metinlerinde kullanılan harflerin ilkel şekilleri olup, kullanılan kelimeler de yine Göktürkçede geçen kelimelerin eski şekilleridir (Süleymanov 1970: 1-3).




Pavlador bölgesinde Bobrovoye köyü yakınlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda bir kurganda Saka dönemine, MÖ 5.-4. yüzyıllara tarihlendirilen runik yazı ele geçirilmiştir. Bir altın gem kayışı üzerine tutturulmuş kemik nazarlık bir karaca şeklinde oyulmuş ve bunda sağdan sola "Beyaz Maral" yazısı okunabilmiştir. Nazarlık üzerindeki runik yazının Türkçe konuşan Sakaların yazı sistemi olduğu belirlenebilmiştir. Bu yazı, runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistan'daki atlı kavimler arasında, ancak çok geç çıktığı yolunda ortaya atılan görüşün belirgin bir biçimde yanlışlığını ortaya koymuştur (Amancolov 1989: 793-794).


İskitler çiviyazısı kültür sahasına ulaşıp, İran'dan Anadolu içlerine kadar nüfuz ettikleri ve burada bir müddet hâkimiyet kurdukları zaman zarfında çiviyazısını öğrenmişlerdir. Bunu açık bir şekilde Sus'ta bulunmuş olan çiviyazılı metinler göstermektedir. Buradan ele geçirilen metinlerin dilinin de Türkçe ile bağlantılı olması ve Sakalara ait olduğunun belirlenmesi, onların çiviyazısını öğrendikleri ve kullandıklarını göstermektedir. Esik kurganından bulunan küçük bir çanağa yazılmış olan yazının da runik yazı olduğu ve daha sonraki Göktürk yazısının öncüsü olduğu kabul edilmektedir. Esik kurganında bulunmuş olan bu yazının karakteri, kullanılan harfler ve şekilleri, Orhun-Yenisey yazısının karakteri, harfleri ve şekilleriyle karşılaştırılmış ve onların aynı olduğu belirlenerek, Esik kurganından bulunan yazının Orhun-Yenisey yazısının prototipi olduğu kabul edilmiştir.



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Yavuz Sultan Selim Köprüsü / İstanbul

 


Anadolu'da Yaşam | Ova | TRT Belgesel

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak