17 Nisan 2022 Pazar

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 3

 



ABZAR İYASE


Kazan Tatarlarının inançlarına göre ahırlarda, evin avlusunda veya bahçesinde yaşadığına inanılan bir ruhtur. En çok "Ev Sahibi" adıyla anılan ruhla karşılaştırmıştır. Batıl inanca göre, insanların gözüne ancak uzaktan uzağa, insan kılığında veya değişik hayvan şekillerine bürünerek görünebilir. Ev hayvanlarından bazılarını sever. Örneğin, atın kuyruğunu örmek onun sevdiği işlerden biridir. Ancak sevmediği ev hayvanları da vardır. İnsanlar bu hayvanların Abzar İyase tarafından öldürüleceğini düşündükleri için onları hemen satmayı tercih ederler.


ADAGAN  (DAĞ TANRlSI)


Türk ve Altay Mitolojilerinde dağ tanrısı. Atagan Han veya Adahan Han olarak da bilinir. Dağları ve üzerinde yaşayan varlıkları korur. Özellikle dağlardaki at ve sığır sürülerinin koruyuculuğunu yapar. Buralardaki canlılara zarar verenlere çok kızar. Eski biçiminin Pataghan olduğunu ileri süren görüşler vardır. Koruduğu varlıkları kıskandığı söylenir.



ADAMCIL KURT


İnanışa göre geceleri kurt derisine giren kadın. Türklerin şeytan inançlarında bu varlığın adına bazen "Kurt Kadın': bazen de "Adamcıl" denilir. "Bizden iyiler" adıyla bilinen varlıklardan olduklarına inanılır. Kadınların kurt olmalarının sebebi, güya geceleyin başı açık dışarı çıkmalarıdır. Onlar gündüzleri gelip kendi işlerini görürler, geceleriyse gidip insan yerler. Onların kurt elbisesi bulunup tandıra atılarak yakılır. Elbisesinin kokusunu alan kadın bağırır ve sonra rahatlar.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


16 Nisan 2022 Cumartesi

Mardin

 


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 3

 



Aydınlanma


Önce meşale, sonra yağ lambası vardı. Eski Yunanca ve Latincede aynı olan lamba sözcüğü Avrupa ve Yakın Doğu’da ortaktır. Kükürtlü zeytinyağı yakılır, fitil üstüpü ve papirüsten yapılırdı. 7. yüzyıldan sonra kandiller yaygınlaştı (Eski Türkçesi yula, Farsça ve Osmanlıcası çirağ). Etrüsk döneminden beri bilinen kandil Latince candela, candere (parlamak, aydınlık olmak), Sanskritçe cand (parlamak) kökünden gelir. Kandilde balmumu, hayvan yağı mumlar yakılırdı. Bizans döneminden itibaren mumhaneler çoğaldı ve evlerde de kandil kullanımı arttı. Orta Asya’da avus, ovuş, Anadolu halk ağızlarında balavuz olarak bilinen mum ve beliklik, kebez olarak bilinen fitilli pamuk daha çok halk tarafından kullanılırken, kandiller camilerde ve kamu yapılarında kullanımdaydı. Cam şişelerle kullanılan kandillerin çok kollu ve zincirle asılanlarına Farsça —asılan anlamında—avize denmişti. Pirinç, gümüş, bronz, tombak kandiller zenginlerin lüksünü yansıtıyordu.

1700’lere kadar kandillerde donyağı, balmumu kullanılırdı. İspermeçet mumu kokusu az ve ışığı parlak olmakla birlikte fabrika üretimiydi ve yaygınlaşmasının önündeki bir engel de eti haram hayvan yağı var diye mutaassıpların gösterdiği direnişti. Tanzimat’tan sonra sokakların aydınlatılması medeniyetin gereği sayıldı ve dükkânların kandil asmaları istendi. Konaklar kandil asmaya mecbur tutuldu, esnaf ve mahalle halkının fener asmaları istenerek fenerlerin tek tip olması için zaptiye aracılığıyla örnekler gönderildi.


Petrolün 1850’lerden itibaren Amerika ve Avrupa’da kullanımı yaygınlaştı ve aydınlanmada yeni bir evreye girildi. Osmanlı Devleti de Avrupa’dan sonra Romanya ve Rusya’dan ithal gazyağı ile Tanzimat’tan itibaren başlattığı şehir ve sokak aydınlanmasında yeni teknolojiden yararlanmaya başladı.

 

Gaz Lambası


Cam, metal, porselen, fayans hazneleri, bazılarının içine konulduğu lambalıkları ve saydam veya buzlu cam karpuzları, aynaları bulunur. Fitillerine göre tek, çift, yuvarlak fitilli, büyüklüklerine göre 14, 7 ve evlerde en çok kullanılanı olan 5 numara diye adlandırılan ayrıca asma ve köşe lambası cinsleri bulunan gaz (idare) lambaları, elektrik kesintileri nedeniyle işlevlerini hiç yitirmediler.

Tabii, Tanpınar’ın seyyar lamba satıcıları artık yok: “Bu satıcıların içinde benim en çok hoşlandığım lambacı idi. Her gün, ikindiden sonra, sırtında çok havaleli bir sepetle geçerdi. Garip bir seslenişi vardı. ‘Lamba’ kelimesini ilk hecesinin üzerine basarak bir balon gibi ağzında şişirdikten sonra, ‘ci’ ekini kendini bir hamlede ortadan silmek ister gibi yutar, şişeleri, ‘i’nin üzerine iyice basarak parlatır ve ‘ler’i sanki dünyanın bütün camdan eşyasını ağzında toz haline getirmiş gibi uzun uzun dört yana üflerdi. Bu camcı, mahallemizin aydınlık satan adamıydı. Yaz gecelerinde etrafında pervaneler uçuşan, kış gecelerinde altında masal dinlediğim, kitap okuduğum lambaları; merdiven başında, sofalarda, taşlıklarda evin bütün yalnızlığını bekleyen, el ayak kesilir kesilmez tahta gıcırtılarını dinleyen idare lambalarını ondan alırdık,” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 1946).


1958’de Paşabahçe, 11 milyon adet Tekel şişesi, 9 milyon adet piyasa için şişe, 7 milyon adet züccaciye eşyası üretirken, 5 milyon adet de lamba ve fener şişesi üretiyordu.


Kömür gazını bulan Belçikalı Jan Baptista van Helmont metalleri altına çevirmeye çalışan bir simyacıydı. Onun çalışmalarını geliştiren, hatta gazlı lamba modeli de üreten Fransız kimyacı Antoıne Lavoisier Fransız Devrimi sırasında giyotinde can verince, tasarılarını uygulamaya koyamadı. Lambada gelişmeyi sağlayan 1775’te yassı fitili ayrı ayrı bulan Leger ve Alstroemer ile, 1783’te boru şekilli fitille çift hava akımlı lambaları ve ‘şişe’yi bulan Argand oldu. Argand’la gaz lambası büyük ilerleme kaydetti ve lamba üretimi yeni bir aşamaya girdi. Flava gazının aydınlatılmada kullanılması William Mudock’un başarılı çalışma ve gayretleriyle benimsendi. 1792’de kendi evini ve bürosunu aydınlatan Murdock, 1802’de havagazıyla bir ‘donanma gecesi’ düzenledi, ancak bu gösteri yetkilileri ikna etmekten çok ürküttü. 1806 yılbaşı gecesinde Manchester iplik fabrikasını aydınlattıktan sonra da sokakları aydınlatma teklifi kabul edilmeyen Murdock ancak sermaye çevrelerini ikna ettikten sonra 1812’de Londra’da ilk gaz şirketi kuruldu ve 1813’te Westminster Köprüsü’nün aydınlatılmasına başlanarak havagazı sistemi kabul görmeye başladı. Alman Robert von Bunsen’in gazı havayla karıştırarak saflaştırması yeni teknolojinin yayılmasına hizmet etti. 1860’larda sokaklar ve evler gazla aydınlatılmaya başlanmıştı.


Gazın inceltilmesi, nebati yağı köylerde de saf dışı bırakacak yaygınlığı kazanmasından sonra 1850’lerde benzin çakmak ve lambalarda kullanılır hale getirildi. Karbüratörde buharlaştırılan benzinin akkor gömleğiyle kullanılması (1895) lüks lambasını getirdi.


Türkiye’de ilk havagazı Dolmabahçe Sarayı’nda kullanıldı ve bunun için Dolmabahçe Gazhanesi yapıldı. Bu gazhaneyi İngilizler geniş ızgaralar yerleştirerek, yalnızca İngiliz kömürü kullanılabilecek tarzda yapmışlardı. İkincisi Kuzguncuk’ta kuruldu. Saraylar 1853’te, üretim fazlasıyla Grand Rue de Pera 1856’da aydınlatıldı, 1870’lerden itibaren belediyeler aydınlatmayla görevlendirildi. 1880’lerde belediyelere bağlı gazhaneler yaygınlaşmış ve artan, tüketimle oluşturdukları tehlike göz önüne alınarak şehir dışlarına taşınmaya başlanmıştı. İstanbul sokaklarının havagazı lambalarıyla aydınlatılması için 1891’de Fransız Charles George’un kurduğu Kadıköy Gaz Şirketine elli yıl için imtiyaz verildi.

1960’lara gelindiğinde akaryakıt ihtiyacını karşılamak üzere bütün büyük şehirlerde ve belediye bulunan kasabalarda gazhaneler kurulmuş durumdaydı. Havagazı fabrikaları ise İstanbul, Ankara ve İzmir’de vardı.


1944 -45'te köy monografilerinin öncü çalışmalarından birini yapan İbrahim Yasa’nın Hasanoğlan incelemesi, eşitsiz gelişimi çok açık yansıtmaktadır. İdare lambası şöyle anlatılmaktadır:


“Eskiden babam Ankara’da idare lambasını görmüş, amcama şöyle anlatmış: Ağa, yeni bir ışık çıkmış, şuraya koyuver, sabaha kadar kendi kendine yanıyor.’


Köylüler bu ışığı merak etmişler. Köy odalarından birine bir idare lambası almışlar. Yatsıya kadar ışığında oturmuşlar. Namaz vakti gelince herkes abdestini almış. Namaza duracakları sırada, bu gavur icadıdır diyerek idareyi söndürmüşler; namazlarını karanlıkta kılmışlar.


Tren yolundan önce [1892] köylülerin çoğu idare lambasını kullanmazdı. Zengin olanlar mum yakar, fakirler de dağlardan çıra getirirdi.”



Elektrik


Elektrik Abdülhamid’in korkusu nedeniyle, İstanbul’a diğer Osmanlı şehirlerinden daha sonra girebildi. Yıldız Sarayı özel jeneratörle aydınlanırken, sokaklar havagazıyla yetinecekti.


Edison’un 1879’da ampulünün (Fransızca ampoule) patentini almasından sonra elektrik satan şirketler kurulmaya başlandı. 1882 Aralık’ında Manhattan’da 203 müşteri elektrikle aydınlanıyordu. Ancak elektriğin yaygınlaşması o kadar hızlı olmadı. Yedi yıl sonra müşteri sayısı ancak 710’a çıkmıştı.


II. Meşrutiyetken sonra Macar-Belçika ortaklığı olan Osmanlı Anonim Elektrik Şirketi’ne tanınan imtiyazla şirket 1914 yılında hizmete başladı. 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde yalnız İstanbul, Tarsus, Adapazarı’nda elektrik vardı. Elektrik üretim ve dağıtımı yabancı ortaklıklar tarafından kurulmuş şirketlere tanınmış imtiyazlarla gerçekleşiyordu. 1924’de Ankara, 1925’te İzmir, Adana, Mersin, Trabzon, Artvin, İnebolu, Akşehir, 1926’da Malatya, Sivas, Bursa, İzmit, Konya, Aksaray, Ayvalık, Kütahya’ya elektrik geldi. 1930 Belediye Kanunu’nun şehrin aydınlatılması görevini belediyelere vermesinden sonra 1938’de İstanbul, 1939’da Ankara, Adana, Bursa, Mersin, Gaziantep, Edirne, Tekirdağ,  1943’te İzmir’de elektrik üretimi imtiyazlı şirketlerden satın alınarak belediyelere devredildi. 1963’te köylerin yalnızca % 0,5’inde elektrik mevcuttu, 1988’de % 99,2’si elektriğe kavuşarak aydınlanma ile birlikte yeni teknolojilerin kırsal kesime girme olanağı doğmuş oldu.


İlk yerli ampul üretimi 1948’de General Elektrik Türk Anonim Ortaklığı için verilen izinle başladı. Renksiz, kokusuz, tatsız bir gaz olan neon 1898’de iki İngiliz kimyager, William Ramsay ve Morris Travers tarafından bulundu ve Yunanca yeni anlamında neon adı verilen bu gazı 1909’da Paris’te Grand Palace’ı aydınlatmada kullanan Fransız kimyager Georges Claude oldu. Neonlu reklam levhası ilk kez Paris’te Boulevard Mont-martre’de 1912’de göründü. Bundan sonra neonlu lambalarla her türlü rengin üretilebileceği kısa sürede anlaşıldı.


Floresanın tarihi 1859’da Fransız fizikçi Antoine-Henn Becquerrel’in uranyumun radyoaktif olmasını bulmasıyla başlıyor. Becquerrel fosforu denedi, daha sonra birçok kimyager denemeler yaptılar ve Ramsay’la Travers’in neonu buluşları da bu denemeler sırasında oldu. İlk kullanılabilir floresan lamba General Electric adına Dr. Arthur Compton tarafından 1934’de yapıldı. Daha ucuz olan floresan, soğuk ışığıyla işyerlerinin, banyo, tuvaletin ışığı oldu.


Kristal avizelerden abajura (Fransızca abat-jour), aplik (Fransızca appliyue) ve çocuk odaları için üretilen her tür gece lambalarına kadar çeşit çeşit lambayla dolu avizeci dükkânları, savurgan 1960-70’li yıllarda kendilerine Fransa yansıması Osmanlı konaklarını örnek almaya çalışan şehirli orta sınıfların salonlarına hizmet ediyordu. 1990’lı yılların ‘stüdyo’ tarzı genç evlerinde ise halojen ampullerle yerden aydınlatma moda oldu.



Fener


1960’lı yıllarda bakkallarda 23 Nisan süslemeleri için kâğıt fener de satılırdı ama fazla rağbet görmezdi. Osmanlılar zamanında ise, daha sokaklar aydınlatılmaya başlanmadan önce, fenersiz sokağa çıkmak yasaktı. Zenginliğe göre muşambadan (veya işkembe) ve camlı olanı vardı, muşamba fenerin üstünlüğü de kapanmasıydı ama ekabirin önünde fenerleri uşakları taşırdı. Büyüklüklerine göre vüzera, çelebi, imam, cep, davulcu, tulumbacı, balıkçı feneri gibi adlar alırlardı.


Fener olmadan sokağa çıkıldı mı, yerine göre yeniçerisi bostancısı adamı tutardı. IV. Murad fenersiz sokağa çıkanları “bilâ aman katlettiğinden”, on yılda binden fazla “erazil makulesi [reziller türünden olanları  katledilmiş” diye tarihlerde yazar. Zaten yatsıdan sonra sokakta kalmak için mazeret gereken bu yıllarda hava karardıktan sonra dışarısının kalabalığının devam ettiği, hatta canlandığı tek zaman Ramazandı. Çocukların eğlencesi de, yaşlı, saf veya şaka kaldırır cinsinden birini gördüler mi fenerini kapıp kaçmaktı. Görülen tepkiye göre parola verilir, köşe bucak saklanılır, gizlenilen yerden çıkılmayıp fenersiz kalan koca adamın seyrine bakılırdı. Ondan sonra çete, “Bakkalda üzüm/ Fenerde gözüm/ Bakkalda kursak/ Feneri vursak” tekerlemesini söyleyerek sokaklarda koştururdu.


Elektrik gelmemiş köylerde pilli fenere doğrudan ‘elektrik’ denirdi.


Sonra bir zaman evlere Japon feneri asmak moda oldu.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Moğol İmparatorluğu

 Moğollar Orta Asya kökenli bir göçebe topluluğuydu. Diğer Türki gruplarla birlikte Asya, Pers ülkesi ve Güney Rusya'yı kasıp kavurdular. Bu sürecin sonunda ise dünyanın en büyük imparatorluklarından birisini kurdular. Moğolların getirdiği yıkım ve hayatlarını kaybetmelerine neden oldukları milyonlar ancak veba salgını ve 20. yüzyıldaki dünya savaşları ile karşılaştırılabilir.

Moğollar yüzlerce yıl  boyunca çin için  bir  tehdit  olmuşlardı. Ancak adı " evrensel yönetici" anlamına gelen Cengiz Han döneminde birleşip, 1215 yılında bugün Pekin olarak bilinen Zhongdu'yu ele geçirebilecek kadar güç toplamışlardı. 130.000 kişilik güçlü bir orduya kumanda eden Cengiz Han ve halefleri daha sonra batıya yöneldiler. Pers ülkesi, Ermenistan, Kuzey Hindistan, Avrupa Rusya'sı ve kısa bir dönem için Doğu Avrupa'yı (Polonya ve Macaristan dahil) fethettiler. At sırtında savaşıyor, mutlak vahşet ve teknolojinin bir karışımından oluşan savaş  stratejileri  ile  girdikleri tüm muharebelerden zaferle çıkıyorlardı (Savaşlarda barutu ilk onlar kullandı.  Bunu  çinlilerden  öğrenmiş  ve   Avrupalılara   karşı kullanmışlardı). Gaddarlıklarının özellikle Pers, Afganistan ve Hindistan'da soykırım seviyesine ulaştığı düşünülmektedir. Buralardaki pek çok şehirde halk topyekün ortadan kaldırılmıştır. Moğollar Mezopotamya'da hayati önem taşıyan sulama sistemini de yok etmişler, verimli ve zengin bölgelerin çöle  dönmesine  neden olmuşlardır (Bu bölgeler günümüzde halen bu durumdadır).

1227 yılında Cengiz Han'ın ölümünün ardından yayılmaya devam eden Moğol imparatorluğu Cengiz'in oğulları ve torunları arasında paylaşıldı. Torunlarından biri olan Kubilay 1279 yılında Song Hanedanlığı'nı bozguna uğratarak, çin'in Moğol Hanedanlığı'ndan gelen ilk imparatoru oldu. ipek Yolu'nun kontrolü Moğolların eline geçmişti. Doğu ve Batı arasındaki ticaret gelişti. Kubilay yabancı tüccarları çin'de ağırladı. Bunların arasında daha sonra Doğu Medeniyeti ile ilgili hikayeleriyle Avrupalıları hayrete düşürecek ve ün kazanacak olan Venedikli Marco Polo da bulunmaktadır.

Kimi tarihçiler 30 milyon civarında insanın Moğolların elinde öldüklerine inanmaktadır. Bu dönemde    çin'in nüfusu yarı yarıya düşmüştür.  iran platosu, nüfusunun dörtte üçünü kaybetmiştir.  Neyse ki  bu  imparatorluk  kısa  ömürlü   olmuştur.   Kendi   aralarında sürtüşmeye  başlamışlar ve başarılı bir yönetim sergileyememişlerdir. Başlayan isyanlar çözülmeye neden olmuştur. 1368 yılında Ming güçleri Moğolları çin'den çıkarınca, geniş Moğol  imparatorluğu toprakları büyük ölçüde parçalanmıştır.


Alıntıdır. 


15 Nisan 2022 Cuma

Kuzey Avrupa Söylenceleri - 8

 IV. Bölüm


(Sigurd Brunhild'i uyandırır ve ona âşık olur.)


Sigurd Brunhild'i ararken ünü Kuzey ülkelerinde kış rüzgârlarının hızıyla yayıldı. Sigurd, gücüyle bütün erkekleri geride bırakmıştı. Her davranışında öyle bir kendine güven vardı ki, onu gören herkes kılıcı tutuştaki, mızrağı fırlatıştaki, yayı çekip oku hedefe atıştaki olağanüstü ustalığını hissedebiliyordu. Üzerinde kırmızı ve kahverengi bir ejderha görüntüsü olan altın ışıltılı bir kalkan taşıyordu. Zırhı ve silahları tamamen altındandı ve aynı ejderha resmi miğferini, eğerini ve zırhını süslüyordu. Korkunç ejderha Fafnir'i öldürenin o olduğu ortadaydı.


Dahası, Sigurd sıradan insanlarınkinin ötesinde bir bilgeliğin sahibiydi. Kuşların dilini anlayabildiği için onu şaşkınlığa düşüren bir olay yoktu, öyle mantıklı ve inançla konuşuyordu ki, hemen herkesi kendi görüşünün doğruluğuna ikna edebilirdi.


Zorlu serüvenlerin peşinde koşmaktan büyük zevk alıyor, çünkü sıradan halka yardımcı olmayı çok seviyordu. Zenginliği düşmanlarından alıp dostlarına dağıtmasıyla ünlüydü. Güçlü olduğu kadar da nazikti. Cesareti onu hiç yanıltmadı ve hiçbir şeyden de korktuğu yoktu.


Sigurd atını güneye, Frankların ülkesine sürdü. Birdenbire önünde, bir tepenin üzerinden gelen büyük bir ışık gördü. Yaklaştığında ışığın kaynağının, alevleri göklere yükselen kocaman


bir ateş olduğunu gördü. Işık çemberinin ortasında, çevresinde ışıltılı kalkanlar asılı olan bir şato duruyordu. En üstteki çatısında bir sancak asılıydı.


Korku nedir bilmeyen Sigurd, Grani'yi ateş çemberine doğru sürdü. Işıltılı Salon, altın miğfer ve altın zırh kuşanmış tek bir kişi dışında tamamen terk edilmiş görünüyordu. Görünüşe bakılırsa o da ölüydü.


Sigurd miğferi çıkarttı. Şaşkınlıkla, savaş giysisinin içerisinde bir kız olduğunu keşfetti. Bu sırada genç kızın yüzü yaşam gücüyle kızarınca Sigurd onu uyandırmaya karar verdi. Genç kızı hafifçe sarstı, ancak o hâlâ derin uykudaydı. Sonra elinde bir diken olduğunu fark etti ve onu çıkardı.


Genç kızın gözleri açıldı. Sigurd'u, başındaki Dehşet Miğferi'nden hiç korkmaksızın şöyle bir süzdü. Karşısındaki adam güzel yüzlüydü ve boyu posu da yerindeydi. Gözleri öyle deliciydi ki, pek az kimse onunla göz göze gelmekten rahatsızlık duymazdı. Altın kızılı bukleli saçlarının döküldüğü, güçlü çizgili, çıkık kemikli yüzünü kısa ve kalın bir sakal çevreliyordu. Omuzları iki adamın omuzları genişliğindeydi. Öyle uzun boyluydu ki, yedi kılıç uzunluğunda olan kılıcı Gram'ı beline takabiliyordu.


"Kimsin?" diye sordu genç kız. "Kim beni uzun uykumdan uyandırdı? Sen Volsung Sigmundun oğlu Sigurd olmalısın, çünkü başında Hreidmar'ın dehşet miğferini, elinde de Fafnir' in felaketini taşıyorsun."


"Gerçekten de benim" dedi Sigurd şaşırarak, "Duydum ki sen güçlü bir kralın kızıymışsın ve güzel olduğun kadar da akıllıymışsın."


Brunhild yanıtladı: "Odin'in emriyle süresiz bir zaman boyunca, uyku dikeninin büyüsünden kurtulamadan uyudum. Ben Odin'in, yazgısı sonsuza kadar yaşamak olan savaşçı bakirelerinden biriydim, yani bir Valkyri'ydim. Savaş alanına iner, Odin'in seçtiği savaşçılara ölüm getirir ve ölü kahramanı alıp Asgard'daki Valhalla salonuna götürürdüm. Orada diğer kahramanlara katılarak, dünyayı sona erdirecek olan büyük savaşta devlere karşı tanrılara yardım edecekleri Ragnarok'u beklerlerdi. Son savaşımda" diye devam etti Brunhild, "iki büyük kral birbirleriyle dövüşüyorlardı. Yaşlı olanı, savaşçıların en büyüğü olduğundan Odin, zaferi ona vermemi buyurmuştu. Ancak ben onu yakmaya ve onun yerine daha genç olan kralın yaşamasına karar verdim. Odin'in öfkesi amansızdı."


"Emirlerime karşı geldiğin için" dedi bana, "bir daha asla bir Valkyri olmana izin vermeyeceğim. Bunun yerine bir ölümlüyle evlenerek sıradan bir ömür yaşamak zorundasın."


"Eğer evlenmek zorundaysam" dedim, "Yemin ederim ki ancak yüreğine asla korku girmesine izin vermeyen bir adamla evlenirim."


"Kabul ediyorum" dedi Odin. "Seni Hindfell'deki Işıltılı Salon'da uyku dikeniyle uyutacağım ve uzun derin bir uykuya dalacaksın. Şatonun duvarlarında seni korumak için bir ateş çemberi olacak."


"Ve ekledi: 'Volsung Sigmund'un oğlu büyük kahraman Sigurd seni kurtarana dek rahatsız edilmeden uyuyacaksın. Bütün ölümlüler içinde istediğin cesarete bir tek o sahiptir. Senin dans eden alevlerinin içinden, benim atım Sleipnir'in soyundan gelen atı Crani'nin üstünde geçecek. Andvari'nin hâzinesini taşıyor olacak. Çünkü yeryüzündeki bütün insanlar içinde bir tek o, korkunç ejderha Fafnir'i ve kardeşi demir ustasını öldürebilecek yüreğe sahip olacak."


"Gerçekten de her şey Odin'in bana açıkladığı gibi oldu" diye sözlerini bitirdi Brunhild. "Beni uyandırdığın ana kadar hep uyudum!"


"Bana hangi bilgileri öğretebilirsin" diye sordu Sigurd. "Tanrılara ait bir bilgeliğin sahibisin."

"Beraber içelim" dedi Brunhild. "Birana yaşam hakkında bilgiler karıştıracağım. Sana kılıcınla ilgili savaş bilgileri, geminle ilgili deniz bilgileri, savaş yaraları için tedavi bilgileri ve basit, iyi yürekli halka yardım etme bilgileri vereceğim."

"Sana dikkatlice konuşmanı ve her zaman sözünü tutmanı Öğütlerim. Ailene ve arkadaşlarına, seni incittikleri zaman bile nazik ol ki sonsuz övgüler kazanasın. Çevreni saran kötülüklere karşı uyanık ol ve onlar sana zarar vermeden kendini onlardan uzaklaştır. Dostlarının entrikalarına karşı tetikte ol ki, karının akrabalarından biri senden nefret edip intikam almaya kalkışırsa bilebilesin. Ne kadar genç olursa olsun, asla öldürdüğün birinin yakın akrabasına güvenme. Ne de olsa kurtun eniği bile kurttur."


"Bu bilgilerle, tanrılar yaşamını sona erdirinceye dek rahat yaşayabilirsin" diye bağladı Brunhild. "Bilgeliğim sana başarı ve ün getirsin. Söylediklerimi hiç aklından çıkartma.''


Sigurd, Brunhild'e sarıldı ve onu öptü. "Bugüne dek yaşamış olan en güzel kızsın ve kuşkusuz tüm kadınların en bilgesisin" diye haykırdı. "Yemin ediyorum ki seni karım olarak alacağım, çünkü kalbimdeki yerin çok büyüktür."


"Öyleyse Volsung Sigmund'un oğlu Sigurd, ben de tüm ölümlüler arasından seni seçiyorum" diye haykırdı Brunhild. "Ben senin olacağım, sen de benim olacaksın!"

Aşkının bir simgesi olarak Sigurd Brunhild'e Andvari'nin altın yüzüğünü verdi. "Yaşadığım sürece aşkını kalbimde yaşatacağım" diye söz verdi.


Brunhild Sigurd'un parmağına taktığı yüzüğe baktı ve yanıtladı; "Yazgımız gereği birlikte yaşayamayacağız Sigurd. Ben bir kalkan bakiresiyim, savaş zamanı kralların yaptığı gibi miğfer takar, savaşta dövüşürüm. Ben savaş alanının tadını çıkarırken, sen kral Giuki'nin kızı Gudrun'la evleneceksin."


"Kralın birinin kızına gönlümü kaptırıvereceğime inanıyor olamazsın!" diye bağırdı Sigurd. "Kalbimin tek sahibisin ve tanrılar adına yemin ediyorum ya sen karım olacaksın ya da hiç karım olmayacak!"


Böylece Sigurd ve Brunhild, sadakatle seveceklerine dair birbirlerine söz verdiler ve Sigurd yoluna devam etti.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Mardin

 


HİTİTLERDE DİN

 Anadolu'daki ayrı kent toplumlarının Hattuşa krallarının dehasıyla nasıl yavaş yavaş birbirlerine kaynaşarak bir tür birlik haline getirildiklerini, ama yine de yerel konseylerini ve pek çok yerel haklarını sonuna kadar koruduklarını görmüştük. Her bir küçük toplum din konusunda da bağımsızlığını sürdürmüş görünmektedir, çünkü Hattuşa'daki merkezi otorite daha çok sivil ve askeri meselelerle ilgilenmekteydi. Yerel tapınaklar ve kültleri bozulmadan korundu. Kralların politikasının bunların önemini küçümsemek yerine kuvvetlendirmek şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. Krallar aynı zamanda, ülkenin en yüksek ruhani liderlik vasfını üstlerinde taşımaktaydılar. Taşıdığı vasfın gereği olarak kral, zamanı geldiğinde en önemli kült merkezlerini ziyaret ettiği ve önemli festivallere katıldığı yıllık "resmi gezileri" yerine getirirdi. Tapınakların bakım ve onarımı yerel kumandanların ve eyalet hükümetlerinin başlıca görevlerinden biriydi. Tapınaklar, krallığın artan zenginliğinden ve istikrarından büyük ölçüde yararlanmış olmalılar.

Yönetimin merkezileşmesi belli bir sentezi kaçınılmaz hale getirdi. Devletin üst düzey faaliyetlerinin ülkenin tanrı ve tanrıçalarının kutsal garantisi altına alınması gerekiyordu. Bu yüzden Hititli kâtipler antlaşmaların ve fermanların ilahi onayının sağlanması için yerel tanrıların hepsinin isim listelerini çıkarıyorlardı. Bir uyum sağlamak için benzer tanrılar gruplandırılıyor veya eşitlendiriliyor ve düzgün bir panteon geliştirmek için çaba gösteriliyordu. Aynı zamanda devlet ve kraliyet başkentte ayrıntılı bir ritüelle tapınılan bir grup büyük ulusal tanrıların koruması altına alınıyordu.

Boğazköy'den elde edilen tabletler arasında bu devlet kültünü belgeleyen bol miktarda kayıt bulunmuştur. Bu kültlerin dayandığı dini görüşler, kraliyet ailesinin birçok üyesinin dualarında ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, rahipler ve tapınak hizmetkârlarının görevlerini ayrıntılı bir şeklide belirten, onlara hitaben yazılmış ayrıntılı talimatnameler bulunmuştur. Bu talimatnamelerde, bahsi geçen tanrıların karakterlerinin canlı bir biçimde yansıtıldığı mitolojik hikâyeler ve şiirler vardır, fakat bunların büyük bir kısmı devletin dininin bilinen tanrıları değildir ya da eğer aynı tanrılarsa, farklı metinlerde çizilen rolleri arasında tuhaf uyumsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden, bu mitlerin yerel kültlerden çıkarıldığı düşünülebilir, ama orijinlerinin neresi olduğu nadiren belirtilmiştir. Pek çok popüler yerel tanrıların ve kült merkezlerinin yanı sıra isimleri hakkında da pek fazla bir şey bilmiyoruz.

Bu noktada bazı kaya anıtlar faydalı olmaktadır. Tabletlerin aksine kaya anıtlar ülkenin çeşitli yerlerinde yaygın olarak bulunmakta ve bu sayede de yerel kültler için dolaysız bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Tabletler bize sadece tanrıların ve kült merkezlerinin isimlerini vermekteyken, kaya anıtlar belli bölgelerle ilgili tanrısal tiplerin portresini çizmektedir. Tanrılar genellikle; (a) sağ elinde bir silah veya başka bir araç tutmasıyla, (b) sol elinde bir sembol taşımasıyla, (c) kanatları veya başkaca fazladan uzuvları olmasıyla ve (d) sıklıkla üzerinde durdukları kutsal bir hayvanla ayırt edilmektedirler. Büyük bir kısmına Hitit İmparatorluğu'nun son bulmasından sonra eklemeler yapılmış olmaları nedeniyle kaya anıtların ana dezavantajıdır, çünkü başkenttekiler kadar yerel kültlerin de büyük bir kısmı uyumlulaştırma eğilimlerinden etkilenmişti. Bu nedenle böylesi kaya anıtların dikkatli ele alınması gerekir. Bunların birkaçı kesin olarak imparatorluk dönemine aittir, ki en önemlisi Boğazköy'den yaklaşık 3 km. uzakta bulunan Yazılıkaya Anıtı'dır. Burada kayaların oluşturduğu doğal bir bölme vardır ve kayaların içe bakan yüzeylerine Hitit Krallığı'nın tanrı ve tanrıçaları yarım-kabartma biçiminde oyulmuş, iki koldan gelen ve bir kayanın içe bakan yüzünde birleşen iki tören alayında gösterilmişlerdir (Levha 12 ve 13). Yazılıkaya devlet dininin bir abidesidir. Tanrıların çoğu semboller taşımaktadır. İklim koşulları yüzünden kaya yıpranmış ve bunların tanınması oldukça güç hale gelmişse de, Hitit hiyeroglif yazısı hakkındaki bilgilerimizin son zamanlarda artması sayesinde IÖ 13. yüzyılda Hitit başkentinin teologlarının bir Hurri panteonunu benimsediklerine dair şaşırtıcı gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu gelişmenin doğası ve koşulları aşağıda tartışılmaktadır.

Yerel Kültler

Mezopotamya'nın sıcaktan kavrulan kızgın ovalarının aksine Anadolu bulutların ve fırtınaların ülkesi olduğu için Anadolu'daki Hititlerin karakteristik tanrısı Fırtına Tanrısıdır. Bu tanrı Hatti dilinde Taru, Hurri dilinde Teşup, Hitit dilinde ise Tarhu, Tarhuna ya da Tarhunt diye adlandırılıyordu. Bu tanrının çeşitli tiplerini gösteren birçok yerel anıt vardır ve metinlerde bu kültün çok sayıdaki kentle ilişkili olduğunu görüyoruz. Suriye sanatında bu tanrı çoğunlukla elinde tuttuğu bir balta ve sembolik bir yıldırımla tek başına ayakta durmaktadır; Anadolu'da ise, simgesel biçimde dağların tepelerinde boğaların çektiği ilkel bir arabayı sürerken gösterilmiştir. Boğa kutsal hayvanıdır ve kült sembolü olarak bir sunak üzerinde tek başına ayakta duruyor olabilir. Bir kullanımı Alacahöyük ortostatlarında örneklenmiştir. Jüpiter Dolichenus adı ile Roma Imparatorluğu'nda çok iyi bilinen, boğa üzerindeki Fırtına Tanrısı daha sonraki bir gelişme gibi görünmektedir.

Mitolojide Fırtına Tanrısı, Illuyankaş isimli ejderhayı yere serer biçimde gösterilir.

Fırtına Tanrısı'nın en ünlü tapınaklarına Toroslar bölgesi ve Kuzey Suriye ovasında rastlanmaktadır. Hitit İmparatorluğu'nun bu bölgesine Hurriler hakimdi. Bu nedenle, bu bölgenin her tarafında Hurrili Fırtına Tanrısı Teşup ile Tanrıça Hebat'ın kültü bilinmekteydi.

Hurri panteonunda Tanrıça Hebat veya Hepit, kocası Teşup ile eşit derecede öneme sahipti. Halep'te, kuzeydoğudaki Samuha'da, Kum-mani'de (muhtemelen Kappadocia'daki klasik Komana), Uda'da (klasik Hyde), Hurma ve Apzişna'da her ikisine birden tapındırdı. Tanrıça Hebat, sanatta bazen kutsal hayvanı olan aslan üzerinde, başkaca özel bir katkı olmaksızın anaç bir kadın gibi görülmektedir. Komana, Savaş Tanrıçası Ma-Bellona'nın kenti olmasına rağmen, Kummani'de Hepat en önde gelen tanrıçaydı. Fakat Hitit metinlerindeki Kummani tanrıçasının açık bir biçimde savaşçı özellikleri yoktu. Belki de bu vasfa, eşitlenmenin bir sonucu olarak sahip olmuştu.

Hurrili çevre içinde bu kutsal çiftin Şarruma isimli bir oğulları vardı. Sanattaki sembolü bir çift insan bacağı olan ve Yazılıkaya'da tanrıçaların geçiti sırasında annesi Hebat'ın hemen ardında ve ana tapınağın yanı başındaki küçük galeride Kral IV. Tudhaliya'yı kucağında taşır şekilde olmak üzere iki yerde görülen bu tanrı, kesin bir biçimde tanrısallıkla temsil edilmiştir (Levha 15). Metinlerde bu tanrıdan özellikle Uda ve Kummani ile ilişkili bir biçimde bahsedilmektedir.

Hurrili tanrılar arasında belirgin bir yeri olan diğer bir tanrıça ise Şauşka'ydı. Tanrıça Şauşka İştar ile bir tutulmuş ve metinlerde genellikle İştar olarak yer almıştır. Hurri tanrıçası İştar'a Samuha'da ve Toros bölgesindeki pek çok kentte tapınılmaktaydı. Kral III. Hattuşili bu tanrıçayı kendisinin hamisi olarak seçmişti ve kralın ünlü otobiyografisi bu tanrıçaya ithaf edilmişti. Bu tanrıça bir aslan üzerinde ayakta ve kanatlı bir figür olarak tasavvur edilmiştir. Bazı mühür baskılarında ve diğer anıtlarda kanatlı tanrıça olarak fark edilebilir. Ninatta ve Kulitta isimli iki kadın refakatçisi vardır.

Kült merkezleri Hitit etki alanı dışında olan ve hiçbir zaman Hitit panteonunun içine girmemiş daha pek çok Hurrili tanrı vardır. Mezopotamyalı tanrılar, örneğin Anu ve Ântu, Enlil ve Ninlil, Ea ve Damkina, Hititlere Hurri dininin dolayımında tanıtılmıştır ve metinlerde sıklıkla isimleri geçmekteyse de, bölgeye yabancı oldukları anlaşılmaktadır.

Hurri Ülkesi'nin batısında, Tuz Gölü havzasının güney alt sınırıyla Toros Dağları'nın etekleri arasındaki bölgede, birçok önemli kent grubu uzanır. Bunların en iyi bilineni klasik dönemde Tyana olarak bilinen Tuvanuva kentidir. Burada Fırtına Tanrısı'na büyük bir olasılıkla Tarhunt adıyla tapındırdı, çünkü Şahaşşaraş, Huvaşşanaş, Taşimuş gibi tanrılarla ilişkilendirilirdi ve tapınımı Luvice yapılırdı.

Tuvanuva'dan kuzeye doğru gittiğimiz zaman Hattilerin yurdu olan Hitit Krallığı'nın tam ortasına geliriz. Bu aradaki en önemli dini merkez, yeri tam olarak tespit edilemeyen ama Hattuşa başkentinden bir günlük mesafe içinde olduğu ifade edilen kutsal kent Arinna'ydı. Arinna'da önde gelen tanrı Güneş Tanrıçası Vuruşemu'ydu, kocası Fırtına Tanrısı Taru ise ikinci sırada yer alır. Bunların, Mezulla ve Hulla isimli kızları ile Zintuhi isimli bir de torunları vardır. Daha kuzeyde, Fırtına Tanrısı'na tapınılan bir başka önemli merkez olan Nerik Kenti vardı. Kaybolan Tanrı Miti'nden ismini ayırt etmenin mümkün olmadığı Tanrı Telipinu ise, bu bölgedeki dört kentle ilişkilendirilmektedir. Bir tarım tanrısı olduğu açıktır, çünkü babası Fırtına tanrısı ona şöyle söylemektedir: "Benim bu oğlum güçlüdür; sabanla çift sürer, tarlaları sular ve ekinin büyümesini sağlar." Ortadan kayboluşuyla hayatın felce uğradığını anlatan mitte başrolü oynadığı için, kışın ölüyor ve yazın da diriliyor görünen, doğanın yaşamsal güçlerini temsil eden Adonis, Attis ve Osiris gibi bir tür "ölen tanrı" olarak düşünülmekteydi. Fakat mitolojide Fırtına Tanrısı ile Güneş Tanrısı da aynı rolü oynadığı için, herhangi bir tanrının oynayabileceğinden daha fazla bir rol olmadığı ve mitin değişik uyarlamalarının ilgili tanrıların değişik kült merkezlerinde ayrı ayrı yer aldığı daha olası görünmektedir.

Şarişşa ve Karakna'da ve olası başka yerlerde, ismi metinlerde bir ideogramla gizlenen bir tanrının kültü vardır, fakat bu tanrı büyük bir olasılıkla Kurunta'ydı. Ancak eğer bu tanrı kaya anıtları üzerinde doğru bir şekilde teşhis edilmişse, kırsal bölgenin bir tanrısıydı ve aslında bir metinde "kırsal bölgenin bir çocuğu" olarak tarif edilmektedir. Kutsal hayvanı geyikti ve bu hayvan üzerinde bir elinde yabani tavşan ve şahin tutarken ayakta temsil edilmektedir. Bu kült çok yaygındı ve açıkça eskilerden biriydi, çünkü IÖ 3. bin yıla ait mezarlarda geyik modelleri bulunmuştur.

Daha birçok Hattili tanrı vardır, ancak onlar bizim için isimlerden ibarettir. Dağ tanrılarının ise sayısız olduğu biliniyor.

Luvi panteonu hakkındaki bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Hititler tarafından Marduk'la birlikte anılan ve "kral" anlamına gelen Santas'ın bir Luvi tanrısı olduğu sanılmaktadır, ancak özellikleri bilinmemektedir.

s, -assis ve 'imiş ile sonlanan sayısız ilah ismi Luvi dilinden gelmedir, fakat muhtemelen bunlar sadece birer unvandır. Santas, Grek dönemine kadar Sandon biçiminde varlığını sürdürmüştür. Bu tanrı kültü Tarsus'ta yapılmaktaydı.

Luvilerin ve Geç-Hitit krallıklarının"Fatih" anlamına gelen Fırtına Tanrısı Tarhunt'tu. Aynı ismin Tarhunna biçimi büyük bir olasılıkla Hititler arasında kullanılmaktaydı -çünkü tarh- "fethetmek" anlamına gelen Hititçe bir fiildir. Ancak bu kültün yer aldığı özel bir bölgeyi gösteremiyoruz. Bu isim (veya lâkap) Etrüsk dilindeki Tarchon'un orijinidir.

Hitit metinlerinde önemsiz bir rol oynamasına rağmen Tanrıça Kubaba burada bahsedilmesi gereken bir başka ilahedir. Orijin olarak sadece yerel Karkamış tanrıçası olan Kubaba, Karkamış'ı kendi metropolleri olarak gören Geç-Hitit krallıklarının başlıca tanrıçası oldu. Kybebe-Kybele biçimindeki ismi sonraları büyük Ana tanrıçaları için Frigyalılar tarafından kabul edildi ve bu kültü daha sonra Roma'da benimsendi.

Bu kısa özette, karışıklığa neden olmamak için sadece önemli kült merkezlerinin tanrılarından bahsedildi. Metinler ilah isimleriyle doludur ve her tapınakta büyük tanrıların etrafında küçük tanrılar ve tanrıçalar vardı. Bunların işlevleri ve özellikleri hakkındaki bilgilerimiz son derece belirsizdir.

Devlet Dini

Ülkenin çeşitli inanç merkezlerinde görev yapan Hattuşalı din adamları, resmi bir devlet panteonu yarattılar. Komşu kent Arinna tapınağının kültü panteonun çekirdeğini oluşturdu. Arinna'nın Güneş Tanrıçası "Hitit Ülkesi'nin Kraliçesi, Yerin ve Göklerin Kraliçesi, Hatti Ülkesi'nin kral ve kraliçelerinin hanımefendisi, Hatti'nin Kral ile Kraliçesi'nin hükümetinin yönlendiricisi" olarak ululaştırıldı. Hitit Devleti'nin ve kraliyetin ulu koruyucusu oldu ve kral, savaşta ve ulusal bir tehlike anında daima yardım için ona başvururdu.

Bu tanrıçanın durumu Güneş Tanrısı'nınkiyle karşılaştırıldığında asla açık bir şekilde tanımlanmış değildir. Güneş Tanrısı mitolojide bütün tanrıların kralıydı ve antlaşmalarda tanrılar şahit gösterilirken, tanrılar listesinin başında yer almaktaydı. Babilli adaşı gibi hak ve adaletin tanrısı olarak görülürdü. Bu olağan bir yaklaşımdı, çünkü güneş her gün takip ettiği, taraf tutmayan bir yörüngeden insanların amellerini izlemektedir. Kral Muvatalli ona aşağıdaki kelimelerle dua eder:

Göklerin Güneş Tanrısı, benim efendim, insanoğlunun çobanı! Ey göklerin Güneş Tanrısı, denizden yükselip göklere çıkıyorsun. Ey Güneş Tanrısı, benim efendim, hergün insan, köpek, domuz ve yerin vahşi hayvanları üzerinde hükmünü yürütüyorsun.

Aynı anlayış Arinna'nın Güneş Tanrısı'na hitaben yazılmış bir ilahide de bulunmaktadır, fakat burada sözü edilen eril bir güçtür: "Adaletin ilhamlı efendisisin ve adaletin gerçekleşmesinde yanılma bilmezsin." Niçin Güneş Tanrısı'nın denizden doğduğu söylenmektedir? Bu cümlenin Hititlerin Güneş Tanrısı'nın Anadolu orijinli olmadığını işaret ettiği ve buraya doğu tarafında bir sahilde oturan bir halk tarafından getirilmiş olduğu ileri sürülmüştür. Aslında bir metinde Güneş Tanrısı'nın başında balıkların bulunduğunun ifade edilmiş olması tuhaf bir ayrıntıdır. "Sudaki Güneş Tanrısı" olarak bilinen farklı bir türde Güneş Tanrısı daha vardı. Bir de Yeraltı'nın Güneş Tanrısı (veya belki de tanrıçası) vardı ki, güneşin battıktan sonra tekrar doğmak için batıdan doğuya gelebilmek üzere gece karanlığında buradan geçtiği sanılmaktaydı.

Fakat resmi devlet teolojisine göre, Arinna'nın Güneş Tanrıçası'nın kocası Güneş Tanrısı değildi. Ancak Hatti'nin Fırtına Tanrısı'ydı ve bazen Göklerin Fırtına Tanrısı olarak isimlendirilirdi. Bu büyük figür Arinna, Hattuşa veya Kuşşara yerel kültünden kaynağını almış olabilir (Anittaş yazıtındaki en yüksek ilahtır), fakat esas olarak, daha önce de gördüğümüz gibi, kültü Anadolu'da yaygın olarak bilinen eski Fırtına Tanrısıydı. "Göklerin kralı, Hatti ülkesinin efendisi" olarak isimlendirilmektedir. Karısı gibi o da bir savaşlardan sorumludur ve ulusun askeri geleceğiyle yakından ilişkilendirilmektedir. Yabancı güçlerle olan ilişkilerde sadece o bunu temsil ediyor olabilir. Bu yüzden, III. Hattuşili ile II. Ramses arasındaki antlaşma "Mısır'ın Güneş Tanrısı ile Hatti'nin Fırtına Tanrısı her iki ülke için kurmuş oldukları ilişkilerin ebedileşmesi" amacıyla olduğu söylenmektedir.

Hitit İmparatorluğu'nun sonuna doğru Hitit devlet dini kuvvetli bir şekilde Hurri etkisi altına girdi. Kuşkusuz, Kraliçe Puduhepa'nın olağanüstü kişiliği bu gelişmede büyük bir rol oynadı. Çünkü, Puduhepa Kizzuvatna'da Kummanili bir prensesti ve Kummani Hebat'ın başlıca kült merkezlerinden biriydi. İsmi bile bu tanrıçanın bir hayranı olduğunu düşündürtmektedir. Kraliçenin kocası Kral Hattuşili'ye atfedilen bir duada, Tanrıça Hebat'ın Arinna'nın Güneş Tanrıçası'yla özdeşleştirildiği kesin olarak bellidir. Bu bir eşitleme uygulamasıydı ve bu tarihten önce izine hiç rastlanmamıştır. Öte yandan, baskısının Hattuşili'nin Mısır ile yaptığı antlaşmanın Mısırlı kopyasında tarif edildiği mührün üzerinde kraliçe, Arinna'nın Güneş Tanrıçası'nın kucağında gösterilmiştir: Bu yakın ilişki, Güneş Tanrıçası'nın isminin Hurrili Hebat'ı temsil ettiği varsayımıyla açıklanabilir. Hebat, kraliçenin kendi doğduğu kentin koruyucu tanrıçasıydı. Bir dini ayin metninde ise, Güneş Tanrıçası ile Hatti kraliçeleri arasında özel bir bağ bulunduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda belki de Hurrili Teşup, Hatti'nin Fırtına Tanrısı'yla ve Şarruma da adaşı olan Fırtına Tanrısı Nerik ve Zippalanda ile özdeşleştirildi.

Hurri kültleri doğru olarak tarihlendirilmiş olsun ya da olmasın, Yazılıkaya kabartmalarının işlenişi mutlaka bu anlayışın yerleşmesinden sonra meydana gelmiştir. Çünkü, Yazılıkaya panteonunun önde gelen tanrıçası hiyeroglifle açık bir biçimde yazılmış Hepatu ismini taşımaktadır ve arkasında duran oğlunun küçük figürü Şarruma olarak tanımlanmaktadır. Hepatu'nun karşısında duran büyük tanrı ise, "Fırtına Tanrısı" anlamına gelen semboller taşımaktaysa da, eşinin Hurrili ismi dikkate alındığında Teşup olarak bilinmek istediğinden emin olabiliriz. Teşup sağ elinde bir asa taşıyan ve ayakları, bedenleri tanrılaştırılmış dağlar olarak gösterir bir biçimde çizilen iki figürün eğilmiş boyunları üzerinde duran, sakallı bir adam olarak resmedilmiştir. Metinlerden bunların Namni ile Hazzi dağları oldukları bilinmektedir ve Hazzi Dağı Antakya yakınlarında, (o tarihte Hurri bölgesi olan) Kuzey Suriye'deki Mons Casius'tur. Fırtına Tanrısı'nın ve karısının bacaklarının etrafından bakman, tanrısallığı ifade eden konik şapka giyen iki boğadır. Boğalardan birinin yanı başında, bu boğaların, eskiden zannedildiği gibi Seriş ile Hurriş olmadıklarını gösteren, iklim koşullarından dolayı hayli yıpranmış bir yazıt vardır. Seriş ve Hurriş isimli boğalar başka kabartmalarda Fırtına Tanrısı'nın arabasına koşulmuş durumda görünmektedir, fakat bu her iki boğa Tanrı Şarruma'yı, yani "Teşup'un buzağısını" temsil etmektedir. Bu yazıtta kullanılan dil tanrıların isimlerinde de olduğu gibi Hurricedir.

Aslında artık, Yazılıkaya'daki ana galerinin tanrı ve tanrıçalarının Hurri panteonunun tanrı ve tanrıçaları olduğu meydana çıkmıştır. Tanrılar dizisinin orta yerinde bulunan Teşup figürünün arkasında Hatti'nin Fırtına Tanrısı'na ait sembolleri tutan aynı sakallı bir Fırtına Tanrısı durmaktadır ve onun arkasında ise şu tanrılar sıralanmıştır:

No. 40: Elinde bir mısır koçanı tutan Hasat Tanrısı.
No. 39: Ea (Mezopotamya'nın Nether? Deniz Tanrısı ve Hurrilerin önde gelen tanrısı).
No. 38: Şauşka, Hurrilerin Iştar'ı.
No. 37, 36: Ninatta ve Kulitta, İştar'ın kadın refakatçileri.
No. 35: Ay Tanrısı, Kuşuh (Şar-Kuşuh,).
No. 34: Göklerin Güneş Tanrısı.
No. 32: Sembolü bir geyik boynuzudur ve Hurrilerin Kurunta'sının dengidir.
No. 30: Bir Yeraltı Tanrısı, Hurrice ismi muhtemelen Hesui.
No. 29,28: İki boğa adam, belki Seriş ile Hurriş'tir. Dünya sembolü üzerinde durmakta ve gökyüzüne destek olmaktadır.

Hebat ile Şarruma'nın arkasından uzun bir dizi halinde kadın figürleri sıralanmaktadır. Sembolleri yıpranmış olduğundan okunamaz hale gelmiştir ve kesin olmamakla birlikte, Hurri tanrıçalarını temsil etmektedirler. Yazılıkaya'ya komşu olan bir köyde bulunan yontulmuş büyükçe bir kaya parçası üzerindeki No. 55 ve 56 arasındaki boşluğu doldurmaktadır. 56 numaralı heykelin ikili yaratılışı olan Şauşka'yı gösterdiği anlaşılmıştır. Yazılıkaya'nın oluşturduğu odanın arkasına bakan çıkıntı biçimindeki payanda üzerine kazınmış olan kral IV. Tudhaliya'dır. Dağların tepelerine bastığı için ölmüş ve tanrılaşmıştır.

Alıntıdır.

 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak