26 Şubat 2022 Cumartesi

Fatımi Halifeliği

 


Fatımi Halifeliği Tunus'ta, Abdullah El-Mehdi tarafından 909 yılında kurulmuştur. El-Mehdi şii mezhebine bağlı bir  Müslüman olarak peygamberin kızı Fatma'nın soyundan geldiğini iddia ediyordu (şiilere göre sadece onun soyundan gelenler peygamberin gerçek halefleriydi, bu düşünce hükmetme gücüne sahip herhangi bir Müslümanın başa gelebileceğini söyleyen Sünni görüşün tam zıddıydı) Fatımi etkisi, Tunus'ta yeni inşa edilen Mahdia'dan Orta Magrep'e (Fas, Tunus, Cezayir ve Libya'yı içerir) kadar hızla yayıldı.

10. yüzyılın sonlarına doğru yerel dağ halkları Berberilerin yardımıyla Fatımiler Mısır'ı fethettiler. 969 yılında yeni başkent Kahire inşa edildi. Fatımiler burada El-Ezher Camisi'nin yapılmasını emrettiler. El-Ezher zamanla bir üniversiteye dönüşecekti. Aynı zamanda şehre önemli bir bilim merkezi kazandıracak olan Kahire Kütüphanesi de onların emriyle inşa edildi. Fatımiler cam işçiliği alanındaki   başarıları  ile  biliniyorlardı.  Metal   işçiliği  ve  seramik işleme alanında da ustaydılar. Mimari becerilerinin izlerine bugünkü Kahire'de bile halen rastlanabilmektedir. 969 civarında güçlerinin doruklarına ulaştıkları sırada merkezleri Mısır olan Fatımi Halifeliği, Kuzey Afrika, Sicilya, Filistin , Ürdün, Lübnan, Suriye, bugünkü Suudi Arabistan'ın bir bölümü (Mekke ve Medine dahil) ve Yemen'i kontrol ediyordu.

1057  yılından  itibaren  Fatımilerin   gerilemesi   başladı.  Doğu Akdeniz ve Suriye'deki topraklarını Türk istilası ve Haçlı Seferleri nedeniyle kaybetmeye başlamışlardı. 1171 yılında halifelik, Kürt Müslüman Selahaddin'in yönettiği Sünni Eyyubilere geçince Fatımiler nihai çöküşle karşılaşmış oldular.


Koruyucu Tavan: Ozon

 



Soluduğumuz hava, yani aşağı atmosfer büyük ölçüde oksijen gazından oluşur. Burada oksijenden kastettiğimiz O2 gazıdır. Yani oksijen molekülleri 2'şer atomdan oluşmuştur. Ancak, oksijen molekülü bazen 3'er atomdan da oluşabilmektedir. Bu durumda bu molekül artık oksijen değil "Ozon" olarak isimlendirilir, zira bu iki gaz birbirlerinden çok farklıdırlar. 

Hemen burada üzerinde durulması gereken bir nokta vardır: İki oksijen atomu birleşince 'Oksijen gazı' oluşmaktadır da, niçin üç oksijen atomu birleşince 'Ozon gazı' diye farklı bir gaz oluşmaktadır? Sonuçta iki de olsa, üç de olsa birleşen oksijen atomu değil midir? O zaman, neden ortaya iki farklı gaz çıkmaktadır? Bu soruyu cevaplamadan önce, bu iki gazın ne yönden farklı olduklarını ele alıp, sonra cevap vermek daha yerinde olacaktır:

Oksijen gazı (O2) aşağı atmosferde bulunur ve solunum yoluyla yeryüzündeki tüm canlılara hayat verir. Ozon gazı (O3) ise, zehirli ve çok kötü kokulu bir gazdır. Atmosferin en üst tabakalarında bulunur. Eğer, oksijen yerine ozon solumak zorunda olsak hiçbirimiz yaşayamazdık.

Ozon, yukarı atmosferdedir; çünkü orada canlı yaşamı için çok hayati bir fonksiyonu vardır. Atmosferin yaklaşık 20 km. yukarısında tüm dünyayı bir kuşak gibi sarıp sarmalayan bir tabaka oluşturur. Böylece güneşten gelen kızılötesi ışınları emerek yeryüzüne tam kuvvetle ulaşmalarını engeller. Kızılötesi ışınlar çok yüksek enerjiye sahip oldukları için yeryüzüne bu biçimde ulaşırlarsa, yeryüzündeki herşey yanar ve dünyada hayat varolamaz. İşte bu yüzden ozon tabakası atmosferde koruyucu bir zırh görevi görmektedir.

Yeryüzündeki canlı hayatın varolabilmesi için solunum yapabilmesi ve zararlı güneş ışınlardan korunabilmesi gerekmektedir. Ve bu sistemi oluşturan ancak ve ancak her atoma, her moleküle hakim olan Allah'tır. Allah'ın izni olmaksızın, hiçbir güç bu atomları oksijen ve ozon gazı molekülleri olarak biraraya getiremezdi. Yine Allah'ın izni olmaksızın, hiçbir güç oksijen gazını aşağı atmosferde ve ozon gazını da yukarı atmosferde tutamazdı. 


Alıntıdır.

25 Şubat 2022 Cuma

Mısır Dini

 





Pek çok eski toplum gibi Mısırlılar da, çocukları için çiftçilikte, avcılıkta başarı sağlayabilmek ve savaşta galip gelebilmek için tanrılarına dua etmişlerdir. Ayrıca dini düşünceler, Mısır siyasetine, bilimine, sanat ve edebiyatına da nüfuz etmiştir. İlk zamanlardan itibaren Mısırlılar, İnsanlarda ilahi bir yön bulunduğuna ve bir insan öldüğünde bu dünyadaki hayatı terk edip başka bir dünyada hayata başladığına inanmışlardır. Firavun, kişiliğinde hem insan hem de tanrı özelliklerini birleştirmiştir. O, hem kral hem rahip hem insan hem de güneş tanrısının oğludur.


Mısır kral ve kraliçelerinin piramit mezarları, Mısırlıların öteki hayata inançlarının birer kanıtı olarak bugüne dek ayakta kalmıştır. Sadece mumyalanmış cesetleri değil; bir kralın, ölümden sonraki yaşamda kendisine gerekecek her şey piramitlerde vardır. Mezar hırsızlarının gözünden kaçmış şanslı mezarlardan olan Kral Tutankamon'un mezarı açılınca, arkeologlar inanılmaz bir zenginlikle karşılaşmışlardır: Heykeller, duvar resimleri ve günlük hayatı betimleyen yazılar, mobilyalar, ev aletleri, peruklar, mücevherat, oyuncaklar ve müzik aletleri. Altından yapılan ve mücevherlerle süslenen pek çok eşya, bir güzellik anlayışını ve eski uygarlıklar arasında benzerine rastlanmayan, hatta aslını söylemek gerekirse şimdiye kadar daha üstünü yapılamamış, anlaşılması güç bir tasarım ve ayrıntı yeteneğini ortaya koymaktadır.


Nil Nehri, eski Mısırlılara yaşam veren kan damarıdır. Suları, kurak çölden, çok verimli tarım arazileri ortaya çıkarmıştır. Bu ulu nehrin kıyılarında serpilip büyüyen bitkiler, insanlara ve hayvanlara hayat vermiştir.

Buna karşılık çöl, eski Mısırlıların çevresini saran büyük bir düşmandır. İnsanlar, sıcak ve kuru, uçsuz bucaksız bu sahalarda hayatta kalamayacakları için çöl ölümü simgeler. Vahşi, zehirli hayvanlar ve pek çok şeytani ruh barındırır; sanki Mısırlıları sıkıca kavrayıp tehdit ediyormuşcasına, pusuda bekler. Her yaz, şiddetli sıcak çöl rüzgârları, Nil Nehri'nin daha yavaş ve kısıtlı akmasına neden olur. Mısırlılar, nehirlerinin taşma ve çekilme çevriminin Önceden kestirilebilir olmasına rağmen, kıtlıktan ölme korkusunu hep içlerinde taşımışlardır. Yanı başlarındaki çöl, bu insanlara, yaşamlarının pamuk ipliğine bağlı olduğunu anımsatır. Bu nedenle, Nil Nehri'nin yılda bir taşması, büyük bir ferahlama getirir ve kutlamalarla karşılanır. Su, ölmekte olan toprakların yeniden doğmasını sağlar, insanları besler ve onlara yaşam verir.


İlk zamanlardan itibaren Osiris, Nil ve tahıl tanrısıdır ve tıpkı Nil gibi, bütün yaşamı beslemiştir. Kendi topraklarında ve komşu diyarlarda insanlara, hangi tohumların ekileceğini, toprağın nasıl sulanacağını ve istenmeyen su taşkınlarının nasıl önleneceğini öğretmiştir. Nil Nehri'nin taşması, kuruması ve tekrar taşması; Osiris'in yaşaması, ölmesi ve yeniden hayata dönmesi demektir. Onun ölümü, Nil Nehri'nin kuruması sonucu bitkilerin ölümünü temsil eder. (Set'in, Osiris'i parçalara ayırması önemli değildir, çünkü bu, eski ve ortak bir gömme geleneğidir.) Osiris'in yeniden hayat bulması, Nil'in baharda yükselmesiyle birlikte bitkilerin yeniden doğuşunu temsil eder.


Osiris, hem tanrı hem de insandır. Bir tanrının oğlu olarak Osiris, hem yeryüzünün hem de Mısır'ın kralıdır, aynca hem verimli hem de başanlı olmayı sağlar. Her insan gibi Osiris de yaşamış ve ölmüştür. Osiris öldükten sonra babası ve güneşin ulu tannsı olan Re, onu, tannlann ve öteki dünyanın kralı yapar. Osiris'in dirilişi eski Mısırlılara onun kaderini paylaşma yönünde umut verir. Tanrılar, Osiris'e, hayata dönmesi için yardım ettikleri gibi, yaşamları boyunca iyi işler yapmış insanlara da ölümden sonra tekrar hayat bulmaları için yardım edebilirler.


Osiris'e ibadet etmek özellikle anlam taşır. Çünkü eski Mısırlıların dikkatini yamyamlıktan başka bir tarafa çekmiştir. İnsanlar ilahi bütünün bir parçası olduklarına inanmaya başladıklannda, insan cesedine daha bir saygıyla bakmış ve onu kutsal kabul etmişlerdir. Ölümsüzlüğün anahtarının, yeryüzünde İyi bir hayat sürmek olduğuna inanmaya başladıktan sonra, birbirleriyle olan ilişkileri Ölçülemeyecek kadar gelişmiştir.


Özellikle Osiris çok çekici bir tanrıdır, çünkü aynı zamanda bir insandır. Acı çektiği ve ölümü tattığı için, acı çeken insanları ya da her faninin ölümünü anlayabilir, aynı şeyleri hissedebilir. Tanrı olması nedeniyle hem bu dünyada hem de ötekinde insanlara yardım edebilir. Osiris, tannların yardımıyla Ölümden sonra tekrar dirilen bir insan örneği olarak ortaya çıkmıştır. Zamanla, insanın öldükten sonra yeniden doğmasını sağlayan bir tanrı haline gelmiştir.


Osiris'in oğlu olan Horus, Osiris öteki dünyanın efendisi olduktan sonra, babasının yeryüzündeki görüntüsü haline gelir. Aslında Horus, Osiris'in yeniden dünyaya gelmiş bir şeklidir. Babasının krallığını miras almış ve babasının hükümdarlığında var olan düzeni, adaleti ve zenginliği yeniden kurmuştur. Horus, Osiris'in intikamcısı olarak adlandırılır, çünkü babasının vücuduna yeniden hayat verecek görevleri yerine getirmiştir. Osiris'in oğlu olarak Horus, kaderlerinde bir gün ölecekleri yazılı olan Mısırlılarla, onlara ölümsüzlük bağışlayabilecek Osiris arasında bir aracı gibiydi.


Yeni ölmüş bir insanın ruhu Horus'un huzuruna çıkar ve yeniden doğuşu ne denli hak ettiğini göstermek için, hayatı boyunca yaptığı iyi işleri ona anlatır. Sonra Osiris, o insanın vicdanını temsil eden kalbini alır, büyük bir terazinin bir kefesine yerleştirir; diğer kefeye de yasayı temsil eden bir kuş tüyü koyar. Terazinin dengesi bir jüri tarafından kontrol edilir ve yasa tanrısı ve yasa yapıcı olan Tot sonucu kaydeder.


İyi bir hayat sürmüş bir insanın kalbi tüyden daha hafif olabilir ve ona Osiris'in krallığında tıpkı dünyadaki gibi yaşayabileceği yeni bir hayat verilir. Eğer kalp, tüyden daha ağır gelirse, terazinin yanında oturan Çakal, o insanın kalbini ve mumyasını yer ve o, artık ölü olarak kalır. Yani Osiris ayrıca doğruluk tannsı ve ölüm yargıcıdır. Erdemli insanları Ödüllendiren, kötülük yapanları da cezalandıran bu mahkemeyi o yönetir.


Osiris'in kız kardeşi ve karısı olan İsis, Mısır'daki en büyük tanrıçadır. Büyük Tanrıça, Ana Tanrıça, Yeşil Ürünlerin Hanımı ve Bereket Efendisi gibi adları vardır. Sevgili ve sadık bir eşi, sevgili ve besleyici bir anneyi simgeler. Bir toprak tanrıçası olarak tüm yaşayan nesneleri yaratır ve yarattıklarını besleyip korur. Osiris gibi, İsis de bir tannça olduğu kadar bir insandır. Durmadan Osiris'in vücudunu arayışı ve Horus'u papirüs bataklıklarında besleyip büyütürken geçirdiği deneyimler öylesine insanlara özgüdür ki, Mısırlılar onu sever, İsis, Osiris ile tekrar bir araya gelince, öteki dünyada onunla beraber kalır ve ölülere hayat ve yiyecek sağlar.


Osiris'in ağabeyi ve düşmanı olan Set, evrendeki kötülüğü simgeler: Deprem ve fırtına gibi doğal afetleri, karanlığı, yıkımı ve ölümü. Durmadan üzerinde dolaştığı çöllerin tanrısıdır. Doğal olarak iyiliğin gücünü temsil ettikleri için, Osiris ve Horus'a karşı entrikalar çevirir. Ne kadar akıllı bir biçimde uğraşırsa uğraşsın Osiris ve Horus'u yok edemeyince, iyi kötüye karşı zafer kazanır. Ancak tanrılar da Set'i yok edememişlerdir. Kötülük dünyadaki varlığını sürdürecektir.


MÖ 2500 ve MÖ 1500 yılları arasında Osiris, yavaş yavaş güneş tanrısı Re kadar önem kazanmıştır. MÖ 1850'lerde, İsis'in Osiris'in kafasını bulduğu Kuzey Mısır'daki Abdos'ta Osiris, her yıl düzenli olarak büyük bir dini festivalle anılmaktadır. Horus, Osiris'in vücudunu orada tekrar hayata döndürmüş, Öteki Dünya'nın kapısı oraya yerleştirilmiştir. Bu yüzden ölü insanlar Abdos'ta yargılanır ya Öteki Dünya'ya girmelerine izin verilir ya da sonsuz ölüme mahkûm edilirler. Zengin Mısırlılar orada gömülmeyi yeğler. Abdos festivalinin odak noktası, Osiris'in hikâyesinin dramatik anlatımıdır: ölümü ve parçalanması, cesedinin parçalarının bulunması ve yaşama geri dönüşü...


Çekiciliği ve Değeri


Var olan en eski Mısır yazılarından Osiris, îsis ve Horus'un öykülerinin çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Onlara ilişkin çok sayıda atıfa, eski Mısır kaynaklarında, Piramit Yazıtları’nda ve Ölüler Kitabı’nda rastlanır. Bununla beraber ya eski Mısırlı yazarlar böylesine popüler bir öyküyü tekrar anlatmaya gerek görmemişler ya da bir zamanlar mevcut olan öykü uzun süre Önce kaybolmuştur. Tüm öykünün var olan tek anlatısı, MÖ 70'lerde Yunan Plutarkhos'un yazdığı De İside et Osiride adlı eserdir. Öykünün o zaman dört bin yıllık olduğu düşünülürse, Plutarkhos'un Mısır kaynaklarının bu denli doğru olması şaşırtıcıdır.


Bu söylencenin, binlerce yıl boyunca orijinaline bu denli sadık olarak var olmaya devam etmesi, içerdiği değerlerin çekiciliğini kanıtlamaktadır. Bir kadının kocasına karşı duyduğu sevgi ve sadakat, yeryüzündeki değişik kültürlerdeki sayısız insan kuşağına çekici gelmiştir. Bu değerler bugün de, eski Mısır'da ve Plutarkhos'un zamanında olduğu kadar canlıdır. Aynı ölçüde çekici ve sürekli olan bir değer de, bir annenin çocuğuna duyduğu sevgi ve koruma duygusudur.


Dahası, tarih boyunca insanlar evrendeki kötülüklere göğüs germek zorunda kalmışlardır. Set gibi kötülüklerin üstesinden geçici olarak gelinebilir, fakat tamamen ortadan kaldırılamaz. Tarih kitaplarımız ve kendi deneyimlerimiz bunu doğrular. Son olarak insanlar, her zaman ölümlü olmaktan korkmuşlar ve ölümden kurtulmak istemişlerdir. Osiris söylencesi, Mısırlılara, ölümden sonraki yaşam için umut vermiştir.

Osiris, İsis ve Horus


Gökyüzü Tanrıçası Nut çok güzel ve nazikti. Güneş Tanrısı ve her şeyin yaratıcısı olan Re ile evliydi. Ama ağabeyi ve yeryüzü tanrısı olan Geb ve ilahi sözlerin efendisi olan Tot ile de yatmıştı. Re, Nut'un gizlice Geb ile yattığını öğrenince kalbi öfkeyle doldu ve karısını lanetledi. "Hiçbir yılın hiçbir ayında karnındaki çocuğu dünyaya getiremeyeceksin'' diye haykırdı.


Anne olamayacağını anlayınca Nut'un müşfik yüreği üzüntüyle doldu. Gözyaşları içinde Tot'a gitti ve "Re beni asla anne olamamam için lanetledi. Bana yardım etmek için yapabileceğin bir şey var mı? Biliyorsun ki karnımdaki çocukların biri senin!" dedi.


Tot "Güzelliğini gözyaşı akıtarak bozma. Onun yerine bırak, neşe kalbindeki acıyı kovsun. Sana yardımcı olacak bir yol bulacağıma güven. Sana söz veriyorum, gelecek yıl başlamadan Tanrıların Anası olarak bilineceksin" diye yanıtladı.


Nut'tan ayrıldıktan sonra Tot'un gözleri parladı ve Ay'ı bulmaya gitti. Ay'a "Oyun oynamayı çok sevdiğine göre" dedi, "eğer bana yardım edersen seninle istediğin kadar oynamayı kabul edeceğim. Her kazandığımda bana parlak ışıklarından bir parça vermeni istiyorum. Sen ışığını hiç kaybetmeyeceksin, ama bu bana çok yararlı olacak. Kabul ediyor musun?"


Ay, "Her defasında çok az bîr ışık alırsan benim için önemli değil" diye yanıt verdi.


Zaman, sonraki aylar boyunca Tot ve Ay'ın pek çok oyun oynamasıyla geçti. Anlaştıkları gibi Tot, kazandığı her oyunda Ay'ın parlak ışıklarından birer parça aldı. Sonra bu ışık parçalarını sakladı.


Sonunda Tot öyle çok ışık parçası topladı ki, bir araya koyduğunda ışıklar tamı tamına beş gün oluşturuyordu. Sonra kazandığı bu beş günü, üç yüz altmış günlük normal güneş yılına ekledi.


Böylece Tot, Re'nin Nut'a yaptığı laneti önlemiş oldu. Güneş yılı sona erdiğinde Nut, Tot'un yarattığı fazladan beş günün her birinde birer tane olmak üzere beş çocuk doğurdu. Tot'un daha önce söylediği gibi, o tarihten sonra Nut Tanrıların Anası olarak bilindi.

Re, hem bu beş günün ilkinde doğan Osiris'in, hem de ikinci gün doğan Horus'un babasıydı. Osiris'in doğumunda göklerden gelen bir ses duyuldu: "iyi ve ulu kral Osiris, tüm yeryüzünün efendisi doğdu."


Geb, üçüncü gün doğan Set'in ve beşinci gün doğan Nefitis’in babasıydı. Set, saldırgan ruhunu daha doğduğu günden itibaren gösterdi. Nut'un diğer dört çocuğu zamanında doğarken, Set kendi doğumunun biçim ve zamanını kendi seçti. Annesinde bir yarık açtı ve dünyaya kendisi geldi. Zamanı gelince de kız kardeşi Nefitis ile evlendi.


Tot, dördüncü gün doğan ve Yeşil Ürünlerin Efendisi olan Ulu Tanrıça İsis'in babasıydı. Tanrıların en zekisiydi. Seçtiği kimseleri kendisini dinlemeye mecbur edecek ve söylediklerine itaat etmelerini sağlayacak büyü gücüne sahip olduğu için İlahi Sözlerin Efendisi olarak da anılıyordu. Tot, kızını kendi gücünün bir uzantısı olarak düşünüyordu. Osiris ve İsis, annelerinin rahmini paylaştıklarından beri birbirlerine karşı sevgi beslediler. Zamanı gelince de karı koca oldular.


Osiris, Aşağı ve Yukarı Mısır'ın kralı oldu ve kendisiyle halkı için ebedi bir ün kazandı. Egemenliği ele aldığında, halkı göçebe hayatı sürüyordu. Oradan oraya dolaşarak ve yeryüzünün meyvelerini toplayarak basit bir hayat yaşıyorlardı. Osiris bu kabileleri birleştirdi ve onlara uygar bir toplum olmayı öğretti. Öncelikle uyruklarını daha çalışkan hale getirdi. Topraktan daha çok ve daha iyi ürün alabilmeleri için onlara çiftçilik sanatını Öğretti. Sonra onlara, beraberce barış içinde yaşamaları ve çalışmaları için bir dizi yasa gönderdi. En sonunda uyruklarına, tanrılara saygı duymayı ve ibadet etmeyi öğretti. Osiris ideal bir kraldı ve onun hükümdarlığında Mısır'da bîr altın çağ yaşandı.


Osiris, kendi insanlarının hayatlarını bu şekilde ıslah ettikten sonra, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan insanlara da kendi düşüncelerini kabul ettirebilmek için seyahat etmeye başladı. Dinleyicilerini, onları eğlendirerek, fikirlerini müzikle ifade ederek, ilahiler ve şarkılar söyleyerek ikna etti.


Osiris Mısır'dan uzakta bu maceralar peşindeyken, Set ülkeyi ele geçirmek için fırsat aramaya başladı. Ama başarılı olamıyordu, çünkü Isis ve babası onun niyetini anlamış ve Set'i dikkatli bir şekilde izlemeye başlamışlardı.

Osiris döndükten sonra Set, Mısır'ı yönetmek konusundaki kararını daha da pekiştirdi. Bir gece Osiris uyurken gizlice kralın gövdesini ölçtü. Sonra işçilerine Osiris'in gövdesine uygun tahta bir kutu yapmaları emrini verdi. Ülkenin en iyi sanatçılarından, kutuyu bir sanat şaheseri olacak şekilde süslemelerini istedi. Sonra da Osiris'in emrindeki yetmiş iki kişiyi bir isyan planlamak için ikna etti.


Daha sonra da, suikastçileri ve Osiris'i özenle hazırlanmış bir ziyafette konuk etti. Yemeğin sonunda, uşaklarından, güzel tahta kutuyu yemek salonuna getirmelerini istedi. Tahmin ettiği gibi, kutu tüm davetliler tarafından hayranlıkla karşılanmıştı.


Set, jest yapıyormuş gibi şöyle dedi: "Aranızdan kim bu güzel kutuya sahip olmak isterse, içine girmelidir. Gövdesi kutuya tam olarak uyan kişiye, onu armağan etmeye söz veriyorum. Ancak yattığınızda vücudunuz tam olarak uymalıdır. Eğer başınız ya da ayaklarınız kutudan dışarı çıkacak kadar uzunsanız veya kutunun baş ya da ayak kısmında boşluk bırakacak kadar kısaysanız, bu değerli armağana uygun değilsiniz demektir."


Set'in planladığı gibi davetliler hevesli bir şekilde, deneme sırasının kendilerine gelmesini bekleyerek güzel kutunun çevresinde toplandılar. Birbiri ardına bütün davetiler, Setin söylediği gibi kutunun içine uzandılar. Ancak hiçbiri kutuya tam olarak uygun değildi. Bazıları çok uzun, bazıları çok kısaydı. En sonunda Osiris'e sıra geldi. Kutuya girdi ve içine uzandı. Tam olarak uymuştu.


Osiris kutunun içine tam olarak yerleşmişken, suikastçiler aniden kapağı kutunun üzerine kapattılar ve hiçbir şeyden kuşkulanmayan kralı hapsedecek şekilde kapağı çivilediler. Osiris'in boğulmasını kesinleştirecek şekilde, kutunun üzerine eritilmiş kurşun döktüler. Daha sonra kutuyu Nil'e taşıyıp suya attılar. Akıntı kutuyu, deltanın batı kısmındaki papirüs bataklıklarına yerleşecek şekilde Nil'in ağzına sürükledi.


Çemmis kenti yakınlarında yaşayan insanlar, Osiris'in ölümünü ilk olarak duyanlardandı ve Set'in yaptığı korkunç işi kulaktan kulağa yaydılar. İsis, Osirisin ölümünü duyduğunda kalbi acıyla dolup taştı. Duyduğu derin acının bir göstergesi olarak saçlarından bir tutam kesti, bir yakını ölen kadınların giydiği kıyafetleri giydi ve kutuyu aramak için yola düştü.

Ulu Tanrıça, Mısır'da oradan oraya yorulmaksızın dolaşırken, acı dolu çığlıkları, çiftçileri tarlalarında çalışmaktan, esnafları dükkânlarındaki işlerinden, hatta geceleri deliksiz bir şekilde uyuyan insanları uykularından alıkoymuştu, İsis, her gördüğü kişiye sorular sorarak kasabadan kasabaya dolaştı. En sonunda kutuyu, Nil Nehri'nin ağzındaki papirüs bataklıklarına doğru sürüklenirken gören bir grup çocukla karşılaştı ve çocuklar ona kutunun gittiği yönü tarif ettiler.


İsis, sonunda, kutunun Biblos yakınlarındaki papirüs bataklıklarında bir ılgın çalısının dalları arasında kaldığını öğrendi. Bu çalı çok büyük bir ağaç olacak şekilde gelişmiş ve kutu tamamen ağacın gövdesi içinde kalmıştı.


Ülkenin kralı Melkartus'un kutudan haberi yoktu. Bu iri ağacı duyunca, hizmetçilerini ağacı baltayla kesmeleri ve sarayına getirmeleri için yolladı. Böylesine büyük boyutlardaki ağaçlara ülkesinde ender rastlanırdı ve kral ağacın dev gövdesinden Özel bir şekilde yararlandı. Onu yemek salonunun ortasına, sarayın çatısına destek olacak şekilde yerleştirdi Ağacın gövdesinin, bu şekilde, bir kolon olarak kullanılması çok uzaklara kadar yayıldı.


Böylece zaman geldi ve İsis, büyük ılgın ağacının kaderini öğrendi. Kral Melkartus'un sarayının yakınlarındaki kasabaya kadar gitti ve kadınların su doldurmaya geldikleri bir çeşmenin yanına ilişti. Tanrıça, kraliçe Astarte'nin hizmetçi kızları su doldurmaya gelene kadar sesini çıkarmadan orada oturdu. Sonra onlarla son derece nazik ve içten bir şekilde konuştu. Onların saçlarını Ördü ve onları kendi gövdesinin aromasıyla parfümledi.


Hizmetçiler çeşmede gördükleri garip kadının haberiyle kraliçelerinin yanına döndüler. Kraliçe Astarte hemen hizmetkârlarına seslendi: "Kendi gövdesinin kokusunu başka insanların saç ve tenlerine geçirebilen bu müthiş yabancıyı görmek istiyorum! Oradan ayrılmadan hemen kentteki çeşmeye gidin! Onu bulun ve hemen saraya getirin."

Ve böylece İsis, Kral Melkartus'un sarayına girdi, kraliçeyle görüştü. Kraliçe Astarte, İsis'le tanışmaktan öylesine mutlu oldu ki, çok geçmeden Ana Tanrıça'dan, oğullarından birinin bakıcısı olmasını rica etti. Zamanla İsis, kraliçeye öyküsünü anlattı ve sarayın çatısını destekleyen sütunu kesip açmak için izin istedi. Kraliçenin izin vermesi üzerine istediğini yaptı ve tavana zarar vermeden kutuyu çıkardı.


İsis yalnız kalır kalmaz yüksek sesle matem çığlıkları atarak kutunun üzerine kapandı. Sonra mühürlü kutuyu yanına alarak kraliyet ailesinden ayrıldı ve Mısır'a döndü.


Çölde çok uzak bir yere ulaşınca, İsis durup kutuyu açtı. Sevgili kocasının cansız bir şekilde öylece uzanıp yatan görüntüsü, ona kalbinin dayanabileceğinden daha fazla acı verdi. Ulu Tannça yüzünü Osiris'in yüzüne dayadı, ona sarıldı ve keder içinde ağladı. Sonra bir kuşun kanatlarını kollarına bağladı, nefes alacak hava yaratsın diye çırparak Osiris'in üzerinde dönüp durdu.


Babası Tot'un kendisine öğrettiği bilgilerle, başarılı bir şekilde Osiris'e geçici olarak yaşam vereceğini bildiği büyülü sözcükleri söyledi. Osiris hayata dönüverdi! İsis, büyük aşkını sevinçle kucakladı ve onu elinden geldiği kadar sevdi. Sonra Osiris cansız bir şekilde Öylece yığılıp kalınca, İsis cesedi kutuya yerleştirdi. Kutuyu, dikkatli bir şekilde kimseden zarar görmeyeceği uzak ve güvenli bir yere taşıdı.


İsis, zamanı gelince Osiris'in oğlunu doğurdu ve ona Horus adını verdi. Yeni doğmuş çocuğuna baktığında, Ana Tanrıça'nın yüreği sevinçle dolup taştı. Günün birinde Horus'un babasının intikamını alacağını ve krallığın ona geçeceğini umuyordu.

İlahi sözlerin efendisi olan Tot, kısa bir süre sonra kızını ziyaret etti. "Öğüdümü dinle ve bana itaat et İsis" dedi. "Bir başkasının öğüdünü dinleyen kişiler hayatta kalır ve başarılı olurlar. Şimdi Set'in gözünden uzak kalmalısın; ben sana yardım edeceğim. Eğer çocuğunu, bir yetişkin olana dek Set'ten gizlersen, çocuğun iki kat daha güçlü olacaktır. O zaman kesinlikle babasının intikamını alacak ve onun tahtına oturacaktır."

"Bununla birlikte" diye devam etti Tot, "o zaman gelene dek Horus tehlikeden asla uzak olmayacaktır. Bu yüzden, sana Horus'u bu dünyada, yukarıdaki dünyada ve öteki dünyada Ölümden koruyacak güçlü sözcükleri öğreteceğim."

İsis, babasının Önerisine uydu. O akşam Horus'u evde, yedi yardımcı akreple birlikte bıraktı. Ana Tanrıça onlara şöyle dedi: "Çocuğum ve ben dünyada yapayalnızız. Kederim, kocamın ölümü nedeniyle Mısır'daki herhangi bir insanınkinden daha fazladır. Öyleyse yüzlerinizi toprağa çevirin ve beni, oğlumu güven ve huzur içerisinde yetiştirebileceğim gizli bir yere götürün."


Akreplerden üçünün önderliğinde İsis, Horus'u, Nil Deltası'ndaki papirüs bataklıklarında bir adaya götürdü. Orada gizlice çocuğuna baktı, besleyip büyüttü. Yakınlardaki bir kasabaya, kendisi ve çocuğu için yiyecek bulmaya gittiğinde, Horus'u papirüs bitkilerinin arasına gizliyordu.


"Korkma sevgili Horus, benim şanlı oğlum!" diye mırıldanıyordu. "Büyükbabanla ikimiz, yaratılan her şeyin babası olabilmen için, seni bütün kötülüklerden koruyacağız. Ne suda ne de karada herhangi bir şey senin için tehlikeli olacak. Ne en zehirli yılanın ısırığı seni öldürebilecek ne de en güçlü aslan seni ezebilecek. Sen Osiris ve İsis'in çocuğusun ve zamanı gelince, eskiden babanın olduğu gibi yeryüzündeki her şeyin efendisi olacaksın!"


Ancak bir gün, İsis kentten döndüğünde, Horus'u, üzerinde bir akrep ısırığı iziyle cansız yatarken buldu. Set'in ihanetini derhal anlamıştı. İsis, bebeğinin üzerine eğildi ve Tot'un kendisine Öğrettiği sihirli sözcükleri dikkatle söylemeye başladı. Sözcükleri söyledikçe Horus'un yüzüne yavaşça renk geldi ve kolları kımıldamaya başladı. îsis bitirdiğinde Horus annesine gülümsüyordu. Çocuk hayata dönmüştü. Büyüyüp gelişti ve annesinin kendisine öğrettiği tıp biliminde çok yetenekli, sağlıklı bir genç oldu.


Günlerden bir gün Set, ay ışığında çölde avlanırken, tesadüfen İsis'in sakladığı kutuya rastladı. Kutuyu hemen tanıdı ve açıverdi. Rakibinin cesedine bakar bakmaz, Set'in kalbi dindirilemez bir kin ve kızgınlıkla doldu. Çılgın bir öfkeyle Osiris'in vücudunu on dört parçaya ayırdı. Sonra Mısır krallığını dolaşarak Osiris'in parçalarını, canının çektiği gibi her yere dağıttı.

İsis, çok geçmeden, Set'in Osiris'e son saldırısını duydu. Set ile evlenmiş olmasına karşın, kız kardeşi Nefitis İsis'e her zaman sadıktı. Bu nedenle, îsis ve Horus'a, Osiris'i aramakta eşlik etti. Nil Nehri boyunca papirüsten yapılmış bir kayıkla seyahat ettiler ve Osiris'in gövdesinin çeşitli parçalarını bulana kadar dolaştılar. Nerede bir parça bulsalar İsis onu aldı. Onları bulduğu yere Osiris'in küçük birer heykelciğini gömdü ve üzerine birer mezar taşı koydu. Bu şekilde Set'i yanlış yola sevk etmeyi ve Osiris'i bulmak, iyileştirmek için gerekli olan zamanı kazanmayı umuyordu.


îsis, Osiris'in kafasını Abidos'la bulduğunda, gövdenin on dört parçasına da sahip olmuştu. Nefitis'in de yardımıyla he­ men işe koyuldu. Önce Osiris'in kafasını, bedenini, kollarını ve bacaklarını, kalbini, yaşamda olacak biçimde yeniden bir araya getirdiler. Sonra Tanrıça, değişik parçaları balmumuyla birleştirdi. Sonra büyük, keten bir kumaş parçası hazırladılar, tatlı kokulu merhemler sürdüler ve Osiris'in vücudunun çürümesini Önlemek için baharatlar serptiler. Son olarak Osiris'in vücudunu bu şekilde hazırlanan keten kumaşa sardılar ve gömdüler.


Osiris uygun bir şekilde gömüldükten sonra, Horus babasını yaşama döndürmek için üzerine düşeni yapmaya hazırlandı, îsis ve Nefıtis'i ölüler dünyasına götürdü ve orada Osiris'i buldular. Sonra iki tanrıça, Osiris'e yeni bir hayat verecek olan sihirli sözcükleri söylediler. Yavaş yavaş ölü tanrı yeniden hayata döndü; nefes almaya başladı, göz kapakları kıpırdadı ve diğer organlarını oynattı.


Sonra Horus ölümsüz gözünü çıkardı, babasının ağzına yerleştirdi ve ondan yutmasını istedi. Osiris hemen çok daha güçlü bir hale geldi; görme, konuşma ve yürüme yeteneklerini tekrar kazandı. Re'nin yardımıyla Horus Öteki Dünya'dan, yeryüzündeki tanrıların dünyasına kadar ulaşabilecek uzunlukta bir merdiven yaptı. Osiris, İsis'in önderliğinde, arkasında Nefitis, tanrılara katılabilmek için yavaşça tırmanmaya başladı. Tanrılar Osiris'i çok iyi karşıladılar, bir kez daha aralarına dönmesinden memnun oldular.

Osiris tanrıların arasına katıldığında, Re onu, tanrıların ve Öteki Dünya'nın kralı yaptı. O zaman Horus, babasının yerine Yukarı ve Aşağı Mısır'ın kralı oldu.

Artık Horus tanrılar arasındaki yerini almıştı ve Osiris, Set ile mücadele etmenin zamanının geldiğine karar verdi. Horus' un, babasının intikamını almak için hazır olup olmadığını sınadı.


"Bir erkeğin yapabileceği en onurlu iş nedir?" diye sordu oğluna.


Horus yanıt verdi, "annesine veya babasına zarar vermiş bir kişiden intikam almaktır."


"Bir savaşçı için en yaralı hayvan hangisidir?" diye sordu babası.


"Bir at" diye yanıt verdi Horus.


Babası şaşkınlıkla, "Neden bir aslan değil?" diye sordu. Horus yanıt verdi: "Bir aslan daha güçlüdür, fakat bir at daha hızlıdır. Bu yüzden at, kaçan düşmanı ele geçirmek için aslandan daha yararlı olabilir."


Osiris, oğlunun Set'e karşı savaşmak için yeterli derecede olgunlaşmış olduğunu gösteren yanıtlarını duymaktan mutlu olmuştu. Horus'a savaş silahlarının nasıl kullanılacağını Öğretti ve Set'ten intikam alabilmesi için onu cesaretlendirdi


Horus ve Set önce iki insan, sonra da iki ayı olarak birbirleriyle savaştılar. Savaş öylesine çetindi ki, üç gün üç gece sürdü. Osiris, İsis ve Tot savaşın gelişimini izlediler. En sonunda Horus galip gelip Set'i tutsak alınca kalplerini büyük bir coşku kapladı.


Ancak Horus Set'i yenince, İsis aniden onun İçin büyük bir acıma hissi duydu. Yenik düşmanına karşı duyduğu sevgi yüzünden İsis, babasının sihirli sözcüklerini kullandı ve "Silahlarını at Horus!" diye bağırdı.


Horus itiraz edecek gücü kendisinde bulamadı. Elinde olmadan silahları yere düşmüştü. Set artık özgürdü.

Horus'un kalbi aniden annesine karşı öfke ve nefretle doldu. "Bunu bana nasıl yaparsın anne?" diye bağırdı. "Bunu yapmasına nasıl izin verirsin büyükbaba? Zafer anında kaybetmemi görmek için mi bana kazanmayı öğrettin baba? Set uzun zamandır düşmanımızdı. O bir şeytandır ve hayal edilemeyecek kadar zalimdir."


Horus'un suçlamalarına kimse yanıt vermedi. Horus çaresiz Set’in kaçmasını seyretti. Sonra büyük bir kızgınlıkla, avını kovalayan bir panter gibi İsis'in peşinden çılgınca koştu. İsis'i yakaladığında, onunla tıpkı Set ile savaştığı kadar sert bir şekilde kavga etti. Horus sonunda isis'in kafasını kopardı.


Tot derhal kızının kafasını bir inek kafasına çevirmek için sihirli sözcüklerini kullandı ve onu İsis'in gövdesine tekrar iliştirdi. Horus, Set'in en azından o an için serbest kalması gerektiğini anladı. Onu nasıl olsa yenecekti, ama başka bir şekilde!


Set hâlâ Yukarı ve Aşağı Mısır'ın kralı olmaya kararlıydı. Horus'u İsis'in gayrimeşru çocuğu olmak ve bu nedenle krallığın yasal varisi olmamakla suçlayarak tahtı ele geçirmeyi denedi. Tanrılar, konuyu tartışmak için mecliste bir araya geldiklerinde Tot onları, Horus'un gerçekten Osiris ve İsis'in yasal çocukların olduğuna inandırdı, ilahi sözcüklerin efendisi, büyük bir terazi getirdi ve Set'in şehadetini bir kefeye, Osiris'in savunmasını da diğer kefeye koyarak tarttı. Denge Osiris'in tarafını gösterdiğinde, Osiris, îsis ve Horus'un gerçeği söyledikleri anlaşıldı ve Set'in bir yalancı olarak maskesi düştü. Osiris, sonuç olarak tıpkı Tot'un onunkini tarttığı gibi, büyük terazide ölülerin şehadetlerini tartacağı Yargılama Salonu'nun yargıcı oldu.


Ancak Set vazgeçmedi. Horus'a iki kez daha meydan okudu ve İki kez daha savaşta yenildi. Sonunda Horus'un, Osiris'in krallığını yönetme hakkını kabul etmek zorunda kaldı.

Meclisteki tanrılar, resmen Horus'u da babası gibi tüm yeryüzünün efendisi olarak kabul ettiler. Horus, bir kez daha düzeni ve adaleti kurdu ve onun hükümdarlığıyla zenginlik de geri döndü.


Ölmüş olan babasının tohumlarından doğduğundan, Horus ölüler ve yaşayanlar arasında bir aracı olarak seçilmişti. Kadınlar ve erkekler, hayattayken yaptıkları iyi işleri kaydetmesi için Horus'a dua ederler ve ölümden sonra tekrar hayata dönmek için Osiris'e yakarırlardı.


Horus babasının krallığını devraldıktan sonra İsis, Osiris ile Öteki Dünya'da kaldı ve her zaman onun yanında oldu.


Hoşnut ve mutluydu. Kocası hayattaydı ve sevgiye geri dönmüştü. Oğlu, babasının intikamını almıştı. Tanrılar Set'in suçlamaları karşısında onların sözlerinin doğruluğunu ilan etmişlerdi. Yukarı ve Aşağı Mısır Krallığı emin ellerdeydi ve her şey güzeldi.


Abbasi Halifeliği

 


İslami fetihler sırasında, yeni islam hanedanları ortaya çıktı. Emevi Hanedanlığı'nın başkenti Şam, islam  imparatorluğu'nun  merkezi olmuştu. 750 yılında Hz. Muhammed'in amcasının soyundan gelen Abbasiler, Emevi Hanedanlığı'nı devirdiler. 762  yılında  başkent Şam'dan Irak'taki Bağdat'a taşındı (Emeviler ispanya'ya – Endülüs'e - çekildiler ve hanedanlıklarını 756 yılında Kordoba'da yeniden kurdular). Abbasi Halifesi daha ziyade doğuya odaklanmıştı. Irak , Pers ülkesi, Hindistan ve Orta Asya'ya yöneldi. Daha sonra ise Akdeniz ve Kuzey Afrika'yı hedef aldı. Bağdat zengin bir ticaret imparatorluğunun, kültürel, sosyal ve ticari merkezi haline geldi.

750 ve 833 yılları arasında imparatorluğun gücünü ve prestijini arttırdılar. Özellikle 786 - 809 yılları arasında hüküm süren Halife Harun Reşit dönemi islam'ın altın çağı olarak görüldü. Onun ünü (Kimileri abartmış olduğunu savunur) büyük ölçüde edebi başyapıt Binbir Gece Masalları'n dan ileri geliyordu. Harun Reşit'in savurgan saray hayatı bu kitaba ilham vermişti. Oğlu Memun (813-833 yılları arasında hüküm sürmüştür) imparatorluğun içindeki isyanları bastırma ve Bizans'la savaş konusunda önemli başarılar elde etmiştir. Astronomi çalışmaları için gözlemevleri inşa etmiş , bilimsel ve felsefi Yunan eserlerini tercüme ettirmiştir (Bu durumun Batı'da klasik eserlerin öğrenilmesine büyük bir katkısı olacaktır).

Hindistan, Yunan, Pers ve çin bilgeliğinin de benimsenmesiyle birlikte gelişen bu düşünsel canlılık sanat, bilim, hukuk, tıp ve tarım alanlarında önemli ilerlemelere imkan vermiştir. Hint rakamları temel alınarak ortaya çıkan Arap rakamları günümüzde dünya genelinde yaygınlık kazanmıştır. Bir çin buluşu olan kağıt da dünyaya Araplar tarafından tanıtılmıştır. Trigonometrinin keşfi, optik, matematik ve astronomi alanındaki ilerlemeler   de  islam'ın  başarıları  arasında sayılmaktadır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Muharrem

 



Muharrem ayı Aleviler için oruç ve yas ayıdır. Kerbela şehitleri ve On iki imam için oruç tutularak, on ikinci gün aşure yenerek oruca son verilir. Oruç süresince su içilmez, çamaşır yıkanmaz, banyo yapılmaz, tıraş olunmaz, hayvan kesilmez, böcek öldürülmez, süslenilmez, aynaya bakılmaz, oyun oynanmaz, cem yapılmaz, vb. Zeynelabidin’in Kerbela’dan sağ kurtulması sevinciyle orucun peşinden törenlerle aşure yapılır ve yenilir. Bugün yıkanma, tıraş, çamaşır gibi kurallara eskisi gibi uyulmadığı gözlemlenmektedir.


Sünni yorumda Muharrem’in onuncu gününde oruç tutmak mekruhtur. Çünkü Muharrem’in onu Yahudilerin (Kızıldeniz’i geçişi andıkları) oruç günüdür. Bu gün kefaret günüdür; bir günaha karşı bir şey alınıp verilmesi sevaptır.


Şiiler Anadolu Alevilerinden farklı olarak on gün oruç tutarlar ve 10 Muharrem’de kanlı yas törenleri düzenlerler. Deste denilen matem ayini cemaatinde, önde siyah gömlekli çocuklar, sinezenler (göğüslerine vuranlar), zincirzenler (zincirle sırtlarını dövenler), beyaz gömlekli, kılıçla başlarına vuranlar, bunların arkasında ellerindeki sopalarla, kılıç ve öteki kesici aletlerle başlarına vuranların darbelerinin şiddetini azaltan deste yürür. Kılıç taşıyanlar saf değil kare biçiminde yürür, kare ortasında mersiyanlar vardır. Yanlarda meşaleciler yürür. Desteyi oluşturan grupların arasında süslü develer vardır, deve hörgücüne iki güvercin bağlıdır. Şii deste törenleri Abdülhamid zamanında han avluları dahilinde serbest bırakılmış, II. Meşrutiyet’te kanlı kısmı yasaklanmıştır. 1905 Iran Devrimi’nden sonra orada da yas törenleri daha sükûnetli bir hal almıştı. Humeyni devriminden sonra yas törenleri geleneksel biçimiyle canlanmış, Türkiye’de İstanbul ve Caferi mezhebinden cemaatlerin bulunduğu yerlerde de uygulanmaya başlanmıştır.


Kerbela Divan edebiyatının önemli konu başlıklarından olduğu gibi, bu ayda aşure yapıp dağıtma geleneği Sünniler arasında da vardır. Yıldız Sarayı’nda da aşure dağıtılır, kâseden gaz tenekelerine kadar kabını uzatana sabah ezanından öğleye kadar dağıtım devam ederdi.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

24 Şubat 2022 Perşembe

MADDEYE GİDEN İKİNCİ BASAMAK: MOLEKÜLLER

 





Maddeye giden ilk basamak olan atomlardan sonra ikinci basamak da moleküllerdir. Moleküller, bir maddenin kimyasal özelliklerini belirten en küçük birimleridir. Moleküller iki veya daha çok atomdan oluşur; bazıları da binlerce atom gruplarından oluşur. Bütün çeşitliliği ile madde, atomlardan meydana gelen moleküllerin çeşitli biçimlerde biraraya gelmeleriyle oluşmuştur.

Atomların molekülleri oluşturması veya moleküllerin ayrışarak atomlarına ayrılması, genel olarak "kimyasal reaksiyon" olarak adlandırılır. Kimyasal reaksiyonlar laboratuvarlarda yapıldığı gibi, doğada, vücudumuzda, bir yemek fırınında, çamaşır makinasında, atmosferde vs. heryerde ve her an gerçekleşmektedir. Acaba atomlar nasıl ve neye göre kimyasal reaksiyona girerler?

Atomları, molekül içinde elektromanyetik çekim kuvvetine dayalı kimyasal bağlar birarada tutar. Her atomun başka bir atomla özel bir birleşme kabiliyeti vardır. Bu birleşmeler, atomların dış yörüngelerindeki elektronlar aracılığıyla yapılır. Her yörüngenin alabileceği maksimum elektron sayısı sabittir. Her atom en dıştaki yörüngesini, alabileceği maksimum elektron sayısına tamamlama gayreti içindedir. Bunun için ya en dış yörüngesindeki elektronları maksimum sayıya tamamlamak için başka atomlardan elektron alır ya da en dış yörüngesinde az sayıda elektron varsa, bunları bir başka atoma vererek önceden tamamlanmış olan bir alt yörüngeyi en dış yörüngesi haline getirir. Atomların bu genel eğilimi, birbirleri arasında yaptıkları kimyasal reaksiyonların temel itici gücünü oluşturur. Birbirlerinin bu eğilimlerine karşılıklı birebir cevap verebilecek atomlar yanyana geldiklerinde gereken enerji de sağlandığı takdirde bahsettiğimiz alışverişi gerçekleştirirler. Bu alışveriş sonucunda aralarında kimyasal bir bağ kurulur. Atomların aralarında bu şekildeki bir kimyasal bağla oluşturdukları yapıya molekül adı veriyoruz.

Atomun içindeki dengelerin, parçacıkların birbirleriyle etkileşimlerinin ve atoma etki eden kuvvetlerin aralarındaki ilişkilerin bir tanesi bile tesadüfle açıklanamaz. Düşünün ki evrende var olan herşey atomlardan oluşmuştur. Bu atomlar öyle küçüktürler ki tek bir toplu iğne ucundaki atomların sayısı bile trilyonları aşmaktadır. O halde tüm evrendeki atomların sayısı telaffuz dahi edilemeyecek bir miktardadır. Bu kadar çok sayıdaki atomun herbirinin içinde, insan aklının sınırlarının çok ötesinde bir faaliyet vardır. Bu düzenli faaliyet ise, elbette ki tesadüfler neticesinde atomun içine girip yerleşmiş olamaz.



Kimyasal Bağlar


Az önce bahsedildiği gibi, atomlar son yörüngelerindeki elektron sayılarını maksimuma tamamlama amacındadırlar. Bu amaçlarını da, diğer atomlarla 3 çeşit bağ kurarak gerçekleştirirler. Bunlar iyonik bağ, kovalent bağ ve metalik bağdır. Bu bağların özellikleri nedir ve nasıl kurulurlar, kısaca ele alalım.

Atom, eğer dış yörüngesinde 4'ten az elektronu varsa bunları verme, 4'ten fazla elektronu varsa dışarıdan elektron alma eğilimindedir. Atomların bu şekilde birbirleriyle elektron alıp-vererek birleşmeleri "iyonik bağ" olarak isimlendirilir.

Eğer 2 tane atom, dış yörüngelerindeki elektronları ortak kullanırsa buna "kovalent bağ" denir. Kovalent bağın daha iyi anlaşılabilmesi için kolay bir örnek verelim: Hidrojen atomunda tek bir elektron vardır. Daha önce elektron yörüngelerinden bahsederken de belirttiğimiz gibi atomların ilk yörüngelerinde en fazla 2 elektron taşınabilir. Hidrojen atomu tek bir elektrona sahiptir ve elektron sayısını 2'ye çıkarıp kararlı bir atom olma eğilimindedir. Bu yüzden hidrojen atomu 2'nci bir hidrojen atomuyla kovalent bağ yapar. Yani, 2 hidrojen atomu da birbirlerinin tek elektronlarını 2. elektron olarak kullanır. Böylece H2 molekülü oluşur.

Eğer çok sayıda atom, birbirlerinin elektronlarını ortaklaşa kullanarak birleşiyorlarsa bu kez "metalik bağ" sözkonusudur.

Acaba tüm bu bağlarla, kaç farklı bileşik oluşabilmektedir?

Laboratuvarlarda, hergün yeni yeni bileşikler oluşturulmaktadır. Ancak şu an için yaklaşık 2 milyon bileşikten bahsetmek mümkündür.16 En basit kimyasal bileşik, hidrojen molekülü kadar ufak olabildiği gibi, milyonlarca atomdan oluşan bileşikler de vardır.

Bir element acaba en fazla kaç değişik bileşik oluşturabilir? Bu sorunun cevabı oldukça ilginçtir. Çünkü bir tarafta hiçbir elementle birleşmeyen bazı elementler (soygazlar) vardır. Diğer tarafta ise 1.700.000 bileşik oluşturabilen karbon atomu vardır. Toplam bileşik sayısının 2 milyon kadar olduğunu tekrar hatırlarsak, 109 elementin 108'i toplam 300.000 bileşik yapmaktadırlar. Ancak karbon olağanüstü bir şekilde tek başına tam 1.700.000 bileşik yapabilmektedir.



Canlı Hayatının Temel Taşı: Karbon Atomu


Karbon, canlı hayatı için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır. Bizlerin varlığı için bu kadar önemli olan karbon atomunun özelliklerini sayfalarca yazsak bitiremeyiz, nitekim kimya bilimi de henüz bu özelliklerin tümünü keşfedebilmiş değildir. Biz burada karbonun çok önemli birkaç özelliğinden bahsedeceğiz.

Karbonun rekor sayıda (1.7 milyon) bileşik yapabilmesinin sebebi nedir?

Karbonun en önemli özelliklerinden birisi, birbiri ardınca dizilerek çok kolay zincir oluşturabilme özelliğidir. En kısa karbon zinciri 2 karbon atomundan oluşur. En uzun zincirin kaç karbon atomundan oluştuğu konusunda kesin bir rakam verilemez, ancak yaklaşık olarak 70 halkalı bir zincirden bahsedilebilir.17 Karbon atomundan sonra en uzun zincir oluşturabilen atomun, 6 halka ile silisyum atomu olduğunu düşünürsek, karbon atomundaki olağanüstü durum daha iyi farkedilebilir.

Karbonun bu kadar çok halkalı zincir yapabilmesinin sebebi, zincirlerinin sadece düz çizgi şeklinde olmamasıdır. Zincirler dallar halinde de olabilirler, çokgenler de oluşturabilirler.

Bu noktada, zincirin şeklinin önemi çok büyüktür. İki karbon bileşiğinde, eğer karbon atomu sayısı aynı olup da bileşiklerin zincir biçimleri farklıysa, ortaya 2 farklı madde çıkmaktadır. Karbon atomunun, yukarıda saydığımız özellikleri ile, canlı hayatı için çok büyük önemi olan moleküller yaratılmaktadır.



Yanyana Gelen Her Atom Hemen Reaksiyona Girseydi Ne Olurdu?


Az önce tüm evrenin 109 elementin atomlarının birbirleriyle reaksiyona girmeleri sonucu oluştuğunu söylemiştik. Burada, üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta vardır; o da, tepkimenin oluşabilmesi için çok önemli bir koşulun gerçekleşmesi gerektiğidir.

Örneğin, oksijenle hidrojen her biraraya geldiğinde su oluşmaz. Ya da demir havayla temas eder etmez hemen paslanmaz. Eğer öyle olsaydı, katı ve parlak bir metal olan demir, birkaç dakika içinde yumuşak bir toz olan demir okside dönüşürdü. Durum böyle olmasaydı yeryüzünde metal diye bir madde kalmazdı. Çok tuhaf bir dünyada yaşardık. Yanyana gelen 2 maddenin atomları hemen tepkimeye girerdi. Böyle bir durumda ise, koltuğa bile oturmanız mümkün olamazdı. Çünkü koltuğu oluşturan atomlarla vücudunuzu oluşturan atomlar hemen tepkimeye girer ve koltuk-insan arası bir varlık (!) olurdunuz. Şüphesiz ki, böyle bir dünyada canlı hayatın varlığı sözkonusu bile olamazdı. Acaba, böyle bir sonucun yaşanmasını ne engellemektedir?

Bir örnekle açıklamak gerekirse, hidrojen ve oksijen molekülleri oda sıcaklığında çok yavaş tepkimeye girerler, yani "su" oda sıcaklığında çok yavaş oluşur. Ancak, ortamdaki sıcaklık arttığında moleküllerin enerjileri de artar ve tepkime hızlanır, yani su daha hızlı oluşur.

Bilimadamları bu durumu açıklayabilmek için, "Aktifleşme Enerjisi" diye adlandırdıkları bir kavram ortaya atmışlardır. Bu kavram, moleküllerin tepkimeye girebilmeleri için gerekli enerji sınırını ifade etmektedir. Su örneğinde görüldüğü gibi, hidrojen ve oksijen moleküllerinin tepkimeye girip suyu oluşturabilmeleri için, enerjilerinin aktifleşme enerjisinden yüksek olması gerekmektedir.

Düşünün ki, yeryüzündeki sıcaklık biraz daha yüksek olsaydı atomlar çok çabuk tepkimeye girerdi ve doğadaki denge de bozulurdu. Ancak tersi olsaydı, yeryüzündeki sıcaklık daha düşük olsaydı, bu durumda da atomlar tepkimeye girmekte çok ağır kalacaklar ve doğadaki dengeler yine bozulacaktı. Bundan da anlaşıldığı gibi Dünya'nın güneş sistemindeki konumu, tam olarak canlı hayatına uygun olacak bir noktadadır. Elbette ki canlılık için gereken hassas dengeler bununla kısıtlı değildir. Dünyanın eksenindeki eğim, kütlesi, yüzey genişliği, atmosferindeki gazların oranı, uydusu ay ile arasındaki mesafe ve daha sayabileceğimiz birçok faktör, sadece ve sadece şu andaki değerleriyle mevcut olduklarında canlıların hayatta kalması mümkün olmaktadır. Bundan da anlaşılan, tüm bu faktörlerin hepsinin birbiri ardınca tesadüflerle olmayacağı, hepsinin de canlıların tüm özelliklerini bilen üstün bir kudret tarafından bilinçli bir şekilde varedildikleridir.

Kuşkusuz bilimin bu noktada verdiği cevap, karşı karşıya bulunduğu fizik kurallarına bir isim takmaktan ibarettir. En başta da belirttiğimiz gibi bu tür olaylarda ne, nasıl, ne şekilde gibi soruların pek bir anlamı yoktur. Bu sorularla ulaşabildiğimiz ancak, zaten var olan bir kuralın detaylarıdır. Bu kuralın niçin ve kim tarafından varedildiği bilim açısından yine bir muammadır.

İşte bilimin cevap veremediği bu noktada, aklı ve vicdanıyla bakan bir göz için durum son derece açıktır: Hiçbir şekilde tesadüflerle açıklanamayacak olan evrendeki kusursuz dengeler, üstün bir aklın ve iradenin dilemesi sonucu gerçekleşmiştir.



MUCİZE BİR MOLEKÜL: SU


Dünyamızın üçte ikisi su ile kaplıdır ve yeryüzünde yaşayan bütün canlıların %50-%95'i sudan oluşmaktadır. Kaynama noktasına yakın sıcaklıktaki kaynaklarda yaşayan bakterilerden tutun da, erimekte olan buzulların üzerindeki bazı özel yosunlara kadar, suyun olduğu heryerde ve her sıcaklıkta hayat vardır. Yağmurdan sonra yapraklar üzerinde kalan bir su damlacığında bile binlerce mikroskopik canlı doğar, çoğalır ve ölür.

Yeryüzünde hiç su olmasa yeryüzü nasıl görünürdü? Şüphesiz her yer çölden ibaret olurdu, denizlerin yerlerinde dipsiz ve ürkütücü çukurlar yeralırdı. Gökyüzü de bulutsuz ve çok garip renkte görülürdü.

Yeryüzündeki hayatın temeli olan suyun oluşabilmesi ise aslında son derece zordur. Öncelikle suyun bileşenleri olan hidrojen ve oksijen moleküllerini bir cam kabın içinde düşleyelim. O kabın içinde çok uzun bir süre bırakalım. Bu gazlar kabın içinde yüzlerce yıl bile hiç su oluşturmayabilirler. Oluştursalar da çok yavaş olarak, mesela binlerce yıl sonra kabın dibinde çok az su farkedilebilir.

Böyle bir durumda suyun bu derece yavaş oluşmasının sebebi sıcaklıktır. Oda sıcaklığında oksijenle hidrojen çok yavaş tepkimeye girerler .

Oksijen ve hidrojen, serbest halde iken H2 ve O2 molekülleri halinde bulunurlar. Bu moleküllerin su molekülünü oluşturmak için birleşmeleri için çarpışmaları gerekir. Bu çarpışma sonucunda, hidrojen ile oksijen molekülünü oluşturan bağlar zayıflar ve oksijen ile hidrojen atomlarının birleşmesine engel kalmaz. Sıcaklık, bu moleküllerin enerjisini, dolayısıyla hızlarını arttırdığı için çarpışmaların sayısını da büyük ölçüde arttırır. Böylece, tepkimenin hızlı ilerlemesini sağlar. Ancak, şu anda yeryüzünde suyun oluşmasını sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Suyun oluşması için gerekli olan ısı, dünya oluşurken sağlanmış ve dünyanın dörtte üçlük kısmını oluşturan su o zaman oluşmuştur. Artık bu su kaynakları buharlaşarak atmosfere yükselmekte, orada da soğuyarak yağmur şeklinde yeniden yeryüzüne dönmektedir. Yani mevcut miktara yeni bir ilave olmaz, sadece bir çevrim yaşanır.

Su, kimyasal olarak pekçok olağanüstü özelliğe sahiptir. Herbir su molekülü hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesiyle oluşmuştur. Biri yakıcı, diğeri de yanıcı olan iki gazın birleşerek bir sıvıyı, hem de suyu oluşturuyor olmaları oldukça ilginçtir.

Kimyasal olarak suyun nasıl oluştuğuna gelince; suyun elektrik yükü sıfır yani nötrdür. Ancak oksijen ve hidrojen atomlarının büyüklüklerinden dolayı su molekülünün oksijen tarafı hafifçe eksi, hidrojen tarafı da hafifçe artı yüklüdür. Birden fazla su molekülü biraraya geldiğinde artı ve eksi yükler birbirini çekerek "hidrojen bağı" denilen çok özel bir bağı oluşturur. Hidrojen bağı çok zayıf bir bağdır ve ömrü aklımızın kavrayamayacağı kadar kısadır. Bir hidrojen bağının ömrü, yaklaşık olarak bir saniyenin yüzmilyarda biri kadardır. Ama bağlardan biri kırıldığında hemen bir diğer bağ oluşur. Böylece su molekülleri birbirlerine yapışırlar ve diğer taraftan zayıf bir bağla birbirlerine bağlandıklarından akışkan olurlar.

Hidrojen bağlarının suya kattığı bir başka özellik de, suyun sıcaklık değişimlerine direnç göstermesidir. Havanın sıcaklığı aniden artsa bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş artar, aynı şekilde havanın sıcaklığı aniden düşse bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş düşer. Suyun sıcaklığının önemli oranda oynayabilmesi için çok büyük miktarlarda ısı enerjisine ihtiyaç vardır. Suyun ısı enerjisinin bu derece yüksek olmasının canlı hayatına sağladığı çok büyük faydalar vardır. Çok basit bir örnek verecek olursak, vücudumuzda çok büyük oranda su vardır. Su eğer havadaki ani sıcaklık iniş ve çıkışlarına aynı oranda uysaydı aniden ateşimiz çıkardı veya aniden donardık.

Aynı şekilde, suyun buharlaşmak için de çok büyük bir ısı enerjisine ihtiyacı vardır. Su buharlaşırken, çok ısı enerjisi kullandığı için suyun sıcaklığında eksilme olur. Yine insan vücudundan bir örnek verecek olursak; vücudumuzun normal sıcaklığı 36 oC'dir ve dayanabileceğimiz en yüksek sıcaklık 42 oC'dir. Aradaki bu 6 oC'lik aralık çok küçük bir aralıktır ve birkaç saat güneş altında çalışmak vücut sıcaklığını bu kadar arttırabilir. Ancak vücudumuz terleyerek, yani içindeki suyu buharlaştırarak çok büyük miktarda ısı enerjisi harcar ve vücut sıcaklığı düşer. Vücudumuz otomatik olarak çalışan böyle bir mekanizmya sahip olmasaydı, birkaç saat güneş altında çalışmak bile bizler için öldürücü olurdu.

Hidrojen bağlarının suya kazandırdığı bir başka olağanüstü özellik, suyun sıvı iken katı haline oranla daha yoğun olmasıdır. Halbuki, yeryüzündeki maddelerin çoğu katı iken sıvı haline oranla daha yoğundur. Ancak, su diğer maddelerin tersine donarken genleşir. Bunun sebebi hidrojen bağlarının su moleküllerinin birbirlerine sıkı şekilde bağlanmasını engellemesi ve arada birçok boşluğun kalmasıdır. Su sıvı iken hidrojen bağları kırıldığından oksijen atomları birbirine yaklaşır ve daha yoğun bir yapı elde edilir.

Bu durum aynı şekilde buzun sudan daha hafif olmasını da beraberinde getirir. Normalde herhangi bir metali eritip içine aynı metalden birkaç katı parça atsanız, bu parçalar hemen dibe çöker. Ancak suda durum farklıdır. Onbinlerce ton ağırlığındaki buz dağları suyun üzerinde mantar gibi yüzmektedirler. Peki suyun bu özelliğinin ne gibi bir faydası olabilir?

Bu soruyu bir ırmak örneği ile cevaplayalım: Havalar çok soğuduğunda ırmaktaki suyun tamamı değil, sadece üzeri donar. Su, +4 oC'de en ağır halindedir ve bu dereceye ulaşan su hemen dibe çöker. Suyun üzerinde 'katman halinde buz' oluşur. Bu katmanın altında su akmaya devam eder ve +4 oC canlıların yaşayabileceği bir sıcaklık olduğu için sudaki canlılar bu sayede hayatlarını sürdürürler.

Buraya kadar bahsettiğimiz, Allah'ın suya vermiş olduğu muhteşem özellikler; yeryüzünde canlı hayatının varolabilmesini mümkün kılan özelliklerdir. Aşağıdaki ayette de görebileceğiniz gibi, üstün bir yaratılış örneği olan su, Allah tarafından, insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak gökten indirilmiştir. Kuran'da Allah'ın insanlara sunduğu bu büyük nimetin önemi şöyle bildirilmiştir:


Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl, 10-11)


Suyun Kimya Kurallarını Altüst Eden Özelliği

Hepimizin de bildiği gibi su 100 oC sıcaklıkta kaynar ve 0 oC sıcaklıkta donar. Ancak, normal şartlarda suyun 100 oC değil, -80 oC kaynaması gerekirdi. Neden mi?

Periyodik tabloda aynı gruptaki elementlerin özellikleri, hafif elementten ağır elemente doğru düzenli değişiklikler gösterir. Bu düzenlilik, özellikle hidrojen bileşiklerinde hakimdir. Periyodik tabloda oksijenin bulunduğu grupta bulunan elementlerin bileşikleri hidrid diye adlandırılır. Su, aslında oksijen hidrid'dir. Bu gruptaki diğer elementlerin hidridleri su molekülü ile aynı molekül yapısına sahiptirler.

Bu bileşiklerin kaynama noktaları kükürtten başlayıp daha ağır olanlara doğru düzenli bir şekilde değişir; ancak umulmadık bir şekilde suyun kaynama noktası bu dizinin dışına çıkar. Su (oksijen hidrid) olması gerekenden 180 oC daha yüksekte kaynar. Bir diğer şaşırtıcı durum da suyun donma noktası ile ilgilidir: Yine periyodik sistemdeki düzene göre, suyun -100 oC sıcaklıkta katılaşması gerekir. Ancak su bu kuralı bozar ve olması gerekenden 100 oC yukarıda, yani 0 oC de buz haline gelir.

Eğer su, periyodik sistemdeki düzene göre hareket etseydi, yeryüzünde sadece buhar olarak bulunurdu. Bu noktada; niçin hidritlerden başka biri değil de, sadece suyun (oksijen hidrit) periyodik sistem kurallarına uymadığı sorusu akla gelmektedir.

Gerek fizik kuralları, gerek kimya kuralları ya da kural olarak nitelendirdiğimiz ne varsa; insanların, evrendeki olağanüstü dengenin ve yaratılışın sebebini açıklama gayretinden başka şeyler değildirler. Bu kurallar, her ne kadar süslü isimlerle anılsalar da, bu isimler bu kuralların gerçekten işlediğini ispatlamaz. Nitekim, az önce ele aldığımız gibi, "su" evrende canlı yaşamın var olabilmesine en uygun şekilde ve kimya kurallarını alt-üst edecek şekilde yaratılmıştır. Aşağıdaki ayette de bildirildiği gibi; Allah, gökte ve yerde ne varsa, herşeye bizler için boyun eğdirmiştir. "Su" da bu boyun eğdirişe çok güzel bir örnektir.


Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Casiye, 13)


Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak