18 Mart 2022 Cuma

HİTİTLERDE BÜYÜ

 İnsanlık kadar eski olan büyü, dünyanın hemen her yerine yayılmıştır. Genellikle Din başlığı altında ele alınır, ama bu konu içinde değerlendirmesi pek yerinde olmaz, çünkü daha ilkel bir düşüncenin ürünüdür. Kontrol etmeyi arzuladığı nesnenin yokluğu veya kolaylıkla elde edilemezliğiyle hayal kırıklığına uğrayan ilk insan, elde etmek istediği nesnenin benzerini kullanarak onun hareketini taklit etme yoluna gitmiştir. Bu tecrübelerden, "birini ısıran köpeğin kılından nesne ile bütünüyle üstünkörü bir niteliği (örneğin, şans eseri isimlerinin benzeşmesi gibi) paylaşan herhangi bir şeye kadar hemen her şeyin ritüellerde asıl nesnenin yerine kullanılabildiği süslü bir sembolizme başvurulan Büyü adlı 'benzeştirme' metotların etkili olduğuna dair inanç giderek güçlendi. Olumsuz sonuçlar her zaman için karşı-büyünün etkileriyle kolaylıkla açıklanabilirdi. Bu yüzden, bir büyüyle ilgili inancın İÖ 2. bin yılındaki Anadolu insanının zihinsel oluşumunda çağdaşı Babil ve Asur’daki kadar önemli bir rol üstlenmediğini öğrenmek fazlasıyla şaşırtıcı gelecektir.

Gerçekte, büyüyle ilgili ritüeller, yaşayan Hitit edebiyatının büyük bir parçasını oluşturmaktadır; hatta kara büyü, ülke kanunlarına göre saldırı ve dayak atmayla aynı kategori içinde değerlendirilen bir suçtur. Büyü, hastalıkları kovmak; yolunda gitmeyen bedensel fonksiyonları iyileştirmek; ev içindeki çekişmeler, evdeki hayaletler, bağ ve ekinlerdeki verimsizlik veya ordudaki veba salgını gibi talihsizlikleri defetmek; birinin düşmanlarını lanetleyip dostlarına iyi şans gelmesini sağlamak; yemini bozanların lanetleneceğini ilan ederek bir yeminin pekiştirilmesini temin etmek; tanrılar da dahil, işinin başında olmayan ya da dikkatsiz kimselerin ilgisini çekmek için kullanılırdı. Burada, ritüellerde başvurulan ve hepsi benzeştirme prensiplerine dayanan pek çok zekice aracın ayrıntılarına girmek sıkıcı olacaktır, bu yüzden birkaç örnek vermekle yetineceğiz.

Aşağıda, bir erkek veya kadının bozulan cinsel fonksiyonlarının iyileştirilebilmesi için yapılan ritüellerden alıntılar sunulmuştur:

(Hasta) erkek (ya da kadın) kulaklarını siyah yün ile tıkar ... ve üzerine siyah bir elbise giyer... (Çeşitli âyinler yapıldıktan sonra) Yaşlı Kadın hastanın üzerine giydiği siyah gömleği baştan aşağı yırtar ve siyah şalvarı (?) bacaklarından çıkarır ve kulaklarındaki siyah yün tıkaçları alır ve der ki: "Şimdi onun üzerinden kirliliğin neden olduğu karanlığı ve katılığı uzaklaştırıyorum; günahları kovuyorum." Ardından hastanın üzerine giydiği siyah giysiyi toplar ve bir kenara kaldırır.

Daha sonra siyah gömleği, şalvarı ve hastaya temas etmiş olan diğer her şeyi nehre atar. Başka metinlerde ise, bu ıvır zıvır, topraktaki bir oyuğa gömülür ve kazıklarla yere sabitleştirilirdi.

Hastanın eline bir ayna ile bir kirmen veririm ve bir "kapının" altından, geçer ve kapının alandan öte tarafa geçtiği zaman, ondan ayna ile kirmeni alırım ve eline bir yay veririm ve ona derim ki: "Bak! Senden kadın gibi davranma hallerini aldım ve erkekliğini iade ettim; kadınca tavırları attın ve bir erkeğin tavırlarını kazandın!"

(Yaşlı Kadın) üreme çağında olan bir ineği boynuzundan yakalar ve der ki: "Ey Güneş Tanrısı! Yüce efendim, nasıl bu inek üretken ise ve üremeye uygun bir ağılda bulunuyorsa ve ağılı boğa ve ineklerle dolduruyorsa, bu hasta da üretken olsun, evini erkek ve kız çocuklarla, torunlarla ve torunlarının torunlarıyla doldursun, nesiller birbirini takip etsin."

Mum ve koyun yağından figürleri (erkek veya kadının) üzerinde havaya kaldırır ve der ki: "Her kim bu kişiyi kirlettiyse, şimdi iki büyülü figürü elimde tutuyorum." ... Sonra onları ezer ve der ki: " Hangi hain kişiler onu kirlettiyse, onlar da aynı şekilde ezilsinler."

Son pasajdakine benzer bir lanetleme aşağıda yeminini bozan biri için yapılmaktadır:

İkisinin de eline mum ve koyun yağı koyar, sonra bunları ateşe atar ve der ki: "Bu mumun yumuşaması gibi, bu yağın eriyip kaybolması gibi, yeminlerini bozanlar ve Hatti kralına ihanet(?) edenler de, mum gibi yumuşasın ve koyun yağı gibi eriyip kaybolsun."

Aşağıdaki "günah keçisi" ayini ise askeri kamptaki veba salgınına karşı yapılan bir ritüelden alınmadır:

Bir eşek getirir ve düşmanın ülkesine doğru sürerler ve şöyle derler: "Ey Yarriş! Sen bu ülkeye ve kampına felaket verdin, bu eşeğin onu yüklenmesini ve düşmanın ülkesine götürmesini sağla."

Bu pasajlardan, büyünün nasıl dinle içice girdiğini görüyoruz. Büyü kendi başına etkili olmakla beraber, bir tanrıya, ki bu tanrı arınma tanrısı olan Güneş Tanrısı veya veba salgınını veren Tanrı Yarriş olabilir, yönelik bir duayla etkisi iyice artırılır.

Öte yandan, tanrının evinden uzakta olabileceği ve bu nedenle de duanın tek başına ona ulaşamayacağı endişesinin taşındığı zamanlarda dine yardımcı olması için büyüye başvuruluyor olabilir. Mugessar türündeki yakarışlarda bu uygulama olağandır. Önce tanrının evine dönmesi ve halkını kutsaması için yakarılır; sonra tanrıya "yollar" açılır ve onu cezbetmek için bu yollar üzerine bal, yağ ve diğer hoş maddeler yerleştirilir. Aynı amaç doğrultusunda buhur yakılır. Bazı hallerde, yol boyunca "çekilir"; anlamı açık olmasa da, muhtemelen fiziksel olarak bir idolünün çekilmesi söz konusudur. "Kaybolan Tanrı Mit"i buna benzer bir ritüelin bir parçasını oluşturmaktadır. Hikâyenin tamamı, görünüşe bakılırsa, başta tanrının dönüşü olmak üzere, tarif edilen olayların gerçekleşmesi için anlatılmaktadır; metin bundan sonra "yolların" açılması ve büyüyle ilgili diğer ritüellerle devam eder.

Tanrıyı cezbetme büyüsünün karşıtı ise, apotropaik, yani kötülüğe karşı koruyucu büyüdür. Yırtıcı hayvan figürleri, kötü ruhları def etmek için evlerin temeline gömülür (veya, aksi durumda, yerleştirilir). Kötü ruhları kraliyet sarayından kovmak için de şöyle bir ritüel uygulanır:

Domuz yağından küçük bir köpek yapar ve evin eşiğine yerleştirirler ve derler ki: "Sen kraliyet makamında oturan çiftin masasının önündeki küçük köpeksin. Sarayın avlusuna gündüzleri diğer kişileri sokmadığın gibi, gece boyunca da kötü ruhları sokma." 

Alıntıdır.


Görgü Kuralları

 Kaşık


Eski Türkçeden başlayarak dilimizde kaşuk biçimiyle bulunan sözcük Türkçe kaşı ve/veya kaşa (oymak) köküyle açıklanır. Farsçadan Sırpçaya kadar yayılmıştır. Kastamonu, Konya, Kütahya, Akseki, Geyve’de üretilen tahta kaşıklardan şimşir olanları makbuldür. Abanoz, kemik, boynuz, fildişi, mercan, bağa ağızlı, sanatkârane kaşık örnekleri müzelerde bulunmaktadır. Mevlevilerde kaşık ağzı sola, sapları sağa ve çukur yüzü aşağı doğru gelecek şekilde sofranın kenarına dizilir ve ‘kaşık niyazda’ denir; Bektaşiler çukur yüzü yukarı doğru koyar, ‘kaşık duada’ derler. Sofra adâbında ortadan yemek yenirken, yemeği kaşığın daima size uzak tarafıyla almak, size olan tarafıyla yemek esastır. Kaşık düşmanı deyiminin, evin eksiği kalmayınca kadının evden kaşık, tabak atıp, fakirlere dağıtıp, kocasından yeni taleplerde bulunması, böylece evde tam huzur bırakmayarak adamın bir daha evlenmeye heveslenmemesini sağlamaya çalıştığını anlattığı düşünülürse, kaşığa verilen önem anlaşılır.


Kaşık havası oyunlarından Mevlana vb. resimli, çeşitli boylarda hediyelik kaşıklara kadar bir kaşık kültüründen söz edilebilecekken, Köroğlu pilavı yemek için yufka alır, lokma biçimine, kürek biçimine sokar, pilavı avuçla yufkanın içine koyup öyle mideye indirir (Ümit Kaftancıoğlu, Köroğlu Kol Destanları). Yemeği halen ekmek, yufka, elle yiyen kültürler olduğu gibi, komşu Arap kültürü de kaşık kullanmadığından ilmihallerde kaşık için bidat denmiştir. Eski Yunancada da kaşık sözcüğü (mistrorı) yuvarlaklaştırılmış, içi çukurlaştırılmış ekmek anlamındadır, sonra metal kaşıklar için de aynı sözcük kullanılmıştır. Çağdaş Fransızca cuillere, İspanyolca cuchara, İtalyanca cucchiaio kaşık sözcüğünün Latince kökü cocleare, yılan, yumurta yemeğe yarayan, bir ucu sivri ve sümüklüböcek kabuğuna (coclea) benzetilen bir aletken, Eski Yunanca ve Eski İngilizceye de geçmiştir. Kelt dillerinde kaşığın kökü ‘yalama’ sözcüğüne çıkar; İngilizce spoon ise yontmak, çentmek ve spade (kürek) kökünden gelmektedir. Çağdaş Yunanca kaşık sözcüğü kutali 12. yüzyıla tarihlenmektedir ve kürek kemiği, yelpaze ile benzer biçimleri anlatmaktadır. Avrupa’da 16. yüzyıla kadar soylu çevrelerde de çorbanın tastan içildiği, ortak kepçe kullanıldığı, 1560’larda herkese ayrı kaşık verilmeye başlandığı ve 1670’lerde herkesin kendi kaşığıyla çorbayı ortadaki kaptan kendi tabağına koymaya başladığı görülmektedir.


Bıçak


Bıçağın tarihi masaya, kaşığa benzemiyor, çünkü kesici alet olarak ona çok önceden ihtiyaç duyulmuş. Gerçi Hititler zamanında demir kılıçlar çok pahalı ve alışkın olmayan askerlere ağır geldiğinden ahşap kılıç kullanımı daha uzun süre devam etmiş ama metal işlemek tarih öncesinden başladığından, gerisi finans ve siyaset sorunu.


Yemek masasında bıçak kullanma âdeti Rönesans’ta başladı. Ortaçağda üst sınıf yemeklerinde et sofraya bütün olarak geliyordu. Geleneğe göre herkesin bıçağını yanında taşıdığı ve yemek dahil her işte kullandığı 17. yüzyıl başlarında masa bıçağını öbür bıçaklardan ayırma âdetini XIII. Louis’nin başbakanı Kardinal Richelieu başlattı. 1630 yılında verdiği bir yemeğin sonunda misafirler bıçaklarını çıkarıp dişlerini temizlemeye başladıklarında Richelieu bu hareketi men etmiş ve evindeki bıçakların ağızlarını yuvarlaklaştırmıştı. Hans Dernschvvam (1494-1568) Macarların elleriyle yemek yediklerini ve kendileriyle alay edilince, “Benim tırnaklarım Viyana bıçağından daha iyidir,” diye cevap verdiklerini anlattığına göre, bıçağın masada kibarlık göstergesi sayılması bir yüzyıl geriye gidiyor. Yusuf Has Hacib ise Kutadgu Bilig adlı eserinde, 1069 yılında “Bıçak tartma onda kötürme süngük” (sofrada bıçak çıkarma ve kemik sıyırma) diye öğütte bulunur. Yemekte parmak yerine bıçak kullanmak veya masada bıçak çekmemek gibi görgü kurallarının daha eskilere gittiği anlaşılıyor, fakat yemek bıçağının günlük, kesici alet olarak bıçaktan ayrılması başka konu. Fransa’da 17. yüzyıl sonunda yemek bıçağı âdeti oldukça yaygınlaşmıştı. Çinliler ise yemekte bıçak kullanılmasını barbarca bulurlar. Yüzyıllardır Çin’de yemek bıçak kullanılmadan yenmekte ve yemekler sofraya bıçak kullanmayı gerektirmeyecek biçimde hazırlanmış olarak gelmektedir. Bu durum, Çin bürokrasisinin sivilleşmesinin başka kültürlerden çok daha eskilere dayandığının bir göstergesi olarak da yorumlanmaktadır.


Bıçağın masa adâbının parçası olmasıyla nasıl kullanılacağı da, yemek türlerine göre bıçak türleri de zaman içinde biçimlendi. Avrupa görgü kitaplarında bıçağın temizlenerek ve sapından tutularak karşıdakine uzatılması üzerinde durulur. Anadolu geleneğinde ise yemek bıçağına özgü kural olmasa da, her türlü kesici aletin elden ele verilmemesi, verilecekse tükürülerek, bugün tükürme taklidi yapılarak karşıdakine verilmesi gerekmektedir.


Bıçağın kullanım yerleri de zaman içinde değişmiştir. Avrupa’da patatesin bıçakla kesilmesi kesinlikle yasaklanmış bir görgüsüzlüktü. 1859 tarihli bir görgü kitabında damak tadını bilenlerin elmaya asla bıçak vurmadıkları, portakalın kaşıkla soyulması gerektiği hatırlatılır. “Elmayı soy da ye armudu say da ye” deyişimiz bu görüşle uyuşmamaktadır.


Eskiden ev kadınlarının çatal bıçaklarını korumak için çektikleri sıkıntı paslanmaz çeliğin bulunuşu ile ortadan kalktı. 1820’de Fransız L. Berthier’in krom alaşımının pasa dirençli olduğunu keşfetmesinden sonra 1913’te İngilizler bu buluşu geliştirerek üretime soktular. Ertesi yıl Alman çelik devi Krupp krom ve nikel alaşımı çeliği piyasaya çıkardı. Paslanmaz çeliğin bıçakta ilk kullanımı ise 1921’de bir Amerikan şirketi tarafından başlatıldı. Hizmet sektörü temizliğe ayrılan iş gücünden kurtulduğu için yeni buluşu hemen benimsedi. Bıçaklara yeni bir buluş olan ısıya dayanıklı bakalit sapların takılmasıyla bugünün bıçakları doğmuş oldu. 90’lı yıllarda, halen pahalı olmakla birlikte, bileyleme gerektirmeyen bıçaklar da üretildi.


Çatal


Bugün çatalla yenebilen yemekler yüzyıllarca elle yendi. Elbette halk bütün parmaklarını yemeğe daldırırken kibar sınıf üç parmağını kullanmaya özen gösteriyordu.


Çatal biçimi, tarım aleti yaba olarak biliniyordu ve önceleri büyük çatallar et parçalamakta kullanıldı. Bizans’ta çatalın kullanılmakta olduğu, 11. yüzyılda Venedik kontuyla evlenen bir Bizans prensesinin çatal kullanmasının skandal haline gelmesinden anlaşılıyor. Papazların lanetine uğrayan prensesin bir süre sonra hastalanması, herhalde çatal kullanımının başlamasını yüz yıl daha geciktirdi. Çatal 1100 yılında İtalya’da Toskana aristokrat masalarında ortaya çıktı; Venedik doçu Domenico Silvio’nun karısı çok dişli çatalı yemek yerken kullanmaktaydı. Ama yaygınlaşması 16. yüzyılda, benimsenmesi ve hele kırsal kesime yayılması ise daha geç oldu. Türkiye’de niçin bu kadar çok baskı yaptığı ve korsan baskılarının üretildiğinin araştırılması gereken Denemeler yazarı Fransız Montaigne (1533-1592) hızlı yediği için sık sık parmaklarını ısırdığını anlatır. İngiltere’de I. Edward’ın 1307’de çıkartılan eşya dökümünde binlerce bıçak ve yüzlerce kaşık arasında yalnızca yedi çatal vardır. Yüzyılın sonlarında Fransa kralı V. Charles’ın değerli taşlarla süslü bir düzine çatalının da kullanım için olduğu düşünülmemektedir. Gümüş, altın, billur gibi kıymetli malzemelerden yapılıp kılıflar içinde saklanan, iki dişli, sapları menteşeli çatallar lüks eşya arasındaydı.


İtalya’da ruhban sınıfı çatala karşı çıktığı hatta bir yemekte çatal kullanacak kadar lüks düşkünü olmakla eleştirdikleri bir kadının birkaç gün sonra vebadan ölmesini ilahi ceza olarak nitelendirdikleri gibi, 16. yüzyılda Venedik’te kullanılan çatalları gören bir Alman vaiz bunun şeytani bir lüks olduğunu, Tanrı’nın bu iş için parmak verdiğini söylemişti. Ingiltere’de 1660 öncesinde çatala ait bir işaret yoktur. İtalya’da çatalı görüp benimseyen Thomas Coryate’a arkadaşları furciferus (yaba-tutan) lakabını takmışlardı. Viyana sarayına girişi 165 l ’dedir. XIV. Louis’nin sarayında çatal kullanan Montausier Dükü’nü Saint-Simon “korkutucu derecede temizlik düşkünü” diye tanımlar. Burgonya dükü kardeşleriyle kralın davetine gelip çatallarını çıkardıklarında, kral bunları kullanmalarını yasaklamıştır. Braudel çatalın yaygınlaşmasında devrin kocaman yakalarının etkisinin olabileceğini tahmin eder. Fransız devrimi sonrasında aristokrasi iki dişli Toskana çatalını değil ama dört dişli çatal kullanma alışkanlığı edinmiştir, artık elle yemeğe dokunmak düşünülemez hale gelmiştir. İngiltere’de tören hazırlığının gerekliliğini anlatmak için “parmak çataldan önceydi” deyimi, çatalın sınıfsal konumuyla birlikte pek de kolaylaştırıcı bir alet olarak görülmediğini gösterir.


Osmanlı topçuluğunun modernleşmesinde görev almış olan Baron deTott, 1760’da birinci dragomanın (tercümanın) verdiği yemekte, Türk âdetlerine sahip zengin Rum sınıfın Fransa âdetlerini benimsemekte olduğunu gözlemler. Sofra çevresine sandalyeler dizilmiş, sofraya kaşıkla birlikte çatal da konulmuştur. Yemek başladığında kadınlardan biri zeytini eliyle alıp çatala takacaktır.


1829 yılındaki İngiltere elçisinin Osmanlı ülkesinde ilk balo olan yılbaşı davetine katılan Kazasker Yahya Bey, yemekle ilgili izlenimlerini çatal gibi mekruh aletler de vardı diye anlatırken, Avrupa’da birkaç yüzyıl önce dile getirilmiş olan dinsel yargıları paylaşmaktadır.


Çatal ve yemek bıçağının Müslüman evlerine girişinde de II. Mahmud öncü olmuştur. Hüsrev Paşa padişaha murassa çatal-bıçak takımı hediye etmiştir. Refik Halit Karay, çatal kullanmaya başlayanlarla eski usûl yiyenlerin uyumsuzluğunu, “O canım yemekleri şöyle oturup da elimizle rahat rahat yiyemiyeceğiz ki... Vallahi hiçbirinin lezzetini alamıyoruz!” cümleleriyle aktarır: “Çatal bunların elinde külçe gibi ağırlaşırdı; düşüp önlerindeki tabağı kırmak korkusuyla da büsbütün acemileşir, azap çekerlerdi." (Üç Nesil Üç Hayat, 1996, s. 65)



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Fırat Nehri / Karanlık Kanyon / Kemaliye / Erzincan

 


17 Mart 2022 Perşembe

Elementler

  

Altın

 

Simgesi : Au

Atom Numarası :79

Kütle Numarası :196,97

Yoğunluk :19,32g/cm3

Erime Sıcaklığı :1064 °C

Kaynama Sıcaklığı :2856 °C

İşlenmeye en uygun, yumuşak bir metaldir.

Elektrik ve ısı iletkenliği yüksektir.

Kızılötesi ışığı yansıttığından uzay araçlarında kaplama olarak kullanılır.

Ekonomik olarak değerlidir.

 

Alüminyum

 

Simgesi : Al

Atom Numarası :13

Kütle Numarası :26,982

Yoğunluk :2,702g/cm3

Erime Sıcaklığı :660 °C

Kaynama Sıcaklığı :2519 °C

Dayanıklı, kolay işlenebilen ve hafif bir element olması nedeniyle elektrik hatlarında ve endüstrinin diğer alanlarında yararlanılır.

Alaşımları, uçak ve roket parçaları yapımında kullanılır.

 

Argon

 

Simgesi : Ar

Atom Numarası :18

Kütle Numarası : 39,848

Yoğunluk : 1,784 g/cm3

Erime Sıcaklığı : -189,3 °C

Kaynama Sıcaklığı :-185,8 °C

Renksize ve kokusuz bir gazdır. Atmosferdeki oranı yaklaşık % 1'dir.

Bir soygaz olduğu için öteki elementlerle bileşik oluşturmaz.

Bu özelliğinden dolayı elektrik ampullerinde kullanılır.

 

Azot

 

Simgesi : N

Atom Numarası : 7

Kütle Numarası :14,007

Yoğunluk : 1,2506 g/cm3

Erime Sıcaklığı : -210,1 °C

Kaynama Sıcaklığı : -195,79 °C

Dünya atmosferinin % 78'ini oluşturur. Canlılar için gerekli temel elementlerden biridir.

Bazı azot bileşikleri, tarımda gübre olarak kullanılır. Sıvı azot soğutma amacıyla kullanılır.

 

 

Bakır

 

Simgesi : Cu

Atom Numarası :29

Kütle Numarası :63,546

Yoğunluk :8,96g/cm3

Erime Sıcaklığı :1084 °C

Kaynama Sıcaklığı :2927 °C

Kırmızımsı renkte, parlak, elektrik ve ısı iletkenliği yüksek bir metaldir.

Elektrik endüstrisinde çok yaygın olarak  kullanılır.

Pirinç ve bronz gibi  alaşımları eşya ve alet üretiminde kullanılır.

 

Cıva

 

Simgesi:Hg

Atom Numarası :80

Kütle Numarası :200,59

Yoğunluk :13,456g/cm3

Erime Sıcaklığı :-38 °C

Kaynama Sıcaklığı : 356 °C

Oda sıcaklığında sıvı halde bulunur.

Gümüş görünümlü , ağır bir metaldir.

Termometre, barometre gibi laboratuar araçlarında ve flüoresan lambalarda kullanılır.

 

Demir

 

Simgesi:Fe

Atom Numarası :26

Kütle Numarası :55,845

Yoğunluk :7,86g/cm3

Erime Sıcaklığı :1538 °C

Kaynama Sıcaklığı :2861 °C

Evrende yaygın olarak bulunan metallerden biridir.

Saf demir ya da çeşitli bileşikleri, endüstrinin hemen her alanında kullanılır.

Canlılar için yaşamsal önemi vardır.

 

Fosfor

 

Simgesi : P

Atom Numarası :15

Kütle Numarası :30,974

Yoğunluk :1,82 g/cm3

Erime Sıcaklığı :44,2 °C

Kaynama Sıcaklığı :277 °C

Doğada serbest olarak bulunmaz. Fosforik aitler, tarımda gübre olarak yaygın biçimde kullanılır.

Fosfor, canlılarda özellikle sinir ve kemik dokuları açısından önemlidir.

 

 

Gümüş

 

Simgesi : Ag

Atom Numarası :47

Kütle Numarası : 107,87

Yoğunluk :10,5 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 961,78 °C

Kaynama Sıcaklığı : 2162 °C

Saf gümüş, ısı ve elektrik iletimi en yüksek olan metaldir.

Genellikle çeşitli süs eşyaları, ve mücevher yapımında kullanılır.

En önemli kullanım alanlarından biri, fotoğrafçılıktır.

 

Helyum

 

Simgesi : He

Atom Numarası : 2

Kütle Numarası : 4,0026

Yoğunluk : 0,179 g/cm3

Erime Sıcaklığı : -272,2 °C

Kaynama Sıcaklığı : - 268,93 °C

Tüm elementler arasında, kaynama noktası en düşük olan elementtir.

Yanıcı olan hidrojene göre çok daha güvenli bir gaz olduğundan balonlarda kullanılır.

 

Hidrojen

 

Simgesi : H

Atom Numarası : 1

Kütle Numarası : 1,0079

Yoğunluk : 0,09 g/cm3

Erime Sıcaklığı : -259,14 °C

Kaynama Sıcaklığı : -252,87 °C

Evrendeki maddenin % 90'dan fazlasını oluşturur.

Suyun, canlıların ve petrol gibi birçok organik bileşenin yapısında bulunur.

Çeşitli kimyasal bileşiklerin oluşturulmasında kullanılır.

 

Kalsiyum

 

Simgesi : Ca

Atom Numarası : 20

Kütle Numarası : 40,078

Yoğunluk : 1,55 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 842 °C

Kaynama Sıcaklığı : 1484 °C

Doğada hiçbir zaman serbest olarak bulunmaz.

Kireçtaşı, en yaygın olarak oluşturduğu bileşiktir.

Kalsiyum bileşikleri olan çimento, alçı ve kireç yapı malzemesi olarak kullanılır.

 

Karbon

 

Simgesi : C

Atom Numarası : 6

Kütle Numarası : 12,011

Yoğunluk : 2,62 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 3527 °C

Kaynama Sıcaklığı : 4027 °C

Bileşikleri, doğada çok yaygın olarak bulunur. Yaşam için önemlidir.

Yeryüzündeki kireçtaşı kayaçların ve kömür, petrol, doğalgaz gibi kaynakların yapısında bulunur.

 

Klor

 

Simgesi : Cl

Atom Numarası : 17

Kütle Numarası : 35,453

Yoğunluk : 3,214 g/cm3

Erime Sıcaklığı : -101,5 °C

Kaynama Sıcaklığı : 34,04 °C

Doğada en çok sodyum klorür (sofra tuzu) halinde bulunur. Birçok elementle bileşik oluşturabilir.

İçme ve şebeke sularını güvenilir hale getirmede ve endüstrinin çeşitli alanlarında kullanılır.

 

Krom

 

Simgesi : Cr

Atom Numarası : 24

Kütle Numarası : 51,996

Yoğunluk : 7,19 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 1907 °C

Kaynama Sıcaklığı : 2671 °C

Gri renkli, çok sert bir metaldir.

Genellikle çeliği sertleştirmede, paslanmaz çelik yapmada kullanılır.

Kromun tüm bileşikleri renklidir ve bazıları renk maddesi olarak kullanılır.

 

Kurşun

 

Simgesi : Pb

Atom Numarası : 82

Kütle Numarası : 207,2

Yoğunluk : 11,34 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 327,46 °C

Kaynama Sıcaklığı : 1749 °C

Mavi-beyaz renkli, çok yumuşak, çürümeye karşı çok dayanıklı bir metaldir.

Radyoaktif maddeleri depolamak için ve radyoaktif ışınıma karşı kalkan olarak kullanılır.

 

Kükürt

 

Simgesi : S

Atom Numarası : 16

Kütle Numarası : 32,065

Yoğunluk : 2,07 g/cm3

Erime Sıcaklığı :115,21 °C

Kaynama Sıcaklığı :444,72 °C

Genellikle yanardağların ve sıcak su kaynaklarının yakınlarında bulunur.

Barut ve sülfürik asit yapımında, kuru meyvelerde mikrop öldürücü olarak kullanılır.

Canlılar için önemli bir elementtir.

 

Magnezyum

 

Simgesi : Mg

Atom Numarası : 12

Kütle Numarası : 24,305

Yoğunluk : 1,738 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 650 °C

Kaynama Sıcaklığı : 1090 °C

Çok parlak, beyaz bir alev çıkararak yanması nedeniyle, tek kullanımlık fotoğraf makinesi flaşlarında kullanılır.

Hafif bir element olduğu için, hava taşıtlarının yapı malzemelerinden biridir.

 

Manganez

 

Simgesi : Mn

Atom Numarası :25

Kütle Numarası :54,938

Yoğunluk : 7,43 g/cm3

Erime Sıcaklığı :1246 °C

Kaynama Sıcaklığı : 2061 °C

Özellikle okyanus tabanlarında çok miktarda bulunduğu sanılıyor.

Çeşitli bileşikler oluşturmada kullanılır.

Çeliğin sertliğini ve dayanıklılığını artırır.

Mıknatıs özelliği taşıyan bileşikler oluşturabilir.

 

Nikel

 

Simgesi : Ni

Atom Numarası :28

Kütle Numarası : 58,693

Yoğunluk : 8,902 g/cm3

Erime Sıcaklığı :1455 °C

Kaynama Sıcaklığı :2913 °C

Gümüşümsü beyaz, sert, elektrik ve ısı iletimi  düşük bir elementtir.

Paslanmaz çelik üretiminde, metal paralarda, öteki metalleri dış etkilere karşı korumak için kaplamada kullanılır.

 

Oksijen

 

Simgesi : O

Atom Numarası : 8

Kütle Numarası : 15,999

Yoğunluk : 1,43 g/cm3

Erime Sıcaklığı :-218,3 °C

Kaynama Sıcaklığı : -182,9 °C

Dünya atmosferinin %21'ini, yerkabuğu kütlesinin %49'unu oluşturur.

İnsan vücudunun kütlece yaklaşık üçte ikisi oksijendir.

Kolaylıkla tepkimeye girdiği için çoğu elementle bileşik oluşturur.

 

Sezyum

 

Simgesi : Cs

Atom Numarası : 55

Kütle Numarası : 132,91

Yoğunluk : 1,873 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 28,44 °C

Kaynama Sıcaklığı : 671 °C

Oda sıcaklığında sıvı olarak bulunur. Suyla çok etkin biçimde tepkimeye girer.

Fotoelektrik hücrelerde ve atom saatlerinde kullanılır.

 

Silisyum

 

Simgesi : Si

Atom Numarası : 14

Kütle Numarası : 28,086

Yoğunluk : 2,33 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 1414 °C

Kaynama Sıcaklığı : 2900 °C

Yerkabuğu kütlesinin % 26'sını oluşturur. Doğada çeşitli bileşikler halinde bulunur.

Silisyum bileşiği olan kum ve kil, yapı malzemesi olarak kullanılır.

 

 

Sodyum

 

Simgesi : Na

Atom Numarası : 11

Kütle Numarası : 22,990

Yoğunluk : 0,971 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 97,72 °C

Kaynama Sıcaklığı : 883 °C

Doğada en çok sodyum klorür (sofra tuzu) halinde bulunur.

Kağıt, cam, sabun, tekstil, petrol ürünleri ve metal endüstrisinde yaygın olarak kullanılır.

 

Titanyum

 

Simgesi : Ti

Atom Numarası : 22

Kütle Numarası : 47,867

Yoğunluk :4,54 g/cm3

Erime Sıcaklığı :1668 °C

Kaynama Sıcaklığı : 3287 °C

Düşük yoğunluklu, hafif dayanıklı ve kolay işlenebilir bir metaldir.

Alaşımları, hava taşıtlarında ve füzelerde kullanılır.

Çelik kadar sağlam olduğu halde, ondan yaklaşık % 45 daha hafiftir.

 

Tungsten

 

Simgesi : W

Atom Numarası : 74

Kütle Numarası : 183,84

Yoğunluk : 19,3 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 3422 °C

Kaynama Sıcaklığı : 5555 °C

Tüm metaller arasında en yüksek erime sıcaklığına sahiptir.

Tugsten ve alaşımları yüksek sıcaklığa dayanıklı olduklarından, elektrik ampullerinde ve televizyon tüplerinde kullanılır.

 

Uranyum

 

Simgesi : U

Atom Numarası : 92

Kütle Numarası : 238,03

Yoğunluk :18,95 g/cm3

Erime Sıcaklığı : 1132 °C

Kaynama Sıcaklığı : 3927 °C

Ağır, radyoaktif bir metaldir.

Dünyanın çekirdeğindeki ısının kaynağını büyük oranda bu element oluşturur.

Nükleer yakıt olarak büyük önem taşır.

Atom bombası yapımında kullanılır.

 

Alıntıdır.

Ulu Camii / Divriği / Sivas

 


İslami Murabıt ve Muvahhit İmparatorlukları


Murabıtlar Fas'ta yaşayan islami Berberi Hanedanlığı'ydı. 1062   yılında Marake şehrini kurdular. Batı Sahra ve Batı Cezayir'deki şehirleri kontrolleri altına aldılar. 1075 yılında Gana imparatorluğu'nu fethettiler.  1086 yılında ispanya'da yaşanan, Ez-Zellaka Savaşı'nda VI. Alfonso'nun Hıristiyan ordularını  yenilgiye uğrattılar.

1l00'lerde Murabıtlar bütün Müslüman ispanya'nın (Endülüs) kontrolünü ellerinde tutuyorlardı. imparatorlukları ispanya'dan, Kuzeybatı Afrika ' da Cezayir' e  kadar uzanan bir alanı içine alacak  şekilde 4800 km'ye uzanmıştı. Ne var ki kralları 1147 yılında Fas'tan gelen bir başka Berberi kavmi olan Muvahhitler tarafından öldürüldükten sonra imparatorluk fazla uzun ömürlü olmadı.

Muvahhitler Marake'in kontrolünü ellerine aldılar. Daha sonra Cezayir, Tunus, Libya, Moritanya ve Müslüman ispanya ile birlikte Fas'ın tamamı da egemenlikleri altına girdi. 1172 yılında, başkentlerini Sevilla'ya taşıdılar. 1212 yılında ispanyol ve Portekiz prenslerinin ittifakı karşısında Sierre Morena'daki Las Navas Tolosa Savaşı'nda yenilgiye uğrayana kadar Endülüs'ün bütününde üstünlük elde etmişlerdi. 1236 ve 1248 yıllarında Kordoba ve Sevilla, Hıristiyan güçlerinin eline geçti. 1248 yılında Endülüs'ten geriye kalan Granada Emirliği, ispanya'nın son Magribi Hanedanlığı olan Nasrid Hanedanlığı tarafından yönetiliyordu (Magrip kelimesi genellikle Afrika ve Arap kökenli Berberi halkları için kullanılmaktadır). Kuzey Afrika'da Muvahhitler yerel isyanlarla adım adım bölgelerini kaybettiler. Göçebe bir Fas kabilesi olan Marinid Hanedanlığı 1269 yılında Fas'ı yönetmeye başladı.


Alıntıdır.

Görgü Kuralları

 Masa Adâbı


Yakup Kadri 1928’de İsviçre’den yazdığı mektupta şöyle der: “Tam benim masamın yanı başında bir heyuladır oturuyor. Ayaklarında ökçesi basık terlikler, sırtında aba gibi bir palto, tıraşı uzamış bir adam. Görür görmez tanımamak daha doğrusu sezmemek mümkün değil. (...) Bir ağız şapırtısı, bütün başlar dönüp dönüp bizim tarafa bakıyor. Derken herif yemeğini bitiriyor. Bu sefer başka bir şeyi, su veyahut meyve istemek için tekrar garsonu çağırmak lazım geliyor, çat! çat! bıçağıyla tabağına vuruyor. Derken kız, ‘aman, vurma, yapma’ der gibi yanına yaklaşıyor ve vahşiyi teskin ediyor. (...) Benim Türk olduğumu anlayıp veyahut öğrenip benimle konuşmağa başlayacak diye ödüm kopuyor,” (Bahriye Çeri, “Leman Hanım ve Yakup Kadri Mektupları”, Tarih ve Toplum, 195/Mayıs 2000).

Görgü kitaplarının önemli konularından biri selamlaşmaksa diğeri masa adabıdır. Avrupa’da 13. yüzyıldan itibaren yazılan kitaplardan yapılacak sınırlı alıntılar, konunun önemini ve geçirdiği evrimi ortaya koyacaktır:


13. yüzyılda: Kemirilen kemiği ortak tabağa koymak, avcılar gibi tükürmek, domuz gibi tabağa abanmak ayıptır; burun silinirken masaya arka dönülmelidir.


14. yüzyılda: Masa örtüsüne burun silinmemeli, eller yıkanmalıdır.


15. yüzyılda: Ağzınızdakini çıkarıp tabağa koymayın, yemeğinizi tuza banmayın.

16. yüzyılda Rotterdamlı Erasmus’un (1466-1536) yazdığı eğitim ve görgü kitapları etkili olmuştur. Norbert Elias, Erasmus’un 1530’da yazdığı “Çocukta Geleneklerin Nazikleşmesi Üzerine” adlı yazısının ölümüne kadar, altı yıl içinde otuz baskı yaptığını, toplam 131 baskının saptandığını bildirir. Erasmus da şu öğütlerde bulunur: Sandalyenizde kıpırdayıp durmayın, sizi gaz çıkarıyor veya çıkarmaya çalışıyor sanırlar; yutamadığınız parça olursa arkanızı dönüp yavaşça çıkarın; sofraya oturur oturmaz ellerinizi tabağa daldırmayın...


Masa adabının geçirdiği evrim, masa donanımının ortaya çıkış tarihiyle iç içedir. Aşağıda Ev ve Çevresi, Banyo bölümlerinde de bu konunun üstünde durulacağı gibi, ısınma, mobilya ve temizlik konusunda bugünkü donanım ve anlayış 18. yüzyılda yerleşmeye başlamıştır. İnsanların yüzyıllarca hayvanlarıyla aynı odada, bir arada ve yerlerde uyudukları, ısınamadıkları, bu nedenle pencerelerinin olmadığı, yıkanamadıkları, giysi ve örtü konusunda kıtlık bulunduğu, tek kaptan yedikleri pek akla gelmiyor. Müzelerdeki tarih öncesinden başlayan ve sanat şaheserlerine dönüşen toprak, seramik, cam eserlere bakıldığında, Kuzey Avrupa köylülerinin 19. yüzyıla kadar tahta tabak ve kaşık kullandığını hatırlamakta zorlanıyoruz. Homo erectus’un ihtiyaçlarını oturarak kol hizasında karşılaması için, sarayların zenginliğinin kitlesel üretimle standartlaşıp paylaşılacağı ve emeğin pazara düşüp mücadele etmek zorunda kalacağı kültürün, dünyanın bütün zenginliklerinden yararlanabilecek ölçeğe ulaşması gerekliymiş.




Masa


İngiltere’nin efsanevi Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin yuvarlak masaya oturtulmalarının nedeni, aralarında öncelik kavgasının çıkmaması içindir. Avrupa aristokrasisi ve sonra burjuvazisi geliştikçe masanın donanımı ve yiyecekler zenginleşmiş, kralların kızdıkları aristokratlara kalabalık maiyetleriyle misafir olarak onları iflas ettirme dönemi sona ermiş, gösteriş ve şölenler dönemi başlamıştır. Masanın donanımı ve masa adâbı, İtalyan şehir devletlerinin yarattığı zenginlikle biçimlenmeye başlamış, mutfak kültürüyle birlikte Fransız sarayında oluşmuştur.


Türkçe masa sözcüğünün kökeni Latince mensa’dır. Masadan önce herkesin kendi yemeğini yediği tepsi benzeri tahtalar vardı. Latince mensa’nın ‘porsiyonu, herkesin payına düşeni gösteren ölçmek anlamında me- kökünden geldiği ileri sürülmüştür. Aynı kökten gelen İrce mias’ın masa ve tabak, Gotça mes’in masa ve düz, büyük plaka anlamlarına gelmesi, Kelt, Germen, Slav dillerinde aynı anlamları içeren sözcükler bulunması bu görüşü kuvvetlendirmektedir. İtalyanca tavola, Fransızca ve İngilizce tablc sözcükleri de Latince tabıda dan gelir ki gene tahta plaka demektir. Yunanca trapeza masa ve tahta sıra anlamına geldiği gibi, çağdaş Rusçada masa ve İngilizcede sandalye anlamına gelen stool’un kökü de sehpa, masa demektir. Bugün yaşayan sözcüklerin kökleri masa, sandalye ve tabağın, bu işlevleri aynı anda gören düz tahta parçasından evrimleştiğini göstermektedir.


İstanbul ağzında mükellef sofra anlamına gelen simat/somat, Mevlevi ve Bektaşilerde tekke yemeği demektir. Arapça kökünün dizi, sıra, tabur, vadi anlamına geldiği düşünülen simat'm meşinden daire biçiminde kesilmiş ve halkalar dikilmiş türü toplanınca torba biçimini alır, dervişler seyahatte kullanırdı. Anadolu’da halk ağızlarında senit, semen, sement, semet, senedi, sanidi, seyit, vb. biçimleriyle sini, sofra anlamları yanında yaygın olarak et, ekmek, hamur tahtası anlamlarına gelir, hatta sepet, kaşık anlamlarında kullanıldığı yöreler de vardır. Somat örneği, isim aynı kalmakla birlikte, toplumsal ihtiyaçlar değiştikçe eşyanın da biçim ve kullanım tarzının değiştiğini göstermektedir.


Germen veya Kelt kabilelerinin av hayvanlarını bütün halinde kızartıp elleriyle parçaladıkları dönemi saymayacağımıza göre, başlangıçta şölenlerde ortak kaptan yenilmekte, ortak kepçe kullanılmaktadır. Sonra herkes kendi kaşık ve bıçağıyla şölenlere gitmeye başlar. Masada bardak yoktur, ortadaki kap veya şişeden içilir. Herkese ayrı tabak gereksinimi hissedildiğinde bu, bugünün et veya ekmek kesme tahtalarına benzeyen bir tahtadır. Tabak sözcüğünün etimolojik açıdan araştırılması gene masa veya İngilizceden bilinebileceği gibi dish (tabak), disc (disk), desk (sıra) gibi yakın anlamlı sözcüklere çıkmaktadır. Arapçadan gelen Türkçe tabak da, tabaka sözcüğünün hemen ele verdiği gibi düz, yüzey, ince kat anlamlarındadır. Sonraları yemek bu tahtaların üstüne konulan bayat ekmeklerin üstünde yenmeye başlanmıştır. Bugün Avrupa ve daha fazla Amerika’da yaygın olan, herkesin yemeğini tabağına alıp koltuklarda yemesinin veya açık büfe denilen uygulamanın eskiden tek usûl olduğu anlaşılıyor.


Yemek âdetleri ve masa adâbının gelişmesinde, eskiden Avrupa ve Anadolu’da erkeklerle kadın ve çocukların ayrı ayrı yemelerinin kural olduğu dönemden geçildiği dikkate alınmalıdır. Birçok konuda olduğu gibi, yemek saatinde de erkeklerle kadın ve çocukların bir araya gelmeleri ve aynı sofraya oturmaları söz konusu değildir. Önce erkeklerin sofrası kurulur, kalanları evin kadınları ve çocukları yer. Selamlık ve haremlik bulunan daha zengin ailelerde de kural değişmez, selamlıkta evin efendi ve beyleri ile hizmetçileri, haremde kadınları ve çocukları ile halayıkları yemekleri ayrı yerler. Gelibolulu Mustafa Ali (1657) tabakların silinip süpürülmesinin yakışıksız olduğunu, yemek bekleyenleri düşünmemek anlamına geldiğini bildirir. Yalnız şerbetler sonuna kadar içilip bitirilebilir, çünkü “şerbet fazlası hizmetkârlara verilegelmiş değildir”. Sofranın en yaşlısı zamanı geldiğinde hizmet edenlere işaret ederek sahanları kaldırtır.


Aile birliğini simgeleyen birlikte akşam yemeği ve misafirliklerde kadın erkek bir arada yemek yemek son dönemin işidir. Herkese ayrı tabak, kaşık verilerek yemek bir yandan bireyselleşirken, bir yandan da sohbet artmıştır. Yavaş yavaş masanın üstüne yerleşmeye başlayan yemek takımını teker teker incelemeden önce sofraya bakalım.



Sofra


Sofra Arapça su/ra’dan gelir. Sofra yerine geçen tepsi ve sini Çin kökenlidir. Tepsi (Kaşgarlı Mahmud’da tewsi), pişmiş et konan büyük ahşap kap, ağaçtan oyulmuş tekne, sofra anlamlarıyla çeşitli dönemlerde çeşitli diyalektlerde bulunan, yeme âdetleri bakımından açıklayıcı bir sözcüktür. Moğolcadan Balkan dillerine kadar yaygındır. Sini, sözlük anlamıyla Çinli demektir, Farsça ve Arapçada bu dillerin fonetiğine göre bulunduğu gibi, Türkçeden Bulgarca, Sırpçaya da geçmiştir.

Sofra kültürü, Osmanlı sarayının bütün teşrifatıyla kurumlaştığı dönemde de devam etmiştir. II. Mahmud’un 72 kişilik, Abdülaziz’in 40 kişilik sinileri vardı. Osmanlı sarayının sandalye ve masaya tam anlamıyla geçişi Dolmabahçe Sarayı ile başlayacaktır. Şehir halkının masaya geçişi ise daha yenidir, köy halkı bu süreci yaşamaya devam etmektedir. 1966’da İbrahim Yasa’nın yaptığı anket sonuçlarına göre Ankara gecekondularında yer sofrası kullanan hane oranı % 67, masa kullanan % 21, karışık % 4, cevapsız % 8; karyola, somya, sedir, divan bulunan hane oranı % 76, sandalye bulunan % 68, minder % 61, yer yatağı % 36, kanepe, koltuk bulunan % 14, post bulunan % 9 ’dur (Ankara’da Gecekondu Aileleri, A n kara, 1966).


Sofra, ister ahşaptan olsun ister bakır sini kullanılsın, kurulup kaldırılan bir eşyadır. Altına serilen örtü ile yiyenler üstlerini korudukları gibi, dökülecek artıkları ziyan ederek veya sonradan üstüne basarak günaha girme tehlikesinden de kurtulurlar. Sofra bezinde kalanlar, yenilen yemeğe göre, tavukların, kuşların payına düşer.


Sofra adabı konusunda kısaca üstünde durmaya değen konulardan biri, yemeğin Avrupa’da olduğu gibi duayla başlamamasıdır. Her işte olduğu gibi besmele ile başlanacaktır ama esas yemek duası, yemek bittikten sonradır. Yemek yemeden önce dua etmek, asker ocağında ve son yıllarda muhafazakâr ailelerin talepleriyle kreşlerde söz konusudur. Avrupa âdeti, antropologların Afrika ve başka yerlerde saptadığı gibi, yemek bulunduğu için şükran duygusundan değil, yemeğin —avın—kutsanması, yenmesini engelleyici maddi manevi niteliklerinden arınması çabasından kaynaklanmıştır. Sibirya’da ayı avcılarının, Toroslarda Tahtacıların, ayı avlamadan ve ağaç kesmeden önce ayıya ve ağaca ondan ne istediklerini anlatmaları ve rızasını almaları, yemek duasının herhalde en eski biçimidir (meyve vermemeye başlayan ağacı sahibi balta alıp kesmeye kalkışırken, bir başkasının araya girerek ağaç adına meyve sözü vermesi ve böylece ağacın korkup meyve vermeye başlamasının beklenmesini anlatan ‘ağaç korkutma’ âdetine de değinmemek elde değil).


“Osmanlı yemeğin pişmesini beklemiş, soğumasını bekleyememiş” sözü doğru olsa gerek, çünkü Mızraklı İlmihal’de sıcak yemeğin zararları ayrı bir konu olarak ele alınmıştır. Sıcak yemeğin zararları bu kaynağa göre şunlardır: Kulağı sağır eder, benzi sararır, gözlerin feri olmaz, dişler sararır, insanın ağzının lezzeti olmaz, karnı doymaz, fehmi az olur, aklı az olur, bedenine maraz hasıl olur.


Yemek eğlence değildir, ‘işret’ sınırları dışında kalmaya özen göstermek gerekir. Fakat hiç konuşmamak da mekruhtur ve Mecusi âdetidir.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak