6 Şubat 2022 Pazar

Oğuz Kara Han neslisin

 



Osmanlı Cihan Devleti'nin en büyük özelliklerinden birisini, hiç şüphesiz coğrafyasında barındırdığı milletlerin çeşitliliğinde ve bu kadar milletten insanı ortak değerler etrafında barış ve huzur içerisinde asırlarca yaşatmış olmasında aramak gerekir. Osman Gazi tarafından teşkilatlandırıldığı için Osmanlı adıyla anılan bu devletin ana çizgisi Türklük üzerine bina olunmuştur. Müteakip asırlarda çeşitli ırklardan devlet adamlarının, hatta Türklerden ziyade başka milletlerden devletluların görev aldığı teşkilat yapısında saltanat tahtını daima Türk soylu Osmanlı hanedanından birisinin doldurmuş olması, bu ana çizgiyi devletin temel ilkesi olarak daima yaşatmıştır.


Pek çok eski kitapta Osmanlı hanedanının Kayı Boyu'ndan neş'et ettiği yazılıdır. Bu bilgiyi, ilk defa kayda geçiren kişi, "Camiü't-Tevarih" adlı eserin müellifi olan ünlü İlhanlı veziri Reşidüddin Tabib'dir (1248-1315). Kaşgarlı Mahmud'un Divanu Lugati't-Türk'ünde verilen, Oğuzların 24 boyuna (1) ait damgalar da bu bilgiyi destekler mahiyettedir. Osmanlıların Oğuz'un Kayı Boyu'ndan geldiğine dair bilgiler Sultan II. Murad (saltanatı: 1421-1451) zamanında "Tevarih -i Al-i Selçuk" adlı eseri telif eden Yazıcoğlu Ali tarafından tekrarlanır. Bu eserde Oğuz an'anelerinin pek çoğu da kayda geçirilmiştir. Yine bu döneme ait Osmanlı paralarında ilk ve son defa Kayı Boyu'nun damgaları vurulmuş olup bilahare bu damga silahlarda da görülecektir.




Bu damga şu şekildedir: (I.Y.I.) (Bu damga daha sonra Bosnalı Sinan'ın Hünername'sinde de yer alır. Oğuzların Kınık Boyu'ndan gelen Selçukluların damgası da ok-yay şeklinde gösterilir.)

 

Ahmedi'nin (1334-1413) İskendername'sinde, Mehmed Neşri'nin (ö. 1490) Cihannüma'sında (Neşri Tarihi) ve Mahmud oğlu Hasan'ın Cam-ı Cem-ayin adlı eserinde de aynı bilgiler tekrarlanmıştır.


Osmanlıların Kayı Boyu'ndan geldiğini yazan diğer bir kaynak da Cengiz'in torunlarından olup Hive'de hükümdarlık yapmış olan Ebülgazi Bahadır Han'dır (1603-1663). Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk adlı eserlerin sahibi olan Bahadır Han, Oğuzlara ait kıymetli bilgiler vermek bakımından da önemlidir.



(1) Oğuz Han'ın altı oğlu vardır. Bunlar Gün Han, Ay Han, Yıldız Han ile Gök Han, Dağ Han, Deniz Han olarak bilinirler. Bunların her birinin dörder oğlu olmuş ve Oğuz Han'ın yirmi dört boyu böylece sürüp gitmiştir. Bazı kaynaklarda Kayı Han bu torunlardan biri olarak gösterilirse de aslında Kayı, Oğuz'un (Mete, Moton, Muton) dedesidir. Oğuz'un oğlu, Gök-alp'tir. Nitekim Aşıkpaşazade, yazdığı tarihinde "Devrimde olanları yazdım; Oğuz'dan olan Gök-alp'e kadar gittim." der. Hatta Osman Gazi'yi "Eğer o, 'Ben Selçuk hanedanındanım!' derse ben de Gök-alp oğluyum." diye konuşturur.




Ebülgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türk'ündeki bir efsaneye göre Alan Koa (Alanguva) adlı bir melikenin çadırına gökten yeşil gözlü bir ilah iner. Alan Koa bundan gebe kalır ve Kayı sülalesi, semavi bir boy olarak bunun iki oğlundan ürer.

 

Nuh Aleyhisselam'a dayanan soy


Dünyanın en muhteşem devletlerinden birini kurmuş olan Osmanlıların Kayı Boyu'ndan olmaları kadar, Kayı'dan önceki hayatları da tarihçilerin ilgi alanına girmiştir. Osman Gazi'yi Nuh Aleyhisselam'a bağlayan soy kütüklerinin (şecere) bazıları şöyle sıralanır: 

Şükrullah'ın Behcetü't-Tevarih'inden:


1. Nuh (as)


2. Yafes


3. Kavı/Kavı Han


4. Kara Han


5. Oğuz




1. Nuh (as)


2. Yafes


14. Kayı Han


15. Kara Han


16. Oğuz


17. Gün Han


18. Kayı Han


63. Osman Gazi


Aşıkpaşazade'nin Tarih'inden: (I. şecere)


1. Nuh (as)


2. Yafes


23. Kara Han (26. sırada tekrarlanır)


27. Oğuz


28 Gök-alp


42. Osman Gazi (II. şecere)


1. İshak (as)


2. Kayı/Kay/İys


3. Kara Han / Kar Han


4. Oğuz / Uguz


5. Gök-alp

 

42. Osman Gazi (III. şecere)


1. Nuh (as)


2. Yafes


4. Kabı Han


5. Kara Han (40 ve 43. sırada tekrarlanır)


6. Oğuz (44. sırada tekrarlanır)


7. Gök-alp (45. sırada tekrarlanır)


55. Osman Gazi


Hükümdarın fetvası


Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi devlet hazinesini sıkıntıya sokmuş, zenginlerden borç alınmaya başlanmıştı. Bu arada gayrimüslim bir zengine de birkaç bin altın borçlanılmıştı. Çok geçmeden alacaklı ölmüş ve geride iki çocuk ile büyük bir servet bırakmıştı. Devrin defterdarı (maliye bakanı) padişaha sunduğu bir arizada, bu kadar servetin iki çocuğa fazla olduğunu, borcu ödememeyi, hatta mallarının bir kısmının müsadere edilmesini teklif eder. Oğuz neslinin en asil hükümdarlarından olan Yavuz arizayı okuyunca hiddetlenir ve altına şu satırları yazıp iade eder:


"Müteveffaya rahmet, maline bereket, evladına afiyet, gammaza lanet!"



Ayine-i İskender


İskender Pala


Takvim

 Hayvancı toplumlarda yıl, yaylak ve kışlak zamanı olarak ikiye bölünüyordu. Kış mevsimi girmeden sürüye koçlar katılıyor, bu zamana ‘koç katımı’ veya ‘biçim ayı’, Arapçada da Kasım yani bölen, aralayan ay deniliyordu. Osmanlı takviminde de yıl Ruz-ı hızır (eski takvimle 23 Nisan, Miladi 6 Mayıs) ve Ruz-ı kasım (Ekimin 26’sı yani Kasımın 9’u) olarak ikiye bölünürdü. Sonra mevsimlerden başka, astronomik gerçekliğe dayanmayan zaman bölümlemeleri de geliştirildi. İnsanlık Güneş ve Ay’ın hareketlerini doğru olarak hesaplayacak biçimde astronomi bilimini çok erkenden geliştirmişti ama astronomik gerçeklikle zaman ölçümünde kullanılan Ay’ı, Güneş’i esas alan veya karma sistemli takvimler arasında her zaman uyumsuzluk oldu.

Tarihçiler ‘tarih’i yazının bulunuşuyla başlatırken, Romalılar Roma’nın kuruluşu (IO 753), Yunanlılar Olimpiyat oyunlarının başlangıcı (IÖ 776), Yahudiler Yaratılışın başlangıcı (İS 9. yüzyılda oluşturulan takvime göre IO 3761), Hıristiyanlar Isa’nın doğumu, Müslümanlar Hz. Muhammed’in hicreti (IS 622), Fransız Devrimcileri, 1805’te Napoleon ilga edene kadar, 1793 yılının 22 Eylül’ünde başlayan devrim takvimiyle başlatır. İsa’nın doğumunun yani Miladın tarihin başı kabul edilmesi 1285 yılında önerilmiş, Roma Kilisesi’nin araştırmaları sonucu doğumun Roma takvimimin 754- yılına denk geldiği hesaplanmış ve yanlış yapılmıştır. Hicretin tarihin başı olması ise, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıç gününün tam olarak saptanamaması nedeniyle kabul edilmiştir. Hicretin on yedinci yılında Halife Ömer zamanında Hicri takvim kullanımı başlamıştır.

Osmanlılar 1790 yılına kadar kameri (Ay takvimi – Hicri) takvim kullanmış, bu yıl mali işlerde şemsi (Güneş takvimi – Rumi) takvimi geçerli kabul ederek yılbaşını Mart olarak kabul etmişlerdir. Hicri takvimde bir yıl 355 günken Rumi takvimde bir yılın 365 gün olması devlet mâliyesi açısından kârlı bulunmuştur. 1840’dan itibaren Rumi takvim mâliyenin tek takvimi haline getirilmiştir. 1917’de yapılan düzenlemeyle Rumi tak¬vimle Gregoryen takvim arasındaki gün uyumsuzluğu ortadan kaldırılmıştır.

Cumhuriyet döneminde 1925 yılında çıkarılan kanunla Miladi takvim benimsenmiş, mali yılbaşı 1983’e kadar 1 Mart olarak kalmıştır. Miladi takvimi kabul eden bütün kültürlerde olduğu gibi, geleneksel, dinsel bayram ve günlerle resmi takvim arasında uyumsuzluk vardır. Örneğin Ay takvimine göre başlayan Ramazan’ın başlangıcını saptamak Müslüman dünyasında sorun oluşturmaktadır. Yasalar, ekonomi ve toplumsal ilişkiler yerel ağızlar gibi yerel takvimleri de yok etmektedir.

Bugün insanlığın çok önemli bir bölümünün yaşamını belirleyen mesai-tatil ritminde arkaik kalıntılar gibi duran bayramlarla kutsal ve özel günler, gerçekten de insanlığın zaman algısını belirleyen tarih öncesi üretim ve din-siyaset örgütlenmelerine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Sanayi öncesi toplumlarda mevsim değişimleri üretim dönemlerini belirlediği için bu dönüşümler törenlerle karşılanmış, örneğin ilkbaharın gelmesi tohumların yeşermesi, sonbahar döllenme mevsimi anlamına geldiğinden, bereketin garanti edilebilmesi amacıyla tanrılara, totemlere özel kurbanlar verilmesi gerektiğine inanılmıştır. Baharın gelişi, zamanın sona ermesi tehlikesi yani kıyamet korkusunun bir yıl daha atlatılması anlamına geldiğinden, Mezopotamya uygarlığında dinsel-siyasal erkin teslim edildiği krala ihtiyaç kalmadığının da göstergesi olarak kabul edilmiş ve bahar bayramları kral kurbanıyla kutlanmıştır. Özellikle Babil örneğinin iyi bilindiği ilkbahar kutlamalarında bütün şehir halkının katıldığı ‘serbest aşk’ günleri ile kurulu düzen alt üst edilerek yeni bir yıla hazırlanılmıştır. Kral-katli/kurbanı, eski Türklerde kağan seçilen kişinin boğazının iple sıkılıp hükümdarlık müddetinin ne kadar olacağının sorulması ve can havliyle söylediği süre içinde ölmemişse öldürülmesi geleneğinin örneklediği gibi oldukça geniş bir coğrafyada görülür. Avrupa’da devam eden karnaval, faşing geleneği, yeme-içme, cinsellik ve şiddet içeren yönleriyle, kökleri pagan çağlara giden, toplumsal düzenin alt üst edildiği olağan dışı bir ‘zamanın kalıntılarıdır.

Folklorcuların Anadolu’da ‘seyirlik köy oyunları’ başlığı altında incelediği toplu eğlencelerin kökenlerinin pagan dönemden kalma eski çağların ortak kültür izlerini taşıdığı görülmektedir. Ölüm ve dirilme, kız kaçırma, Nevruz öğelerini barındıran değişkeleriyle Trakya ve Balkanlara yayılmış Cemal-Deve oyunu, Sinsin, Koskosa ritüelleri, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’dan başlayarak Balkanlara kadar uzanan mantıvar, mar-tufal, Rize’de vartavar, Trabzon’da dernek olarak bilinen yayla şenlikleri aynı kapsam içine alınabilir. Kaşgarlı Mahmud Divanü Lügat-it-Türk’de (1072) bayram sözcüğünü açıklarken, “halk arasında gülme ve sevinme; bir yer ışıklarla ve çiçeklerle bezendiği zaman ‘bayram yer’ denir ki ‘gönül açan yer’ demektir. Bu kelimenin aslının ne olduğunu bilmiyorum, çünkü bu kelimeyi Farslardan dahi işittim. Bununla beraber Oğuzlar bayram gününe ‘beyrem’ derler. Bu sevinç ve eğlence günüdür,” açıklamasını yapar. Çağatayca paykamak, Sagay ve Koybalca paymak sözcüklerinin varlığı bu konuda araştırmaların derinleştilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Çağdaş dünyada milli bayramlar ortaya çıkarken kutsal günler tatile dönüşmüştür.

Mümin Yahudiler Cumartesi günü hiçbir iş yapmama emrini yerine getirmeye çalışırken, ortaçağ lonca düzeninde Avrupa yılın üçte birini kutlamalarla geçirmiştir. İstanbul da üç dinin bayramlarıyla renkli bir tatiller dünyası iken, 1890’lardan itibaren çalışma yaşamı çağdaşlaşmış, Cumhuriyet döneminde resmi tatil ve bayram günleri yasayla düzenlenmiştir. 12 Eylül darbesinden sonra 27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı ile Bahar Bayramı kaldırılmıştır.

“Türk ne bilir bayramı, hört hört içer ayranı” ve “deliye her gün bayram” sözleriyle, şehir yaşamında topluca kutlama günleri konusunda bir sorunumuz olduğu ortaya çıkmaktaysa da, 1980’lerdcn sonra her kaza için tespit edilen düşman işgalinden kurtuluş günlerinin ve Diyarbakır karpuzu, Susurluk yoğurdu, Devrek bastonu, Üsküdar kâtibi gibi ‘geleneksel’ ürün festivallerinin ikamesiyle bu sorun giderilmeye çalışılmaktadır.

Geleneksel çiftçi takviminde günler fırtınalar, tohum atma zamanı, suların çekilmesi, kuşların göçü gibi iklim-meteoroloji olaylarıyla anılırken, ‘sanayi’ toplumunda 8 Mart Kadınlar Günü, Yerli Malı veya Verem Savaş Haftası, 10 Kasım anma günü, Adli Tatilin sona ermesi gibi çeşitli günlerin ‘mana ve ehemmiyeti’ toplumun çeşitli kesimleri ve meslek gruplan tarafından önemsenmekte, bunların dar bir çevreyle ilgili kalmasından veya bürokratik zorunluluklardan çıkabilmesi için ‘siyasal’ gündeme oturabilmesi gerekmektedir. Yaşları kırkı geçenler ‘milli’ bayramların, esnafın süslü arabalarla geçmesi, köylerinden gelenlerin meydanlarda oyun kurması ve gece fener alaylarıyla coşku içinde kutlandığını anımsayacaklardır. Son üç-beş yıldır Avrupa’ya sesini duyurma coşkusuyla futbol galibiyetlerinin sokaklarda topluca kutlanması ve devletin bunu 80’lerde ilk başladığı zaman olduğu gibi eylemimsi olay sanma yanlışından kurtulmasıyla, klasik sınıflamaya girmese ve takvimle ilgisi kurulamasa da yeni bir kutlama biçimi doğmuştur. Yılbaşı kutlamalarının meydanlara inmeye başlamasında bu biçimin kalıcı yönü görülebilir.

İstanbul’da Ortodoksların suya haç atmaları, İstanbul ve İzmir’de kutlanan zenci bayramları, Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nın 60’lara kadar deniz şehirlerinde bayrama dönüşmesini hatırlatmakla yetinerek, takvimin halen önemli veya yeni önem kazanan günlerinin tarihine geçebiliriz.

Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.

YARADILIŞ DESTANI

 Her şeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Sadece Tanrı Kayra Han (Kuday)vardı, ancak yalnızdı ve canı sıkılıyordu, sudan gelen bir ses ona “yarat” dedi.O da kendi gibi birini yarattı ve ona kişi dedi. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı Kayra Han bir şey düşünmüyordu. O sırada Kişi, yeli bulup suyu dalgalandırdı. Kayra Han’ın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı’dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. Bana yardım et ! diye bağırıp Kayra Han’dan yardım istedi.

Tanrı Kayra Han izin verdi, Kişi su yüzüne boğulmadan çıktı. Sonra Tanrı, ‘Sağlam bir taş olsun ! dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Kayra Han ile Kişi, bu taşın üzerine oturdular. Kayra Han, Kişi’ye Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı’nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kayra Han’a götürdü. Kayra Han, Kişi’nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken Yer olsun ! diye buyurdu.

Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Kayra Han, yine Kişi’ye Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Kayra Han’dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Kayra Han’dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Kayra Han’a uzattı. Kayra Han, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. Kayra Han’ın suya serptiği toprak gibi, Kişi’nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı Kayra Han’ın varlığını hissediyordu. O’ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı’ya yalvarmağa başladı: Tanrı ! Gerçek Tanrı ! Bana yardım et. Kayra Han, Kişi’ye Ağzındaki toprağı ne için sakladın dedi. Kişi, Kendime yer yaratmak için saklamıştım diye yanıt verdi. Kayra Han da, Öyleyse at ağzından ve kurtul dedi. Kişi’nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Kayra Han, Artık sen günahlı oldun dedi, Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun.

Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Kayra Han, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun ! dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Kayra Han, Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz millet olsun ! dedi. Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Kayra Han’a gürültünün nedenini sordu. Kayra Han, Ben bir hakanım, sen de kendince bir hakansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim insanlarımdır ! dedi. Erlik, Kayra Han’dan bu insanları kendisine vermesini istedi. Kayra Han, Olmaz ! diye karşıladı; Sen git kendi işine bak !

Erlik’in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Kayra Han bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: Tanrı bize o yandaki yemişlerden yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı’nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor.Bu yanıt, Erlik’i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Doğanay (Törüngey) denilen erkeğe yaklaştı. Ona Kayra Han size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay’ın karısı Ece (Eje), yanlarına geldi. Erlik, Doğanay ile Ece’ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Doğanay, Kayra Han’ın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Ece dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Doğanay ile Ece’nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.

Kayra Han oraya geldi. İnsanlar, kaçışıp bir köşeye gizlenmişlerdi. Kayra Han, Doğanay ! Ece ! Doğanay ! Ece ! diye haykırdı, Neredesiniz ?. Doğanay ile Ece Ağaçların arkasındayız dediler, Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kayra Han, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. Şimdi sen de Erlik’ten bir parça oldun diyerek yılana verdi ilk cezayı. İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler ! dedi. Ece’ye döndü, Sen, Erlik’in sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın. Doğanay’a da şöyle diyerek cezasını verdi: Erlik’in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik’in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, Karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös (Şeytan, Erlik) bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek. Kayra Han, Erlik’e de kızdı. Benim adamlarımı niçin aldattın ? diye sordu öfkeyle. Erlik Ben istedim, sen vermedin dedi, Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım. Kayra Han da, Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan Karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum diyerek Erlik’i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden ceza verdi. Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok dedi, Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size Gök Oğul’u (May-Tere) göndereceğim.

Gök Oğul, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, Gök Oğul’a yalvardı: Ey Gök Oğul, bana yardım et. Kayra Han’dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana. Gök Oğul, Erlik’in dileğini Kayra Han’a iletti. Kayra Han aldırış etmedi. Gök Oğul, altmış yıl yalvardı.

Sonunda Kayra Han, Erlik’e haber gönderdi: Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin ! Erlik, söz verdi. Kayra Han’ın katına çıktı. Baş eğdi. Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım diye yalvardı. Kayra Han, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Kayra Han’ın en sevgili kullarından olan Ulu Kişi (Mandı-Şire), bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik’in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor. Ulu Kişi, bu üzüntü içinde Erlik’e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Ulu Kişi’yi kaçırdı. Ulu Kişi, Kayra Han’ın katına çıktı. Kayra Han, Nereden geliyorsun ? dedi. Ulu Kişi, Erlik’in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik’in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik’le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı diye üzgün ve ağlamaklı yanıt verdi. Kayra Han, üzülmemesini söyledi. Erlik’e benden başka kimsenin gücü yetmez dedi, Erlik’in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik’in gücünden üstün olacak. Ulu Kişi’nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.

Gün geldi, Ulu Kişi güçleneceğini anladı. O gün Kayra Han, Ulu Kişi’yi yanına çağırdı. Var git. Güçlendin artık. Erlik’in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin dedi, Sana, kendi gücümden güç verdim. Ulu Kişi şaşırdı: Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik’i nasıl yok edebilirim?. Kayra Han, Ulu Kişi’ye bir kargı verdi. Ulu Kişi, kargıyı alıp Erlik’in göklerine gitti. Erlik’i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik’in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı’nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik’in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.

Erlik, varıp Kayra Han’dan kendine yeni bir yer istedi. Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı dedi. Kayra Han, Erlik’i yerin altındaki Karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim dedi.

Bunun üzerine Erlik, Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim dedi. Kayra Han, Hayır, onları da sana vermeyeceğim dedi, İstiyorsan kendin yarat. Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yeryüzünü doldurdu. Sonunda Kayra Han, Erlik’in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kayra Han, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen, tüyü işe yaramayan Kurday denilen kuştur. Kayra Han, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.

Bu olanlardan sonra Kayra Han, insanlara Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim dedi. Yardımcı ruhlarına döndü: Gün Aşan (Şal-Yime); sen, içki içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri koruma. Benim için, bir de hakanları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir. İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Kötü ruhlar size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ (YapKara), Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar; size yardımcı olacaklar. Ağca Dağ ! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi’ye söyle; o güçlüdür. Gün Aşan ! Sen de iyi dinle. Kötü ruhlar, yeraltındaki Karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen Gök Oğul’a bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar. Alma Ata (Bodo-Sungkü), Ay’ı ve Güneş’i bekleyecek. Ulu Kişi, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. Gök Oğul, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak. Ulu Kişi, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret.

Sonra, Kayra Han uzaklaştı. Ulu Kişi, Kayra Han’ın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı: Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek. Bir yel geldi, Ulu Kişi’yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Ağca Dağ insanlara Ulu Kişi’yi Tanrı Kayra Han, yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Kayra Han böyle istedi dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.

5 Şubat 2022 Cumartesi

TÜRK MİTOLOJİSİNDE AĞAÇ ATA/ANA

 



Ağaçlar hem dünyanın eksenini oluşturmak, hem de türenilen atalar olmak açısından kutsallığa  sahiptirler.  Bir  Çin kaynağında yer alan Uygurların türeyiş efsanesinde de bunu görürüz:  "Barçuk­ Art Tigin, bir "Iduk-Kut'(iur. Turfan (Uygur devletinin kağanlarına) "Iduk-Kut" derlerdi. Onların ataları da, eski Uygurların yerlerinde otururlardı. (Uygurların bu eski yurtlarında),  Kara-Korum  adlı bir dağ vardı. Bu dağdan iki nehir çıkardı. Bu nehirlerden birine Selenge ve diğerine de Tola adı verilirdi. Bir gece, bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine kutsal bir ışık inmişti.  Halk bu  ışığı görünce  (hemen toplanmış) ve bu ağacı beklemeye başlamışlardı. (Bu ışık indikten sonra) ağaçta bir şişkinlik peyda olmuş ve ağacın gövdesi tıpkı gebe bir kadının karnı gibi şişmişti. Gökten ışığın inmesi durmamış ve her akşam devamlı olarak (ağacın üzerine) inmeye başlamıştı. Dokuz ay ve on gün geçtikten sonra ağaçtaki bu şişkinlik çatladı ve (ağaçtan), tıpkı dünyadaki insanlar gibi beş çocuk doğdu. Bu çocuklardan en küçüğünün  adı  Bögü-Han'dı.  Kendisinin çok yüksek bir kişiliği vardı. Memleketini çok iyi idare edebiliyor ve ayrıca ziraat işleriyle de meşgul oluyordu. Bu suretle kendisi Uygurların kağanı oldu. Kendisinden sonra gelen 30'dan fazla soyu da Uygurların başında kaldılar:' Metinde görülen gökten ışık inmesi, Uygurların Bögü-Kağan zamanında (M.S. 763) kabul ettikleri Mani dini etkisiyle yer almaktadır. Şamanizm'de de gökten ışık inmesiyle ilgili motiflere rastlanır. Cengiz Han'ın atalarından Alan-Koanın da üzerine ışık inerek onu hamile bırakmıştır. Fakat burada önemli olan husus, ağacın tarımla birlikte önem kazanmasıdır. Metinde ağaçtan doğan Bögü Kağan'ın tarımla uğraştığı belirtilmektedir. Burada ağacın annelik görevi üstlenmesi hem  ağacın, hem de doğuran kadının,  tarım toplumlarındaki yeriyle ilgili bir kutsallık söz konusudur.

Altay ve Yakut Türklerinde kayın ağacı kadar karaçam da önemlidir. Yakutların Er Sogotoh Destanı'nda ağaçtan türeme motifi görülür.

"İlk insan nereden geldiğini düşünmüş ve bu konuda gün geçtikçe kafasını yormaya başlamış. Nasıl doğdum,  nasıl dünyaya geldim diye hep düşünür gezermiş. Artık bir gün kendi kendine şöyle söylenmeye başlamış: 'Eğer gökten düşseydim o zaman kar ve buzla örtülü ve buzdan bir adam olurdum. Güney, kuzey, doğu veya batı yönlerinden birinden gelseydim, o zaman ben de ağaç ve çayırların izleri ve bunlar da rüzgarla uçuşurdu. Yok yerin en derinliklerinden gelseydim, elbette ki o zaman çamur ve toz içinde kalırdım!' İlk insan işte böyle düşüne düşüne kalakalmış. En sonunda şu karara varmış.

Demiş ki 'beni dağursa doğursa, yine Büyük Ana Kübey Hatun doğurmuş olmalıdır. Çünkü onun içinde bulunduğu ağacın göğsünden sütler akar: Bu sebeple ilk insan Hayat Ağacı'nın karşısına gitmiş ve şöyle demiş: 'Beni doğuran ana sen olmalısın Beni yaratıp meydana getiren sen olmalısın!' Ağaç ilk insana, ilk insan da ağaca bakmış ve sonunda adam, bu ağacın kendi annesi olduğunu anlamış ve şöyle demiş: 'Ben yetim bir çocukken sen beni büyüttün! Ben küçük bir çocukken sen beni adam ettin!"

Oğuz Kağan Destanı'nda da Oğuz Kağan'ın ikinci karısı bir ağaç kovuğunda onun karşısına çıkar. Ondan doğan  çocuklara da yerle ilgili isimler verilir.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

4 Şubat 2022 Cuma

Beypazarı / Ankara

 


Maurya ile Gupta imparatorlukları ve Hindistan'ın Altın Çağı

 



Maurya imparatorluğu (y. M.Ö. 321-185) Hindistan' da kurulmuş büyük ve politik olarak güçlü bir imparatorluktu. Bölgedeki ilk devlet sistemi Chandragupta Maurya tarafından kuruldu. Maurya, Hindistan'ın kuzeydoğusundaki Nanda Krallığı'nı devirmişti. Büyük iskender ' in generallerinden olan Selevkos ' a karşı kazandığı zaferin ardından M.Ö. 305'te Afganistan'ın ve günümüz Pakistan'ının pek çok bölgesini ele geçirdi.

Maurya'nın oğlu Güney Hindistan'ın büyük bölümünü, torunu Asoka ise küçük bir krallık olan Kalinga'yı ele geçirdi ve bütün hayatını Budizm' in yayılmasına adadı. Asoka ' nın M.Ö. 232 yılında ölümünün ardından imparatorluk küçük krallıklara ayrıldı. M.Ö. 170 yılında Pencap' ta Yunan prenslikleri kuruldu. M.S. 50'de Kuzey Hindistan 'da Kushana imparatorluğu gelişti. Bu imparatorluk M.S. 240 yılında Sasani imparatorluğuna bağlanacaktı.

M.S. 320 senesinde Magadha Krallığı' nın hükümdarı I. Chandragupta ülkesinin sınırlarını genişletti. Sonra gelen Gupta Krallarının faaliyetleri ile birlikte ülkenin sınırları Hindistan'ın büyük bölümünü içine alacak şekilde genişledi. Gupta Hanedanlığı'na kimi zaman "Hindistan'ın Altın çağı"  adı verilmektedir.  Uzun  barış ve refah dönemi boyunca sanat, mimari ve edebiyat alanında önemli ilerlemeler yaşanmıştı. Muazzam tapınak ve saraylar inşa edilmiş , Sanskrit dilinde Mahabharata ve Ramayana gibi epik metinler kaleme alınmıştır. Bu metinlerin Hinduizm' in gelişimi için son derece büyük bir önemi bulunmaktadır. Günümüzde halen Güneydoğu Asya'da okunmakta ve dilden dile yayılmaktadırlar. Guptalar, Brahmanizmin teolojik bir kavram olarak gelişmesinden de sorumludurlar.

Araplardan Avrupalılara geçen, aslında Guptaların bulduğu "Araplara özgü" diye bilinen sayı dizilimi, ondalık sayı sistemi ve sıfır konsepti, sıklıkla yanlış bir şekilde Araplara atfedilmiştir. Gupta imparatorluğu 6. yüzyılda çökmüştür. Orta Asya'dan gelen Akhunların istila hareketleri, yıkılmalarında büyük ölçüde rol oynamıştır.


3 Şubat 2022 Perşembe

II. DÜNYA SAVAŞI

 II. Dünya Savaşı, 1939-45 arasında hemen hemen dünyanın her yanını kapsayan uluslararası savaş. I. Dünya Savaşının çözümsüz bıraktığı anlaşmazlıklarla belirlenen yirmi yıllık gergin bir dönemin ardından patlak veren savaşta Almanya, İtalya, ve Japonya’nın oluşturduğu Mihver devletleriyle Fransa, İngiltere, ABD, SSCB ve daha sınırlı bir konumla Çin’in oluşturduğu Müttefik devletler karşı karşıya geldi. Yükselen Nazi tehdidine karşı genel bir mücadele niteliğini kazanan savaşın sonunda Dünya güç dengesi yeniden biçimlendi. Savaş sonunda SSCB ve bazı Doğu Avrupa Ülkeleri yeni topraklar kazanırken Japon ve İtalya İmparatorlukları yıkıldı.


SAVAŞIN NEDENLERİ


I. Dünya Savaşı sonunda Almanya yenilmiş ve ağır koşullar içeren bir anlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı. Almanlar 1919’da imzalanan Versay anlaşmasının haksız maddeler içerdiğini ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. 1920 lerde büyük ekonomik güçlüklerle karşı karşıya kalan Almanya’da 1933’de Adolf Hitler önderliğinde Naziler iktidara geldi. Hitler bir yandan Versay Anlaşmasının geçersiz sayılmasına çalışırken, öte yandan da silahlı kuvvetlerini yeniden topladı.

1919’da barışı korumak ve uyuşmazlıkları çözümlemek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti, bu görevleri yürütebilmek için gerekli olan yaptırım gücünden yoksundu. ABD bu örgütün dışında kaldı; öbür üyeler arasında da kararlara uymayan devletlere karşı zor kullanma konusunda görüş birliğine varılamadı. Bu sorun, 1931’de Japonya’nın protestolara aldırmayarak Çin’i Mançurya bölgesini ele geçirmesiyle iyice açığa çıktı. Japonya 1930 lar boyunca gücünü artırdı. 1935’te Benito Mussolini yönetimindeki İtalyanlar, Etiyopya ‘yı işgal ettiler. Milletler Cemiyeti bu kez de etkin önlemler alamadı.

Bu zayıflıktan yararlanan Hitler 1936 Martında Almanya’nın Ren Irmağının batısında kalan topraklarına askeri birliklerini gönderdi . Oysa 1925’te Almanya’yla Milletler Cemiyeti arasında yapılan anlaşmaya göre bu bölgede hiçbir devlet asker bulunduramayacaktı. Milletler Cemiyeti bu konuda da protestolar dışında yaptırım uygulayamadı. Ardından İtalya ve Almanya, İspanya’daki iç savaşta cumhuriyetçi yönetime karşı faşist general Francisco Franco’nun saflarında savaşmak üzere asker gönderdi; böylece yeni silah ve uçaklarını da denediler. Yeni toprak kazanımları ve Dünya egemenliği için Almanya, İtalya ve Japonya, Berlin -Roma-Tokyo Mihveri diye adlandırılan bir ittifak kurdular.

1937’de Japonya , Çin’e karşı topyekün bir savaş başlattı. Bir yıl sonra Almanya, Avusturya’yı işgal etti; ardından da Çekoslovakya’da Alman asıllıların çoğunlukta olduğu Südet Bölgesi üzerinde hakkı olduğunu ileri sürdü. İngiltere ve Fransa, Çekoslovakya’yı Hitlerin bu isteğine boyun eğmesinin yararlı olacağına inandırdı ve Eylül 1938’de yapılan Münih Anlaşmasıyla bölge Almanya’ya bırakıldı. 6 ay sonra Hitler başkent Prag’ı bombalayacağını söyleyerek gözdağı verince Çekoslovakya Almanya’nın boyunduruğuna girdi.

Almanya’nın sonraki kurbanı I. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsız bir devlet olarak yeniden kurulan Polonya’ydı. İngiltere ve Fransa bu kez alman saldırısına karşı Polonyalılara güvence verdiler. Almanya, Polonya’ya saldırınca da II. Dünya Savaşı başlamış oldu.


AVRUPA’DA SAVAŞ BAŞLIYOR


İngiltere’yle Fransa sözlerini tutarak 3 Eylülde Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya, Kanada ve Güney Afrika’nın da bulunduğu başka ülkeler de İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldı. Ama müttefikler Alman kara ve hava güçlerince hızla işgal edilen Polonya’ya yardım edemedi. 17 Eylülde SSCB ‘de doğudan Polonya’ya girdi. Polonya teslim oldu. 80 bin kadar Polonya askeri mücadeleyi sürdürmek amacıyla önce Romanya’ya daha sonra da Fransa’ya giderek burada toplandı.

Ekimde SSCB, olası bir Alman saldırısına karşı batıda “Tampon devletler” oluşturmak amacıyla, 3 baltık ülkesini, Estonya, Letonya ve Litvanya’yı işgal etti. Ardından SSCB, Finlandiya’dan birliklerine Finlandiya topraklarına girme hakkının verilmesini istedi. Finlandiya SSCB’nin koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.

Bunlar olurken batı oldukça hareketsizdi. Fransa, Almanya sınırında Majino Hattı adıyla anılan savunma hattını kurdu. Kuzeydeki İngiliz Birlikleri, Belçika’nın savaşa girmemesi nedeniyle Almanlarla hiç karşılaşmadı.

1940 Nisanı’nda Almanlar, Norveç’e saldırdı. Amaçları denizaltıları için üsler kurmak ve İsveç’in kuzeyindeki madenlerden çıkartılarak deniz yoluyla Norveç’in Narvig Limanına getirilen demire el koymaktı. Almanlar kısa sürede Norveç’te müttefiklerin asker çıkarma girişimlerini önleyecek hava üsleri kurdular. Norveç 9 Haziranda teslim oldu. Almanların nisanda saldırdığı Danimarka’da pek az direnebildi.

10 Mayıs 1940’da başlayan Alman saldırısı, kısa sürede Belçika, Hollanda, Lüksemburg’un işgaliyle sonuçlandı. Yardıma gelen İngiliz ve Fransız orduları da püskürtüldü. 13 Mayısta Sedan’da Alman tankları Maas Irmağını geçti ve Fransa’nın içlerine doğru ilerledi. Hollanda 14 Mayısta teslim oldu. Alman tankları kuzeye kıyıya doğru ilerledi ve geri çekilen Müttefiklerin önünü kesti. Belçika 27 Mayısta teslim oldu.

14 haziranda Almanlar Paris’e girdiler, 22 Haziranda da Fransızlar ateşkes anlaşmasını imzaladılar. Alman güçleri kuzey Fransa’yı ve bütün Atlas Okyanusu kıyılarını işgal etti. Hitler bir sonraki hedef olarak İngiltere’yi seçti. Alman hava kuvvetleri Güney İngiltere’deki hava alanlarını ve limanlarını her gün bombalamaya başladı. İngilizlerin kesin direnişiyle karşılaşan Almanlar, Londra’yı ve İngiltere’nin iç bölgelerindeki kentleri de bombaladılar. Bu baskınlar pek çok sivilin ölümüne ve büyük zararlara yol açtı. 1941 ortalarına kadar bombardımanlar devam etti.


KUZEY AFRİKA SEFERİ


10 Haziran 1940’da İtalya, Almanya’nın yanında savaşa girdi. 1940 sonbaharında İtalyanlar Somali’nin İngiliz egemenliğindeki bölümünü ele geçirdiler. Kuzey Afrika’daki Berka ve Libya o zaman İtalya’nındı. Bu bölgeler daha sonra Libya Krallığı oldu. Kızıldeniz kıyısında bulunan Eritre ve Somali’nin bir bölümü de İtalya’nındı. Etiyopya 1935’te İtalya’nın işgali altına girmişti. İtalya’nın bölgedeki güçleri ana üssü Mısır’da olan General Sir Archibald Percival Wavell komutasındaki İngiliz Uluslar Topluluğu güçlerinden çok üstündü.

1940 sonbaharında İtalyanlar, Somali’nin İngiliz egemenliğindeki bölümünü ele geçirdiler ; ama izleyen kış Wavell’in askerleri bölgeyi ve ayrıca Eritre ve İtalyan Somali’sini aldılar. Sudan’dan hareket eden İngiliz ve Sudan birlikleri Etiyopyaya girdi ve İtalyanlar’ı teslim olmaya zorladı.

Asıl savaş yeri ise Nil Irmağı ve Tunus arasında kalan Batı Çöl’üydü. İtalyanlar 1940 sonbaharında Libya’dan girerek Mısır’ı işgal ettiler ; aralık ayında henüz Nil Irmağına ulaşamadan Wavell’in komutasındaki birlikler tarafından durduruldular. Çarpışmalar sonunda İtalyanlar Bingazi’nin ötesine püskürtüldü.

1941’de durum daha da kötüleşti. Yugoslavya zorunlu bir Alman saldırısından sonra çöktü. Böylece Almanya buradaki güçlerini 1939’da Arnavutluk’u işgal eden ve 1940 Ekim ayından beri Yunanistan’da savaşan ama başarılı olamayan İtalyanlar’ın yardımına gönderdi. İngilizler, Yunanistan’a yardım edebilmek için birliklerini Batı Sahra’dan geri çekmek zorunda kaldılar. Ne var ki, İngiliz Uluslar Topluluğu birliklerinin yardımına karşı Yunanistan yenildi ve 1941 Nisan’ında teslim oldu. Ardından , mayısta Girit de Almanların eline geçti. Bu sırada Irak, İran ve Suriye’de sorunlar çıktığı için Müttefikler güçlerinin bir bölümünü bu bölgeye gönderdi. Bu gelişmeler Batı Çölü’ndeki İngiliz güçlerini iyice zayıflattı.

Mihver güçleri ise General Erwin Rommel (1891-1944) komutasındaki Alman birliklerinin Trablusgarp ve Trablusşam’a gelmesiyle güçlenmişti. 1941 Nisan’ında Alman tankları ve mekanize piyadeleri doğuya, Mısır sınırına gönderildi. Kasımda Almanları geri püskürtmek için yapılan girişim kısmen başarılı olabildi ve Rommel 1942’de yeniden saldırdı. Kıyıda Tobruk kentinde garnizon teslim oldu. Temmuzda İngiliz Uluslar Topluluğu güçleri İskenderiye’ye yalnızca 10km uzaklıktaki bir savunma hattına çekilmek zorunda kaldı. Mısır’ın düşmesi Hindistan yolunun Almanlara açılması demekti.

Ağustos sonunda bir kez daha saldıran Rommel, İngilizlerin General Bernard Montgomery komutasındaki 8. Ordusu tarafından püskürtüldü. İngilizler’in Ekimde başlattığı saldırı, el-Alameyn zaferiyle sonuçlandı. Bundan sonra Almanlar ve İtalyanlar, Batı Çölü boyunca gerilediler ; Ocak 1943’te 8. Ordu Tunus’a girdi.


ALMANYA SSCB’YE SALDIRIYOR


Hitler’in SSCB ile 1939’da yaptığı saldırmazlık paktının asıl amacı, Almanya’nın aynı zamanda hem batıda, hem doğuda savaşmak zorunda kalmasını önlemekti. 1940’ta Alman orduları Fransa’yı çökertip İngilizleri Avrupa’dan sürünce Hitler, SSCB’ye saldırmaya karar verdi. Hızlı bir harekatla SSCB üzerinden Ortadoğu’ya inmeyi tasarlamıştı. SSCB’ye saldırı Napolyon’un 1812’deki başarısız Rusya seferinden bir gün önce 22 Haziran 1941’de başladı. Finlandiya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya’da SSCB’ye savaş açtılar. Savaş başlangıçta Almanlar için oldukça olumlu gelişti. Almanlar sonbaharda Leningrad kentine, aralık ayında da Moskova’nın banliyölerine ulaştılar. Daha güneyde de Don Irmağı ağzındaki Rostov kentine ulaştılar, ama kış geldiğinde Alman birlikleri yorulmuş, savaşma güçleri azalmıştı.

Ardından SSCB’nin karşı saldırısı başladı. Tasarılarında bu harekatın kış gelmeden tamamlanması öngörüldüğü için, Alman askerlerinin giysileri soğuk kış günlerine uygun değildi. Büyük kayıplar verdiler ve SSCB’nin içlerinde tutunabilmelerine karşın başlangıçtaki güçlerini bir daha kazanamadılar.

1942’de Hitler, Karadeniz ve Hazar Denizi arasında bulunan Kafkasya petrol yataklarını ele geçirmeyi hedefledi. Bir Alman ordusu ağustosta Maykop’taki petrol merkezine ulaştı. Daha kuzeydeki Stalingrad kentine yönelik saldırıları ise başarısız oldu. SSCB birlikleri kenti sonuna kadar savundu ve kış bastırınca karşı saldırıya geçtiler. 250.000 kişilik Almanya ve Romanya birliklerini kuşattılar ve Şubat 1943’te bu birlikler teslim oldu. SSCB’nin II. Dünya Savaşı’nın bu en büyük kara çarpışmasındaki başarısı Almanları Kafkasyadan çekilmek zorunda bıraktı. 1943 yazı başlarken SSCB orduları Almanları geri sürdü ve 1944 başında Polonya’ya çok geçmeden de Romanya’ya girdi. Bu savaşta SSCB büyük yıkıma uğradı ve yaklaşık 20 milyon insanını yitirerek II. Dünya Savaşı’nda en çok can veren ülke oldu.


ABD SAVAŞA GİRİYOR


ABD savaşta tarafsız kalmasına karşın İngiltere’ye destek sağlıyordu. Örneğin 1940’ta ABD, deniz kuvvetlerinin 50 destroyerini İngiltere’ye ödünç vermişti.

7 Aralık 1941’de Pazar günü sabah saatlerinde, Japon uçak gemilerinden havalanan 360’ın üzerinde savaş uçağı, Hawaii Adalarındaki Pearl Harbor deniz üssünde bulunan ABD savaş gemilerine saldırdı. Japonlar bombaladıkları 8 savaş gemisinden 6’sını batırdı ya da kullanılamaz hale getirdi;  ama üssün kendisi pek zarar görmedi. Uçak gemileri o anda başka yerde oldukları için bu saldırıdan kurtuldu. Bu olay üzerine ABD Kongresi 8 Aralık 1941’de Japonya’ya üç gün sonra da Almanya ve İtalya‘ya savaş ilan etti.

Pearl Harbor baskınıyla aynı gün, Formoza’dan kalkan Japon uçakları Filipin Adalarına saldırdı. Bu adalar daha sonra Japon birliklerince işgal edildi. General Douglas MacArthur komutasındaki ABD ve Filipin güçleri yenildiler ve bölgeyi boşaltmak zorunda kaldılar. Japonlar 1942 Mayıs’ında Filipin’i ele geçirdiğinde 36 bin kadar asker ve 25 bin sivili esir aldılar. Japonlar saldırılarını sürdürerek ABD’den Guam ve Wake adalarını, İngiltere’den de Hong Kong’u aldılar. Japon askerleri Tayland üzerinden hareketle Malaya’yı işgal etti ve yarımadanın alt bölümlerine, Singapur’a doğru ilerlediler ; Singapur 1942 Şubatı’nda teslim oldu. Daha sonra, Saravak, Brunei, Borneo, Timor, Cava, Sumatra, Selebes, Yeni Britanya, Solomon Adaları, Yeni Gine’nin doğusu, Gilbert Adaları, Andaman Adası, ve Aleut Adaları da Japonya’nın eline geçti. Buraları savunmaya çalışan müttefik deniz güçleri büyük kayıplar verdi, askerlerinin pek çoğu öldü veya esir edildi.

Bu saldırılar sonucunda Japonya, Güneydoğu Asya’nın denizden ulaşımını denetleyen adaları ele geçirdi. Japonlar ayrıca Çinhindi ve Tayland’dan geçerek Birmanya’yı da işgal etti ve oradaki İngiliz birliklerini Hindistan’a çekilmek zorunda bıraktılar. Güney Asya’ya kurdukları üslerden Avustralya’ya hava saldırıları düzenlediler.


BATIDAKİ DENİZ SAVAŞLARI


Savaş başladığında İngiltere ve Fransa‘nın güçlü donanmaları vardı. Alman donanması ise, daha güçlü olmakla birlikte, modern ve etkiliydi. Uçak gemisi yoktu, ama savaş gemileri ve hızla artan denizaltı gücüyle ticaret gemilerine büyük zararlar verebiliyordu.

Akdeniz’de İngiliz Deniz gücünün üstünlüğü sayesinde asker ve erzak taşıyan düşman gemileri batırılarak Kuzey Afrika harekatına yardımcı olundu. Ne var ki İngiliz donanması da Alman denizatlılarının ve kıyıda üstlenmiş savaş uçaklarının saldırılarıyla ağır kayıplar verdi. Düşman uçaklarının yarattığı tehlike yüzünden İngiliz gemileri Batı Çölündeki savaş için gerekli desteği Cebeli Tarık Boğazı ve Akdeniz’den getirmek yerine çoğunlukla Ümit Burnu ve Süveyş kanalı yolunu izleyerek sağladılar.

Atlas okyanusundaki asıl savaş Alman denizaltılarıyla oldu. Bu savaş gece gündüz durmaksızın sürdü. Uçak gemilerinden ve kıyıdaki hava üslerinden kalkan savaş uçakları, savaş araç ve gereçlerini taşıyan ticaret gemileri konvoylarını korumaktaydı. Ama Alman denizaltılarına engel olmak çok güçtü. Savaş süresince bu deniz altılar müttefiklerin 23.351 ticaret gemisini batırdı; buna karşılık 782 Alman denizaltısı yok edildi.


KUZEY AFRİKA ÇIKARMASI


General Dwight D. Eisenhower komutasındaki İngiliz ve ABD askerlerinden oluşan 100 bin kişilik bir kuvvet Fas ve Cezayir kıyılarına bir çıkarma yaptı. Müttefikler önce doğuya, Tunus’a ilerledi ama Akdeniz üzerinden hava ve deniz yoluyla getirilen güçlü Alman birliklerince durduruldu.

1943 Ocak ayı sonunda Montgomeri’nin ordusu Batı Çölünü geçerek Tunus’a girdi. Zorlu çarpışmalardan sonra müttefik orduları Mayıs 1943’te Alman ve İtalyan kuvvetlerini çökertti. Müttefikler Kuzey Afrika’daki başarılarını 1943 Temmuzunda Sicilya’yı işgal ederek sürdürdü. Sicilya'nın yitirilmesi ve İtalya’nın müttefiklerce bombalanması İtalyan diktatörü Benito Mussolini’yi çekilmeye zorladı. Eylül başlarında İtalya teslim oldu ve Malta’daki donanmasına el kondu. Bu olay İtalya’da müttefikler ile Almanları karşı karşıya bıraktı. Ekimde Napoli’ye ulaşan müttefikler yarım adanın  ortalarında güçlü bir Alman savunması tarafından durduruldu. 1944 Ocağında müttefikler Anzio’ya çıkarak bu savunma hattının ardına geçmeye çalıştılar. Polonya birliklerinin Cassino’yu almasından sonra Anzio’daki kuvvetlere katılmak üzere kuzeye doğru ilerlemeyi başardılar ve 4 Haziran’da Roma alındı.


ALMANYA’YA HAVA SALDIRILARI


II. Dünya Savaşı’nın özelliklerinden biri, iki tarafın da düşmanı havadan bombalayarak yenme çabasıydı. Hava kuvvetlerinden büyük bir bölümünü SSCB’ye gönderen Almanlar’ın İngiltere’ye dönük hava saldırıları 1941 Mayısına doğru azalmıştı. İngilizlerin Almanya’yı ciddi bir biçimde bombalamaları da bu döneme rastlar. Köln, Essen, Bremen, Hamburg ve başka Alman kentlerine yoğun hava saldırıları düzenlendi.

Başlangıçta bombalar tam hedefi bulamıyordu. Ama daha sonra eğitilmiş havacıların kullandığı keşif uçakları geliştirildi. Bunlar radar yardımıyla hedefi bulunuyor ve tam üzerinden atarak yerini belirliyorlardı.

Belli başlı hedefler çelik üretim alanları, savaş gereçleri yapılan fabrikalar, limanlar, petrol rafinerileri ve demir yollarından yükleme yapılan merkezlerdi.


BÜYÜK OKYANUSTAKİ SAVAŞLAR


Avustralya ve Yeni Zelanda güçlerince desteklenen ABD güçleri Büyük Okyanus’ta Japonların eline geçen bölgeleri geri üstlendi. Japonların Hint Okyanusunu geçerek Vichy Fransa’sının yönetimindeki Madagaskar adasını almasından ve müttefiklerin orta doğuya araç gereç sağladıkları yolu kesmesinden korkulduğu için bir İngiliz birliği de Mayıs 1942’de adaya çıktı ve Kasımda tüm adayı ele geçirdi.

Büyük Okyanusun güney batı bölgeleri ABD ile Japonya deniz kuvvetleri arasında yapılan birkaç deniz savaşı sonrası geri alındı. 1942 Mayısında Yeni Gine’de bir limanı ele geçirmekle görevli olan bir birlikleri taşıyan Japon savaş gemileri Avustralya ile Yeni Kaledonya arasında yer alan Mercan denizinde ABD güçlerinin saldırısına uğradı. İki tarafta yaklaşık olarak eşit kayıplar verdi. Ama Japon gemileri geri dönmek zorunda kaldı. Bu savaş, uçak gemilerin düşman gemilerini görmediği yeni tür deniz savaşlarının ilkiydi.

ABD Japonları Guadalcanal ve Solomon adalarından çıkardı. Avustralya ve ABD birlikleri 1943 başlarında Papua'yı, ve 1944 Haziranı’nda Yeni Gine’yi tümüyle geri aldılar.

ABD 1944 Haziranı’nda Saipan’ı ve Mariana adalarını ele geçirdi. Ekimde ABD birlikleri Filipinler’de Leyte adasına çıktı. Japonya yeni çıkarmaları önlemek için geri kalan bütün savaş gemilerini bölgeye gönderdi. Ayın sonunda Leyte körfezi deniz savaşında Japon donanmasının büyük bir bölümü yok edildi. Bu II. Dünya Savaşı’nın en büyük deniz çarpışmasıydı. Ocak 1945’te General MacArthur komutasındaki ABD birlikleri Filipin'in en büyük adası olan Luzon’a çıktı ve Martta başkent Manila alında. Bu sırada Avustralya ve Hollanda güçleri de Borneo’yu ele geçirdi. 1945 Şubatı’nda General Nimitz komutasındaki ABD güçleri Tokyo’nun 1200 km güneyinde yer alan Bonin adalarından İvoşima’ya zorlu çarpışmalardan sonra büyük kayıplar vererek çıktı. 1945 Nisanı’nda Ryu-Kyu adalarından Okinova’ya yönelik saldırılar başladı.

Bu arada 1944’te General Ordo Wingate’in birlikleri Birmanya içlerine kadar ilerlemiş 1945 Mart’ında İngilizler Mandalya’yı ele geçirmişti.


MÜTTEFİKLER FRANSA’YA GİRİYOR


Fransa’nın kurtarılması için daha çok ABD, İngiliz ve Kanada birliklerinden oluşan Müttefik güçleri 1944 Mayıs’ında İngiltere’nin güney kıyılarında toplandı. Ayrıca bu birlikleri denizin öbür kıyısına götürmek üzere 4.000 gemi ve çıkarma aracı ile bunları korumak için savaş gemilerinden oluşan bir filo da hazırdı. Avrupa’nın geri alınması için oluşturulan Müttefik güçlerinin başkomutanı General Eisenhower’di.

Almanlar Müttefiklerin Dover Boğazı’ndan saldıracaklarını sanıyorlardı. Oysa çıkarma, Cherbourg ile Le Harve arasında yer alan Normandiya kıyısında başladı. 6 Haziran’da paraşüt birlikleri, bombardıman uçakları desteğinde askerler ve tanklar gemilerden kıyıya çıktı. Almanlar kıyıya engeller ve mayınlar yerleştirilmişti, ama akşama doğru General Montgomery’nin komutasındaki 85 bin asker kıyıya ulaşmayı başardı.

12 Haziran’da Almanlar Londra’yı uçan bombalarla bombalamaya başladılar. Bunlar ucunda 1 ton patlayıcı taşıyan ve düz gidebilmeleri için otomatik pilotla yönlendirilen küçük, jet motorlu araçlardı. Kuzey Fransa’daki rampalardan havalanıyorlardı. 30 Ağustos’a kadar 8.500’ü aşkın uçan bomba atıldı. Pek çoğu İngiliz savaş uçakları ve uçak savar toplarınca yok edildi; ama 2.000 kadarı Londra ve çevresine ulaşarak 6 bin kişinin ölümüne ve 40 bin kişinin yaralanmasına yol açtı.

20 Temmuz’da Alman suikastçiler içinde bomba bulunan bir dosya çantası ile Hitler’i öldürmek istedilerse de bunu başaramadılar.

Almanları Kuzey Fransa boyunca batıya süren Müttefikler 25 Ağustos 1944’te Paris’i kurtardılar. Eylülde General Eisenhower Fransa’daki Müttefik kuvvetleri komutanlığına getirildi. ABD birlikleri güneye, İngiliz ve Kanada orduları ise Belçika’ya ilerledi. Müttefik Generallerin en başarılılarından biri de ABDli George S. Patton’du.

Müttefiklerin ilerleyişi Şubatta da sürdü. Alman tanklarının çoğunluğu doğu cephesine gönderilmişti. Martta Ren’i geçen Müttefikler Almanya’ya doğru hızla ilerledi; Alman güçlerini yararak Hollanda’ya girdi.

Nisan 1945’te ABD birlikleri Leipzig, Karl-Marx-Stadt ve Münih’i aldı; Elbe ırmağı üzerindeki Torgau’da SSCB birlikleriyle buluştu. Daha kuzeyde Montgomery’nin askerleri Elbe’yi geçerek Hamburg’a girdi ve ardından Baltık Denizi’ndeki Lübeck ve Wismar’a doğru ilerlemeyi sürdürdüler.


AVRUPA’DA SAVAŞIN SONU


İtalya’daki Müttefik güçler 13 Ağustos 1944’te Floransa’yı aldı. Almanlar bunun üzerine Pisa ile Rimnini arasında bir savunma hattı oluşturarak kış gelene kadar burada tutundular. Nisan 1945’te Müttefikler Po ırmağını geçti ve Alp Dağlarına doğru ilerledi. İtalya’da Almanlar 2 Mayıs’ta teslim oldular. İki gün sonra da Müttefikler Avusturya’dan güneye doğru ilerleyen ABD askerleriyle buluştu.

SSCB birlikleri ise 1944 Haziranı’nda Doğu Avrupa’da bir harekat başlattı. Temmuz sonunda Varşova’nın karşısında Vistül Irmağı’nın doğu kıyısına doğru ilerlediler. Daha güneyde SSCB ordusu iki koldan ilerlemeye  başladı. Biri Baltık Denizi’nin doğu kıyıları boyunca, öbürü de Tuna vadisi üzerinden Macaristan’a doğru ilerledi. Almanlar bu ilerlemeyi durduramayarak geri çekildiler.

1945 başlarında, Almanya’nın artık uzun süre savaşamayacağı ortaya çıkmıştı. Müttefik liderler, ABD başkanı Roosevelt, İngiltere başbakanı Churchill ile SSCB’nin önderi Stalin Kırım’daki Yalta kentinde toplandılar ve Almanya’nın koşulsuz olarak teslim alınmasında anlaştılar. Ayrıca savaş sonrası Avrupa’ya ilişkin planlar da yaptılar. Ocak 1945’te SSCB askerleri Oder Irmağı’nı aşarak Silezya’ya girdi. Güneyde ise Şubatta Budapeşte’ye, nisan başında da Viyana’ya girdiler ve Berlin’e doğru ilerlediler. 25 Nisanda Berlin’i kuşattılar. Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağından savunmayı yönetmekte olan Hitler savaşın yitirildiğini kavrayarak 30 Nisan’da intihar etti. Amiral Karl Dönitz’i kendi yerine atamıştı.

Dönitz’in temsilcileri Reims’e Müttefiklerle görüşmeye gitti. Batıda Müttefiklere teslim olmayı; ama doğuda SSCB ile savaşmayı sürdürmeyi istiyorlardı. Eisenhower Almanların her yerde koşulsuz teslim olmaları konusunda ısrar etti. Almanya’nın teslim olması 8-9 Mayıs 1945’te gece yarısı gerçekleşti.


JAPONYA’NIN TESLİM OLMASI


ABD, Japonya’nın kıyı kentlerini yoğun bir biçimde bombaladığı sırada başkan Truman, Japonların direnişini kırmak ve savaşı kısaltmak gerekçesiyle atom bombası kullanmaya karar verdi. Atom bombası ABD’de gizlice geliştirilen ve büyük yıkım gücü olan bir silahtı. 6 Ağustos 1945’te ABD hava kuvvetlerinin bir bombardıman uçağı Hiroşima kenti üzerine ilk atom bombasını attı. 3 gün sonra gücü azaltılmış bir atom bombası da Nagasaki’ye atıldı. Bu bombalar Hiroşima’da 200 bin Nagasaki’de 80 bin sivilin ölmesine ve on binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı bu kentler büyük ölçüde yıkıldı. Bitki örtüsü büyük zarar gördü. Atom bombasının yol açtığı radyasyonun etkisi yıllarca sürdü. Radyasyon nedeniyle insanlar daha sonra da sakatlandılar ve öldüler. 8 Ağustos’ta SSCB’de Japonya’ya savaş açtı ve Japonların elinde bulunan Mançurya ve Kore’yi işgale başladı. Bunun üzerine Japonya 2 Eylül’de resmen teslim oldu ve II. Dünya Savaşı sona erdi.


ANLAŞMALAR VE SONUÇLARI


Temmuz ve Ağustos 1945’te barış anlaşmalarının koşullarını görüşmek üzere Potsdam Konferansı toplandı. Toplantıya önde gelen Müttefik temsilcileri olarak ABD’den Roosvelt’in yerine seçilen Başkan Harry S. Truman, SSCB’den Stalin ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill katıldı.

Konferansta alınan belli başlı kurallar şunlardı: Müttefikler Almanya’yı işgal edilecek ve silahsızlandıracak ve böylece gelecekte savaş çıkarma tehlikesi önlenecekti. Alman ordusu dağıtılacak sanayisi denetlenecek ve açık denizlere çıkabilecek gemi, silah yada savaş uçağı yapımı yasaklanacaktı. Hitler’in Nazi Partisi’nin düşünceleri yasaklanacaktı. Almanya’nın bütünlüğü ilkesinin dışında kalan Anlaşma koşulları genellikle uygulandı.

Nazi liderler Müttefiklerden 4 yargıç tarafından Nürnberg’de yargılandı. Yargılama yaklaşık bir yıl sürdü. Sanıklardan 12’si ölüm cezasına çarptırıldı; bunlardan biri olan Mareşal Hermann Goering zehir içerek intihar etti. 7 kişi hapis cezasına çarptırıldı. Öteki Nazi savaş suçluları da yargılanarak idam edildi yada hapsedildi. Bazı Alman bilginleri özellikle roket mühendisleri de ABD ve SSCB’ye götürüldü.

Japonya’da Müttefiklerce işgal edildi ama savaşı izleyen ilk yıllardan sonra denetim tümüyle General Dougles MacArthur yönetimindeki ABDli yetkililerin elinde kaldı. Japon ordusu dağıtıldı ve silahsızlandırıldı. Bazı Japon komutanları savaş suçlusu olarak yargılandı; idam yada hapis cezasına çarptırıldı.

Japonya ile barış antlaşması 1950 Eylülü’nde imzalandı. Bu antlaşmaya SSCB ve Hindistan karşı oldukları maddeler nedeniyle katılmadılar. Antlaşmanın en önemli sonucu, Japonya’nın topraklarının 4 adayla sınırlanmasıydı. Japonya’nın sömürgeci imparatorluğu sona erdi. Ryu-Kyu, Benin, Mariana ve Mashall adaları Bileşmiş Milletler adına yönetilmek üzere ABD’ye; güney Sahalin ve Kuril adaları ise SSCB’ye bırakıldı. Japonya’nın savaştan önce işgal ettiği Mançurya Çin’e geri verildi. Kore ise bağımsız bir devlet oldu. Ayrı bir antlaşmayla ABD’ye ve Japonya’da askeri güç bulundurma yetkisi verildi.

II. Dünya Savaşı’nda hava saldırılarında binlerce sivil insan da öldürüldü. Almanlar toplama kamplarında 6 milyon Yahudi’yi öldürdüler. Bu uygulamaya “toplu kıyım” denildi. İşgal ettikleri topraklarda yaşayan 10 milyon kişiyi evlerinden, yurtlarından ayırdılar ve Almanya’da fabrikalarda köle gibi çalışmaya zorladılar.

Yaklaşık 35 milyon insanın öldüğü bu savaşta SSCB 20 milyon yurttaşını yitirdi. Polonya’da Nazilerin burada öldürdüğü 3 milyon Yahudi’yle birlikte yaklaşık 6 milyon kişi öldü. Almanya 4 milyon, Japonya 2 milyon, ABD 298 bin, İngiliz Uluslar Topluluğu 544 bin ve İngiltere 350 bin insanını yitirdi. Çin’in ise 2 milyondan fazla askerinin öldüğü sanılmaktadır.


II. DÜNYA SAVAŞI VE TÜRKİYE


Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmadı. Ama savaş boyunca izlediği yansızlık siyasetinde zaman zaman büyük güçlüklerle karşılaştı. Türkiye 1939’da savaş olasılığının iyice artması üzerine toprak bütünlüğünü korumaya yönelik ittifak anlaşmaları sağlamak amacıyla bazı girişimlerde bulundu. Almanya ve İtalya’nın saldırgan tutumları karşısında doğal olarak bu girişimler İngiltere, Fransa ve SSCB’ye yönelikti. İlk görüşmeler sonucu 12 Mayıs 1939’da İngiltere’yle, 23 Haziran’da Fransa’yla Türkiye’nin de “Barış Cephesi” içinde yer aldığını açıklayan ortak bildiriler yayımlandı. Bunu SSCB’yle de benzeri bir anlaşma sağlanması yolundaki çabalar izledi. Ama SSCB’nin 23 Ağustos’ta Almanya’yla bir saldırmazlık anlaşması imzalaması karşısında Türkiye’nin çabaları boşa çıktı.

Bu durumlar üzerine İngiltere ve Fransa’yla ilişkiler daha da sıklaştırıldı ve 19 Ekim 1939’da Ankara’da Türkiye-İngiltere-Fransa İttifak anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa İngiltere ve Fransa yardımda bulunacak, buna karşılık Avrupa’da çıkacak bir savaş Akdeniz’e yayılırsa Türkiye’de İngiltere ve Fransa’ya yardımda bulunacaktı. Savaşın Balkanlara doğru yayılma eğilimi göstermesi üzerine Türkiye, Balkan Antantı’na bağlı ülkelerle de işbirliğini güçlendirmeye çalıştı. Ama Şubat 1940’ta Belgrad’da toplanan Balkan Antantı Bakanlar Konseyi bu yönde olumlu bir karar alamadan dağıldı. 10 Haziran 1940’ta İtalya’nın da katılmasıyla savaş Akdeniz’e yayılınca Türkiye’nin 1939 Ankara Anlaşması’yla üstlendiği yükümlülükler gündeme geldi. Ne var ki, Fransa’nın kısa bir süre sonra teslim olması, İngiltere’nin de bu konuda ısrarlı davranmaması Türkiye’yi savaştan uzak tuttu. Alman orduları 1941 ortalarına doğru Balkanlar’ı tümüyle ele geçirince Türkiye’nin de Alman istilasına uğramasından, dolayısıyla Ortadoğu’daki yaşamsal önemdeki çıkarlarının tehlikeye girmesinden çekinen İngiltere, Türkiye’den savaşa katılmasını istedi. Bu sırada SSCB’ye saldırmaya hazırlanan Almanya da güney kanadını güvenceye almak amacıyla Türkiye’ye bir saldırmazlık anlaşması önerdi. Türkiye bunu hemen kabul etti. 18 Haziran 1941’de imzalanan bu anlaşma Türkiye’nin savaş dışı kalma siyasetinde yeni bir aşama oldu. Bunu 10 Ağustos 1941’de SSCB ile İngiltere’nin ortak notası izledi. Savaşın iyice yoğunlaştığı bu dönemde her iki ülke Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduklarını bildiriyorlardı. Buna karşılık Türkiye’den 1936 Montrö (Montreaux) Sözleşmesi’ni tam olarak uygulayarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarını savaş gemilerine kapalı tutulmasını istiyorlardı.

1942’de hem Almanya’nın hem İngiltere’nin başını çektiği Müttefikler’in Türkiye’yi savaşa sokmak için baskı uyguladıkları bir yıl oldu. Türkiye çeşitli gerekçeler ileri sürerek bunların hepsini geri çevirdi. Ama 1943’te Müttefikler’in üstünlüğü belirince İngiltere bu kez savaşın bir an önce bitmesine katkıda bulunmak ve zaferin nimetinden pay almak gibi görüşlerle Türkiye’yi Müttefikler’in yanında savaşa sokmaya çalıştı. Churchill bu amaçla 30 Ocak 1943’te Adana’ya gelerek İsmet İnönü’yle görüştü. İnönü, Churchill’in Türkiye’nin en geç Ağustos 1943’te savaşa katılması isteğine karşı, bunun gerekli silahların, savaş araç ve gereçlerinin verilmesi durumunda olanaklı olabileceğini söyledi. Bu konudaki görüşmeler sürerken Müttefikler 14-24 Ağustos tarihlerinde Kanada’nın Québec kentinde, 19 -30 Ekim’de de Moskova’da düzenledikleri toplantılarda Türkiye’yi savaşa katmak yolundaki baskıyı arttırma kararı aldılar. 28 Kasım -2 Aralık tarihlerinde bir doruk toplantısı yapan Churchill, Roosevelt ve Stalin de bu kararı onayladı. Bunun üzerine Churchill ve Roosevelt 3 Aralık 1943’te İsmet İnönü’yü Kahire’ye davet ederek bu konudaki kesin isteklerini ilettiler ve Türkiye’nin Şubat 1944’te savaşa katılması durumunda her türlü yardımı keseceklerini bildirdiler. İsmet İnönü’nün askeri ve stratejik gerekçelerle savaşa katılmayı reddetmesi üzerine Mart 1944’te İngiltere, Nisan 1944’te de ABD Türkiye’ye askeri yardımı durdurdu. Diplomasi alanında da baskılar sürüyordu. Bu baskılara bir süre daha direnen Türkiye savaşın gidişinin iyice belirginleşmesi üzerine 2 Ağustos 1944’te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesti. Bunu 6 Ocak 1945’te Japonya ile ilişkilerini kesmesi izledi. Ardından Müttefik liderleri Şubat 1945’te toplanan Yalta (Kırım’da) Konferansı’nda, yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e yalnızca 1 Mart 1945’e kadar Almanya’ya savaş açmış ülkelerin katılmasını içeren bir karar aldılar. Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat’ta Almanya’ya savaş ilan etti. Bu sırada Almanya’nın yenilgisi kesinleşmiş olduğundan fiilen savaşa girmedi.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak