28 Mayıs 2022 Cumartesi

Hunlar’ın Doğuşu

 M.Ö. XVIII. Yüzyılda, Kuzey Çin’de önemli yankılar bırakan iki olay meydana gelmişti. 1797’de Çin devlet erkanından Kung-liu, itibardan düşerek batıdaki Junğlar’a kaçmış, küçük bir taraftar grubu da onunla birlikte gitmişti. Böylece o, burada kendisi için küçük bir şehir kurarak, Çin Hsia hükümdarlığına karşı bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak, tarihî kaynakların bildirdiklerine göre, Kung-liu’nun “batısı Junğlar tarafından çevrilmişti. Bununla birlikte, tam 300 yıl boyunca Çinli göçmenler Junğlar’la tam olarak kaynaşmamışlar ve 1327’de onların torunları Junğlar tarafından başlarındaki prensleri Shan-fu’yla birlikte kovulunca, eski vatanlarına geri dönerek Ch’i-shan [Ts’i-shan] eteklerindeki Shen-si’nin kuzeyine yerleşmişlerdi. Böylece, kabilelerin yeniden birbiriyle kaynaşması sonucunda, bu defa Chou hanedanı vücuda gelmişti. Henüz küçük bir prenslik durumunda bulunan Chou, Junğlar’a karşı savaşmış ve M. Ö. 1140-1130’da Prens Ch’ang, Junğlar’ı King ve Luo (Kan-su eyaletinde) nehirlerinden kuzeye sürmüştü. 


 


Junğlar, bir süre Choular’ın tebaası olmuşlar, fakat M. Ö. takriben X. Yüzyılda “bozkırlıların itaati sona ermiş, kanlı çarpışmalar başlamıştı.” Junğlar kaybettikleri toprakları geri almak istiyorlar; Çin’in birçok prensliklere ayrılmış olması da onların işlerini kolaylaştırıyordu.


Aynı günlerde bozkırlarda, Gobi’nin güney uçlarında yeni bir halk yüzeye gelmişti: Hunlar. Zaten oralarda uzun süredir H’yenyun ve Hun-yü kabileleri göçebe halde yaşıyorlardı.


Ancak, her ikisi de Hyung-nular olarak kabul edilemezdi. Çünkü, o dönemde Hyung-nular henüz yoktu. Hsia hanedanı yıkılır yıkılmaz, sürgünde ölmüş olan hükümdar Tse-kui’nin son oğlu Shung Wei, ailesi ve tebaasıyla birlikte kuzey steplerine göçetmişti. Klasik Çin tarihî kaynaklarına göre Shung Wei, Hyung-nular’ın ataları olarak kabul edilir. Bu tarih geleneğine göre Hyung-nular, Çinli göçmenlerle bozkırlı göçebe kabilelerin karışmasından türemiştir. Şüphesiz bu efsanevî bilgiler, neredeyse tamamıyla tarihî gerçekler tarafından reddedilmektedir. Öyle de olsa, bu efsanelerde rasyonal bir gerçeği aramak, bütünüyle reddedilemez. Hsia devrinin varlığı da bu efsanelere dayandırıldığı için, Shang dönemi salnamelerinde inkar edilmekle birlikte, Kuo Mo-jo gibi eski Çin tarihinin septik araştırmacıları ve hatta Hsia ile ilgili hikayelerin efsaneden ibaret olduğunu kabul eden Lattimore dahi, böyle bir hanedanın varolduğunu kabul etmekte ve eski devirlerde “Hsia” kelimesinin “Çin” anlamına geldiğini ileri sürmektedirler. Yine onlara göre Hsia hanedanının tarihi, neolitik kara seramik kültürünün tarihleriyle örtüşmektedir. Dahası, Hsia ile Shang kültürleri arasında bariz farklar olduğunu farzeden Lattimore, onların yaşadıkları dönemlerin senkronik açıdan birbiriyle kısmen uyuştuğunu ileri sürmektedir. Her ne olursa olsun, geçmişte iki kabilenin çatıştığını ve bu savaştan birinin galip çıktığını kabul etmek gerekir. Çünkü, böyle bir mağlubiyetin neticesi olarak, münhezimlerin bir kısmı, düşmanları tarafından ele geçirilmiş ana vatanlarının sınırlarından uzaklaşarak komşu kabilelere sığınmışlardır.


Peki, acaba Shung Wei’in silah arkadaşlarının kendileriyle karışıp kaynaştıkları şu esrarengiz H’yenyun ve Hun-yü kabileleri kimdi? Eski dönemlerde Çinliler, Gobi’nin uç kısımlarına “Kumlu Sha-sai Ülkesi” derler ve buraları Ting-lingler’in ülkesi olarak kabul ederlerdi. Antropolojik verilere göre de, o dönemde buralarda dolikosefal Avrupaî tiplerle, uzun yüzlü Mongoloidler, yani Çinliler birbirleriyle karışmışlardı. Aynı dönemde geniş yüzlü Mongoloid tipler, Gobi’nin kuzeyini vatan edinmişlerdi.

H’yenyun ve Hun-yü kabilelerinin, M.Ö. III. Binyılda steplerde Çinliler’in ataları olan “karabaşlar” tarafından sıkılıp çıkarılan Kuzey Çin yerlilerinin torunları olduğu neticesini çıkarabiliriz. İşte Shung Wei’le birlikte gelen Çinliler’in bu kabilelerle karışıp kaynaşması sonucunda, ilk etnik unsur olarak proto-Hunlar şekillenmiş; bilahere bunların kumlu çöllere çekilmesiyle birlikte, daha sonraki dönemlerde Hyung-nular ortaya çıkmıştır. Demek ki, Halha ovalarında yeni bir kaynaşma vukû bulmuş ve bunun sonucunda da tarihî Hyung-nular yüzeye gelmiştir. O döneme kadar bunlara “Hu”, yani bozkırlı göçebeler denilmekteydi. Böylece Hyung-nular, çöle hükmetmeyi başaran ilk millet olmuştur ki, bunu başarabilmek için de güçlü, kuvvetli ve dayanıklı olmak şarttı.


Doğu Bozkırlarının Tabiî Yapısı


Orta Asya, dört bir yandan dağlarla çevrilidir. Kuzey-batısında uzanan Sayan-Altay sıradağları, onu soğuk ve nemli ormanlarla kaplı Sibirya’dan ayırır. Bir deniz gibi uzanan Gobi Çölü, Orta Asya’yı ikiye böler. Çinliler’in bu çöle Han-hai Denizi ismini vermeleri de tevekkeli değildir. Prjevalskiy, Gobi’yi şöyle tasvir ediyor: “Tam bir hafta boyunca, çölden başka bir şey göremezsiniz. Göreceğiniz tek şey, orada burada uçsuz bucaksız vadiler, bunların üzerinde bir yıl öncesinden sararıp kalmış kuru ve parlak bitki örtüsünden başka, gâh kesif kayalıklar, gâh meyilli tepelerdir. Bu tepelerin üzerinde ise, bazan çok hızlı koşan antilopların siluetlerini görür gibi olursunuz.” Gobi Çölü’nde antiloplardan başka, XIX. Yüzyıla kadar mevcudiyetini sürdüren vahşi develer ve çok miktarda kemirgenler de bulunurdu. Eski Çinliler için bu çöl yaşanacak bir yer değildi.

Orta Asya’nın güneydoğu sınırlarında Yin-shan sıradağları (Büyük Kingan’ın meridyonal uzantıları) uzanır ve Liao-hsi Dağları’yla birleşir. Bu dağların eteklerinde hiçbir zaman gür ormanlar, bol miktarda av hayvanları, tırnaklılar ve kanatlılar olmamıştır. Yin-shan’ın kuzey tarafları ise bozkırla birleşirler.


Huang-ho dirseğinden batıya doğru Alashan Çölü uzanır. Prjevalskiy şöyle yazmaktadır: “Her on ve hatta yüz kilometrede, yolcuyu sıcaklığıyla boğup atmaya veya kum yığınları altına alarak yutmaya hazır halde bekleyen çıplak ve kayar kumlara rastlarsınız. Bu tepeler arasında bir damla su yoktur. Ne bir vahşi hayvan, ne bir kuş görürsünüz. Sadece, kazara yolu buralardan geçen insanları yutmaya hazır ölü bir çölün korkunç ruhudur sizi bekleyen.” Çölün güneyinden itibaren, Nan-shan sıradağ sistemine bağlı yüksek tepeler uzanır. Batıda zengin Tun-huang Vadisi, ondan sonra da Hami Vadisi’ne uzanan kervan yolu başlar. Bu yol, fevkalede tehlikelidir. Prjivalskiy, bunu çarpıcı bir üslubla anlatmaktadır: “Sonu gelmeyen yol boyunca, at, katır ve deve kemiklerine rastlarsınız. Kızgın zemin üzerinde, sisli, vıcık vıcık bir atmosfer tabakası vardır. Sık sık meydana gelen kum fırtınaları, ince kum tanelerini çok uzaklara savururlar. Dört bir yanınızda seraplar görürsünüz. Gündüzleri, sıcak tahammül edilemeyecek noktadadır. Gün doğumundan batımına kadar, her taraf adeta yanar kavrulur. Kızgın toprağın harareti, 63°’ye kadar çıkar. Gölgede de 35°’den aşağı değildir. Geceleri aşırı bir soğuk yoktur, ama en iyisi, geceleyin ve sabahın erken saatlerinde yol almaktır.” Çinliler, Alashan Çölü’ne “körfez” veya “Kum Denizi Koyu” (Gobi) adını vermişlerdir. Bu kum denizi, asırlar boyunca, Doğu ile Batı arasında aşılmaz bir engel teşkil etmiştir, fakat bu durum, Hunlar’ın gözünü korkutmamıştır.



Junğlar ve Hyung-nular


Hyung-nu tarihinin M.Ö. 1200- M.S. 214 yılları arasındaki ikinci dönemi gibi bu birinci dönemi de, Çin tarihi kaynaklarında tatmin edici bir şekilde işlenmemiştir. Bunun sebebi bizce malum. Dağlı Junğlar, bozkırla medenî Çin arasında iletişim halkası durumundaydılar. Batıda Hami’den doğuda Kingan [Hingan]a kadar uzanan geniş dağ etekleri, onların hâkimiyeti altındaydı. Kalabalık kabileleri “dağlık vadilere saçılarak, kendi devletlerini kurmuşlar, başlarında beyleri olmuş; nadiren çok kalabalık boylarla kaynaşmış ama onlarla birleşememişlerdir.”


Büyük bir ihtimalle bozkırlı Hunlar bazan komşularının yaptıkları seferlere iştirak etmişler ve böylece Çinliler, onların varlıklarından haberdar olabilmişlerdir. İşte Çin tarih kitaplarındaki eski Hyung-nular’la ilgili bilgilerin bölük pörçük olmasının sebebi de budur. Daha sonraki dönemlerde ise Hyung-nular’ın dağlı değil, bozkırlı olduğu nazar-ı itibare alınmadan, bir takım hipotezlere dayanılarak, bazan H’yenyun ve Hun-yü’ler, bazan da Shan-junğ-lar’la özdeşleştirilmişlerdir.

Bütün rivayetlerde, esrarengiz Junğ etnonimi gizlenmektedir. Sih-ma Ch’ien’in tüm kalem sürçmeleri veya tasvirleri, Junğlar’ı Hyung-nular’la özdeşleştirme denemeleriydi. Ancak bütün tarihî kaynaklarda Junğlar “Ti”lerle birlikte zikredilmektedir ve belki de Biçurin bu yüzden onları “Junğ-ti”ler olarak tek bir millet şeklinde göstermeyi tercih etmiştir. Kaldı ki, bir efsaneye göre, Ch’i-ti (Çı-di okunur) ve Ch’üan-junğlar tek bir atadan türemişlerdir. Zaten Junğlar ve “Ti”ler birbirlerine o kadar benzerler ki, Çinliler dahi bu yüzden bazı “Ti” boylarını Batı Junğlar’ı olarak isimlendirmişlerdir. Keza onların Kin-gan [Hingan] ve Yin-shan eteklerinde yaşayan kabilesine Shan-junğ veya dağlı Junğlar ismi verilmiştir. Daha önce kendi ana kütlelerinden kopmuş olan dağlı Junğlar’ın bir kısmı, doğulu Moğollar yani Tung-hular, bir kısmı ise Hyung-nular’la birleşmişlerdir. Sadece Çinli-ler’le değil, batıda Tibetlilerle de daha az yoğunlukta kaynaşmışlardır. En kötü halde onlar, bugünkü Tankut halkını meydana getiren kabilelerdir. Görüldüğü gibi Çin’de münferid kabilelerin mevcudiyeti meselesi, bir muamma teşkil etmektedir. Tankutlar, eskiden Kuku-nor Gölü civarında, pek de büyük sayılmayan bir etnik grup halindeyken bile, şimdikinden daha geniş topraklara sahiptiler.

Yukarıda serdedilen görüş, Avrupalı ve Amerikalı tarihçilerin ileri sürdükleri görüşlerle uyuşmamaktadır.

McGovern, genel olarak Junğ ve “Ti”ler’i Hunlar olarak kabul etmekte, fakat sadece her iki grubun etnik özelliklerinin birbirini tutmamasını şaşkınlıkla karşılamaktadır. Junğ ve “Ti”ler’in Çin sınırları dahilinde yerleşmiş bulunduklarını; göçebe değil, yerleşik dağlılar olduklarını, yani kesinlikle Hyung-nular’la ilgileri bulunmadığını düşünen Lattimore da aynı görüşü benimsiyor, ancak bu kabilelerin ırkî yönden nereden geldikleri konusunda suskun kalmayı tercih ediyor.

Meselenin doğru çözümünün Çin etnogenezinde aranması gerektiğini görmezlikten gelen N.N. Çeboksaroff ise, kesinlikle Junğ problemini ortadan kaldırıyor. Halbuki “Chin-shu”, Hyung-nular’ın batıda altı Junğ kabilesiyle sınırdaş olduğunu belirterek konuya apaçık bir aydınlık getirmekte, yani bu halkların birbirleriyle ilişkisi olmadığının altını çizmektedir.

Tarihî olayların seyrinin tetkikiyle, çağdaşlarımız konuyu net bir şekilde görmelerine rağmen, bu yazarlar, Çin sınırları içinde Junğ ve “Ti”lerin Çinliler’den, Çin dışında ise Hyung-nular’dan ayrıldıklarını görmekte zorlanmışlar. Meseleyi Grumm-Grjimaylo’nun “Ting-ling” teorisi nihaî bir çözüme kavuşturmaktadır. Esasen problem kadim Çinli yazarların “Junğ”ları ırk olarak üzerinde durulması gereken bir unsur şeklinde görmemelerinden kaynaklanmıştır. 


Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Girlevik Şelalesi / Erzincan

 


Mardin

 


DÎNİ SÖZLÜK “A”

 AFÜVV (El-Afüvv):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Siz bir hayrı, iyiliği açıklar veya gizlerseniz, yâhut (size yapılan) bir kötülüğü affederseniz biliniz ki, Allahü teâlâ Afüvv'dür ve her şeye kâdirdir.(Âyet-i kerîmede mazlûmun zâlimi affetmesi teşvik edilmektedir.) (Nisâ sûresi: 149)

 

Allah'ım! Beni affet. Çünkü sen Afüvv'sün, Kerîm (lütûf ve ihsân sâhibi)sin. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

AFV:

 

1- Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması.

 

Bir kimse din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerce melek o kimse için duâ eder. O işi yapmağa giderken, her adımı için bir günâhı afv olur ve kendisine kıyâmette nîmetler verilir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

Allahü teâlânın sevgili kullarına, dünyâ sıkıntılarının ve belâlarının gelmesi, bunların günâhlarının afv olması için keffârettirler, sebebdirler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2.   Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

(İnsanlara karşı) afv yolunu tut. Ma'rûfu(yâni aklın ve dînin beğendiği şeyleri, Allahü teâlâdan korkarak günahlardan sakınmayı, sıla-i rahmi (akrabâyı, yakınları gözetmeyi, onları ziyâret ederek gönüllerini almayı ve onlara yardım etmeyi), harama bakmamayı; dili çirkin ve günah sözlerden korumayı) emret ve câhillerden yüz çevir. (A'râf sûresi: 199)

 

Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulm edenleri afv etmek, kendini mahrum edenlere ihsân (iyilik) etmek, güzel huylu olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

... Allahü teâlâ, afv edenleri azîz eder. Allah rızâsı için afv edeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm); "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?" dediğinde, gücü yettiği zaman affedendir, buyuruldu. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)

 

Kıyâmet günü, hak sâhibi hakkını afv etmezse, bir dank (yarım gram gümüş) hak için cemâat ile kılınıp kabul olmuş yedi yüz namaz sevâbı alınıp, hak sâhibine verilecektir. (İbn-i Âbidîn)

 

ÂGÂH:

 

Haberdar, uyanık. Gaflette olmayan, kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.

 

İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hülâsası, özü de kalbin her zaman Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

AHBÂR:

 

Haberler. Haberin çokluk şekli.

 

1. Bir kavim, kabîle, şahıs, ülke, bölge, şehir veya bir hâdise hakkında nakledilen bilgiler.


2.   Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, geçmişte olanlara, gelecekte ve âhirette olacaklara dâir bildirdiği şeyler.

 

Ahbâr, şâriin (dînin sâhibinin, Allahü teâlânın) bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ve tecrübe (deney) ile anlaşılmaz. Ahbârda değişiklik olmaz. (Taşköprüzâde)

 

AHD:

 

Söz vermek.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Rabbinizle ve diğer insanlarla olan ahdinize vefâ ediniz, zîrâ kıyâmette ahd sâhibinden, ahdini bozmasının sebebi sorulur. (İsrâ sûresi: 34)

 

Bir kimseye sövmekten, verdiği sözü yerine getirmemekten ve ahdi bozmaktan sakınmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)

 

Ahde Vefâ:

 

Sözünde durma, sözünü yerine getirme.

 

Verdiği sözde durmayıp cayan gaddâr (zâlim), hâin kimse için kıyâmet günü bir sancak dikilir ve; "Dikkat olunsun bu sancak falan oğlu falanın ahde vefâsızlık alâmetidir" denilerek teşhîr edilir (gösterilir).(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebû Dâvûd, Sünen-i Tirmizî)

 

Ahde vefâsızlığın yaygın hâl aldığı bir millette cinâyet çok olur... (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ebû Ya'lâ, Beyhekî, El-Müstedrek)

 

Ahd-i Atik:

 

Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmektedirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demektedirler. Bugün elde mevcut olan Ahd-i Atîk, hazret-i Mûsâ'dan asırlarca sonra yazılmıştır.

 

Çocuklara Kitâb-ı Mukaddesi okuturken çok dikkat ediniz. Çünkü Kitâb-ı Mukaddesin içinde, gayr-i ahlâkî fuhuş hikâyeleri mevcuttur. Bunları okuyan çocuklarda, âile fertleri arasındaki münâsebetler hakkında, çok hatâlı fikirler hâsıl olabilir. Bilhassâ, Ahd-i Atik kısmında bulunan bu fuhuş münâsebetleri, Kitâb-ı mukaddesten çıkarılmalı ve ancak ondan sonra çocuklara okutmalı. (Plain Truth)

 

Bugün hıristiyanların ellerinde bulunan İncillerde ve Ahd-i Atik'te de bütün tahriflere (değişikliklere) rağmen, Îsâ aleyhisselâmdan sonra bir peygamber geleceği yazılıdır. (Rahmetullah Efendi)

 

Ahd-i Cedîd:

 

Hıristiyanların kutsal kitabı olan Kitâb-ı mukaddes'in ikinci bölümü.

 

İncîl'in Ahd-i Cedîd kısmında doğrudan doğruya bir insanın anlattıkları hikâyeler, herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören kimselerin görgü şâhidliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar, kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledilmektedir. (Kenneth Gragg)

 

Ahd ü Mîsâk:

 

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.


Ben, Rabbime verdiğim ahd ü mîsâkı hatırlıyorum. (Hazret-i Ali)

 

AHDNÂME (Ahidnâme):

 

Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak maksadıyle hazırlanan belge.

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, hıristiyanlarla ilgili olarak, hazret-i

 

Ali'ye yazdırdığı ahidnâmenin bir kısmı şöyledir:

 

Her kim ki, bu ahidnâmenin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun, Allahü teâlâya karşı isyân ve dîn-i İslâm ile istihzâ (alay) etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lânetine lâyık olur. Bütün hıristiyanlar benim himâyem (korumam) altındadır. Onlara zor kullanmayın. Onların dînî reislerini makâmlarından indirmeyin. Onları, ibâdet ettikleri yerden çıkarmayın. Bunların, manastırlarının ve kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın. Onları, dâimâ merhamet ve şefkat kanatları altında himâye edin!..(Feridun Bey-Mecmu'a-i Münşeâtüs-Salâtîn)

 

AHFÂ:

 

Çok gizli, âlem-i emrin (madde ve ölçü olmayan ve arşın üstündeki âlemin) beşinci ve son latîfesi (makamı, mertebesi).

 

İnsana Âlem-i sagîr yâni küçük âlem denir. Âlem-i sagîr on kısımdan meydana gelir. Bunların beşi Âlem-i emrdendir. Bu beş mertebe; kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır. Bunların asılları, kökleri Âlem-i kebîrde (İnsanın dışındaki âlemde)dir. Ahfâ latîfesi, mertebelerin en sonu ve en yukarıdaki mertebedir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

ÂHİR (El-Âhiru):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı ndan (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

O (Allahü teâlâ) her şeyin başlangıcıdır.(Hadîd sûresi: 3)

 

El-Âhiru ismi şerîfini söyliyenin gönlü temizlenir. Safâya kavuşur. Günde yüz defa söylenirse, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbden çıkar. (Yûsuf Nebhânî)

 

ÂHİR ZAMAN:

 

Dünyânın son zamânı , son devresi. Genel olarak Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) teşriflerinden, özel olarak hicrî bin senesinden sonraki zaman.

 

Âhir zamanda fitne ve belâ devâmlıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Âhir zaman yaklaştıkça, îmânın olmadığını gösteren hâller ve işler, bid'atler (dinde olmayıp, ibâdet maksadıyla yapılan şeyler) çoğalır. İslâmiyet unutulur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zaman gelecek ki, ümmetimde (bana tâbi olanlarda, uyanlarda) müslümanlığın yalnız adı kalacak. Mü'min olanlar (inananlar) yalnız bir kaç İslâm âdetini yapacak. Îmânları kalmayacak. Kur'ân-ı kerîm yalnız okunacak, emirlerinden ve yasaklarından haberleri bile olmayacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek olacak. Alahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar. Az kazanmak ile kanâat etmeyecekler. Çok kazanınca, doymayacaklar." (Kurtubî, Mektûbât)

 

Âhir zaman ümmetleri dünyâ fânî bilmezler

 

Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar.

 

(Ahmed Yesevî)

27 Mayıs 2022 Cuma

Eski Çin

 Eski Çin topraklarında, çok az şey günümüzdekilere benziyordu. Toprak, nehirlerle sulanan devasa ormanlar ve bataklıklarla kaplıydı. Ayrıca ekin tarlaları, geniş göller, ucu bucağı gözükmeyen çorak alanlar da vardı. Mera ve bozkırlar ise, sadece dağlık bölgelere saçılmıştı.


Doğuda, Huang-ho (Sarı Nehir) ile Yang-tse’nin aşağı akımları sürüklenmiş toprak şeridiyle kaplıydı. Şimdiki Ho-pei eyaleti, “Dokuz Nehir” anlamına gelen büyük bir deltadan ibaretti. Deniz sahilinden uzak bölgelerde geniş göller ve bataklıklar uzanıyor; İ [Yih] ve Huai nehirleri ise, Yang-tse’nin aşağı akımlarındaki bataklık vadiye dökülüyorlardı. “Wei-ho nehri havzası, gür bitkilerle kaplıydı; devasa meşe ağaçlarından başka, çeşitli servi ve çam ağaçları da vardı. Ormanlarda ise kaplanlar, kara parslar, sarı leoparlar, ayılar, mandalar, yaban domuzları ve ormanın vazgeçilmez dostları çakallar ile kurtlar geziniyorlardı.” 


 

Nehirlerle savaşmak, oldum olası Çin insanının hayatında önemli bir yer tutmuştur. Bu nehirlerin kuraklık dönemlerinde suları çekilmiş, ama dağlardan gelen yağmur sularıyla beslendikleri dönemlerde coşup yataklarından taşmışlar; hızlarını kaybettikleri zamanlar ise çevrelerini alüvyonlarla kaplamışlardır. Kuzey Çin sakinlerinin kimisi, dağlardan gelen sellerden kaçarak hayatlarını avcılıkla sürdürebilecekleri bölgelere göç etmiş, kimisi de nehir taşkınlarıyla mücadele etmeyi yeğlemişlerdir ki, Çinliler’in ataları da bunlardı. Çalışmaktan yılmayan Çinli çiftçiler, çok eskilerden beri hem kendilerini, hem de tarlalarını su taşkınlarından korumak için sedler yapmışlardı. “Çin topraklarında, çok eskilerden beri farklı kültürlere sahip ve değişik atalardan türemiş bulunan kabileler yaşıyorlardı. Her kabile, yaşadığı topraklarda tabiat güçleriyle boğuşarak, kendi kültürünü geliştirmişti.” Ve bu kabileler, sık sık birbirleriyle savaşıyorlardı. Çin tarih geleneğine göre, yarı efsanevî ilk Çin hanedanı Hsia zamanında bile, M.Ö. III. Binyılda Çin topraklarına göçüp gelmiş olan diğer kabilelerle savaşlar yapılmıştı. Bu kabilelere, Junğlar ve “Ti” [Di] ler deniliyordu. Bunlar, Çinliler’in atalarının çukur bölgelere çekilerek terkettikleri ormanlık dağlara yerleşmişlerdi. Daha kuzeydeki kuru bozkırlarda ise, Hun-yü kabileleri yaşıyorlardı. Efsaneye göre, M.Ö. 2600 yılında “Sarı İmparator” onlara karşı bir sefer tertiplemişti. Ama Hsia’nın asıl düşmanları onlar değil, Junğlar ve “Ti”ler’di. Çin folklorunda dahi Çinliler’in ataları “karabaşlar”ın, “sarı saçlı iblisler”le yaptığı savaşların akisleri korunmuştur. Binyıl savaşlarını, Çinliler kazanmış ve “barbarlar”ı dağlara, bozkırlara ve güney cangıllarına sürmüşlerdi. Fakat daha sonra da göreceğimiz gibi, bu nihaî bir zafer değildi. Hsia hükümdarlığı, kazandığı başarılara rağmen, ancak Ho-nan bölgesiyle Shan-si’nin güneybatı kısmına hâkim olabilmişti ki, müstakbel Çin halkının nüvesi de burada atılacaktı.



M.Ö. 1764’de, Çin’deki darbe sonucunda, Hsia hanedanının yerine Shang hanedanı ortaya çıkmış; onun döneminde, kadim Çin medeniyetinin kökleri sağlamlaşmış ve eski Çin halkı şekillenmişti. 

Gerçek tarihî Çin hanedanlarının ilki, Shang-yin’dir. Çünkü ilk Çin devletinin ortaya çıkışı, ona bağlanmaktadır. Onun kültür haritasını çizen pekçok bulgulara rastlanmıştır, ama siyasî tarihi birazcık karanlıktır. Doğru; Shang, kendinden önceki hükümdarlıkların ve aristokrasinin vârisi olarak, gerçekten kölecilik sistemine dayalı bir devletti. Bu dönemin en göze batan özelliği, daha sonraki Çin tarihinde çok önemli bir rol oynayacak olan hiyeroğlif yazısının icadıydı. Ticaret sadece Huang-ho’nun kuzeyindeki Ho-pei’de yaşayanlarla sınırlı değildi. Aksine, Kuzeydoğu Çin üzerinden Baykal ve Angara sahillerine kadar ticarî ilişkiler kurulmuştu. Elbette buralarda sadece aracı kabilelelerle değiş tokuş yapan Çinliler’in malları sergilenmiyordu. Sibirya’ya kalay ve bronz gibi metaller veriyorlar; oradan ise yeşil ve beyaz nefrit, değerli kürkler ve muhtemelen köleler alıyorlar; böylece Uzak Doğu kültür ağı gelişiyordu.


Alıntıdır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi – 12

 Vazo


Arkeologların son teknik olanaklar çıkana kadar tarihöncesi buluntuları tarihlendirme ve adlandırmalarında, kültürleri tanımlamalarında en önem verdikleri veri grubunu oluşturan, hatta kültürleri keramik ve akeramik olarak ayırmalarına yol açan vazolar bugün biblo kategorisinde değerlendirilebilir. Latince vas, Fransızca vase’dan adını alan vazomuzun, Hacı Bektaş taşı, lületaşı gibi belirli yörelerin özel taşından toprağından üretilenleri bir yana, tarihe geçmiş ve bugünkü Paşabahçe’yi yaratan, dünya çapında ün kazanan türü çeşm-i bülbiil’dür. Sözcük Burhân-ı Katı’da renkli kumaş anlamıyla bulunmaktadır. Vazo Venedik’ten getirilirken III. Selim devrinde İtalya’da ustalık öğrenen Mevlevi Mehmet Dede Beykoz’da açtığı tezgâhlarda Kuran tezhibinden esinlenen, bülbül gözü gibi harelenmesinden adını alan ürünlerini vermeye başladı. Çizgili ve hareli, yakut, zümrüt, lal renginde, süt mavi, ince bardak, fincan, testi, kâse ve vazolarla ölümsüzleşti.

Çin porselen ve vazolarının dünyaya egemen olduğu, Çin’den ithal eşyanın Osmanlı yerli üretimini baltaladığı ‘fağfur’ dönemini andıktan sonra, hem yeni renklendirme teknikleri, hem yeni malzeme özellikle plastik türevlerini akılda tutarak daha önemlisi yeni sanat anlayışları ile vazoların, natürmort ressamlarının konusu olmaktan çıkacak kadar biçim değiştirdiklerini hatırlatarak vazo konusunu bağlayalım.



Saksı


Çiçek dikilen saksı Avrupa’dan gelmiş ve en beğenilen cinsleri Saksonya ürünü olduğu için Saksonya’ya ait anlamında saksı adıyla anılarak bütün türün adı haline gelmiştir. Saksının tarihi çiçeklerin bahçeden taşınmasının da tarihidir. Dünyanın yedi harikasından biri olarak belleklere kazılan Babil’in asma bahçeleri İÖ 6. yüzyıla ait kabul edilmektedir ve park-bahçe kültürüyle zevk ve ihtişam anlayışının çakışmasını simgeleyen bir gösterge olarak dikkat çekmemiştir. Bugün park-bahçe kültüründe Japon, Ingiliz sistemlerinden söz edilirken, Hint kıtasının Ingiltere’ye etkisi veya Ahmet Haşim’in “Acem bahçesinden muradının ne olduğu üstünde durulmuyor. Babil bahçelerinin de II. Nabukadnezar tarafından Iranlı karısının memleket özlemini dindirmek için yaptırıldığı söylenmektedir. Fransa mutfağının uluslararası düzeyde kendisini kabul ettirebilmesi için merkezi Fransa devleti ve burjuvalaşan Fransa’da Fransız aristokrasisi ile sarayının önemini teslim etmek gerektiği gibi, Ingiliz bahçesinde de Britanya Imparatorluğu’nu görmek gerekir. Osmanlı/Türk mutfağının sanayiden beslenemeyen imparatorluk-saray kültürü nedeniyle sistemleşememesi gibi, Osmanlı lale çılgınlığı da tarihe mal olup, lale Hollanda’yla özdeşleşmiştir.


Osmanlı-Istanbul çiçekçiliğinde, çiçek bahçe (bağçe) ve bostandan aynlmaz. Çiçek aynı zamanda ilaç ve şerbet anlamına gelmektedir. Fatih’le başladığı kabul edilen ‘has bahçe’ uygulaması Lale Devri (1718-1730) ile doruğuna çıkmış ve çiçekçilik şükûfeciyan adı altında esnaf örgütlenmesine ve narh ve mezadı ile nizamnameye kavuşturulmuş, sünbülname, şükûfe-name, revnak-ı bostan adlarıyla edebiyatını yaratmıştır ama, Osmanlı yönetici sınıfının çiçek hediye etme anlayışı çok daha eskiye gitmektedir.

Cuma selamlıklarında padişaha çiçek sepetleri sunulması gelenek olduğu gibi, düğünlerde, tebrik ve bayramlarda şekerleme ve meyve sepetleriyle birlikte çiçek sepeti, vazo ve laledanlıkla çiçek vermek âdetti, ilaç, şerbet, reçel yapımı yanında, bu geniş sektör İstanbul’da, bülbül dinleme korularında olduğu gibi, estetik ihtiyaç için geniş bahçelere yayılmıştı.


19. yüzyılda çiçekçilik eski önemini kaybetti. Sabuncakis, Kamelya, Fulya gibi köklü çiçek evleri yaşamlarını sürdürüp Mısır Çarşısı gibi belirli pazarlar korunsa da çiçekçi dükkânlarının sayısı azaldı. Çiçekçilik Arnavutların ve Çingenelerin ilgi alanı haline gelirken, haremlik selamlıktı, aşçılı arabacılı konakların emekçilerinden olan Arnavut bahçıvanlar konaklar ve bahçeleri ile birlikte ortadan kalktı. Şehirler büyüyüp avlulu evler apartmanlara dönüştükçe, bahçedeki ağaçlarla birlikte çiçekler de yok oldu. Tipik Türk evi olarak karikatürlere giren, cumbasında teneke saksılar bulunan evlerin yerini ise çiçekli balkonlar aldı. İstanbul çiçekçi esnafı 1960’lı yıllarda köklü çiçek ve tohumcularla kesilmiş sap çiçekçiler olarak ikiye ayrılırken, şehir varoşlarında, mahalle pazarlarında toprak saksı üretip satanlar da plastik saksıların çıkmasıyla devirlerini tamamladılar. 

Saksı sözcüğünün yalnızca bugünkü saksı anlamına sonradan indirgendiği, sürahi, kadeh, kupa, kâse, vb. cam eşyaya saksonya, bugün billuriye dediğimiz bu tür eşyayı satanlara saksonyacı denilmesinden anlaşılmaktadır. 1875 yılında Abdülmecid’in kızı Refia Sultan Kalpakçılar Caddesi’ndeki Saksonyacı Mardik Krakırian’dan alışveriş etmektedir. Refia Sultan’ın terekesinden çıkan eşyaya saksonya adı verilirken, bu eşyanın Saksonya yapımı olmaması da sözcüğün ne kadar tür adı haline geldiğini gösterir. Örneğin, terekeden çıkanlar arasında “Paris-kâri saksonya desti, Paris-kâri saksonya çay takımı” görülmektedir, yani bunlar Paris işidir (Ali Akyıldız; Mümin ve Müsrif Bir Sultan Kızı Refia Sultan, 1998).



Biblo


Küllüğe eskiden tabla denirdi, tozluk diyenler de vardı. Evin kadınları sigara içmez, çocuklar gizli içer, erkekler de evde oturmadığından, bir misafir küllüğü evin ihtiyacını karşılardı. Şimdi o dönemde sigara içen kadınlar evin büyükhanımı yaşına geldiler, torunlar dışında sigara içmeyen yok ve bir dönem şirketlerin reklam diye dağıtabildikleri plastik ve metal, tenekeden küllükleri eve kimse sokmaz. Küllük biçimlerindeki değişime bakarsak, evdeki biblo nitelikli küçük süs eşyasının evrimini de hatırlayabiliriz.


Fransızca bibelot sözcüğü 1432 yılına tarihleniyor, biblocu 1484, biblocu dükkânı ise 1751 tarihli. Fransız bebekleri, Alman, Çek porseleni biçimiyle yaygınlaşan bibloların konuları 18. yüzyıl kıyafetli Avrupalı aşıklar, eski Yunan esintili heykelciklerden oluşuyordu. Topkapı Sarayı’nda bulunan ve özel olarak üretilen Alman Meissen damgalı porselen yeniçeri biblolar 1730-40 tarihini taşıyor. Aristokrasinin kişiye özel sanatkârane işlerinden sonra porselen ve camda seri üretim, burjuva evlerinin büfe-vitrin anlayışına hizmet vermeye başlıyor. Duvara asılan zenci erkek ve kadın başları herhalde Türkiye’de her eve giren ilk biblolar. Hediyelik eşya kavramı geliştikçe kimliğin biblolara yansıtılması konu çeşitliliğini artırdı. Artık her türlü malzemeden üretilen biblolar eleştirel, esprili, siyasal da olabiliyor ve işyerlerinde de önemli yer tutuyor.



Paspas


Eskiler “hoş-amedi etmek” derlerdi, şimdi “hoş geldiniz” deniyor ama fiil hali yok. Şehirli nüfus çarşıdan paspas almaya başladığında üstlerinde  “hoş geldiniz” veya “welcome” yazardı. Oysa bugün halen işyerleri için söz konusu olan ve plastik sıkma kapları çıksa da, ev hanımlarını tatmin etmeyen paspaslamak ve paspas eskiden beri gemicilerin işiydi. Paspaslamak, gemilerde eski halatların tellerini açarak yapılan ve halat süngeri denilen paspaslarla gemilerdeki ıslak yerleri, su birikintilerini silip kurulamaktır (Pars Tuğlacı, Okyanus). Henri ve Renee Kahane’yle Tietze’nin muhteşem The Lingua Franca In The Levant sözlüğünde iki kullanım tanık gösterilerek paspasın gemici işi olduğu ve papaz sözcüğünden geldiği anlatılır. Evliya Çelebi 1640’da “gemi üzerindeki büyük yapağı çuvallarını, papaz hasırlarını, balık turşusu fıçılarını (...) denize attılar” ve Halil Efendi Bulak baskısı Kanuname-i Bahriyeli Cihâdiye adlı eserinde 1827’de “bütün dış yüzü beher yevm ala’s-sabah kum ve ma-i derya ile gusl olunup papazlar ile tals ve teybis oluna” demektedirler. Yaklaşık 140 yıllık bir sürede ‘papaz hasırı’nın ‘papaz’a dönüştüğü anlaşılıyor ve Lingua Franca Arapça ve Yunancada da aynı sözcüğün bulunduğunu gösteriyor. Ancak papaz’ın nasıl ve ne zaman paspas’a, sert ve sık dokunmuş ayakkabı sileceğine ve paspaslama fiiline dönüştüğüne dair bilgi yok.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak