26 Eylül 2021 Pazar

Sivrihisar


 

V-2 Roketi Tarihin seyrini değiştiren silah




Graham Southorn, Sky at Night (Geceleyin Gökyüzü) dergisinin editörü


1920'lerin sonunda amatör Alman Uzay Yolculuğu Topluluğu VfR'deki fizikçiler arasında hararetli bir tartışma yaşanıyordu, çünkü Alman ordusu, askeri amaçlı roket teknolojisini geliştirmek için çalışacaklara ödeme yapmayı teklif etmişti. Bazıları hiçbir biçimde orduyla çalışmak istemezken, diğerleri çalışmalarına destek alabilmek amacıyla şeytanla anlaşmayı göze aldılar. Wernher von Braun ve I. Dünya Savaşı gazisi Walter Dornberger riski göze alan iki bilimciydi.

"V-2 roketi küresel değişimin fitilini ateşlediği için dünyayı tarihteki her şeyden çok değiştirmiştir."

Graham Southorn



1930'larda Dornberger roketlerin "A-serisini" geliştirmeden sorumluydu. A1 çizim tahtasından öteye gidemedi. A2'ye anahtar niteliğinde yeni bir teknolojik parça (roketi stabilize eden döner bir cayroskop) ekledi. A3 ise daha güçlü bir modeldi. Ama asıl büyük yenilik A4'tü: İleri yakıt enjeksiyonuna sahip turbo şarjlı roket.


Bu sırada diğer askeri projelerin desteklenmesine karar verilince, A4'ün geliştirilmesi ertelendi. Roketlerin seri üretimi ancak 1940'larda başladı. Fakat Sovyet ordusunun hızla gelişmesi ve 1943'te Müttefik Kuvvetler'in Peenemünde'deki roket yapım üssüne tahrip edici bir saldırının düzenlenmesi, Almanları bir hayli yavaşlattı. Saldırıda A4'ün süper motorunu tasarlayan mühendislerden Walter Thiel öldü. Roketler için artık yeni bir üsse ve isme ihtiyaç vardı.


Yeraltı Laboratuvarı


Program, Almanya'nın ortasındaki Kohnstein Dağı'nın altında, Mittelwerk tünel ağının içinde bulunan bir yeraltı üssüne aktarıldı. Burası bir Bond filmi için ideal bir yerdi. Von Braun tarafından tasarlanan A4'e yeni bir ad, "Misilleme Silahı 2" anlamına gelen Vergeltungswaffe-2 veya kısaca V-2 adı verildi. Alman propaganda bakanı Joseph Goebbels bu ismin Müttefikler'in kalbine korku salmasını umuyordu.


V-2 hiç kuşkusuz amansız bir silahtı. Gürültülü atasından (V-1) farklı olarak sessizce ilerliyor, yörüngesinin zirve

noktasına varınca motorları kapanıyor ve hedefinin üzerinde usul usul süzülüyordu.


Almanlar, V-2'nin altın çağından yeterince faydalanamadan, Avrupa'dan hızla çekilmeye başladılar. "V-2 Londra'ya korkunç hasarlar verdi, ama kimine göre de Almanya'nın savaşı kaybetmesine neden oldu, çünkü V-2'nin geliştirilmesine çok para harcanmasına rağmen, silah savaşı Almanya'nın lehine çeviremeyecek kadar gecikmiş, zamanında yetişememişti," diyor Southorn.


Gemiyi Habersiz Terk Etmek


Almanya'nın batan bir gemi olduğunu ve en iyi patronun ABD olduğunu çabucak fark eden von Braun ve ekibinden bazıları, gecenin bir köründe Alman yasalarını çiğneyerek ayrıntılı füze planlarını paketleyip işgalci Sovyet ordusunun gözlerinden uzakta, Mittelwerk yakınlarında bulunan metruk bir madende sakladılar.


Von Braun'un şansına roketin müthiş potansiyelinin farkına varan ABD'liler, V-2'nin ardındaki beyinleri kapma isteğiyle onu arıyorlardı. 12 Eylül 1944'te, yedi Alman bilimci ailelerini geride bırakarak altı ay ABD'de çalışmayı kabul etti. Von Braun da onlardan biriydi.


Çok önemli Alman bilimcilerden bazıları da doğuya, Sovyetler Birliği'ne yönelmeye karar verdi. Böylece roket uzmanlığı Doğu ile Batı arasında neredeyse eşit şekilde dengelendi. Artık füze yarışının sonraki evresi başlayabilirdi.


Soğuk Savaş


Sovyetler, V-2 teknolojisinden kalanların bazılarını daha sonra kullanmak üzere sakladıktan sonra, bu teknolojiyi yeniden geliştirmeye koyuldular. "Sovyetler Birliği, artık konvansiyonel nükleer bombardıman uçağı yapmaya gücü yetmeyeceğinden savaşı ucuza getirecek yeni bir nükleer başlıklı mekanizma geliştirmeye başladı," diyor Southorn. "Bu durum nükleer silah yarışına ve dolaylı olarak Küba füze krizine yol açtı."


Sovyetler Birliği, teknolojik bilgisini uzay yolculuğu için de kullanmak niyetindeydi. Sovyet roket dahisi Sergei Korolev, hem dünyanın ilk uydusu Sputnik 1'in, hem de uzaya ilk insanı, (Yuri Gagarin) gönderen roketin arkasındaki beyindi.


Bu arada Atlantik'in öte yakasında Alman bilimcilerinin ABD'deki varlığına dair tartışma devam ediyordu. ABD'ye vizesiz giden bu kişilerin, önceden Nazi Almanya'sı ile yakın ilişkileri vardı. Von Braun da bunun istisnası değildi. Nitekim 1937'de Nazi Partisi'ne katılmış ve SS teğmeni rütbesine terfi etmişti. Uzay yolculuğuna uygun bir roket yapma amacını hayata geçirmek için önüne açılan tek yolun bu olduğunu iddia etmişti.


Von Braun savaştan sonra yakayı ucuz kurtardı (Nazi Partisi'ne daha fazla bulaşmış Dornberger iki yıl hapis yatarken, diğerleri ölüm cezasına çarptırıldılar). Ne var ki von Braun'un roket teknolojisi üzerindeki etkisi muazzamdı ve fikir ayrılıklarına rağmen ABD için değerli bir yatırım olarak görülüyordu. NASA'nın uzaya ve Ay'a uzanmasını sağlayan Saturn V roketinin ardındaki önemli rollerden biri de ona aitti.


"V-2 teknolojisi sadece savaşın ve uzayın keşfinin yüzünü değiştirmekle kalmadı, diğer pek çok önemli keşfe de yol

açtı," diyor Southorn. "Ay'a ilk kez ayak basılması, beraberinde çeşitli icatları da getirdi; koşu ayakkabıları için rahat tabanlar, kablosuz elektrik takımları ve hafif yangın söndürme aleti gibi. Elbette bugün kullandığımız internete de kapı araladı. Ordu internetin habercisi olan, 'ARPANET' adındaki dağıtımlı bilgisayar ağının nükleer bir saldırıdan sağ salim çıkabilecek bir komuta yapısına dönüştürülebileceğini çok geçmeden fark etti."

Not: Dünyayı değiştiren 100 fikir kitabından alınmıştır.

Dünyanın Fani Cennetleri

 


Hans-Joachim Pachur, yılda bir veya iki defa Berlin botanik bahçesinin karşısındaki konforlu bürosundan ayrılır, bahçelerden taşıp sokakları gölgeleyen envai çeşit ağaç ve çiçeği terkeder, ve Libya’ya doğru uçar. Trablus’da biraraya geldiği meslektaşlarıyla çöl yolculuğu için hazırlıklara girişir. Berlin’deki Açık Üniversite’de coğrafyacı olarak çalışan Pachur, son çeyrek asırdan beri Sahra’da araştırmalar yapmaktadır. Çölde haftalar boyu kullanacakları suyu da yanlarında götüren ekip, yatak ve temiz gıda gibi hayatın konforlu yanlarını unutmak zorundadır.


Fakat bir zamanlar burada, Sahra’nın büyük bir bölümünde su vardı. Mart 1999’da Pachur Libya’nın güneybatısındaki Murzuk kumullarında timsah, su aygırı, fil ve ceylan kemikleri, ayrıca rüzgar etkisiyle şekillenmiş eski göl tabanı tortulları buldu. Bunlar, bölgede geçmişte tatlı su kaynaklarının yaygın olduğunu gösteriyordu. Pachur yıllar önce de kuzey Sudan’da oldukça büyük bir gölün izlerini tesbit etmiş, bugün tamamen çöl durumundaki yüzlerce kilometre mesafeyi katedip doğuda, yukarı Nil’e birleşen bir nehrin yatağını bulmuş, ayrıca Akdeniz’in 1000 kilometre güneyindeki Tibesti Dağları’ndan doğup Sahra’yı tam merkezinden katederek denize dökülen diğer nehirlerin izlerini de keşfetmişti . Bugün bu bölge yılda yarım santimetreden daha az yağış almaktadır.


Günümüzden 9.000 ilâ 6.000 yıl öncesi arasında bu kayıp nehirler boyunca, muhtemelen zürafalar akasya ağaçlarının yapraklarıyla besleniyor, filler bol su buluyor, su aygırları çamur banyosu yapıyordu. Burada insanlar da yaşıyordu. Küçük köyler şeklinde yerleşik hayata geçmeye başlayan bu topluluklar akdarı ve süpürgedarısı ekiyor, koyun-sığır yetiştiriyor, avcılık ve balıkçılık yapıyorlardı. Pachur, Sahra’nın o dönemde cennet gibi olduğunu düşünüyor. Murzuk’un batısındaki veya Mısır’ın güneybatısında Gilf Kebir yaylasındaki kayalıklar üzerine Sahra halkı hayatlarından sahneler resmetmiş ve oymalar yapmışlar. Kendilerini sığır güderken, avcılık yaparken, dinlenirken tasvir etmişler . Bunlar da bölgenin binlerce yıl önceki farklı durumu hakkında önemli bilgiler veriyor.


Değişen sahneler


Fakat daha sonra, yaklaşık 6.000 yıl önce iklim değişmeye başlıyor ve birkaç yüz yıl zarfında ABD büyüklüğünde verimli bir bölge yeryüzünün en sert, en kıraç, hayata en uzak yerlerinden biri hâline geliyor. Sahra halkı burayı terketmek zorunda kalıyor. Birçoğu doğuya, kendilerine en yakın su kaynağı durumundaki Nil vadisine göçediyor. Bazı arkeologlara göre bu göç 5.000 yıldan biraz daha fazla bir zaman önce Mısır’da firavunların yükselişini tetikleyen gelişme oluyor.


Potsdam’daki İklim Etkileri Araştırma Enstitüsü’nden teorik iklim bilimciler Martin Claussen ve Claudia Kubatzki, çölleşme prosesini bilgisayar ortamında simüle ettiler. Buna göre, Jüpiter’in ve Venüs’ün çekim kuvvetleri Dünya’ya tesir ediyor ve gezegenin kendi ekseni üzerinde değişen derecelerde eğilmesine yolaçıyor. Bildiğimiz gibi, eğiklik, mevsimlerin oluşmasını sağlar: kuzey yarımküre Güneş’e doğru eğildiğinde burada yaz olur. Bu dönemde Güneş’in zeniti (en yüksek noktası) Yengeç Dönencesi’ne kadar kuzeye ulaşır. Yengeç Dönencesi ise bugün bu bölgede Gilf Kebir’den ve Murzuk’un güney kenarından geçmektedir. 23,5 derecelik bu enlem, dünyanın dönme ekseninin bugünkü eğiklik derecesidir. Fakat 41 bin yıllık devri daimler boyunca eğiklik ve dönence 24,5 derece ile 22,1 derece arasında değişmektedir.


Jüpiter ve Venüs Dünya’nın dönme eksenini böyle değiştirirken, Güneş ve Ay da, bir topaç gibi yalpalamasına yolaçar; bu ise, dünyanın güneş etrafındaki yörüngesi üzerinde Güneş’e en yakın olduğu zamanı ve yeri (perihelion nokta) değiştirir. Bu iki devri daim ve bunlarla birlikte yörüngenin şeklindeki yavaş düzensizlikler, güneş ışığının belli bir mevsimde belli bir enlem üzerine ne kadar düşeceğini belirler . Bunlara “Milankoviç devri daimleri” denir. 1930’larda Milutin Milankoviç böyle düzenli şekilde oluşan değişimleri Dünya ikliminin buzul çağlarına girip çıkma sebebi olarak açıklamaya çalışmıştı. Bu teoriye göre, en yakın zamandaki buzul tabakaları; Kanada ve Avrasya’dan yaklaşık 17 bin yıl önce çekilmeye başladı, çünkü bu dönemde kuzey yarımküre yaz mevsiminde buzulların erimesine yolaçacak kadar fazla güneş ışığı almaya başlamıştı.


Yaklaşık 9000 yıl önce, güneşin kuzeyde çizdiği eğri en yüksek noktaya ulaşıyordu; iklim bilimcilerin, “Holosen Optimumu” olarak adlandırdığı bu dönemde dönme ekseninin eğikliği bugünkünden daha fazla olup 24 derece civarındaydı ve perihelion Temmuz ayındaydı. Sonuçta her iki faktör de özellikle sıcak kuzey yazları ve daha yeşil bir Sahra anlamına geliyordu. Buzul çağı boyunca Sahra bir çöldü. Fakat yazlar daha sıcak olunca aynı zamanda daha nemli oldu. Yaz boyunca Afrika yanıbaşındaki Atlas okyanusundan daha fazla ısınır ve bu sıcaklık farkı musonlara yolaçar. Kara üzerindeki sıcak hava yükselip uzaklaşınca bunun yerini almak üzere nemli rüzgarlar Gine körfezinden kuzeydoğuya doğru eser. Daha sıcak yazlar kuzeydeki Sahra’ya daha fazla yağmur götüren daha kuvvetli muson demektir. İşte Sahra bu şekilde bir zamanlar bir çiçek bahçesi hâline geldi.


Tabiatı modellemenin zorluğu


Bitki örtüsünün ihtiyaç duyduğu yağış yine bizzat bitki örtüsüyle sağlanır. Bir uydu fotoğrafında, bitkiyle kaplı bir bölge çölden daha koyu gözükür; Sahra çölünün ise kutup buzullarından sonra yeryüzündeki en parlak yer olduğunu görürüz. Burası, aldığı güneş ışığının % 40 kadarını yansıtır ve kalanın büyük kısmını bulutsuz gökyüzünden uzaya geri gönderir. Sahra çölü orada yaşayan canlıları pişirecek kadar sıcak ise de, atmosfer için soğuk bir kaynaktır; çoğu zaman hava akımları yükseklere ulaşır ve gücünü kaybeder, kuru bir yüksek basınç bölgesi meydana getirir. Fakat hatırı sayılır bir bitki örtüsü varsa, durum çok farklı olur: Koyu ve karanlık zemin daha fazla güneş ışığını absorbe eder, bitkilerin üstündeki atmosfer ısınır ve sıcak hava yükselir. Bu durum bulut ve yağmur oluşumu için gereklidir.


Önceden gerekli olan diğer şey tabii ki sudur. Bitkiyle kaplı zemin çöl kumundan daima daha nemlidir. Nemli toprak güneş ışığını absorbe ettiğinde su buharlaşır. Atmosferde havanın yukarıya yükselmesi için gerekli enerjiyi serbest bırakarak yükselir ve tekrar kondanse olur (yoğunlaşıp tekrar su formuna geçer), böylece bulut oluşturur. Bulutlar yağmur olarak tekrar toprağa döner. Havanın yukarıya yükselişi musonu destekler ve peşinde daha çok nem sürükler. Bu, kendini takviye ederek devri daim yapan bir pozitif geribeslemedir. Bitki örtüsü kalınlaştıkça bu alan daha nemli hale geleceğinden daha fazla yağışa yolaçar, bu da bitki örtüsünün daha da kalınlaşmasını sağlar.


Claussen ve meslektaşları bu pozitif geribeslemeyi de içine alan bir model geliştirdiler. Bunun saatini 9.000 yıl öncesine, geriye aldılar ve Milankoviç’in belirlediği güneş ışığının yeryüzündeki dağılımını da bu bölge için gözönüne alarak saati çalıştırdılar. Sonuçta ortaya bir Sahra savanası çıktı. Gölleri ve nehirleri dolduracak kadar yağmur, filleri ve zürafaları besleyecek kadar yeşillik ve ağaç demekti bu. Claussen modeli çalıştırmaya devam etti. Pozitif geribesleme tersine işlemeye başladı. Altı bin yıl önce Dünya’nın dönme ekseni önceki döneme göre daha az eğik hale gelmeye ve bugünkü açıya yaklaşmaya başladı. Perihelion kuzey yazından kışa doğru yönelmeye başladı. Kuzey yazları daha serin, Afrika musonu biraz daha zayıf, savanadaki bitki örtüsü ise daha seyrek olmaya yüztuttu. Bütün bunlar çok tedricî oluyordu; yörünge devirleri çok ince işliyordu. Fakat Claussen’in modeline göre 5.500 yıl önce sistem bir eşikten geçti: Sahra’daki bitki örtüsünün belli bir bölümü yokoldu, çıplak alanlar genişledi, yağışlar çok azaldı, çölleşme önü alınamayacak şekilde yayıldı. Başaşağı yuvarlanma gibiydi bu. Birkaç yüzyıl içinde serin ve nemli toprak kuma dönüşmüştü. Claussen, “bölge insanları, bir saatin parçalarının birbirine bağlı çalışması gibi kapsamlı bir işleyişin sonuçlarını yaşamış olabilir. Bu, Jüpiter ile akasya ağaçlarını, Dünya’nın dönme eksenindeki eğilme ile yaz musonlarını ve çöl kumunun parlaklığını birbirine bağlayan dişli çarklar gibi bir işleyiş olabilir. Çarklar döndü ve Sahra’nın manzarasını alıp bu insanlardan uzaklara taşıdı. Bütün bunlar çok hızlı oldu, kültürel hafızanın sınırları içinde kalan bir zaman aralığında” diyor. Bu ifadeler Kur’anı Kerim’deki “Güneş ve Ay bir hesap iledir. Yıldız ve ağaç secde ederler” (Rahman, 56) âyetini hatırlatmıyor mu?!.. Yıldız ve ağacın birlikte zikredilmesi bizim anlayamadığımız, bizi aşan mânâlarının yanısıra, bütün varlığın aynı ilim, hikmet ve kudret eli tarafından yaratıldığını, büyük küçük farketmeksizin tevhid sırrının bütün eşya ve hadiseler için geçerli olduğunu gösterdiği gibi, bunların bir sistemin birbirine bağlı çarklarının işleyişi gibi işlediği, hakikatini de ihtar etmektedir. İşte Kur’an’ın ifadelerinden 1400 küsur yıl sonra, bir bilim adamı Jüpiter gezegeni ile akasya ağaçları arasındaki tevhidî münasebeti müşahedeleri sonucunda belki kendine göre biraz felsefî bir espri içinde böyle dile getirmektedir. Arkeologlar son yirmi yılda Sahra’da, özellikle de Mısır’da bir hayli kazı yaptılar. Nil’in Sudan sınırından 100 kilometre200 kilometre


Çölü terkeden Sahra insanları Nil Vadisi’ne göçederken bu yeni tarım anlayışlarını, organize olmuş, hiyerarşik toplum modellerini de beraberlerinde götürdüler. Farafra’daki kazılarda bulunan çakmaktaşından yapılmış bıçak ve diğer bazı aletlerin Nil boyunca daha sonraki zamanlarda yeniden ortaya çıkması belli bir bilgi transferi olduğunu gösteriyor. Arkeologlara göre kültür tarımcılığının Nil’e batıdan geldiği anlaşılıyor. Çünkü bunlar Nil’deki geleneklerden tamamen farklıydı.


Bugün


Bugün Mısır ve Libya’da insanlar büyük kitleler halinde Farafra ve diğer vahalara dönmüş bulunuyorlar. Bugün Sahra’nın yeşil olduğu zamanlardan kalma yeraltı sularını toplayan ve insanların hizmetine sunan üçyüz metrelik kuyularla bir bakıma geçmişi yaşıyorlar. Trablus ve Libya’nın Akdeniz kıyısındaki diğer şehirleri, 400 kilometre güneydeki vahalardan su alıyorlar. Dev boru hatlarından biri, Pachur’un eski nehirlerinden birinin yolunu izliyor. Bazı vahalarda, fosil yeraltı suları geniş alanları sulamakta kullanılıyor . Farafra civarındaki bölgede bugün süpürge darısı yerine buğday yetiştiriliyor.


Bu tarlaların yeşilliği geçmişteki musonları getirecek kadar güçlü değil bugün. Eğer Milankoviç’in saati doğruysa, Sahra’nın tekrar yeşillenmesinden önce bir başka buzul çağı geçirmemiz gerekecek. Fakat bu tarifeyi hemen kabul etmek zorunda değiliz. Bugün karbondioksid ve diğer sera gazlarının yolaçtığı küresel ısınma bir veya iki yüzyıl sonra eğer kıyamet kopmazsa, Dünya’nın dönme eksenindeki eğilme ve yalpalamanın Holosen ortasında yaptığı şekilde yine musonu dürtebilir. Claussen modelinde bunu tahmin ediyor. Ve yaptığı simülasyon şu mesajı veriyor: Dünya’nın iklimlerindeki geribeslemeler geçmişte insan topluluklarını büyük ölçüde bozup dağıtan ani ve önemli iklim değişikliklerine yolaçtı ve biz bugün gelecekte bizi hangi değişikliklerin beklediğini bilemiyoruz.


Neticede görüyoruz ki, Kudret kalemi Kâinat kitabının bu yeryüzü sahifesinin üzerine de sürekli olarak yazıyor, siliyor ve değiştiriyor. Buradan alacağımız dersler olsa gerek. Şu âlemde herşeyin, ve herşeyin kendisine musahhar kılındığı insanın da fâniliğini gösteriyor Sahra çölünün serüveni. Kur’an’da anlatılan kıssada olduğu gibi, kimsenin bahçesinin güzelliğine aldanmaması, bunu kendisinden bilmemesi, “benim bahçeme hiçbirşey olmaz” şımarıklığına yeltenmemesi gerektiğini ihtar ediyor. Bir zamanlar bir yerlerde birileri de bir hayat yaşadı, tıpkı bugün bizim yaşadığımız gibi. Fakat bugün onlardan hiçbir ses ve hareket yok. Evet, herşey fâni, herşey ölümlü. Sadece O Bâki. Bir Ebedî ve Hakikî Sevgili’yi anlatanın dediği gibi: Elbâki hûvel Bâki ! 


Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ (sızıntı)

Kaynaklar

-Kunzig, R. (2000) ‘Exit from Eden’, Discover, January. Vol. 21, No. 1. New York.

25 Eylül 2021 Cumartesi

Osman Gazi Köprüsü



Osman Gazi Köprüsü ve Fatih Sondaj Gemisi
 

NEMRUT

 Hazreti İbrahim’in yaşadığı dönemde ülkenin hükümdarının veya makamının ismi.

Bunun böyle biliniyor olmasına, üstelik yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova’nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olmadığı gibi, ülkenin hükümdarının “Nemrut” olduğuna ilişkin bilgiler de “rivayet”ler halindedir. Çoğu “İsrailiyyat” kökenli efsanevî rivayetleri bir yana bıraktığımızda, “Nemrut”a ilişkin bilgilerimiz kıttır. Ve bunlar da tek sağlam kaynak olan Kur’an-ı Kerim’deki kıssalardan ibarettir.

Gerçekten de, Kur’an-ı Kerim’de, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssalardan birinde, kendisine “mülk” verilmiş bir kimsenin Hazreti İbrahim ile olan tartışması şu şekilde aktarılır: “Allah kendisine mülk verdi diye (şımararak) İbrahim ile Rabbı üzerine tartışanı görmedin mi? İbrahim, “Rabbım öldüren ve diriltendir” demişti de, o, ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim, “Allah, güneşi doğudan getirir; haydi sen de batıdan getir” deyince, o inkârcı dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez” (el-Bakara, 2/258). Bu ayette görüldüğü üzere, Nemrut ya da bir başka isim geçmemektedir. Hadis-i Şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz.


Efsanelerden daha farklı kimi ipuçları yakalamak amacıyla peygamber kıssaları ile ilgili oldukça ayrıntılara kaynaklık eden Tevrat’a baktığımızdaysa, Nimrod adına rastlarız: “Ve Kuş Nimrod’un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli aver idi; bundan dolayı: Rabbin indinde Nemrud gibi kudretli avcı, denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah’ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni bina etti; büyük şehir budur” (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).

Olayı bütünleştiren ve Hazreti İbrahim’le ilgili olan bir bölüm de de şöyle denir: “Ve Terah oğlu Abramı, ve Haran’ın oğlu, torunu Lûtu, gelini Sarayı, oğlu Abram’ın karısını, beraber aldı; ve Kenan Diyarına gitmek üzere Kildanîlerin Ur şehrinden onlarla çıktı; ve Haran’a geldiler ve orada oturdular. Ve Terakın günleri ikiyüz beş yıl oldu; ve Terah Haran’da öldü. Ve Rab Abrama dedi: “Memleketinden ve babanın evinden, sana göstereceğim memlekete git” (Tevrat, Tekvin, 11/31-32 ve 12/I).

Tevrat’ın bu cümlelerinden belirleyeceğimiz noktalar şunlardır:

Nimrod, Ham’ın oğullarındandır. Hazreti İbrahim ise, Sam’ın neslindendir. Nimrod, Şinar, Babil, Erek, Akkad, Kalne hükümdarıdır; Hazreti İbrahim, başlangıçta Kitdanilerin Ur kentinde oturmakta, sonra babasıyla birlikte Haran’a göçmektedir. Amaçları, Kenan illerine gitmektir…


Nimrod ile Ham arasında üç göbek vardır. Yani, Nimrod, Ham’ın oğlunun oğlunun torunudur. Hazreti İbrahim ile Sam arasında ise, sekiz göbek vardır.

Ninova, Nimrod zamanında yoktur; kenti Aşura kurmuştur.

Hazreti İbrahim’in Haran’da oturduğu anlatılmakta, ardından bir başka bab’a geçildiğinde O’nun göç etmesine ilişkin buyruğu görmekteyiz. Demek ki, ateşe atılma ve çıkış yeri Haran’dır. Haran ise, Nimrod’un kentleri arasında değildir. Bu bilgiler Tevrat’a göredir.

Bütün bu durumları dikkate aldığımızda Nimrod’un Nemrut olmadığı sonucuna varıyoruz. Ola ki, Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğundan, ondan yıllar sonra Hazreti İbrahim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu ünü dillerde dolaşan kişiye maledilmiştir.

Tarih kitapları da, kimi efsanelerle doldurulmuş olanlarını bir yana bırakırsak, Nemrut’tan söz etmezler. Ya da, söz edenler, işe, “Nemrut kimdir?” sorusunun yanıtını aramakla başlarlar. Bunlardan bir bölümü, Nemrut’un tanınmış Babil Hükümdarı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Kimileri ise, bir Babil hükümdarı olduğuna kesin gözüyle bakmakta; ancak, hangi hükümdar olduğunun belirlenemediğini ifade etmektedirler. Bunlara göre, Nemrut, Firavun gibi, Babil hükümdarlarının ünvanıdır; eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ilâveten Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sıralarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarına göre, “demek ki, Babil hükümdarlarının böyle bir ünvanı yok, her biri adlarıyla anılmakta” düşüncesiyle, “ünvandır” görüşüne iltifat etmemek gerekir.

Bu durumda, verilen tek isim olan Hammurabi’ye bakmak gerekecektir. Ancak aradaki zaman farkı pek olumlu ipucu vermemektedir. Nitekim İsrailoğulları’nın Mısır’a göçtükleri M.Ö.1780 yıllarında Hammurabi 12 yaşındadır. Mısır’a göçenler oğlunun torunu olduğuna göre, 12 yaşındaki bir çocuğun Hazreti İbrahim’e yetişmiş olması düşünülemez. Hazreti İbrahim’in Milattan 2000 yıl önce doğduğu “rivayet”ini esas aldığımızda ise, bu takdirde Mısır’a göç M.Ö. 1630’larda olmuş olur ki, bu da Hammurabi’nin ölümünden sadece 56 yıl sonradır. Yine, zaman uyumu yoktur. Hele bir de, Hammurabi Kanunları’nın Hazreti Mûsâ şeriatından alındığı yolundaki görüşe iltifat edecek olursak, araya giren zaman daha da büyüyecektir.

Öte yandan, Nemrut’a ilişkin rivayetlerde sözü edilen “doğum” ve “ırmak”a bırakılma olayının benzeri bir başka rivayette, Akad devletinin kurucusu Sargon için anlatılır. Sargon, M.Ö. 2350’lerde yaşamıştır. Hazreti Mûsâ ile arasında 650 yıl vardır. Bunun 430 yılı Mısır’da geçtiğine göre, geriye kalan yaklaşık 200 yıl, Hazreti İbrahim’in torununun oğluna kadar geçen süreye pek uygun düşmektedir. Hazreti İbrahim’in M.Ö. 2000’lerde yaşadığı “rivayet”i ile pek bağdaşmasa da, Hazreti Musa’nın yaşadığı yıllardan çıkarak yaptığımız hesap, Hazreti ibrahim ile Sargon’un çağdaş olabileceğini göstermektedir. Nitekim, yine Nemrut’a ait rivayetlerde anılan “savaşarak devleti ele geçirme” olayı da, Sargon’un tarihsel kişiliğine uymaktadır. Belki ileride Nemrut’un tarihsel kimliği tam olarak belirlenecektir. Ama, şu aşamada Sargon’un Nemrut olma olasılığı, Hammurabi’ye göre, çok daha büyüktür.

Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan birşey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hazreti İbrahim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’an-ı Kerim’in haberleri ile sabittir.


Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İbrahim ile Nemrut’un savaşımına ilişkin ayetlerin sayısı 91’i bulur. Üstelik bunlardan bir bölümü de oldukça uzun metinlerdir. Bu bakımdan, Nemrut’u tanıtmak için bu ayetleri ve onlardan derlenen gerçek bilgileri teker teker sıralamak mümkün olmayacağından, konunun “icmalen” aktarılması daha uygundur.

Nemrut’un toplumunda putlara tapılmaktadır (el-Enâm, 6/74; Meryem,19/42, 48; el-Enbiya, 21/52, 57, 66; eş-Şuarâ, 26/70, 71; el-Ankebut 29/17, 25; es-Saffat, 37/85, 86, 95). Onların yeyip içtiğine (es-Saffat, 37/91), konuştuğuna (es-Saffat, 37/92) inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifa umulmakta; yaratanın onlar olduğu sanıldıktan başka, ölüm de onlarda görülmekte ve kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır (eş-Şuarâ, 26/78-82). Toplumda ahiret inancı yoktur (el-Ankebut, 29/19, 20). Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir (el-Enâm, 6/74-79).

Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta (el-Enbiya, 21/58), hem putların bakımını üstlenmekte (es-Saffat, 37/91), hem de onları inanmayan kimselere karşı canla başla savunup, üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar (el-Bakara, 2/258; el-Enâm, 6/76-80; el-Enbiya, 21/55, 59, 60; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Bu dindarlık, heykelcilik (el-Enbiya, 21/52; es-Saffat, 37/95) gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını” (el-Ankebut, 29/ 17) halindeki bir ‘edebiyat’ ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.

Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır (el-Enbiya, 21/61). Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz (el-Enbiya, 21/52-54; eş-Şuara, 26/7174). Geleneklerle şartlanmışlıklarından ötürü, insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka birşey yapamaz durumdadırlar (el-Enbiya, 21/58-65). Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hattâ ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadırlar (el-En’am, 6/80; Meryem, 19/46-48; el-Enbiya, 21/68; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiç bir şeyi ciddiye almayan ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddi bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur (el-Enbiya, 21/55).

Kur’an-ı Kerim’in Hazreti İbrahim’le ilgili kıssalarda yer alan 91 ayetine topluca baktığımızda, Nemrut toplumu hakkında bize çok ilginç ve önemli ipuçları verecek bir başka belirleme daha yapabiliriz. Ayırım yapmaksızın sıralayacak olursak, bu ayetlerde, “tanrı” kavramı eksenli dört kelime/ isimle karşılaşırız. Allah, Rahman, rab, ilâh ve put…

Bunlardan ilâh ya da ilâhlar sözcüğü yedi yerde geçmektedir. Put kelimesi sekiz yerde kullanılmıştır. Yıldız, ay ve güneş birer kez dile getirilmiştir. Rahman, tek bir ayette anılmaktadır. Ve, Rab adı, bütün ayetlerin çevresinde döndüğü bir eksen durumundadır. Hem Yüce Allah’tan, hem de Nemrut toplumunun tapınmakta olduklarından haber verilirken “Rab” kelimesi ağırlıklı bir biçimde vurgulanarak kullanılmıştır.

İkinci husus, gerek Hazreti İbrahim ve gerekse Nemrut kavmi, putlar için “Rab” kelimesini hiç kullanılmamaktadırlar. Onları anlatmak için kullanılan kelimeler “taptıklarınız” ve “ilahınız/ilahlarınız” biçimindedir ve Nemrut halkı, ancak, gök cisimlerinden söz edildiğinde “rab” kelimesini kullanmaktadır.

Üçüncü hususa gelince: Hazreti İbrahim, sürekli bir biçimde “Allah’tan başka taptıklarınız” anlatımını vurgulamakta ve Allah adını devamlı olarak dile getirmektedir.


Bu üç husustan çıkarılacak kimi sonuçlar vardır:

Nemrut toplumunda putlara tapınılmasına karşın, onlara “rab” gözüyle bakılmamaktadır. Rablık, ancak, gök cisimlerine tanınmaktadır.

Toplum, Cahiliye arabı gibi. Allah’ın varlığından haberli bir toplumdur.

“Allah’ın kendisine hükümranlık verdiği kimse” de Rab sayılmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrahim karşısında kendini böyle tanıtmıştır.

Nemrut toplumunda tapınılmakta olan putlar, “rab” değilse, nedir? Putlar, “dünya hayatında Allah’ı bırakmış” olan bu toplum için, doğrudan doğruya bir “dostluk vesilesi” dir (el-Ankebut, 29/25). İşte, bu nokta belirlendiğinde, artık, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssaların niye baştan başa “Rab” kavramıyla donanmış olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Demek ki, toplum üyeleri için aralarında bağ ve bağlantı kurucu bir “gözetici”, bir “yüklenici”, bir “gereksinme karşılayıcı”, bir “düzenleyici”, bir “eğitici”, bir “seçkin”, bir “sözü dinlenir”, bir “üstünlüğü onaylanır” varlığa gereksinme duyulmaktadır. Bu, her türlü ilişkiyi üzerine kurabilecekleri, her şekil bağlantıya dayanak yapabilecekleri, her çeşit dayanışmada aracı edinebilecekleri, her nevi işlerinde tutunabilecekleri bir şey olmalı ve üstelik kendileri nasıl yorumlarsa, o konumda sayılabilmelidir. İşte “putların dostluklar için vesile kılınması” olayındaki etki budur.

Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kılmış bu insanların “dostluklar”ı ile bir ehram oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablık ettiği bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rablığını Hazreti İbrahim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”… Evet; gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik ehram… Dostluk, bilindiği Üzere, “velâ” anlamında bir dostluk… Hazreti İbrahim’in topluluğa karşı kullandığı Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbıdır. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O’dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum, O’dur” (eş-Şuarâ, 26/75-82) cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda… Kulların rablığının, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum “Nemrut” da tepedeki “rab”tır:

Bir yaratığın rablık davasına kalkışması… Bir insanın Allah’tan başka rab veya rablar edinmesi ya da başkalarına böyle bir kapı açması… Bir kimsenin Yüce Allah’ın gönderdiği elçiyi yadsıması, öldürmeğe kalkışması, hattâ onu ya da herhangi bir insanı zulmen öldürmesi… Hele peygamberi ateşe atmak… Bunlar, hep, Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.

Ama, onun asıl “Nemrutluk”u bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hattâ yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya yaşamında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar “vesile” edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiye putların vesile kılınmış bulunduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar “Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır, ayrıca… Böylece, insanların “can”ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, “mal”larını yönlendirebilme gücü, “akıl”ları denetim altına alan gelenekler birikimi “edebiyat”ı oluşturma imkânı, “nesil”leri uyumluca yoğurabilme işlevini veren “eğitim”i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silah gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut’un asıl “Nemrutluk”u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah’a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir.

Kaynak:sevde.de(Zübeyr YETİK)

Güneş ve Dünyamızın Akibeti

 Bir an için şöyle düşünelim: yaşadığımız İstanbul şehri Dünya’daki birçok şehirden bir tanesidir. Dünya ise 9 gezegenden biri olup, Güneş sistemimizin bir üyesidir. Güneş ise Galaksimizde, Orion kolunda Galaksi’mizin merkezinden yaklaşık olarak 27.000 ışık yılı uzakta milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesidir. Buradan da anlaşıldığı gibi, insanoğlu yüzyıllardır düşünme etkinliğini kullanarak, bir takım kavramlar geliştirerek kendini deyim yerinde ise uçsuz bucaksız Evren’de, bir yere konumlandırma becerisini göstermiştir. Bizler, kendimizi Evrende bu şekilde konumlandırdık, 


 


Galaksi’mizin merkezinde dolanan milyarlarca yıldızdan bir tanesi olan Güneş ve üzerinde yaşamın bulunduğu Dünya üzerinde, Güneş’ten ısı ve ışık alarak yaşamını sürdürebilmektedir. İçinde yaşadığımız gezegenimizde, etrafımıza baktığımızda yaşamlarının farklı aşamalarında insanların olduğunu görüyoruz: Yeni doğan bebekler, genç insanlar, yaşlı insanlar ve ölmüş insanlar. Gökyüzündeki yıldızlar da tıpkı insanlar gibi yaşamlarının farklı aşmalarında bulunmaktadırlar: Yeni doğan yıldızlar, genç yıldızlar, dev yıldızlar, süper dev yıldızlar, süpernovalar, ve bunların ölmüş biçimlerinin belirtileri olan beyaz cüceler, nötron yıldızları ve kara delikler. 


Bize hayat veren Güneş, bu zincirde genç bir yıldızdır. Doğal olarak, evrim geçirerek bir sona gelecek, dolayısıyla da içinde yaşadığımız Dünya’yı da aynı sona götürecektir. Böyle bir süreç içersinde sürekli çoğalarak neslimizi devam ettirdiğimiz biz insanlara ne olacak, bir başka ifadeyle Güneş ve Dünya’mızın akıbeti ne olacak? Başka yıldızlara gidebilecek miyiz? Bu sorulara şu şekilde yanıt bulmaya çalışalım.



Güneş Nasıl Oluştu?



Alman filozofu Kant (1755)’a göre; başlangıçta dağınık olan maddenin ötekilere göre daha yoğun bulunduğu bölgelerde toplaşması sonucunda Güneş oluştu. Laplace (1796)’a göre, başlangıçta dağınık ve tek bir bulutsu yavaş bir şekilde büzülmekteydi. Giderek bu bulutsu daha hızlı dönmeye başladı. Hızlı dönmeyle yaratılan merkezkaç kuvvet, bu bulutsudan bazı parçaları koparıp, uzaklara attı. Kopan bu parçalar ise gezegenleri oluşturdu. Kant’la başlayan ve Laplace’ta şekillenen Güneş ve sisteminin oluşumu, sonraları daha ayrıntılı bir şekilde irdelenerek başka hallere çevrilmiştir.



Acaba Güneş’in oluşumu türbülans teorileriyle açıklanabilir mi?



Türbülans, farklı uzunluklarda bir arada olan girdaplardır. Dönen ve türbülans halinde olan gazın çökmesi ile Güneş oluştu. Daha sonra, gaz içersindeki küçük girdaplar dağılıma uğrayarak yoğun bölgeleri oluşturdu. Bu yoğun bölgelerin (yoğunlaşmış çekirdeklerin) gezegenleri oluşturduğu ileri sürülmüştür. Türbülansı hareket ettiren şey nedir? Halihazırda bu soru tatmin edici bir şekilde yanıtlanamamıştır. Sonuçta türbülans teorisi reddedilmiştir. 


Yoksa Gelgit ve Nebula Teorileri mi?



Başka bir yıldız, ilkel Güneş’e yaklaştığında gelgit etkisi yaratarak Güneş’ten çok büyük ve çok sıcak materyal kopardı. Kopan bu büyük gaz parçaları soğuyarak ayrı ayrı parçalara yoğunlaştı ve gezegenleri oluşturdu. Halbuki, gelgit etkisi ile koparılan parçalar çok sıcak ise, bu parçalar genişler ve dağılıma uğrarlar ve gezegen oluşamaz. Bu nedenden dolayı, gelgit teorisinden vazgeçilmiştir.



Nebula Teorileri



İlkel Güneş nebula’sı, başlangıçta dağılıma uğramış yavaşça dönen bir gaz bulutu idi. Gaz bulutu tedrici bir şekilde kendi çekimi altında büzüldükçe, ekvatordaki merkezkaç kuvvetler bu yapıdan halkalı maddenin atılmasına neden oldu. Burada, tek başına merkezkaç kuvvet rol oynamış olsa idi, büzülen gaz, halkalar geliştirmekten ziyade yassılaşmış olurdu. Nebula Teorisi sonraları değiştirilmiştir. Yapılan hesaplar şunu göstermiştir; gezegenleri oluşturmak için sürekli bir disk formunda yeteri kadar madde atılmasına, Güneş sisteminin gözlenen açısal momentumu kafi gelmez. Bununla birlikte, dolanan partikül halkalarından itibaren gezegen ve uydu oluşumunu açıklamaya çalışmak çekici gelmektedir.



Galiba Yığışma Teorisi



Güneş sistemi’nin oluşumuna ait modern görüşe göre, başlangıçta civarındaki ortam ile bir basınç dengesini koruyan yavaşça dönen bir gaz bulutu vardı. Nebula olarakta adlandırılan bu gaz bulutu on milyonlarca yıldır sıradan bir bulut olarak duruyordu. Belki de, spiral bir yoğunluk dalgasının geçişi ile sıkışma sonucunda, bu civarda büyük kütleli bir yıldız doğdu ve bu büyük kütleli yıldız bir süpernova patlaması geçirip öldü. Süpernova patlaması ile üretilen şok dalgaları sözünü ettiğimiz buluta çarparak çökmesine neden oldu. Böyle bir ivme ile bulut çökmeye ve dönmeye başladı. Bulut hızlı bir şekilde döndükçe manyetik kuvvet çizgileri ile sarıldı. Manyetik alan kuvvet çizgileri merkezdeki korun dönme hızını yavaşlatırken, en dış halkada kalan maddeyi daha hızlı döndürdü. Bu yüzden açısal momentumun çoğu, ilkel güneş nebulasının en dışındaki maddede kaldı. Yapılan hesaplar Güneş’in bugün gözlediğimizden çok daha hızlı bir şekilde dönmesi gerektiğini göstermektedir. Fakat, bugün Güneş 2 km/sn lik bir hız ile yavaş dönmektedir. Bunun nedeni de, Güneş’in ömrünün ilk bir kaç milyar yıl süresinde, rüzgarlar ile kütle kaybederek, açısal momentum kaybetmiş olmasındandır.



Hızlı bir şekilde çöken bulut yavaşça dönen yoğun bir kor geliştirdi ve Güneş’i oluşturmak için ayrılarak, dönen bir gaz bulutu ile kuşatıldı. Bu gaz bulutu proto nebula (ilkel güneş bulutu) olarak adlandırılır . Bu ilkel Güneş bulutu pek çok toz partikülleri ile gaz atomlarını içermektedir. Dönen bu ilkel Güneş bulutundaki gaz ivmelenerek, bulut içersine düşmekten kurtuldu. İlkel Güneş’in başlangıçtaki büzülmesi sırasında, gaz o kadar sıcaktı ki (2000 oK), bu sıcaklık daha önce den mevcut olan toz grenlerini (zerrecikleri) eritmiş olmalıydı. İlkel Güneş’in dışarısındaki gaz soğudukça, yeni toz zerrecikleri çoğunluğu kar taneleri formunda yoğunlaştılar. İlk önce metalik ve erimeyen toz zerrecikleri oluştu. Sıcaklık düştükçe buharlaşabilen buzlu toz zerrecikleri oluştu. İlkel Güneş bulutundaki, katı toz partikülleri soğuyarak, ilkel Güneş’in ekvator düzlemindeki gazın bulunduğu son derece ince bir disk içersine doğru düştüler. Toz partikülleri, tek tek gaz atomların-dan daha ağır olmasına rağmen, toz bir disk içersine çöktükçe, gaz küçük bir direnç gösterdi. Soğuk tozdan ibaret ince disk çekimsel olarak kararsız kaldı. Toz zerrecikleri, basınç kuvvetleri tarafından engellenemediler ve daha yoğun bölgelere doğru düştüler. Sonuç olarak, toz zerrecikleri, etrafındaki toz grenleri ile etkileşerek küçük yığınlar şeklinde biçimlenmeye başladı. Toz greninin kendi çekimi, kendi basıncına üstün gelerek yığınlar oluştu. Bu yığınlar, bugünkü gezegenler arasında bulunan asteroidler şeklindedir. Bu yığınlar, planetesimaller olarak adlandırılmaktadır. Bugün gözlediğimiz asteroidler ve kuyruklu yıldızların çekirdekleri planetesimallerin kalıntılarıdır.


 


Soğuk toz grenlerinin bir araya gelerek yığınlar oluşturması azda olsa bir muammadır. Bunun için şöyle bir senaryo düşünülmektedir: Bir olasılıkla, toz grenlerinde buz hakimdi ve bu toz grenleri tüy gibi yumuşak idiler. Böylelikle de kolaylıkla birbirleri ile birleştiler. Tıpkı kar tanelerinin bir kartopu şekline sıkıştırılmaları örneğinde olduğu gibi. Oluşmakta olan Güneş’in etrafında yörüngede dolanan Planetesimallerin biri, diğeriyle etkileştiler. Küçük kaya parçaları şeklinde olan bu Planetesimaller, büyük olanlarla çarpıştılar ve kırıldılar. Daha çok etkileşmeler meydana geldikçe kalıntılar bir araya toplanarak, katı kaya içersine sıkıştırıldılar. Sonunda bu yapılar, gezegen boyutlarına kadar geldiler. Planetesimallerin çoğu 100 milyon yıl içersinde, gezegen ve uydulara dönüştüler. Diğerleri büyük cisimler ile etkileşerek harcandılar. Oluşan gezegen, kalıntılarını kendi yörüngesinde topladı. Bugün için, Ay, Merkür ve Mars üzerindeki krater çalışmaları şunu göstermektedir; 4.5 milyar yıl önce krater oluşum hızında şimdiki ile karşılaştırıldığında bin kat bir artış vardı. Bu kraterler ancak, 100 km veya daha fazla çapa sahip asteroid boyutundaki planetesimallerin çarpmasıyle meydana gelmiş olabilir.


Bu arada genç Güneş parlamaya başladı. Güneş ışınları, etrafındaki toz örtüsüne nüfus ettikçe, enerji girişi oluşan gezegenlerin özelliklerini etkiledi. Güneş’in yakınında ısı çok yüksekti, ve buzları buharlaştırdı. Sadece erimeyen kaya benzeri ve metalik partiküller kalabildi. Bu yüzden Güneş’e yakın olan ve iç gezegenlerde yoğun kaya maddeleri oluştu. Bu gezegenler nispeten küçük kütleye sahip olduklarından çok fazla miktarda hidrojen ve helyum tutamadılar. Güneş sisteminin dış bölgelerinde, sıcaklıklar buzları eritemeyecek kadar düşüktü. Daha büyük kütleli gezegenler buralarda oluştular ve büyük kütlelerinden dolayı hidrojen ve helyumu tutabildiler. Bu suretle, en dıştaki dev gezegenler daha büyük kütleli fakat nispeten düşük yoğunluğa sahiptirler. Çoğunlukla hidrojen ve helyum’dan ibarettirler. Jüpiter ve Satürn sıvı metalik hidrojen korlarına sahiptirler, bu gezegenlerin merkezlerinde daha ağır elementler kaya benzeri bir çekirdek oluşturur. Hidrojen öyle bir basınç altındadır ki elektronlarını kaybetmiş ve bir metal gibi davranır. Hızlı dönmelerinin bir sonucu olarak, gezegenler çok kuvvetli manyetik alanlar üretirler. Bu manyetik alanlar, Jüpiter’in etrafındaki radyasyon kuşaklarındaki elektronları ivmelendirerek ve radyo emisyon patlamalarını harekete geçirerek kendilerini gösterirler. Dış gezegenlerin uyduları, buzlardan meydana gelen hafif elementleri tutabilmişlerdir. 


Bu modern yığışma teorisine göre, çoğu gezegenler, ilkel Güneş’in etrafında yassılaşmış bir disk içersinde dolanan pek çok küçük cismin bir araya toplanarak yığılmasından oluştular. Bu teori gezegenlerin bir merkez etrafında ve kendi ekseni etrafındaki dönmelerini açıklamaktadır. Uranüs istisnadır. O zaman Uranüs, birkaç yada iki cismin birleşmesinden oluştu. Bu onun dönme ekseninin rastgele yönlenmesi ile sonuçlandı ve ekliptiğe olan 90 derecelik eğimini açıklayabildi. 


Buraya kadar, ilkel Güneş ve gezgenlerin oluşumu açıklanmaya çalışıldı. Peki bu ilkel Güneş, anakol’a gelip parlamaya başlaması nasıl oldu.


 


Yaklaşık 4.5 milyar yıl önce, bir yumru süpernova patlaması ile uzaya atılan ağır elementler ile zenginleşen yıldızlararası gaz ve tozu kendine doğru çekti ve çekimsel olarak büzülmeye başladı. İçeriye doğru çöken trilyonlarca gazın ağırlığı altında kalan kor büzüldü. Kor, çekimsel ve kinetik enerjisini ısı enerjisine dönüştürdükce, sıcaklığını 30 oK den yaklaşık 180.000 oK e kadar artırdı. Bu aşamada üretilen kordaki ısı, çekimsel enerjiyi dengeleyerek dış tabakaların içeriye doğru çökmesini engelledi. Böylelikle, ilkel Güneş bir denge durumuna geldi. İlkel Güneş sürekli hareket halinde bulunan sıcak ve soğuk gaz kürecikleri halindeydi. Sıcak kordan çıkan ısı hızlı bir şekilde yüzeye doğru yükseldikçe, üst taraflardaki soğuk halde bulunan gaz sıcak madde ile yer değiştirerek merkeze doğru düştü. Bu şekilde ilkel Güneş’te, ilk defa enerji taşıma prosesi meydana geldi. Bu proses konveksiyon olarak bilinir. Konveksiyonun devreye girmesiyle korun basınç ve sıcaklığı düştü. Bununla birlikte, ısı kordan yüzeye doğru taşınmasıyla, en dış tabakalardaki soğuk ve büyük kütle, merkeze doğru düşerek koru sıkıştırdı ve yoğunluğunun artmasına, sıcaklığının da 4 milyon oK’e yükselmesine neden oldu. İşte bu sıcaklık, kordaki hidrojeni helyuma dönüştürerek nükleer reaksiyonları başlattı. Bu şekilde Güneş, yıldızlararası bulutun şok dalgaları ile sıkıştırılmasından itibaren oluşan ilkel Güneş bulutundan anakola 30 milyon yıl gibi bir süre içersinde gelip ışıma yapmaya başladı


 


Güneş’in anakoldaki ömrünü şu şekilde hesaplayabiliriz. Güneş’in yüzeyinden saniyede yayınlanan enerjisi,


Lo= 4 p R2 s T4



Bu bağıntıda, R: Güneş’in yarıçapı, T : Güneş’in etkin sıcaklığı, s : Stefan-Boltzman sabiti dir.



Lo = 4 x 3.14 x (700.000 km)2 x 7.56 x 10-15 x (5780)4 = 3.8 x 1033 erg/sn



Güneş’in korunda, hidrojen çekirdeklerinin, helyuma dönüşmesinden ileri gelen kütle eksilmesi 0.007 kadardır. Güneş’in koru, toplam kütlenin %10’unu içerir. O zaman Güneş’in toplam nükleer rezervi, c: ışığın hızı , M: Güneş’in kütlesi olmak üzere,



Eo = 0.007 x M x c2 = 0.007 x 0.1 x 2 1033 x (3 1010)2 = 1.26 x 1051 erg


T = (1.26 x 1051) / (3.8 x 1033) ~ 10 milyar yıl



Bu hesaba göre, Güneş’in ömrü 10 milyar yıldır. Yapılan hesaplar Güneş’in bugünkü yaşını 4.5 milyar yıl olarak vermektedir. Demek ki, Güneş’in geriye 5.5 milyar yıllık bir ömrü kalmaktadır. Güneş şimdi 4.5 milyar yıl yaşında , anakolda bulunmakta ve bize ışınım göndermektedir. Acaba bu ışınımın geldiği Güneş’in içersinde ne olup bitmekte buna bir bakalım.


Bugünkü Güneş


Güneş’in merkezinde, dört tane hidrojen çekirdeği, bir helyum çekirdeği oluşturmak için birleştikleri zaman aradaki kütle miktarı enerjiye dönüşür. Helyum çekirdeği, dört tane hidrojen atomundan bir miktar daha az kütleye sahip olduğu için aradaki bu kütle farkı enerjiye dönüşür. İşte bu olaylar Güneş ışığının orijini olmaktadır. 


 


Güneş’in merkezinde sıcaklık 15 milyon oK, yoğunluk ise katı kurşunun yoğunluğunun 12 misli kadardır. Enerji, Güneş’in merkezinden dışarıya nasıl çıkar? Güneş’in yapısı bir dizi kabuk veya tabakalara göre tarif edilebilir . Nükleer reaksiyonlarla, dört hidrojen atomu bir helyum atomunu oluşturduğunda kaybedilen kütlenin açığa çıkardığı fotonlar bildiğimiz Gamma ışınlarıdır. Bu Gamma ışını şeklindeki foton, Güneş’in korundan yüzeyine düz bir çizgide hareket etse idi Güneş’in yüzeyine 2.5 sn de gelirdi. Bizim gözümüze de 8.5 dakikada ulaşırdı. Gerçekte ortalama olarak foton, 10 milyon yılda Güneş’in korundan yüzeyine gelir. Bu fotonlar yolları üzerinde yüklü partiküller ile çarpıştıklarında enerji X ışınları şeklinde yayınlanır. Korda nükleer reaksiyonlar ile oluşan Gamma enerjisinin Güneş’in içersinden dışarıya doğru hareket etmeye başlaması X ışınları şeklinde ve herhangi bir doğrultuda ve rastgele muhtemelen geriye doğru yayınlanabilir. Foton sonuçta düzensiz zig-zag bir yol izler. Güneş’in radyasyon bölgesi 1 milyon km. ye kadar uzanmaktadır. Bu bölgenin dışında plazma soğumaya ve seyrelmeye başlar. Yoğunluk Güneş’in merkezinden yüzeyine olan uzaklığın yarısında suyun yoğunluğu ile eşit değerdedir. Radyosyon bölgesinin dış kenarında sıcaklık, 500.000 oK dir.


 


Bu şartlar altında gaz atomlarının absorbladıkları enerji, atomların ısınmasına neden olur. Gaz atomları, konveksiyon bölgesi olarak bilinen kabuğun altında boşalan enerji ile kaynatılırlar. Alttan ısıtılan konveksiyon bölgesindeki materyal, tıpkı bir sobanın üzerindeki bir tavada bulunan bir su örneğine benzetilebilir. Sıcak materyal bu bölge içersinde yukarıya doğru yükselir, sonra enerji kaybetmiş olan ve foton yayınlayarak soğumuş olan yüzeydeki materyalle yer değiştirir. Konveksiyon bölgesinin üstü, Güneş’in görülebilir parlak yüzeyine tekabül eder. Fotosfer olarak isimlendirilen bu seyrek bölgenin sıcaklığı 5800 oK dir. Basıncı, Dünya atmosfer basıncının 1/6’sından daha düşüktür.




Yoğunluk ise suyun yoğunluğunun milyonda birinden daha az bir değerdedir. Gördüğümüz ışık bu tabakadan gelir. Bu tabakaya bu nedenle Işık küre adı verilir. Bu tabaka 500 km kalınlığındadır. Güneş lekeleri bu bölgede gözlenir.



Enerji milyonlarca yıl zig-zag hareketi ile konveksiyon bölgesine gelir. 90 gün içersinde konveksiyon bölgesinin içersine taşınır. Daha sonra 150 milyon km. uzaklıktaki dünyaya 8.5 dakikada ulaşır. Fotosferin üzerindeki Güneş atmosferi seyrelmiş gaz halindedir. Fotosferin üzerinde 10.000 km ye kadar uzanan bir renk küre olarak bilinen kromosfer tabakası vardır. Kromosfer’in sıcaklığı 20.000 oK’e varır. Kromosfer tam güneş tutulmaları sırasında görülebilir. Kromosfer’in üzerinde binlerce hatta milyonlarca km. ye uzanan, korona (Taç küre) olarak adlandırılan bir tabaka vardır. Güneş’in koru hidrojen yanması süresince 15 ila 20 milyon oK bir sıcaklığa sahip iken bu sıcaklık fotosferde 5780 oK’e kadar azalırken kromosferde 10.000 ila 20.000 oK’e kadar çıkar. Koronada ise bu değer 2 milyon oK’e kadar varır. Fotosferin tam altındaki konvektif bölgede, sürekli türbülans ve yükselen ve alçalan gaz kolonları son derece gürültülüdür. Neticede ses dalgaları şeklinde yaratılan enerji, kromosferdeki ve koronadaki yoğun ısının sebebidir.



Güneş’in Akibeti


Güneş gibi bir yıldızın ömründeki ilk durak ve en uzun yol anakoldur. Güneş bu anakolda 5.5 milyar daha kalacağa benziyor. Anakolda Güneş’in korunda, termonükleer reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkan enerji o kadar yüksek olur ki oluşan iç basınç, korun çekimsel olarak büzülmesini dengeler ve Güneş uzun süre kararlı kalır.


Güneş’in korunda, hidrojenin helyuma dönüşmesi ile korda hidrojen miktarı azalır ve bir süre sonra içteki basınç artık çekim kuvvetine karşı koyamayarak, hızlı bir şekilde büzülmeye başlar. Korda hidrojenin azalıp helyum’un hakim olmaya başlaması ile, helyuma dönüşmemiş korun etrafındaki hidrojen dış tarafa doğru itilir. Kor halen çökmeye devam etmektedir. Güneş’in koru içeriye doğru çöktükçe, korun dış kısımlarında ince bir tabakada bulunan hidrojen, yeterli bir sıcaklığa (10 milyon oK) ulaşarak hidrojeni ateşler. Fakat, burada üretilen enerji çökmekte olan Güneş’i dengede tutamaz. Güneş’in bu ince tabakasında üretilen enerji bu sefer dış zarfa kinetik enerji vererek, Güneş’in genişlemesine neden olur. Bu durumda kor çökmesini sürdürmekte, hidrojenin yandığı tabakanın üstündeki dış zarf genişlemektedir. Güneş bu durumda genişlerken (yarıçapını %75 arttırırken) yüzey sıcaklığını düşürür. Sonuçta Güneş, sabit bir ışıma gücüne sahip olur. Güneş’in bu durumdaki parlaklığı, bugünkünden iki kat daha parlak olur. Bu durumda Güneş’in yaşı 10.6 milyar yıldır.


 


Bu değişiklikler, Dünya’daki yaşamı nasıl etkileyebilir? Güneş’in parlaklığının artmasıyla ilk etki, okyanusların yoğun bir şekilde buharlaşması olacak. Bu buharlaşma atmosfer tarafından tutularak sera etkisi ile yoğunluk artacak. Bu durum, bugünkü Venüs gezegenindeki şartlara benzeyecek. Güneş’in morötesinde yayınladığı radyosyonu, atmosferde bulunan su moleküllerini parçalayarak, hidrojenin uzaya kaçmasına neden olacak. 


Halen Güneş’in koru çökmekte ve dış zarf genişlemektedir. Güneş Hetzsprung-Russell (HR) diyagramında kırmızı dev kolunun en üst noktasına gelirken, manzara şu şekildedir: Güneş çapını 0.5 A.B (1 A.B = 150.000.000 km) artırarak, yüzey sıcaklığı 3500 oK olan gökyüzünde M spektrel tipinde bir dev yıldız olarak parlayacaktır. Güneş’in bu M spektel tipinden dev haline Dünya’dan bakıldığında bugünkü halinden 100 kat daha büyük görülecektir.


 


Güneş kırmızı dev kolunun en üst kısmına geldiğinde, Güneş’in koru 100 milyon oK e ulaşır. Ve korda hakim olan helyum bir anda parlar. Bu olay helyum parlaması (flash) olarak adlandırılır. Güneş, bugünkü parlaklığının 1000 katı kadar bir parlaklığa ulaşır. 


Kordaki helyum parlamasıyla helyum düzenli bir şekilde yanmaz. Bu olayın neticesinde, Güneş’in iç yapısında büyük ölçüde değişimler meydana gelir. Helyum parlaması ile Güneş’in koru genişlemeye ve Güneş’in dış zarfı küçülmeye başlar. Helyum parlaması Güneş’in iç yapısı ile ilgilidir. Bu olay gözlemlerle doğrudan gözlenemez. Kor halen genişlemekte, dış zarf büzülmektedir. Güneş bu şekilde yarıçapını küçültüp, yüzey sıcaklığını artırarak HR diyagramında kırmızı dev koluna paralel bir şekilde inerek yığılma yeri olarak bilinen yere gelir. Gökyüzünde bugün için gözlediğimiz birer K devi olan Aldebaran ve Arcturus yıldızları HR diyagramının bu bölgesinde bulunur. Burada, belirli bir süre sonra helyum düzenli bir şekilde yanmaya başlar. Güneş’in korunda helyumun yanması ile hangi elementler meydana gelir?


Güneş’in korunda helyum, 100 milyon oK sıcaklığında yanarak karbon elementine dönüşür. Bu aşama 3a reaksiyonları olarak adlandırılır. Güneş’in korunda bulunan 3 tane helyum atomu birleşerek karbon atomunu oluşturur. Zaman ile Güneş’in korunda karbon hakim olmaya başlar, helyum ise korun dış tarflarına doğru itilir. En içte karbondan ibaret bir kor ve etrafında iki tane kabuk. İçteki kabukta helyum, dıştaki kabukta ise hidrojen yanmaktadır. Güneş’in korunda karbon hakim olmaya başladıkça nükleer reaksiyonlar çekim kuvvetini dengeleyemeyerek Güneş’in koru ve etrafındaki tabakaları ile çökerken, dış tabakalarda bulunan helyum ve hidrojen çekim etkisiyle yanmaya başlar. Çift kabukta bu şekilde yanmayla Güneş’in dış zarfları genişler buna karşın Güneş’in korunda yeterli enerji üretilemediğinden Güneş’in koru çöker. 


 


Bu durumda Güneş, Hertzprung-Russell diyagramında asimptotik dev kolu boyunca hareket ederek ışıma gücünü artırarak en üst noktaya gelir. Bu aşamada Güneş’in, Dünya’nın yörüngesine kadar şişmesi bekleniyor. Dünya’nın yörüngesi, bu şişmiş zarfın içersine girdiğinde gazlarla sürtünerek yörüngesel enerjisini kaybedecek ve iç tarafa doğru spiral çizerek yutulacak. Isı, Mars gezegeninde ise bahar şartlarını başlatacak.


Asimptotik dev kolunda, Güneş parlamaya başladığı zaman zarfı kararsız kalır ve puls (titreşim) yapmaya başlar. Bu aşamada Güneş artık gökyüzünde uzun peryotlu değişken Mira tipi bir yıldızdır. Mira tipi değişken yıldızların spektrumları incelendiğinde, bu tip yıldızların şiddetli pulsasyon (titreşim) mekanizması ile şok dalgaları ürettikleri görülmüştür. Asimptotik dev kolunda, Güneş, çok yüksek bir hızda kütle kaybeder. Burada Güneş’te üretilen şok dalgaları, Güneş’in yüzeyinden gazı yıldızlararası ortama atar. Gazın bir kısmı toz olarak isimlendirilen birbirlerine gevşek şekilde bağlanmış katı toz zerrecikleri haline yoğunlaşır. Güneş’ten gelen radyasyon tozu iter. Toz da saniyede onlarca kilometreye varan bir hız ile gazı sürükler. Sonuç olarak Güneş, yılda 10-5 güneş kütlesi gibi bir miktarı, rüzgar ile yıldızlararası ortama atar.  


Dev kolu ile asimtotik dev kolu arasında Güneş, kütlesinin yarısını kaybeder. Güneş’in kütle kaybetmesi, Dünyanın kurtuluşu olabilir. Güneş’in çekimi azaldıkça, dünyanın yörüngesi yavaş bir şekilde büyür ve genişleyen Güneş bize ulaşamayabilir. Asimtotik dev kolunda evrimleşen Güneş’in ışıma gücünün çok büyük olması, Neptün gezegeninin ötesinde bulunan kuyruklu yıldızların çoğunu eritebilir. 


Güneş’in etrafındaki tabakalar Güneş’ten ayrıldıkça, Güneş’in evrimi süresince oluşan helyum, nitrojen, karbon, ve başka elementler bu kabukla yıldızlararası ortama atılır. Atılan bu elementler yıldızlararası gazın büyük ölçekte zenginleşmesine yardımcı olur ve buralarda yeni yıldızlar oluşur. 


 


Güneş asimtotik dev kolunun en üst noktasına vardığında, Güneş’in etrafında artık yaygın bir bulut vardır. Yaygın bulut zaman ile geçirgen bir hale gelerek merkezde Güneş’in beyaz cüce olmuş koru ortaya çıkar. Dünya ise beyaz cücenin etrafında soğuk ve ölmüş bir gezegen olarak kalacaktır. Beyaz cücenin etrafındaki yaygın bulut gezegenimsi bulutsu olarak adlandırılır. Gezegenimsi bulutsunun merkezindeki beyaz cücenin, iç kısımda karbon-oksijen, bunun etrafında helyum yanan kabuk, onun etrafında da hidrojen yanan kabuk bulunur.


 


Hidrojen yanan kabukta üretilen radyasyon, yaygın ve geçirgen hale gelmiş buluta etkide bulunarak kuvvetli bir Güneş rüzgarı oluşturur. Hızlı rüzgar, Güneş korunun etrafındaki yaygın bulutu sıkıştırarak, daha uzağa sürükler. Bu esnada beyaz cücenin yüzey sıcaklığı 30.000 oK’e ulaştığında, yeteri kadar ultraviyole ışığı üreterek etrafındaki bulutu iyonlaştırır ve bulutsuyu parlatır. Bu bulut 50.000 yıl daha parlayarak gözden kaybolacak. Peki beyaz cüceye ne olacak?


Güneş’in en son hali olan beyaz cüce, Dünya boyutlarında Güneş’in kütlesinin yarısına sahip olan böyle bir yapı, santimetre kübünde binlerce tonluk bir yoğunluğa sahiptir. Zaman ile bu beyaz cüce, soğuyarak iyice gözden kaybolacaktır. Fakat bu soğuma, milyarlarca yıl sürecektir. Ve beyaz cücenin en son hali siyah cüce olacak ve çevresine çok az bir ışınım verecektir.


kaynak:


Dr. Yüksel Karataş


Selçuk Bilir


İstanbul Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü


Kaynak: 1) Popüler Bilim (1998) 50, 25-30


              2) Popüler Bilim (1998) 51, 25-31

Destanlarla İlmi Araştırmalar İç İçe

 Safvet SENİH ve Dr. Mustafa AYAZ


Muhtelif kıt’alarda yaşayan insanlar ve yerli kabileler arasında büyük bir afeti anlatan destan mahiyetinde hikâyeler mevcuttur. Bu durum eski Gılgamış Destanı’nda dahi göze çarpar. Bu ilâhî afet unutulamamış, belki bir ibret için nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar intikal etmiştir. İnsanlığa ibret olması için İlâhî Kitaplarda anlatılan bu dehşetli hadise, birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerde yaşayan yerli kabileler arasında dahi destanlaşarak mukaddes kitablarda desteklenmiş ve günümüze gelip ulaşmıştır.

1872 yılında Kuyuncik’te yapılan kazılarda Ninova (Asurluların şehri) Kraliyet Kütübhanesinin harebeleri bulundu. Bunlar arasında çivi yazısı ile yazılmış ve Şark tarihine “Gılgamış Destanı” olarak geçmiş bir Babil Destanı da vardı. Merkezî resim Uruk kralı, kahraman Gılgamış idi. Destanda belirtildiğine göre Gılgamış bir defasında şâhidi olduğu büyük tufandan haber veren büyükbabası “Uta – Napiş-tim”e gitmek istemişti. Uta – Napiştim, bazı alâmetlerle ikaz edilmiş, kendisi ve inananları için sular çekilinceye kadar içinde barınacağı bir gemi inşâ etmiştir. O da bir güvercin, bir kırlangıç ve bir karga salmış, karga geri gelmeyince ümmeti ile birlikte gemiyi terk etmiştir. Eski şarkta, bundan birkaç bin yıl önce gerçekten bir tufan vuku bulduğu şübhe götürmez. Asurlularda da, Babillilerdekine çok benzeyen bir tufan destanı mevcuttur.


Kahraman Gılgamış yerine burada Izdubar, atası Uta – Napiştim yerine de Hasis – Adra veya Xisuthros vardır. Babil – Hilla ile Bağdat arasındaki yolun ortasında bugünkü Abu – Habba tepesindeki eski Şuruppak şehrinin yokolması şeklinde zuhur etmiştir..


Babil metinlerinden anlaşıldığına göre geminin kalıntıları, Ararat (Ağrı) dağının güney tarafındadır. Araştırmacılar tarafından zikredilen yerde geminin karaya çıkış yerine işaret edebilecek olan üç kalas parçası bulunmuştur.


Dünya üzerinde birçok memlekette herşeyi mahveden tufandan bahseden destanlar yaygın vaziyettedir. Asya’da 13, Avrupa’da 4, Afrika’da 5, Avustralya ve Güney denizi adalarında 9, Amerika (Kuzey, Güney ve Orta Amerika) da 37 adet tufan destanı vardır.


Aztek’lerin bildirdiğine göre Tufanın müddeti 5 gün ile 52 yıl arasındadır. Sebeb olarak muazzam miktardaki yağışlar dışında kar fırtınaları da gösterilmektedir.

 


Ayrıca buzul erimesi (Edda), yağmurlu fırtına, zelzele, girdablı tayfun fırtınası ve deniz baskınları da bu arada zikr edilebilir. Çinliler sebeb olarak kötü ruh Kung-kung’un gazabı esnasında gökyüzünü taşıyan direklerden birini, bir kafa darbesiyle devirmesini gösterirler. Böylece gökkubbe dünyanın üzerine çökmüş ve muazzam yağmurlar her yeri sular altında bırakmıştır. Ayrıca Güney Amerika’daki Tiahuanaco bölgesinde de bir tufandan bahsedilmektedir.


Sümerler, büyük tufan tarihi realitesinde en ufak bir şüpheye dahi yer vermeden krallarının listesinde Mezopotamya hâkimlerini, tufandan önceki ve sonraki krallar diye ikiye ayırmaktadırlar. Bunların vakâyî – nâme (kronik) lerinde daima : “Ve sonra büyük tufan oldu ve tufandan sonra gökten tekrar krallar indi ” diye geçer. 1922 den 1929’a kadar İngiliz arkeolog Wooley tarafından yapılan Ur’daki kazılarda, ancak muazzam bir âfâtın geride bırakabileceği muhakkak olan 2,5 m kalınlıkta bir kil tabakasına rastlandı. Bunun birikebilmesi için, muazzam yükseklikte bir suyun bu bölgede uzun zaman bulunması gerekli idi. Bunun da mânâsı: Irak çöllerinden Elaam tepelerine, eski Babil’den İran körfezine kadar bütün memleketin su altında kalması demekti.


Hatta denizden çok uzakta olan Amerikanın güney batısında yaşayan Hopi kızılderililerinin bile, ülkelerini kaplayan, dağların tepelerine kadar yükselen ve yeryüzünde neredeyse bütün hayatı silip süpüren muazzam bir tufana ait destanları vardır.


İlim çevrelerince Tufan gerçeğini dile getiren apayrı iki araştırma dikkatleri kendine çekmektedir. Bunların birisi, 11.600 sene önce yaşamış küçük bir deniz mahlukunun kabuklarının jeoloğlarca incelenmesi; ikincisi ise 8000 yıl kadar önce bir adamın elinden çıkan yazıların arkeologlar tarafından okunup araştırılmasıdır.


Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi Asurlulann başşehri Ninova harabelerinde 1850 yılında amatör bir İngiliz arkeologu, Sir Henry Layard bozulmamış binlerce kil tableti bulmaya muvaffak oldu. Tabletler Londra’daki British Museum’a gönderildi. Hayatını bu işe adayan ilim adamları, günümüze kadar gelebilen bu garib kama şeklinde kile basılmış çivi yazılarının şifrelerini çözmeye başladı. Bunlardan George Smith, “Bir gece, tam o gün temizlenmiş olan bir tablet parçasını eline aldı ve gittikçe artan bir şaşkınlık içinde Asuri dilinde su baskınının bir haberini okumaya başladı. Smith’in okuduğu parça “Gılgamış Destanı”nda anlatılan tufan’ın Babilce tercümesi idi. O, Uta-Napiştim adında bir kişiden söz ediyor ve onun bir gemi yaptığını ve cihanşümul tufandan kurtulanlardan olduğunu anlatıyordu. Nuh’un (a) kıssası ile bunun benzerliği hayret vericiydi ve bunun tesadüf olmasına pek ihtimal yoktu…


1877’de Pennsylvania Üniversitesi (ABD) Mezopotamya’da yapılacak bir kazı için para ayırmaya karar verdi. Sümerlilerin eski Nippur şehrindeki kazıdan 50.000 tablet çıkarıldı ki, bunlar hâlen incelenmektedir. Bunların arasında 3700 yıllık bir tablet parçasında Gılgamış Destanında kaydedilmiş olan Tufan’ın başka bihaberine rastlandı.


Daha sonra 1922’de bir İngiliz arkeoloğu Sir Leonard Wooley, Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında kazılara başladı. Burada bulunan muhteşem bir tapınağın kırık kulesi bir zamanlar, Sümerlilerin başlıca şehirlerinden biri olan Ur’un yerini işâret ediyordu. Wooley’in adamları kumda derine gittikçe büyük bir keşif yaparak, Ur’un krallar mezarlığını meydana çıkardılar. Sümer Kralları ve asillerinin gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok sanat eserlerine rastlandı. Miğferler, kılıçlar, müzik âletleri, o zamanın modasına göre şekillenmiş altından, gümüşten ve kıymetli taşlardan yapılmış daha başka sanat eserleri… Hatta bunlardan başka kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve mehâretle ve yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihî kayıtlar…


Wooley, henüz kazısına başlamadan evvel ilim âlemince Sümer Krallarının isim listesi ve kısa tarihleri bilinmekteydi.


Araştırmacı, Ur’da kral listelerindeki aynı adları taşıyan yazılar bulmuş ve hatta bunların arasında Ur’un ilk krallık ailesini kuranın dahi adına rastlamıştı. Kralların listesine göre ilk hanedanlık, Tufandan sonra başlamıştı. Wooley, mezarlığın ilk Ur hanedanlığından önce başladığı neticesine vardı ve aynı zamanda yüksek derecede gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan önce mevcut olduğuna inanıyordu.


Bunların iyice incelenmesinden sonra Wooley daha derinlere ve mezarların altına doğru kazıyı ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri kırmaya başladılar. Ama Wooley’in ifadesiyle:”Sonra birden bire herşey durdu. Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur. ”


Delme matkabı ile araştırma yapan Arap işçileri Wooley’e artık bulunacak bir şey kalmadığını, başka yere gitmek gerekeceğini söylediler. Fakat Wooley araştırmasında çok ısrarlıydı. Böylece kazıya devam edildi; iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek daha derinlere dalındı ve sonra birdenbire işçiler son taş devri kültüründeki insanlar tarafından yapılmış zımpara taşından âletler ve çanak, çömlek parçalarına rastgeldiler. Wooley bizzat çukura indi, kilden duvarları inceledi, bazı notlar aldı ve ekibinden iki kişi çağırarak onlara bunu açıklayabilip açıklayamayacaklarını sordu. Onlar söyleyecek birşey bulamadılar. ” Hanımına da aynı soruyu sorunca, o birdenbire yerinde döndü ve “tabiî bu, tufandır'” dedi.” Ve Wooley de bunu “doğru cevap” olarak kabul etti.


Mikroskobik analiz, temiz milden kalın bir tabakanın, eski Sümer medeniyetini yok edecek kadar geniş ölçüde, bir tufan tarafından meydana getirildiğini ortaya koyuyordu. Burada büyük su baskınının, tarih kitaplarındaki an’ane ile tıpatıp uygun ve tartışılamayacak kadar gerçek jeolojik delili ortaya çıkıyordu. İlim adamlarına göre İlâhî Kitapta (Kur’an) yazılı olan Tufan artık tamamiyle gün ışığına çıkıyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un (a) kıssası Mezopotamya Çölünde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.


Öbür taraftan 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında iki Amerikalı, Meksika Körfezi’nin dibinden ince uzun silindir şeklinde kaplarla tortuları yukarı çektiler. Bunların içinde mini mini bir hücreli foraminifer adı verilen planktonik organizmalar vardı. Satıhta yaşarken bu organizmalar kabukları içinde suyun sıcaklık ve tuzluluğunun kimyevî “kayıtlarını” tutmuşlardı, üreme zamanında kabuklar çıkarılıyor ve denizin dibine düşüyorlardı. Bu durum, zemindeki tortuyu meydana getiriyordu. Bir kesiti 100 milyon yıldan fazla eskiye giden iklimlerin kaydını tutuyordu. Her inç (2,5 cm) lik bir tortu silindiri yeryüzünün geçmişinin 1000 yıl kadarını sergiliyebiliyordu.


Bu çökeltiler, Miami Üniversitesinden Cesare Emiliani ile Rohde İsland Üniversitesinden James Kennett ve Cambridge Üniversitesinden Nicholas Chackelton’dan kurulu iki ayrı ekip tarafından incelendi. Her iki ekip, tuzlulukta dramatik bir değişiklik tesbit ettiler. Bu da Meksika Körfezine muazzam bir tatlı su baskını olduğunu ispatlıyordu. Radyoaktif metodu kullanarak Jeokimyacı Jerry Stipp (Miami üniversitesi) bu su baskınının aşağı yukarı 11.600 sene önce olduğunu tesbit etti.


Emiliani, tartışmaya dahi yer vermeden, muazzam miktardaki suların Meksika Körfezine akmış olduğunu ifade ediyor. “Biz bunu biliyoruz.” diyor. Çünkü foraminifer kabuklarının oksijen izotop nisbetleri Meksika Körfezinin suyunun tuzluluğunda geçici bir azalmanın meydana geldiğini göstermektedir. Bu açıkça belirtmektedir ki, 12.000 ile 11.600 yılları su baskınının yani tufanın esas dönemine rastlamaktadır. Böylece hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmadan tufan hakikati ilim âlemince de tesbit edilmiştir.


Emilian’in bu tesbitleri Jeolog Kennett ve Shakolton tarafından kuvvetlendirilmektedir. Çünkü onlar da Missisipi nehri ve kolları vasıtasıyla Meksika Körfezine muazzam suların aktığı neticesine varmışlardır. Bu suyun maksimum akış zamanında, satıhtaki tuzluluk kat’i olarak takriben % 10 azalmıştır.


Kadim Kitap (Kur’an)’da Tufanın tarihi hakkında bir malûmat verilmemiştir. O, yalnız Tufanın vuku bulduğunu anlatır. Şimdi çoktan ölmüş o ufak mahlûkların kabukları insanoğlunun pişirilmiş kil parçacıkları üzerinde bıraktığı o en eski kayıtlar ve ilmi araştırmalar, bir vakitler dünyanın gerçekten cihanşümul bir Tufana uğradığını kat’i olarak isbatlamış bulunmaktadır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak