23 Haziran 2025 Pazartesi

Fatiha Suresi 5. Ayet

 

  • İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu). إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
  • (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.

14 Haziran 2025 Cumartesi

ESMA-İ HUSNA-12

 


15-el-BÂRÎ


a-Bârî isminin lügat anlamı:


Ber, bür veya Bürû‟ mastarlarından türeyen el-Bârî ismi; yaratmak, yontmak, tesviye etmek, beri etmek anlamlarına gelmektedir. Allah‟ın ismi olarak Kur‟an‟da üç kez zikredilir.


b-Bârî isminin ıstılah anlamı:


1-el-Bârî; her varlığı bir ana maddesi, örneği, modeli, plan ve projesi olmadan yaratandır.

2-el-Bârî; bütün mahlukatın türlerini yaratandır.

3-el-Bârî; ne yaratacağını veya ne yapacağını önceden bilendir.

4-el-Bârî; kalıp ve şekil veren, düzgünleştirendir.

5-el-Bârî; yaratılmışların özelliklerini (ayıp, kusur, eksik vb.) taşımaktan uzak ve beri olandır.

Allah; el-Hâlık ismiyle insanı yaratmayı takdir etmiş, onun plan ve projesini çizmiş, el-Bârî ismiyle de bütün mahlukatı farklı farklı, türlü türlü yaratmıştır. Yaratmasında bütün beşeri zaaflardan, eksik ve kusurlardan uzak olandır.


c-Bârî isminin Kur‟an içerisinde incelenmesi:


“O Allah; Hâlık‟tır, Bârî‟dir, Musavvir‟dir. En güzel isimler O‟na aittir. Göklerde ve yerde olanlar O‟nu tesbih etmektedir. O Aziz‟dir, Hakim‟dir.” (Haşr 24)

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen her bir musibet, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (nebrae) yazılmıştır. Şüphesiz bu Allah‟a göre çok kolaydır.” (Hadid 22)

“...Öyleyse yaratıcınıza (Bârî) tevbe edin...” (Bakara 54)


d-Bârî isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:


1-Allah, el-Bârî ismiyle gerçek Müslümanları kafirlerin hilelerinden ve tuzaklarından koruyacaktır:

“Ey iman edenler! Sakın siz de Musa‟ya eziyet edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, dedikleri şeylerden temize çıkardı, beri kıldı. O, Allah‟ın yanında şerefli idi.” (Ahzab 69)

Rabbimiz kendisi bütün eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir. Gerçekten katında şerefli olan kullarını ise kafirlerin ve müşriklerin söylediği şeylerden uzak kılacak, onları temize çıkaracaktır. Nitekim Rabbimiz Hz. Musa‟yı onların söylediklerinden beri kıldı. Hz. Yusuf‟u yedi yıl sonra bile olsa iftiralardan temize çıkardı. Peygamberinin sevgili eşi Hz. Aişe‟nin temiz ve iftiralardan uzak oluşunu vahiyle bildirdi.

Bizler de peygamberlerin ve ashabın yollarını takip ettiğimiz sürece Allah katında şerefli bir konuma ulaşacağız. Allah, katında şerefli olan bir kulu, dünyadayken rezil-rüsvay etmez. Bütün komplolardan, tuzaklardan, iftiralardan, kara lekelerden onu korur. Sıkıntı verse de sonunda mutlaka yüzünü temize çıkarır, alnındaki kara lekeleri siler, yok eder.


2- Allah kafir ve müşriklerden beri olduğunu ilan etmiştir. Bizden de onlardan beri olduğumuzu ilan etmemizi istemiştir:

“Bu, hacc-ı ekber gününde Allah ve Rasulünden insanlara kesin bir bildiri ve ültimatomdur: Allah ve Rasulü müşriklerden beridir, uzaktır...” (Tevbe 3)

el-Bârî ismiyle öğrendiğimiz şeylerden biri de budur. Nasıl ki, Allah ve Rasulünün kafirlerle, müşriklerle bir bağı yoktur, bizim de olmayacaktır, olmamalıdır. Onlara itaatten ve onlarla dostluk kurmaktan beri olmalıyız. Onların taptıkları ilahlardan ve putlaştırdıkları değerlerden uzak olmalıyız. Rabbimiz bize onlarla uzlaşmayı değil, onların karşısında yer almayı emretmiştir:

“...De ki, O ancak bir tek ilahtır. Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.” (En‟am 19)

Öyleyse bizler de yeryüzündeki bütün sahte ilahlara, onlardan beri olduğumuzu ilan edeceğiz. Rabbimiz bize bunu emretmiş, ayrıca bizi “En güzel örnekler” ile desteklemiş, bize yol göstermiştir:

“İbrahim‟de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah‟ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz! Siz bir tek olan Allah‟a iman edinceye kadar, bizimle sizin aranızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir...” (Mümtehine 4)

Kafirlerle ve müşriklerle aramızda bir sevgi veya dostluk bağı olmamalıdır. Onlar ne zaman ki, tek bir Allah‟a iman ettiler, o zaman bizim dostlarımız ve sevdiklerimiz olurlar. Ama o güne dek aramızda kesin bir düşmanlık, öfke ve kin vardır. Bu şartlar altında onlarla dostluk ilişkisine girmemiz mümkün değildir.

“Allah inananlara Firavun‟un eşini örnek olarak gösterdi. Hani o: “Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun‟dan ve onun kötü amelinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar.” demişti.” (Tahrim 11)

Hz. Asiye zayıf ve zavallı bir konumda iken işkence ve zulüm altındayken kocasının gücünü, kuvvetini ve acımasızlığını en iyi bilirken bu sözleri söyledi. Zulmün sarayında Allah‟a iman eden sadece kendisiydi. Buna rağmen gizlenmedi, saklanmadı. Kendisinin Firavun‟un amelinden beri ve uzak olduğunu herkese söyledi. Zalim ve kafir bir eşle arasındaki bağı iman bıçağıyla kesti, kopardı.


3-Kafirlerden beri olduğunu ilan etmeyen kimseler, kıyamet gününde onlardan uzak olmak isteyecekler ancak bu beraetin kendilerine hiçbir faydası olmayacak:

“Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah‟tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım göremezsiniz.” (Hud 113)

Dünyadayken müşriklerin ve kafirlerin yanlarında yer alanlar, onlara dalkavukluk yapanlar var ya, onlar bu yaptıklarının ahirette hiçbir faydasını görmeyeceklerdir. Elde ettikleri tek şey, ateş olacaktır.

“İşte o zaman görecekler ki, kendilerine uyulup arkalarından gidenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar. İki taraf da azabı görmüştür. Nihayet aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanmıştır.

Onlara uyanlar şöyle derler: “Ah, keşke dünyaya bir kez daha dönmemiz mümkün olsaydı da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara 166-167)





Dr. Ramazan SÖNMEZ

Şeyh Edebalı Türbesi ve Külliyesi / Bilecik

 


12 Haziran 2025 Perşembe

Amerika Söylenceleri - Guatemala

 


Yaratılış: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Mayalar, Yeni Dünya'nın önemli kültürlerinden birini oluşturdular. Bugünkü Guatemala ve Yucatân Yarımadası'na yerleşen Mayalar o kadar zengin bir toprağı işliyorlardı ki, yiyecek fazlası elde etmek onlar için hiç de güç değildi. Temel ve en sevdikleri ürün mısırdı. Bu yiyecek fazlası, zamanlarının neredeyse yarısını başka uğraşlara ayırmalarına olanak sağlıyordu ve gök¬ bilimle, büyük piramit biçimli tapınakların ve kireçtaşı sarayların yapımıyla ve sanat eserleriyle tanındılar. Uzman matematikçiydiler ve kitap yazarken kullandıkları hiyeroglif tarzı bir yazı diline sahiptiler.

İspanyollar 1542'de Mayaları, egemenlikleri altına aldılar ve en önemli kentlerini içlerindeki tüm kitaplarla birlikte yaktılar. İspanyol misyonerler kızılderili halkı Roma Katolik inancına döndürdüler ve pek çoğuna kendi dillerini fonetik Latin alfabesiyle yazmayı öğrettiler. Mayaları, gelenek ve tarihlerini daha gelişmiş bu yazı biçimiyle kaydetmeye yönlendirdiler.

Günümüzde üç yüz binden fazla insan Maya dili konuşmayı sürdürmektedir.

Maya yaratılış söylencesi, günümüze kadar gelmiş olan en büyük Maya belgesi Popol Vuh'un bir parçasıdır. 1554-1558 yılları arasında adı bilinmeyen bir yazar tarafından Latin alfabesiyle Maya dilinde kaleme alınmıştır. Bilim adamları bu belgenin ya eski Maya hiyeroglifleriyle yazılmış bir metnin çevirisi olduğu ya da doğrudan Maya sözlü geleneğinden derlenen öykü ve şarkılardan kaydedildiği görüşündedirler.

Tahminen 1700 yılında, Katolik bir misyoner, Popol Vuh’u Ispanyolcaya çevirdi. Maya dilini akıcı bir şekilde konuşabiliyordu ve kızılderilileri eski tarihlerini anlatan bu metni kendisine göstermeye ikna etmişti. Başka hiçbir İspanyolun bu Maya belgesini gördüğüne ilişkin bir kayıt yoktur.

İspanyolca elyazması bu metin, yaklaşık yüz elli yıl boyunca gözlerden uzak kaldı. 1850'lerde, Guatemala City'deki San Carlos Üniversitesinin kitaplığında bulundu ve ilk olarak 1857'de Viyana'da basıldı.


Çekiciliği ve Değeri


Popol Vuh, çarpıcı bir edebi güzelliğe sahip eski bir belgedir. Adı bilinmeyen yazarının yeteneğinden çok daha fazlasını gözler önüne serer. Bu eski halkın düşünce ve değerlerini, dillerinin bunları anlatabilme yeteneğini yansıtır.

Destanın, Mayaların yaratılış söylencesini anlatan bu parçasında, Hıristiyanlık etkisi görülür. Kullanılan dil ve bazı düşünceler Kitabı Mukaddes'in ilk bölümleriyle benzerlik gösterir. Adsız yazar, Popol Vuh'u kaydettiği sırada, İspanyol misyonerlerin Mayalara Hıristiyanlığı öğretmeye çoktan başlamış oldukları göz önüne alındığında bu, o kadar da şaşırtıcı değildir.

Maya tanrılarının yaratmak istedikleri insan tipini ve bu tanrılarla insanlar arasındaki ilişkiyi, diğer yaratılış söylencelerindekilerle karşılaştırmak ilgi çekici olacaktır.


Yaratılış


Başlangıçta, sonsuz karanlığın içinde, yalnızca yukarıda gökyüzü, aşağıda deniz vardı. Hareket edecek ya da gürültü yapacak hiçbir şey olmadığı için sakin ve sessizdi. Yeryüzü henüz sulardan yükselmemişti. Otlar ve ağaçlar, taşlar, mağaralar ve koyaklar, kuşlar ve balıklar, yengeçler, hayvanlar ve insanlar daha yaratılmamışlardı. Kükreyecek ya da gürleyecek hiçbir şey yoktu. Koşacak ya da sallanacak hiçbir şey yoktu, çünkü yalnızca yukarıda boş gökyüzü ve aşağıda sakin deniz vardı.

Suyun içinde yeşil ve mavi tüylerin altına yaratıcılar gizlenmişti. Bu büyük düşünürler, suyun içinde sessizce konuştular. Evrende, gecenin sonsuz karanlığında yalnızdılar. Birlikte ne olacağına karar verdiler. Yeryüzünün sulardan ne zaman yükseleceğini, ilk insanın ve tüm diğer canlı türlerinin ne zaman doğacağını, bu canlı varlıkların yaşamak için ne yiyeceklerini ve şafağın dünyayı soluk ışık seline ilk ne zaman boğacağını kararlaştırdılar.

"Yaratılış başlasın!" diye heyecanla seslendi Yaratıcılar. "Boşluk dolsun! Deniz çekilsin ve yeryüzü ortaya çıksın! Dünya, uyan! Böyle olsun!"

Ve yeryüzünü yarattılar. Yaratıcılar yaptılar bunu. Sislerin arasından, bir toz bulutunun içinde dağlar ve vadiler denizden yükseldi, çam ve selvi ağaçları zengin toprakta kök saldı. Tatlı sular dağların yamaçlarında ve vadilerin içinde dere olup aktı.

Ve Yaratıcılar memnun oldular. "Biz düşündük ve tasarladık" dediler, "ve yarattığımız kusursuz oldu!"

Sonra Yaratıcılar sordular, "Yarattığımız ağaçların altında yalnızca sessizlik mi olsun istiyoruz? Vahşi hayvanlar, kuşlar ve yılanlar yaratalım. Böyle olsun!"

Ve onları yarattılar. Yaratıcılar yaptılar bunu.

"Siz geyikler, çalılıklar ve otlaklarda dört ayak üzerinde yürüyeceksiniz. Ormanda çoğalacak, ağaçların serin gölgesinde ve nehir kıyılarında uyuyacaksınız. Siz kuşlar, ağaçların dallarında ve sarmaşıkların arasında yaşayacaksınız. Oralarda yuvalarınızı yapacak ve çoğalacaksınız." Geyik ve kuşlara böyle buyuruldu ve böyle yaptılar.

Ve Yaratıcılar memnun oldular. "Biz düşündük ve tasarladık" dediler, "ve yarattığımız kusursuz oldu!"

Sonra Yaratıcılar, yarattıkları canlılara başka şeyler buyurdular. "Konuşun, seslenin ve bağırın, her biriniz yapabildiğiniz kadar. Bizim adımızı söyleyin, bizi övün ve bizi sevin."

Fakat kuşlar ve diğer hayvanlar bunu yapamazlardı. Çığlık atabilirler, tıslayabilirler ve ötebilirlerdi, ancak yaratıcılarının adlarım söyleyemezlerdi.

Yaratıcılar, yaptıkları canlılardan hoşnut kalmadılar. Onlara dediler ki, "Sizlere verdiklerimizi geri almayacağız. Ancak bizi övemediğiniz ve sevemediğiniz için, bunu yapacak başka canlılar yapacağız. Bu yeni yaratıklar sizlerden üstün olacaklar ve sizleri yönetecekler. Sizlerin kaderi onlar tarafından parçalanmak ve etinizin yenmesi olacak. Böyle olsun!"

Ve onları yarattılar. Yaratıcılar yaptı onları. Kendilerini övecek ve sevecek uysal ve saygılı bir canlı biçimlendirmeye karar verdiler. Önce çamurlu toprağa şekil vermeyi denediler; fakat bu malzeme çok yumuşaktı. Hareketsiz ve zayıf bir yaratık oldu. Konuşabiliyordu, ama hiç kimse dediklerine anlam veremiyordu.

"Çamurdan yapılmış yaratıklar hiçbir zaman yaşamayacak ve çoğalamayacaklar!" diye bağırdı Yaratıcılar. Ve bu yaratığı yok ettiler.

Sonra yeni yaratıklarını tahtadan oymayı denediler. "Bu malzeme tam bize uygun görünüyor! Sağlam ve dayanıklı" dediler. "Bu yaratıklar insana benziyor ve insan gibi konuşuyorlar. Bunlardan pek çok yapalım. Böyle olsun!"

Tahtadan canlılar yaşadı ve çoğaldılar, ama hiç kimse söylediklerine anlam veremiyordu ve içlerinde, yüzlerinde ruh, ellerinde ve ayaklarında güç yoktu. Ciltleri sarı ve kuruydu, altında besleyecek kan dolaşmıyordu. Dört ayakları üzerinde anlamsızca dolaştılar ve yaratıcılarını düşünmediler.

"Tahtadan yapılmış yaratıklar yaşayıp çoğalmak için yeterince iyi değil!" diye bağırdı Yaratıcılar. Ve bu tahtadan yaratıkları yok etmeye karar verdiler.

Yaratıcılar, gökte özsuyundan büyük bir sel oluşturdular ve yeryüzüne döktüler. Sel, tahta yaratıkların kafalarına çarptı ve onları ağaç gibi devirdi. Sonra bir kartal üzerlerine geldi ve gözlerini oydu. Bir yarasa üzerlerine geldi ve kafalarını kopardı. Bir jaguar üzerlerine atladı ve kemiklerini kırıp dağıttı. Yeryüzü karanlıkla örtüldü ve aralıksız bir kara yağmur yağdı.

Güçsüz kalınca, düşmanları tahta yaratıklara saldırdılar. Büyük küçük hayvanlar onlara saldırdı. Sopalar ve taşlar, tabaklar ve çömlekler onlara saldırdı. Aç bıraktıkları ve eziyet ettikleri köpekler dişleriyle yüzlerini parçaladı. Öğütmek için kullandıkları taşlar bu kez onları öğüttü. Ocak ateşi üzerinde yaktıkları kap kacaklar yüzlerini yaktı.

Yaşamları için umutsuzca savaşan tahta yaratıklar evlerinin çatılarına tırmanmaya çalıştılar, ama evler yıkılıp onları yere attı. Dallarında güvenliğe kavuşmak için ağaçlara tırmanmaya çalıştılar, ama ağaçlar onları sallayıp yere attı. Mağaralara girmeye çalıştılar, ama mağaralar kapandı ve onlara sığınak olmayı reddetti.

Birkaçı dışında tahta yaratıkların tümü yok olmuştu. Diğerleri şekilsiz yüzleri ve çeneleriyle sağ kaldı ve onların soyundan gelenlere maymun adı verildi.

Sonra Yaratıcılar, gecenin karanlığında görüşmek için toplandılar. Güneş, ay ve yıldızlar daha gökyüzünde yerlerini almamışlardı. “Yeniden bizi övecek ve sevecek yaratıklar yaratmayı deneyelim. Böyle olsun! Yeryüzünde soylu canlılar yaşasınlar. Onlara biçim vereceğimiz malzemeyi arayalım."

Dört hayvan, dağ kedisi, koyot, karga ve küçük bir papağan Yaratıcıların önüne geldiler ve onlara yakında bolca yetişen sarı ve beyaz başaklı mısırlardan söz ettiler. Yaratıcılar, hayvanların gösterdiği yola koyuldular. Mısırı buldular, öğüttüler ve bu yiyecekten soylu yaratıklar biçimlendirdiler. "Böyle olsun!" diye heyecanla bağırdılar.

Ve onları yarattılar. Onları yaratıcılar yaptılar.

Böylece dört İlk Ata yaratıldı. Yaratıcılar, gövdelerini mısır unundan yaptılar. Öğütülmüş sarı ve beyaz mısırdan içecekler yaptılar ve bunlar yeni yaratıklarına kas ve et oldu ve bunlarla birlikte güç vermek için onları beslediler.

Ve Yaratıcılar memnun oldular. "Biz düşündük ve tasarladık" dediler "ve yarattığımız kusursuz oldu!"

Bu dört İlk Ata, insan gibi görünüyor ve konuşuyordu. Çekici, akıllı ve bilgeydiler. Çok uzakları görebiliyorlardı. Dağlar ve vadiler, ormanlar ve çayırlar, okyanuslar ve göller, ayaklarının altındaki yeryüzü ve başlarının üstündeki gökyüzü onlara doğalarını açık ettiler.

Dört İlk Ata dünyada görülecek her şeyi gördüklerinde, gördüklerinin değerini anladılar ve Yaratıcılarına teşekkür ettiler. "Bizi yaratıp şekil verdiğiniz için size teşekkür ederiz" dediler. "Bize görme, duyma, konuşma, düşünme ve yürüme yetenekleri verdiğiniz için size teşekkür ederiz. Büyük ve küçük, uzak ve yakın her şeyi görebiliyoruz. Her şeyi biliyoruz ve size teşekkür ediyoruz!"


Ama Yaratıcılar yine memnun değildiler. "Amaçladığımızdan daha iyi yaratıklar mı yarattık? Çok mu kusursuzlar?" diye birbirlerine sordular. "O kadar bilgili ve bilgeler ki bizim gibi tanrı mı olacaklar? Daha az görsünler ve bilsinler diye görüşlerini mi azaltsak? Böyle olsun!"

Böyle konuştu Yaratıcılar ve yarattıkları varlıkları değiştirdiler. Gözlerine sis üflediler ki yalnızca yakınlarında olanları görsünler. Böylece, Yaratıcılar dört İlk Ata'nın sahip oldukları bilgi ve bilgeliği yok ettiler.

Yaratıcılar atalarımızı yaratıp böyle biçimlendirdikten sonra dediler ki: "Şimdi İlk Atalar için özenle eşler yaratıp biçimlendirelim. Eşleri, onlar uyurken gelsinler ve uyandıklarında onlara mutluluk vermek için orada olsunlar. Böyle olsun!"

Ve onları yarattılar. Yaratıcılar yaptılar onları.

Ve Yaratıcılar memnun oldular. "Biz düşündük ve tasarladık" dediler "ve yarattığımız kusursuz oldu!"

Bir süre sonra Yaratıcılar İlk Atalar ve Analara benzeyen birçok insan daha yaptılar. İnsanlar karanlıkta yaşayıp çoğalıyorlardı; çünkü Yaratıcılar, daha ne güneş ne ay ne de yıldızlar gibi herhangi bir ışık biçimi yaratmışlardı. Hem açık hem koyu tenli hem varlıklı hem yoksul ve farklı diller konuşan çok sayıda insan doğuda bir arada yaşıyordu.

Tanrılarının hiçbir görüntüsünü yapmadılar, ama Yaratıcılarını unutmadılar, sevgi dolu ve uysaldılar. Yüzlerini göğe kaldırıp dua ettiler: "Ey Yaratıcılar! Bizimle kalın ve bizi dinleyin! Işık olsun! Şafak olsun! Gündüz olsun! Şafak dünyayı soluk ışığa boğsun ve güneş onu izlesin. Güneş her gün aydınlatarak gökyüzünde parladıkça, bize soyumuzu sürdürmemiz için kızlar ve oğullar bağışlayın. Bize iyi, yararlı ve mutlu yaşamlar verin ve bize barış verin!"

Bu sözlerle insanlar güneşi, yükselip Yaratıcıların yaptıkları basamakları altın ışınlarıyla aydınlatmaya çağırdılar.

"Ve Öyle olsun!" dedi Yaratıcılar. "Işık olsun! Evrenin şafağında, tüm yarattıklarımızın üstünde sabahın erken ışığı parlasın! Çünkü biz düşündük, tasarladık ve yarattığımız kusursuz oldu!"

Ve onu yarattılar. Yaratıcılar yaptı bunu. Güneş sulardan yükseldi ve altın ışınlarını yeryüzüne saçtı. Ve hayvanlar ve insanlar bundan mutluluk duydular. Büyük ve küçük hayvanlar koyakların serin gölgesinde ve nehir kıyılarında ayağa kalktılar ve doğan güneşe yüzlerini döndüler. Jaguar ve puma kükredi ve yılan tısladı. Kuşlar kanatlarını açtı ve şarkı söylemeye başladı. İnsanlar, tütsüler yakan ve kurbanlar sunan rahiplerinin çevresinde dans ettiler. Çünkü Yaratıcılar dünyayı ışıkla aydınlatmışlardı ve kusursuzdu. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

1 Haziran 2025 Pazar

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-33

 


Şahabeddin Sühreverdi Maktûl (d.1115-ö.1191)



Şahabeddin Sühreverdi Maktûl veya tüm isim ve künyesiyle Ebu’l-Fütûh Şahabeddin Yahya bin Habeş bin Emirek Sühreverdi Maktûl (d.1115-ö.1191), ünlü İslam filozofu ve işrakilik isimli fikri akımın kurucusu.


Hayatı


Asıl adı Yahya bin Habeş bin Emirek. Birçok konudaki bilgisi nedeniyle Şihâb yıldızından esinlenerek Şahabeddin veya Şihâbeddin olarak anılmış, Sühreverd’de doğduğu içinse Sühreverdi olarak anılmıştır. İdam ettirilerek öldürüldüğü için daha sonra künyesine Sühreverdi’nin ardından Maktûl de eklenmiştir. Ebu’l-Fütûh diye anılması ruhani hayatının derinliği ve bu konudaki çalışmaları nedeniyle olmuştur. Çağdaşı ve akrabası olan bir diğer önemli isim Şihabeddin Ömer Sühreverdi’dir, bu iki şahsın ayrıştırılabilmesi Maktûl künyesi ile anılmasına özen gösterilir.

Eğitiminin ilk yıllarında Sühreverdi Meşşâi ekole yakınlık duymuş, bu konuda kendisini geliştirmiş ve bazı eserler kaleme almıştır. İlk zamanlardaki bu eğilimini daha sonra kendi felsefesi olan işrâkiliğe dair yazdığı eserlerde de belirtmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra birçok bölgeyi ziyarete gitti ve dönemin bazı önemli isimleriyle fikir alış verişinde bulundu. Bu sıralarda felsefesinin temelini oluşturacak çeşitli deneyimler yaşadığını açıklamıştır. Yine bu sıralarda adı duyulmuştu, saray çevrelerine yakınlaşmıştı ve birçok önemli devlet adamına ders verdi.

Anadolu’da yıldızı parlamaya başlayan Sühreverdi’nin başarısı çeşitli kimselerin ona karşı çıkmasına yol açmış ve sonuç olarak öldürülmesi gerektiğini savunan birçok kişi ortaya çıkmıştı. Sonunda bir Halep fakihlerinin kararıyla Sühreverdi 1191’de idam edildi.


Düşüncesi


İşrâkiliğe etki eden kaynaklar hakkında farklı görüşler mevcut olsa da, esasları itibariyle Yeni Eflatunculuğa dayanır. Metod bakımından işrâkiliğin Meşşâilikten ve Aristo geleneğine dayanan diğer felsefi akımlardan farklı en büyük özelliği akıl yolu ile hakikate ulaşılamayacağı, hakikate ulaşmanın tek yolunun bir tür manevi sezgicilik olduğu düşüncesidir. İşrâkiliğe göre hakikate ancak kalb ve işrak ile erişilebilir. İşrâkiliğin, düşünsel planda meşşâi gelenek ile sufi gelenek arasında bir yerde olduğu söylenebilir. Sufi gelenekten farklı olarak işrâkilik cezb ve sekri kabul etmez.

İşrâk, hem bu felsefenin temel taşını oluşturur hem de felsefeye adını verir. Arapça bir sözcük olan işrâk “Doğu, aydınlıkla ilgili, ışıkla ilgili” anlamlarına sahiptir.

Sühreverdi âlemi dikey bir düzlemde açıklar, onun bu yön sisteminde Doğu maddiyetten tamamen sıyrılmış saf ışık ve meleklerin mekânı; Batı ise maddiyetin dünyasıdır. Bu iki yönün tam ortasında ışık ile karanlığın birleştiği noktadır. Bu kutsi yön - kutsi düzen düşüncesi büyük oranda Antik Pers kaynaklarından etkilenmiştir.

Sühreverdi ışığı, nûr, hakikatin cevheri olarak tanımlamıştır. Ona göre kavrama ışığın bir şuur aydınlığı oluşturmasıyla oluşur ve eşyayı kavramamızı sağlayan ışıktır. Fakat doğrudan ışık ile hâsıl olan bilgi, Tanrı katından geldiği için, insanüstüdür. Böylece eğer birisi o bilgiye erişebilirse, keramet gösterip, varlık ve olaylara müdahale edebilir; o kişi için gizlilik perdesi kalkmıştır. Bu açılardan işrâkilik sufi geleneğe yaklaşır. İşrâkilikte akıl dışı sezgi - manevi sezgi farklı yerlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır.

Sühreverdi’nin bu düşünceleri Sünni çevrelerce ve belli başlı itikad mezheplerince, İslam akidesine ters düştüğü gerekçesiyle tenkit edilmiş ve din dışı sayılmıştır.

Sühreverdi, rasyonel düşünme ile sezgisel düşünmeyi kendi felsefesinde bir araya getirmiştir. Rasyonel bilgi önemlidir hatta onunla sezgisel bilgiye yaklaşma imkânı da bulunmaktadır ama tek başına rasyonel bilgi yeterli değildir, çünkü varlık bizim rasyonel kalıplarımızın çok ötesindedir.

Felsefe tarihi kavramı Sühreverdi ve ekolünün büyük ilgisini çekmiştir. Sühreverdi felsefeyi rasyonel sistemleştirmeden ziyade Hikmet ile bir tutar. Felsefe Platon ve Aristo ile başlamaz, aksine onlarla biter. Aristo hikmeti rasyonel bir kalıp içerisine sokarak perspektifini sınırlamış ve onu ilk dönem bilgelerinin birleştirici hikmetinden ayırmış oldu. İşraki görüşüne göre, Hermes veya İdris peygamber, felsefenin babasıdır ve onu vahiy olarak almıştır. İdris’i, Yunanistan ve İran’daki bilgeler ve daha önceki uygarlıkların hikmetini kendisinde birleştiren İslam bilgeleri izler.

Sühreverdi ayrıca, Zerdüşt öğretinin (özellikle de melekler bilimi (angeology) ve nur ile karanlığın sembolize edilmesi konusunda) etkisinde kalmıştır. Kadim Zerdüşt bilgelerinin hikmetini, Hermes’inki ile dolayısıyla da başta Pisagor ve Platon olmak üzere Aristo öncesi filozofların hikmetiyle aynı görmüştür. Sonuçta da kadim Mısır, Kildani ve Sabii doktrinlerinden geriye kalanlarla Helenist matris içerisinde birleşen Hermetisizmin engin geleneğinden etkilenmiştir. Sühreverdi’yi etkileyen diğer bir kaynak da Sufi hikmetidir. Özellikle de, sık sık bahsettiği Hallac’dan ve Gazali’den çok şey almıştır.


İnsanın Doğası


Sühreverdi beden ve ruh arasındaki geleneksel ayırıma inanmaktadır. Beden onun için karanlığı ruh ise ışığı temsil eder ve ruh manevi faziletlerle kuvvetlenir ve beden de oruç, uykuya muhalefet yoluyla zayıflatılırsa ruh özgürlüğüne kavuşur ve manevi dünya ile temas kurar.


Eserleri


Kısa ve çalkantılı hayatının aksine Sühreverdi’nin eserleri çok fazladır. Bunlardan bazıları kaybolmuş, birkaçı basılmış, geri kalanı da elyazmaları halinde İran, Hindistan ve Türkiye’deki kütüphanelerde bulunmaktadır. Kendisinden önce gelen İbn Sina ve Gazali’nin aksine eserlerinin hiçbiri Latince’ye çevrilmediğinden Batı dünyasında tanınmamıştır. Sühreverdi’nin eserlerinden yaklaşık elli tanesi, çeşitli tarih ve biyografi kitaplarında bize ulaşmıştır. Bunlar, şu şekilde beş sınıfa ayrılabilirler:


1- Dört büyük doktrinel inceleme: ilk üçü belirli değişikliklerle Aristo felsefesiyle (meşşai) ilgili, sonuncu ise işraki hikmet hakkındadır. Hepsi Arapça olan bu eserler, Telvihat, Mukavvemat, Mutarahat ve Hikmet el-İşrak’dir.

2- Heyakil el-Nur, el-Alvah el-İmadiye, Pertev-Name, İtikad el-Hukema el-Lemahat, Yezdan Şinaht ve Bustan el-Kulub gibi daha kısa doktrinel risaleler. Kısmen Arapça, kısmen de Farsça olan bu eserler, daha geniş risalelerin özel konularını açıklarlar.

3- Sembolik dilde yazılmış ve saliklerin ma’rifet ve işrake yolculuklarını tasvir eden seyr ü süluk hikâyeleri. Tamamı Farsça yazılmış olan bu kısa eserler, Akl-i Surh, Avâz-i Per-i Cebrail, el-Gurbet el-Garbiyye (Arapçası da vardır), Lugat-i Mûrân, risale fi’l-Mirac, Risale fil Halat el-Tufuliyye, Rûzi ba Cemaat-i Sûfiyan ve Safir-i Simurg’dan ibarettir.

4- İbn Sina’nın Risale el-Ta’ir’inin Farsçaya tercümesi, İbn Sina’nın İşarat ve Tenbihat’ının Farsça şerhi gibi filozofların eserlerinin inisiyatik metinleriyle kutsal metinlerin şerhleri ve transkripsiyonları. Ayrıca İbn Sina’nın Risalet el-Işk isimli eserine ve Kur’an ve hadis üzerine yorumlarına dayanan Risale fi Hakikat el-Işk adlı eser de bu gruba dahildir.

5- Şehrezuri’nin el-Varidat ve’l-Takdisat diye adlandırdığı dua ve zikirler.

Sufi hikmetiyle, Hermetisizm, Pisagor, Platon, Aristo ve Zerdüşt felsefelerini diğer bazı unsurlarla birleştiren bu eserler ve çok sayıdaki şerhleri, son yedi yüzyıl boyunca, İşrak geleneğinin özünü teşkil etmiştir.


Başlıca Eserleri


Hikmet’ül-İşrâk

Pertev-Nâme

Heyâkilu’n-Nûr

Elvâhu’l-İmâdiyye



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak