MANTIK:
1. Konuşma, düşünce, söz.
Bir
adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin
mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)
Müslüman
mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm
âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi
öğreten ilim.
Mantık
üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde
okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)
MARAZ:
Hastalık.
Taâmın
(yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır:
Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda
bereket olmaz. (Kudûrî)
Maraz-ı Kalbî:
Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir,
hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları.
Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen
buyurdu ki:
Onların
kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini
indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri
sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)
Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların
hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı
Rabbânî)
Maraz-ı Mevt:
Ölüm
hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az
bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.
Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı
mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusûr
ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân
ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete
lâyık olan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip;
"Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir"
buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)
MA'RİFET
(Mârifet):
Bilme,
tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla
bilme, tanıma. Ma'rifetullah.
Mârifetin
hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her
şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin
Hadreveyh)
Ma'rifet
sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur.
Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir
heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mârifet,
her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz
kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)
Ma'rifet
ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye
tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım
Nasrâbâdî)
İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet
iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed
Ma'sûm)
MA'RİFETULLAH:
Allahü teâlâyı tanıma, bilme.
İlimlerden öyleleri vardır ki, onları
ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber
verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr
etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün
açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan
öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise,
üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat bilgileri,
ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine
lüzum olmazdı. (Hâdimî)
Bu dünyâda en kıymetli şey
ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed
Ma'sûm)
Kalbinde
hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
MA'RÛF
(Mârûf):
Dînin ve aklın beğendiği şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde
meâlen buyuruyor ki:
İçinizden, insanları hayra
çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte
onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr
eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)
Ma'rûfu
ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan
Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Zâlim
kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed Hâdimî)
MÂSİVÂ:
Allahü
teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar. Allahü teâlâyı tanıyan,
mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)
Akla hayâle gelen, düşünülen,
görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip
oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü,
mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi
gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka
hiçbir şey kalmaz. (Kâdı Muhammed
Semerkandî)
Bize ve size her şeyden önce lâzım
olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin
bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi
lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır.
Bunları unutmağa fenâ denir. (İmâm-ı
Rabbânî)
MA'SİYYET
(Mâsiyet):
İtâatsizlik,
isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın
emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın
yasak ettiği şeyler, günahlar.
Ma'siyet, insanı küfre sürükler.
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Nefse
sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan
veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İyiler
de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten
sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ma'siyet
yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık
işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)
Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı
yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin
Sinân)
Her
izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı
da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat
ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Ahmed
bin Yahyâ Münîrî)
İnsanın günâhından korkması, tâat;
korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu
bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın
beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar
mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım
Antâkî)
MASLAHAT:
Bir
işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın
zıddı mefsedet yâni bozukluktur.
İslâm
hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine
koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması
lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak
bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olmalı, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat
olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı veya mefsedet
bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i
kerîme ve hadîs-i ş erîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya
husûsî sûrette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine
dâir bir delâlet, işâret olmalıdır. (Şâtıbî)
Şarabın
haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır.
Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da
mevcuttur. (Serahsî)
MA'SÛM:
Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten
korunmuş kimse. (İsmet)
Peygamberler
hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni
Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler.
İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve
en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten,
hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan,
ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri
söylerler ve açıklarlar. (Muhammed
Bahît-ül-Mutî)
MÂŞÂALLAH:
Beğenilen
şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân
ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.
Nazarı değen kimse, hattâ herkes,
beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce
mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi
doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ
zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun
misâlleri çoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)
MÂTEM:
Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
Mâtem
tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanı
küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi,
ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur.
Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı,
Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da
mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem
tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd
edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd
edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
MATERYALİZM:
Allahü
teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum
hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek
faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.
Materyalizm,
beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın
değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir
izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak
peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin hor
görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma
gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes
değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğlenceleri
koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye
çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin
bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine
batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed
Arvâsî)
İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları
kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman
olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar
ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fitne ve fesâd
ateşlerini söndürmüşlerdir. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
MATLÛB:
Kavuşmak istenilen, aranılan şey,
maksat.
Tâlib
(isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar.
Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Lâ ilâhe illallah"
kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete
hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu
bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan
maksadlara (gâyelere) olan bağlantıları yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan
bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed
Bâkibillah)
Matlûb-ı Hakîkî:
Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak
istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ.
Hakîkî Matlûb.
Hakîkî
matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle
uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
MÂTÜRÎDÎ:
1.
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla
ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve
babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın
Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin
olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmektedir. 944
(H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî
Taşköprüzâde)
İmâm -ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini
toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi,
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin
arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce
talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin
yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i
Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân
bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr
Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış
olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa
yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde,
Seyyid Abdülhakîm)
Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve
İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı
çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının
tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâat ismi ile meşhûr
olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid
Abdülhakîm)
Her müslümanın, îtikâdda (îmânla
ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine yâni
Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak
insanı bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. (Muhammed Hâdimî)
2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr
Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder