21 Mart 2022 Pazartesi

Görgü Kuralları


Alkışlamak, Tezahürat


Alkışlamak, Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre Abdülaziz’in 1863 Mısır seyahati sırasında birdenbire ortaya çıkmıştır: “Öteden beri Avrupa hükümdarlarına halk tazim için alkışlar edegelip halkın sükutu hükümdar hakkında iğbirar-ı umumiye [genel kırgınlığa] delalet edegeldiği halde Memalik-i mahrusede bi’l’akis ahalinin samt u sükutu [susma ve suskunluğu] salatin-i Osmaniye hakkında edille-i tazimiyeden madud [saygı duymanın delillerinden kabul edilmiş] iken bu seyahat-i Mısrıyyede örf ü âdet-i belde defaten mütebeddel olarak [değişerek] Avrupa usûlüne münkalib oluvermiştir.” Padişah da alkışlardan memnun olup “Mısır ve İzmir’de gördüğümüz eser-i meyi ü mahabbeti İstanbul sekenesinden görmedik,” deyince, alkışlar İstanbul’a dahi sirayet edip İstanbul ahalisi dahi alkışlamışlardır (Cevdet Paşa, Tezâkir, Tezkire 19).


Eski ittihatçı, İstanbul evlendirme memuru, ulemadan Ubeydullah Efendi de gençliğinden dem vururken, “...bir alkış kıyamettir koptu. Ben sürurumdan hıçkırığa tutuldum. Hâlâ o şanlı dakikanın sevincini sinemde saklarım. O zaman bir kimseyi alkışlamak için el çırpmak âdeti yoktu. Sağdan soldan ‘ahsenet, lâfız-ı fevk, aşkolsun, herif babasının oğlu’ gibi sözlerle beni alkışlıyorlardı,” (Ubeydullah Efendinin Amerika Hatıraları, haz. Ahmet Turan Alkan) diyerek el çırpmadan önce alkıştan ne anlaşıldığını ortaya koyar. 1858 doğumlu Ubeydullah Efendi, mecliste şiir okuyup ‘alkışlandığında’ on sekiz, on dokuz yaşlarında olduğunda göre, yıl 1876-77’ler olmalı. Yani Abdülaziz’in gezisinden 13 yıl sonra İzmir’e el çırpmak henüz girmemiş ve yaygınlaşmamış. Ahmet Vefık Paşa Lehçe-i Osmanide (1876) ‘alkış’ı “tekrar tekrar sayha, velvele etmekle olan tahsin, avaze-i tebcil, ala! alahay!”, ‘alkışlamak’ı “çok yaşa diye alkış etmek” diye tanımlayarak geleneksel biçimi aktarır.


“Sükut ikrardan gelir” sözünü hepimiz biliriz ama çağımız görüşümüzü onaylayıcı yönde de olsa kuvvetle savunmayı medeni cesaret sayıyor. Latince plaudo sözcüğünün tokatlamak, vurmak, basmak, çarpmak, kanat çırpmak, alkışlamak, el çırpmak, tasvip etmek, onaylamak, hoşnut kalmak kavramlarının kökü olduğunu bilince, Tanzimat sürecinde oluşturulan danışma meclislerinde çağrılı üyelerin terbiyeleri gereği ‘had’lerini bilerek yüksek devlet ricali yanında ‘siz bilirsiniz, sayenizde’ anlayışı ile ağızlarını açmayıp, kendilerine danışmanın mümkün olamadığını anımsamamak mümkün değil. 1869 yılında yayın hayatına başlayan ilk çocuk dergisi Mümeyyiz, “Bizim çocuklarımız (...) birkaç adamın yanına çıksalar Van kedisi gibi vahşi vahşi dururlar, söylenen lakırdıyı anlamazlar ve bir şey sorulsa cevabını vermezler” diye şikâyet ettiğine göre, ‘sükut altındır’ anlayışının değiştirilmesi çabası, alkışın memlekete giriş tarihiyle başlıyor.


Alkış sözcüğü “yaruk ay tenrige alkışta” (parlak Ay Tanrıyı alkışda) örneğindeki gibi Tanrıyı ululamak anlamını da içerirken, kutsamak, yüceltmek, övmek, hayır dua etmek anlamlarına gelmiştir. Budist metinlerde ve Müslümanlığın ilk dönemlerinde sena, dua ve zikr anlamlarında da kulllanılmıştır. Her durumda el hareketi olarak görülmemektedir.


Oysa Lale devrinin şairi Nedim “heman alkış sedasın andırırmış çağlayan sular” mısrası ile, alkışın sesli olması arzusunu da hissettirir. Klasik Osmanlı protokolunda padişah alaylarında halk sessiz seyrederken, hayır dua ve ululamayla ‘tezahürat’ yapan özel görevliler vardır. Tanzimat’a kadar padişah ve vezirlerin alkışlanması için kalabalık bir alkışçılar grubu ve başlarında çavuşları vardı. Bunlar, padişah tahta oturduğunda, ‘ömr-ü devletinle bin yaşa, maşallah, avnullah, uğurun açık olsun, gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ diye “bülend âvaz ile duahan olurlar”dı. Bu bağrışmaya alkış denirdi. Alkışçılar protokol görevi de yapar, teşrifatçı efendinin işaretiyle nakibüleşraf gelince ‘hareket-i hümayun, padişahım, devletinle bin yaşa’ diye bağırırlar, padişah ayağa kalkarak İstanbul kadısına kadar olan görevlileri ayakta karşılar, sıra müderrislere gelince alkışçılar ‘istiharat-ı hümayun, padişahım, devletinle bin yaşa’ diye bağırdıklarında, padişah otururdu.


Tanzimat’tan sonra vezirlerin alkışlanması kaldırıldığı gibi, alkışçılık hassa hademesinin işi olmuştu. Sekiz on kişiden ibaret bu görevliler, sarayda Mehmed Reşad’ın başkâtipliğini yapan Halit Ziya Uşaklıgil’in anlatımına göre, “halka halinde toplanırlar ve gür sesle bir şeyler söyliyerek alkışlarlardı”. Bu gulgulenin ne olduğunu ve ‘gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ mı diyorlar diye merak eden Halit Ziya, soruşturduğunda “yardımcın Allah ola, yaşın uzun ola” diye başladığını öğrenir ve “kim bilir nasıl biter” der.


Alkışın sivilleşmesi futbol maçlarıyla oldu. 1908’den itibaren çekişmeli İstanbul takımlarının maçlarında tezahürat ve alkış başladı. Cumhuriyet’ten sonra alkışlanacak kişiler arttı. Gazinolarda şarkıcılar, sinemalarda kahramanlar alkışlandı. Gerçi önce beğenilen sanatçıya “gözün oynasın”, “anan öle” gibi nazara karşı lafendazlıklar veya sinemada iyi ve kötülerin mücadelesine gerçekten taraf olma gibi saflıklarla başlandı ama sahne sanatları alkışsız olmazdı. Zamanla, maç tezahüratının (1926’da yayınlanan haftalık spor gazetesinin adı Şa Şa Şa’ydı), siyasal propagandanın özel tarihi oluştu. Çok partili siyasal yaşamın, Bölükbaşı’nın da şikâyet ettiği gibi, en fazla meydan nutukları sevildi.


Son günlerde alkışlar tam yerini bulmuyor gibi. Kuran okuma yarışmalarında yarışmacıların alkışlanması yöneticiler tarafından engellenerek, maşallah demeleri isteniyor; bazı cenazelerin peşinden alkışlanarak gidiliyor.


Kargımak, Yuf Çekmek


‘Kargışlamak’ biçimiyle de Anadolu ağızlarında yaşayan sözcük alkışlamanın tersi, “incitmek, sokmak, beddua etmek, ilenç, lanet etmek” (Ahmet Vefik Paşa) anlamlarındadır. Alkış gibi kargışlar da kalıplaşmış biçimleri ile atasözleri, deyimler gibi folklor konusu içine girerler. Kalıp halleri ile dua ve büyüyle benzeşirken, günlük duruma ilişkin beylik sözler olarak küfüre yanaşırlar ve yaratıcılığa bağlı olarak halk edebiyatı, anlatım gelenekleri içinde yer alırlar. “Annenin bedduası tutmaz, babanınki tutar” inancı, büyülük özelliğinin dışavurumudur.

Canı yanan bir insanın “Allah sana uyuz versin de tırnak vermesin” veya malı çalınanın “Haram olsun hart olsun, karaciğerine dert olsun” diye ilenmesi ancak sözün gücüne inanan bir toplumun heyecanıyla açıklanabilir. Atasözü ve deyimlerle, atma türkülerle konuşan toplumda, kafiye ve aliterasyonlu söz dağarcığı zengin, böyle üretilen kalıplar anlatım zenginliği ve görgü kuralları açısından kolaylaştırıcıdır. “Bir yastıkta kocamak”, “Analı babalı büyütmek”, “Halil İbrahim bereketi vermek” gibi alkışlarla, “Yağlı kurşuna gelesin” kargışı arasında kategorik fark yoktur. Şimdi sloganların yaratmaya çalıştığı ses de aynı kategori içine girmektedir.


Alkış toplumsallaşırken, kargış kocakarılara kalmıştır. Bugün kargışın yerini protesto aldı. Eskiden yuhalamanın karşılığı ‘yuf çekmek’ti. Bu deyimin aslı ‘yuf borusu çekmek’tir ki, yuf borusu kerranay’ın küçüğü, nefir de denilen boynuzdan bir borudur ve dervişlerce çalınır. Kerrenay, Evliya Çelebi’ye göre eşek sesine benzer ses çıkaran, IV. Murad’ın Revan’dan getirdiği bir çalgıdır. Bu aletle birlikte mehter takımının sazları arasında bulunan nefir ise ‘yuf’la daha ilgilidir: Nefir sözcüğü aslen cemaat demektir, nefir borusu canlarına, mallarına, çoluk ve çocuklarına saldırmak üzere düşmanın gelmekte olduğunu belde halkına haber vermek için çalınır ve o belde halkından gücü yetenlerin (nefirin) üstüne cihat farz olur; nefer sözcüğünün kökü de budur. Nefir borusu içerik olarak yuf borusunu açıklamakla birlikte, sözcüğün kendisini açıklamıyor. Nefes almak için açılmış dar, küçük pencerenin adı da ‘yuf deliği’dir. Ahmet Vefik Paşa sözlüğünde yuf’u “boş, nafile” diye açıklar ve yuf borusu çalmak dışında yuf olmak, yufa gitmek, yuf sana, yuf olunmak kullanımlarını verir. Ayrı madde olarak aldığı yuha’nm anlamı ise “terzil için bağrışma, yuhaya tutmak, yuha çağırmak”tır.

14- yüzyılda Aşık Paşa’nın Gartbname’sindeki “Yoksa ger hayvan hu-yiysa hu sana/ Adem iken hayvan oldun yu sana” beytinden başlayarak, borulu ya da borusuz yuh çekilmektedir.

Küfür


Küfür Arapça örtme ve gizleme, nankörlük anlamlarından Allah’a ve dine ait şeylere inanmama anlamıyla İslâmî bir terim olan küfr’ün çoğuludur, kefere ve gavur sözcükleri de buradan gelir. “Dinime küfreden bari Müselmân olsa” deyişince, kafir küfrü hak eder ve küfürbaz, Farsça ‘oynayan’ anlamında baz ekiyle yapılmış, Arapça Farsça bileşik isimdir.

Bozkurt Güvenç’e göre, dünyanın en küfürbaz insanları, İspanya’yı geride bırakan Meksikalılar ile Türkiyelilerdir.


Küfürün öznesiyle nesnesi arasındaki ilişki küfürün etimolojisinde sırıtıyor, dolayısıyla hakaret kişisel kalırken küfür toplumsallaşıyor, edebiyatı ürüyor. Toplumun belki en çok da şehirli, kozmopolit, yani yüz yüze ilişkileri kısıtlı ve zoraki kesimleri belirli sözcükleri tabu kılarak sulh oluyor ve görgü kurallarını yaratıyorlar. Onlara nazik ve kibar deniliyor. Onlar annelerinden öğrendikleri ‘don’ sözcüğünü ‘külot'la değiştiriyorlar. Sözcükleri sürekli aşınıyor çünkü ‘hoş olmayan’ gerçeklik değişmiyor. Çok katmanlı toplumun katmanlaşan küfür edebiyatında da gerçek küfürbazlar, küfretme hakkını kullanmak isteyenler, sosyalleşmek isteyenler ve sosyalleşmek zorunda kalanlar gibi kategoriler doğuyor.


Söz dağarcığında ayıp sözcük listesi çok kısa olan kırsal kesimin, küfür edebiyatı da fazla gelişmemiştir. Örneğin, Doğu Karadeniz’de erkeklerin küfretmesi ciddi bir olay olduğundan onlar küfretmezler, kadınlar küfreder. Şehirler ise, sözcük hâzinesi binin altında bulunan ve bunun içinde küfür sözcüklerinin oldukça fazla yer tuttuğu alt katmanlar üretiyorlar.


Küfürün bir de işaret dili var. 70’li yıllarda “haydi bastır” futbol sloganıyla alenileşmeye başlayan, komedi filmleriyle iması şakalara giren standart el hareketi hakkında ‘Merdivenin Altından Geçmek’ maddesinde bilgi var. Kitabı Mukaddes’ten bu hareketin îsrailoğulları tarafından bilindiğini öğreniyoruz: “Eğer boyunduruğu, parmak uzatmağı, ve fesat söyle meyi ortanızdan kaldırırsan, (...) o zaman karanlık içinde ışığın doğacak...” (İşaya, 58:9 -10).


Parmak hareketinin biçimi çevirilerde kayboluyor. Örneğin, Kitabı Mukaddes'te Süleymanın Meselleri’nde (6: 12-13) “parmaklan ile anlatır” çevirisinden kastedilenin küfür olduğu tam anlaşılmıyor. Aristophanes’in kullandığı sözcük de daktylos, yani parmaktır: Aristophanes’in Bulutlar adlı tiyatro oyununda (IÖ 423) Sokrates oyunun kahramanı Strepsiades’e müzikteki usûl ve ölçüleri anlatmaya çalışırken, o parmak usûlünü bildiğini söyler, “Eskiden ben daha çocukken [orta parmağını göstererek] bunu kullanırdım.” Aristophanes kahramanını Sokrates’e azarlatırken, seyircilerinin de gülmesini beklemektedir, biz de küfür işaretinin parmak olduğunu anlarız. Romalılar digitus irıfamis (meşum parmak), Hıristiyan teologlar da digitus destirıare (işaret parmağı) terimini kullanmışlar. Dolayısıyla, hareketin bugün Amerika’dan bize gelen biçiminin Batı’da çok eski olduğu ve Anadolu ile oldukça eski tarihlerde ayrışma yaşandığı anlaşılıyor. Yalnız Rönesans İtalya’sında hareket bütün kolla yapılıyor, adı da vaffarıculol L a f Ebeliği insanların sözlerini dinletebilmeleri için amaçlarının toplumsal netliği ve kabul edilebilirliği ile toplumsal ortamları arasındaki ilişkinin öznel'likten nesnelliğe doğru devinme içermesi gerekir. Eskiçağda retorik bu tür ilişkilerin doruğu olarak sanat sayılmıştır. Konuşmanın, konuşanın alışkanlıklarından uzaklaşıp sanatsallaştıkça etkisini artırması beklenir. Ancak tepki her zaman, olguların önceden kestirilebilirlik oranıyla ilişkilidir ve bu oran büyü ve esrime* ile artırılabilir. Ama gelenekselleşen, kalıplara dökülen aktarımlar marjinalleşir veya içleri boşalır. Veya Aristoteles mantığının temel kıyaslarına başvurularak orta yol tutulur.


Günlük yaşamda insan tanımak çoğu kez güvenilirlikten uzak bir var sayımdır. Statü toplumundan liberal, her türlü toplumsal bağ ve nirengiden koparan bireyselliği zorlayan burjuva toplumuna gidiş, ilişki yoğunluğunu artırırken, güvenilirliği azaltmıştır. Bilim ve sanat dillerinin yani üst-dillerin oluşumunun ve kültürel/ideolojik egemenliğinin ‘akıl çağı’ modernizm dönemindeki işlevselliği burada aranabilir. Bu süreç Batı Avrupa’da bilgi kuramı, matematik, psikoloji ve sosyolojiye yönelimi zorlarken, Osmanlıda günlük yaşamın pratik sorunlarına, devlet-felekle ilişkiye yönelindiği için, estetik, ahlak felsefesi, şiir, atasözleri ve mesel -kıssalı hisseler- her zaman canlı olmuştur. Bu nedenle günlük dilimiz, özellikle tartışma uslübumuz ‘laf beğendirme’, ‘laf ebeliği’ üstüne kuruludur.


Her şey piyasaya çıktığı ve sistem açısından ürün farklılaştırmaktan öte işlevselliği bırakılmadığı zaman dille sözün bağı kopar. Herkesin haklı olduğu post-modern çağda ‘söylem’ kavramının günlük dile girmesinin kökeninde de bu vardır.


Kalıp sözlerin, deyim niteliği ve anlatım zenginliği kazanamamış, durum aktarıcılığı düzeyinde kalmış olanları, Umberto Eco’nun adlandırmasıyla ‘gereksiz şifreleme’nin bir gömlek sanatsallaşmışı, “sonra, soğan doğra”; “para peşin, kırmızı meşin”; “yapma, yapma değil Avrupa” gibi basit muhaverelerden “onu öyle demezler”, “ayağımın altı pekmez” çocuk tekerlemelerine, tavlacıların “penc ü se, severler güzeli genç ise” uğurlarına, fasulyecinin “koy tencereye çık pencereye”, Mahmut Paşa esnafının “allı verelim morlu verelim” diye soluklanmalarına, Yeşilçam’ın “tak fişi bitir işi” zevkine, Ziya Gökalp’in “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” düsturuna ve Oktay Rıfat’ın “Peyami Sefa adında biri/ Tatara titiri” şiirine kadar örnekler, her yaşa, mesleğe, zekâya hitap eden, kulağını tersten gösterme, eğretileme sanatsallığının günlük yaşamdaki yaygınlığını gösterirler. Küfürbazlar gibi laf ebeliğinin de ustaları vardır (Karagöz ve Orta Oyunu sanatsallaşmış biçimleri) ama genel tüketimi ile içeriği dolaysız, anlatım biçimi dolaylı olan bu kalıp sözler, hem türün üyesi olmayı, hem irade-i cüzîyi ifade etmekte, günlük, sıradan olan karşısındaki devinimsiz esrimeyi, öznenin nesnelleşmesini ifade etmektedir. Göstergebilimin terimleriyle dille konuşma arasındaki diyalektiğin bu kadar zengin ve her toplumsal katmana göre çeşitlenmiş ara aşamalarının oluşması başlı başına inceleme konusudur. Nasreddin Hoca’nın absürd fıkraları bu deneyimi aktarır: “Bir gün Hoca ile balık avına giderler. Suya ağ salarlar. Hoca götürür, kendüyi ağ içne atar. Ayıtmışlar: ‘Hay Hoca’ N ’eylersin?’ ‘Vallahi ben beni balık sandum’, demiş,” (Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, 1996). 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


20 Mart 2022 Pazar

Kemaliye (Eğin) / Erzincan

 


YAPRAKLAR VE FOTOSENTEZ


On yedinci yüzyılda yaşamış Belçikalı bir fizikçi olan Jan Baptisa Van Helmont bilimsel deneylerinden birinde bir söğüt ağacının büyümesini gözlemledi ve çeşitli ölçümler yaptı. Ağacı önce tarttı, ardından 5 yıl sonra ikinci kez tekrar tarttı ve ağırlığını 75 kg artmış olarak buldu. Bitkinin içinde büyüdüğü kaptaki toprağı tarttığındaysa, bu 5 yıllık zaman içinde sadece birkaç gram azaldığını gördü. Fizikçi Van Helmont, bu deneyinde, söğüt ağacının büyüme sebebinin sadece saksıdaki toprak olmadığını ortaya çıkardı. Bitki büyümek için toprağın çok az bir kısmını kullandığına göre başka bir yerlerden besin alıyor olmalıydı. 

İşte 17. yüzyılda Van Helmont'un keşfetmeye çalıştığı bu olay, bazı aşamaları günümüzde dahi tam olarak anlaşılamamış olan fotosentez işlemidir. Yani bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretmeleridir. 

Bitkiler besinlerini üretirken sadece topraktan faydalanmazlar. Topraktaki minerallerin yanında, suyu ve havadaki CO2'i de kullanırlar. Bu hammaddeleri alıp yapraklarındaki mikroskobik fabrikalardan geçirerek fotosentez yaparlar. Fotosentez işleminin aşamalarını incelemeden önce fotosentezde son derece önemli bir role sahip olan yaprakların incelenmesinde fayda vardır.



Yaprakların Genel Yapısı


Hem genel yapı olarak, hem de mikrobiyolojik açıdan incelendiğinde yaprakların her yönüyle en fazla enerji üretimini sağlamak üzere planlanmış, çok detaylı ve kompleks sistemlere sahip oldukları görülecektir. Yaprağın enerji üretebilmesi için ısı ve karbondioksidi dış ortamdan alması gerekir. Yapraklardaki tüm yapılar da bu iki maddeyi kolaylıkla alacak şekilde düzenlenmiştir. 

Öncelikle yaprakların dış yapılarını inceleyelim. 

Yaprakların dış yüzeyleri geniştir. Bu da fotosentez için gerekli olan gaz alış-verişlerinin (karbondioksidin emilmesi ve oksijenin atılması gibi işlemlerin) kolay gerçekleşmesini sağlar. 

Yaprağın yassı biçimiyse tüm hücrelerin dış ortama yakın olmasını sağlar. Bu sayede de gaz alış-verişi kolaylaşır ve güneş ışınları, fotosentez yapan hücrelerin hepsine ulaşabilir. Bunun aksi bir durumu gözümüzün önüne getirelim. Yapraklar eğer yassı ve ince bir yapıya değil de herhangi bir geometrik şekle ya da anlamsız rasgele bir şekle sahip olsalardı yaprak fotosentez işlevini sadece güneş ile doğrudan temas eden bölgelerinde gerçekleştirebilecekti. Bu da bitkilerin yeterli enerji ve oksijen üretememesi anlamına gelecekti. Bunun canlılar için en önemli sonuçlarından biri de hiç kuşkusuz ki yeryüzünde bir enerji açığının ortaya çıkması olurdu.

Yapraklardaki özel olarak "tasarlanmış" olan sistemler sadece bunlarla sınırlı değildir. Yaprak dokusunun önemli bir özelliği daha vardır. Bu özellik ışığa karşı duyarlı olmasıdır. Bu sayede ışık kaynağına yönelme, yani fototropizm adı verilen olay gerçekleşir. Bu, saksı bitkilerinde de rahatça gözlemlenen, bitkilerin yapraklarını güneşin geldiği yöne doğru çevirmesine neden olan olaydır. Bitki böylelikle güneş ışığından daha fazla faydalanabilir. 

Yapraklar bitkilerin hem nükleer enerji üreten santralleri, hem besin üreten fabrikaları, hem de önemli reaksiyonları gerçekleştirdikleri laboratuvarlarıdır. Yapraklarda hayati önem taşıyan bu işlemlerin nasıl gerçekleştirildiğini anlamak için yaprakların fizyolojik yapısını da kısaca incelemek gerekir. 

Yaprağın iç yapısının enine kesiti alınarak bakılacak olursa dört tabakalı bir yapı olduğu görülecektir.

Bu yapılardan ilki kloroplast içermeyen epidermis tabakasıdır. Yaprağı alttan ve üstten örten epidermis tabakasının özelliği, yaprağı dış etkilerden korumasıdır. Epidermisin üstü koruyucu ve su geçirmez mumsu bir madde ile sarılıdır. Bu maddeye kütiküla adı verilir. Yaprağın iç dokusuna baktığımızda ise genelde iki hücre tabakasından oluştuğunu görürüz. Bunlardan iç dokuyu oluşturan Palizad dokuda kloroplastça zengin hücreler, aralarında hiç boşluk bırakmadan yan yana dizilirler. Bu doku fotosentezi yürüten dokudur. Bunun altında bulunan Sünger doku ise, solunumu sağlayan dokudur. Sünger dokudaki hücreler, diğer bölümlerdeki hücrelere göre daha gevşek bir şekilde birbirine kenetlenmiştir. Ayrıca bu dokunun hücreleri arasında hava ile dolu boşluklar vardır. Görüldüğü gibi bu dokuların hepsi yaprağın yapısında son derece önemli görevlere sahiptir. Bu tür düzenlemeler yaprakta ışığın daha iyi dağılıp yayılmasını sağlayarak fotosentez işleminin gerçekleşmesi açısından son derece büyük bir önem taşırlar. Bütün bunların yanı sıra yaprak yüzeyinin büyüklüğüne göre yaprağın işlem yapma (solunum, fotosentez gibi) yeteneği de artar. Örneğin birbirine geçmiş tropikal yağmur ormanlarında genellikle geniş yapraklı bitkiler yetişir. Bunun çok önemli sebepleri vardır. Sürekli ve çok miktarda yağmurun yağdığı, birbirine geçmiş ağaçlardan oluşan tropikal ormanlarda güneş ışığının bitkilerin her yerine eşit ulaşması oldukça zordur. Bu da ışığı yakalamak için gerekli olan yaprak yüzeyinin artırılmasını gerekli kılar. Güneş ışığının zor girdiği bu alanlarda bitkilerin besin üretebilmeleri için yaprak yüzeylerinin büyük olması hayati önem taşımaktadır. Çünkü bu özellikleri sayesinde tropik bitkiler değişik yerlerden, en fazla faydalanacak şekilde güneş ışığına ulaşmış olurlar.

Tam aksine kuru ve sert iklimlerde ise küçük yapraklar bulunur. Çünkü bu iklim şartlarında bitkiler için dezavantaj olan asıl nokta ısı kaybıdır. Ve yaprak yüzeyi genişledikçe su buharlaşması, dolayısıyla ısı kaybı artar. Bu yüzden ışık yakalayan yaprak yüzeyi, bitkinin su tasarrufu yapabilmesi için iktisatlı davranacak şekilde tasarlanmıştır. Çöl ortamlarında yaprak kısıtlaması aşırı seviyelere ulaşır. Örneğin kaktüslerde yaprak yerine artık dikenler vardır. Bu bitkilerde fotosentez etli gövdenin kendisinde yapılır. Ayrıca gövde suyun depolandığı yerdir.

Fakat su kaybının kontrol edilmesi için bu da tek başına yeterli değildir. Çünkü her ne kadar yaprak küçük olsa da gözeneklerin bulunması su kaybını devam ettirecektir. Bu yüzden buharlaşmayı dengeleyecek bir mekanizmanın varlığı zorunludur. Bitkiler de, fazla buharlaşmayı düzenleyen bir çıkış yoluna sahiptirler. Bünyelerindeki su kaybını, gözenek açıklığının kontrolü ile denetim altında tutarlar. Bunun için gözenek açıklıklarını (porları) genişletir veya daraltırlar. 

 Yaprakların tek görevi fotosentez için ışığı hapsetmeye çalışmak değildir. Havadaki karbondioksidi yakalayıp onu fotosentezin oluştuğu yere ulaştırmaları da aynı derecede önemlidir. Bitkiler bu işlemi de yaprakların üzerinde yer alan gözenekler vasıtasıyla gerçekleştirirler.



Gözenekler


Yaprakların üzerindeki bu mikroskobik delikler ısı ve su transferi sağlamak ve fotosentez için gerekli olan CO2'i atmosferden temin etmekle görevlidirler. Gözenek olarak adlandırılan bu delikler, gerektiğinde açılıp kapanabilecek bir yapıya sahiptirler. Gözenekler açıldığında yaprağın hücreleri arasında bulunan oksijen ve su buharı, fotosentez için gereken karbondioksit ile değiştirilir. Böylece üretim fazlalıkları dışarı atılırken, ihtiyaç duyulan maddeler değerlendirilmek üzere içeri alınmış olur. 

Gözeneklerin ilgi çekici yönlerinden biri, yaprakların çoğunlukla alt kısımlarında yer almalarıdır. Bu sayede, güneş ışığının olumsuz etkisinin en aza indirilmesi sağlanır. Bitkideki suyu dışarı atan gözenekler, eğer yaprakların üst kısımlarında yoğun olarak bulunsalardı, çok uzun süre güneş ışığına maruz kalmış olacaklardı. Bu durumda da bitkinin sıcaktan ölmemesi için gözenekler bünyelerindeki suyu sürekli olarak dışarı atacaklardı, böyle olunca da bitki aşırı su kaybından ölecekti. Gözeneklerin bu özel tasarımı sayesinde ise, bitkinin su kaybından zarar görmesi engellenmiş olur.

Yaprakların üst deri dokusu üzerinde çifter çifter yerleşmiş bulunan gözeneklerin biçimleri fasulyeye benzer. Karşılıklı içbükey yapıları, yaprakla atmosfer arasındaki gaz alışverişini sağlayan gözeneklerin açıklığını ayarlar. Gözenek ağzı denilen bu açıklık, dış ortamın koşullarına (ışık, nem, sıcaklık, karbondioksit oranı) ve bitkinin özellikle su ile ilgili iç durumuna bağlı olarak değişir. Gözenek ağızlarının açıklığı ya da küçük oluşu ile bitkinin su ve gaz alışverişi düzenlenir.

Dış ortamın tüm etkileri göz önüne alınarak düzenlenmiş olan gözeneklerin yapısında çok ince detaylar vardır. Bilindiği gibi dış ortam koşulları sürekli değişir. Nem oranı, sıcaklık derecesi, gazların oranı, havadaki kirlilik… Yapraklardaki gözenekler tüm bu değişken şartlara uyum gösterebilecek yapıdadırlar.

Bunu bir örnekle şöyle açıklayabiliriz. Şeker kamışı ve mısır gibi uzun süre sıcağa ve kuru havaya maruz kalan bitkilerde, gözenekler suyu muhafaza edebilmek için gün boyunca tamamen ya da kısmen kapalı kalırlar. Bu bitkilerin de gündüz fotosentez yapabilmek için karbondioksit almaları gerekir. Normal şartlar altında bunu sağlayabilmek için de gözeneklerinin olabildiğince açık olması gerekir. Bu imkansızdır. Çünkü böyle bir durumda bitki, sıcaklığa rağmen sürekli açık olan gözenekleri yüzünden devamlı su kaybeder ve bir süre sonra da ölür. Bu nedenle bitkinin gözeneklerinin kapalı olması gereklidir.

Fakat bu problem de çözülmüştür. Mısır ve şeker kamışı gibi sıcak bölgelerde yaşayan bitkiler, gözenekleri kapalı da olsa, yapraklarına karbondioksidi alabilmek için kimyasal pompalar kullanmaktadırlar. Bu kimyasal pompaların bir süre yokluğu durumunda CO2 temin edilemediği için bitki besin üretemeyecek ve ölecektir


Alıntıdır.


BÜYÜK BİR TARİH YAZICISI: 2. MURŞİLİ

 Babası Şuppiluliuma’nın icraatını da bize aktaran 2. Murşili, kendi döneminde olup bitenleri egemenlik yıllarına ayırarak, ayrıntıları ile vermektedir. Yıllık icraatlarının yazıldığı bu tür belgeler annal = yıllık olarak bilinir. 2. Murşili’nin yıllıkları Ön Asya tarih yazıcılığı içinde anlatım biçimi ve ayrıntılara girmesi açısından çok önemli bir yer tutar. Özellikle devletler arası antlaşma metinlerinin başlarına konan ve o güne değin, bu antlaşmanın yapıldığı devletle ilişkilerin nasıl geliştiğini özetleyen ve geriye bakış adını verdiğimiz bölümler, Hititler’de tarih bilincinin ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. 2. Murşili yıllıkları, şimdiye değin Boğazköy arşivlerinde bulunmuş en geniş tarih içerikli belge topluluğunu oluşturmaktadır. Bunları birinci sınıf tarih kaynakları olarak değerlendiriyoruz. Bu bakımdan, Yeni İmparatorluk döneminin en güçlü krallarından biri olan 2. Murşili dönemi ile ilgili hemen hemen her şeyi bu kaynaktan öğrenebilmekteyiz. Elimizde bu kralın, biri ilk 10 yıllık süresini, diğeri daha ayrıntılı bir biçimde 20 ve daha ileri krallık yıllarını kapsayan belgelerinin iki ayrı versiyonu bulunmaktadır. Yalnız, bunların da tarihsel olayların kronolojisi bakımından bazı sakıncaları yok değildir. Bunun günümüze uygulayarak bir örnekle açıklamakta yarar vardır: Bir tarih kitabının cildinden ayrıldığını, içinden pek çok sayfanın yırtılıp atıldığını, geriye kalan ve üzerlerinde sayfa numarası bulunmayan diğerlerinin dağıldıktan sonra, biraraya getirildiğini varsayalım. İşte elimizdeki 2. Murşili yıllıkları çok değerli olmakla beraber, bu durumdadır ve tarihinin yorumuna gerek vardır. Diğer yandan, askeri seferlerde adları geçen çok sayıdaki kentin, dağın ve ırmağın bugünkü adlarını bilemiyoruz. Bu bakımdan, anlatılan bir askeri seferin nerede geçtiğini, orduların hangi yolları aşarak, nereye geldiklerini bazen kesinlikle anlayamıyoruz. 2. Murşili, babasının son günlerini (İÖ 1345) ve tahta geçmeden önce oluşan olayları şöyle özetlemektedir: Ben babamın tahtına oturmadan önce, yöredeki düşman ülkeler benimle savaşa girdiler. Babam tanrı olunca (yani ölünce), kardeşim Arnuwanda (2.) babasının tahtına oturdu. Fakat sonra o da hastalandı. Düşman ülkeler, kardeşim Arnuwanda’nın hasta olduğunu öğrendiklerinde, gerçekten düşmanlığa başladılar. Fakat kardeşim Arnuwanda da tanrı olduğunda, henüz savaş açmamış olan düşmanlar da açıkça düşmanlığa başladılar, yöredeki düşman ülkeler şöyle diyorlardı: ‘Onun babası Hatti ülkesi kralı, kahraman bir kraldı. Ve düşman ülkeleri yenmişti. O şimdi tanrı oldu. Babasının tahtına oturan oğlu da (yani Arnuwanda 2.) eskiden bir savaş kahramanıydı. Fakat o da hastalandı ve tanrı oldu. Ama şimdi babasının tahtına oturan küçüktür. Ve o Hatti ülkesini ve Hatti ülkesine bağlı toprakları kurtaramaz. Babam uzun süre Mitanni ülkesinde kaldığından, efendim Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’nın belirlenmiş (yani belli bir takvime göre yapılan) bayramları ile ilgilendim, onları kutladım. Ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’na ellerimi kaldırıp, dedim ki: ‘Efendim Arinna’nın Güneş Tanrıçası! Bana küçük diyen ve beni saymayan yöredeki düşman ülkeleri sürekli senin topraklarını almaya uğraşırlar. Bana, aşağı gel ve benimle bu ülkeleri yen!’ Arinna’nın Güneş Tanrıçası benim sözlerimi işitip, bana geldi ve ben babamın tahtına geçer geçmez, 10 yıl içinde yöredeki düşman ülkeleri yendik. Bu bölümden 2. Murşili’nin, daha babası ölmeden zorluklarla karşılaştığı, kardeşinin de hayatta fazla kalmayışı yüzünden, düşmanlarının Hatti topraklarına göz diktikleri anlaşılmaktadır. Ayrıntılı yıllıklarda bulunan şu parça da ilginçtir: ... onlar (düşmanlar), aşağı ülkenin valisi Hannuti’nin öldüğünü öğrenince bana şu sözleri yazdılar: ‘Sen daha çocuksun ve (bir şeyden) anlamazsın. Senin ülken yıkılmaya (mahkum). Piyadelerin ve arabalı askerlerin azalmış. Benim piyadelerim ve arabalı askerlerim seninkilerden çok. Babanın askeri, arabası çoktu. Sen çocuksun onunla nasıl bir olabilirsin?’ Beni böyle aşağıladılar ve uyruğumdan (olanları) geriye vermediler. 2. Murşili’nin ilk yıllarında Kaşkalar ile uğraşmak zorunda kaldığı, bu arada Kuzey Suriye’de de bazı düşmanca hareketler olduğu anlaşılmaktadır. Kargamış kralı olan amcası Şarrkuşuh, Hitit güçlerinin en büyük desteğiydi. Bu bölge üzerinde Asur etkileri artınca, Kargamış kralı Asurlular ile savaşılması emrini vermiş, fakat Hititler’in burada kendilerine karşı hazırlıklarını duyan Asur komutanları savaşmaktan çekinmişlerdi. Firavun Haremheb döneminde, Mısırlılar’ın da Suriye’ye akınlar yaptıkları ve Halep’in güneyindeki Nuhaşşe’nin Hatti ülkesinden koptuğu sırada, yine Şarrikuşuh’un yardımlarıyla Mısır askerleri geri çekilmeye zorlanmıştı. Fakat Kargamış kralı, Kummanni kentinin tanrıçası Hepat’ın bir bayramını kutlamak için Hatti kralı ile Kizzuwatna’da buluştuğu sırada hastalanıp ölünce, bu bölgedeki denge, Hitit ülkesi aleyhine bozulmuştu. Bunun üzerine Nuhaşşe yeniden isyan etmişse de, 2. Murşili onları ekonomik açıdan çökertecek bir önleme başvurarak, yola getirmeyi başarmıştı: Onu piyadeler ve arabalı askerlerle Nuhaşşe’ye gönderdim. Ve ona şöyle talimat verdim: ‘Nuhaşeliler düşman olduklarım, git, onların ekinlerini yak ve onları zarara sok’ O, gidip, Nuhaşşe’nin ekinlerini yaktı. Onları zarara soktu. Nuhaşşe kralları, babama ve bana ettikleri andı bozmuş olduklarından, ant tanrıları tanrısal güçlerini gösterdiler...Kinza (=Kadeş) kralı Aitakam’nın en büyük oğlu, (yandaşı olan Nuhaşşe’nin) nasıl zarara uğradığını ve ekinlerinin azaldığını görünce, babası Aitakama’yı öldürdü... Kinza (=Kadeş) ülkesi tekrar benim yanıma geçti. Fakat ben onları uyruk olarak kabul etmedim. İçtikleri andı bozdukları için, onlara şöyle söyledim: ‘Ant tanrıları öçlerini alsınlar. Oğlu babasını öldürsün, kardeş kardeşini öldürsün ve o kendi etini kendi canını bitirsin.’ O (komutanlardan biri) Kinza’ya gitti ve Kinza’yı aldı. 2. Murşili’nin acımasızca elde ettiği bu başarıdan sonra, Kargamış’ı da yeniden düzene soktuğunu ve ölen ağabeyi Şarrikuşuh yerine, onun oğlunu tahta geçirdiğini öğreniyoruz. Eskiden Halpa (Halep)kralı olan, diğer ağabeyi Telipinu yerine de yine onun oğlu Talmişarruma’yı geçirdi ve onunlar bir antlaşma yaparak kendine bağladı. Kuzey Suriye krallıklarından Amurru’nun kralı Duppi-Teşup ile de, Şuppiluliuma’nın aynı ülkenin kralı Aziru ile imzaladığı gibi, bir antlaşma yaptı. Bu belgenin geriye bakış bölümünde özetle şöyle yazılmıştır: Ey Duppi-Teşup, Aziru senin büyükbabandı. O babama başkaldırdıysa da, babam onu yola getirmişti. Sonra ise, Nuhaşşe ve Kinza kralları ona isyan ettiklerinde, Aziru onlara katılmamıştı. Babam düşmanlarıyla savaşırken, senin büyükbaban Aziru da onunla gitti. O babamı hep korumuş, hiç öfkelendirmemişti. Babam da Aziru’yı ve ülkesini korumuştu. Babamın, büyükbabandan istemiş olduğu 300 şekel (=bir ağırlık birimi) temizlenmiş, birinci kalite altını, her yıl büyükbaban ödemiş, hiç karşı gelmemiş, onu kızdırmamıştı...

Ugarit arşivlerinde bulunan yazılı belgelerde de, 2. Murşili döneminde bu bölgenin de Hitit nüfuz alanı içinde kaldığını belli eden anlatımlar görülmektedir. Ugarit kralı Niqmepa ile yapılan bir antlaşmaya göre Hitit kralı, Ugarit ile sınırı olan bir ülkeyle savaş halinde bulunursa, Niqmepa’nın esas görevi, onun yardımına koşmak olacaktı. Aynı antlaşma metninde, Şuppiluliuma tarafından belirlenen eski sınırlar da onaylanıyordu. Ancak, bazı ufak sınır düzeltmeleri ile, Kargamış kralının egemenlik alanı genişletilmiş ve Ugarit o güne değin işlettiği tuz yataklarından yoksun kalmıştı. 2. Murşili’nin desteği ile tahta geçtiği anlaşılan Niqmepa, buna karşı koyamıyorsa da, ödediği haracın orantılı olarak azaltılmasını istemiş ve bu istem, Hitit kralı tarafından da olumlu karşılanmıştı.

Anadolu içindeki duruma gelince, bu alanda Hititler’in en büyük sorununun Kaşkalar olduğunu ve 2. Murşili’nin de ilk yıllarda bunlarla uğraşmak zorunda kaldığını yukarıda belirtmiştik. Ancak bu dönemde, Kaşkaların yönetim biçiminde büyük bir değişiklik olmuş ve o zamana değin bağımsız boylar halinde yaşayan Kaşkalar, şimdi bir kişinin yönetiminde toplanmışlardı. Bu olayı 2. Murşili şöyle aktarmaktadır: Pihhuniya Kaşka tarzında hüküm sürmüyordu. Kaşka ülkesinde tek bir kişinin hükümdarlığı olağan değildi; Pihhuniya birdenbire kral gibi yönetmeye başladı. O zaman, ben majeste ona karşı çıkıp, bir elçi yollayıp şöyle yazdım ‘sürüp Kaşka’ya götürdüğün ve benim uyruğumdan olanları bana geri gönder.’ Pihhuniya ise bana şöyle yanıt verdi: ‘Sana hiçbir şeyi geri vermeyeceğim. Ve sen eğer bana karşı sefere çıkarsan, savaşı hiçbir zaman kendi topraklarımda kabul etmeyeceğim. Seninle senin ülkende savaşa gireceğim.’ Kaşka kralının bu meydan okumasına karşı, 2. Murşli’nin karşısında tutunamadığı ve yenilerek, ülkesinin bir kesiminin yakılıp yıkıldığı, Pihhuniya’nın da tutsak edilip Hattuşa’ya götürüldüğü, yine 2. Murşili tarafından anlatılmaktadır.

Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa Bölgesi de Hititler ile sürekli sürtüşme halinde kalmış bir yerdir ve 2. Murşili döneminde de savaşın sürdüğü anlaşılmaktadır. Krallığının 10. yılında 2. Murşili bu ülkeyi barışa zorlamayı başarmıştı. Kendi anlatımı şöyledir: Azzi ülkesinin insanları, tahkim edilmiş kentleri savaşta fethettiğimi görünce, kendileri de dik tutunabilen Azzi halkı korktular. O zaman, ülkenin en yaşlıları bana gelip, ayaklarıma kapandılar ve dediler ki: ‘Efendimiz! Bizi mahvetme! Bizi uyruğun olarak kabul et. Biz de şimdiden sonra, sürekli olarak askerlerimizi ve arabalı savaşçılarımızı efendimizin emrine verelim. Bizde bulunan Hatti uyruklu kişileri de geriye verelim. O zaman ben majeste, onları mahvetmedim; onları uyrukluğa aldım. Yıl kısaldığı için (yani kış yaklaştığı için), Azzi ülkesini düzene sokmadım, fakat Azzi insanlarına ant içirdim. Sonra Hattuşa’ya döndüm ve kışı Hattuşa’da geçirdim... İlkbaharda, Azzi’yi düzene sokmaya gidecektim. Ama, Azzi halkı majestenin geldiğini duyunca, bana (birini) gönderip şu haberi verdiler: ‘Sen, efendimiz, bizi bir kez mahvettiğin için, ey efendimiz, tekrar gelme. Bizi uyrukluğa al!... Bana uyruğumdan 100 kişiyi geri verdiler. Ben de Azzi’ye gitmedim ve onları uyrukluğa kabul ettim. Bu yıl (yani 11. yıl içinde) başka sefere çıkmadım ve Ankuwa’ya gidip orada kışı geçirdim.

Ülkenin batı ve güneybatısındaki Mira, Kuwaliya, gibi ülkelerin kralları ile de kimi zaman antlaşmalar yoluyla, kimi zaman da güç kullanılarak bir denge sağlanmaya çalışılmış olduğu anlaşılmaktadır: Bazen Arzawa ülkeleri ‘bir yıldırım gibi’ gelen Hitit ordusu tarafından ezilmiş, bazen ise Sen, Maşhuiluwa, kaçıp babama sığınmıştın. Babam seni kabul edip, kendisine damat yapmış, kızı, kız kardeşim Muwatti’yi sana eş olarak vermişti. Fakat, sonradan seninle ilgilenememiş, senin düşmanlarını yenememişti. Oysa ben seninle ilgilendim, senin düşmanlarını yendim. Ayrıca kentler kurup, onları tahkim edip, askerle donattım. Ve ben seni Mira ülkesinin beyliğine getirdim sözleri ile ülkenin batısında yandaşlar aranmıştı.

2. Murşili döneminde çok ilginç bir saray entrikasına şahit olmaktayız. Şuppiluliuma’nın ilk karısı Henti’den başka bir de Babilli bir eşi olduğuna yukarıda değinmiştik. Sonradan Nalnigal diye bir Hurri adı da takılan bu kraliçe, ele geçen mühürlere göre Tawananna unvanına da sahipti. Gerek Arnuwanda’nın kısa egemenlik döneminde, gerek ondan sonra başa geçen 2. Murşili’nin krallık zamanının başlarında da, Malnigal, Tawananna unvanını ve bunun kendisine verdiği hak ve yetkilerden yararlanmayı sürdürmüştü. 2. Murşili bu durumu şöyle anlatıyor: Babam tanrı olduğunda, kardeşim Arnuwanda ve ben Tawananna’ya hiç kötülük etmedik, onu görevinden indirmedik. O, babamın zamanında sarayı ve Hatti ülkesini nasıl yönettiyse, kardeşimin döneminde de öyle yönetti. Kardeşim de tanrı olunca, ben de ona kötülük etmedim, Tawananna’yı hiçbir zaman indirmedim... Siz tanrılar, onun babamın sarayını bir ‘türbe’ye çevirdiğini görmüyor musunuz? Babil’den eşya (?) getirtti, başka eşyaları ise Hattuşa’da bütün halka dağıttı; geriye hiçbir şey kalmadı. 2. Murşili bunlara karşın, Tawananna’ya iyi davranmıştı. Fakat Tawananna, gece gündüz tanrıların önünde durup 2. Murşili’nin karısını lanetlemeye başlayıp da, bu beddualar sonucu gelini ölünce, iş ciddileşmişti. Bunun üzerine sarayda bir mahkeme düzenlendi ve Malnigal’den Tawanannalık unvanı ve yetkileri alınıp, saraydan kovuldu ve kendisine bir ev ile yaşamını sağlayacak yeterli maddi olanaklar verildi. Bütün toplumlarda var olan kaynana-gelin çekişmelerine Hitit döneminden bir örnek olan bu olayın nedeni, eldeki belgelerin yetersizliği yüzünden kesinlikle anlaşılamamaktadır. Ancak ölen gelinin adının Gaşşulawiya olduğu sanılmaktadır.

 

Alıntıdır.

 

Görgü Kuralları

 


Peçete


Yemek sırasında ve sonrasında bezle silinmek Eski Mısır’dan Yunanlılara, Romalılara kadar uzanır. Elle yemenin olağan olduğu zamanlarda bir kap içinde getirilen suyla eller sık sık yıkanırdı. Peçeteyi (İtalyanca pezzet' ta’dan gelir) doğal bir ihtiyacın ötesinde adâbın parçası haline getirip masa örtüsü, haylu veya peşkirden ayıran Italyanlar olmuştur. Erasmus I558’de parmakları elbiseye silmeyi ayıplamakta, bu iş için masa örtüsü ya da peçete kullanıldığını söylemektedir. İtalya’da 1680’de yemeğe katılanların kişiliği ve yemek nedenine göre yirmi altı peçete katlama biçimi sayılmıştır; ruhban sınıfı için Nuh’un gemisi, yüksek rütbeli soylu kadınlar için tavuk, ötekiler için civciv, boğa, kaplumbağa biçimi vb. Fransa’da VII. Charles’ın sarayında 17. yüzyılda peçete katlama usûlleri 400’e çıkmıştı. Kâğıt peçetelerin benimsenmesiyle günlük hayatta lokantalarda da, evlerde de kumaş peçete veya peşkir kalmadı.


Etimolojik olarak mendil, havlu ve peçete birbiriyle karışır. Sözcüklerin köklerinde burun, yüz, kumaş, kumaş parçası anlamlan vardır. Peşgir Farsça önde tutulan demekken, peçete İtalyanca pezza, kumaş parçasından gelir. Peçetenin ihtiyaç olarak görülmesinde Fransız masa adabı etkili olduğundan, birçok dilde peçete Fransızca serviette de table'dan gelmektedir veya ondan çeviridir (Almanca Serviette, Romence şervet, Rusça salfetka, Lehçe senveta, Danca serviet gibi).



Sürahi


Sürahinin Arapça sarahat kökünden geldiğini ileri sürenler vardır. Açıklık, temizlik ifade eden kökten sarih, süreha (safkan at) sözcükleri türetildiği gibi, saflık ve şarap anlamlarına da gelir. Devellioğlu’na göre, surâhî su şişesi demektir. Avrupa dillerinde sürahinin karşılığı Arapça gharraf su çıkarmak kökünden gelir, İtalyanca caraffa, İspanyolca ve Portekizce garaffa, Fransızca carafe, Almanca Karaffe, Yunanca karafa’dır. Türkçede rakı sürahisi anlamında kullanılan karafaki de karafa'nın Yunanca küçültme eki almış biçimidir. İngilizce sürahi karşılığı olarak gösterilen decanter sözcüğü de decant fiilini yapan demektir. De eki ve cant (kenar) sözcüğünden türetilen bu fiil, sulu bir şeyi tortusundan ayırmak için dikkatlice dökme, şarabı şişeden boşaltmayı anlatır.


Sürahinin öncelikle içkiyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Arapça asıl anlamı deri süt torbası olan kırba, Mısır’da dorak ve kulleh, Farsça tung ve Eski Yunanca dökmek, akıtmak, serpmek anlamında keo köküyle ve ondan türetilen kil kalıp, saki, toprak kap gibi birçok sözcükle akraba olan kûze, Latin dillerinde boğaz, gırtlak anlamındaki gurges, gurga’dan (Türkçeye geçen gargara’nın da kökü) türetilmiş gorgoleta, gargoulette, goglet, Latince canna’dan (kamış) gelen ve Germen dillerinde çeşitli biçimleriyle içme kabı, İngilizce can (bugün teneke kutu), Anadolu halk ağızlarına da geçen Yunanca kanata gibi sözcükler, sürahi standartlaşmadan önce kullanılmış çeşitli biçimlerde su kaplarını anlatır. İngilizce jug, mug, pot, flagon gibi sözcükler bu biçim çeşitliliğinin örnekleridir ve bu çeşitliliğin nedeni camın yaygınlaşmasının oldukça geç tarihlerde olmasıdır. Dolayısıyla ilk sürahiler su kapları değil, zengin sofralarının içki kaplarıdır. Türkiye’de de sürahinin masaya su dolu olarak gelmesinden önce testi/destî’nin kullanıldığını tahmin edebiliriz. Örneğin Şeyhülislam Mehmed Esad Efendi’nin Lehcetü’l'Lügat’inde (1732, haz. Ahmet Kırkkılıç, 1999) sürahi sözcüğü yokken destî vardır.


Eskiden lokantalarda su bedavayken metal sürahiler vardı. Evlerde bu şiş karınlı uzun boyunlu metal sürahiler yanında her biçimde cam sürahiler yaygındı. Sonra plastik sürahiler çıktı, evlere de girdi. Şimdi en lüks lokantada da su ‘pet şişe’de getiriliyor.



Bardak, Kadeh


Türkçede su içilen kap, ne ilginçtir ki, çok eski tarihlerde bardak sözcüğüyle istikrar kazanmıştır. Kaşgarlı Mahmud ban sözcüğünü verdiği gibi, Eski Kıpçakçada küçültme eki almış bugünkü biçimiyle bardak olarak bilinmektedir. Su, cam eşyanın yaygınlaşmadığı taşrada ve kırsal kesimde yakın zamana kadar Arapçadan alınan sözcüklerle tastan ve maşrapadan içilse, Anadolu halk ağızlarında, yöresine göre ahşap veya toprak bardak için boduç, bocut gibi değişken biçimleriyle ayrı bir sözcük bulunsa da, “eski çamlar bardak oldu” deyiminin dönüşümüyle bardağın gösterdiği standart, üstelik sürahi ile birlikte düşünüldüğünde, ilgi çekici bir durumdur.


Önce ortada tek su kabı vardır, sonra da tek bardak. Herkesin ayrı bardağının olması yüzyıllar alacaktır. Avrupa’da bardak kullanımı 16. yüzyılda başlar. Bardağın geç kalışı dilde de kendisini gösterir. Roma zamanında çivitotu (Latince vitrum) mavi-yeşil camın yapımında kullanılmaktadır ve yeşil sözcüğü (Latince viridis, Fransızca vert, İtalyanca verde, 


İspanyolca verde) ile cam sözcüğü (İtalyanca vetro, Fransızca verre, İspanyolca vidrio) aynı kökten üretilmiştir. Bu dillerde bardakla cam birbiri yerine kullanılır. Germen dillerinde de durum aynıdır, cam ve bardak (Almanca Glas, İngilizce glass) aynı sözcüktür ve Glas eskiden amber anlamına gelirken, zamanla Kelt dillerinde yeşil anlamına gelmiştir; cam ambere benzetilmişken, bardak cama denk görülmektedir. Glas sözcüğün den türeyen diğer anlamlar da parlaklık ifade eder (İngilizce glaze, vb.).


Bardak Slav topluluklara daha geç girmiş ve cam bulunmadığı için eskiden içme kabı olarak kullanılan, bardak gelince unutulan, gerçekte adını Gotçadan almış olan boynuzdan aletin, stikill’in yerine geçmiştir. Güney Amerika dillerinde ise, bardak Portekizcede olduğu gibi vaso’dur; Latince vas, küçültme hali vascellum dan İngilizce vessel olmak üzere, Avrupa dillerinde tabak, fıçı, şişe, vazo, tekne, gemi anlamlarında sözcükler bulunur ve iç içe geçer. Endonezya, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerde bardak glass’tan alınmıştır.

Avrupa dillerinin su bardağı konusundaki tembelliği, sürahi ve kadehte de görüldüğü için, ihtiyaçlarını başka biçimlerde karşıladıklarından söz etmek zor görünüyor. Türkçede standart kadeh sözcüğü bulunduğu gibi, ayak, suğrak, dolu, kanya, piyale vb. gibi doğrudan içki bardağını anlatan birçok sözcük vardır. Oysa masa adabının kurucusu Fransızcada, içki türlerine ve biçimlerine göre çok zengin olsa da (şampanya, likör, brandi, şarap, kokteyl, bira, vb. kadehleri farklıdır) kadeh karşılığı ger çekte yoktur, bu dilde gene sözcükler verre, coupe, İngilizcede cup ve glass’tan ibarettir (İngilizce şiir dilinde kalmış olan ve ayin sırasında kullanılan kadehe verilen ad chalice Latince ca/ix’den ve gene günlük dilde kullanımı olmayan goblet Latince cupa > cupellus’dan gelir).




Şerefe!


Ev sahibinin konuğunun sağlığına kadeh kaldırması Eski Yunanlılarla IÖ 6. yüzyılda başlamış bir âdettir. Geleneğe göre bunun nedeni zehirlenme kuşkusunun ortadan kaldırılmasıdır, içki kadehleri cam değilken şerefe kaldırmaktan amaç kadehlerin tokuşturulması değil, içini göstermektir. Bu hareket içilenin ne olduğunu göstermek kadar kadehin dolu ve herkesin eşit içki sahibi olduğunu vurgulamak, saygı ve eşitlik temelindeki toplantıyı bir kez daha teyid etmek amacını taşır. Örneğin, kadeh kaldıran İskandinavyalılar kol kola girer ve birbirlerinin gözüne bakarak içkilerini içerler.


Böylece kadeh kaldırmak saygı ve dostluğun simgesi oldu. 1700’lerde masalar kurulduğunda, Batı Avrupa’da kadeh kaldırma çok yaygınlaştı ve yalnızca konuklara değil, toplanmaya neden olan kişiye ve özellikle masada bulunan kadınlara kadeh kaldırılır oldu. 1800’lere gelindiğinde her içişte birinin şerefine kadeh kaldırma âdeti yerleşmiş, davete uymamak açık düşmanlık göstergesi, en azından sizinle içmeye değmez anlamına gelmeye başlamıştı. Batı’da bu günler geride kalmakla birlikte, Ruslarda ve eski Sovyet topraklarında her kadehte bir söylev vererek masada bulunanlardan birini yüceltme veya daha soyut, hamasi buluşma nedenlerini anma geleneği tüm canlılığıyla yaşıyor.

Bizde içki kültürünün gelişimi başka yollar izlediği için şerefe, çın çın, cheers, prosit gibi tercüme âdetlere katılan ‘yarasın’, ‘sağlığına’ deyişlerinden daha yerlisi, içkiye ilk başlanıldığında haram olan katresinin parmakla ayrılıp atılmasıdır. Aleviler ise bade, dem, dolu, mey içerken kadehleri değil kadeh tutan ellerinin sırtlarını birbirine değdirerek ‘cam cama değil, can cana” deyişiyle içkide daha usta olduklarını gösteriyorlar.



Hazır Cevaplar


Görgü kuralları nerede ne söyleneceğini bilmek anlamına da geldiğinden, bazı kalıplaşmış deyim ve cümleleri yerli yerinde kullanmak önemlidir. Fakat, kibar olunması gereken bir ortamdan, eski moda görünmeme zorunluluğuna kadar, jargon veya racon sürekli değiştiği için, en iyi öğretici arkadaş çevresinin kendisidir. Örneğin, ava giden kişiye “uğurlar ola” denmez, uğursuzluk getireceği için avcıyı kızdırır, “rast gele” demek gerekir ama avcıyla nerede karşılaşacağınızı bilemezsiniz. ‘Okumuş’ kesimler dışında “afiyet olsun”un cevabı “bereketli olsun” dur. Cin ve perilerle karşılaşma olasılığı varsa zaten cevapları öğrenmiş olma zorunluluğu doğmuştur, fakat temel ilke olarak belirli yerlere “destur” suz girilmeyeceği unutulmamalıdır. Bu örnekte de görüldüğü gibi, kalıp sözlerin ortamı çok değişkendir ve zaman içinde de değişmektedir. Gene bir örnekle eskiden bebeklere allahaısmarladık yerine “başbaş” denirken artık “bay-bay” demek gerekmektedir. Kalıp sözler alkış ve kargışlardan (övgü ve bedduadan) küfür edebiyatına kadar uzanan çok geniş bir konu ve sohbet meclislerimiz “uysa da uymasa da” biçiminde bellekte çok fazla hazır cevap bulunmasını gerektiren bir yapıda olduğu için, sınırlı klasik örneklerle yetinmek zorundayız.



Eyvallah: Evet, öyle olsun, Allah razı olsun, allahaısmarladık, tevekkül, aldırış etmeyin, aferin anlamlarında yerine göre ikna edici, yerine göre kaba ve eski bir sözdür. Ey Allah! anlamındadır ki bulunulan ortamı Allah’a havale etmek ve ona sığınmak veya anlam açıklamalarında da görüldüğü gibi, şaşkın, hayran, aldırmaz olmak söz konusu olduğunda yönelinecek yeri işaret etmekten ibaret doğal bir tavırdır.


Estağfirullah: Allah’tan mağfiret / af dilerim anlamındadır, rica ederim, utandırmayın, bir şey değil yerine kullanılır. Yani bir büyüğe karşı yapılan iyi bir hareket karşısında onun minnet duyuyor konumda olması Allah’tan af dilemeyi hatırlamak için fırsat, yeterince kabahattir.


Maşallah: Nazara karşı söylenmesi şart sözcüktür. Bir şeyden memnuniyet duyulduğunda bunun nazara sebep olmaması, nazar almaması veya bu memnuniyetten doğrudan Allah’ın gücenmemesi için en iyi çare “Allah’ın istediği gibi” anlamında olan bu sözü söylemektir. Özellikle bebek sahipleri bu söz söylenmediğinde gücenebilirler.


Elhamdülillah: Anlamı açıktır: Allah’a hamd ederim, şükürler olsun. Özellikle sofradan kalkılırken ev sahibini doyulduğuna ikna edip rahatlatacak sözdür.


İnşallah: Arapça dilek kipi oluşturan yapıyla Allah isterse’ demektir.


Müminler için sözün kesinliğini, günlük dilde işin olura bırakıldığım gösterir.


Hayırlamak: Her sözün dua veya büyü olduğu bir gelenekte belirli davranışları hayırlamak insan ilişkileri açısından önem taşır. Yeni bir komşunun taşınması, yeni bir işe girişilmesi dostlar tarafından hayırlanmalıdır. Bu konularda kalıp “hayırlı olsun” iken, rüya anlatırken, fal bakarken “hayırdır inşallah” demek gerekir. Hayır sözcüğü Arapça iyi, faydalı anlamlarına gelirken, Türkçede en sık kullanılması gereken bir kavram olan ‘evet’in zıttı anlamına da gelmesi, kendi içinde bir hayırlamadır. Yani karşımızdakine “yok, değil, evet değil” demek yerine, ‘iyi, faydalı’ diyerek olumsuzluğu ağzımıza almamış, kötülüğü anmamış oluruz.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Fırat Nehri / Karanlık Kanyon / Kemaliye / Erzincan

 


19 Mart 2022 Cumartesi

Kuzey Avrupa Söylenceleri - 1

 


Kuzey Avrupa söylenceleri ilk olarak MS 13. yy'da İzlanda'da kaydedilmiştir. Fiziksel çevrenin insan yaşamı için çoğu zaman tehdit oluşturduğu bir evreni yansıtır. Sonuç olarak Kuzey (Germen) söylenceleri (tanrısal veya ölümlü) kahramanların savaştığı kötü devler ve canavarlarla doludur.


Bu zorlu çevre, kışın dondurucu soğuğunda evlerini ısıtma olanağından, bereketli olmayan hasatlarını depolayabilmekten ve hastalıkların iyileştirilmesi için karmaşık tıp yöntemlerinden yoksun bir toplum için anlaşılabilir bir şeydir. Kuzey halkları, söylencelerinde acımasız bir kaderi vurgularlar. Bu öykülere göre çevrelerindeki her şey önceden belirlenmiştir, bu yüzden de kaderlerini sorgulamadan ve isyan etmeden kabul ederler.


Kuzey tanrıları insan kişiliğine sahiptirler ve "İdun'un Elmalarının Çalınması", "Thor'un Çekicinin Çalınması" gibi pek çok neşeli öyküde birbirleriyle ve devlerle ilişki içindedirler. Fakat Yunan ve Sümer tanrılarının aksine, insanlar arasına çok ender karışırlar.


Kuzey tanrıları ölümlülerle aynı değişmez kaderi paylaşırlar. Ragnarok, yani son büyük savaş olduğunda, ünlü insan savaşçılar devlere karşı tanrıların yanında savaşacak; yine de devler tanrıları yeneceklerdir. Odin, tanrıların hükümdarı, onların kaderlerini bilir. Ancak bunu değiştirmek için hiçbir şey yapamaz.


Kuzey yaratılış söylencesi, temel konu olan iyi ve kötü güçler arasındaki savaşı sunar. Evrenin kaderini yaratılışından yok oluşuna, tanrılar ve Ölümlülerin kaçınılmaz Ölümlerine dek izleriz.


Balder'in bereket söylencesi yaratılış söylencelerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Öteki Kuzey söylenceleri gibi bu da, eski tarım kültüründen daha saldırgan Viking çağına, ölüme artan bir vurgu yapılarak uyarlanmıştır.


Sigurd söylencesi, Richard VVagner'in ünlü operası Nibe-lunglantı Yüzüğü ndeki Siegfried öyküsünün ana konusunu oluşturur. Odysseia gibi, dünyanın en büyük macera Öykülerinden biridir. J. R. R. Tolkien'in The Lord O f The Rings (Yüzüklerin Efendisi) gibi birçok modern masalın temelinde, sahibini yok eden altın yüzüğün laneti teması vardır ve Sigurd'un büyük aşkı Brunhild, orijinal Uyuyan Giizd'âu . öteki önemli Kuzey söylencelerinde olduğu gibi değiştirilemez kader Sigurd'da da baskındır. Karakterler, kaderlerinin karanlığına karşı pırıl pırıl parlarlar, ancak mahkûmdurlar ve bunu bilirler.


Evrenin Yaratılışı, Yok Oluşu ve


Yeniden Doğuşu: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Hıristiyanlığın MS 1000 yılında kabulü, bu ülkede pagan inançlarını resmi olarak sona erdirmiştir. Ancak keşişlerin pek çoğu eski şiirleri ve öyküleri kaydedecek kadar onlardan zevk almıştır.


Bunu takip eden birkaç yüzyılda pek çok insan, Odin ve Thor'un, insanları şeytanca düşüncelere ve eylemlere kışkırtan ruhlar olarak gerçekten var olduklarını düşünmüştür. Bu tür düşüncelere tepki olarak 1920'lerde Snorri Sturluson, Gylfagm-nıng’\(Gylfi'nin Kandırmacası) yazmıştır. Bu kitap dünyanın yaratılış öyküsünü ve Kuzey (Germen) geleneğinden başka söylenceleri anlatır.


Kuzey Dini


Kuzey tanrıları doğayı ve kendilerine tapınan insanların değerlerini yansıtırlar; tıpkı Yunan tanrılarının doğayı ve kendilerine tapınan insanların değerlerini yansıttıkları gibi. Kuzey tanrıları, sadece insanlar gibi konuşup onlar gibi davranmakla kalmayıp, Kader Kadınları'na (Nornlar) boyun eğer, ölümün kaçınılmaz yazgısıyla karşı karşıya gelirler, insanlar gibi Kuzey tanrıları da kaderlerini kabul eder ve bilir, onu cesaret ve onurla karşılamaya çalışırlar. Onlara tapınan insanların pek çoğu gibi savaşta ölmeyi seçerler. Dünyayı gelecek kuşaklar için daha iyi bir yer haline getirebilmek amacıyla kötü devleri öldürürler.


Ara sıra Sigurd gibi büyük bir kahramana yardım eden Odin dışında, Kuzey tanrıları insanları yaşamın tehlikelerinden korumazlar. Genellikle kendi sorunlarıyla uğraşırlar ve maceraları insanlardan çok devlerle ilgilidir. Aynı biçimde, insan kahramanların öykülerinde de genellikle tanrılar bulunmaz.


Kuzey tanrılarının hiyerarşisi, Kuzey toplumunun sınıflara bölündüğü gerçeğini yansıtır. Kralları Odin'in ataları olduğunu öne sürerler. Onlar savaşçı aristokrasinin üyesidirler ve Odin hem savaşın hem de şiirin tanrısıdır. Savaşçılara hem zafer hem yenilgi getirir. Kahramanlar ve onların savaşları hakkında şarkılar ve destanlar yazan saray şairlerine esin verir. Kendisine tapanlardan insan kurban ister.


Thor, Odin ve Frigg'in oğludur. Kuzey tanrıları içinde Odin'den sonra ikinci gelir. Ona, gücüne ve güvenilirliğine ihtiyaç duyan köylüler tapar. Thor'un çekici Mjollnir, gök gürültüsü ve şimşeğe neden olur, böylelikle ürünün bereketli olmasını sağlayan yağmurla ilişkilendirilir. Thor, çekicini, Tanrıların Evi As-gard'ı ve Ölümlülerin Evi Midgard'ı (ortadünya) kötü devlerden korumak için kullanır.


Frey, üçüncü önemli Kuzey tanrısıdır. Deniz bereketinin tanrısı Njord'un oğludur ve babası gibi bereket tanrısıdır. Frey, güneşin ne zaman doğacağına, yağmurun ne zaman yağacağına karar verir, insanlar ona, babasına ve kız kardeşi Freya'ya bol ürün ve çocuk için dua ederler. Odin gibi Frey de kendisine tapınanlardan insan kurban ister. Frigg ve Freya en önemli Kuzey tanrıçalarıdır. İkisi de ulu tanrıçalar veya ana tanrıçalardır; onlara, toprağa ve insanlara bereket getirme güçleri olduğu için tapınılır.



Çekiciliği ve Değeri


Kuzey yaratılış söylencesi çekicidir, çünkü geniş bir karakterler ağı ve muhteşem maceralar içerir. Kuzeyli (Germen) köklere sahip olan peri masalı geleneğinin devlerini, cücelerini ve cinlerini tanırız, ölen tanrılar ve yok olup yeniden oluşan dünya kavramları büyüleyicidir. J. R. R. Tolkien'in okuyucuları Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde adların çoğunun, C. 5. Levvis'in Narnia Tarihi dizisindeki adlarda olduğu gibi Kuzey mitolojisinden geldiğini ayrımsayacaklardır.



Başlıca Tanrılar


Odin (ya da "vahşi" veya "öfkeyle kabaran" anlamında Woden): Bor ve Bestla'nın oğlu. Tanrıların en yaşlısı, en büyüğü ve yöneticisi. Ölümlülerin babası, savaş tanrısı.


Frigg: Odin'ın karısı, Tanrıların annesi, en önemli tanrıça, Ulu ve Ana Tanrıça.


Thor: Odin ve Frigg'in oğlu, ikinci büyük tanrı, tüm tanrıların ve ölümlülerin en güçlüsü.


Balder: Odin ve Frigg'in oğlu. Tanrıların en yumuşağı ve en sevileni.


Hoder: Odin ve Frigg'in oğlu, Balder'in kor kardeşi.


Hermod: Odin ve Frigg'in yürekli oğlu.


Bragi: Odin ve Frigg'in oğlu, Idun'un kocası. Bilgelik ve şiir tanrısı.


Idun: Bragi'nin karısı. Sonsuz gençliğin altın elmalarını korur.


Njord ("gemileri kuşatan" ya da "deniz" anlamında); Bereket Tanrısı; rüzgâr ve denizin yöneticisi.


Frey: Njord'un oğlu. Bereket ve ölümlülerin tanrısı. Güneşin ve yağmurun yöneticisi, üçüncü önemli tanrı.

Freya: Njord'un kızı, Ulu ya da Ana Tanrıça; aşkla ilgili öğütler verir; ikinci önemli tanrıça.


Heimdal: Eski Hint-Avrupa ateş tanrısı, Hindu ateş tanrısı Agni'nin benzeri. Tanrıların nöbetçisi.


Hoenir: Eski Hint-Avrupa tanrısı. Bor ve Bestla'nın oğlu; Odin'in kardeşi; Odin'le birlikte ölümlülerin babası; onlara zekâ ve duygu sağlar. Ragnarok'tan sonra, kurtulan tanrıların yöneticisi.


Loki: İki buz devinin çocuğu; ancak tanrı kabul edilebilir.


Şeytani bir kavga çıkarıcı.


Heî: Loki'nin canavar kızı. Niflheim'daki ölülerin yöneticisi.


Evrenin Yaratılışı, Yok Oluşu ve Yeniden Doğuşu


Kral Gylfi, bugün İsveç diye bilinen topraklar üzerinde hüküm sürdüğü günlerde, kendisini Gangleri adlı yaşlı bir adama dönüştürerek, doğa ve evren hakkında bilgi edinmek üzere büyük tanrıları Asgard'daki salonlarında ziyaret etti. Gylfi kılık değiştirerek geldiği için tanrılar ona gerçek kimliklerini açıklamadılar. Kendilerini Yüce Olan, Yüceyle Eşit Olan ve Üçüncü diye adlandırdılar.


"Tanrıların hikmetini arıyorum" dedi Gangleri, "Aranızda bilgili olan var mı?"


"Bize ne dilersen sor" diye yanıtladı Yüce Olan, "Buradan, geldiğin zamankinden daha bilge olarak ayrılacaksın."

Gangleri sordu: "Eğer biliyorsan anlat bana, her şey nasıl başladı?"

Yüce Olan açıkladı: "Başlangıçta açık bir boşluk olan Ginnungagap'tan başka hiçbir şey yoktu. Bu çok eski zamanda, ne yukarıda göklere ne aşağıda toprağa ne kumlara ne çimenlere ne de denizin yükselen dalgalarına biçim verilmişti."


Yüceye Denk Olan ekledi: "İlk oluşan dünya, Muspelheim'dı (Savaşçıların Evi). Bu, Ginnungagap'in güneyinde, sıcak, parlak alevler içinde bir dünyadır ve kıvılcım ve parıldayan korlar saçar. Alevler saçan bir kılıcı olan dev Sürt tarafından korunmaktadır."

Üçüncü dedi ki: "İkinci oluşan dünya, Ginnungagap'ın kuzeyindeki Niflheim'dı (Sisler Evi). Niflheim'in ortasında, hızlı ve korkunç on bir ırmağın doğup uzaklara doğru aktığı, Hvergelmir (kaynayan kazan) adında bir pınar vardır. Bu ırmakların dalgalarından oluşan köpüklü zehir sertleşti ve buza dönüştü. Soğudukça, zehirden çiseleyen bir sis yükseldi, ikinci ve ağır bir buz tabakası oluşturmak üzere birinci tabakadaki sağlam buzların üzerine düştü. Niflheim'i soğuk, sisli ve acımasız yapan bu buzlardır."


Gangleri sordu: "İnsanoğlundan önce kimse var mıydı? Bana devlerden ve tanrılardan söz edin."


Yüce Olan yanıtladı: "Buz devleri, dünya oluşmadan önceki sonsuz kışlar boyunca yaşadılar. Muspelheim'dan yükselen sıcak havanın, Niflheim'dan gelen buzlarla buluştuğu yerde buzlar çözüldü. Yaşam, ilk kez, eriyen zehir köpüğünün damlalarından gelişti ve bir yaratığa, Ymir adlı bir deve dönüştü. Yaratıldığı zehir onu vahşi, acımasız ve kötü yaptı. Sonra çözülen buzlardan bir inek, Audhumla (Besleyici) ortaya çıktı. Ymir onun ürettiği dört süt ırmağından beslendi."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Ymir uyurken terledi. Sol koltukaltındaki nemden bir adam ve bir kadın ortaya çıktı. Ymir bütün buz devi ailelerinin babası oldu. Hepsi de babaları gibi şeytani yaratıklardı."


"Bu gerçekten ilginç bir Öykü" dedi Gangleri: "Peki öyleyse tanrılar ilk kez nasıl ortaya çıktılar?"


Yüce Olan açıkladı: "Audhumla sürekli, tuzlu bir buz bloğunu yaladı. İlk günün akşamı bir tutam saç belirdi. İkinci günle beraber bir erkeğin bütün başı görünür hale geldi. Üçüncü günün sonunda, Buri adında bütün bir erkek ortaya çıktı. Buri uzun boylu, yakışıklı ve güçlüydü, tanrıların büyükbabası oldu. Devlerden birinin kızı olan Bestla ile evlenecek olan Bor adında bir oğlu oldu. Bor ve Bestla'nın, Kuzey'in ilk tanrıları olan üç çocukları oldu; en büyükleri Odin, Vili ve son olarak da Ve."


"Tanrılar ve devler dost muydu, yoksa düşman mı?" diye sordu Gangleri.


Yüce Olan yanıtladı: "Odin, Vili ve Ve, Ymir'i öldürdüler. Ymir'in yaralarından o kadar çok kan aktı ki, Bergelmir ve karısı dışında tüm diğer buz devleri Ymir'in kanında boğuldular.

Bergelmir oyuk bir ağaç gövdesinden yapmış olduğu bir kayına çabucak binerek karısıyla beraber kaçtı. Böylece, buz devleri ve şeytani yaratıklar olan sonraki devler ırkının ataları oldular."


Gangleri sordu: "Dünya nasıl şekillendi?"


Yüce Olan yanıtladı: "Üç tanrı Ymir'in cesedini aldılar, onu Ginnungagap'ın ortasına taşıdılar ve ondan, dünyayı yaptılar. Onun etinden toprağı yarattılar, yaralarından akan kandan tuzlu denizi yaptılar ve onu yeryüzünün çevresine yaydılar. Büyük kemiklerinden dağları, küçük kemiklerinden ve dişlerinden kayalarla çakılları yaptılar. Tüylerinden ormanları yarattılar."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Tuzlu denizin kıyısındaki ülkeleri, Jotunheim'ı (Devlerin Evi), devlere ve onların ailelerine verdiler. Fakat yeryüzünün Midgard denilen iç ülkesinde yaşayacak olan halkı devlerden korumak istediler. Böylece/ Ymir'in kaşlarını kullanarak, iki grup yaratığı birbirinden ayırmak için bir engel yaptılar."


Üçüncü dedi ki: “Ymir'in kafatasından gökyüzünü yaptılar. Bunu, yeryüzünün üstünde bir kubbe gibi duracak biçimde yerleştirdiler ve dört bir köşesinden birer cüce/ kubbeyi düşmemesi için tuttular. Sonra Ymir'in beynini fırtına bulutları oluşturması için havaya fırlattılar."


Gangleri dedi ki: "Cücelerin insanoğullarından önce var olduğunu bilmiyordum, onlar nasıl ortaya çıktı?"


Yüce Olan yanıtladı: "Başlangıçta cüceler, Ymir'in etinde kurtlar olarak yaşam buldular. Tanrılar onlara insan görünüşü ve insan anlayışı verdi. Cüceler hâlâ Nidavellir denilen ülkede, yeryüzündeki karanlık köşelerde ve kayalık mağaralarda yaşarlar."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Tanrılar, Muspelheim'den yükselen kıvılcımları ve yanan korları yıldızlara çevirdiler. Yukarıda göklere ve aşağıda yeryüzüne ışık vermeleri İçin Ginnungagap'ın ortasındaki belirli yerlere yerleştirdiler."


Üçüncü dedi ki: "Güneş'i ve Ay'ı, gece ile gündüzü ve mevsimleri yaratmaları için gökyüzünde dolaşacak şekilde ayarladılar. Güneş hızlı yol alır, çünkü bir kurt onu kovalamaktadır. Ragnarok (tanrıların kıyameti) zamanı gelip bu dünya sona 


erdiğinde onu yakalayacak. Başka bir kurt, güneşin önünde koşup ayı kovalar. Sonunda Ragnarak zamanı gelince, ay da yakalanacak."


Gangleri  sordu:  "Insanoğulları  Midgard'a  nasıl  yerleştiler?"


Yüce Olan yanıtladı: "Üç tanrı tuzlu denizin kıyısında yürürken iki ağaç buldular. Biri dişbudak, biri de karaağaç. Adı Ask olan ilk erkeği dişbudak ağacından, adı Embla olan ilk kadını da karaağaçtan yarattılar. Onları onurlandırmak için giydirdiler. Odin onlara kan ve yaşam soluğu verdi, Vili onlara kavrayış ve hareket yeteneği verdi. Onları şekillendirdi; görme, duyma ve konuşma yeteneği verdi. Ask ve Embla, senin gibi Midgrad'da yaşayan bütiin insan ırkının ataları oldular."


"Bana Yggdrasill hakkında ne anlatabilirsiniz? Bir çeşit ağaç değil mi o?" diye sordu Gangleri.


Yüce Olan yanıtladı: "Bu büyük dişbudak ağacının dalları dünyayı baştan başa sarar ve göklerin üzerine yayılır. Üç büyük kök, dünyanın dişbudak ağacını ayakta tutar. Biri Asgard'daki Aesir'lerin (tanrılar), biri buz devlerinin arasında, biri de buzlu Niflheim üzerindedir."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Asgard'daki kök, Urd'un kutsal kaynağından beslenir. Orada Nornlar olarak bilinen üç kader bakiresi yaşar. Adları Urd (Geçmiş), Verdandi (Şimdi), Skuld' dur (Gelecek). İnsanoğlunun yaşamını belirleyen kuralları koyar ve kaderini mühürlerler."


Üçüncü dedi ki: "Başka Nornlar da vardır. Bazıları cinlerin, bazıları cücelerin kızlarıdır. İyi yaratıklardan gelenler iyi yaşamlar şekillendirir; uzun, zengin ve şanlı. Kötü Nornlar kısa, zavallı, talihsiz yaşamlar verirler."


Yüce Olan devam etti: "Buz devleri arasındaki kök, bilgeliğin ve kavrayışın kaynağı olan Mimir'in pınarından beslenir. Pınarın suyundan içen herkes, pınarın sahibi Mimir gibi bilge olur. Fakat bu güç bir iştir. Tanrıların babası Odin sadece bir yudum içmek istedi, ama önce iki gözünden birini feda etmek zorunda kaldı."


Yüceye Denk Olan dedi ki: "Niflheim üzerindeki kök, dünyanın büyük ırmaklarının kaynağı olan Hvergelmir pınarından beslenir."

Sonra Gangleri sordu: "Tanrılar insanları yarattıktan sonra ne yaptılar?"

Yüce Olan yanıtladı: "Odin, Vili ve Ve, dünyanın ortasında kendilerine aileleriyle birlikte yaşamak için Asgard denilen bir korunak inşa ettiler. Orada Odin, yüksek tahtında oturur, herkesin ne yaptığını görerek ve her şeyi anlayarak tüm dünyayı denetler. İki kuzgun, Hugin (Düşünce) ve Munin (Bellek) omuzlarında oturur. Odin her gün şafakta onları dünyanın üzerinde uçmaya gönderir. Onlar da döndüklerinde Odin'e gördüklerini ve duyduklarını anlatırlar."

"Asgard'daki en ilginç saray hangisidir?" diye sordu Gangleri.


Yüce Olan yanıtladı: "Kuşkusuz Odin'in altın ışıltılı Valhalla salonudur (Ölüm Salonu). Çatısı mızraklarla ve altın kalkanlarla kaplıdır. Valkyriler (Ölülerin Seçicileri), Odin'in yiğit kızkardeşleri, ölmeye mahkûm edilmiş olanları seçmek ve belirli savaşçıları zaferle ödüllendirmek için Midgard'a inerler. Ragnarok geldiğinde, ölmüş savaşçıları, devlere karşı tanrıların tarafında savaşmak üzere Valhalla'ya getirirler."


Yüceye Denk Olan ekledi: "ölü savaşçılar her gün birbirleriyle dövüşerek, sınırsız miktarda domuz eti yiyerek ve kadehler dolusu bal likörü içerek eğlenirler."


Üçüncü dedi ki: "Valhalla'ya açılan altı yüz kırk kapı vardır. Ragnarok geldiğinde dokuz yüz altmış savaşçı, korkunç kurt Fenrir'le savaşmak İçin bu kapılardan çıkacak."

Gangleri sordu: "Asgard'la yeryüzü arasında nasıl yolculuk edilebilir?"

Yüce Olan yanıtladı: "Tanrılar insanoğlunun gökkuşağı olarak gördüğü Bifrost (Titreme Yolu) köprüsünü inşa etti."

"Size göre insanlar hangi tanrılara inanmalı?" diye sordu Gangleri.

Yüce olan yanıtladı: "On iki tanrı ve on iki güçlü tanrıça vardır. Odin, tanrıların en yaşlısı ve en büyüğüdür. O, herkesin babası olarak anılır. Çünkü hem insanların hem tanrıların babasıdır. Midgard'daki pek çok farklı kabile tarafından tapınıldığından ve başından pek çok serüven geçtiğinden 'Yüce Olan' ve 'Ölülerin Babası' gibi başka bir çok adlada anılır."

Yüceye Denk Olan ekledi: "Thor, Odin ve karısı, yeryüzü tanrıçası Frigg'in oğludur. Thor en güçlü tanrıdır. İki keçi tarafından çekilen bir savaş arabasını sürer. Üç değerli mülkü vardır. Mjollnir adlı çekici, gücünü ikiye katlayan tılsımlı kemeri ve Mjollnir'i kullanırken giydiği demir eldivenleri."


Üçüncü ekledi: "Odin'in bir diğer oğlu da Balder'dir. İyi olduğu kadar güzeldir ve tanrıların en çok sevilenidir. En bilge ve nazik olanıdır. Söylediği hiçbir şey asla değiştirilemez."


Gangleri sordu: "Başka hangi tanrılar önemlidir?"


Yüce Olan yanıtladı: "Njord da çok önemlidir. O aslında, toprağı ve denizi bereketli yapan Vanir tanrılarının evi Vanaheim'dandır. Denizciler ve balıkçılar için çok önemlidir, çünkü rüzgârın ve denizin hâkimidir. Zengindir ve kendisine tapınanları da zengin eder."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Njord'un iki önemli çocuğu vardır; Frey (Efendi) ve Freya (Hanım). Frey, Thor ve Odin'den sonra Önem sırasında üçüncüdür. Frey güneşin ne zaman parlayacağına ve yağmurun ne zaman yağacağına karar verir. Bu nedenle yeryüzünün bereketinden sorumludur. İnsanlar ona barış, refah ve tarlaların bereketi için olduğu kadar kendi doğurganlıkları için de dua ederler."


Üçüncü dedi ki: "Freya da Frigg kadar önemli bir tanrıçadır. İnsanlar ondan aşk konularında yardım isterler."


Yüce Olan ekledi: "Elbette başka önemli tanrı ve tanrıçalar da vardır. İdun, tanrıların genç kalmak için yedikleri altın elmaları korur. Kocası Bragi, bilgeliği ve şiirdeki yeteneği ile tanınır."


Üçüncü dedi ki: "Heimdall, tanrıların nöbetçisidir. Koyunların sırtındaki yünlerin uzayışını ve Midgard'daki çimenlerin büyüyüşünü dahi duyabilir. Geceleri bile 300 milden daha uzağı görebilir."


Gangleri sordu: "Loki, bir tanrımıdır?"


Yüce Olan yanıtladı: "Loki, bir devin oğludur. Yani kanın¬ da kötülük akar. Tanrı olarak kabul edilir, ama bir kavga çıkarıcıdır. Çok zekidir, ancak yalan söyleyip hile de yapar. Bazıları ona "yalanların babası" ve "tanrıların ve insanların utancı" da der. Sık sık tanrıların başına dert açar ya da onları dertten kurtarır. Üç canavar çocuğun babasıdır. Kurt Fenrir, Hel (ölülerin Tanrıçası) ve Dünya Yılanı. Ragnarok başımıza geldiğinde tanrıların düşmanı olacaktır."

Yüceye Denk Olan ekledi: "Hel, uğursuz bir yaratıktır. Açlık ve Kıtlık onun yoldaşlarıdır. İhtiyarlıktan ya da hastalıktan Ölen insanlar onunla birlikte Niflheim ülkesinde, yüksek duvarların arkasında yaşarlar."


Gangleri sordu; "Bana Ragnarok hakkında ne anlatabilirsiniz? Ondan kaçmanın bir yolu var mıdır?"

Yüce Olan yanıtladı: “Balder'in ölümü Ragnarok'un yaklaştığının ilk işareti olacak. Loki hem Balder'in ölümüne hem de Hel'le birlikte hapsedilmesine neden olacak. Ceza olarak tanrılar Loki'yi Ragnarok gelinceye kadar bir mağaraya hapsedecek."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Sonra dünyanın her yerinde üç kış boyunca kanlı savaşlar olacak. Kardeş kardeşe kılıç ve baltayla saldıracak ve ikisi de ölecek. Haram birleşme ve zina yaygınlaşacak. Hiçbir Ölümlü diğerine merhamet göstermeyecek. Şeytanlık, dünya üzerinde, aileler, arkadaşlar, kabileler arasındaki ilişkileri yok ederek vahşice dolaşacak. Sonunda dünya harabeye dönecek."


Üçüncü ekledi: "Her biri bir yıl boyunca sürecek olan ve aralarında yaz olmayan üç korkunç kış; yakıcı rüzgârlar, ağır soğuklar ve sonsuz kar getirecek."


Yüce Olan devam etti: "Kurt Hati, sonunda güneşi yakalayıp onu yutacak ve Kurt Skoll da sonunda ayı yakalayıp yutacak. Dev Surt, gökleri kavurucu alevlerle paramparça ederek, parlayan yıldızların ateşler İçinde patlayarak dünyaya düşmelerine neden olacak. Yeryüzü o kadar güçlü sallanacak ki ormanlardaki ağaçların kökleri dışarı çıkacak ve dağlar devrilecek. Bu korkunç kargaşa Loki'yi, Midgard'ı saran tuz denizinin derinliklerinde yatmakta olan Dünya Yılanı adlı canavar ejderhayı serbest bırakacak. Yılan, fışkıran zehiriyle denizi ve gökyüzünü zehirleyerek ve Midgard üzerinde patlayacak dev dalgalara neden olarak devinecek."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Fenrir, ağzı hevesle açılmış olarak Vigrid düzlüğüne doğru ilerlerken, gözlerinden ve burun deliklerinden alevler fışkıracak. Orada, Buz devleri, Dünya Yılanı ve tüm diğer kötü yaratıkların toplantısına katılacak. Heimdall, tanrılara Ragnarok'un geldiğini bildirecek."


Üçüncü dedi ki: "Odin Fenrir'e karşı savaşacak. Thor, Dünya Yılanı ile kapışacak ve Frey Surt'la savaşacak. Kurt Odin'i bütünüyle yutacak; ancak savaşçıların en vahşisi, Odin'in oğlu Vidor, Fenrir'in çenesini yırtacak ve onu öldürecek. Thor Yılanı öldürecek ama, onun zehirinden kendisi de Ölecek. Heimdall ve Loki birbirlerini öldürecekler ve Surt da Frey'i öldürünce yüceler yok edilmiş olacak."


Yüce Olan tamamladı: "Ateş saçan kılıcından çıkan alevlerle Surt, bütün dünyayı yakacak, insanlar korku içinde evlerini terk edecek. Kaderi ölüm olan, talihsizlikle titreyen insan soyu, Hel'e katılmak için yollara düşecek. Sonunda kömürleşmiş ve mahvolmuş dünya denize gömülecek."


Gangleri haykırdı: "Ne korkunç! Bütün dünya yanıp, tanrılar ve insanlar öldükten sonra ne olacak?"


Yüce Olan yanıtladı: "Dünya yaşam dolu ve yeşil olarak bir kez daha denizden yükselecek. Kartal bir kez daha balık yakalamak için dik kayalıklardan havalanacak. Güneşin kızı, annesinin eski yollarında ilerleyecek ve dünyayı ışığıyla aydınlatacak. Hiçbir zaman tohum ekilmemiş olan tarlalar ürün verecek."


Yüceye Denk Olan ekledi: "Surt'un alevinin tanrıların evlerini yok etmesinden sonra, Odin'in oğulları Vidar ve Vali, bir zamanlar Asgard'ın bulunduğu yerde yaşayacaklar. Odin'in torunları Modi ve Magui de onlara katılıp babalarının çekici Mjollnir'e sahip çıkacaklar. Son olarak Balder, Hel'in ülkesinden geri dönerek onlara katılacak. Hepsi de Yüce Olanların, Dünya Yılanı'nın, Fenrir'in ve Ragnarok'un bilgilerini anımsayacaklar, fakat kötülük dünyayı terk etmiş olacak."


Üçüncü dedi ki: "Bu arada, sonsuz kış neredeyse bütün insanları Öldürürken, bir adam, Lif (Yaşam) ve bir kadın, Lifthasir (Yaşam Tutkusu) çareyi büyük dişbudak ağacı Yggdrasill'in dalları arasına saklanmakta arayacaklar. Orada sabah çiyini yiyip içerek hayatta kalmayı başaracaklar. Surt'un alevlerinden kurtulacaklar ve dünya yeniden oluştuğunda yeni insan soyunun ataları olacaklar."

Sonra Yüce Olan bildirdi: “Öykümüz burada bitiyor. Bütün sorularını yanıtladık. Sana anlattıklarımızı nasıl istersen öyle değerlendir."


Birden Gangleri kendini korkunç bir gürültünün ortasında buldu. Kendisine geldiğinde bir düzlükte tek başınaydı. Asgard ve ziyaret ettiği salonsa görünürlerde yoktu. Kral Gylfi olarak normal biçimine büründü ve krallığına döndü. Orada, öğrendiklerini halkına anlattı. O günden bu yana bu öyküler bir insandan diğerine anlatıldı durdu.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak