30 Nisan 2022 Cumartesi

GÜNEŞ

  

Dünya'dan 150 milyon km. uzakta olmasına rağmen, Güneş bizim için gerekli olan enerjiyi kesintisiz olarak ulaştırır.

Bu dev enerjili gök cisminde hidrojen atomları devamlı olarak helyuma çevrilmektedir. Her saniye 616 milyar ton hidrojen, 612 milyon ton helyuma çevrilmektedir. Bu esnada dışarı salınan enerji 500 milyon hidrojen bombasının patlamasına denktir.

Dünya'da hayat Güneş'ten gelen enerjiyle sağlanır. Yeryüzündeki dengenin devamı ve canlılık için gereken enerjinin %99 'u Güneş'ten sağlanır. Söz konusu enerjinin yarısı gözle görünür ve ışık olarak alınır. Geriye kalan enerjinin büyük bir kısmı gözle görülmeyen, ama sıcaklık biçiminde ortaya çıkan kızıl ötesi ışınlardır.

Güneş'in bir özelliği de çan gibi genleşip salınmasıdır. Bu olay her beş dakikada bir tekrarlanmakta Güneş'in yüzeyi bu sırada saatte 1080 km. hızla, 3 km. kadar bize doğru ilerleyip sonra geri dönmektedir.

Güneş, Samanyolu'nu oluşturan 200 milyar yıldızdan biridir. Dünya'dan 325.500 defa büyük olmasına rağmen, evrendeki küçük yıldızlardan sayılmaktadır. Çapı 125 bin ışık yılı olan Samanyolu'nun merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıktadır. (1 ışık yılı= 9.460.800.000.000 km.)

 

GÜNEŞ'İN YOLCULUĞU

 

Astronomların hesaplarına göre Güneş, içinde bulunduğu galaksinin hareketi nedeniyle, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı'na doğru saatte 720.000 km.'lik bir hızla yolculuk etmektedir. (Bu, kaba bir hesapla Güneş'in günde 720.000x24=17.280.000 km. yol katettiğini gösterir. Tabi ona bağlı olan Dünyamızın da...)

 

YEDİ KAT GÖK

 

Atmosferde katları birbirinde ayıran yüzeyler bulunmaktadır. Encyclopedia Americana'nın (9/188) verdiği bilgiye göre, sıcaklığa bağlı olarak yerden itibaren şu katlar sıralanır.

 

1.Kat Troposfer: Kalınlığı kutuplarda 8 km. ekvatorda 17 km'ye kadar ulaşır. Bu kat bulutların büyük bir bölümünü kapsar. Sıcaklık yükseltiye bağlı olarak kilometrede 6.5°C azalır. Bu katmanın Tropopoz diye adlandırılan ve hızlı hava akımlarının olduğu kısımda sıcaklık -57°C'de sabit kalır.

 

2.Kat Stratosfer: 50 km yüksekliğe ulaşır. Burada mor ötesi ışınlar soğurulduğu için ısı açığa çıkar ve sıcaklık 0°C'ye kadar yükselir. Bu soğurma sırasında ısının yanında Dünya için hayati önem taşıyan ozon tabakası da ortaya çıkar.

 

3.Kat Mezosfer:Yüksekliği 85. km'ye kadar çıkar. Burada sıcaklık -100 C'ye iner.

 

4.Kat Termosfer: Sıcaklık giderek yavaşlayan bir tempoda artar.

 

5.Kat İyonosfer: Bu bölgedeki gazlar iyon halinde bulunur. Radyo dalgalarının İyonosfer tarafından tekrar Dünya'ya gönderilmesi sayesinde yeryüzündeki iletişim sağlanır.

 

6.Kat Ekzosfer: 500 ila 1000. km'nin ötesinde, özellikleri tamamen Güneş'in etkinliklerine göre değişen tabakadır.

7.Kat Manyetosfer: Burası Dünya'nın manyetik alanın kapladığı büyük bir boşluğu andıran alandır. Enerji yüklü atom altı parçacıklar Van Allen Kuşakları olarak adlandırılan bölgelerde tutulur.

Aynı kaynakta sayıldığı üzere yer kabuğunun katmanları da 7 bölümden oluşur:

1.Kat      Litosfer(su)

2.Kat      Litosfer(kara)

3.Kat      Astenosfer

4.Kat      Üst manto

5.Kat      Alt manto

6.Kat      Dış çekirdek

7.Kat      İç çekirdek

 

Alıntıdır.

SUYUN ÖZELLİKLERİ

 ÜSTTEN DONMANIN FAYDASI

Suyun en ilginç ve önemli özelliklerinden biri, diğer tüm maddelerin aksine, katı halinin sıvı halinden -yani buzun sudan- daha hafif olmasıdır. Bu nedenle, denizlerde donma üst taraftan başlar, çünkü donan tabaka, suyun diğer sıvı kesiminden daha hafiftir. Bu sayede, denizin tümünün donması ve canlılığın yok olması tehlikesi ortadan kalkar. Çünkü donan ve üste çıkan tabaka, denizin altta kalan sıvı kısmını dışardaki soğuk havadan izole eder.

Eğer buz, sudan ağır olsaydı (ki normalde olması beklenecek durum da budur) bu kez denizler de alttan donmaya başlayacaktı. Bu durumda, söz konusu izolasyon gerçekleşmediği için denizlerin tümü kolayca donabilir ve sudaki yaşam yok olabilirdi. Donan su, sıvı sudan daha çok yer kapladığı için, donan denizler eskisine göre daha çok yer kaplayacak ve diğer denizlerin yükselip taşmasına neden olacaktı.

Bunun yanısıra, suyun en ağır halinin, +4°C'deki hali olması da yaşam için büyük önem taşır. Denizlerde +4°C ısıya ulaşan su en ağır konumunda olduğundan dibe çöker. Bu nedenle yüzeyi buz dağları ile kaplı denizlerin dibi daima sıvı haldedir ve canlıların yaşayabileceği +4°C'lik bir ısıdadır. Aynı şekilde kış aylarında buz tabakası ile kaplanan göl ve nehirlerin de alt kısımları yaşama elverişlidir.


SUYUN GEÇ ISINIP GEÇ SOĞUMA ÖZELLİĞİ 

Suyun diğer bir özelliği de buharlaşma ve donma hızının çok yavaş olmasıdır. Yaz aylarında gündüz sıcağı ile çok çabuk ısınan kumun, gece ile birlikte çok çabuk soğuduğu bilinir. Buna karşın, deniz suyu sıcaklığı gece ile gündüz arasında ancak 2-3 derece fark etmektedir. Bunun nedeni suyun ani ısınmalarda veya soğumalarda sahip olduğu sıcaklığı bir ölçüde koruyarak buharlaşma ve donma olayını geciktirmesidir. Suyun bu etkisini yeryüzünün tamamı için düşünecek olursak, okyanuslarda ve atmosferde sıvı veya buhar halde bulunan suyun Dünya'nın sıcaklığında en önemli rolü oynadığı görülür. Yeryüzünü kaplayan sular, Dünya'nın güneş ışınlarına maruz kalan kısmında sıcaklığı emerek fazla ısınmayı engeller. Aynı şekilde güneş ışını alamayan kısımlarda ise okyanuslar ve diğer sular sahip oldukları ısı sayesinde kalorifer görevi görerek sıcaklığın fazla azalmasını önlerler. Böylece gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarının karalara oranı daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, Dünya çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı.


Alıntıdır.


Mardin

 


Kutuplardaki hayvanlar nasıl yaşıyorlar?

 Bütün memelilerin vücutlarının ısı derecesi 35-38 derece aralığındadır. Uçabilenlerde bu birkaç derece daha yüksektir. İnsan ısıya karşı çok hassastır. Hava sıcaklığı 30 derece olunca denize girer de, beş derece üzerine palto giyer. Oysa hayvanların giysileri yoktur. Köpekler eksi 40 derecede kutuplarda kızak çeker, buzlu sularda balıklar çırılçıplak yüzerler.

Aslında ısıdan etkilenmek sadece insana mahsus değildir. Güneşin bulut arkasına girmesi ile havadaki iki derecelik ısı düşüşü uçan sineği zor yürür hale getirebilir. Öğlen güneşinde zıp zıp zıplayan çekirge, sabah serinliğinde hareketleri ağırlaştığından çok rahat yakalanabilir.

Kendi vücut ısısından çok daha düşük ısı koşullarında yaşayabilmek için canlıların iki silahı vardır. Biri vücut ısılarını ayarlamaları, diğeri de kürk denilen vücut örtüleridir. Kutup bölgesinde yaşayan bir canlı, tropik bölge de yaşayana nazaran on kat daha fazla ısı meydana getirmek veya vücut örtüsü on kat daha fazla koruyucu olmak zorundadır.

Çok soğuk iklimlerde yaşayan hayvanların yaşam nedenleri araştırılırken hep kürkleri üzerinde durulmuştur. Halbuki burada yaşayan hayvanların kürkleri ile ılıman bölgelerde yaşayan hemcinslerinin kürkleri arasında çok ciddi bir fark yoktur. Üstelik domuzlar hiç kürkleri olmamasına rağmen deri altı yağ tabakaları sayesinde vücut ısılarından 20 derece daha düşük ısı ortamlarından hiç etkilenmezler.

Zaten dünyamızda üzeri tamamen kürkle kaplı hiçbir hayvan yoktur. Çoğunun ayak ve burun gibi kısımları görevlerini yapabilmek için açıkta bırakılmıştır. Ancak buralarda vücuda sıcak kan ileten atar damarlar kılcal damarlar vasıtası ile deriye daha yakın olan toplar damarları ısıtırlar. Bu sayede buzun üstünde yürüyen bu tür hayvanların ayakları üşümez. Ama bu da, hayvanın tüm vücudunun üşümeden bu soğuk ortamda nasıl yaşayabildiğini açıklayamaz.

Kutuplarda, buzlu sularda yaşayan balıkların, sıfır ve sıfır altı derecedeki ortamda donmamalarının sırrının, bu balıkların derilerindeki buz kristallerinin donma derecesini düşüren bir protein olduğu tespit edilmiş, hatta genetik mühendisleri laboratuar ortamında bu proteini üreten geni yaratmayı başarmışlardır.

Bilim insanları bu örnekten yararlanarak, meyve ağaçlarını dondan, uçak kanatlarını ve yolları buzdan kurtarabileceklerini düşündüler ama henüz geniş çaplı üretimi zor görülmektedir. Ne yazık ki, sıcak kanlı hayvanların kendilerini çok soğuk ortama nasıl adapte ettiklerinin sırrı hala tam çözülmüş değil.


Alıntıdır.


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 8

 AKKIZLAR


İyilik tanrıçaları. "Kıyanlar" adı da verilir. Ülgen Han'ın kızlarıdırlar. Sanat, estetik ve zevk için insanlara ilham verirler. Hiçbirisinin ismi bilinmez. İsimsiz olmaları onları bu dünyadan tamamen uzak kılar ve başka bir aleme ait varlıklar olduklarının en önemli göstergesidir. Hatta bu durum onların çağrılamayacakları ve ancak kendi istekleriyle gelebilecekleri şeklinde de yorumlanabilir. Erkek kardeşleri ise Akoğlanlar olarak bilinirler. Kutlu sayılan kuğu kuşuna kimi lehçelerde "Akkuş" adı verilir.



AKKULA


Manas Han'ın atıdır. Sıra dışı özellikleri vardır. Sahibine sadıktır ve zekidir. Savaşlarda durumu anlayarak onunla birlikte düşmana isteyerek saldırır. Manas ile Akkula'nın aynı gün doğdukları söylenir. Çölde doğup taşlar arasında büyümüş, tay iken yedi kısrağın sütünü emmiştir. Çok görkemlidir. Bacakları o kadar yüksektir ki altından bir devenin bile geçebileceği söylenir. Boğanınki gibi baldırları vardır, hızı dağ yeli veya kasırga gibidir. Bazen ona diğer atların yetişmesi bile mümkün olmaz. Sivri kulakları vardır ve çok uzaklardaki sesleri bile işitir. Katıldığı tüm yarışları kazanır ve Manas Han da atına verilen ödülleri dört boyun halkı arasında paylaştırır.



AKOĞLANLAR


İyilik tanrıları. "Kıyatlar" adı da verilir. Ülgen Han'ın oğulları

olan bu tanrılar yedi kardeştirler. Yedi Altay boyunun koruyucusudurlar ve yedi kat gökyüzünü sembolize ederler. Kız kardeşleri ise  Akkızlar olarak bilinirler. Akoğlanların adları şöyledir:

1. Karağus Han: Kuşlar Tanrısı.

2. Baktı Han: Lütuf Tanrısı.

3. Pura Han: At Tanrısı.

4. Burça Han: Zenginlik Tanrısı.

5. Yaşıl Han: Doğa Tanrısı.

6. Kanım Han: Güven Tanrısı.

7. Karşıt Han: Temizlik Tanrısı.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


GÖÇEBELİKTEN DEVLETE

 


Anadolu tarihinin kilit noktalarından biri olduğu, sürekli adının geçmesinden de belli olan Kültepe’de ele geçen ve bir çeşit noterlik belgesi niteliği taşıyan bir tablet üzerinde kral Pithana ve merdiven büyüğü Anitta adları geçmektedir. Merdiven büyüğü ya da Asurca biçimiyle rabi similtim unvanının hem veliahda, hem de saraya çıkan merdivenlerde, yani bir tür açık hava mahkemesinde hukuksal işlere bakan kişilere verildiği sanılmaktadır. Sadece bu belge üzerinde bulunsaydı, tarih açısından çok büyük önemi olduğu herhalde anlaşılamayacak bu adlar, birkaç yazılı belgede daha geçerek, Hitit tarihinin ilk evrelerinin sorunlarına ışık tutmakta ve Hitit Devleti ile Asur Ticaret Kolonileri çağı arasında köprü kurulmasını sağlamaktadır. Yukarıda adı geçen ve yapılan kazılarda eski adını bilemediğimiz bir karum’a sahip olduğu anlaşılan Alişar’da ele geçen 2 tablet üzerinde yine Anitta’nın adına rastlanmaktadır. Bunlardan birinde, kral Anitta’nın mührü yazısı vardır ki, Kültepe’de veliaht olarak tanıdığımız bu kişinin, belgenin yazıldığı zaman babası Pithana’nın yerine geçtiğini kanıtlamaktadır. İkinci belgede ise Büyük Kral Anitta, merdiven büyüğü Beruwa adlarını bulmaktayız. Buradan da, Anitta’nın krallıkla da yetinmeyip Büyük Kral unvanını aldığını ve oğlu Beruwa’yı veliaht atadığını anlıyoruz. Diğer yönden, Anitta’nın hem Kültepe’de, hem Alişar’da belge bırakmış olması, egemenlik alanı oldukça geniş olan bir devletin varlığına işaret etmektedir. Anitta’ya ait başka bir önemli belge, yine Kültepe Höyüğü’nde elde edilmiştir. Önce hançer olduğu sanılan, sonra bir mızrak ucu olduğu anlaşılan bu belge üzerinde ise “kral Anitta’nın sarayı” yazısı vardır. Bütün bunlar bize, Koloni çağında Anadolu’da kurulmuş bir yerel devletin iki kralını ve bir prensini tanıtmaktadır. Beruwa’nın kral olup olmadığını ise bilmiyoruz.

Kazılar sonunda Hititlerin başkenti Hattuşa olduğu anlaşılan Boğazköy’de, önce 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında H. Winckler tarafından başlatılan kazılar, 1. Dünya Savaşı’nın çıkması ile kesintiye uğramış, 1931 yılında K. Bittel yönetiminde çalışmalara tekrar başlanarak, 1939’da bu kez de 2. Dünya Savaşı’nın patlamasına kadar sürdürülmüştür. Aynı bilim adamının yönetiminde bugüne değin sistemli ve sürekli olarak yapılan üçüncü dönem Boğazköy kazılarının başlangıç tarihi 1951 yılıdır. Şimdiye kadar ele geçen tablet sayısı 25.000’i aşmıştır. İlk dönemde bulunanların bir bölümü Doğu Berlin Müzelerinde, bir bölümü İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesindeki Çiviyazılı Belgeler Arşivinde, 2. Dünya Savaşından sonraki kazı dönemlerinde ortaya çıkarılanlar ise Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde saklanmaktadır.

Bu tabletler arasında bulunan 8 tanesi, 79 satırlık bir belgenin birbirlerini tamamlayan üç nüshasını oluşturur. A nüshasının Eski Hitit dilinin özelliklerini taşıdığı, diğer iki nüsha olan B ve C’nin ise, yine dil ve yazı açısından Hitit dilinin yeni evresine ait özellikler yansıttığı ve bu yüzden A nüshasının daha sonra yapılmış kopyaları olduğu anlaşılmaktadır.

Boğazköy’de bulunan bu belge sayesinde, Alişar ve Kültepe belgeleri üzerinde rastlanan Anitta’nın kişiliği açık seçik ortaya çıktığı gibi, Hitit başkenti ile Asur Ticaret Kolonileri çağındaki Alişar ve Kültepe ile de tarihsel köprüler kurulabilmektedir. Kısaca Anitta Metni olarak bilinen bu belge şu sözlerle başlamaktadır:

Anitta, Pithana’nın oğlu, Kuşşura kralı, söyle: O Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın sevgilisi idi. Kuşşara kralı, kentten büyük bir kudretle inip, Neşa’yı bir gecede gücü sayesinde aldı. Neşa kralına saldırdı, ama Neşa’nın halkına kötülük etmedi. Onları “analar” ve “babalar” yaptı (yani öyle davrandı). Babam Pithana’dan sonra ben bir isyanı bastırdım; hangi ülke ayaklandı ise, onu tanrı Şiu’nun yardımıyla yendim. Kral Anitta, bundan sonra giriştiği Askeri Yüksek İdare Mahkemesi seferlerden söz etmekte, bu arada Hatti ülkesiyle olan savaşımını anlatmaktadır. Daha sonra tekrar geriye dönerek, babası Pithana zamanında deniz kenarındaki Zalpa olarak adlandırılan bir kentle aralarındaki savaşlara değinerek, şöyle demektedir: Bu sözleri bir tablet üzerinde kapıma koydurdum. Gelecekte bu tableti kimse kırmasın, kim kırarsa, o Neşa’nın düşmanı olsun! Burada dikkati çeken nokta, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın, sözlerini üzerine yazdırıp kapısına koydurduğu tableti kıranın, Neşa’nın düşmanı olacağının belirtilmesi, Anitta’nın, ileride tekrar göreceğimiz gibi, Neşa’yı kendi kenti olarak benimsediğini göstermektedir. Metin şöyle sürer: Bir zaman önce, Zalpa kralı Uhna, tanrımız Şiu’yu (yani onun yontusunu) Neşa’dan Zalpa’ya kaçırmıştı. Fakat ben, büyük kral Anitta, bizim tanrımız Şiu’yu, Zalpa’dan Neşa’ya geri getirdim. Zalpa kralı Huzziya’yı ise, canlı olarak Neşa’ya getirdim. Tabletin bundan sonraki bölümü sonradan Hitit Devleti’nin başkenti olarak tarih sahnesinde çok önemli bir rol oynayacak Hattuşa’nın adının geçmesi nedeniyle ilgi çekicidir: Hattuşa kenti açlıktan kırılınca, tanrım Şiu, onu taht tanrıçası Halmaşuit’e teslim etti; ve ben bir gecede onu güçle aldım ve kentin yerine yabani otlar ektim. Bundan sonra kim kral olur da Hattuşa’yı yeniden iskan ederse, o, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın lanetine uğrasın! Bundan sonra Anitta, Neşa kentini sağlamlaştırdığını orada tanrısı Şiu, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı ve Taht Tanrıçası Halmaşuit için tapınaklar yaptırdığını, seferlerinden elde ettiği ganimet ile bunları donattığını, ayrıca aslanlar, yabandomuzları, leoparlar ve dağ keçileri gibi 120 vahşi hayvan getirerek, bir hayvanat bahçesi kurdurduğunu anlatmaktadır. Bu bayındırlık işlerinin ardından Anitta’nın yine başka düşmanlara yöneldiğini, onları da yenip, tutsaklar, savaş arabaları ile altın ve gümüş ele geçirdiğini metinden okumaktayız. Belge şu sözlerle sona ermektedir: Ben sefere çıkınca, Puruşhandalı adam (yani kral) bana armağanlar getirdi; bunlar demirden yapılma bir tahta ile, yine demirden yapılma bir asa idi. Neşa’ya geri dönerken Puruşhandalı adamı da birlikte götürdüm. O, taht odasına (B nüshası: Zalpa’ya) girince, önümde, sağda oturacak.

Buradaki Puruşhanda kenti, birinci bölümde sözünü ettiğimiz, Sargon’dan yardım isteyen tüccarların oturmuş oldukları kenttir. Yine yukarıdaki bölümde adı geçen Zalpa kentinin önemine ise biraz sonra değineceğiz. Görüldüğü gibi, Anitta metninde Neşa kentinin önemi açıkça vurgulanmasına karşılık, kendisinin bir sarayı bulunduğunu az önce sözünü ettiğimiz belgeden öğrendiğimiz Kaniş’e hiç değinilmemektedir. Buna bir açıklama getirmek isteyen araştırıcılar, Kaniş’in daha Anitta’nın babası zamanında ele geçirilmiş olduğu için Anitta metninde yer almadığını öne sürmekteydiler. Fakat bu pek kabul edilebilir bir varsayım olamazdı. Çünkü Anitta, babasının da başarılarını belirttiği gibi, kendi sarayı bulunan bir kentten söz etmeyi ihmal etmemiş olmalıydı. Bazı araştırıcılar ise, soruna başka bir açıdan yaklaşmayı denediler. Onlar göre Kaniş ve Neşa, aynı yerin değişik biçimlerde yazılmış adlarıydı. Gerçekten de bu kentin asıl adı Kneşa ise, bunun, hece sistemi kullanan ve dolayısıyla sessiz harfleri tek tek belirtemeyen çiviyazısı ile ancak Ka-neşa olarak yazılabileceği açıktır.

Durum böyle olunca, günümüzdeki bazı modern Hint-Avrupa dil ailesine ait dillerdeki, örneğin İngilizce’de başta bulunan kn- sessizlerinden k-‘nın telaffuz edilmemesi (know, knee gibi) olayına benzer bir biçimde, Kneşa’nın Neşa olarak okunması ve zamanla yazıda da k- sessizinin düşerek, kent adının Neşa biçiminde kalması olasıdır. Eğer bu kuram doğru ise, metinde sözü geçen Neşa, Kaneş’ten başka bir yer değildir. Bu sorun Anitta hançeri olarak arkeoloji literatürüne geçen mızrak ucunun bulunduğu 1957 yılından, Boğazköy’de 1970 yılında ortaya çıkarılan bir tabletin okunmasına değin, yeri geldikçe tartışıldı. Söz konusu bu tablet, efsane türünde bir anlatımı içermektedir, fakat tarihsel olaylara da ışık tutabilecek ipuçlarına sahip olması bakımından ilginçtir: Kaneş kraliçesi bir yıl içinde 30 erkek çocuk doğurdu. “Ben ne biçim bir şey doğurdum!” dedi; kapları pislikle doldurdu, çocukları içine koyup, ırmağa bıraktı. Irmak onları Zalpuwa ülkesinde denize çıkarttı. Tanrılar çocukları denizden aldılar ve onları büyüttüler." Burada üzerinde durulacak bazı noktalara hemen değinmek gereklidir. Çocukların ırmağa atılması ve tanrılar tarafından büyütülmesi, Ön Asya’da pek sevilen bir motiftir. Akadlı Sargon ve Hz. Musa ile ilgili bu tür efsaneler vardır. Genellikle toplumsal köken bakımından geldikleri yüksek yere uygun görülmeyen, yani soylu sınıftan olmayan yönetici ve önderlerle ilgili bu tür efsaneler uydurularak, esas soyları gizlenilmeye çalışılmakta ya da efsaneleşmiş kişiler tanrısal bir gücün koruyuculuğunda büyütülmüş gibi gösterilmektedir. Burada, Kaniş kraliçesinin çocuklarını attığı ırmak, Kültepe yakınında bir kolu bulunan Kızılırmak olsa gerekir. Kızılırmak ise, Bafra’da Karadeniz’e dökülür. Zalpuwa ya da aynı metinde biraz aşağıda Zalpa olarak görülen ülke, bu nedenle Kızılırmak ağzı yakınlarında bir yerde olmalıdır. Metin özetle şöyle sürmektedir: Aradan yıllar geçti. Kraliçe bu sefer de 30 kız çocuk doğurdu. Onları kendisi büyüttü. Bu sırada oğullar Neşa’ya doğru yola çıktılar. Tamarmara denilen yerde konakladılar. 'Şimdiye değin nereye gittikse, orada kadınlar yılda sadece bir çocuk doğurur, bizi ise anamız bir batında doğurmuş' dediler. Kentin insanları ise, 'bizim Kaniş kraliçemiz de bir kez, bir batında 30 kız doğurdu, yine öyle doğurduğu oğlanlar ise kayboldu' dediler. Oğlanlar bütün kalpleriyle 'daha ne arıyoruz, işte anamızı da bulduk, gelin Neşa’ya gidelim!' dediler. Neşa’ya vardıklarında anaları onları tanıyamadı ve kızlarını oğullarına verdi. İlk oğullar kız kardeşlerini tanımadılar ama sonuncu oğul dedi ki kız kardeşlerimizi almayalım, günah işlemeyelim. Görüldüğü gibi metinde Kaniş ve Neşa adları birbirinin yerine sık sık kullanılmaktadır. Bu belge yardımıyla, önce sadece bir varsayım olarak tartışması yapılan Kaniş=Neşa eşitliği, kesinlikle kanıtlanmış olmaktadır. Zalpa ya da Zalpuwa olarak geçen kentin yaklaşık yerine yukarıda değindik, arkeolojik veriler henüz yetersiz olduğu için, kesin bir şey söylenememekle beraber, buranın Bafra yakınındaki İkiztepe Höyüğü olabileceği düşünülmektedir. Eğer bu doğrulanırsa, metinde geçen üç önemli yerin nerede olduğu tümüyle belirlenmiş olacaktır. (Kaniş, Hattuşa, Zalpa). Bunların dışında Kuşşar’ın lokalizasyonunu saptamak olası değildir. Ancak, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın belgelerinden 2 tanesi de Alişar’da bulunduğuna göre, Kuşşar = Alişar eşitliği de akla yakın gelmektedir.

Gerek Anitta Metni’nin, gerekse yukarıda ana hatlarını verdiğimiz Zalpa Öyküsü olarak bilinen belgenin Hitit başkenti Hattuşa’da bulunması, Asur Koloni çağında kurulmuş yerel devletlerle büyük bir siyasal otorite halini almış Hitit Devleti arasındaki bağları açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağların sadece bu kadarla da kalmadığı, Hitit Devleti’nin ilk kralı kabul edebileceğimiz 1. Hattuşili’nin yine Boğazköy’de ele geçmiş, Akadça ve Hititçe olarak yazılmış 2 belgesinden anlaşılmaktadır. Bunlardan biri, kralın Kuşşar kentinde, hasta yatağında yazdırdığı ve kendisinden sonra Hitit tahtına oturacak veliahdı belirlediği, içinde tarihsel olayların da anlatıldığı, siyasal içerikli bir vasiyetnamedir. Metni özetlemeden önce hemen açıklamamız gereken nokta, Anitta’nın lanetlemesine karşın Hattuşa’nın Hititlerce yeniden iskan edilmesi ve bu belgeyi yazdıranın burayı devletin başkenti yaptığı için kendi adını da Hattuşalı anlamına gelen Hattuşili olarak değiştirmesidir. Asıl adının Labarna ya da Tabarna olduğu anlaşılan Hattuşili’nin vasiyetnamesini şöyle özetlemek olasıdır: Hattuşili bir tür soylular meclisi olan pankuş’un üyelerine, önce evlat edinerek veliaht edindiği ve iyiliği için her şeyi yaptığı (kendisi ile aynı adı taşıyan) Labarna adlı prensi, kötü davranışları nedeniyle şikayet etmektedir. Hattuşili’nin kız kardeşinin oğlu olan bu prens, annesi ve kardeşlerinin entrikalarına alet olmuştur. Prensle kralın arasındaki baba-oğul ilişkisi kesilince, oğlunun taht üzerindeki hakkının kalmadığını gören Hattuşili’nin kız kardeşi, bir sığır gibi böğürmeye ve yakarmaya başlar, ama bu da yarar getirmez. Kralın gözünde o da bir yılandır. Hattuşili, babasına sevgi göstermeyenin, uyruğuna karşı da sevgi göstermeyeceğini söyler. Prens öç almaya kalkarsa, ülkenin kargaşa içine düşebileceğini düşünerek, kralın barış içinde tuttuğu ülkesini başkalarının çökertmesine izin vermeyeceği vurgulanır ve Labarna, ılımlı bir biçimde “enterne” edilir. Evi, tarlası ve hayvanları olacaktır; hatta iyi davranışı görülürse kente dahi gelebilecektir. Ama kötülüğü görülürse, gözaltından kurtulamayacaktır. Kral, şimdi Murşili’yi veliaht ilan etmektedir. Murşili’nin yetiştirilmesine adamlar görevlendirilir; bunlar kralın gösterdiği biçimde davranacaklardır. Emirlere kesinlikle uyulacak, uymayan eskiden de olduğu gibi cezalandırılacaktır. Veliahdın aklını çelmek için başkaları ile ilgili suçlamalarda bulunmak ve bazı kent yaşlılarının devlet işlerine karışmaları yasaklanmıştır. Böyle davranışların iyi sonuçlar getirmediğine, Hattuşili’nin bir başka oğlu olan Huzziya örnektir; bir zamanlar o da, yöneticisi bulunduğu Tappaşanda kenti yaşlılarının kışkırtması ile babasına başkaldırmış ve bu nedenle görevinden alınmıştı. Bu isyan ülkede kargaşalıklar yaratmış, bu arada kralın kızlarından biri de kendi oğlunu tahta varis yapmak için entrikalara girişmişti. Bu isyan da bastırılmış, prenses de enterne edilmişti. Ülkenin büyükleri de düzenli yaşamalıdır, yoksa ülke karışır. Hattuşili’nin büyükbabası (adı verilmemekle beraber Puşarruma olabileceği, aşağıda değineceğimiz kurban listelerine dayanılarak ileri sürülmektedir), yine Labarna adlı bir prensi veliaht ilan etmişse de, ileri gelenler Papahdilmah’ı tahta çıkarmışlar ve ülke kötü durumlara düşmüştü. Kralın vasiyeti tutulmalı ve her ay Murşili’ye okunarak, iyice belletilmelidir. Tanrılara saygılı olunmalı, günah işlemekten kaçınılmalı, gereğinde pankuşun fikrine başvurulmalıdır. Hattuşili’nin vasiyetnamesi, karısı Haştayar’a hitaben şu sözlerle sona ermektedir: Cesedimi geleneklere uygun biçimde yıka; beni kollarına al ve kollarında toprağa ver!

Hattuşili’nin diğer belgesi, daha çok askeri icraatının anlatıldığı, yine çift-dilli olarak kaleme alınmış ve 1957 yılında Boğazköy kazılarında ortaya çıkarılmış bir tablettir. Bu belgenin başlangıç bölümünde Hattuşili kendisini şöyle tanıtmaktadır: Hattuşili, büyük Kral, Hattuşa kralı, Kuşşarlı adam. Bu sözler Kuşşar kralı Anitta ile Hitit kral ailesinin bağlantısını, artık kuşkuya hiç yer bırakmayacak şekilde gözler önüne sermektedir. Ne yazık ki eldeki belgeler, Anitta ile Hattuşili arasında geçen dönemde neler olup bittiğini bize daha açık anlatacak kadar fazla değildir. Ancak, Hattuşili’nin ilk metninde sözü edilen tarihsel geriye bakışlar, devletin ilk kuruluş yıllarında tahta geçmiş kişileri ve oluşan karışıklıkları, tam kronolojik bir sıra içinde olmasa da, belirtmektedir. Hitit dinsel inançlarına göre, öldükten sonra tanrı olan krallar için yapılacak kurbanları düzenleyen kurban listeleri olarak nitelediğimiz belgeler de bu konuda fazla yardımcı olmamaktadır. Bunlarda Hattuşili’ye değin Kantuzili, Tuthaliya, Puşarruma ve Pawahtelmah ile yukarıdaki belgede geçen Papahdilmah aynı olduğuna göre, Kuşşar soylu Hitit kralı sülalesini gerilere doğru götürmek ve yaklaşık olarak İÖ 1650-1620 arasına tarihlenen 1. Hattuşili ile Anitta (yak. İÖ 1750) arasındaki boşluğu kısmen doldurmak olası görülmektedir. Böylece, Anadolu’ya sonradan göç eden Hint-Avrupalı Hititlerin hangi aşamalardan geçtikten sonra bir sülale kurdukları ve yerel krallıkları yavaş yavaş kendilerine bağlayarak merkezi otoriteyi güçlendirdikleri, yazılı belgelerden sağlanan bilgilerin mozaik taşları gibi yan yana getirilmesiyle, ana çizgileriyle de olsa, gözler önüne serilmektedir.


Alıntıdır.


Mardin

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak