4 Haziran 2022 Cumartesi

DÎNİ SÖZLÜK “A”

  

AHMEDİYYE:

 

1. Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.

 

Ahmediyye yolunun büyüğü İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir nasîhatlerinde şöyle buyurdu:

 

Her şeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.

 

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, sonra tasavvuf yolunda ilerlemek, ihlâsı elde etmektir.

 

İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.

 

Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür.

 

2.     Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol.

 

AHRÂRİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

 

Ahrâriyye yolunun büyüğü Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdu:

 

Bizim yolumuzda el helâl kârda (işte), gönül ise hakîkî yârda yâni Allahü teâlâdadır.

 

Biz bu yolu, tasavvuf kitablarından değil, Allahü teâlânın kullarına hizmetten elde ettik.

 

İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, hiçbir zaman Allahü teâlâyı unutmamaktır.

 

Söz, değerli bir şeydir. Fakat zamânında ve yerinde olmalıdır.

 

AHSEN-İ TAKVÎM:

 

En güzel boy ve sûret. Bedenen ve rûhen en güzel olan.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Biz insanı ahsen-i takvîm üzere yarattık. (Tîn sûresi: 4)

 

AHVÂL:

 

Hâller. Tasavvuf yolunda bulunan kimselerin, kalblerinde meydana gelen değişmeler. Hâl'in çokluk şeklidir.

 

Kalbe gelen bütün mânevî ahvâli, keşifleri (buluşları) bize verseler fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet îtikâdı ile şereflendirseler hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

AHZÂB GAZVESİ (Harbi):

 

Hendek gazvesinin diğer adı.

 

Hendek gazvesinde, müslümanlara karşı Kureyş, Gatafan ve yahûdîlerden meydana gelen birkaç düşman kuvveti birleşip savaştığı için bu harbe Ahzâb gazvesi denmiştir. (İmâm-ı Süyûtî, Begâvî)

 

AHZÂB SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin otuz üçüncü sûresi.

 

Ahzâb sûresi Medîne-i münevverede inmiştir. Yetmiş üç âyet-i kerîmedir. Sûre, ismini, birleşik düşman ordusu anlamına gelen ahzâb kelimesinden almıştır. Sûrede İslâm düşmanları nın, İslâmiyet aleyhindeki çalışmaları ve sonunda hüsrana uğradıkları, Peygamber efendimize ve mü'minlere eziyet ve sıkıntı verenlerin şiddetli azâba uğrayacakları, Resûlullah efendimizin mübârek zevcelerinin ve diğer müslüman âilelerin tesettüre (örtünmeye) nasıl riâyet edecekleri, kâfirlerin âhirette şiddetli azab görecekleri ve çok pişman olacakları, üzerlerine düşen vazîfeleri yerine getirdiklerinde, takvâya sarılıp günahlardan sakındıklarında mü'minlerin, cenâb-ı Hakk'ın pekçok ihsânlarına kavuşacakları anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Begâvî, Râzî)

 

Ahzâb sûresinde meâlen buyruldu ki:

Ey îmân edenler! Allahü teâlâyı çok zikr ediniz, her zaman hatırlayınız, hiç unutmayınız... (Âyet: 41)

 

Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle... (Ayet: 59)

 

Kim Ahzâb sûresini okur ve âilesine ve câriyesine öğretirse, kabir azâbından kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te'vîl)

 

AKÂİD:

 

Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.

 

Âkıl ve baliğ olan (ergenlik yaşına ulaşan) erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ehl-i sünnetin akâidde iki kolu vardır: 1) Mâturîdiyye mezhebi. 2. Eş'ariyye mezhebi. Birincisinin imâmı Ebû Mansur Mâturîdî, ikincisininki İmâm-ı Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleridir. İkisinin bildirdiği îmân esasları aynıdır. Yalnız aralarında, teferruatla ilgili, îzah, ifâde ve uslub tarzından doğan cüz'î farklılıklar vardır. (Taşköprüzâde)

 

Hudâ Rabbim nebim hakkâ Muhammeddir Resûlüllah Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah

 

(İbrâhim Hakkı Erzurumî)

 

Akâid İlmi:

 

Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.

 

Akâid ilmi, îmânın esaslarını geniş ve derin olarak anlatır. Bu ilme önceleri Fıkh-ı ekber, sonraları Kelâm ilmi denildi. Akâid ilmi ile ilgili ilk eser İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yazdığı El-Fıkhu'l-Ekber'dir. Daha sonra Ehl-i sünnet îtikâdını anlatan pekçok eser yazıldı. (Muhammed Muhyiddîn)

 

AKÇE:

 

Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi.

 

İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.

 

Buyurdu akçeye sikke kazalar

 

Ki Osman bin Ertuğrul yazalar

 

(Hadîdî)

 

AKD:

 

Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.

 

Ticâret, vekâlet ve bütün akdlerde, senet yazmak şart değilse de, ödünç vermekte lâzım, nikâhta ise müstehâbdır. (İbn-i Âbidîn)

 

ÂKIL:

 

Akıllı kimse; iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen kimse.

 

Çocuk yedi yaşında âkıl olur. Yedi ile onbeş yaş arasında iken akıllı çocuk denir. (Hamza Efendi)

Âkıl olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır, hükümsüzdür. (İbn-i Âbidîn)

 

Âkıl olan bir çocuk, şeker, meyve gibi kendine yarar şey isterse ona satmak câiz değildir. Çünkü velîsi izin vermemiş demektir. Eğer, tuz, pirinç gibi evle ilgili bir ş ey isterse, satmak sahîh (geçerli, doğru) olur. Çünkü velîsinin izin verdiği anlaşılır. Bunun izin ile alış-veriş etmesi câizdir. Çocuk akıllı olmamış ise, velîsinin izni olsa da, alış-veriş etmesi sahîh olmaz. (Hamza Efendi)

 

Âkıl isen kıl namazı çün seâdet tâcıdır

 

Sen namazı şöyle bil ki mü'minin mîrâcıdır.

 

(Seâdet-i Ebediyye)

 

Âkıl-Bâliğ:

 

Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse.

 

Âkıl bâliğ olduktan sonra kişi yetim sayılmaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)

 

Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yâni öldükten sonra Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Her müslümanın, çocuğuna âmentüyü (îmânın altı şartını) ezberletmesi, mânâsını, farzları (emirleri) ve haramları (yasakları) öğretmesi lâzımdır. Âkıl bâliğ olunca; îmânı, İslâm'ı bilmeyen kimse müslüman olmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

Âkıl bâliğ her müslümanın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib (lâzım) olur. Oruç tutmaları için de emreder. On yaşına gelince, namaz kılmaları için el ile hafifçe vurulur. Sopa ile dövülmez. Falaka ile vurulmaz. El ile üçten fazla vurulmaz. Velîsinden başkası döğmez. (İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Râzî el-Cessâs)

 

ÂKILE:

 

Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.

 

Kâtilin cinâyeti işlemesine mâni olmadıkları, bilakis bu hususta onu koruyup, gözettikleri ve kâtil, onlardan kuvvet alarak bu suçu işlediği için âkıle, cinâyete karışmış gibi olurlar. Kâtil ile birlikte diyeti (para cezâsını) yüklenmeleri bu sebeptendir. (Kıvâmuddîn Kâkî)

 

Kâtilin ödeyeceği diyet, ödemeleri için âkıleye taksim edilir, paylaştırılır, üç senede alınır. Kadın, deli ve çocuk âkıleye katılmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

Müslüman olan kâtilin âkılesi ve vârisi (öldüğünde malından mîrâs alacak kimse) yoksa, diyetini beytülmâl verir. Yâni hükûmet verir. Beytülmâl yoksa, kendi üç senede öder. (İbn-i Âbidîn)

 

ÂKİBET:

 

1. Son, netîce.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

(Habîbim!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da bakın ki (peygamberleri)

 

yalanlıyanların âkibeti nasıl olmuştur. (En'âm sûresi: 11)

 

Niyet hayır ise âkıbet de hayır olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

 

2. Dünyâda zafer, âhirette sevâb ve kurtuluş.

Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:

 

O hâlde(Habîbim) sen de (Nûh gibi, kavminden gelen eziyetlere ve peygamberlik vazifesinin ağırlığına) sabret. Âkibet; hiç şüphesiz, takvâya erenlerindir (günâhlardan sakınanlarındır). (Hûd sûresi: 49)

 

AKÎDE:

 

İnanılacak şey.

 

AKÎKA:

 

Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.

 

(Çocuk doğduğunda) yedinci günü akîka hayvanı kesilir, ismi konur, saçı traş edilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Ahmed bin Hanbel)

 

Akîka, erkek çocuğu için iki, kız çocuğu için bir koyun kesmektir. (Hadîs-i şerîf-Şir'ât-ül-İslâm)

 

Hicretin sekizinci yılında, oğlu İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem İbrâhim'in başını traş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Saçlarını gömdü. (İmâm-ı Kastalânî)

 

Çocuğa yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek müstehâbdır. Akîka hayvanı, kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Sonra da kesilebilir. Hanefî mezhebinde, etleri pişmiş veya çiğ olarak, zengin, fakir herkese verilebilir. (Seyyid Alizâde)

 

Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Akîkası yapılanlar, kıyâmette anaya babaya ayrı bir şefâat ederler. (Seyyid Alizâde)

 

AKL (Akıl):

 

İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet.

 

... Akıl, sâhibini iyiliğe götürür, kötülükten alıkor. Aklı olgunlaşmadıkça kişinin dîni doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En güzeliniz, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

Kişi güzel ahlâk ile gündüz oruç tutup gece ibâdet edenler derecesine ulaşır. Fakat akılca kâmil (olgun) olmadıkça, ahlâkı kâmil olmaz. Aklı olgunlaşınca, îmânı da olgunlaşır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

Akıllı kimsenin, dünyâ ile ilgili bir menfaati kaçırdığı zaman, bunu kendine gam ve üzüntü yapması uygun değildir. Çünkü üzülmekle ele bir şey geçmez. Fazla üzülmek akla zarar verir. (İbn-i Hibbân)

 

Akıl göz gibidir, din bilgileri ışık gibidir. Akıl yalnız başına din bilgilerini, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur. (İmâm-ı Gazâli)


Akl-ı Feâl:

 

İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.

 

Felsefecilerin akl-ı feâl dedikleri yalnız onların hayâllerinde bulunup, kısa akılları ile ortaya attıkları bir şeydir. İslâm bilgilerine uymamaktadır. Bunların bozuk inanışlarına göre, insan sıkışınca Akl -ı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey istemez. Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Akl-ı Meâd:

 

Ebedî rahata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren akıl.

 

Akl-ı meâd, peygamberlerde (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ve evliyâda bulunur. Akl-ı meâdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü ve âhireti düşünen kimselerle bulunmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca yâni bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslâmiyet'in emirlerine başkaldıramaz hâle gelince, aklı da, akl-ı meâd olur. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

 

Dâimâ Allah adamları ile berâber olmak, akl-ı meâdın artmasına sebeb olur. (Behâeddîn-i Buhârî)

 

Akl-ı Meâş:

 

Yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin râhatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddı.

 

Akl-ı meâş , dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) hâlleri kalb hastalığı saymaz. Akl-ı meâş kısa görüşlüdür. Akl-ı meâşı, mala düşkün ve dünyâya bağlı olanlar beğenir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Akl-ı Sakîm:

 

Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl.

 

Akl-ı sakîm bâzan doğruyu bulur, bâzan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Bu sebeble din ve sonsuz olan âhiret işlerinde akl-ı sakîme güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarâra, sıkıntıya sebeb olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Herşeyi akl-ı sakîmle çözmek isteyen kişi,

 

Tahta ayak takmış kimselere benzer.

Kısa aklına uydurmak ister her işi,

 

Dün yaptığını, bugün bozmak ister.

 

(İmâm-ı Rabbânî)

 

Akl-ı Selîm:

 

Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl.

 

Selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm bulunur. Onlar her başladıkları işte muvaffak (başarılı) olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları). Tâbiînin (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler), Tebe-i


tâbiînin (Tâbiîni görenler) ve din imâmlarının rıdvânullahi aleyhim ecmaîn akılları, derece bakımından peygamberlerin akıllarından sonra gelir. Bunların akılları, din bilgilerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. Bu bilgileri bunlara isbât etmeğe, açıklamağa lüzûm olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de lüzum yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmamışlar, astronomide, fen bilgilerinde ve bilhassa tıb ilminde gördükleri nizamlı (düzenli) hâdiselerin (olayların) birbirlerine bağlantılarını düşünerek hilkatin (yaratılışın) sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış , kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ bunları îmân etmelerine sebeb olacak rehberlere ve kitablara kavuşturacağını Ankebût sûresinde vâdetmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)

3 Haziran 2022 Cuma

Papaz Konağı / Yazıköy / Safranbolu

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


ÜZÜM İLE ZEYTİN

                                                          

 

Anadolu’da   “dağından yağ, ovasından bal damlar” diye bir  deyim vardır, sözkonusu edilen zeytin, incir, üzümdür. Türkiye haritasında Cizre’den başlayıp Kilis’i, Nizip’i geçelim, Antakya’dan  Ünye’ye kıyın kıyın gümüşsü yeşille dar bir kuşak çizelim;   Trabzon çevresindeki adacıkları, Yusufeli’inden başlayıp Aşağı Çoruh vadisinden Gürcistan sınırına dek bir yüz kilometre kadar bir bölgeyi de katttık mı Türkiye’de zeytin yetiştirilen otuzbeş ilin konumunu  gözönüne getirebiliriz. Bugün zeytin dikili olmayan oysa eskiçağlarda zeytinliklerin gümüşsü durgun yaprak deniziyle ırganan topraklar arasında  Hitit metinlerine göre Amasya, Tokat, Çorum; Strabon’a göre  (XII, 2, 1) Malatya’yı da sıralamalı. Mihalgazi Çatak arasında kıvrıla kıvrıla giden Orta Sakarya vadisi inciri, narı, menengici, bademiyle birlikte zeytinin Orta Anadolu’ya en çok sokulduğu yerdir (Yücel). Üzüm zeytinin yetişebildiği iklim koşullarına ek olarak iç bölgelerde de yetişir. Türkiye’de ekili, dikili alanların yarısında tahıl ekiliyse , yüzde beşinde zeytinle asma dikilidir. Ağaç varlığı bakımından Türkiye zeytinde dünya dördüncüsüdür -İspanya’daki, İtalya’daki ağaç sayısı Türkiye’deki 95 milyonluk nüfusun iki katıdır; asma bağları bakımından da sıralamadaki yeri  aşağı yukarı aynıdır, kuru incir dışsatımında ilk üçe girer. Bu verilerin dip nedeni tunç çağı Akdeniz’inde bulunur.

Besin üretiminde yeryüzünün çekirdek bölgelerinden başlıcası olan Burdur’un Hacılar’ını, Konya’nın Çatalhöyük’ünü de içeren Bereketli Hilal’de, deyimin daha geniş anlamıyla  Doğu Akdeniz’de yaklaşık 10.000 yıl önce Kuzey yarıkürenin geleceğini belirlemiş olan bir değişiklikler dizisiyle karşılaşırız, altmış yıl önce Gordon Childe buna sanayi devrimi örneksemesiyle neolitik devrim adını vermişti; işte yüzlerce yıl süren bu ilk dalgada buğday , nohut  arpa, bezelye gibi bitkilerin evcilleştirilir. D. Zohary’nin öncü bitki genetiği çalışmaları sayesinde buğdayın, nohutun Antep yöresinde evcilleştirilmiş olduğunu söyleyebiliyoruz. İnsan topluluklarının genetik yakınlıklarını 1960 yıllarından beri git gide incelttiği, pekinleştirdiği çözümleme yordamlarıyla ortaya koyan L. Luca Cavalli-Sforza’nın fen bilimlerinin kesinliğiyle kanıtladığı gibi Orta Doğunun Bereketli Hilalinden yalnızca bu tarım bitkileri değil bu bitkileri yetiştirmeyi bilen kişiler ortalama yılda bir kilometre bir hızla Batı’ya yayılmışlardır (2001), dolayısıyla bugünkü Avrupa’nın insan topluluklarının dörtte birinin kaynağı Anadolu’da içinde olmak üzere Bereketli Hilal bölgesidir. İkinci dalga tarım bitkisi geliştirme  İÖ 4000 yıllarında zeytinle başlar, ama asıl Tunç çağında yaygınlaşır (İÖ3000-1000)   üzüm, incir, hurma, nar bu dalgayla evcilleştirilenlerdendir (Diamond 162-4, 183-184; Zohary 134-135, 236). Tunç çağının sonunda  aşılama yordamlarının Doğudan, belki ta Çin’den bölgeye yayılması sayesinde elma, ayva, erik gibi meyve ağaçları üçüncü dalgayla yetiştirilmeğe başlanır. İlk dalgadaki tahıllar, baklagiller yıllık otsu bitkilerken, ikinci dalganın bitkileri örneğin zeytin altı, yedi yılda, üzüm üç, dört yılda ürün veren daha karmaşık üretim yordamları gerektiren ağaçlardır. Olasılıkla tek evcilleşmiş hayvan köpekken ilk dalgayla birlikte dört büyük memeli hayvan, keçi, koyun, inek, domuz da aynı bölgede evcilleştirilmiştir. Ağaçlara sarılıp asılan yaban asması   dağlık bölgelerde Zagros’da, Kafkasya ile kuzey doğu Anadolu dağlarında, Toroslar’da evcilleştirilmiş olmalıdır.

Şarap sözcüğü Sami Hint-Avrupa dil ailelerinde aynı kökten gelmedir: Ugaritçe yn İbranca yyn Yunanca [w]oinos Kıbrıs hece yazısında wo-i-no Latince vinum . İncir için de aynı biçimde Fenikece paggîm, Yunanca sykos  Latince ficus  örnekleri verilebilir, oysa Sami dilleriyle Hititçe dışındaki Hint-Avrupa dillerinin  ‘zeytin’ sözcüğü  ortak sözcüklerden değildir, ancak zeytin yağının ortak bir sözcük olması olasıdır. Yaban üzümünün, delice zeytinin bulunmadığı Mısır’da bu ürünler Tunç çağında çok sınırlı ölçüde yetiştirilmiştir; Filistin kıyılarından şarap, zeytinyağı lüks madde olarak Mısır’a satılırdı, bildiğimiz amforaların biçim bakımından ataları da Tunç çağı sonunda Suriye Filistin kıyılarında Ugaritlilerin dışsatımda kullandıkları kaplardır. Mısır’ın, Mezopotamya’nın asal içkisi biradır, hurma şarabıdır. Yüzü aşkın çeşitte ekmek, çörek adı bulunan Hititlilerin üzümle şarapla ilintili sözdağarı  bir düzine kadardır; birayla şarabı karıştırıp içtiklerini, bir bağ bozumu bayramları olduğunu da biliyoruz (Alp).  

Şarap raslantı sonucu mayalanan bir şekerli üründen ortaya çıkmış olmalıdır; balın (en eski içki bu olmalı), hurmanın,incirin, üzümün mayalanmasını sağlayan yüzeylerinde doğal olarak bulunan saccharomyces cerevisae’dir. Tunç çağında, demir çağında maddi kalıntılara bakarak işliğin, dibeğin ne için kullanıldığını çıkartabilmek olanaklı değil; kabaca üzümle, zeytinin ezilmesi, geride kalan şıranın, küspenin sıkılması işlemleri aynıdır da ondan, dolayısıyla birbiriyle bağlantılı havuzcuklar zeytin yağı ile şıra, şarap üretimini akla getirir. Bu işlemler için özel araçlar çok çok sonraları Romalılarca bulunacaktır: sonsuz vidalı ahşap mengenenin bulunuşu Arkhimedes adına bağlanır, dikey değirmen taşı da  aynı sıralarda İÖ 2 yyda  bulunmuştur. Bırakalım genetiği henüz kazıbilim ortada yokken yazılmış bir başyapıt, 19yy bilginliğinin seçkin bir örneği var elimizde: Victor Hehn’in kitabı evicilleştirilmiş hayvanları, bitkileri konu edinir. Yazarı F. Bopp, J. Grimm gibi karşılaştırmalı dilbilim kurucularının öğrencisi olmuştur; kitabı bir yazın  mimarisi, olağandışı bir çevre duyarlılığı sezinletir; kitabının yalnızca üzüm, zeytin, incir bölümlerinin kuşa çevrilmiş bir Türkçe çevirisi de çıktı (1998). V. Hehn karşılaştırmalı Hint-avrupa araştırmalarına eklemlenen bu kitabıyla yeni bir araştırma, bilgi alanı açmıştır.

Bugün Akdeniz  dendi mi gözler önüne gelen gelen aslında çok eskiden başlayan bir ormansızlaştırma, aşırı otlatma sonucu oluşmuş bir manzaradır. Platon Atlantis söylenini aktarmaya geçmeden         önce Yunaneli’indeki toprak aşınmasını, ormansızlaşmayı şaşmaz bir neden etki zincirlemesi içerisinde dile getirir (Kritias, 111c-112e). Aşınmış yamaçlarda zeytin, kökleriyle kireçtaşının taban kayacına tutunabildiğinden en uygun ağaç sayılır. Batı Akdeniz’e asmanın, zeytinin yayılması önce Fenikelilerin, Kartacalıların yerleşimleri, ticaret üsleri aracılığıyla olmuştur. Onların hemen peşi sıra Yunanlıların öncülüğü gelir;  ağırlıklı olarak İÖ8.yy ile İÖ 6.yy arasında Güney İtalya, Sicilya başta gelmek üzere Akdeniz’de, Karadeniz’de yeni yerleşimler kurarlar. Yunanlılar Fenikelilerden yalnızca  İÖ 8yyda sesçil alfabetayı öğrenip uyarlamazlar, gemi yapım bilgisini, bir kaç yüzyıl içinde bütün bir Akdeniz’e dışsatım yapacakları çeşit çeşit bezekli kap biçimlerini de uyarlarlar;  asma, zeytin tarımını deniz kıyısı boyunca yayarlar. Örneğin Massilia’ya  yani bizim Foça’nın yavru-kenti Marsilya’ya asma kütüğünü ilk kez getirirler . Yunan uygarlığının yayılma alanının asmanın kapladığı alanla bir olduğu öne sürülmüştür; zeytinin daha dar bir kuşakta yetiştiğini gözönüne alalım, bu aynı denklik Roma için de geçerli olacaktır. Klasik çağdan ayırıp eskil çağ denen bu dönemde Yunan kentleri para iktisadına geçmiş, daha doğrusu bütün bir soyut, somut ilişki kurma yollarını kökten değiştirmiş olan sikkeyi benimsemiştir; Yunan kentleri lüks ürünleri saymazsak  şarap, zeytinyağı, incir, çanak çömlek dışsatımı ile tahıl dışalımı yapar. İÖ5.yy sonunda kentin gümrüğünün, o yılın yüksek kamu görevlisinin damgalarını taşıyan amforaların bolluğu şarap, zeytinyağı ticaretinin genişliğine tanıktır.

Atina zeytine sahiplenişini çok gerilere götürür; tanrıların artık kentlerde tapınılmak istediği söylensel zamanlara. Atina’nın dinsel özeği uçhisarda yani akropolisinde Poseidon üç çattallı yabasıyla toprağa vurur, deniz suyu fışkırtır, tanrıça Athena ise zeytin ağacı armağanını verir Atinalılara. Bir değişkeye göre kadınların oyuyla Athena’nın armağanı kabul edilip Athena kentin koruyucu tanrıçası seçilir, kentin adı da Atina’ya çevrilir. Tarihsel zamanlarda Atina uçhisarında bu  kutsal zeytin ağacı, deniz suyuyla dolu bir kuyu da bulunur. Akademia’da bu zeytinlerden türeme bir koruluk vardır, bunlardan çıkartılan yağ, Atina’nın bütün Yunan kentlerine açık dört yıllık yarışmalarına özenerek İÖ6.yy sonunda tiran Peisistratos‘un yerleştirdiği Panathenai oyunlarında birincilik kazananlara verilen armağandır. Peistratos kendinden iki kuşak önceki yönetici Solon gibi zeytinciliği özendirmiştir. Dört yıllık oyunların en eskisi, İÖ 8.yy ortalarında kurulan Olimpiya oyunlarında , Olimpiyatlarda da birincilere zeytin dalından çelenk  armağanı verilir. Zeytin dalının  taşıdığı simgesel değere iki örnek daha verelim: hukuksal dokunulmazlık taşıyan kutsal alanlara sığınma isteminde bulunan kişinin elinde yün sarılı bir zeytin dalı bulunur; Roma’da utku alaylarına katılanlar başlarında mersin dalından çelenk taşırken, savaşa katılmayıp alayı düzenleyenler yalnızca zeytin dalından çelenk takarlar.

Dionüsos ise hem en genç, hem eski tanrılardan, ölüp yeniden doğmuş tanrılardan, Yunan tanrılar kurulunun şaşırtıcı üyesi, tapısı bir yere bağlı olmayan, çok tatlı ama benimsenmediğinde yıkım da getiren Dionüsos söylenlerde asma dikimini ta Hinteline kadar yayan bir tanrıdır. Yalnız onun bayramlarında çocuklar, köleler, tutsaklar da eğlenceye katılabilir; Aristofanes’in komedyalarındaki “mutlu son”lar şaşmaz biçimde horalı, cümbüşlü bir Dionüsos kutlulamasıdır.

Mısır’da, Mezopotamya’da tapılarda kullanılan pahalı içeceği, Yunanlılar toplumsal bir kurum olan şölen aracılığıyla yurttaş topluluğuna yaygınlaştırmışlardır, tıpkı komşu halklarda yöneticilerin, yönetim aygıtının bir parçası olan yazının, tapınağın onlarda  kamu kullanımına açıldığı gibi. İlk felsefeci, doğa düşünürü sayılan Thales’in öğrencisi Anaksimandros İÖ 6yy ortalarında düşüncelerini ilk kez yazıya dökmüştür diyen tekil  tanıklığı bir yana koyarsak İÖ 5.yydan önce  Yunanca düzyazıya rastlanmaz diyebiliriz. Dolayısıyla bu dönem için, pek pek azı bugüne gelebilmiş küçük çaplı destanlar, ilahiler; İÖ 7. yydan başlayarak çalgı eşliğinde söylenen irili ufaklı şiir  kırıntılardan başkaca  bir izdüşüm yok elimizde. Bu şiirlerden koro eşliğinde dinsel tapı bağlamlarında canlandırılanları bir yana bırakırsak, geri kalanların hepsinin hicivler, yergiler,  övgüler, siyasal şiirler, ezgi ağırlıklılar, hatta koçaklamalar, kişisel dünyaların şiirlerinin  şölen bağlamında dostlar meclisinde oluşturulduğu, şölenlerde okunduğu son otuz yılın araştırmalarıyla artık kesinlik kazanmış durumda (Murray 1-11; 137; 177-180, 272). Peki şölen Yunanca’sıyla “sümposion” nasıl bir şeydi? Büyük toprak sahibi beysoyluların avla birlikte baş eğlenceleri bu şölenlerde her sedire üçer, ikişer kişi uzanmak, ilahilerle, saçılarla dinsel havanın eksik olmadığı bir ortamda şiir söylemek, şakalaşmaktı; sonraları buna cümbüşçülerin sokakta neşe içinde gezinmesi de eklendi. Uzanarak içmek de, sedirlerin kendisi de ilk kez İÖ 8 yyda Orta Doğu’da, örneğin Asureli’nde belirdi; Tevrat’da da bunun izi var (Amos VI. 4-7). Romalıların Etrüsklerden Yunan usulü şöleni aldıkları biliniyor, ancak onlarınkinde hem ağır yemek vardı, hem de üst sınıflar sözkonusu oldu mu kadınlar da  katılabiliyordu. Yunanlıların gözünde zil zurna olmak barbarların işiydi, “İskit gibi içmek” diye bir deyimleri vardı; bir iki en çok üç kadeh içilirdi; Romalılar için de Galyalılar ölçüsüzce içerdi. Yunanlılar şarabı iki ya da üç katı suyla karıştırır, Romalılarsa yarı yarıya suyla karıştırır; şarapları bugünkülerden dört beş derece daha fazla alkol içerirdi.  Beysoyluların şölen töresi İÖ 5.yyın demokratik kentinde bir yurttaş göreneğine dönüşür, Xenofon’un Şölen söyleşimi bunu çok güzel örnekler; artık sıradan yurttaş çalgı çalmaktan, şiir bilgisinden yoksun olduğu için parayla tutulan bir topluluk bu eksiği telafi eder; topluluk, erosal bir Dionüsos Ariadne dansı, cambazlıklarla, müzikle konukları eğlendirir.

Seksen yaşının Platon’u son yapıtı Yasalar’ın ilk iki kitapçığında ağırlıklı olarak şaşırtıcı biçimde şölenleri konu edinir;  deyim yerindeyse ütopya kentinin kuru mu kuru “içtihat” derlemesi olan kitapta, ömrü boyunca doğru dürüst ilerlemiş bir şölen görmemiş olduğunu öne sürse de Dionüsos’un armağanının kentinde yasaklanmayacağını aksine eğitsel yönü dolayısıyla hukuksal düzenlemeye konu olacağını tartışması kitabın tümünün havası gözönüne alındığında bir ölçüde şaşırtıcıdır.

Yunanlıların ünlü şarapları hep adalar denizi ile Anadolu kıyılarından gelmedir; anakaradan bir tek ünlü şarap çıkmamıştır; mayalanma sürecini denetleme yolları olmadığı için şaraplarına bozulmasın diye, asitliğini almak için çam katranı, alçı, tebeşir, ıtırlı otlar, deniz suyu katarlar,  bulanıklığı gidermek için de yumurta akı kullanırlar; mantar meşesini tıpa olarak kullanmadıklarından şarap öyle yıllarca saklanamazdı. Bu arada yerleşik bir yanlış imgeyi düzeltelim: Sinoplu Diogenes, yani kelbiyyun mezhebinden feylezof Diyojen fıçıda değil, küpde yaşardı; fıçıcılık Alplerin ötesindeki Galyalıların, Keltlerin mahir oldukları zanaatlardandır.

Roma Kartaca’yı İÖ 146 yılında yerle bir ettikten sonra senato kararıyla  bağcılık üzerine Kartaca dilinde yazılmış olan bir kitap çevirtilir. Tarihin cilvesi Kartaca’nın yıkılmasını isteyip durmuş olan yaşlı Cato’nun toprağın işlenmesi konusunda yazdığı kitabı De Agri Cultura eldeki en eski Latince düzyazı örneğini oluşturuyor; İtalya’nın güneyindeki Yunan yerleşimlerinde bağlar eksik değildir ya, bu tarihten sonra çok kısa sürede  Roma bağcılıkta büyük bir atılım yapar. Bu kitap aynı zamanda sırasıyla Varro’nun, Columella’nın aynı konudaki kitaplarına da örnek oluşturur. Yaşlı Plinius’un eskiçağ ansiklopedisinde de bağcılığa bölümler, kesimler ayrılır: bu kitabın asma yetiştirilmesiyle ilgili bölümlerinin Türkçe açıklamasına da artık sahibiz (Özbayoğlu). Anadolu’nun içerlerinden ünlü şarap pek az çıkmıştır, Strabon Kula şarabını över, bu arada Plinius’a göre Galatia’nın ballı şarap tadındaki Skylebites’i niçin kalecik karası olmasın diye sorabiliriz. Plinius seksen kadar şarap çeşidinden söz eder; imperatorun sofrasına girmeğe layık şarapların iki üç tanesi dışında tümü İtalyan şarabıdır. Bağcılık, zeytincilik üzerine yazılanların en hoşu herhalde Vergilius’un Georgica şiirinin zeytinle asma yetiştirilmesine işleyen ikinci bölümüdür, burada da önde gelen İtalyan şaraplarıdır. İtalya’nın baş dışsatım ürününü korumak için 92 yılında çıkartılan eyaletlerdeki asmaların yarısının sökülmesi buyrultusu uygulanamaz, asmalar her heri kaplamaktadır. Pleblere ücretsiz tatlandırılmış ucuz şarap dağıtılır, kölelerin de belli bir şarap istihkakı vardır; yuvarlak hesap bugün Türkiye’de kişi başına yılda bir şişe şarap, Amerika’da on, Fransa’da yüz şişe şarap tüketiliyor, Roma imparatorluğunda ise yılda ikiyüz şişe tüketilirmiş. Romalılar  Fransa’da İÖ 1.yyda Narbonesis eyaletini kurunca asma su yollarını izleyerek kuzeye yayılır Ron, Garon vadisine, ikinci, üçüncü yüzyılda Mozel’e, altıncı yüzyılda Loire’a dek ulaşmıştır.

 Şarap ile zeytinyağın bugünkünden çok başka soyut somut işlevleri vardır. Şarap örneğin  Yunanlı köylünün mevsimine göre kuru, yaş meyvelerle geçiştirdiği sabah öğününde yufka ekmeği bandığı bir besindir. Üzümün şırası, kurusu tatlandırıcı olarak bir tek balı bilen bir mutfakta şeker yerine geçer. Zeytinin besin olarak tüketilmesi sözkonusu değildir. Columella’nın demesine göre  şarap tortusu sığırları semiz neşeli kılmak için yemlerine karıştırılırmış; az yağ içeren karasu (amurca) gübre yerine, bitkileri böcekten, fareden korumak üzere de kullanılırmış. Zeytinyağı aydınlatmada, kandilde, mahyada yüzlerce yıl kullanılacaktır. Sürünülen güzel kokular da zeytinyağlıdır; ayrıca yıkandıktan sonra vücuda koruyucu olarak sürülür. Şarabın, zeytinyağının simgesel işlevini  aydınlatmada Tevrat, Zebur diye bildiğimiz Eski Ant başka  konularda olduğu gibi çok verimli bir kaynaktır; çünkü Tunç çağından gelen öyküler İÖ 7yyda Babil sürgünü sırasında derlenip  ilk kez yazıya geçirilmeğe başlanır; geri kalan bölümleri İÖ7 yy ile  İÖ 4yy arasında oluşturulup yazıya dökülmüştür. Daha en başta Nuh tufandan sonra gemisinden saldığı güvercin gagasında  zeytin dalıyla döndüğünde karaya ulaştığını anlayacaktır (Tekvin VIII. 11). Buğday, şarap, zeytinyağı üçlüsü, Akdeniz kuru tarımının temel ürünleri bu sırayla pek çok kez bereketin timsali olarak  geçer (Tesniye VIII. 8; Yoel II. 19, 24 ) sırasında koyun, bal da eklenir (II. Krallar XVIII. 32); elbette bunların yokluğu da kutun, bereketin yokluğudur (Tesniye VII. 13). Yunanlılardan, Romalılardan bildiğimiz ilk ürün sungusuna da örnekler boldur (Çıkış XXIX. 40; Tesniye XVIII. 4; Nehemya X. 37-39). Kızlar bağbozumu eğlentisinde eşlerini seçerler (Hâkimler XXI. 21) .  Mesih (İbranca mşyh) ile meshetmek, yani sıvazlamak İbranca aynı kökten türemedir, zeytinyağıyla meshedilmiş demektir.  İncil’in yazarları o çağın İbrancası olan Aramca konuşmakla birlikte kitabı Yunanca yazmışlardır. Yunanca Khristos köken anlamıyla meshedilmiş demektir. İsa Mesih’dir çünkü Musevilerde kralların, rahiplerin  zeytinyağıyla meshedilmek geleneği vardır (Çıkış XXIX. 7; I. Samuel XVI. 1-13; ), Museviler bugün de bebekleri simgesel olarak mesh ederler. Çok eski bir töre uyarınca yalnız kişiler değil dikili taşlar, değerli nesneler de böyle kutsanır ( Tekvin XXVIII. 18, XXXV. 14; Çıkış XXX. 23-29, XXXX. 9); Yunanlılarda da bunun izine rastlanır, Delfoi’da Akkhilevs’in oğlunu temsil eden taşa hergün yağ dökülür (Pausanias X. 24.6), sunaklara yağ dökülür (Pausanias VIII. 42.10). Hititlerde de benzer kuttörenler, yağ ile arındırma, kralları meshetme, yakıldıktan sonra ölünün kemiklerini meshederek kutsamaya rastlanır (Frankel 44). Frank kralı Clovis İS 5. yyda meshedilerek tahta geçmiştir, İngiliz kralları bu geleneği halâ yaşatır.    

Kudas kuttöreninin kaynağı son yemekte İsa’nın  izdeşlerine  yemelerini söylediği ekmeği bedeni, içmelerini söylediği şarabı kanı diye nitelemesine dayandırılır ( Matta XXVI. 27-28). Üzümün ezilip ölmesiyle şaraba dönüşen, şarapken canlığını sürdüren, çünkü tadı değişen içki simgesiyle İsa  Akdeniz’in ölüp dirilen tanrıları arasına katılır.

 Kur’an’da  zeytin, üzüm, hurmayla, narla birlikte tanrının kudretinin belgesi, nişanesi olarak anılır (VI.99; XII.4; XVI. 11; XXXVI.34; LXXX. 28);  incirle zeytin üzerine ant içer tanrı(XCV.1). Bitkilerimizin geçtiği yerler bir düzineyi bulmaz, en güzel parça Nur suresinde kutlu zeytin ağacının ışığıyla tanrının ışığının karşılaştırıldığı yerdir (XXIV. 35).

Zeytin ağacı da asma kütüğü de bin yılları devirebiliyor, zeytin ağacının, asmanın yaş halkaları bulunmadığından tam yaşlarını saptamak olanaklı değil. 16. yüzyıl tahrir defterlerinde filistindeki ağaçların görece genç olanlarına zeytun islamî  kocamışlarına zeytun rumanî deniyormuş, bugün de İsrail’de kimi bağlarda  romiyani rumî, Romalı denen zeytin ağaçları varmış (Frankel 36).

Evliya Çelebi İstanbul’daki “menhus, melun, mezmum” meyhaneci tayfasından altı bin kafir sayar (1996 314); kitabında sıraladığı üzüm dışındaki meyvelerden yapılan şarap çeşitleri onlarcadır; gittiği her yerde de bunları tadıp, tadları konusunda saptamalar yapmadan geçemez ; örneğin Trabzon’un turna kanı şırası (!) ertesi gün ağırlık yani  hûmar yapmadığına göre bal gibi şarap olmak gerekir, Trabzon’un zeytin yağı da ab-ı hayattır (1999 53-54). Kutsal Kitap’da Musa’nın kavmine belli durumlarda, adak adamada şarap içme hatta yaş, kuru üzüm yeme yasaklanır (Levililer X. 5-8; Sayılar VI. 1-4).   Kur’an’da “hamr”   yani mayalı içki ilkece yasaklanmıştır ama Türklerin ağırlıklı olarak bağlandığı Hanefi mezhebinin kurucusu Harun Reşit’in uyduğu Ebu Hanife belli çeşit şarapların içilmesine izin veresiymiş; ara ara İslam önderlerinden asma kütüklerini söktürmeğe kadar giden yasaklamalar sonuçta hiçbir işe yaramamış (Mazaheri 101). Aslında Kur’an’daki (II. 219) hüküm şarapla kumarın insanlara yararından çok zararı, günahı olduğunu söyler, başka bir yerde de fal, put, kumarla birlikte şarabın kaçınılacak şeytan işleri arasında sayılır (V. 90-91); öte yandan cennet tasarımı, Eski Ant’ın süt, bal ülkesine şarabı da ekler; cennet içinden süt, bal, şarap ırmakları akan bir yerdir (XLVII. 15). “Süci içtim esridim” diyen Yunus’un, tepeden tırnağa şaraba, dirime güzeleme düzen Ömer Hayyam’ın, Hafız’ın, Attar’ın, Mevlana’nın şiirlerindeki şarabı simge olarak görmeden önce bir kere içki olarak düşünmeli. Anadolu topraklarına gelen gezginler şarapları hiç beğenmemişlerdir; örneğin 16yy gezgini H. Dernschwam doğru dürüst bir şarap bulamamaktan şikayetçidir, oysa üzümleri övmekten geri kalmaz; Türklerin bedava bulurlarsa zil zurna olacak ölçüde şarap içtiklerinden dem vurur (141, 341). Daha 10.yyda Kuzey İtalya’dan İstanbul’a gelen bir elçi  alçıtaşı, çam katranı, reçine gibi maddeler katıldığı için şarabı içilmez bulur (Özbayoğlu 21). Avrupa’da 14 yyda simyacıların imbiğinin içki damıtmada yaygın ölçüde kullanılmasına dek şarap en yüksek alkollü içki olmuştur.

Son olarak Bektaşi Ayin-i Cem’inin orta bölümünü, simgesel, tarihsel  anlamı üzerinde ayrıca durmadan I. Mélikoff’un anlatımıyla aktaralım. Bu kesimde âşık-ozan Miraçlama’yı  okur, Mirac yolculuğunda yalvaç Muhammed  “….Sonunda Peygamber Kırklar Meclisine varır: Âyin-Cem, Arş’da toplanan Kırklar Sofrası’nın yeryüzündeki izdüşümüdür. Muhammed, Meclis’e vardığı zaman, nerede bulunduğunu sorar. Henüz kendisini tanıyamadığı Ali, ona “Biz Kırklarız ve Kırkımız Bir’iz” der. Peygamber kanıt ister. Ali elini keser ve o an, bütün Kırkların elinde kan damlaları görülür. O zaman peygamber: “Siz burada otuzdokuz kişisiniz!”der. Kendisine, “İçimizden biri rızk dilenmeye çıktı” yanıtı verilir; ve hemen kanayan bir el görünür. Rızk dilenmeye gitmiş bulunan Selmân-ı Fârsî bir tek üzüm tanesi ile dönmüştür. Peygamber bu taneyi sıkar ve ondan bütün kırkları esritecek olan şerbet çıkarır. Muhammed’in türbanı açılır, düşer ve kırk parçaya bölünür. Her biri, bir parçayı alır, beline kuşanır ve semaha kalkar” (Mélikoff 45-47).

 

  

Dr. Tansu Açık, AÜ DTCF

 

 

Açık, T. (1999)  “Peki Ya Nar Nerede?”, Virgül , Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, sayı 22.

Alp, S. (1999) Hititlerde Şarkı, Müzik ve Dans Hitit Çağında Anadolu’da Üzüm ve Şarap, Kavaklıdere Kültür Yayınları.

Blanck, H. (1999) Eski Yunan ve Roma’da Yaşam, çev. İ. Tanrıkut, Arion yayınları.

Cavalli-Sforza, L. (2001) Genes, Peoples, and Languages, University of California Press.

Dagagi-Mendels, M. (1999) Drink and Be Merry Wine and Beer in Ancient Times, Jerusalem.

Dernschwam, H. (1987) İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Y. Önen, Kültür Bakanlığı Yayınları.

Diamond, J. (2001) [1997] Tüfek Mikrop ve Çelik, çev. Ü. İnce, Tübitak Yayınları.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 1. kitap, (1996) hazırlayan O. Ş. Gökyay, 2. kitap, haz. Z. Kurşun vd. , (1999), YKY. 

Frankel, R. (1999) Wine and Oil Production in Antiquity in Israel and Other Mediterranean Countries, Scheffield Academic Press.

Garett, S. H. (2001) Wine Production in Classical Asia Minor, Master Tezi, The Department of Archeology and History of Art, Bilkent University, Ankara.

Hehn, V. (1998) Zeytin Üzüm ve İncir, çev. N. Akça, Dost Kitabevi.

Mazaherî (1972) Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, çev. B. Üçok, Varlık Yayınları.

Mélikoff, I. (1994) Uyur İdik Uyardılar Alevîlik-Bektaşîlik Araştırmaları, çev. T. Alptekin Cem Yayınları.

Murray, O. yay. haz.(1990) Sympotica A symposium on the Symposuim, Clarendon Press Oxford.

Özbayoğlu, E. (2003) “İlkçağ Kaynaklarında Bağcılık ve Şarap Üretimi” Türkiye V. Bağcılık ve Şarapçılık Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Bahçe Bitkileri Bölümü.

Platon (1998) Yasalar, çev. C. Şentuna, S. Babür, Ara Yayıncılık.

Singer, C. vd. (yay. haz.) (1956) A History of Technology, Oxford Clarendon Press.

Unwin, T. (1991) Wine and Vine, An Historical Geography of Viticulture and the Wine Trade Routledge.

Ünsal, A. (2003) Ölmez ağacın Peşinde Türkiye’de Zeytin ve Zeytin Yağı, YKY.

Vergilius (1998) Bucolica’lar Georgica’lar, çev. T. Uzel, Öteki Yayınları.

Yücel, T. (1990) “Türkiye’de Zeytinliklerin Dağılışı” Coğrafya Araştırmaları Cilt I, sayı 2, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları.

Zohary, D., Hopf, M  (2000) Domestication of Plants in The Old World, 3. yayım, OUP.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak