16 Mart 2022 Çarşamba

Maya Kültürü


Mayalardan geriye kalanlar onların medeniyetinin boyutlarını ve ne kadar entelektüel olduklarını ortaya koymaktadır. Son otuz yılda karmaşık Maya yazısının çözülmesi ile birlikte tarihçiler   onların başarılarını ve inanç sistemlerini anlamaya başlamışlardır.

Dilleri, hiyeroglifler kullanılarak yazıya dökülmekteydi. Bunlar hem nesne ya da konseptin soyut anlamını hem de bir kelimenin hecelerini temsil edebiliyordu. Bildiğimiz kadarıyla Maya yazısı Kolomb öncesi Amerika'nın konuşulan dilini tüm boyutlarıyla temsil edebilen yegane yazı sistemidir. Mayaların binlerce kitap ve yazıtının bulunduğu, ne var ki bunların ispanyol işgalciler tarafından yok edildiği tahmin edilmektedir. Bunlardan geriye şu anda yalnızca 4 tane kalmıştır.

Mayalar, matematik ve astronomi alanındaki uzmanlıklarıyla karmaşık bir takvim  sistemi  geliştirmişlerdir.  Teotihuacan  halkı ve pek çok Kolomb öncesi kültürü gibi Mayalar da jaguara tapıyorlardı. Ayrıca başka düzinelerce tanrıları vardı. insan kurban etmek dini inançlarının bir parçasını oluşturuyordu. Kurban edilenlerin ölümden sonra yeraltı dünyasında güzel bir yaşamlarının olduğuna inanılırdı. Top oyunları inanç sistemlerinin önemli bir parçasıydı. Her Maya şehrinde yeraltı dünyasının kapısı olduğuna inanılan bir top sahası bulunurdu . Top oyunları bazen de esirlerin tanrılara kurban edildiği savaşların ardından oynanırdı.


Alıntıdır.

Görgü Kuralları

 


Selamlaşmak


Selamlaşmak, karşılaşan insanların birbirlerinin kimliklerini ve niyetlerini anlamanın en kısa yolu olarak büyük önem taşımıştır. Bu nedenle dinsel ve ahlaki kalıplar içine girmiş, toplumsal statünün de ifadesi haline gelmiştir. Selamlaşmanın karşılaşırken iyi niyet, ayrılırken ilahi esenlik içeren sözler içermesi, eski zamanlarda maddi (düşmanlık, soygun), manevi (ruhlar, cinler) gündelik tehlike ve bilinmezliklerin çokluğu ile açıklanabilir. Zamanla resmi, askeri, dinsel biçimleri ayrışmıştır. Selam, kimliğini en kısa yoldan ortaya koyma biçimi olarak İslam kültüründe dinsel bir konu halindedir. Müminlerin birbirlerine selam vermeleri gerektiği gibi, selamın götürülüp getirilmesi de insanın üstüne borçtur. Ebussuûd Efendi “aşk olsun”, “yâ hû” diye selamlaşmayı ehl-i İslam muamelesi kabul etmeyip, haklarındaki hüküm için de “ne lâzım geldiğin ahirette göre” diyerek böyle selamlaşanları Allah’a havale eder ve bu selamlaşmanın, Islamca tayin olunan usûlün beğenilmemesi sonucu ise küfr olduğu kararını verir.


Kime selam verilemeyeceği de ilmihallere konu olmuştur. Örneğin, klasik kaynaklara göre ibadetle meşgul olanlara, satranç türünden oyunlar ve kumar oynayanlara, içenlere ve şarkı söyleyenlere, aşikâr günah işleyenlere, yabancı kız ve genç kadınlara, kadınlara bakanlara selam verilmez. Dört halde ise selam, yalnız bu hal süresince verilmez: “Zevcesi ile meşgul olana, avret yeri açık olana, abdest bozmakta olana, yemek yimekde olana.”


Selamı büyüğün küçüğe vermesi esastır. Böylece güçlü olan zayıfı ‘gözetmiş’ olur. Şehirli köylüye, devedeki attakine, attaki eşektekine, eşekteki yayaya, yaya yürüyene, ayaktaki oturana, az çoğa, efendi hizmetçisine, baba oğluna selam verir denmiştir.

Selam sözcüğü İslam sözcüğüyle aynı kökten olup, selamet, birinden salim olma, teslimiyet anlamlarını içerir. Hıristiyanlıkta da selam ve selamet, ruhsal kurtuluş kavramları aynı kökten (salve) gelir. Selamın sözel bölümü mesleklere, tanışıklık ve dostluk derecesine ve kuşakların yeni modalarına göre kalıplaşmıştır. Örneğin, “kendine iyi bak” ve “görüşürüz” kalıpları, eski kuşaklara “sana belediye baksın” veya “kaçan mı var, ne zaman istersen!” cevaplarını çağrıştıran, İngilizceden çeviri çok yeni kalıplardır.


Selamlaşmanın gövde hareketiyle ilgili yönü bütün toplumlarda belin bükülmesini, elin, başın ve de başlığın hareket ettirilmesini içerir.



El Sıkmak


Eski İslam kaynaklarında elle işaretleşerek selam vermenin Yahudi ve Hıristiyan âdeti olduğu, Müslümanların böyle yapmaması gerektiği yazılmıştır. İslam geleneğine göre Adem’den İbrahim’e kadar insanlar birbirlerine secde ederek selâmlaşmış, sonra boyna sarılma başlamış, Hz. Muhammed zamanında elle musafaha sünnet olmuştur. Musafaha, bağışlama anlamında safh kökünden gelir ki, İslâmî el sıkmakta parmakların eli kavraması yoktur, iki kişi sağ ellerinin avuç içlerini birbirine yapıştırıp iki başparmağın yanlarını birbirine değdirir, başparmaktan kalbe muhabbet geçer.


Böylece el sıkmak hoş görülmediği gibi, musafaha da muhabbet bağışlamak olduğundan, Osmanlı usûlü selamlaşmada temenna, temenni, rica, tazim anlamında eli başa kaldırarak yapılır. Eğilme derecesi saygıya göredir. Temennaların yerden eğilip, el göğüsten ağıza, başa götürüldüğü ‘yerden temenna’ veya ‘kandilli temenna’ denilen türleri de çıkmıştır.


Eski Mısır hiyeroglifinde ‘vermek’ fiili uzanmış el biçimiyle gösterilmekteydi. Babil’de kral yeni yıl - bahar törenlerinde Marduk’tan ‘el alır’dı. Babil’i feth eden Asurlular da aynı âdeti benimsemişlerdir.


Elle selamlaşma ve nihayet el sıkma âdetinin, insanların silah bulundurmalarının olağan olduğu zamanlarda ellerinin boş ve niyetlerinin iyi olduğunu göstermelerinin en inandırıcı yolu olduğu için gelişip benimsendiği savunulmuştur.


El sıkışma Osmanlı ‘alafrangadan arasında başlamıştır, fakat Cumhuriyet’e kadar kadınların eli sıkılmamıştır. Şafi geleneğinde kadınla el sıkışmak abdest bozduğu için benimsenmediğinden, Sultan Ahmed Camii imamının İngiliz hanım misafirinin elini sıkmaması diplomatik hazırlıksızlık olarak nitelenebilir. Abdülaziz’in, misafir ettiği III. Napoleon’un eşi Kraliçe Eugenie’yle çevirmensiz konuşmakta ısrar ederek onu “Toka, kokona” diye karşılaması da herhalde diplomatik çaresizliktir.


Argo toka İtalyanca dokunmak, temas etmek anlamında toccare’den gelir, tocca a te ‘sıra sende’, toccamano el sıkmak demektir. Amerikalıların “Gim’me five!” diyerek ellerini tek veya çift, ayaları tam açık kol boyunca kaldırarak ‘çakmaları, el eleliği değil, kol kolalığı simgeleyen el sıkmanın son biçimi olsa gerektir.



El Öpmek


El öpmek eski geleneğin terbiyeli genç kuşaklardan ısrarla beklediği bir saygı davranışı iken, ortodoks İslam’a göre Mecusi âdetidir ve Müslümanlar âlimler ve ana babalarından başkasının elini öpmezler. Katolik Kilisesi’nde diz çöküp kardinal, piskopos gibi ruhanilerin yüzüğünü öpme geleneği vardır. Papa’nın ise, geleneğe göre, 8. yüzyıla kadar eli öpülürken, bir kadının eline yapışmasından sonra âdet değiştirilerek ayağı öpülmeye başlanmıştır. Ziyaretçiler papanın sağ ayakkabısına işlenmiş haçı öperken, piskoposlar da dizini öperler. Ingiltere’de Kutsal Kitabı öpmeden yemin etme izni 1888’de yasalaşmıştır. Yasanın çıkmasında ateist Charles Bradlaugh’ın da katkısı olmuştur. Bradlaugh 1880’de milletvekili seçilince uygulamaya karşı mücadele yürüterek, bu süre içinde üç kez daha seçilmiş, ancak 1886’da yemin etmeden Avam Kamarası’na kabul edilmeyi başarmıştır.

Bizans’ta patrisyen imparatoru göğsünün sağ yanına elini koyarak selamlar, imparator da onu başından öperdi. Geri kalanlar sağ dizlerini yere koyup eğilir ve çekilirlerdi. İmparatoriçe selamlanmazdı. Prokopius’a göre (Gizli Tarih, çev. Orhan Duru, 1990) 6. yüzyılda Iustinianos imparator olunca patrisyenlerin bile yerlere kapanması, kol ve bacaklarını açıp ayak öpmeleri âdet oldu. Theodora da kendisinin aynı biçimde selamlanmasında diretti. Müslüman saraylarında da el, ayak, yer öpülmesi âdeti kabul edildi.


Osmanlı sarayında bayramlaşma töreninin bir parçası, padişah tahtından uzanan saçağın öpülmesiydi. Saçak büyüklerden biri tarafından tutulur, başta sadrazam olmak üzere rütbe sırasına göre öpülür, bazıları padişahın eteğini, ayağını öper, temenna ederek geçerlerdi. II. Abdülhamid döneminde saçağı ölünceye kadar Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa tutmuştu. Mehmed Reşad padişah olunca Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey ve bazı mebuslar saçak öpmedi. Basında leh ve aleyhte birçok yazı yazıldıysa da, bundan sonra âdet resmi bir karar alınmadan kaldırıldı.


El öpmek gündelik yaşamımızda büyüklerin yanında ayakların uzatılmaması, bacak bacak üstüne atılmaması, sigara içilmemesi gibi birçok yasakla birlikte erime sürecine girmiş ve eli öpülecekler azalmışken, siyasal yaşamımızda ‘baba’ geleneği ile birlikte devam etmektedir.



Şapka Çıkarmak


Selamla şapka arasındaki ilişki, Asur dönemine kadar gider. Asurlularda esirlerin yeni fatihlerine saygılarını soyunarak göstermesi gerekmekteydi. Eski Yunanlılarda da yeni kölelerin bellerinden yukarılarını soymaları gerekiyordu. Başın açık olmasının teslimiyet anlamına gelmesi o kadar yaygınlaşmıştı ki, dinsel bir anlam içererek Tanrı karşısında duruşu da etkiledi. Yahudi geleneğinde erkeklerin Tanrı huzuruna başı açık çıkmaları hoş görülmeyip saça küçük takkeler iliştirilirken, Hıristiyan geleneğinde erkeğin başı örtülü, kadının başı örtüsüz dua etmesinin insanı küçük düşüreceği inancı kurumsallaştı. Ortaçağ Avrupa’sında serfin lorda itaatini belirtme yolu başını açmasıydı. Hıristiyanlığın benimsediği baş açma usûlü, kiliselere başı açık girme kuralının konmasını gerektirdi. İnsanlar, saygı ifadesi olarak şapkalarını çıkarmaya başladılar. Selamlaşmada büyüğün küçüğü görmesi gerekirken, küçük büyüğe şapka çıkarıyordu. Zamanla şapkanın çıkarılması yerine hafifçe kaldırılması ve nihayet elle kaldırılacakmış gibi tutulması ve sonunda şapkaya dokunulması selam ifade eder oldu.


Şapka kanunu kabul edildiğinde şapkayla nasıl selamlaşılacağı da tartışılmıştı. Cambridge Üniversitesinde Türkçe hocalığı yapmış olan Halil Halit Bey Ingiliz usûlü, şapka çıkarmadan el başa götürülerek selamlaşmanın kabul edilmesini önermişti. Ama Alman usûlü şapkayı çıkarma ve eğilme biçimi benimsendi. Gene bu biçime bağlı olarak, bir büyük karşısında şapka çıkarıldıktan sonra, o zat şapkasını başına koyduktan sonra da, Adnan Adıvar’ın deyişiyle “huzurunuzda başımı açar, ağzımı kaparım ve belki de bir nezle kaparım" anlamını vermek için, başı açık durmak kuralı benimsendi.


Üzüntüde başlığın yere çalınması, sevinçte havaya atılması Eski Dünya’nın paylaşılan duygu ifadelerinden olduğu gibi, külâh kapmak, külah etmek deyimleri de başlıkla mevki arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Başlığın yerinde durması yerini ve kendini bilmenin sonucu olduğundan, Osmanlılarda başlığın, son dönemde fesin, şapkanın tersine, kapalı yerlerde de çıkartılması ayıptı. Akraba ortamında bile büyüklerin yanında fes çıkarmak görgüsüzlüktü. Statü belirleyen giyimin kategorilerinden biri ‘başıbozuk’ olduğuna göre, başlığı çıkarmak da belirli yerlerde mümkün olabilirdi. Bugün de devlet teşrifatında, kadın, cenaze, bayrak görüldüğünde şapkalı ve şapkasızların nasıl davranacağı bilinmesi gereken kurallar arasındadır.



Kucaklaşmak, Öpüşmek


Sinemalarda haber saatleri varken, Arap zirvelerinde liderlerin kucaklaşıp üç defa öpüştüğünü, Sovyet liderinin uzaydan dönen kozmonot Gagarin’i ağzından öperek nasıl coşkuyla kutladığını görmüştük. Yukarıda anlattığımız Abdülaziz - Kraliçe Eugenie buluşmasında, Eugenie padişahın annesini öpmek istediğinde Valide Sultan buna izin vermemişti. Kraliçe de Valide Sultan’ın kahvesini sağlığa zararlı diye içmeyince Abdülaziz annesine çok kızdı ve Sultan Hanım gidip kraliçeyi öptü.


Kitabı Mukaddes’te Esav için “onu kucakladı, ve onun boynuna düşüp onu öptü” (Tekvin, 33: 4), “Pavlus’un boynuna düşüp kendisini öptüler” (Resullerin İşleri, 20:37) diye dramatik selamlaşmalar anlatılırken Romalılara Mektup’ta (16: 16) “Birbirinize mukaddes öpüşle selam edin” öğüdünde bulunulur.


Dünyada burunları birbirine sürtme, yüze tükürme, nanik yapma gibi çok farklı selamlaşma âdetleri var. Bizde de, insanların, samimiyet derecesine göre el sıkışma, yanaklardan öpme ve sarılıp öpüşme söz konusu. Yarı resmi aile buluşmalarında da erkekler erkekleri, kadınlar kadınları yanaklarından öpüyor, öper gibi yapıyor, karşı cinslerin yalnız eli sıkılıyor. Kırsal kesimde kadın erkekle karşılaştığında arkasını döner, yüzünü kapar ve çömelirdi. Kapalı mekânda ise kadının yabancı erkekle karşılaşması zaten söz konusu değildi. Aile içinde kucaklaşmak vardı ama kamuya açık yerlerde değil. 30’lu yıllarda konu tartışılmıştır. Modem Adâbı Muaşeret (1939) kitabının yazan Süheylâ Muzaffer konuyu ‘Sarmaşma Muaşereti’ başlığıyla inceler: “Bizde dudak daima aşk için bir vasıta sanılmış ve buradan öpmek için gizlilik şart kılınmıştır. Halbuki Avrupa milletlerinin muaşeretinde hadise böyle değildir. Dudak da el gibi ve belki elden çok daha yakın bir selamlaşma vasıtası halindedir. Ayrılırken kocanın karısını, ağabeyin kardeşini, evladın annesini öpmesi pek tabii bir hareket olabilir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi bizde henüz bu usûl taammüm etmemiş bulunduğu için kalabalık yerlerde, şurada burada kadınla kızla sarmaşmak kat’iyen doğru değildir. Hususi hayatınız için de nasıl kucaklaşmak lâzım geldiğini öğrenmeğe ihtiyaç yoktur. Ancak bazı vaziyetlerde erkeklerin biribirlerile kucaklaştıkları görülmektedir. Bu caizdir. (...) Öpüşmek fazladır. Yalnız sarılıp sağa ve sola doğru kısa ve seri hareketler yapmak kâfidir. (...) Hâlâ şark memleketlerinin, milletlerinin bazılarında el selamından fazla kucaklaşma caridir. Fakat garba doğru ilerledikçe bu usûlün terkolunmağa başladığını görürüz. Bence artık kucaklaşmağı çok hususi ve mahrem zamanlarımıza bırakmalı ve cemiyet münasebetlerimizden kaldırmalıyız.”



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


15 Mart 2022 Salı

ATASÖZLERİNDE SÖZ SANATLARI

 



Atasözlerinde ustaca bir üslup, büyüleyici ve inandırıcı bir anlatım özelliği vardır. Yüzyıllardan beri kullanıldıkları, her gün işitildikleri halde tazeliklerini kaybetmeyen bu sözlerde çeşitli anlatış yolları, çeşitli söz ve anlam sanatları görülür.  Örnekler: 


BEYİT:


Gülme komşuna - Gelir başına.


Sakla samanı - Gelir zamanı.


Açtırma kutuyu - Söyletme kötüye.


Güvenme varlığa - Düşersin darlığa.


Güzellik on - Dokuzu don.


Hayır dile komşuna - Hayır gele başına. 

Mart kapıdan baktırır - Kazma kürek yaktırır. 

Ağlarsa anam ağlar - Başkası yalan ağlar. 

Oduncu gözü amcada - Dilenci gözü çömçede. 

Bağa bak üzüm olsun - Yemeye yüzün olsun. 

Gelin altın taht getirmiş - Çıkmış kendisi oturmuş. 


DİZE:


Çocuktan al haberi.


Kimse bilmez kim kazana kim yiye.


Kendi düşen ağlamaz.


Dinsizin hakkından imansız gelir.


Bey ardından çomak çalan çok olur.


Dilsizin dilinden anası anlar.


Çok naz âşık usandırır.


Etme bulma dünyası.



SECİ:


Dertsiz baş mezarda taş. 

Dervişin fikri ne ise zikri odur.



Kâr eden az etmez.


Atta karın yiğitte burun.


İt ulur birbirini bulur.


Müft olsun da zift olsun.


Güvenme dostuna saman doldurun postuna.


Emmim, dayım hepsinden aldım payım.


Emmim, dayım, kesem, elimi soksam yesem.



TEVZİYE:


Sarmısak da acı amma evde lazım bir dişi.



KİNAYE:


Can boğazdan gelir. 

Balık baştan kokar. 

Davul dengi dengine diye çalar.



ALLİTERASYON:


Akça akıl öğretir.


Kaynayan kazan kapak tutmaz.


Tarlayı taşlı yerden kızı kardeşti yerden.


Başına gelen başmakçıdır.


Al giyen aldanmaz.


Aşını, eşini, işini bil.


Kardeşten karın yakın.


Kızını dövmeyen dizini döver.



CİNAS:


Dilim seni dilim dilim dileyim.


Yerine düşmeyen gelin yerine yerine eskir.


Aç ile eceli gelen söyleşir.


Ulu sözü dinlemeyen uluya kalır.


Bal bol yiyen bel bel bakar.

Hasta yatan ölmez eceli yeten ölür.


Köpekle dalaşmaktan çalıyı dolaşmak yeğdir.




EĞRETİLEME (İSTİARE):


Ağaç yaşken eğilir.


Ölmüş koyun kurttan korkmaz.


Delikli taş yerde kalmaz.


Koça boynuzu yük değil.


Domuzdan toklu doğmaz.


Dikensiz gül olmaz.


Et tırnaktan ayrılmaz.


Erkek sel, kadın göl.


Gön yufka yerinden delinir.


Çoban armağanı çam sakızı.


Çay geçerken at değiştirilmez.



MECAZI MÜRSEL:


Bir çiçekle yar olmaz.


Borçlunun dili kısa gerek.


Gâvurun ekmeğini yiyen gâvurun kılıcını çalar.


Hamama giren terler.


Ağız yer yüz utanır.


İki el bir baş içindir.


Kefenin cebi yok.


Kendi düşen ağlamaz.


Sağ baş yastık istemez.


Hasta ol benim için, öleyim senin için.



TEZAT:


Ak akçe kara gün içindir.


Deli dostun olacağına akıllı düşmanın olsun.


Yaz yalan kış gerçek.


Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düzovada  yolunu şaşırır.


At bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur at bulunmaz.


İstediğini söyleyen istemediğini işitir. 

Güvenme varlığa düşersin darlığa.



İHAMI TEZAT:


Öksüzün karnına vurmuşlar, "vay arkam" demiş.



AKİS:


Buldum bilemedim, bildim bulamadım. 

Sen olursan bensiz, ben de olurum sensiz.



HÜSNÜ TALİL:


Üzüm üzüme baka baka kararı.



İSTİFHAM:


Buğday ekmeğin yoksa buğday dilin de mi yok?


El mi yaman, bey mi yaman?


Erkek aslan aslan da dişi aslan aslan değil mi?


Kabahat ölende mi öldürende mi?


Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?


Yenice eleğim, seni nerelere asayım?



ŞİBHİ İŞTİKAK:


Geç olsun da güç olmasın. 

İtle dalaşmaktan çalıyı dolaşmak yeğdir. 

İnsan doğduğu yerde değil doyduğu yerde. 

Hasta yatan ölmez eceli yeten ölür. 


ZEF ve NEŞİR:


Yaman komşu, yaman avrat, yaman at. Birinden göç, birini basa. birini sat.


Alıntıdır.


Atasözleri

Sosyal olayların nasıl olageldiklerini -uzun bir gözlem ve deneme sonucu olarak-yansızca bildiren atasözleri vardır:

Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. 

Minareyi çalan kılıfını hazırlar. 

Araba kırılınca yol gösteren çok olur. 

Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek içer...

 gibi.


Doğa olaylarının nasıl olageldiklerini -uzun bir gözlem sonucu olarak- belirten atasözleri vardır:


Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. 

Kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden. 


Zemheride kar yağmadan kan yağması iyi.


Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür ...


gibi.



Toplumsal olayların nasıl olageldiklerini uzun bir gözlem ve deneme sonucu olarak bildirirken bundan ders almamızı (açıkça söylemeyip dolayısıyla) hatırlatan atasözleri vardır:


Ağlamayan çocuğa meme vermezler.

 Öfke ile kalkan ziyan ile oturur. 

Mahkeme .kadıya mülk değil. 

Sona kalan dona kalır. ...

 gibi.


Bu sözlerin altında "istemelisin ki elde edesin", "insan kendisini öfkeye kaptırmamalı"...

dersleri bulunmaktadır.


Denemelere ya da mantığa dayanarak doğrudan doğruya ahlâk dersi ve öğüt veren atasözleri vardır:

Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar. 

Ayağını yorganına göre uzat. 

Bugünkü işini yarına bırakma. 

Yoldan kal, yoldaştan kalma ... 

gibi.


Birtakım gerçekler, felsefeler, bilgece düşünceler bildirerek (dolayısıyla) yol gösteren atasözleri vardır:

Bal bal demekle ağız tatlı olmaz.

Can bostanda bitmez. 

Korkunun ecele faydası yoktur. 

Taşıma su ile değirmen dönmez ...

 gibi.


Töre ve gelenekleri bildiren atasözleri vardır:

Dost başa bakar, düşman ayağa. 

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var. 

Kızını dövmeyen dizini döver. 

Kız beşikte, çeyiz sandıkta ... 

gibi.


Kimi inanışları bildiren atasözleri vardır:


Kırk yılda bir ölet olur, eceli gelen ölür.

 Ananın bahtı kızına. 

Akacak kan damarda durmaz.

Baykuşun kısmeti ayağına gelir ...

 gibi.


Alıntıdır.


Bulutlar

  

Bulut Oluşumu

 

Bulutlar, serbest atmosferde buz kristalleri ve su damlacıkları gibi parçaların bir araya gelmesiyle oluşur.

Bunun için, yeryüzünün dengesiz bir biçimde ısınmasıyla ya da başka nedenlerle yükselen havanın soğuyarak yoğunlaşması gerekir.

Bulutlar, yeryüzüne ulaşan güneş enerjisini ve yeryüzünden uzaya geri yansıyan enerji miktarını düzenleyerek iklim üzerinde önemli rol oynar.

Bulutlar, gökyüzünde bulundukları yükseklik, yapıları ve içeriklerine bağlı olarak enerjiyi farklı biçimlerde düzenlerler.

Söz gelimi, bir bulut tipi yeryüzünden yansıyan enerjiyi yeryüzüne geri yansıtarak sıcaklığı tutarken; bir başka bulut tipiyse güneş ışınlarını yansıtarak yeryüzünün ısınmasını engelleyebilir.

Örneğin, bulutsuz gecelerde havanın başka  zamanlara göre çok daha soğuk olduğunu farketmişsinizdir.

Bulutların yalıtıcı etkisi olmadığı için, böyle gecelerde yeryüzünden çok daha fazla enerji uzaya geri yansır.

 

Bulutların Sınıflandırılması

 

Bulutların sınıflandırılmasında kullanılan ölçütlerden biri, bulut tabanının yeryüzünden yüksekliğidir.

Yeryüzünden yükseltilerine göre üç farklı bulut tipi vardır.

Yüksek bulutların tabanı, yeryüzünden 6000 m ve daha yukarıda bulunur.

Orta yükseklikteki bulutların tabanı yerden 2000 - 6000 m; alçak bulutların tabanıysa en çok 2000 m yüksekliktedir.

 

Bulut sınıflandırmasında kullanılan bir başka ölçüt ise, bulutun yerden bakıldığında nasıl göründüğüdür.

Bulutları betimlemek için daha çok Latince sözcükler kullanılır.

Kümülüs sözcüğü, Latince'de "yığın" anlamına gelir.

Stratus, "tabaka"; cirrus, "saç telleri", nimbus "yağış" anlamına gelir.

Öte yandan, yükseklerdeki bulutlar  "cirro" önekini alır.

Orta yükseklikteki bulutlarsa  "alto". Adında "nimbo" ya da "nimbus" geçen bulutlar, yağış bulutlarıdır.

Alçak bulutların adlarına özgü tek bir ek yoktur.

Örneğin, stratokümülüs, iki farklı temel bulut biçiminin özelliklerini taşıyan bir alçak buluttur.

 

Duman

 

Yanma sonucu ortaya çıkan, havada asılı duran ya da hareket eden parçacıklardır.

Bir süre hareket ettikten sonra, dumanın içindeki büyük parçacıklar yere iner.

Dumanla birlikte oluşan sis, insan sağlığı açısından çok zararlıdır.

1980'li yıllarda kış aylarında Ankara'da bu durum çok sık yaşanıyordu.

 

Hortum

 

Kümülonimbus bulutundan yeryüzüne uzanan ve kendi ekseninde  hızla dönerek yol alan hava sütunu.

Hortum, dünyanın belli bölgelerinde sık görülen bir fırtına türüdür.

Çok büyük zararlara yol açabilir.

 

Sis

 

Sis, tabanı yeryüzünde olan bir buluttur.

Atmosferdeki su buharının, damlacıklar halinde yoğunlaşmasıyla oluşur.

Bunun nedenlerinden biri, sıcak havanın soğuk bir su ya da kara kütlesinin üzerinden geçmesidir.

Gece yeryüzünün aşırı soğuması ya da bir yamaç boyunca yükselen havanın soğumasıyla da sis oluşabilir.

 

Şimşek

 

Kümülonimbus bulutlarının zıt yüklü kutupları arasındaki elektron akışı sırasında görülen ışık patlaması.

Bu elektrik boşalımı, bulut içinde olabileceği gibi, bulutla hava arasında ya da bulutla yer arasında da gerçekleşebilir.

 

Yoğunlaşma İzi

 

Atamosferin düşük sıcaklıktaki bölgelerinde yol alan uçakların arkasında bıraktığı ince, çizgi biçimindeki bulutlardır.

Jet motorlarının egzosundaki su buharından kaynaklanır.

O yükseklikte havadaki nem oranının fazla olduğunu gösterir.

Ne kadar uzunsa, nem oranı o kadar fazla demektir.

Buhar izi olarak da adlandırılır.

 

Alıntıdır.

 

Deniz Altı Bitkilerinde Polenleşme Yöntemi ile Üreme

 




Polenle üreme yöntemi, bilinenin aksine, sadece kara bitkilerine özgü bir yöntem değildir. Deniz bitkilerinde de bu yöntemle üreyen türler vardır. İlk olarak 1787 yılında İtalyan botanikçi Filippo Cavollini, açık denizde yaşayan ve polenleşme yöntemi ile üreyen "Zostera" isimli bitkiyi keşfetmiştir. 

Polenleşme yönteminin sadece kara bitkilerine özgü olduğunun zannedilmesinin nedeni; su ile temas eden kara bitkilerinin polenlerinin, yarılarak işe yaramaz hale gelmeleriydi. 

Polenleri suyla taşınan bitkilere 11 farklı familyada 31 cins olarak Kuzey İsveç'ten, Güney Arjantin'e, deniz seviyesinin 40 m altından, 4800 m yüksekte And Dağlarındaki Titicaca Gölü'ne kadar pek çok farklı yerde rastlanılır. Ekolojik yönden bakılacak olursa tropik yağmur ormanlarından, çöllerdeki mevsimlik göllere kadar çok farklı şartlarda yaşayanları vardır.



Vallisneria


Erkek Vallisneria'nın çiçekleri, bitkinin su içinde kalan bölümünde oluşur. Bunlar daha sonra dişi özellikli bitkinin çiçeklerine ulaşabilmesi için, gövdeden ayrılarak serbest kalırlar. Çiçek, serbest kaldığında kolaylıkla su yüzeyine çıkabilecek bir biçimde yaratılmıştır. Bu esnada çiçek küresel bir tomurcuk görünümündedir. Taç yaprakları birbirleri üzerine kapanmıştır ve portakal kabuğu gibi çiçeğin etrafını sarmışlardır. Bu özel yapılı form, polenlerin taşındığı bölümün, suyun olumsuz etkisinden korunmasını sağlar. Çiçekler yüzeye çıktığında, daha önce kapalı olan taç yapraklar birbirlerinden ayrılır ve geriye doğru kıvrılarak su üzerine yayılırlar. Polenleri taşıyan organlar, taç yaprakların üzerinde yükselmiş bir biçimde ortaya çıkarlar. Bunlar en hafif bir esintiyle bile hareket edebilecek yelken görevini üstlenirler. Bu organlar, bir yandan yelken gibi iş görürken, öte yandan Vallisneria'nın polenlerini de su yüzeyinden  yukarıda tutarlar. 

Dişi bitkinin çiçekleri ise, su dibinden gelen uzun bir sapın ucunda ve su yüzeyinde yer alırlar. Dişi çiçeğin yaprakları da su yüzeyinde hafif bir çöküntü oluşturacak şekilde açılmışlardır. Bu çöküntü erkek çiçek kendine yaklaştığında, dişi çiçeğin bir çekim alanı oluşturmasına yarar. Nitekim erkek çiçek, dişi çiçeğin yanından geçerken bu çekim alanına girer ve iki çiçek buluşur. Böylece polenler dişi çiçeğin üreme organına ulaşır ve polenleşme gerçekleştirilmiş olur.



Halodule


Etkileyici polenlenme stratejisine sahip bir başka su bitkisi de Fiji Adalarının kumlu kıyılarında yetişen Halodule'dir. Bu bitkinin polen taşıyıcıları uzun yüzücü iplikler biçimindedir ve suyun içinden yüzeye salınırlar. Bu tasarım Halodule'ye Valisneria'dan bile çok daha fazla isabet sağlama imkanı verir. Ayrıca bu ipliklerin yapısında son derece özel karbonhidrat ve protein tabakaları vardır. Bu özel yapı da Halodulelerin yapışkanlık özelliği taşımalarını sağlamıştır. İplikler su yüzeyinde birbirine yapışarak uzun sallar oluştururlar. Bitkiye ait bu tip milyonlarca arama aracı, gel-git dalgalarını kullanarak dişi bitkilerin bulunduğu sığ sulara doğru yol alırlar. Bu arama araçlarının birbiriyle çarpışmasıyla döllenme işlemi kolaylıkla başarılmış olur.. 

Thalassia

Buraya kadar polenleri su yüzeyinde taşınan bitkilerden bahsettik. Bu durumda polenlerin hareketi iki boyutludur. Bazı bitkilerde ise üreme sistemi üç boyutlu olarak işler. Üçüncü boyut su yüzeyinin altıdır. 

Su altındaki polenleşme stratejileri, su yüzeyinde gerçekleştirilenlerden daha zordur. Çünkü üç boyutlu polenleşmede, polenlerin hareketlerindeki ufak bir değişiklik dahi sonucu daha fazla etkiler. Bu nedenle bir polenin, su içinde iken dişi organı yakalaması, yüzeydeyken yakalamasından çok daha zordur. 

Buna karşın, Karaib Adalarından St. Croix'da yetişen "Thalassia" bitkisi yaşamını her zaman su altında sürdürür. Çünkü Thalassia, bu zor gözüken döllenme koşullarını kolaylaştıracak bir polenleşme stratejisine sahip olarak yaratılmıştır. Thalassia, yuvarlak polenlerini uzun yapışkanlı iplikler içine gömülü durumda su altına salar. Su altında yüzen ve dalgalar tarafından yönlendirilen bu iplikler, dişi çiçeklerin üreme organlarına takılarak çoğalmayı sağlar.  


Alıntıdır.


Fırat Nehri / Karanlık Kanyon / Kemaliye / Erzincan

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak