3 Nisan 2022 Pazar

MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Sarı


Türklerde sarı rengin, dünyanın merkezinin sembolü olarak kullanıldığına işaret edilmişti. Bu anlayışın da onların en eski inançlarından olan Şamanizm’den kaynaklandığı görülmektedir. Gerçekten de hayır ilâhı Ülgen’in altın kapılı sarayı ve altın tahtı, Türklerde hep sarı renk (altın sarısı = sırma rengi) ile ifade edilmiş ve Ülgen’in tahtı nasıl devletin, ülkenin ve dünyanın merkezinde olarak algılanmış ise, tıpkı onun gibi sarı renk de dünyanın merkezinin sembol rengi olmuştur.



Yine bu Şamanist dönemde Türklerin inanışları arasında Sarı albastı veya Sarı Albıs adlı koruyucu bir ruhun varlığı da anlaşılmaktadır. Bu konuda merhum Abdülkadir İnan bize şu bilgiyi vermektedir: “Gerek Şaman gerekse Müslüman Türklerin halk hurafelerinde bugüne kadar yaşayan ve mühim rol oynayan ruhlardan biri Al yahut Albastı’dır. Kazak-Kırgız Türklerinin hurafelerine göre albastı iki nevi olup, biri Kara Albastı, diğeri de Sarı Albastı’dır. Buna uygun olarak, Uranha-Tuba (Tuva) ve Yakut Türklerinin Şaman dualarında Şaman (Kam) bu ruha, “Sarı Albıs” diye hitabediyor ve ondan yardım istiyordu. Diğer taraftan Kazak-Kırgız baksıları (din adamları) da galiba bu ruhu “derde derman olan ey sarı kız gel” diye çağırıyorlardı ki, bu son ifadeden onların bu ruhu bir sarı kız şeklinde tahayyül ettikleri anlaşılmaktadır. Kuzey Türk destanlarında görülen sarı at kurban edilmesi de Sarı’nın Şamanist dönemdeki anlamı ile ilgili bulunmaktadır.



Kanaatimizce, Ülgen’in altın tahtının sembolü olarak dünyanın merkezinin işareti diye kabul edilmiş olan sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin (edik) rengi olarak da uzun yıllar sürdürmüştür. Zira, bilindiği gibi Türkmenler (Oğuzlar) yüzyıllarca, sarı edik ile kızıl keçeden külâh giymişlerdir. Halkımız arasında bugün de çok yaygın olarak kullanılan “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” deyiminin de kaynağı işte bu tarih ve kültür geleneğimizdir.



Oğuz-Türkmen geleneğindeki bu kızıl börk-sarı edik (çizme) geleneği ile ilgili olarak bir başka Türk anlayışını da burada kaydetmekte yarar vardır. Merhum Bahaeddin Ögel, al bayrak anlayışı ile ilgili olarak şu dikkate değer tespiti nakletmektedir: “al bayrak” gök, güneş ve yerdeki toz ile uyuşturulmuş ve böylece görkemli ve muhteşem bir sahne canlandırılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un derlediği, “ağdı (yükseldi, yüceldi) kızıl bayrak; toğdu (yani tozup, yükseldi) kara toprak” sözü, bayrağın açılıp yükselmesi, yerdeki kara toprağın yükselmesiyle bir kompozisyon, bir birleşme oluşturuyordu. Bayrak gökleri tutuyor, toprak ise tozarak, yerleri tutuyordu”. Buradan hareketle şunu söylemek mümkündür: Oğuz-Türkmenler gökleri tutan kızıl bayrağın sembolü olarak başlarına kızıl börk; dünyanın merkezinin ifadesi olarak da ayaklarına sarı edik giymişlerdir. Burada şu hususa da işaret edelim ki, kızıl börklü Oğuz-Türkmenler Safevî dergâhının propagandaları sonucunda Anadolu’dan İran’a göçmeye başladıklarında, Anadolu’da kalan Sünnî Oğuz-Türkmenler başlarındaki kızıl börkün üzerine “Osmanlı mücevvezesi” beyaz sarık sarmışlar ve İran’a gidenler ise kızıl börklerini muhafaza ettiklerinden dolayı onlara “kızılbaş” adını vermişlerdir. Dolayısıyla, bazı halk izahlarında değişik bazı anlamlandırma biçimleri doğru değildir ve kızılbaş deyiminin aslı, Türklerin millî renk saydıkları kızıl (al) renkli keçe börk giyen kimse anlamından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de eski Türk kaynaklarında kırmızı bayrağın daha çok kızıl bayrak diye adlandırıldığını, bunun sadece Türklere mahsus olduğunu, bunun bağımsızlık, şeref ve şehadetin (şehitliğin) sembolü olarak kullanıldığını biliyoruz.



Türklerde sarı rengin hükümranlık rengi olarak kullanılması ile ilgili tarihî bilgilere baktığımız zaman ise: Meselâ Uygur Türk yazılı belgelerinde “sarıg urunggu” yani sarı bayrak, bir burcun adı olarak geçmektedir. Dede Korkut Destanlarında geçen “saru tonlı Selcan Hatun” (sarı elbiseli Selcan Hatun) tanımlaması, hatunluk elbisesinin de sarı olduğunu gösterir mahiyette olması bakımından dikkate değer. Buhara kuşatmasını gösteren bir İran minyatüründe Harezmşahların bayrağının da sarı renkte olduğu görülmektedir. Diğer taraftan merhum Fuat Köprülü, Kudüs fethinde Selâhaddin Eyyubî’nin ordusunda sarı bayrak kullanıldığını; esasen hükümdara mahsus sancağın renginin de sarı olduğunu; mamafih daha sonraki Eyyubî ordularında Türk geleneğine uygun olarak sarı ve kırmızı bayrakların kullanıldığını ifade ettikten sonra, “yine sarı renkte çetr kullanan Eyyubîlerin sarıyı seçmelerinde Fatımî an’anelerinin tesiri de vardır” demektedir.





Eyyubîlerden sonra Mısır’da kendi devletlerini kurmuş olan Memlüklerde (kölemenlerde), ipekten yapılmış ve üstünde hükümdarın ismi ve lâkabı yazılmış, sırma ile işlenmiş sarı renkteki bayrak çok süslü olup, bu bayrağa “Sancak-ı Sultanî” (Sultanlık Sancağı) denirdi. Gerçekten de Mısır Memlük hükümdarlarının başları üstünde götürülen veya bulundukları yere dikilen bu sarı ipekten büyük sancağa Arapça Isaba denirdi. Fuat Köprülü bu husus ile ilgili olarak, “Memlük sultanlarının resmî rengi sarı idi ve sarı renkli bayrak geleneğinin Osmanlılara da Memlüklerden geçtiği çok açıktır” demektedir.



Bu cümleden olarak sarı bayrağın Osmanlılarda da kullanıldığını, bunun özellikle silâhdar bölüğünün bayrağı olduğunu, bayraklarının renginden dolayı silâhdarlara “Sarı Bayrak” adının verildiğini biliyoruz.


Diğer taraftan, XIX. yüzyıl başlarına ait bir bayrak albümünde, İran bayrağı olarak gösterilen, sarı zemin üzerinde üçgen şeklinde konulmuş üç hilâlden oluşan bayrağın, Kaçarlar devrinde kullanılmış bir bayrak olduğu zannedilmektedir.



Ayrıca, Türk-İslâm devletlerinin amblemlerinde sarı rengin, hususiyle Cengiz Han İmparatorluğu’nun genişlemesinden sonra çoğalıp -yaygınlaştığı da anlaşılıyor. Cengiz İmparatorluğundaki bu uygulamanın Uygur kaynaklı olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, bazı Uygur belgelerinden öğrendiğimize göre Cengiz Han’dan çok önceleri Uygur Türk kültür çevrelerinde, yukarıda işaret edilen Sarı Bayrak gerçeğinden başka, bir de “Sarı Ordu” (sarı başkent) anlayışı vardı. Gerek eski Uygur Hakanlarının uygulamalarından, gerekse meşhur tarihçi Hâfız-ı Âbrû’nun kayıtlarında yer alan Oğuz Destanı’ndaki Türk hakanlarının, atalarından kalan bir altın otağları bulunduğuna kesin olarak inandıklarını biliyoruz. Bu inancın kaynağı da şüphesiz, yukarıda işaret edilen hayır ilâhı Ülgen’in altın kapılı sarayı ile altın tahtından gelmektedir. Göktürk yazıtları da altından söz açarken, yalnızca altın demiyorlar “sarıg altun” yani sarı altın diyorlardı. Daha doğrusu sarı renk ile altın, çoğu zaman birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Sarı rengin Cengiz Han döneminden sonra muhtelif devletlerde ve bu cümleden olarak Memlüklerde ve Altın Ordu’da çok kullanılması hususu ile ilgili olarak merhum Bahaeddin Ögel şu kanaatını kaydetmektedir: “Sarı bayraklar Mısır Memlük devletinde çok görülüyorsa, bu normaldir. Çünkü Memlük devletini idare edenler, çoğunlukla Güney Rusya’dan, yani Altın Ordu devletinin topraklarından veya bu geleneğin uzantısından geliyorlardı. Altın Ordu hakanı ve kurucusu Batu Han’ın başkentinin adı da Sarı -Ordu idi. Ancak, Cengiz Han’ın sancağı, Türk geleneğine uygun olarak beyazdı”. Burada bizce asıl dikkate değer olan ve çok açık bulunan husus şudur. Altın Ordu devletinin adındaki altın’ın sembolü Sarı’dır ve onun için bu devlet sarı renk ile ifade edilmiş olup, başkentinin adı da bu anlamın tam bir ifadesidir. Yani açıkça görülen odur ki, sarı renk; hayır ilâhı Ülgen’in altın tahtının renginden, Altın Ordu’nun rengine kadar hep aynı inanç ve geleneğin ifadesi olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla sarı, Türk inanç ve millî gelenekleri arasında oldukça önemli yer tutmuş olan bir renk ve bir semboldür.


Alıntıdır.


2 Nisan 2022 Cumartesi

Kuzey Avrupa Söylenceleri - 6

 Volsung Sigurd II. Bölüm


(Odin, Sigurd'a atı Grani'yi seçmesi için yardım eder. Öğretmeni Regin, Sigurd'a cüce Andvari'nin hâzinelerinden ve Andvari'nin bu hazineler üzerindeki lanetinden söz eder.)


Sigmund'un oğlu Sigurd, doğduğu andan itibaren alışılmışın dışında bir çocuktu. Danimarka kraliyet sarayında sevgi ve saygı görerek büyütüldü. Onunla karşılaşan herkes, boyuna posuna, gücüne, cesaretine, becerilerine, zekâsına ve iyi yürekli oluşuna hayran kalıyordu. Kuzey ülkesinde Sigurd'un yetenekleriyle boy ölçüşebilecek kimse yoktu.


Sigurd'un öğretmeni dökümcü olarak ün yapmış, Regin adında yetenekli bir adamdı. Regin Sigurd'a birçok dilde konuşmayı, eski harfleri okumayı, silah kullanmayı ve bir prensin bilmesi gereken diğer tüm marifetleri öğretti.


Bir gün Regin Sigurd'a: "Sana Danimarka kralının hizmetçisiymiş gibi davranılması beni hayrete düşürüyor" dedi.


"Yanılıyorsun" diye karşılık verdi Sigurd. "Canım ne isterse yapabilirim. Ve eğer bir şey dilersem, kral bunu bana yüreğinde sevinç duyarak verir."


"Öyleyse ondan sana bir at vermesini istemeni öneririm" diye öğütledi Regin.

Sigurd krala gitti ve şöyle dedi: "Sanırım artık kendi atıma sahip olacak yaşa geldim. Onu kendim eğitmek isterdim."


Kral yanıtladı: "istediğin atı ve diğer gerekli şeyleri al." Sigurd hemen büyük salondan ayrılarak kraliyet atlarını bulmak için yola koyuldu. Daha önce hiç görmediği uzun sakallı, yaşlı bir adama rastladığında bir ormanın kıyısında yürümekteydi. Adam mavi bir pelerin ve alnını gölgeleyen geniş kenarlı bir şapka giymişti. Ve yalnızca tek gözü vardı.


"Volsung Sigmund'un oğlu Sigurd, nereye gidiyorsun?" diye sordu yaşlı adam.

"Kraliyet atlarını bulmaya gidiyorum efendim" diye yanıtladı Sigurd. "içlerinden en iyisini kendime almak istiyorum. Bilge birine benziyorsunuz. Benimle gelip bana öğüt vermek ister miydiniz?"


"Ben de tam bunu düşünüyordum" dedi yaşlı adam. "Atları hızla akan nehre sürmeliyiz, böylece cesaretlerini ve güçlerini denemiş oluruz."

Böylece yaşlı adam ve delikanlı, kraliyet atlarını buldular ve onları hızla akan nehre sürdüler. Atları teker teker azgın sulardan atlattılar. Bazıları öyle ürkekti ki suya girmediler bile. Diğerleri korkuyla arka ayakları üzerinde şahlanarak geri dönüp kuru toprağa koşuştular. Sadece bir at suyun karşı tarafına geçti. Güzelliği görülmeye değerdi. Rengi kırdı, çok genç olmasına karşın olağandışı iri ve sağlam yapılıydı.


"Seçmem gereken kır olan" diye haykırdı Sigurd. "Onu daha önce bu atların arasında gördüğümü anımsamıyorum; görsem mutlaka anımsardım. Seçimim hakkında ne düşünüyorsunuz?"


"Akıllıca ve iyi bir seçim yaptın Volsung Sigurd" diye yanıtladı yaşlı adam. "Bu kır at, benim atım Sleipnir'in soyundan geliyor. Onu iyi besle ve ona iyi bak. Yaptıklarının karşılığını atların en iyisi olmakla verecektir." Bu sözleri söyler söylemez gözden kayboldu.


Bunun üzerine Sigurd kendisine yardım edenin Herkesin Babası Odin olduğunu anladı. Atına Grani adını verdi ve onu çok iyi eğitti.


Regin hâlâ tatmin olmamıştı. Bir gün Sigurd'a dedi ki: "Bir köylü delikanlısıymışsın gibi burada, kraliyet topraklarında oyunlar oynamakla yetinmene şaşırıyorum doğrusu. Yeterli yaş ve ustalığa eriştin. Kahraman Volsung'ların kanını taşıyorsun. Ama söyle bana, serüven için gerekli cesarete sahip misin?"


"Kuşkusuz sahibim" diye atıldı delikanlı. "Hangi hâzineyi düşünüyorsun? Nerede? Ve almaya uygun olduğunu nereden biliyorsun?"


Regin yanıtladı: "Düşündüğüm, Ejderha Fafnir'in koruduğu hazinedir, ve Gnita Fundalığı'ndadır. Herhangi bir yerde bir arada bulabileceğinden daha fazla altının üzerinde oturur ve böyle bir hazine en açgözlü kralın bile gözünü doyurur."


"Bana yardım etmeye mi çalışıyorsun, yoksa beni öldürmeye mi?" diye sordu Sigurd. "Bu yaşta olmama karşın ben bile o ejderhanın hâzinelerinden söz edildiğini duydum. Ejderha çok büyük ve kötü. Hâzineyi korumaya devam ediyor, çünkü onunla dövüşmeye cesaret edip de canlı kalan yok. Başka herkesin başarısız olduğu bir işte nasıl başarılı olmamı beklersin?"


"Belli ki sen bir Volsung değilsin" diye karşılık verdi Regin. "Baban çocuk masallarının yüreğini korkuyla doldurmasına asla izin vermezdi. Yüreği cesaret doluydu, korku değil. Serüvenleriyle kendilerine şan ve onur kazananlar arasında Volsung Sigmund hepsinin en önde geleniydi. Oğlunun sıradan bir ejderhadan korktuğunu görse kim bilir ne kadar utanırdı?"


"Daha o kadar gencim ki, henüz babamın gücüne ve ustalığına ulaşmamış olduğuma hiç kuşku yok" dedi Sigurd. "Ancak bana korkak demeni hak etmiyorum doğrusu. Bana neden böyle davranıyorsun? Sanırım alaycı sözlerinin arkasında başka bir gizli niyet var."


"Gerçekten de var" dedi Regin. "Sana anlatmak için yıllardır beklediğim bir öykü var. Artık yaşın geldi, ben de seni eğittim. Hazırsın. Öyküme iyi kulak ver, çünkü bu benim yaşamımın öyküsüdür."


"Babam Hreidmar büyük gücü ve büyük serveti olan bir adamdı, bize de büyü sanatındaki becerilerini öğretti. Üç oğlu vardı. Fafnir, Otter ve ben. Fafnir, gerek fiziksel güçte gerekse açgözlülükte babamıza en çok benzeyenimizdi. Doğaüstü bir yeteneği vardı. Canı istediğinde şeklini değiştirebiliyordu.


Otter, Fafnir'den tamamen farklıydı. Basit, iyi huylu ve nazikti. Balık avlamayı çok severdi ve bu işte epey ustaydı. Fafnir gibi o da şekil değiştirebiliyordu. özellikle susamuru şekline girmek çok hoşuna gidiyordu. O şekliyle, bütün günlerini şafaktan günbatımına, bir şelale gölünün yanı başındaki nehrin kıyısında geçirirdi.


Otter, balık avlamak için sulara dalıp, sonra yakaladığı balıkları yüzerek gelip kıyıya bırakmaya bayılırdı. Güneşin batma zamanına kadar büyükçe bir balık yığını toparlamış olurdu. Yakaladığı balıkları bir ağa doldurup babamıza getirirdi. Tek başına yemek yer, sonra da uyurdu. Toprak üzerindeki hiçbir şey ilgisini çekmezdi. O da zamanının büyük bir çoğunluğunu su samuru görüntüsü içinde geçirirdi. Bir günden diğerine balık avlayarak yaşar giderdi.


Ben kardeşlerimden farklıydım. Daha sıradan bir konuda üstündüm. Metaller üzerinde çalışmaktan zevk alıyordum ve zamanla gümüşten ve altından olduğu kadar demirden de nesneler yapmakta ustalaştım.


Otter'in gözde balık avlanma yerinin yanındaki şelalenin arkasında, Andvari adında bir cüce yaşıyordu. Zaten şelalenin adı da Andvari'nin Gücü'ydü. Otter gibi Andvari de şekil değiştirebiliyor ve balık avlamaya bayılıyordu. Turna balığı şekline girip şelaleden yukarı çıkan daha küçük balıkları yiyordu. Şelaleden yukarı öyle çok balık yüzerdi ki, her zaman hem Otter hem de Andvari'nin istediğinden fazla balık olurdu.


Bir gün tanrılardan Odin, Loki ve Hoenir, sıradan ölümlüler kılığında yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlardı. Tanrıların evi Asgard'dan çıkıp köylü halkın evine konuk olmaktan pek hoşlanırlardı. O gün rastlantı eseri üç tanrı Andvari'nin Gücü'ne geldiler. Güneş gökte alçalmıştı ve artık akşam yemeği zamanıydı. Otter bir som balığı yakalamış, nehrin kıyısında tembel tembel onu yemeye hazırlanıyordu.


Loki, som balığını ve su samurunu görerek, “Tek bir taş alıp şu susamurunu öldürebilirim, böylece yemek için bir susamurumuz, bir de som balığımız olmuş olur. Bu kadarı kesinlikle bizi doyuracaktır" dedi. Büyükçe bir taş aldı ve bir atışta Otter'i öldürdü. Tanrılar daha sonra susamurunu ve sombalığını alarak babamın evine doğru yürüdüler.


"Geceyi burada geçirebilir miyiz?" diye sordu Odin, babam kapıyı açtığında. "Hepimize yetecek kadar yiyecek de getirdik."

Hreidmar nazikçe konukları içeri buyur etti. Ancak Loki'nin elinde sallanan susamurunu görünce hiddetlendi. "Siz ne biçim konuklarsınız!" diye kükredi. "Oğlumu öldürmüşsünüz. Bu nezaketinize aynı şekilde karşılık vereceğim!"


Bu sözlerle birlikte Fafnir'e ve bana işaret verdi. Konuklarımızı çabucak yakaladık ve onları zincirle sıkıca bağladık.


"Şimdi ölmeye hazırlanın" diye haykırdı Hreidmar, "işlediğiniz suçun karşılığını yaşamlarınızla ödeyeceksiniz."


"Bize haksız yere zalim davranıyorsunuz bayım!" diye şikâyet etti Odin. "Oğlunuzun ölümü bir kazaydı. Yol arkadaşımın öldürdüğü şey, sıradan bir su samurundan farksız görünüyordu. Oğlunuzun kendisini bir hayvana dönüştürdüğünü nasıl bilebilirdik ki? Eğer bizi serbest bırakmayı kabul ederseniz, size istediğiniz kadar wergild ödemeye hazırız. Bizim ölülerimizin yerine hazine kabul eder misiniz?


"Pekâlâ" diye yanıtladı Hreidmar. "Oğlum Otter'i katletmenizin bedeli olarak onun yaşamı için belirlediğim ödemeyi yapmanızı istiyorum, önce bu su samuru derisinin içini tamamen altınla doldurun. Sonra kuyruğunun üstüne dikip dışarıdan tamamını altınla kaplayın. Kürkünün tek bir tüyü bile görülmemeli. Eğer kabul etmezseniz, oğlumu öldürdüğünüz için üçünüzü de öldürürüm ."


Ve sözlerini şöyle bitirdi: "Aranızda altınları kimin toplayacağını tartışabilirsiniz. Diğer ikiniz bedel ödenene kadar burada tutsağım olarak kalacak."


Odin ve Hoenir korku içinde Loki've baktılar. Ve Odin Loki'ye dedi ki: "Sanırım en iyisi wergild'i senin toplaman olacak. Çünkü hem bizden çok daha kurnazsınız hem de altın bulmak için nereye bakılacağını bilirsiniz. Ev sahibimize gelince, göründüğü kadarıyla sözünü tutacak bir adam olduğunu söyleyebilirim."


Loki'yi serbest bıraktığımızda, denizin dibine indi ve deniz tanrıçası Ran'dan geniş bir ağ ödünç aldı. Ve ağla birlikte Andvari'nin Gücü'ne döndü. Ağını sulara öyle hızlı ve öyle büyük bir ustalıkla attı ki, bir turna balığını, tehlikenin ayırdına varıp kaçmasına hiç olanak tanımadan yakalayıverdi. Sonra Loki, çırpınan turna balığını sudan dışarı çekti ve ağın içinden çıkarmadan suyun kıyısına yerleştirdi.

"Turna balığı!" diye başladı Loki. "Eğer gerçekten bir balıksan nasıl oluyor da bu şelalenin içinde ezilmeden hayatta kalabiliyorsun? Ve nasıl oluyor da ağların sana dost olmadıklarını hissetmeni sağlayacak içgüdülerden yoksunsun? Kimsin sen?"


"Bana Andvari derler" dedi balık kurnazca. "Ve gerçek halimde ben bir cüceyim. Bütün ölümlülerin kaderlerini belirleyen Nornlar, beni gördüğün turna balığı şekline soktular. Ve yaşamımın bütün günlerini nehirlerde yüzerek geçirmeye zorladılar. Hoşuma gitmiyor, ama başka da seçeneğim yok."


"Demek Andvari sensin" dedi Loki. "Daha fazla konuşmana gerek yok. Senin düşmanların yalnız ağlar değil. Eğer Ran'ın ağından canlı çıkmaya niyetin varsa, Andvari'nin Gücü'nün ardındaki mağaranda sakladığın tüm altını bana getireceğine söz vermelisin. Sakın yadsımaya kalkma, çünkü beni kandırmak için uyduracağın öykülerden birine bile inanmadan önce seni öldürmüş olurum."


Loki, Andvari'yi normal cüce şekline girmeye ve babamın gazabından kurtulmak, kardeşimin ölüm bedelini ödeyebilmek için gereksindikleri altınları kendisine vermeye ikna etti. Az sonra Andvari kendi şeklinde Loki'nin yanına geri döndüğünde koca bir torba dolusu altın taşıyordu.


Loki, torbayı açtı ve memnunlukla gülümsedi. Sonra Andvari'nin parmağında çok güzel bir altın yüzük gördü. "Onu da alacağım" diye bağırdı.


"Bir tek bu yüzüğü saklamama izin ver" diye yalvardı Andvari. "Senin hiçbir işine yaramaz. Ancak bir cüce olduğumdan, onu daha çok altın yapmakta kullanabilirim."

"Hayır!" diye yanıtladı Loki. "O yüzük de dahil sahip olduğun her altını almak niyetindeyim"

Andvari yüzüğü çıkarmak için hiçbir çaba göstermeyince Loki, cüceyi arkasından yakalayarak yüzüğü parmağından çekti. Sahip olduğu tüm hâzineyi sonuna kadar aldığından emin olunca onu salıverdi.


Andvari kayalıklara doğru koştu ve bağırdı: "Bu andan sonra bu altın yüzük ve beraberindeki hazine, onlara sahip olan her şeye felaket getirsin! Ölüm ve yıkım, gecenin gündüzü izlediği gibi şaşmaz biçimde bu altınları izlesin. Ona sahip olup da lanete uğramayan kalmasın. Bu lanet ancak yüzük ve altınlar derin sulara geri döndüğünde sona ersin."


Loki, cücenin lanetini ciddiye almadı. Güzel altın yüzüğü parmağına geçirdi ve altın torbasını arkasından sürükleyerek Hreidmar'ın evine yollandı.

Odin, Andvari'nin güzel yüzüğüne hayran kaldı. Bu yüzden Loki onu Odin'e verdi. Sonra Loki, samur derisini aldı ve patlayacak hale gelene kadar altın paralarla doldurdu. Bir tek altın para daha sığmaz hale gelince, samur derisini, kuyruğu üzerine dikti ve altını çevresine yığmaya başladı. Kürkün, Hreidmar'ın istemiş olduğu gibi kaplanması için tamamen altına gömülmesi gerekiyordu.


Loki, Hreidmar'ın wergild koşulunu yerine getirmek için Andvari'nin torbasındaki bütün altınları kullanmak zorunda kaldı. Sonunda Loki çantayı boşaltmış ve altınları, Hreidmar'ı bile tatmin edecek şekilde yığmıştı.


Hreidmar yığını büyük bir dikkatle inceledi ve "Ah" diye bağırdı, "tam şurada, açıkta kalmış bir tüy görüyorum."


Loki hemen bir altın parayı, tüyü kapatması için oraya kaydırdı. Ancak bunu yaptığında diğer paralar da kürkü daha çok açıkta bırakarak yerlerinden oynadılar. Loki dikkatle, paraları samur kürkünü kaplayacak şekilde yeniden düzenlemeye koyuldu. Bitirdiğinde yüzünde rahatlamanın verdiği bir gülümsemeyle arkasına yaslandı.


Hreidmar yığını bir kez daha büyük bir dikkatle inceledi ve "Ah!" diye bağırdı gözlerinde keskin bir parıltıyla. "Tam orada, açıkta kalmış bir bıyık görüyorum! Bu kılı kapamaya yetecek kadar altınınız yoksa, oğlum Otter'in yaşamına karşılık sizden üç yaşam almak zorunda kalacağım."


Odin, o ana kadar Andvari'nin güzel yüzüğünü yığınına eklemek için bir girişimde bulunmamıştı. Ancak altın parçaların yeterli olmayacağı açıklığa kavuşunca Loki'ye, "bu yüzüğü al ve açıkta kalan bıyığın üzerine koy. Böylece zeergild anlaşmasını yerine getirmiş olacağız" dedi.


Hreidmar tatmin olmuştu. Böylece üç tanrının evinden ayrılmalarını izin verdi. Loki kapı eşiğinde durarak Hreidmar'a ve ikimize doğru döndü. Artık kendini güvende hissettiğinden açıkladı: "Bizden istemiş olduğun wergild artık senindir. Ve servet büyüklüğünde bir hâzineye sahipsin. Ancak seni uyarmalıyım ki, her parça altın, üzerinde cüce Andvari'nin lanetini taşıyor. Altın yüzük ve beraberindeki hazine, onlara sahip olan her yaratığın felaketi olacak, ölüm ve Yıkım, gecenin gündüzü izlediği gibi şaşmaz biçimde bu altınları izleyecek. Ve onlara sahip olan hiç kimse bu lanetten kaçamayacak. Bu lanet ancak yüzük ve altınlar derin sulara geri döndüğünde sona erecek."

Konuklarımız gider gitmez, babamız samur derisinin yanına yürüdü ve güzel yüzüğü parmağına geçirdi. Sonra altınları, son tanesine kadar silkeleyerek samur derisinden çıkardı ve hepsini ağır bir tahta sandığa kilitledi, anahtarı da boynuna astı. Bu konu hakkında da başka hiçbir söz etmedi.


"Wergild'in hepsini kendine ayırmaya mı niyetlisin baba?" diye sordum. "Bence hâzineyi üçümüz bölüşmeliyiz."


"Tek bir metelik bile hak etmiyorsunuz" diye karşılık verdi Hreidmar. "Otter benim oğlumdu, ıvergild de yalnızca benimdir. Bu konuda daha fazla tartışma istemiyorum."


Fafnir öfkelenmişti. Yalnız kaldığımızda, "Regin" dedi, "sen ve ben hâzinenin üçte birini hak ediyoruz. Her şeyden öteye, Otter bizim kardeşimizdi. Bana, anahtarı çalıp kasadaki hâzineden payımızı almamda yardım edecek misin?"


"Anahtarı almak için babamı öldürmek zorunda kalabiliriz" diye karşı çıktım. Uykusunun ne kadar hafif olduğunu bilirsin. Çimenlerin büyürken çıkardıkları sese bile uyanır! Babamı öldürmek için gerekli olan cesarete sahip olduğumdan emin değilim. Bunu düşünmem gerekecek."


Olaylar konuyu uzun uzadıya düşünmeme gerek bırakmadı. Ertesi sabah uyandığımda evde garip bir sessizlik vardı ve ağabeyimin yatağı boştu. Babamı yatağında hançerlenmiş buldum. Boynuna astığı anahtar gitmişti. Parmağına taktığı yüzük de yoktu. Kasaya koyduğu wergild'in hepsi alınmıştı.


Ağabeyimi dışarıda buldum. "Fafnir, sinirlerin babamızı öldürecek kadar sağlam olduğuna göre kuşkusuz çok cesursun. Artık wergild sadece ikiye bölmemiz gerekiyor. Böylesi de daha iyi oldu" diye bağırdım.

"Andvari'nin hâzinesini seninle asla bölüşmem Regin" diye karşılık verdi. "Babamızı öldüremeyecek kadar korkaksın. Neden altınlardan pay hak ettiğini düşünüyorsun ki? Bütün 


tehlikeyi ben göze aldım, hazine de tümüyle benimdir. Eğer onu istiyorsan, benimle dövüşmen gerekecek. Bunu da yapacak cesaretin olduğundan kuşkuluyum, çünkü senin de bildiğin gibi ben senden çok daha güçlüyüm. Kendi iyiliğin için seni de babam gibi öldürmeden buradan ayrılsan iyi olur."


Fafnir eve girdi ve babamızın miğferini takmış olarak geri döndü. Ona "Dehşet Miğferi" derdik, çünkü bir kez bakanın kalbinin korkuyla dolmasına neden olurdu.


Fafnir'e bu miğferi giymişken bir bakış attım ve onu elinde kılıcıyla görünce hemen kaçtım. Danimarka kralından iş istedim. Bir dökümcü olarak ünüm buralara benden önce gelmiş olduğundan beni kabul etti.


Bir zaman sonra ağabeyimin Gnita Fundalığı'nda bir mağaraya sığınak yaptığını ve çalmış olduğu wergild'i korumak için kendisini korkunç bir ejderhaya dönüştürdüğünü öğrendim. Her gününü ve her gecesini sığınağında Andvari'nin hâzinesinin üstüne yatarak geçiriyormuş.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Yeşil Irmak / Amasya

 


BİTKİLERİN İLGİNÇ ÖZELLİKLERİ

  

 

Zamanı ölçebilme yeteneği genelde insanın dışında diğer canlılarda bulunmasının beklenmediği bir özelliktir. Bunun sadece insanlara özgü olduğu düşünülebilir ama hem bitkiler hem de hayvanlar, zamanı ölçme mekanizmasına yani "biyolojik bir saate" sahiptirler:

 

 

Bitkilerdeki Biyolojik Saat

 

Bitkilerin zamana bağlı hareketlerinin ilk defa anlaşılması 1920'lere dayanmaktadır. Bu yıllarda Almanya'da iki bilimadamı Erwin Buenning ve Kurt Stern fasulye bitkisindeki yaprak hareketlerini inceliyorlardı. İncelemeleri sonunda gördüler ki, bitkiler gün boyunca yapraklarını güneşe doğru uzatıyorlar, geceleri de tam dikey olarak yapraklarını büzüp uyku pozisyonuna geçiyorlardı.

Bu bilimadamlarından yaklaşık iki yüzyıl önce de Fransız Astronom Jacques d'Ortour de Marian da bitkilerin böyle düzenli bir uyku ritmine sahip olduklarını gözlemlemişti. Karanlık bir ortamda ısı ve nem ayarlaması yapılarak tekrarlanan deneylerde bu durumun değişmemesi, bitkilerin içlerinde zaman ölçen bir sistemlerinin olduğunu göstermişti.

Bitkiler belirli faaliyetleri için belirli zamanları seçerler. Bunu da güneş ışığındaki değişimlere bağlı olarak yaparlar. İçlerindeki saat güneş ışığıyla kurulduğu için ritmik hareketlerini 24 saat içinde tamamlarlar.  Bitkilerin ritmik davranışlarının haftalarca sürdüğü de olabilir.  

Yapılan ritmik hareketler ne kadar sürerse sürsün değişmeyen bir nokta vardır.  Bu hareketler her seferinde bitkinin yaşaması ve neslinin devamı için, hep en uygun zamanlamada gerçekleşir. Ve bu hareketlerin başarıyla tamamlanabilmesi için birçok karmaşık işlemin kusursuz bir şekilde  meydana gelmesi gerekir.

Örneğin birçok bitkide çiçeklenme yılın belli bir zamanında olur. Çünkü bu zamanlar bitkinin çiçeklenmesi için en uygun zamanlardır. Bitkilerin bu zaman ayarlamalarını yapan saatleri, güneş ışığının yapraklara düşme süresini de hesaplar. Her bitkinin biyolojik saati bu süreyi bitkinin kendi yapısal özelliğine göre hesaplar. Yapılan hesap ne olursa olsun çiçeklenme en uygun zamanda gerçekleşir. Bu şekilde bir zaman ayarlaması yapan soya fasulyesi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, bu bitkilerin ne zaman ekilirlerse ekilsinler her zaman yılın aynı zamanlarında çiçek açtıkları görülmüştür.

Bitkiler çiçeklenmenin dışında daha birçok faaliyetlerinde mükemmel zamanlamalar kullanırlar. Örneğin gelincik çiçekleri polenlerini yayma zamanlarını, polen taşıyıcıların en yoğun şekilde dolaştıkları günlere ve saatlere denk getirirler. Yine her bitki için bu günler ve saatler değişir. Ama sonuçta her bitki yaptığı zaman ayarlamasıyla en garantili biçimde polenlerini yaydırır. Gelincik çiçekleri Temmuz ile Ağustos aylarında sabah 05.30 ile 10.00 saatleri arasında polenlerini yayarlar. Bu saat, arıların ve diğer böceklerin de beslenmek için dışarıya çıktıkları saatlerdir. Burada bitki, kendi özellikleri dışında bir de diğer canlıların özelliklerini en ince ayrıntısına kadar hesaba katmalıdır. Bu bitki kendisini dölleyecek olan canlıların yuvalarından çıkacakları zamanı, katedecekleri yolun süresini ve beslenme saatlerini tam olarak bilmelidir. Bu durumda akla şu soru gelecektir: Bütün bu "bilgilere" sahip olan ve gerekli "hesaplamaları" yapan "diğer bir canlının özelliklerini analiz eden" ve bir bilgisayar merkezini andıran bu saat, bitkinin neresindedir?

Bilim adamları bitkiler dışındaki canlılardaki biyolojik saatin, genel olarak hipofiz bezinin etkisiyle oluştuğunu düşünmektedirler. Fakat bitkilerdeki bu mükemmel zaman ölçme sisteminin nerede bulunduğu onlar için hala tam bir sırdır. 

 

Bitkilerdeki Savunma Stratejileri

 

Bitkiler de kendilerini düşmanlarından bir şekilde korumak zorundadırlar. Bu korunma her bitki türüne göre çeşitlilik gösterir. Örneğin bazı bitkiler, parazitlere ve böceklere karşı çeşitli salgılar üreterek düşmanlarıyla mücadele ederler ve kendilerini ancak bu şekilde korurlar. Bir numaralı savunma silahları olan zehirli kimyasal salgılarını gereği gibi kullanabilmek için bitkiler çok çeşitli stratejiler kullanırlar. Örneğin, mantar ve salatalıkların zehirli uçları vardır ve bunları saldırı anında harekete geçirirler. Bu tam teçhizatlı savaşın başka bir örneği de çınar ağaçlarında mevcuttur. Çınar ağacı, yapraklarından salgıladığı bir öz su yardımıyla, gövdesinin altındaki toprağı sistemli bir şekilde zehirler, öyle ki bu zehirden sonra, toprağın üstünde küçücük bir ot bile yetişemez. Bu zehirli maddeyi bünyesinde barındırmasına rağmen çınar ağacı kendisi bundan herhangi bir zarar görmez.

Saldırıya uğradıklarında bulundukları ortamdan uzaklaşmalarını sağlayacak ayakları veya savaşacak herhangi bir organı olmayan bitkiler düşmanlarına karşı sadece salgılarla karşılık vermezler, bunun yanı sıra pek çok savunma mekanizması ile birlikte yaratılmışlardır. Bu mekanizmaların içinde haberleşme yeteneği de vardır. Bazı bitkiler, ısırılan bölgeden kendilerini ısıran böceğin sindirim sistemini bozucu ve ona sahte tokluk hissettiren bir sıvı salgılar. Aynı zamanda yaprak hasar gördüğü yerden "jasmonik asit" denen bir tür asit de salgılayarak diğer yaprakların saldırıdan haberdar olmalarını ve savunmaya geçmelerini sağlar.

Mısır ve fasulye bitkileri ise düşmanlarından korunmak için parazit yaşayan eşek arılarını adeta paralı asker gibi kullanırlar. Yapraklarına tırtıl dadandığında özel bir kimyasal salgı salgılayan bu bitkiler eşek arılarını bulundukları yere toplarlar. Eşek arıları da larvalarını bitkiye saldırmış olan tırtılların üstlerine bırakırlar. Büyüyen eşek arısı larvaları tırtılların ölümüne neden olur bu da bitkinin kurtulmasını sağlar. Bitkilerin bazıları ise aleolu kimyasal bileşikleri yapılarında bulundururlar. Bunlar böcek ve hayvanlar için bazen çekici, bazen korkutucu, bazen alerji yapıcı, bazen de öldürücü olarak etkilerini gösterirler.

Örneğin kelebekler çalı çiçekli bitkilere yanaşmazlar. Çünkü bu tür çiçekler savunma sistemlerinin içinde "sinigrin" adlı bir zehir maddesi bulundururlar. Buna karşın kelebekler zehir maddesi taşımadıklarını bildikleri salkım çiçekli bitkileri tercih ederler.

Akçaağaçların, özellikle şeker akçaağacının genç sürgünlerini ve yapraklarını zararlı canlılardan koruma düzeni çoğu zaman insanların ürettikleri böcek öldürücülerden çok daha etkilidir. Şeker akçaağacı, gövdesinde bol şekerli öz su olmasına rağmen, yapraklarına "tanen" denen bir maddeyi gönderir. Bu, böcekleri rahatsız eden bir maddedir. "Tanen"li yaprakları yiyen böcekler kurtulmak için hemen daha az tanenli üst yapraklara çıkarlar. Oysa üst yapraklar kuşların en çok uğradıkları yerlerdir. Buraya kaçan böcekler kuşlar tarafından avlanırlar. Şeker akçaağacı bu stratejisi sayesinde böcek saldırılarından az zarar görerek kurtulur. 

Orta ve Güney Amerika'da yetişen bir asma bitkisi siyah ve yeşil tırtıllar ve kırmızı kelebekler için çok ideal ve çekici bir yiyecek türüdür. Öyle ki bu böcekler, yavrularının yumurtadan çıkar çıkmaz bu lezzetli yiyecekle beslenebilmeleri için, yumurtalarını asma bitkisinin yaprakları üzerine bırakırlar. Yalnız burada çok önemli bir nokta vardır. Bu kelebekler yumurtalarını bırakmadan önce asmanın yapraklarını iyice kontrol ederler. Eğer bir başka hayvan yumurtalarını yerleştirmişse, aynı bitkinin yapraklarından birden fazla ailenin bireylerinin beslenmesi zor olacağından, orayı tercih etmez ve boş olan başka yaprakları ararlar. 

Böceklerin tercihinin bu yönde olması bitki için oldukça büyük bir avantajdır çünkü asma bitkisi saldırıdan korunmak için böceklerin bu seçiciliğinden faydalanır.

Asma bitkisinin bazı cinsleri, yapraklarının üst kısımlarında, yeşil yumrucuklar oluştururlar. Bazı türleri ise, yaprağın altında bulunan, dal ile birleşme yeri üzerinde, kelebeklerin yumurtalarına benzer renkte lekecikler meydana getirirler. Bunu gören tırtıl ve kelebekler, başka böceklerin kendilerinden evvel bu yaprakların üzerine yumurtladıklarını zannederler ve bitkiye yumurtlamaktan vazgeçerek, kendilerine yeni yapraklar aramaya başlarlar.

 

Alıntıdır.

 

 

 

 

Telefon şehir kodları nasıl veriliyor?

 Türkiye'deki telefon şehir kodları listesine bakarsanız, birbirine komşu şehirlerin kodlarının çok farklı, kod numaraları yakın olan şehirlerin ise birbirlerinden çok uzak olduklarını görürsünüz.

Bunun nedeni, kod sisteminin tuşlu telefonlar yaygınlaşmadan önce kadranlı telefonlara göre kurulmuş olmasıdır.

Kadranlı telefonlarda 9'u çevirmek için, hizasındaki deliğe parmağınızı sokup, sonuna kadar kadranı çevirmeniz ve bırakmanız gerekiyordu. Kadran da otomatik olarak geri dönerek eski konumuna geliyor ve bir tek numara çevirme işlemi tamamlanıyordu.

Bu işlemde 1'i çevirmek 9'u çevirmekten, 212'yi çevirmek 989'u çevirmekten çok daha kısa bir sürede gerçekleşiyor ve santraller daha az meşgul oluyorlardı. Şüphesiz bugünkü tuşlu telefonlar çok hızlı çalıştıklarından, numaraları aramak bakımından bir zaman farkı yok.

Bu nedenle, 212 gibi kısa süre tutan kod numaraları ülkenin en büyük, en çok telefon kullanılan şehirlerine verilmiştir. Örneğin, New York ve İstanbul'un kod numaraları aynı, yani 212 iken, Chicago ve Ankara'nın da 312'dir.

Bu sisteme göre bugün Türkiye'de üçüncü en kısa kod 222 ile Eskişehir iken, en uzun süren kod ise 448 ile Batman'dır.

Zamanla şehirler çok büyüyünce, onları kısımlara göre bölüp, yeni kod numaraları vermek ihtiyacı doğdu. Yeniler eskilerle karışmasın diye farklı numaralar verildi. Örneğin kodu 212 olan New York ikiye bölününce, ikinci kısma 718 kodu verildi. Bizde ise buna pek dikkat edilmedi, ben 212 mi Avrupa yakasıydı, yoksa 216 mı, hala karıştırırım.


Alıntıdır.


Girlevik Şelalesi / Erzincan

 


HİTİTLERDE CEZA VE TAZMİNAT

 İlkel toplumlarda ceza intikamla eşdeğerdedir ve "ceza gerektirmeyen" suçları "ceza gerektiren" suçlardan ayırt etmek mümkün değildir. Zarar gören taraf, karşı taraftan öcünü gücü yettiği oranda alacaktır. Eğer yaralama ölümle sonuçlanırsa, intikam alma görevi akrabalarına düşecek ve bir kan davası doğacaktır. Bununla birlikte taraflar anlaşabilirse, bir miktar para vermek yoluyla sorun çözülebilmektedir. Bu biçimde ödenen paraya "tazminat" denmektedir.

Devlet, temel olarak, kanun ve düzenin korunmasıyla ilgilidir ve bu yüzden kişisel intikam duygularını sınırlandırması ve neticede tamamen ortadan kaldırması gerekir. "Kısas" (göze göz, dişe diş) kanunu, büyük olasılıkla bu yönde atılmış ilk adımdır. Zarar gören taraf, karşı tarafa kendisinin uğradığı zarardan daha fazlasını verebilir. Daha bilgili kanun koyucular, iki yanlışın bir doğru yapmadığını görecekler ve cezalandırmanın amacını kavrayacaklardır; ceza ancak caydırıcı olduğu takdirde faydalıdır ve diğer taraftan haksızlık ise, ancak zarar gören tarafın tazminiyle veya tazminatla telafi edilebilir. Sonuç olarak üçüncü bir etken de kanunların yenilenmesi olabilir.

Bu bakımdan, Hitit kanunları hayli gelişkindir. Cezanın, tazminat ilkesiyle karşılaştırıldığında daha önemsiz olduğu görülür. İdam cezası gerektiren suçlar sadece tecavüz, hayvanlarla cinsel ilişkide bulunma ve devlet otoritesine karşı gelmedir. Kölelerin sahiplerine karşı gelmesi ve büyücülük de idamlık suçlardandır. Vücutta bir sakatlık meydana getirerek cezalandırma —Asur kanunlarında normal bir cezadır— Hititlerde kölelere uygulanır. Özgür vatandaşların saldırı, kara büyü, cinayet, hırsızlık ile mala mülke verilen her türden zarar da dahil, gibi işledikleri diğer suçlar tazminatı veya tazmini gerektirir; ceza ancak suçlunun neden olduğu zararın değerinin birkaç katını ödemesi gerektirdiğinde kaydedilirdi. Yangından zarar gören bir evin yeniden inşası ve zarar gören eşyaların yeniden sağlanması bu türden telafi etme örnekleridir, fakat telafi etme genellikle para (gümüş) yoluyla sağlanır.

Bazı örnekler şunlardır:

11. Eğer herhangi bir kişi özgür bir insanın kolunu veya bacağını kırarsa, o kişiye yirmi şekel gümüş öder ve o [davacı] onu serbest bırakır(?)
12. Eğer herhangi bir kişi kadın ya da erkek kölenin kolunu veya bacağını kırarsa, on şekel gümüş öder ve o [davacı] onu serbest bırakır(?)
63. Eğer herhangi bir yetişkin bir öküzü çalarsa, eskiden on beş öküz verirdi, fakat şimdi on öküz verir; iki yaşında üç öküz, bir yaşında üç öküz ve sütten yeni kesilmiş dört öküz verir ve o [davacı] onu serbest bırakır(?)
170. Eğer özgür bir kişi bir yılanı öldürür ve bu esnada birinin adını söylerse (bu bir büyü şeklidir), bir pound gümüş ödeyecektir; eğer bunu bir köle yaparsa, cezası ölümdür.
25. Eğer bir insan bir çanağı veya bir sarnıcı pisletirse, eskiden altı şekel gümüş öderdi; pisleten kişi (sahibine) üç şekel gümüş ve saraya üç şekel öderdi, fakat şimdi kral sarayın payını iptal etti; pisleten kişi sadece üç şekel öder ve o [davacı] onu serbest bırakır(?)
98. Eğer özgür bir kişi bir evi ateşe verirse, evi yeniden inşa edecektir, ancak evin içinde ne yanarsa, ister bir insan, bir öküz veya bir koyun olsun, bunlar için tazminat ödemeyecektir.

Adam öldürme üzerine olan kanunları diğer eski kütüklerdekilerle karşılaştırmak ilginçtir. Bütün vakalarda tazminat vardır ve bir köle için oran daima özgür bir kişininkinin tam olarak yarısıdır. Özgür bir kişiyle ilgili kanunlar şöyledir:

1. Eğer herhangi bir kişi bir kavga esnasında bir erkeği veya bir kadını öldürürse, öldürülen kişinin cinsiyetine göre ölenin sahibine dört insan vererek telafi eder ve o [kurbanın mirasçısı] onu serbest bırakır (?)
3. Eğer herhangi bir kişi özgür bir erkeğe veya kadına vurur ve o kişi ölürse, (sadece) eli ile neden olursa, ona iki insan vererek telafi eder ve o [kurbanın mirasçısı] onu serbest bırakır(?)
5. Eğer herhangi bir kişi Hititli bir tüccarı öldürürse, 1,5(?) mina gümüş öder ve o [kurbanın mirasçısı] onun evine gitmesine izin verir; eğer olay Luviya ya da Pala ülkesinde gerçekleşirse, 1,5 mina gümüş öder ve zarar gören malları tazmin eder; eğer olay Hatti Ülkesi'nde gerçekleşirse, (sadece) tüccar için tazminat öder.
6. Eğer bir kişi, kadın veya erkek, bir başka kentte öldürülürse, kimin toprağında ölürse onun tarlası 46,3 metreye bölünür ve ona (kurbanın mirasçısına) verilir.

Son iki paragrafın buna benzer olan metinde farklı bir yorumu vardır:

III. Eğer herhangi bir kişi bir Hititli tüccarı mallarını gasp etmek için öldürürse, o... mina gümüş ödeyecektir ve mallarının üç katı kadar tazminat verecektir. Eğer tüccarın malı yoksa, fakat onu bir kavgada öldürürse, altı mina gümüş verir. Fakat eğer (sadece) eli ile neden olursa, iki mina gümüş verir.

IV. Eğer herhangi bir kişi yabancı bir yerde öldürülürse, ölen özgür bir erkekse, o (toprağın sahibi) bir tarla, bir ev ve bir mina yirmi şekel gümüş verecektir; eğer ölen kadınsa, üç mina gümüş verecektir. Fakat öldürüldüğü toprak ekili değilse, bir başkasının mülküyse, herhangi bir yönde 4,83 km. mesafede herhangi bir köy bulunursa, o (mirasçı) oradan aynı tazminatları alacaktır; eğer o mesafede bir köy yoksa, eli boş dönecektir.

Her iki yorumda da kasten öldürme ile kazara öldürme arasında dikkatli bir ayrım vardır. Fakat tuhaftır ki, kasten öldürme olarak tanımlayabileceğimiz tek vaka bir sınıfa mensup bir kişi olarak ele alınan bir tüccarla ilgili ve soygun amaçlı olanıdır. Cinayetle ilgili özel bir hükmün bulunmayışı Hammurabi ve Asur kütüklerinin her ikisinde de fark edilmiştir. Suç eski İsrail kütüğünde ayrıntılarıyla ele alınır, fakat böylesi ifadeleri Eski Ahit'te Musevi adli otoritelerin, katili intikamın alınması için Go'el'in, Hz. İsa'nın, başka bir deyişle en yakın akrabalarının, husumetine terk etmek dışında bir şey yapmalarının gerekmediğinin (Tesniye XIX. 12) belirtildiği kimi bölümleri de görmekteyiz. Diğer Doğu kütüklerinde de cinayetle ilgili konularda sessiz kalınması, o devirde cinayetin adlî olmaktan çok kişisel intikam ile çözülmesi gereken bir olay olduğunu düşündürmektedir. Kan davasının eski Hitit Krallığı döneminde de geçerli olduğu Telipinu'nun fermanındaki şu paragrafta açık olarak belirtilmiştir.

Kan davası ile ilgili kural şöyledir: Her kim bir kan dökme suçu işlerse, "kanı dökülen kişinin sahibi" (örneğin, İbranilerde Go'el) ne derse o yapılır. Eğer "ölsün" derse, öldürülecektir; fakat eğer "tazmin etsin" derse, tazmin edecektir: Kral bu karara karışmayacaktır.

Kasıtlı olmayan adam öldürme suçlarında, tazminatın bir kısmı olarak "insan" verilmesi dikkat çekicidir. Genellikle köleler için kullanılan bir ifadedir.

Katil kaçtığında, mağdurun ailesinin tazmin edilmesi için en yakın köyün sorumlu tutulması Doğu ülkelerinde her zaman yaygın şekilde uygulanan bir gelenek olmuştur. Bunun benzerleri Hammurabi ve ortaçağ İslam kütüklerinde mevcuttur. Musul civarındaki kazıda çalışan bir Arap'ın akrabalarından birinin civardaki bir köyde öldürülmüş olması nedeniyle, orada rasgele birini öldürmeyi planladığı bilinmektedir. Eski Ahit, Tesniye XXI. 1-10'da en yakın köyün yaşlıları bir yemin töreniyle kendilerini kan dökme suçundan temize çıkarmak için toplanırlar ve orada da yapılmadığı takdir de cinayetten sorumlu tutulacaklardı. Hitit kanununun kendine özgü eşsiz özel yanı 4,83 km.lik mesafeyle sınırlı oluşudur, ki bu sınırlamanın dışında kalanlar sorumlu tutulmaz.

5. hükmün anlamı pek açık değildir. Luviya ve Pala gibi uzak ülkelerde, bir tüccarın ölümü için ödenecek tazminatın oranının, uygarlıktan çok uzaklara seyahat ederek daha büyük bir risk taşıması nedeniyle Hatti Ülkesi'ndekinden daha az olmasının gerekeceği düşünülebilirdi. Ancak kelimelerden bu anlamı çıkarmak, büyük ölçüde şekillerin taşıdığı bulanıklık nedeniyle zordur.

 

Alıntıdır.

 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak