13 Şubat 2025 Perşembe
12 Şubat 2025 Çarşamba
DÎNİ SÖZLÜK “M”
MANTIK:
1. Konuşma, düşünce, söz.
Bir
adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin
mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)
Müslüman
mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm
âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi
öğreten ilim.
Mantık
üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde
okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)
MARAZ:
Hastalık.
Taâmın
(yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır:
Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda
bereket olmaz. (Kudûrî)
Maraz-ı Kalbî:
Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir,
hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları.
Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen
buyurdu ki:
Onların
kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini
indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri
sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)
Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların
hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı
Rabbânî)
Maraz-ı Mevt:
Ölüm
hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az
bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.
Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı
mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusûr
ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân
ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete
lâyık olan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip;
"Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir"
buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)
MA'RİFET
(Mârifet):
Bilme,
tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla
bilme, tanıma. Ma'rifetullah.
Mârifetin
hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her
şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin
Hadreveyh)
Ma'rifet
sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur.
Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir
heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mârifet,
her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz
kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)
Ma'rifet
ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye
tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım
Nasrâbâdî)
İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet
iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed
Ma'sûm)
MA'RİFETULLAH:
Allahü teâlâyı tanıma, bilme.
İlimlerden öyleleri vardır ki, onları
ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber
verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr
etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün
açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan
öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise,
üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat bilgileri,
ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine
lüzum olmazdı. (Hâdimî)
Bu dünyâda en kıymetli şey
ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed
Ma'sûm)
Kalbinde
hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
MA'RÛF
(Mârûf):
Dînin ve aklın beğendiği şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde
meâlen buyuruyor ki:
İçinizden, insanları hayra
çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte
onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr
eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)
Ma'rûfu
ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan
Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Zâlim
kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed Hâdimî)
MÂSİVÂ:
Allahü
teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar. Allahü teâlâyı tanıyan,
mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)
Akla hayâle gelen, düşünülen,
görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip
oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü,
mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi
gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka
hiçbir şey kalmaz. (Kâdı Muhammed
Semerkandî)
Bize ve size her şeyden önce lâzım
olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin
bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi
lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır.
Bunları unutmağa fenâ denir. (İmâm-ı
Rabbânî)
MA'SİYYET
(Mâsiyet):
İtâatsizlik,
isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın
emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın
yasak ettiği şeyler, günahlar.
Ma'siyet, insanı küfre sürükler.
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Nefse
sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan
veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İyiler
de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten
sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ma'siyet
yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık
işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)
Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı
yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin
Sinân)
Her
izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı
da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat
ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Ahmed
bin Yahyâ Münîrî)
İnsanın günâhından korkması, tâat;
korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu
bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın
beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar
mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım
Antâkî)
MASLAHAT:
Bir
işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın
zıddı mefsedet yâni bozukluktur.
İslâm
hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine
koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması
lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak
bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olmalı, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat
olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı veya mefsedet
bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i
kerîme ve hadîs-i ş erîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya
husûsî sûrette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine
dâir bir delâlet, işâret olmalıdır. (Şâtıbî)
Şarabın
haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır.
Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da
mevcuttur. (Serahsî)
MA'SÛM:
Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten
korunmuş kimse. (İsmet)
Peygamberler
hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni
Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler.
İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve
en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten,
hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan,
ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri
söylerler ve açıklarlar. (Muhammed
Bahît-ül-Mutî)
MÂŞÂALLAH:
Beğenilen
şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân
ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.
Nazarı değen kimse, hattâ herkes,
beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce
mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi
doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ
zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun
misâlleri çoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)
MÂTEM:
Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
Mâtem
tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanı
küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi,
ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur.
Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı,
Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da
mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem
tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd
edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd
edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
MATERYALİZM:
Allahü
teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum
hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek
faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.
Materyalizm,
beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın
değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir
izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak
peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin hor
görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma
gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes
değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğlenceleri
koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye
çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin
bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine
batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed
Arvâsî)
İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları
kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman
olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar
ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fitne ve fesâd
ateşlerini söndürmüşlerdir. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
MATLÛB:
Kavuşmak istenilen, aranılan şey,
maksat.
Tâlib
(isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar.
Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Lâ ilâhe illallah"
kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete
hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu
bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan
maksadlara (gâyelere) olan bağlantıları yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan
bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed
Bâkibillah)
Matlûb-ı Hakîkî:
Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak
istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ.
Hakîkî Matlûb.
Hakîkî
matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle
uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
MÂTÜRÎDÎ:
1.
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla
ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve
babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın
Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin
olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmektedir. 944
(H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî
Taşköprüzâde)
İmâm -ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini
toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi,
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin
arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce
talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin
yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i
Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân
bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr
Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış
olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa
yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde,
Seyyid Abdülhakîm)
Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve
İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı
çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının
tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâat ismi ile meşhûr
olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid
Abdülhakîm)
Her müslümanın, îtikâdda (îmânla
ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine yâni
Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak
insanı bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. (Muhammed Hâdimî)
2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr
Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-29
Ali Kuşçu (d.1474-ö.1525)
İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumi, Gıyâseddin Cemşid ve Muinuddin Kâşi’den matematik ve astronomi dersi aldı.
Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı. Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman’da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey’e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449’da hacca gitmek istedi. Tebriz’de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih’le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan’ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi.
Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Ali Kuşçu rasathaneye müdür olarak atanmıştı.
Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey’in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif’in ihânetine uğramıştı.
Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.
Eserleri
Ali Kuşcu’nun özellikle, matematik ve astronomi ile ilgili eserleri, gerçek ilmi kişiliğini ortaya koymaktadır. Bu eserlerinin adları şunlardır;
Risale-i fi’l Hey’e (Astronomi Risalesi)
Risale-i fi’l Fehiye (Fetih Risalesi)
Risale-i Hisap (Aritmetik Risalesi)
Risale-i Muhammediye (Cebir ve Hesap konularından bahseder)
Tecrid’ül Kelam (Sözün Tecridi)
Risale-i Adudiye Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım)
Vaaz İstiarad.
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları
Yazar: Hacı Mahmut Hatun
9 Şubat 2025 Pazar
4 Şubat 2025 Salı
3 Şubat 2025 Pazartesi
1 Şubat 2025 Cumartesi
İLMİHAL-24 / ORUÇ-5
ORUCUN YASAKLARI
Orucun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır; tersinden söylenirse orucun yasakları, orucun bozulmasına sebep olan şeylerdir. Oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veya gereksiz tereddütler oluşabilmektedir. Yine orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun genel havasına, anlam ve gayesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz.
A) ORUCUN MEKRUHLARI
Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gayesine yakışmayan şeyler, bir kısmı da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir. Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakihler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu davranış, orucu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esasen bir insanın eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz'in oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır (İbn Mâce, "Sıyâm", 19; Muvatta, "Sıyâm", 13).
Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüzde yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu kullanılarak yapılması da oruca zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. Oruçlunun normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır.
Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.
Ayrıca, esasen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur. Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapılmasının anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.
B) ORUCU BOZAN ŞEYLER
Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti gerektirdiğini görelim.
a) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar
Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.
Peygamberimiz zamanında cereyan eden ve oruç kefâretinin gerekçesi olan olay şudur:
Bir adam "Mahvoldum" diyerek Peygamberimiz'e gelmiş ve ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz;
Köle âzat etme imkânın var mı?
Hayır, yok.
Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?
Hayır. Bu iş de zaten sabredemediğim için başıma geldi.
Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı ?
Hayır.
Bu sırada Peygamberimiz'e bir sepet hurma getirildi. Peygamber bu hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam "Bizden daha muhtaç kimse mi var?" deyince Peygamberimiz gülümseyerek "Al git, bunları ailene yedir" diyerek adamı gönderdi (Buhârî, "Savm", 30; Müslim, "Sıyâm", 81; Ebû Dâvûd, "Savm", 37).
Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip sadece kazâ gerekir.
b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar
Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasten yiyip içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fakihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esasen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir. Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek isteyeceği şeyler değildir. Fakihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.
Fakihler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir.
Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında ise, sadece ağız dolusu olması halinde bozar.
Baştan beri ortaya koymaya çalışılan oruç tutma esprisi ve orucun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme gerekse tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir. Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mâna ve gayesine aykırıdır. Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.
Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esasen oruç yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.
Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları Allah'ın yedirip içirdiğini söylemiştir (Buhârî, "Savm", 26; Müslim, "Sıyâm",
Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler'e göre orucu bozar. Meselâ; bir kimse oruçlu olduğunun farkında olduğu halde kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve kazâ lâzım gelir.
Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.
Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devam ederken o esnada ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Aynı şekilde güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine kazâ gerekir. Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüş böyledir. Ancak, bu durumda kefaretin gerekeceğini söyleyenler de vardır. Zira kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.
Unutarak yiyip içtikten sonra orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.
Orucu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.
Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.
c) İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü
Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esasen tedavi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.
Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece buruna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar. Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedavi amaçlı ilâç ve damlalar ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isabetli olmaz.
İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veya adaleye zerkedilen veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fakihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki; Ebû Hanîfe'nin "derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan ilâcın/merhemin orucu bozacağı" yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.
Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed'in "derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozmayacağı" yönündeki görüşünü esas alanlar ise iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca "normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak" şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eskiden fetvahâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde fetva vermiştir. Çünkü bu tedavi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı ileri sürülmüştür.
Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.
Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibadettir ve Allah rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gayet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibadetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sadece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esasen dinimiz hasta olan veya tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedavi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibadetlerini ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibadet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup fakihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvayı esas alabilir, oruçlu oldukları halde tedavi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.
Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...