30 Eylül 2024 Pazartesi

OSMANLI MEDRESELERİ

 


17ve 18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve değişmelere mukabil Osmanlı ulemasının ilgisi ne seviyedeydi? Aynı yıllarda Medrese; bilimde, sanatta ve eğitim hizmetleri noktasında ne durumdaydı? Acaba dünyadaki bu gelişmeler ne kadar takip ediliyordu? Eğitim sistemimizde bir eksiklik var mıydı? Medreseleri yürüyen hayata etkisi sınırlı bir kurum haline dönüştüren sebepler nelerdi?

Şüphesiz; bu gelişmeleri takip eden gerek ilmiye sınıfından, gerek de yönetici sınıfını teşkil eden ümeradan, süreci endişeyle karşılayan bir kesim bulunmaktaydı. Nitekim çok daha önceden batı dünyasının inkişafını gören Ömer Talib isimli Osmanlı aydını; 1625 yılında, zaman içinde kendisini haklı çıkaracak şu endişeleri ortaya koymaktaydı:

"Şimdi Avrupalılar bütün dünyayı öğrendiler; gemileri her yere gönderiyorlar ve önemli limanları ele geçiriyorlar. Eskiden Hindistan, İndus ve Çin malları Süveyş'e gelir ve Müslümanlar tarafından bütün dünyaya dağıtılırdı. Fakat şimdi bu mallar; Portekiz, Felemenk ve İngiliz gemileriyle Frengistan'a taşınıyor ve oradan bütün dünyaya dağıtılıyor. Kendilerinin ihtiyaç duydukları şeyleri İstanbul’a, diğer İslam ülkelerine getiriyorlar ve fiyatlarının beş katına satıp para kazanıyorlar. Osmanlı Devleti, Yemen kıyılarını ve oradan geçen ticareti ele geçirmelidir; aksi halde çok geçmeden Avrupalılar İslam ülkelerine hükmedecekler."

Osmanlı'nın batıdan geri kalması ve bu medeniyete bağlı toplumlara karşı üstünlüğünü yitirmiş olmasının sebeplerini, öncelikle eğitim alanında gösterdiği zaaflarda aramak gerekir.

İlk Çağ medeniyetleri; geçim ve temel ihtiyaçların giderilmesindeki kolaylık sebebiyle, nehir kenarlarında oluşmuş, eğitim ve öğretim ise, daha çok şehir merkezlerinde sınırlı topluluklara nasip olmuştur. Nitekim biz Türklerin yürekten bağlı olduğu, İslam medeniyetinin doğuşu ve en parlak uygulamaları da şehir merkezlerinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber'in vefatının ardından İslamiyet, on yıl süren çok kısa bir zamanda Arap Yarımadası'nın dışına taşarak üç kıtaya yayıldı. İnsanlar öbek öbek geniş topluluklar halinde İslamiyet'e girdi. Sasani ve Bizans İmparatorluklarına bağlı İran, Irak, Suriye, Anadolu ve Mısır topraklarında yaşayan halklar; İslam ordularını birer kurtarıcı olarak karşıladı. İslamiyet kısa zamanda; kuzeyde Hazar Gölü, doğuda Orta Asya içlerine kadar yayıldı ve bu bölgede yaşayan kitlelerin yeni dinini teşkil etti. Maalesef, bu hızlı dönüşüm sırasında İslam medeniyetine dahil olan kitleler, yeterince eğitilemedi. Kur'an ve Rasulullah'ın mesajları, etraflıca ve gerçek mahiyetiyle, daha çok şehir merkezlerinde yaşayan sınırlı sayıda insana ulaştırılabildi. Kısacası, kitabi kaynaklara uyumlu Müslümanlık anlayışı, büyük şehirlere yerleşmiş bazı ulema tarafından öğretilmekte ve savunulabilmekteydi. Küçük yerleşim merkezleri, köy ve mezralar; sözlü kültürün ve mahalli etkilerin tesiri altındaydı. Taşra insanları, kıssacı ve hurafe öğelerinden ayıklanmamış bir dini anlayışa terk edilmişti. Bu durum küçük değişikliklerle asırlarca sürdü. Şerif MARDİN'in tanımladığı, kendine mahsus mahalli kültür dinamiklerinden beslenen «Halk İslamı» ortaya çıktı. Bugün de şehir ve taşra Müslümanlığı farkı, İslam dünyasının çok önemli bir problemini teşkil etmektedir.

Selçuklular döneminde; devletine itaatkar, hükümdarına bağlı bir anlayışı yerleştirmek amacıyla açılan «Nizamiye Medreseleri», fen bilimleri ile dini bilimleri birleştiren bir müfredata sahipti. Gazali'nin, Orta Çağ'ın bu muazzam üniversitelerinin öğrenim programları ve uygulamalarına, görüş ve düşünceleriyle doğrudan katkısı vardı. Yaygın ve kaliteli eğitim kurumları olarak; başta Semerkant, Rey ve Bağdat gibi büyük yerleşim birimlerinde önemli vazifeler gördü. Sünni-İslam geleneğine bağlı, uyumlu insan yetiştiren bu müessese; eğitim ve öğretim açısından daha sonraki İslam devletlerine model teşkil etti. Devletle barışık, muti insan yetiştirme hedefi büyük ölçüde gerçekleştirildi.

Başarılı ve örnek eğitim kurumu olma özelliğini, Osmanlı Devleti'nde de sürdüren medreseler; yine de şehirli, zeki ve seçkin az sayıda insana hitap etmekteydi. Tüm imparatorluk topraklarında hizmet veren bir eğitim kurumu haline getirilemedi. Örnek olarak Arnavutluk verilebilir. İslam dinini çok yüce duygularla kabul eden Arnavutlara; onları manevi nüfuz altına alacak yeterli medreseler açılamamış ve o bölgenin insanları Bektaşi babalarına terk edilmişti.

Medrese, halkın genelini eğitemeyeceğini düşünerek; 32 farz, 54 farz ve basit ilmihal bilgileriyle yetineceği bir program yürütmekteydi. Öte yandan başlangıçta medreseler; yürüyen hayata yönelik bilgi birikimiyle, araştırma ve düşünme faaliyetlerinin muhkem merkezleriydi. Nitekim Davud-i Kayseri'nin İznik'te oluşturduğu ilk Osmanlı medresesinden Fatih'in kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ve Osmanlı medrese geleneğinin zirvesi kabul edilen Süleymaniye Medreseleri; bilimi, akideyi, ahlakı, teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla öğrencileri donatıyor, bilgi üretme merkezleri olarak faaliyet gösteriyordu.

Katip Çelebi; "Ulu Osmanlı Devleti'nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek, hikmet ile şeriat ilimlerini birleştiren gerçek alimler meşhurdu. Ebu'l-feth Sultan Mehmed Han «Semaniye Medreseleri»ni yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye, vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler; bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidaye kaldı, ne Ekmel! Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu:'

Ayrıca Katip Çelebi, Keşfü'z-Zünun’da Osmanlı medreselerinde ilm-i hikmet ve felsefenin 16. asrın sonlarına kadar okutulduğunu ve buna dair; Molla Fenari'nin, Kadızade-i Rumi'nin, Hocazade'nin, Ali Kuşçu'nun, Müeyyedzade Abdurrahman'ın, Mirim Çelebi'nin, İbn-i Kemal'in ve Kınalızade Ali Efendi'nin eserleri bulunduğunu kaydetmektedir. Bazı şeyhülislamların; dini akidelere ters düştüğünü iddia ederek felsefe eğitimini yasakladıklarını, bunun da Osmanlı medreselerinin fikri bakımdan gerilemesine sebep olduğunu yazmaktadır.

Kuruluş dönemine bakıldığı zaman, medreselerde çoğulcu bir yapının mevcut olduğu görülmektedir. Bu dönemde akli ve dini ilimler ve tasavvufi bilgiler bir arada mütalaa edilmekteydi. Nitekim medreselerin Davud-i Kayseri gibi, tasavvuf ile akli ve dini ilimleri şahsında toplamış bir müderris ile başlaması; Kadızade Rumi gibi akli ilimlerde, Hacı Paşa gibi tıpta ve Molla Fenari gibi, dini ilimlerde zirve olmuş öğrenciler yetiştirmesi, bu eklektik yapıyı açıkça göstermektedir.

Fransız Hükümeti'nin İstanbul'daki elçiliğinin isteği üzerine, 1741'de adı bilinmeyen birisi tarafından kaleme alınmış olan, Kevakib-i Seb'a: Yedi Yıldız adlı eserin; medreselerde okutulan dersler, kitaplar ve müderrisler hakkında istenilen ölçüde bilgi verdiği, yani öğretim programını tam olarak sunduğu bilinmektedir. Kevakib-i Seb'a'da bilimler; faydalı bilimler, ne faydası ne zararı olan bilimler ve zararlı bilimler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Akaid, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp faydalı bilimler içerisinde sayılırken; şiir ve edebiyat ne faydalı ne de zararlı bilimlerden addedilmekte; felsefe, sihir ve astrolojiyle birlikte zararlı bilimler arasında gösterilmektedir.

17. asırdan itibaren medreseler düşüşe geçti. Ve yürüyen hayata müdahaleden uzak, kuru bilgilerin verilmeye çalışıldığı, kısır mezhebi tartışmaların yapıldığı yerler haline geldi. Ulemanın makam ve mansıp sahibi olmak için yöneticilere yaklaşması, bilgi ve ehliyet yerine makam ve mansıbın rüşvetle dağıtılıyor olması; Koçi Bey'in meşhur risalesinde açık açık eleştirdiği Medrese yapısının çöküşünü hızlandırdı.

Ayrıca 16. yüzyıldan itibaren Medreselerin çok sayıda öğrenciyle şişirilmesi, hizmet alamayan ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yeni «serseri bir güruh»un ortaya çıkmasına yol açtı. Uzun süren ve başarısızlıkla sonuçlanan savaşlar, birçok kişinin medreselere sığınarak tufeyli bir hayatı benimsemesine yol açtı. Çünkü Medreseliler ilmiye sınıfından sayılıyor ve askerlik yapmıyordu. Bilhassa 17. asırdan itibaren devlet ricalinin devleti güçlendirme ve kötü gidişi önleme adına yaptıkları tüm girişimler; Medrese uleması ve Yeniçeri ağalarının işbirliğiyle önlenmekteydi. Bu durum Osmanlı Devleti'ni; yönetilemez, sınırlarını koruyamaz, birlik ve beraberliğini sürdüremez hale getirdi.

Tanzimat döneminde de Medrese kendisini yenileme ve dünyanın bilim ile ilgili gelişmelerini anlama yönünde ciddi hiçbir adım atamadı. Ve nihayet hayatın ihtiyaçlarına cevap veremeyen, insanları donanımlı kılamayan, din adamı olmak da dahil hiçbir meslek sahibi yapamayan garip bir kurum haline geldi. Doğrusu devlet erkanı da, bu müesseseyi ıslah etmekte çok gecikti.

Ancak 1910 yıllarında yürürlüğe sokulabilen medrese ıslahı, devletin yıkılışını önleyemedi. Medrese ıslahının etkisi ve kültürel birikimi, Cumhuriyet döneminde öksüz ve mahzun bir müessese olarak varlığını 1950'lerden sonra hissettiren İmam-Hatip Okullarına yansıdı. Modern dünyanın imkanlarıyla İslami değerleri birleştiren çizgisine kaynak teşkil etti.

17. asırda artan askeri yenilgilere çare için Osmanlılara gelen askeri uzmanlar, öncelikle askeri yenileşmeyi tavsiye ettiler. Medreseliler, üst üste yaşanan mağlubiyetlerden dolayı bu alandaki yenileşme faaliyetlerine engel olamadılar. 1734 yılında kısa ömürlü bir askeri teknik okul «Hendesehane» açıldı. 1773 yılında ise, Çeşme deniz bozgununun tesiriyle ihtiyaç duyulan modern donanma için mühendis yetiştirmek amacıyla askeri deniz okulu «Mühendishane-i Bahri-i Hümayun» açıldı. Yenilikler askeri alanda III. Selim ve II. Mahmud döneminde de devam etti. 1796 yılında kara topçu ve istihkam subayları ve askeri mühendisler yetiştirmek amacıyla «Mühendishane-i Berri-i Hümayun» kuruldu.

Batı formatında yeni bir ordu kurulması arayışına girişildi. Yeniçeri ortalarından Nizam-ı Cedid isimli yeni bir ordu oluşturuldu. Medresenin desteğindeki Yeniçeri isyanları; bu önemli girişimi akim bıraktığı gibi, isyanın ardından yenilikçi padişah III. Selim de feci bir şekilde öldürüldü. Nihayet II. Mahmud son derece tehlikeli bir girişimin ardından her türlü yenileşmenin ve değişimin engeli kabul edilen Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmaya muvaffak oldu. On bine yakın yeniçerinin ortadan kaldırılması, kayıtlara Vaka-yı Hayriyye (Hayırlı Olay) şeklinde geçti. Bu ordunun ortadan kalkmasıyla yerine, batı tarzında bir kurum olarak Asakir-i Mansure-i Muhammediyye kuruldu. Böylece Medrese, çok önemli bir destekçisini kaybetti.

Askeri eğitimdeki bu gelişmelerle birlikte Fransızca ve İngilizce, eğitim programlarına girdi. II. Mahmud döneminde, 1824 yılında, ilköğretim zorunlu hale getirildi. Osmanlı ordusuna nitelikli Müslüman hekim yetiştirmek amacıyla Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Kahire'de kurduğu modern tıp fakültesinin ardından İstanbul'da II. Mahmud tarafından Mekteb-i Tıbbiyye açıldı. Batı ile diplomatik ilişkilerin artması sebebiyle Avrupa'ya öğrenci gönderildi.  Mekteb-i Harbiye'nin 1834 yılında kurulmasıyla II. Mahmud, askeri teknik yönden nitelikli subay yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu dönemde Paris, Londra, Viyana gibi büyük devletlerin başkentlerinde yöneticiler, örgün eğitimi oturtmuş olmanın, toplumlarının ihtiyaçlarını giderecek insan gücüne ulaşmanın, tarım dahil bütün sektörlerde başarılı organizasyonlar yapmış olmanın avantajını yaşamaktaydı. 




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

29 Eylül 2024 Pazar

17. ve 18. YÜZYILDA AVRUPA'DAKİ GELİŞME ve DEĞİŞMELER

 


17 ve 18. yüzyıllar; Batı Avrupa'nın çehresinin her bakımdan değiştiği, bir bakıma dünyanın sosyal, kültürel, ilmi, siyasi ve ekonomik açılardan da seyrinin köklü değişikliklere uğradığı önemli asırlardı. Öte yandan Avrupa'da 1500 yıllarında 80 milyon insan yaşamaktayken, 1700'lü yıllara gelindiğinde nüfus 150 milyonun biraz üzerine çıkmıştı.

Aydınlanma düşünürlerinin en önemlilerinin başında, Rene Descartes ve John Locke yer almaktaydı. Aklın ve müşahedenin insan hayatındaki rolünü ve eğitimin değerini yeniden tanımlayan bu düşünürler, yeni batının zihin sistematiğini inşa etmekteydi. Bu dönemdeki gelişmeler, bilim devrimi ve aydınlanma olarak kabul edilmektedir. Tabii olarak, bu gelişmeler; sanat, edebiyat ve müzik alanlarını da etkiledi. Yeni biçim ve üsluplar ortaya çıktı.

18.yüzyılda; Roma'da, Floransa'da, Paris'te, Londra'da ve birçok Avrupa ülkesinde tabiat ve bilim araştırmacılığı yapmak üzere özel akademiler kuruldu. Bunlardan biri de, Berlin'de 1700 yılında Alman filozof ve matematikçi Wilhelm Leibniz ( 1646- 1716) tarafından kurulan akademidir_ Akademi, astronomi araştırmalarını ve diğer ilmi çalışmaları destekliyordu. Mantar gibi çoğalan bu bilim toplulukları kendi misyonlarını;

«Ziraati, imalatı ve diğer yararlı zanaatları geliştirmek» olarak tarif etmekteydi. Esasen Avrupa'nın bu yeni bilim yolculuğu;



«Tabiatın kitabını okumak, sayfalarını çevirmek, eşyanın künhüne vakıf olmak ve düşünmek ... » olarak ifade edilebilir. Avrupalılar, eşyayı tanıma ve alemin işleyiş kanunlarını yeniden keşfe çıkmaktaydı. Bu dönemde ortaya çıkan dernekler ve açılan kafe türü yerler; yeni bilimle ilgili gelişmelerin tartışıldığı birer fikir kulübü olarak faaliyet göstermekte, yayınlanmaya başlayan kültür ve edebiyat dergileri, buralarda okunarak tartışılmaktaydı.

Polonyalı astronom, rahip, avukat ve ressam (Nicolaus Copernicus) Mikolaj Kopernik'in (1473-1543) alemin merkezinde dünyanın değil, güneşin bulunduğu fikri; Danimarkalı astronom ve simyacı Tycho Brahe'nin de katkılarıyla Johannes Kepler tarafından 1609 yılında güçlü bir nazariye olarak sistemleştirildi. Ünlü astronom Galileo, bu nazariyeye bütün ağırlığıyla destek verdi ve kendi teleskobunu yaparak gökyüzünü inceledi. Astronomi alanında geçmiş kabulleri kökten değiştiren bu yeni anlayışın ortaya çıkmasında İslam astronomlarının birebir katkıları vardır. Bu keşifler, Endülüs ve Akdeniz limanlarındaki kültürel temaslarla ortaya çıkmıştı. Her ne kadar eserleri Latinceye çevrilmemiş olsa da, 13. ve 14. yüzyılın geç dönem İslam astronomlarının başarılı çalışmalarını tanımış olması, Kopernik'i güneş merkezli yeni bir anlayışa götürdü. Kopernik, Batlamyus (Ptolemy) tarafından zedelenen «gezegenlerin tekdüze hareketleri» ilkesini yeniden inşa etme yaklaşımını, bahsi geçen Arap öncülerinden almıştı.

Emmanuel Kant'ın (1724- 1804); «Sapere aude!» yani; «Bilmeye cüret et, kendi anlayışını kullanma cesaretine sahip ol!» diyerek cesaretlendirdiği bilim adamları, gerçekten de önemli ilmi gelişmelerin kıvılcımını ateşlemişti.

Fransız kimyacı Antoine Lavoisier (1743-1794); yaptığı deneyler sonucunda yanmanın, asitlerin davranışının ve canlılarda nefes almayı mümkün kılan maddenin aynı madde olduğunu tespit ederek ona «oksijen» ismini verdi. Temel Kimya Kitabı ( 1789) adlı eseriyle bu alanda nazariyeler geliştirdi. İçme suyunun kalitesi, balonların askeri ve bilimle ilgili alanda kullanımı ve barut üretimi alanlarında deneyler yaptı. Ancak bu büyük bilim adamı; sosyal ve siyasi alandaki teklifleri ve bilhassa vergi toplanması işine karışması gerekçe gösterilerek. Fransız Devrimi sırasında giyotine gönderilerek idam edildi.

Cambridge'de matematik profesörü olarak görev yapan Isaac Newton, mekanik ve kozmoloji alanlarını inceledi ve ilk aynalı teleskopu yapmayı başardı. Kalkülüs adı verilen hesap sistemini geliştirdi. Isaac Newton bir yandan ışığın tabiatı üzerine çalışıyor, öte yandan hıristiyan belgelerini inceliyordu; çünkü o aynı zamanda Anglikan kilisesinde bir rahipti. Üstelik teslis öğretisinin (Baba-Oğul-Kutsal Ruh şeklinde üç başlı tanrı anlayışı) Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bulunmadığını, 4. yüzyılda icat edildiğini söylemekteydi. Dönemin baskılarından dolayı din alanındaki eserleri yayınlanamadı. Keşiflerinden çoğu ışık ve optik ile ilgilidir.

Büyük bir çoğunluğu dindar kişilikleriyle tanınan bu bilim adamlarının görüşleri, tezleri; Katolik kilisesi tarafından tehlikeli bulunmuş ve çoğu tartışılabilir fakat asla savunulamaz görüşler olarak reddedilmiştir. Yalnız burada hemen belirtmeliyim ki materyalist dünya görüşüne sahip bazı çevrelerce özellikle 19. yüzyılda tartışmasız bir ön kabul şeklinde zihinlere empoze edilen, din-bilim çatışması tezi, bugün yoğun bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Yeni araştırmalar; bütün bilim adamlarının dışlandığı ve amansız takibe uğratıldığı tezinin doğru olmadığını, Kilise'nin büyük yanlışlar içerisinde anlaşılmaz zulümlere imza attığı, bağnazlığı temsil ettiği gerçeği yanında, bilim düşüncesinin gelişmesine yardımcı olan kilise çevrelerinin de olduğunu göstermektedir. Yine araştırmalar; Galileo’dan, Pasteur'a kadar çok sayıda bilim adamının Allah, İncil ve mukaddeslerle mücadeleye girişmediğini, bilakis büyük çoğunluğunun samimi birer hıristiyan olduğunu ortaya koymaktadır. Orta Çağ'da Kilise'nin bilime karşı anlaşılmaz bir tavır almasına rağmen, Hıristiyanlığın bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu tavrı sürdürmediği bilinen bir gerçektir. Bilhassa manastırlarda yerleşik merkezi etkiden uzak hıristiyan tarikatları, birçok bilim adamının görüş ve düşüncelerine destek vermiş ve halk arasında bu düşüncelerin yerleşmesine katkı sağlamıştır.

Maalesef günümüzde çoğunluğu ateist ve agnostik olan, daha çok da Marksist kültürden etkilenen bazı yazarlar; din-bilim çatışması tezini tartışmasız bir dogma olarak kabul ederek savunmaya devam etmektedirler. Oysa bu kişilerin gayreti, din ve mukaddeslere karşı kendi soğuk tavırlarını tarihe ve bilim adamlarına mal etmek olarak tanımlanabilecek bir ideolojik gayrettir. Mesela; büyük matematikçi ve düşünür Rene Descartes ( 1596-1650); «Tanrı'nın dünyayı matematik ilkelerine göre yarattığı»nı söylemekteydi. Isaac Newton, John Locke, Galileo dahil 17. ve 18. yüzyılın bilim adamlarının çoğu ya doğrudan doğruya Kilise'ye bağlı kişiler ya da kendi anlayışlarıyla farklı görünseler de inançlı kişilerdi. Bu inancın ne kadar hakka tekabül ettiği ayrı bir konudur.

Montesquieu 1748 yılında yayınladığı; «Kanunların Ruhu» adlı eserinde, kanunlar olmadan ne özgürlük ne de hakların güvencesinden söz edilemeyeceğini, en iyi yönetimin kuvvetler ayrılığına dayalı yönetim biçimi olduğunu ifade etti. Yasama, yürütme ve yargının dengede tutulduğu bu yeni anlayış biçimi; okyanus ötesindeki «Amerika Özgürlük Mücadelesi»ne ilham kaynağı olmuştur. Jefferson'ın ünlü bildirisi ve yeni Amerika Anayasası; «Kanunların Ruhu»ndan büyük izler taşımaktaydı. Montesquieu'nun bir diğer önemli eseri de hicivlerden oluşan; «İran Mektupları»dır (1721). Etkili yazar bu eserinde, hayali olarak kurguladığı Paris'i ziyaret eden İranlı soylu iki kişinin ağzından; toplum hayatı, ibadetler, kültür, edebiyat ve siyasi yapı hakkında hiciv ve yorumlara yer vermekteydi.

İsviçre asıllı Jean-Jacques Rousseau; «Toplum Sözleşmesi» adlı eseriyle, batı tarihinin siyaset felsefesini etkilemekle kalmamış, daha önce kaleme aldığı; «Emile: Veya Terbiyeye Dair» adlı eserinde, şehrin, çocukları yozlaştırıcı etkisi üzerinde durmuş ve kısmen de kadınların eğitilmesi gerektiğini belirtmiştir. Rousseau'ya göre kadın, erkeği mutlu etmek için yaratılmıştır; kadının eğitimi iffet, erdem ve ev işlerine odaklı olmalıdır. Çocuklarına erdem öğretebilmek için eğitim görmelidir.

Siyaset üzerine birçok eser yazan John Milton'un (1608-1674) en büyük eseri olan «Kayıp Cennet», destansı şiirlerden oluşmakta ve bu eserde yaratılış hikayesi ile Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşu anlatılmaktadır. Bu arada Daniel Defoe'nin; «Robinson Crusoe»su, Jonathan Swift'in; «Güliver'in Seyahatleri», Avrupalının deniz aşırı dünyaya ilgisini artıran ilk romanlar olarak yayımlandı.

İskoç filozof ve ahlak felsefesi profesörü Adam Smith (1723· 1790); modern ekonomi bilimini kurduğu söylenebilecek olan «Milletlerin Zenginliği» adlı eseriyle dünyayı etkilemeden önce, ahlak felsefecisi olarak biliniyordu. Smith'e göre her fert kendi menfaati peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkili olarak topluma katkıda bulunur. Ona göre, serbest piyasa her ne kadar karmaşık ve kontrolsüz gözükse de, aslında sözde bir «görünmez el» tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirilmektedir. Batı Avrupa'da benimsenen «Özel sektör eliyle kalkınma» ve ekonomik büyümeyi sağlamada devletin rolünü modası geçmiş ve zararlı bulan ekonomik anlayış, bugün dahi etkinliğini korumaya devam etmektedir. Kalkınmanın ve büyümenin ana dinamiği olarak özel girişimi gören bu anlayış, ferdi ve temel özgürlükleri öne çıkaran teorik çerçevesiyle günümüzde demokratik yönetim ilkesine büyük önem vermektedir.

Bütün bu çabalara rağmen 17. ve 18. yüzyılın sonuna dek, bilimin insan hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler üzerinde pek az pratik etkisi oldu.

Batı Avrupa'da meydana gelen ve kısa bir süre sonra; beslenmeden barınmaya, güvenlikten sağlığa, toprağı işlemeden ekonomik hayata yeni bir rota çizecek olan bankacılığa ve şirketlerin oluşumuna kadar muazzam değişiklikler, çok geçmeden dünyevi yönden daha güçlü ve müreffeh bir Avrupayı oluşturdu.

1694 yılında Londra ve Amsterdam bankaları kuruldu ve bu önemli kentler Avrupa'nın en büyük ticaret merkezleri oldu. Ayrıca aynı yıllarda külçe altın ve gümüş yerine kağıt para ve çek, ekonomik hayatı kolaylaştıran enstrümanlar olarak yaygınlık kazandı. Böylece sömürgelerle Avrupa merkezleri arasındaki ticari hayat süratlendi ve sanayi için ekonomik birikim sağlanmış oldu.

Tarım alanında ağır sabanlarla toprak sadece derinlere dek işlenmekle kalmamış, sulama işlemleri de kolaylaşmıştı. Tarım ürünlerinin öğütülmesinde yel değirmenlerinden yararlanma, üçlü ekime geçilmesi ve daha fazla arazinin ekilebilir hale getirilmesi, köylünün yüzünü güldürdü; tarım sektörü yükselen ticaret ve endüstriyel kazançlarla rekabet eder güçlü bir sektör haline geldi.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Kütahya

 


25 Eylül 2024 Çarşamba

RUSYA TARİHİ -19

 Rus İmparatorluğu (1689 (1721)— 1917)



RUS İMPARATORLUĞUNUN KURULUŞUNA DOĞRU


Aleksey Michayloviç'in Halefleri 









Fedor Alekseyeviç (1676-1682) 


Aleksey Michayloviç'ten sonra tahta, henüz 14 yaşında olan Fedor Alekseyeviç geçti. Aleksey Michayloviç'in başka oğulları da vardı. İlk karısından,  hasta, yarım kör  ve aklen zayif olan ivan, ve ikinci karısı Natal'ya Narışkina'dan 1672 de doğan, Petro (Petr). Aleksey Michayloviç'in birkaç kızından, iyi terbiye ve tahsil gören Sofya temayüz etmişti. Fedor Alekseyeviç ancak altı yıl hâkimiyet sürdü ve hastalanarak öldü.  Onun zamanındaki en mühim olaylardan biri,  1681  de "orun nizamı,, (mestniçestvo) nın kaldırılmasıdır. Korkunç İvan devrinde resmî bir şekle konan, ve asilzadelerin devlet hizmetlerinde menşelerinin kibarlığını esas tutan  bu "orun  nizamı,, çığırından  çıkmış, birçok kibar olmayan aileler de, Çar ailesiyle  akrabalık tesis etmek suretiyle, "asîl,, oluvermişlerdi,  Fedor Alekseyeviç'in bir fermanı ile bu nizam  kaldırıldı ve devlet idaresinde mühim karışıklıklara sebebiyet  veren bu usule son verildi; mamafih, asil aileler için yine "kibarlar şeceresi,, defteri ihdas edildi. "Orun nizamı,, nın ilgası ile "boyar,, lar ve eski kibar ailelerin zararına olarak, asillerin ikinci - üçüncü derecedekileri, "dvoryanlerin nüfuzu artmış oldu. Vergi sistemi de gözden geçirildi, ve çok karışık bir usul yerine, Rusya'nın her tarafında tatbik edilecek tek sistem, "strelets vergisi,, kabul edildi. Rusya ile Kırım Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu arasında akdedilen "Bahçesaray barışı,, (1681) Rusya'nın Türkiye'ye yenilgisinin bir neticesi idi.


Petro'nun tahta seçilişi 


Fedor'un ölümü üzerine, saray erkânı arasında, tahta geçirilecek şahıs yüzünden mücadele patlak verdi. Hastalıklı İvan'ı iltizam edenler, bu prensin annesinin akrabaları Miloslavski'lerdi. Petro'yu isteyenler de - annesinin kardeşleri - Narışkinler ve taraftarları idi. En büyük ve nüfuzlu ailelerden feodalizm devrinin son mümessillerinden biri olan knez Vasili  V. Golitsın ise, Miloslavski'leri iltizam ediyor, İvan'ın tahta geçirilmesini istiyordu. Fakat, patrik Yoakim ve saray erkânının büyük bir kısmı Petro'yu tuttular. Petro, patrik tarafından "Kızıl Meydan„da, halk huzurunda, çar ilân edildi. Rus yurdunun "Mümessiller Meclisi „(Sobor) nin kararı alınmaksızın tahta çıkarılan Petro, büyük kardeşi İvan'ın haklarını çiğnemiş oluyordu. Bundan Miloslavski'ler faydalandılar ve hâkimiyeti ellerine almak için harekete geçtiler.



Streletsler isyanı ve halk ayaklanması


Prenses Sofya Miloslavski'lerle birlikte el altından, Moskova'daki "strelets,, (tüfekçiler, veya rus yeniçerileri) kıtalarını tahrik ederek, (1682) bir devlet darbesi hazırladı. Çarzade İvan'ın Narışkin'ler   tarafından  öldürüldüğü  şayiası yayıldı; bunu yapan  "hain  boyar,, ları  tecziye  etmek  üzere streletsler, 15 mayıs (1682) günü ayaklandılar, ve ellerinde öldürülmeleri lâzım gelen "boyarların,, adları yazılı bir liste ile Kremlin'e hücum ettiler. Petro'nun annesi Natal'ya, her iki Çarzadeyi (İvan ve Petro'yu) de Kremlin merdivenlerine çıkararak streletslere gösterdi ise de, askerler sükûnet bulmadılar, zorla Kremlin'e girdiler ve boyar Matveev'ten başka, Natal'ya Narışkin’nin biraderlerini de öldürdüler. Petro'nun gözü önünde cereyan eden bu vak'alar ona büyük bir tesir yaptı, ve bütün hayatı müddetince devam eden sinir buhranına ve kafasının titremesine sebeb oldu. Strelets'lerin isyanı birkaç gün sürdü. Paytahtın aşağı tabakası da ayaklandı, yağmalar yapıldı, ve bilhassa "Köylü işleri dairesi,, tahrib edilerek, köylü mükellefiyetlerinin kayıtlı olduğu defterler yok edildi. Strelets'ler her iki kardeşin, İvan ve Petro'nun, birlikte hâkimiyet sürmelerini kararlaştırdılar. Bununla, Rusya tahtına, birden iki çar çıkarılmış oldu; prensler küçük yaşta olduklarından, Sofya bunlara nezaret edecekti. Streletsler, 1682 yılı 15 mayıs vak'asını tebcil için, Kızıl Meydanda taştan bir " abide,, dikilmesini taleb ettiler. Ayaklanan askerlerin bütün istekleri yerine getirildi. Strelets'lerin başına da knez İ. A. Chovanski getirildi. Devlet işleri ise prenses Sofya ve Miloslavski'nin eline geçmiş oldu.


Prenses Sofyanın idaresi 


Sofya, strelets'lere dayanarak, kardeşleri İvan ve Petro adlarına saltanat sürmeğe başladı. (1682-1689) Batı kültürünü benimsemekle tanınan, knez V. Golitsın, Sofya'nın gözdesi (ve aşıkı) sıfatiyle, devlet idaresinde nüfuz kazandı. Strelets'ler yeniden birtakım taleplerde bulunmağa başladılar: kendilerinin " saray hassa alayı „ derecesine çıkarılmalarını istediler, ve arzularını kabul ettirdiler. Strelets'lerin büyük bir kısmı "eski din,, (raskolnik) taraftarı idi; bunlar, Sofya'dan bir din münazarasının tertibini istediler; "devlet dini,, ve "eski din,, mensupları arasında yapılan münazara ve münakaşa esnasında, strelets'ler Sofya'yı ve patriki tahkir ettiler. Bunun üzerine "eski dinci„lerin başı yakalandı ve idam edildi. Bundan dolayı Sofya ile strelets'lerin arası açıldı. Bu defa Chovanski hâkimiyeti ele geçirmek teşebbüsünde bulundu. Sofya ise, streletslerin eline düşmemek için, 1682 ağustosunda Moskova'dan gitti, bir müddet Kolomenskoye köyünde kaldıktan sonra, kalın surları olan Savvo-Stovojev manastırına kapandı. Sofya, strelets'lere karşı, "dvoryan„ (çiftlik sahipleri) kıtalarına dayanıyordu. Müzakerelerde bulunmak bahanesiyle, Chovanski ve oğlu Sofya'nın yanına çağırıldılar ve her ikisi de yakalanarak, öldürüldüler. Bu durumdan telâşa düşen streletsler Kremlin'e kapandılar. Sofya kendine sadık "dvoryan,, ordusu ile streletslere karşı hücuma geçti; az sonra asî kıtalar teslim oldular, bunların ele başıları idam edildi, askerlerin bir kısmı Moskova'dan uzaklaştırıldı, Kızıl Meydandaki "Streletsler abidesi„de yıkıldı. Bu suretle, Sofya duruma tamamiyle hâkim oldu ve Golitsın ile birlikte devlet idaresini yürütmeğe devam etti.

Sofya zamanının en mühim vakalarından biri de, Rusya ile Lehistan arasında yeni bir "ebedî barışın,, akdidir. Osmanlı imparatorluğuna karşı yapılan "Mukaddes lttifak„a Rusya da katıldı (1686). Bu uzlaşmanın neticesi olarak, Golitsın'ın kumanda ettiği, rus kuvvetleri iki defa Kırım'a sefer açtılar (1687 ve 1689), fakat her iki sefer de Rusların hezimetiyle sona erdi. Bu başarısızlık yüzünden Sofya'nın mevkii epey sarsıldı; "dvoryan„lerden birçoğu kendisini iltizam etmemeğe başladılar; Sofya, bu defa yeniden strelets'lerle anlaşmak istediyse de, buna da muvaffak olamadı. Prenses gittikçe hâkimiyet iddialarını artırmıştı, resmî merasimler esnasında Çar  kardeşlerle birlikte görünüyor, Çar'larla aynı derecede olduğunu belli etmek istiyordu; resmî muhaberatta, Sofya kendini "hükümdar,, diye tesmiye etmekten de çekinmiyordu. Fakat Petro'nun büyümüş olması ve taraftarlarının gün geçtikçe kuvvetlenmeleriyle, Sofya'nın mevkii sarsıldı, ve nihayet Petro tarafından hâkimiyetine son verildi.


Petro'nun Çocukluğu, Terbiye ve Tahsili 


Sofya'nın nüfuz kazanması üzerine,  Petro ve annesi (Natalya Narışkina) Kremlin sarayından uzaklaştırılmış vaziyette idiler.  Gayet sağlam bünyeli,  canlı ve çok akıllı olan Petro, çocukluğunu ekseriyetle,  Moskova yakınındaki Preobrajenskoye köyünde geçirirdi. Kendisinin muntazam tahsil ve terbiye görmesine kimse tarafından itina edilmemişti. Diyak Zotov adlı, cahil biri Çarzadeye okuyup yazmağı öğretmeğe memur edilmişti. Alkole düşkün olan Zotov, Petro'yu yarım yamalak okuttuğundan, Petro doğru dürüst yazı yazmayı bile öğrenemedi, ve bütün hayatı müddetince cahil olarak kaldı. Buna mukabil, çok erkenden askerliğe, marangozluğa, gemiciliğe merak etti. Petro, Preobrajenskoye köyündeki çocuklardan, askerî "eğlence kıtaları,, teşkil ederek zamanını askerî oyunlarla geçirirdi. Bir müddet sonra "Preobrajenski,, ve " Semenovski,, adiyle iki " alay „ teşkil etti, ve eğlence arkadaşlarına askerî talimler yaptırarak, ileride Sofya'ya karşı kullanılacak iki alay hazırlamış oldu. Bu " eğlence alayları „ sonraları, rus muntazam ordusunun nüvesini teşkil ettiler.

Petro, 1687 de, İzmaylov köyündeki bir gölde, bırakılmış bir ingiliz kotrası bulmuştu. Alman mahallesinde yaşayan Hollanda'lı Timmerman ve Brandt, ona bu kotranın nasıl kul-anıldığını öğrettiler. Petro, bu kotra ile önce Yavuza nehrinde gezdi, sonra Preobrajenskoye'daki göle nakledildi. Petro'nun arzusu üzerine Brandt iki küçük firikite ve bir kotra daha yaptırdı, ve genç Çarın gemiciliğe canla başla sarılmasına yol açıldı.

Petro, alman mahallesindeki " Alman „ (Avrupalılar) larla sıkı münasebet tesis ederek, ekseri vaktini onlarla geçirirdi; bu suretle, erkenden Avrupa hayatını tanımak fırsatını bulmuştu.

“Alman „ lardan, Avrupa usulü askerliğin esaslarını, isthkâm ve denizcilik bilgilerini, matematik ve tabiî ilimlerin esaslarını öğrendi, ve bunların ehemmiyetini takdire başladı. Petro'nun çocukluğu, muhiti ve edindiği bilgileri, tamamiyle skolâstik bir zihniyet içinde ve dinî ruhta Kremlin'in havasız sarayları içinde büyütülen kardeşlerinkinden esas ihtibariyle farklı idi. Petro, meslek bakımından askerî teknisyen, matematikçi ve pratik bir adam olarak yetişti. 1689 başında, Petro'yu, Yevdokiya Lopuchina adlı bir boyar kızıyle evlendirdiler. Fakat Petro karısını hiç sevmedi, ve evlendikten sonra da, askerî eğlencelerine, gemiciliğine ve "Almanlarla,, dostluğuna devam etti. Bundan ötürü, yakınları onu muaheze ediyorlar, ahaliye de, Çarzadenin "gariblikleri,, tuhaf geliyordu. Petro 17 yaşını doldurunca, annesi ve akrabaların tazyikıyle Sofya'ya karşı cephe almak ve mücadeleye başlamak zorunda kaldı.


Sofya Hükümetinin  Düşmesi, ve Petro'nun Hâkimiyeti Ele Alması (1689) 


O sıralarda   biri Kremlin'de  Sofya'nın, diğeri Preobrajenskoye'da Petro'nun "sarayı,, mevcuttu, ve her iki  "saray»  arasındaki münasebetler gün geçtikçe gerginleşmişti. Knez Golitsin   Sofya'nın gözünden düşünce,  iş başına gayet kurnaz  bir kimse olan, diyak Şaklovitı adlı biri  getirilmişti. Şaklovitı, bu defa, Sofya'yı "taç giymeğe,, teşvike başladı ise de,  "strelets„ler buna muvafakat etmediler; fakat  Petro'yu hâkimiyetten uzaklaştırmak  için hazırlıklar  yapılmakta  idi. Bu maksatla, 8 ağustos (1689) gecesi Kremlin'deki kıtalara harekete hazır olmaları emri  verildi; bunun üzerine, Petro  taraftarı iki "strelets,, Moskova'dan kaçarak  Preobrajenskoye  köyüne geldiler, ve yapılan hazırlıklardan Petro'yu haberdar ettiler. Petro müthiş bir korku içinde, geceliğini bile değiştirmeğe vakit bulamadan, Troitsk manastırına sığınmak için yola çıktı; "eğlence alayları „ da oraya geldiler. Halbuki Moskova'dan alınan haberin aslı çıkmadı; Petro ve taraftarları ise manastırda kaldılar:  gün geçtikçe Petro'yu iltizam edenlerin sayısı arttı. Moskova'daki "Sucharev» strelets alayı Sofya'yı bırakıp, Petro tarafına geçti. Sofya adına Petro ile müzakerelerde bulunmak için gelen patrik Yoakim de Moskova'ya dönmedi; Golitsın de Moskova'yı terketti. Bunun üzerine Sofya, Petro ile konuşmak maksadiyle, Troitsk manastırına gelmek istediyse de, Petro'nun talebi üzerine yarı yoldan döndü. Kremlin'deki strelets kıtalarının, Petro tarafına geçmeleri neticesinde Sofya'nın durumu tamamiyle zayıfladı; knez Golitsın tevkif edildi, diyak Şaklovitı ise idam edildi. Petro'nun emriyle, Sofya da bir manastıra kapatıldı. Petro bu suretle vaziyete hâkim oldu ve hasta kardeşi İvan ile birlikte idareyi ele aldı. Fakat asıl hükümdar Petro idi.


Petro'nun saltanatı (1689-1725)


I.-Petro'nun1689 hâkimiyetinin başlangıcı; Azak seferleri, (1695 ve 1696) 


Petro 1689  ağustosunda hâkimiyete geçtikten sonrasında "çocukluk eğlencelerini,, bırakmadı, eskisi gibi, askerlik oyunları ve gemicilikle meşgul oluyordu. Devlet işleri, annesi ve patriğrin elinde idi. Bu durum, Petro'nun annesi ölünceye kadar devam etti (1694). Bu müddet içinde Petro, Archangelsk'de bulundu ve hayatında ilk defa denizi gördü. Aynı zamanda "eğlence alaylarının talimiyle ciddî bir şekilde meşgul olmakta ve büyük ölçüde askerî manevralar tertib etmekte idi. Kojuchovo köyü yakınında yapılan böyle bir manevraya hakikî bir savaş süsü verilmişti. 1694 ten sonra devlet işleriyle ve ciddî meselelerle meşgul olmağa başladı. Askerlik hususunda kendisine İskoçyalı Gordon ve İsviçreli Lefort akıl hocalığı yapıyorlar, ve Petro'nun hareketlerine ön ayak oluyorlardı. Petro bunların teşvikiyle, büyük bir teşebbüse karar verdi: Rusya'yı "sıcak,, denizlere çıkarmak için harekete geçmek!. Bu maksatla, Osmanlı devletinden, Don nehri mansabındaki Azak kalesinin zabtı için sefer hazırlığına başlandı.

Moskova hükümeti, daha 1686 da "Mukaddes lttifak„a katılmakla, Türkiye'ye karşı düşmanca bir durum almıştı. Moskova Rusyasında "Türk düşmanlığının uzun zamandanberi mevcut olduğunu da görmüştük. 1687 yıllarında Kırım'a karşı sefer açmakla Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ile de fiilen harbe başlamış oluyordu. Petro da Kremlin'deki "Türk düşmanlığı,, telkiniyle büyüdüğünden, Karadenize çıkmak ve Türkleri en nazik yerlerinden vurmak siyasetini benimsemiş, ve bu maksatla Azak kalesini zabtla büyük emellerini gerçekleştirmeğe karar vermişti. 1695 ilkbaharında, kalabalık bir rus ordusu Azak üzerine sevkedildi; Petro, sefere bizzat iştirak etti. Fakat, Türk kalesi, bütün rus hücumlarına muvaffakiyetle karşı koydu. Azak kalesine deniz yolu ile yardım gelmesi, rus başarısızlığının başlıca sebebi idi. Petro, kaleyi alabilmek için, gemilere ihtiyaç olduğunu yerinde gördü. Çar, Azak kalesini ele geçirmeğe kat'î kararını verdiğinden, ilk muvaffakiyetsizlikten yılmadı, Don nehrinin yukarı kısmında bir "donanma,, yaptırmaya karar verdi.

1695-1696 kışı ve ilkbaharında, Don nehrinin baş kısmındaki Voronej şehrinde, Petro'nun emriyle tersaneler kuruldu; Moskova'dan, gemi yapmasını bilen yabancı ustalar çağırıldı. Voronej çevresindeki köylüler, zorla orman kesmeğe sevkedildiler; Petro'nun sonsuz gayreti ve şiddetli emirleri sayesinde, 1696 ilkbaharında 30 harb gemisi hazırdı. Gemiler, karların erimesiyle suları kabaran, Don boyunca yüzdürüldüler. Kara ordusu da Azak kalesine doğru harekete geçirildi. Azak kalesindeki Türk garnizonu, Rusların çabucak geri dönmesini beklemiyordu, evvelki sene muhasara esnasında yapılan tahribat ta tamir edilmemişti. Bu sebepten ötürü Azak kalesindeki Türk kuvvetleri tamamiyle gafil avlandılar. Ruslar, kaleyi nehir üzerinden de tuttular ve denizden Türk gemilerinin geçmesine mâni oldular. Petro, "topçu,, sıfatiyle, kalenin muhasarasına bizzat iştirak etti. Gordon ve Lefort'un idaresindeki rus kuvvetleri ve gemileri, kısa bir zaman sonra, Azak kalesini teslim olmağa mecbur ettiler. Azak paşası "Vere,, ile kaleden çıktı ve Karadenizin "kilidi,, sayılan Azak, 1696 temmuzunda Rusların eline geçti. Petro, bu suretle büyük bir zafer kazanmış ve Karadenize çıkmak için ilk adım atılmıştı. Bu zafer, Moskova'da yapılan ve o zamana kadar misli görülmeyen bir gösteri ile tesit edildi. Rus kuvvetleri aynı zamanda Kırım'a karşı da harekete geçmişlerdi. Dnepr'in aşağı kısmı savaş sahnesi olmuştu.

Petro, Azak'ı almakla iktifa etmek niyetinde değildi. Kerç boğazını da ele geçirip Karadenize çıkmak istiyordu. Buna bir başlangıç olmak üzere, Azak denizi sahilinde, Don mansabındaa 60 km. bir mesafedeki Taygan mahallinde, Taganrog adiyle müstahkem bir deniz üssü ve limanı inşasına başlandı. Denize ulaşınca Rusya için bir donanmaya ihtiyaç vardı. Bundan dolayı, Petro, Azak seferinden dönünce rus donanması inşasını kararlaştırdı, ve bunun ahali tarafından yaptırılmasını emretti. Bu maksatla "kumpanya,, (şirketler) lar kuruldu. Beher 10.000 köylü evi - bir harb gemisi tüccarlar ve şehir ahalisi hepsi birden 12 gemi yapacaklardı. Voronej'de kurulan tersanelerde çalışmak üzere Venedik, Danimarka, İsveç ve Hollanda'dan ustalar çağırıldı, kaba işler için ise binlerce köylü getirildi. Bu gemi inşaatı, rus ahalisi üzerine çok büyük bir mükellefiyet ve angarya idi. Fakat, Petro'nun kesin emirleri ve şiddetli tedbirleri karşısında kimse ses çıkarmadı. Bir taraftan gemi inşaatına başlamışken, aynı zamanda gemi yapmayı ve idare etmeği öğrenmek için, asilzadelerden bazı gençler Avrupa'ya tahsile gönderildiler. Petro Avrupa tekniği yardımiyle, Karadenizi Türklerden almak istiyordu.


«Buyuk elçilik» ve Petro'nun Türklere  karşı müttefikler araması. Petro'nun seyahati (1697  -ilk baharı- 1698 ağustos)    


Türklere karşı mücadelede yeni müttefikler bulmak ve Nemçe Çarlığını savaşa devama teşvik maksadiyle,  Petro,  1697 ilkbaharında Avrupa saraylarına gitmek üzere,  Lefoıt'un başkanlığında büyük bir  elçi  hey'eti  göndermeğe  karar  verdi.  Çar kendisi de Preobrajenski alayı yüzbaşısı Petr Michaylov adiyle  elçi hey'etine   karıştı  ve   Avrupa seyahatine çıktı. Elçilik hey'eti Prusya üzerinden Hollanda'ya vardı. Petro, Amsterdamm'daki tersanede, bizzat gemi yapı işlerinde çalıştı; bir müddet Amsterdamm'da kaldı ve gemi yapmayı pratik olarak öğrendi. Sonra İngiltere'ye geçti; gemicilikten başka, ingiliz fabrikaları, tophane, müzeler ve laboratuarlarla yakından ilgilendi. Çar, bu seyahati esnasında Avrupa hayatını, teşkilâtını yakından görmek ve öğrenmek fırsatını bulduğundan fevkâlade istifade etti. Fakat Petro, diplomatik sahada umduğunu tahakkuk ettiremedi. İngiltere ve Fransa sarayları Türklere karşı düşmanlık izhar etmediler. Avusturya da Osmanlı İmparatorluğu ile barış akdetmek üzere idi. Tam bu sıralarda, streletslerin isyan ettikleri haber alındığından, Petro, alelâcele Moskova'ya dönmek zorunda kaldı. Lehistan'da kral I. August (Nalkıran) ile yaptığı görüşmeler neticesinde, Çar futuhat sahasını değiştirmeğe, ve bu defa Lehistan'la birlikte, İsveç'e karşı harb açarak, Baltık denizi sahillerini ele geçirmeğe karar verdi.

Petro'nun Avrupa'ya gidişi, rus halkı arasında birçok dedikodulara, şayialara ve nihayet memnuniyetsizliğe yol açmıştı. Bundan, streletsler faydalandılar ve ayaklandılar. İsyan bastırılmış ve birçok strelets idam edilmiş olmasına rağmen, Petro Moskova'ya dönünce, yeniden takibat yaptırdı ve streletsleri idam ettirdi. "Rus yeniçerileri bu suretle ortadan kaldırılmış oldular. Rusya'da artık Petro'ya karşı koyacak hiçbir kuvvet ve zümre kalmamıştı.

Petro, 1698 sonbaharında Rusya'ya dönünce hemen yeniliklere başladı. Yüksek tabakanın Avrupa biçimi giyinmeleri ve sakallarını tıraş etmeleri emredildi. Sakal taşımak hakkı, ancak ruhanilere ve köylülere bırakıldı. O zamana kadar Rusya'da, Bizans'tan gelen " Dünya yaradılışına „ göre yürütülen takvim kullanılır ve 1 eylül sene başı sayılırdı. Bu defa, 1 ocak 1700 den itibaren, milâdî senenin kabulü emredildi. Petro, Rusya'yı "Avrupalılaştırma,, hareketine başlamış bulunuyordu. Bu hususta, Lefort ve Gordon gibi yabancılar kendisine akıl hocalığı yapıyorlar ve Petro'yu yenilikleri tatbik için teşvik ediyorlardı. Petro bir taraftan, Rusya'ya Avrupa tekniği, kıyafeti ve kültürünü sokmaya çalışırken, aynı zamanda Rusya'yı denize ulaştırmak maksadiyle de faaliyete başladı; bu ise ancak harb yolu ile mümkündü.


Rus-Türk Barışı İstanbul (1700)     


Petro,  1695 te Azak kalesine karşı harekete geçtiği zaman, Rusya ya Karadeniz yolunu açmak istemişti. Azak kalesinin ele geçirilmesiyle, bu gaye tahakkuk ettirilemedi; çünkü Kerç Boğazı Türklerin elinde bulunuyordu. "Mukaddes İttifak „ devletlerinin (Venedik, Avusturya ve Lehistan) Osmanlı İmparatorluğu ile barış akdi için müzakereye başlamaları, Petro'nun plânlarını bozdu. Çar, uzlaşmaya mani olmak istediyse de muvaffak olamadı; 1699 da Karlofça barışı aktedildi. Karlofça müzakerelerine Ruslar, iştirak ettilerse de, Kerç Boğazını istemeleri yüzünden bir anlaşmaya varılamadı; ancak iki yıllık bir mütareke akdedildi. Petro kendi başına Türkiye'ye karşı harbi devam ettiremeyeceğini ve Karadenize çıkamayacağını anladığından bu defa isveç'ten Fin ve Riga körfezleri sahasını almağa karar verdi. Bundan dolayı, İstanbul'a bir murahhas heyeti göndererek, Babıâli ile barış akdine de acele etti. 1700 de yapılan bu barışa göre, Azak kalesi Rusların elinde kalıyor, Aşağı Özü (Dnepr) boyunda Rusların eline geçen bazı kaleler Türklere iade ediliyor, ve Çar'a İstanbul'da daimî bir elçi bulundurmak hakkı veriliyordu. 1700 yılı İstanbul barışı, Rusya'nın Türkiye'ye karşı ilk zafer barışıdır. Osmanlı devleti, Azak gibi mühim bir kaleyi bırakmakla, Azak denizi çevresindeki hâkimiyetinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Bu barışın icabı olarak, İstanbul'da daimi bir elçilik ihdas edildi ve ilk elçi olarak P. A. Tolstoy İstanbul'a geldi (1702 başı).


Kuzey harbi nin başlangıcı (1700-1721)   


Rusya,  Lehistan  ve Danimarka  birden İsveç'e karşı, harekete geçtiler. Leh kralı II.  August  (Nalkıran)  Riga,  Petro da Fin körfezindeki Narva üzerine yürüdüler.  Müttefikler, İsveç'in başında çok genç bir kralın bulunmasından ve İsveç'te iç meseleler dolayısıyle güçlükler zuhur etmesinden faydalanarak, çok az bir zamanda harbi bitireceklerini ve İsveç'ten istedikleri yerleri alacaklarını umuyorlardı. Fakat durum tamamiyle aksi istikamette gelişti. İsveç kralı XII. Karl (Demirbaş Şarl), genç olmasına rağmen, büyük bir kumandan olduğunu göstermekte gecikmedi. Anî bir hücumla, evvelâ Danimarkalıları yendi ve barışa zorladı; sonra, hiç beklenmediği bir zaman, gayet az kuvvetlerle, Narva'yı kuşatmış olan çar Petro'nun ordusuna saldırdı ve 30 kasım 1700 tarihinde, 40 bin kişilik rus ordusunu imha etti. Bunu müteakib, Lehistan üzerine yürüdü ve birkaç meydan muharebesi kazandıktan sonra Lehistan'ı işgal etti. II. August'u leh tahtından vazgeçmeğe zorladı, ve krallığa Stanislas Leszczynski'yi getirdi. XII. Karl, evvelâ Lehistan meselesini kökünden halletmek, burada rus düşmanı bir hükümet kurmak istemişti : ancak bundan sonra Rusya üzerine bir sefer açarak, Moskova'yı almak, Petro'yu tahtından indirmek ve Rusya'yı "komşularına zararsız,, bir hale getirmek istiyordu. Halbuki Lehistan meselesinin halli uzadı. Bu yüzden XİI. Karl tam altı yıl leh işleriyle meşgul olmak zorunda kaldı. Bu zaman zarfında ise, Petro yeniden kuvvet toplamak, silâh hazırlamak ve karşı taarruza geçmek imkânını buldu.


Fin körfezinin Ruslar eline geçmesi; St. Petersburg'un tesisi  (1703)  


Pedro, XII.  Karl'ın Livonya'da ve Lehistan'da bulunmasından faydalanarak, Narva hezimetinde  imha  edilen  rus ordusu yerine,  yeni bir  ordu  teşkiline  girişti. Rusya'da insan çok olduğundan az zamanda asker toplandı; şiddetli ve zecrî tedbirlere başvurularak,  1701 yılı sonuna kadar, 300 top döküldü; askerler, yabancı zabitler tarafından talim ettirildiler. Bunun üzerine Petro, 1702 de Ladoga'dan Neva'nın çıktığı yerde bir isveç kalesi olan Nöteborg'u hücumla aldı ve buraya Schlüsselburg adını verdi; 1703 mayısında da Neva'nın mansabındaki bir isveç karakolu zaptedildi. Bununla Ruslar, Fin körfezine ayak basmış oldular: Petro, en büyük gayelerinden birine kavuşmuştu. 16 mayıs 1703 tarihinde, Neva kıyısında Petropavlovsk kalesinin temeli atıldı, aynı zamanda burada bir şehir kurulması da kararlaştırıldı. Şehire St. Petersburg adı verildi. Buranın müdafaası için de Kotlino adasında, Kronştat (Kronstadt) kalesi inşa edildi. 1703 te, Ruslar Kopor'ye ve Yamburg'u alarak deniz sahili boyunca ilerlediler. 1704 yılında da Narva kalesi Rusların eline geçti, Dorpat (Yur'yev) ta zaptedildi. Bu suretle Neva'nın mansabı ve Fin körfezinin mühim bir kısmı Ruslar tarafından sağlamca tutulmuş oldu. Mamafih, harp sona ermiş değildi. XII. Karl'ın, Ruslara şiddetli bir darbe indirmek için hazırlandığı biliniyordu. Bundan dolayı, Petro, Rusya'daki bütün insan kuvvetlerini ve tabiî kaynaklarını son haddine kadar istismar etmekte ve İsveçlileri karşılamak için bütün gayretini ve tükenmez enerjisini sarfetmekte idi.

Ahaliden gittikçe çok vergi alınmakta ve halka ağır mükellefiyetler yükletilmekte, küçük bir itaatsizlik çok ağır bir şekilde cezalandırılmakta ve harbin masrafları ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yeni yeni tedbirlere başvurulmakta idi. Bir taraftan kıtaların yetiştirilmesine azami hız verilmişken, diğer yandan devlet idaresinde de birtakım yenilikler, Avrupa teşkilâtı tatbik edilmekte idi. Vergiler, mükellefiyetler ve askerlik hizmetinin şiddetlenmesi üzerine, ahali arasında memnuniyetsizlik çoğaldı ve yer yer isyanlar başladı. Hele Don Kazakları, Moskova rejiminin şiddetinden bizar olmuşlardı. 1705 de Astrachan'da büyük bir isyan patlak verdi, fakat çok kanlı bir şekilde bastırıldı. 1705 te Başkurtlar ayaklandılar, buna Orta İdil sahasındaki Kazan Türkleri ve gayrı rus kavimleri de katıldılar. Başkurtlar, İstanbul'a elçi göndererek Osmanlı padişahından yardım bile istediler; bu ayaklanma, ancak 1711 de bastırılabildi. 1707 de Don Kazakları "atamanı,, (şefi) Bulavinin idare ettiği bir ayaklanma geniş bir ölçü aldı ve güçlükle bastırılabildi. Kazakların da Osmanlı devletiyle münasebet tesis ettikleri ve yardım istedikleri biliniyor. Fakat, Babıâli, Rusya ile mevcut barış ahkâmına aykırı hareket etmekten çekindiğinden, gerek, başkurt ve gerek kazak müracaatları neticesiz kaldı.


XII. Karl'ın rus seferi ve Poltava hezimeti (8 temmuz 1708)


XII. Karl, 1707 de askerî hazırlıklarını bitirdikten sonra, Rusya yı yola getirmek maksadıyle,  büyük ölçüde bir sefer açtı. 1708 kış ve ilkbaharında Lehistan tamamiyle Ruslardan temizlendi.  Rus ordusu Dnepr nehrinin doğusuna çekildi.  Ruslar bu defa, sınır boyunca 60 km. genişliğindeki sahayı kendileri tahrib ettiler ve isveç ordusuna barınacak hiçbir yer bırakmadılar. Riga'dan, general Levenhaupt tarafından, isveç ordusu için getirilmekte olan cephane ve ağırlık geciktiğinden XII. Karl bu defa hareket plânını değiştirdi ve Moskova üzerine yürümekten vazgeçerek, 1707-1708 yılı kışını Ukrayna'da geçirmeğe karar verdi. Bir müddet önce, Ukrayna hetmanı Mazepa ile XII. Karl arasında gizli bir anlaşma yapılmıştı; hetman, Ukrayna'yı rus tahakkümünden çıkarıp, İsveç himayesinde bir devlet kurmak istiyordu. 1707 sonbaharında isveç kralının Ukrayna'ya yürümesi üzerine, Mazepa, Petro'ya karşı harekete geçtiğini ilân etti. Fakat, rus kuvvetleri âni bir yürüyüşle, Mazepa'nın paytahtı olan Baturin şehrini zapt ve buradaki hububat ve silâh stoklarını imha ettiler. Ukrayna'nın diğer şehirlerindeki stoklar da Rusların eline geçti. Bunun üzerine, Ukrayna ahalisi ve Kazaklarının büyük bir kısmı Mazepa'nın arkasından gitmediler; XII. Karl yardım istemişti. Fakat, III. Ahmet ve sadrâzam Çorlulu Ali paşa, XII. Karl'a yardım göndermek istemediler; Devletgerey hana da, İsveçlilere katılmaması için emir verildi. Buna bakmaksızın, isveç kralı, küçük bir ordusu ile Rusları yenebileceğine inanıyordu. 27 haziran (8 temmuz) 1708 tarihinde, 17.000 kişilik İsveç ordusu, 50.000 kişilik rus ordusu üzerine saldırdı. Meydan muharebesinden üç gün önce XII. Karl yaralanmıştı; bundan ötürü, muharebeyi istediği gibi idare edemedi, isveç generalleri de verilen emirleri vaktinde ifa edemediler ve lüzumsuz bazı hareketlerde bulundular. Bu sebepten, Poltava meydan muharebesini isveçliler kaybettiler.

XII. Karl, Levenhaupt'un kumandasındaki 14.000 kişilik süvari kuvvetlerin Kırım'a çekilmesini emrettikten sonra, kendisi, Mazepa ile birlikte, Osmanlı topraklarına, Bender'e iltica etti; isveç süvari kuvvetleri ise Kırım'a varamadılar ve Perevoloçna mevkiinde Ruslara esir oldular. Bu suretle, Poltava zaferiyle Rusya isveç tehlikesinden kurtulmuş oldu.

Bu zafer, Rusya'nın durumunu birdenbire değiştirdi. Ruslar, müdafaadan taarruza geçtiler. Kısa bir zaman içinde, Lehistan yeniden rus kuvvetlerinin eline geçti; isveç dostu Stanislas Leszczynski Lehistan'ı bıraktı II. August tekrar kral oldu. Petro Estonya ve Livonya'yı zapt için harekete geçti. Çar'ın kuvvetleri, II. August ve Danimarka kıtalariyle işbirliği yapmak ve Kuzey Almanya'daki İsveç'e ait şehirleri almak üzere Almanya'ya girdiler. Poltava zaferi, Ruslara Avrupa yolunu açmış ve Rusya'nın Doğu Avrupa'da yeniden hegemonya kurmasını mümkün kılmıştı; hele St. Petersburg, artık her türlü tehlikeden kurtarılmıştı. Bütün bu sebeblerden ötürü, Poltava zaferi, rus tarihinin en mühim vak'alarından birini teşkil etmektedir. Mamafih, bu zaferin neticeleri az daha hiçe iniyordu. Rusya bu defa Osmanlı İmparatorluğu ile harbe tutuşmuş, Isveçe karşı mücadele devam ederken, ister istemez yeni bir sefer açmak mecburiyeti hasıl olmuştu.


Prut seferi, Petro'nun yenilgisi ve Prut barışı 


Temmuz da, Ukrayna'da bulacağını ümit ettiği yardımı ele geçiremedi. 1708 yaz başında, XII. Karl, Poltava şehrini muhasara etti. Rus kuvvetleri de buraya toplanmışlardı. İsveç kralı, Kırım hanı (Devletgerey) ve Bender muhafızı Yusuf paşa ile münasebet tesis etmiş, Ruslara kat'î darbe indirmek için KraI ( Demirbaş Şarl ) Bender'e gelince, rus tehlikesinin mahiyeti üzerinde Babıâli'nin dikkat nazarını çekti ve iki yıl süren gayretten sonra, nihayet Osmanlı Devletini Rusya'ya harp ilânına ikna edebildi. Zaten Demirbaş Şarl'ın, Bender'de fazla kalmasının esas sebebi de bu idi: Rusya ancak, Türk kuvvetleriyle yenilebilirdi. XII. Karl, Lehistan'ı, Ukrayna'yı ve Baltık eyaletlerini rus tahakkümünden kurtarmak, İsveç, Lehistan ve Türkiye arasında Rusya'yı daimî bir kontrol ve baskı altında tutacak bir devletler "blok„unun meydana getirilmesini istiyordu; bu yapılmadığı takdirde, her üç devletin de Ruslar tarafından tehlikeye düşürüleceğini evvelden haber vermişti. 1711 ilkbaharında, 100 bin kişilik bir Türk ordusu, Baltacı Mehmed paşanın kumandasında harekete geçti; Kırım kuvvetleri ise Dnestr boyunda Rusları karşılamağa hazırlandılar. Buğdan beyi Dimitri Kantemir, Türklere ihanet edince Ruslar kolaylıkla Buğdan'a girdiler. Petro, burada bol miktarda yiyecek bulacağını ümit etmişti, fakat umduğunun hilâfına çıktı. Bunun üzerine rus ordusunda müthiş kıtlık başladı; Petro, Tuna üzerindeki ibrail şehrinde bulunan Türk zahire anbarlarını ele geçirmek maksadiyle süvari kuvvetlerini esas ordudan ayırdı ve önden gönderdi. Rus ordugâhında, Türkler hakkında hiç malûmat alınamıyordu; halbuki Baltacı Mehmed paşa, tatar atlıları sayesinde, Çar'ın hareketi hakkında günü gününe haberdar ediliyordu. Petro, Türk ordusunu Tuna boyunda karşılayacağını ve Baltacı Mehmed paşayı yenerek, Türkleri barışa zorlayacağını ummuştu. Rus ordusu, iaşe teminini kolaylaştırmak mülâhazasiyle üçe bölünmüştü. Petro, Yaş şehrinden hareketle, Prut nehrinin sağ sahilini takiben Tuna boyuna inmekte iken, Türk ordusu karşısına çıkıverdi. Bunun üzerine, Ruslar çekilmeğe başladılar. Fakat Devletgerey hanın süratli manevraları neticesinde Rusların ricat yolları kesildi ve Çar, 38.000 kişilik bütün kuvvetiyle Pagunluk mevkiinde, Prut boyundaki bataklık bir sahada kuşatıldı (21 temmuz 1711).

Türkler hem asker, hem toplarının sayısı bakımından, Ruslara nisbeten dört misli fazla idiler. Rus ordusunun yarısından fazlası muharebe kabiliyetini kaybetmiş, yorgun ve açtı. Türk topları rus ordugâhını her taraftan ateş altına almış, Baltacı Mehmed paşa "yürüyüş,, emrini vermek üzere iken, Ruslar barış müzakerelerine başlamak için murahhaslar gönderdiler ; Devletgerey hanın ve İsveç kralının Osmanlı ordusundaki mümessillerinin muhalefetine bakmaksızın, Baltacı Mehmed paşa, kâhya Osman ağanın telkini ve teşvikiyle, Ruslarla barış akdetti (22 temmuz 1711). Çar Petro, böylelikle, esir düşmekten kurtulduğu gibi, rus ordusunu da kurtarabildi. Prut barışının en mühim maddeleri: Azak kalesinin Türklere iadesi, Aşağı Özü (Dnepr) boyundaki rus kalelerinin yıkılması, Rusların Lehistan'dan çekilmeleri, İsveç kralına Lehistan üzerinden serbestçe memleketine dönmek hakkı verilmesi. Prut barışı askerlik bakımından Rusların büyük bir hezimeti neticesi olmakla beraber, diplomasi itibariyle büyük bir rus zaferi idi. Ruslar, ancak, "kâğıt üzerinde,, Türklerin bütün isteklerini yerine getirmişlerdi; Osmanlı ricalinden bir kısmı rüşvet ve vâadlerle elde edilerek, Babıâlinin, İsveç kralını yüz üstü bırakılmasına yol hazırlanmıştı. Baltacı Mehmed paşanın cehaleti ve cesaretsizliği, Petro'nun ve rus ordusunun, dolayısiyle Rusya'nın, muhakkak bir yıkımdan kurtarılmasına imkân verdi. Ruslar, Azak kalesini kaybettilerse de, muhafaza ettikleri orduları ve enerji kaynağı olan Çar Petro sayesinde, Baltık denizi sahillerinde ve Kuzey Almanya'da İsveç'e karşı muvaffakiyetli harblerini devam ettirmek imkânını kazandılar. Prut felâketinden kurtulan Çar, hemen Lehistan üzerinden Almanya'daki harb sahasına gitti.



Rusyada "İmparatorluğun»  ilânı  (1721)

Kuzey: harbinin sonu Niştat barışı (1721)



Petro ve ordusu Prut'ta imha edilmekten kurtulduktan sonra,  Ruslar  isveç  harbine  hız verdiler.  Bu defa rus donanması Baltık denizinde harekete geçti, isveç donanmasının büyük bir kısmı, Danimarkalılar tarafından tahrib edilmiş olduğundan, Ruslar hareket serbestisine maliktiler. Gonhud yakınında, rus donanması isveç donanmasını mağlûb etti (1714); Ruslar Aland adalarını ele geçirmekle Baltık denizinde de hâkimiyeti ele aldılar. Pomeranya ve Meklenburg'daki isveç şehirleri, Danimarka, leh ve rus kuvvetleri tarafından zaptedildi. Bu sıralarda Rusya ile ingiltere'nin arası gittikçe açılmağa başladı; buna mukabil Petro Fransa'ya yaklaşmak siyasetini ele aldı ve bu maksadla 1717 de Paris'e gitti; çünkü ingiliz devlet adamları Rusların Almanya'daki fazla ileri giden muvaffakiyetlerinden kuşkulanmışlardı; İngilizler, İsveç'in tamamiyle mahvolmasını istemiyorlardı; bundan ötürü Ruslara karşı düşmanca vaziyet alarak isveç'i desteklemeğe başladılar; hatta 1720 ve 1721 yıllarında ingiliz donanması Baltık denizine girdi ve İsveç'i rus hücumundan koruyacağını ilân etti. İngilizler İsveç'le Rusya arasında bir tavassut teklifinde bulundularsa da Petro bunu kabul etmedi ve İsveç'e karşı harp hareketine devam edildi. Stockholm'e yakın bir yerde rus kuvvetlerinin karaya çıkmaları üzerine İsveçliler barış müzakeresine başlamak zorunda kaldılar. Uzun müzakekerelerden sonra Fransa'nın tavassutu ile Finlandiya'daki Niştat şehrinde Rusya ile İsveç arasında barış aktedildi (1721). Buna göre, Livonya, Estonya, İngriya, Finlandiya'nın bir kısmı (Vıborg şehri dahil) Rusya'nın elinde kaldı. Petro, bu suretle, Moskova hükümetinin Korkunç İvan zamanındanberi ele geçirmek istediği yerleri zaptetmiş, ve Rusya'ya Baltık denizi sahillerini kazandırmış oldu. Bu büyük zafer, Petersburg'da ve Moskova'da yapılan büyük şenliklerle tes'it edildi. 22 kasım 1721 tarihinde, Senato, Petro'ya "Bütün Rusya imparatoru,, "Vatanın babası,, ve "Büyük,, lâkabını verdi. Rusya, Avrupa devletleri arasında kuvvetli bir mevki kazandı ve Doğu Avrupa'nın en kudretli bir devleti oldu.


Petro'nun Şark politikası: Derbend, Bakû Mazenderan'ın Ruslar tarafın zaptı.  


Prut hezimetinden sonra, Petro Osmanlı Imparatorluğu ile herhangi bir ihtilâftan çekindi. 1712 de Azak kalesi Türklere iade edildiği gibi,  Azak denizi kıyısında rus donamasının dayanak noktası olan Taganrog (Taygan) kalesi yıkıldı,  ve rus donanması da lâğvedildi.

Bu suretle, Rusların Karadeniz'e çıkmalarının önü alınmış oldu. Buna mukabil Petro, Hazar denizi sahilleri boyunca rus fütuhatını genişletti. Bu münasebetle, hatta Rusya ile Türkiye İstanbul'daki fransız elçisinin tavassutu ile, İran'a karşı anlaştılar (1721). 1722-1723 te rus ve Türk kuvvetleri İran'a hücüm ettiler. Rusya ile İran arasında, Petersburg'da yapılan barış şartları mucibince, İran hükümeti, Derbend ve Bakû şehirlerinden başka, Hazar denizinin güneyindeki Geylan, Mazenderan ve Astrabad bölgelerini Rusya'ya bırakmak zorunda kaldı. Rusya, bu suretle, Kafkasların güneyine kadar inmiş oldu. Petro, Türkistan Hanlıkları ile de yakından ilgilendi. Doğu Türkistandaki Yarkend şehri civarında çok zengin altın madeni bulunduğunu haber alan Petro, 1715 te buraya askerî bir ekspedisyon gönderdi ise de, bu hareket muvaffakiyetsizlikle bitti. 1717 de Hiva'yı ele geçirmek maksadiyle 3.650 askerden ibaret bir kuvvet yollandı; fakat rus askerlerinin ancak küçük bir kısmı geri dönebildi. Hazar denizinin doğu sahilinde birkaç yerde rus tahkimli karakollarının tesisi, Petro zamanında vukubuldu; bunlardan en mühimi Bolhan körfezi girişindeki Krasnovodsk idi. Petro'nun idaresinde, rus fütuhatı, Baltık denizi ve Hazar denizi istikametinde gelişmiş, Rusya "emperyalist,, bir devlet olmak yolunda sür'atli adımlarla ilerlemeğe başlamıştı.




Rusya'da Petro tarafından yapılan yenilikler


Ordu ve donanma


Petro daha çocukluğunda, Preobrajenskoye  köyünde başladığı "askerlik oyunları„  ile,  muntazam  rus ordusunun  nüvesini  kurmuş  ve  asker  taliminde, Avrupalı zabitlerden  istifade etmeğe başlamış, bu  hususta  Iskoçyalı Gordon'un Petro'ya hocalık ettiğini söylemiştik. Azak kalesi alınırken, yeni usul talim gören kıtaların muvaffakiyetli hareketleri görülmüştü. Fakat Narva meydan muharebesinde, 40 bin kişilik rus ordusunun 7-8.000 kişilik isveç kuvveti tarafından yenilmesiyle, rus ordusunun askerî kıymeti olmadığı da görüldü. Petro, hezimetten ders alarak yeni bir ordunun tanzimi ve silahlandırılmasına fevkalâde ehemmiyet verdi; bu maksatla Almanya'dan çok miktarda askerî mütehassıslar ve teknisyenler celbedildi. Rusya'da yer yer isyanlar çıkması üzerine bunları bastırmak için çok miktarda askere ihtiyaç olduğu gibi, Kuzey harbi devam ettiğinden büyük bir orduyu ayakta tutmak mecburiyeti vardı. Bu durum karşısında, Petro, 1705 yılındanberi, 20 köylü evinden bir nefer (er) alınmak üzere askerlik mükellefiyeti koydu; 1708 de ise, 40 haneden, sonraları 75 evden bir nefer alınması için ferman çıktı. Kur'a efradının toplanması yerli idare organlarına yükletildi; köylü cemaatleri ise her vasıta ile askerlik mükellefiyetinden kaçınıyor, hükümete doğru malûmat vermiyorlardı; köylülerden, asker olmamak için yerlerini, yurtlarını bırakıp gidenler de çoktu. Bunları önlemek için hükümet tarafından gayet şiddetli tedbirlere başvuruldu. Orduda —neferlere gayet fena bakıldığı ve kötü giyindirildiğinden— asker arasında ölenler pek çoktu. Avrupalı subayların gayretleri sayesinde rus "mujik,, lerinden iyi askerler yetişmeğe başladı; harbin uzun sürmesi rus ordusunun askerlik tecrübesini artırdı. Poltava meydan muharebesinden sonra rus ordusu, Avrupa'nın en kuvvetli orduları sırasına yükselmiş bulunuyordu.

Petro'nun, daha küçük iken, "denizciliğe,, merak ettiğini görmüştük. Çar'ın bu merakı bütün hayatı müddetince devam etti. "Azak,, zaptedilirken, Voronej'de yapılan "harb gemileri„nin en mühim rol oynadığını da söylemiştik. Ruslar Azak denizine ayak basınca, "Azak donanması,, adiyle ilk rus harb flotilası inşa edildi. Bunu meydana getirmek için rus ahalisi ve bilhassa Kazan Türkleri, ağır mükellefiyetlere mecbur tutuldular. Azak denizi sahilinde, Taganrog limanı rus donanmasına üs oldu. Petro, ilk fırsatta rus gemilerini Karadenize çıkarmayı tasarlıyordu; fakat Prut hezimeti neticesinde, Rusların Azak denizi sahilinden koğulmalarıyle ilk rus donanmasının hayatı da sona erdi. 1703 de, Neva'nın mansabı Rusların eline geçmesiyle, Fin körfezinde de donanma inşasına başlandı. İsveç'i yenmek için kuvvetli bir harb filosuna ihtiyaç olduğundan, Petro, bu işe çok ehemmiyet verdi. Petro'nun hâkimiyetinin sonlarında rus Baltık donanması 48 büyük harb gemisi ile 787 galer (kürekle çekilen) den ibaretti. Petro, bütün saltanatı müddetince, rus ordusu ve donanmasını her şeyin üstünde tutmuş ve yaptığı bütün yenilikler esas itibariyle, rus ordusunu kuvvetlendirmek içindi.


Ekonomi sahada yenilikler


Petro'nun 1695 de Osmanlı Devletine karşı başladığı harbi, 1700 de isveç e karşı savaş takib etmişti;  isveç  harbi  1721 e kadar sürdü, sonra  1722 - 1723 de İran'a karşı bir sefer açıldı. Bu suretle,  Petro'nun saltanatı,  üç yıl müstesna, hep harblerle geçti. Ordu ve donanmayı teçhiz için, Petro, o zamana kadar misli görülmemiş bir ölçüde, fabrikalar ve imalâthaneler tesis ettirdi. Rusya'nın tabiî ve insan servetlerinden âzami derecede istifadeye çalışıldı. Petro, Batı Avrupa'dan her çeşit mütehassıs celbetmek suretiyle, Rusya'nın ekonomik hayatı ve faaliyetini kökünden değiştirecek tedbirler aldı. Yeni doğmakta olan rus sanayiini himaye ve Batı Avrupa rekabetinden korumak maksadiyle "Merkantilizm,, politikası esas tutuldu; kıymetli madenlerin Rusya'dan ihracı yasak edildi. Çok defa devlet parasiyle fabrikalar açılmakta, veya hususî şahıslara devlet kasasından kredi verilmekte idi. Devlet veya hususî şahıslar tarafından işletilen imalâthanelerde (manufaktura) köylülerin amele sıfatiyle çalışmaları için kanunlar çıkarıldı. Sanayiin tesisi, fabrikaların kurulması, köylü zümreleri için gittikçe ağır bir yük olmağa başladı. Petro idaresinin sonlarına doğru Rusya'da 200 kadar fabrika ve imalâthane açılmış bulunuyordu; bunlardan bazılarında 1.000 den fazla işçi çalıştırılırdı. Fabrikalarda, çuha, keten, yelken imal edilmekte idi. Demir ve silâh işleyen fabrikalar da çoktu. Urallarda kurulan demir madeni işletmelerinde, Rusya'nın ihtiyacından başka, ihracat için de demir hazırlanıyordu. Petro'nun emriyle Rusya'nın her tarafında maden arama işine ayrıca hız verildi, ve bu sahada çok büyük muvaffakiyetler elde edildi. Sanayiin ilerlemesi için» ziraat işlerine de ehemmiyet verilmesi lâzımgeldiğinden, Petro'nun idaresinde bu sahada da büyük terakkiler elde edildi. Aynı veçhile, ticaretin arttırılmasına bilhassa önem verildi; Petro, yabancı gemileri Petersburg limanına celb için, buraya getirilen ticaret eşyasını daha az gümrüğe tabi tuttu. Petersburg'u Rusya'nın iç eyaletleriyle bağlamak maksadiyle bir kanal açıldı.

Petro, malî ve vergi sahasında da büyük değişiklikler yaptı. Çar, harb masrafları için, ahaliden mümkün olduğu kadar çok para çekmek isteğiyle, eski mir(cemaat) sistemi yerine, "kafa vergisi,, usulünü koydu. 1710 da umumî nüfus sayımı yapılarak, vergi ödeyecek kimselerin mikdarı tesbit edildi; 1724 de bu sayı bir daha kontrol edildi ve köylülerle, şehir etrafında yaşayan ve vergiye tabi olanların adedi 5,5 milyon kişi olduğu tesbit edildi; her insan başına yılda 74 köpek vergi kondu; bu suretle toplanan para bütün devlet gelirinin % 54 ünü teşkil ediyordu; "kafa,, vergisinin tatbiki hususunda Petro, fransız sistemini örnek almıştı.


İçtimaî sınıflar» «dvoryan» lar, tüccarlar, köylüler


Petro tarafından alınan tedbirlerle, „dvoryan„ (küçük asilzade, çiftlik sahipleri) sınıfının rus devlet idaresi sisteminde üstün bir durum kazanması temin edilmiş oldu. 1714 de  çıkarılan bir  fermanla  "pomest'ye,, (hizmet devam ettiği müddetçe istifade  edilen  arazi) ile "votçina,,  (verasetle geçen arazi) arasındaki fark kaldırıldı ; her ikisi de bir şekle bağlanarak, veraset tarikiyle babadan ancak bir oğula geçen arazi olarak tesbit edildi. Bununla, "dvoryan,, ailelerinin çiftlikleri parçalanmaktan kurtuldu: toprak (vasiyetnâmede ayrıca tesbit edilmediği halde) büyük oğula geçerdi. Kalan kardeşler ise, ya askerî veya sivil devlet hizmetine girmek zorunda idiler ; devlet ve askerlik hizmetinde "dvoryan,, (kibar, asil) lerle alelâde kimseler arasındaki fark kaldırıldı. 1722 de çıkarılan bir kanunla, bütün askerî ve sivil hizmetler 14 dereceye (rang) ayrıldı; herkes bunun en aşağısından başlamak mecburiyetinde idi. Askerlikte "üstsubay„ ve sivil hizmette 8 nci dereceye kadar yükselen herkes, karısı ve çocuklariyle "dvoryan,, zümresine idhal edilebiliyordu. Bununla, "dvoryan,, sınıfının kapalı bir kast olmasına son verildi, ve Rusya, XVII. yüzyılda "Dvoryan Monarşisi,, iken XVIII. yüzyılda "Memurlar Dvoryan Monarşisi» haline getirildi. Dereceler hakkındaki kanunla, kibar olmayan zümreler için de devlet hizmetine intisap etmek ve yükselmek imkânları yaratılmış oldu. Hele, menşei ile kibirlenen eski "boyar,, aileleri, bu defa, büsbütün gözden düştüler. Tüccarlar zümresinin teşkilâtlandırılması, ve vergi kaçakçılığının önü alınması için de tedbirler alındı. 1720 de bu maksatla "Baş magistrat,, tesis edildi, ve şehir magistrat (Belediye idareleri) ları, tüccarlarda şehirde oturanların vergi ödemelerinden mes'ul tutuldu. Şehir ahalisi "gilda„lara bölündü. Birinci gilda'ya, zengin tüccarlar, iş adamları (fabrikatörler); ikinci gildaya da orta halli tüccarlar ve sanat erbabı idhal edildi. Sanat erbabı için, Batı Avrupa usulü "lonca„lar teşkil edildi ise de, sanat sahasında herhangi bir tahdit konmadı. "Dvoryan,, ve şehir ahalisi korunduğu halde, köylü (mujik) zümresi daha ağır şartlar içine kondu. Büyük çiftlik sahipleri, ziraat faaliyetini genişletmişlerdi. Rusya'dan toprak mahsulü ihracatı başlanmıştı; bundan ötürü, toprak köleliği nizamına bağlı olan köylülerin, çiftlik sahipleri hesabına daha çok çalışmaları icabediyordu. Köylülerden asker alınmakta, fabrikalarda amele olarak çalıştırılmakta idi. Petersburg şehrinin inşasında yüz binlerce köylü zorla çalıştırılmıştı; bunlardan büyük bir kısmı orada ölmüştü. Fakat Petro, "Yeni Rusya'yı,, yaratmak için yüz binlerce "mujik„in feda edilmesini gayet tabiî olarak karşılıyordu.



Devlet mumessilleri, Senato, Kollegium'lar


Petro, eski Moskova devlet sistemi ve teşkilâtında da birçok yenilikler yaptı.   Evvelki  "Prikaz,, lar (daire'Ier) yerine, bu defa Avrupa devletlerinde tatbik edilen idarî teşkilât alındı; bu hususta, isveç müesseseleri örnek tutuldu. Neticede,  devlet makinesi daha çok merkezleştirildi. Yeniliklerden biri de "Senato,, nun tesisi oldu. Petro, 1711 Türk seferine giderken, Çar'dan sonra devlet idaresinde en yüksek makam olan "Senato,, yu kurdu; Çar seferde iken, Senato en yüksek makam sıfatiyle kanun çıkarmak, kanunların icrasına bakmak ve mahkeme işlerine nezaret etmek salâhiyetini haizdi. Senato azaları Çar tarafından tayin edildi. Kuzey Harbi bitince Senato'nun teşrii salâhiyetleri kaldırıldı; ancak idarî bir müessese oldu. Çar tarafından tayin edilen "general prukoror,, Senatonun reisi sayılır ve yalnız lmparator'a karşı sorumlu tutulurdu. Kollegiumlar ihdas edildikten sonra, bunların reisleri Senato'ya aza tayin edilirler ve Senatonun faaliyetine iştirak ederlerdi. 1718-1720 de, isveç teşkilâtı taklid edilerek, Senato'nun kontrolü altında çalışan " Kollegium „ lar teşkil edildi. Kollegium'lar şunlardı: Askerî ( işler ) , Tersane ( donanma ) , Dış işleri ve Malî işlerle uğraşan üç Kollegium: Kamer - Kollegium (vergi ve varidat toplayan ) , Ştats - Kollegium ( devlet masraflarını idare eden), Revision - Kollegium (gelir ve masrafları kontrol eden), sanayi ve ticaret işlerine de üç Koilegiumda bakılırdı: Manufaktur-Kollegium, Berg-Kollegium ve Kommerz-Kollegium. Eyalet idarelerinde birtakım değişiklikler yapıldı. 1708 de bütün Rusya sekiz " gouvernement „ a (guberniya, eyalet) ayrıldı; bunlar: Archangelsk, Moskova, St. Petersburg, Smolensk, Kiyef, Kazan, Azak ve Sibir eyaletleri idi; bilâhara Riga ve Astrachan bölgeleri ihdas edildi. Her bölgenin başında bir " gubernator „ (gouverneur, vali) bulunuyor; malî, adlî ve idarî bütün işlere bakıyordu. Gubernator'ların en mühim vazifelerinden biri de: vergi toplanmasına ve kura efradının tam olarak celbine nezaret etmekti. Mamafih "guberniya,, teşkilâtı, Petro zamanında tam şeklini bulamadı.


Kilise teşkilâtı da, Petro zamanında hususî bir şekil aldı.


1700 de patrik Adrian ölünce, yeni bir patrik seçilmedi. Ryazan metropoliti, Stefan Yavorski geçici bir patrik olarak tayin edildi. Kilise reisleri, Petro'nun yeniliklerine (sakalın tıraş edilmesi, Avrupa biçimi elbise taşımak v. b.) düşmanca bir durum aldıklarından Petro kiliseyi bir zaman için reissiz bırakmağı muvafık buldu. 1721 de Stefan Yavorski'nin ölümü üzerine, kilisenin başına diyanet işleri reisliği "Mukaddes Sinod,, adiyle bir "Kollegium,, tayin edildi; bu şubenin reisliğine ruhanilerden olmayan bir "ober-prukoror,, getirildi. Bununla, Rusya'da 1589 da ihdas edilen Patriklik, ilga edilmiş oldu. Petro, 1724 yılında çıkardığı bir emirle, "keşişlerin,, haklarını tahdit etti. Çar'ın fikrine göre, kilise devlete tabi ve devlet hizmetinde bir müessese olmalıydı. "Sinod,, teşkil edilmekle, rus kilisesi, tamamiyle Petro'ya tabi ve muti bir organ olmuştu.


Kültür sahasında yenilikler 


 Rusya'nın    "avrupalılaştırılması „  için   Petro  Avrupa  ilminin  ve "Avrupavari,,  mekteplerin Rusya'da  tesis edilmesini  arzu ediyordu. Mamafih, Petro, Avrupa'nın  ancak teknik  bilgisine kıymet vermiş, Avrupa kültürü anlamına, fikir hareketine nüfuz edememişti. Kültür sahasında yapılan reformlar, bundan ötürü, ancak pratik mayette kalmış ve rus ordusuna, donanmasına ve sanayiine kadro hazırlamak amacını gütmüştür. 1700 de, Moskova'da bir denizcilik mektebi açılmıştı. Bu mektep 1715 te Petersburg'a nakledildi ve "Denizcilik Akademisi,, adını aldı; aynı yılda, Petersburg'da "Mühendis ve Topçu,, akademileri açıldı. Buralara ancak "dvoryan,, çocukları alınırdı. Taşra şehirlerinde, esas dersleri matematik teşkil eden "rakam mektepleri,, açıldı; köylerde, kiliseler nezdinde "mahalle mektepleri,, tesis edildi. Petro, Avrupa tekniğini öğrenmek için, birçok "dvoryan,, gençlerini Avrupa memleketlerine yolladı, ve bununla Rusların Avrupa ilmini geniş ölçüde öğrenmeleri için yol açıldı. Birçok teknik eser rusçaya çevirildi ve bununla Avrupalıların ilim sahasındaki bilgilerinden istifadeye başlandı. Petro'nun emriyle, Rus alfabesi, eski slavca şeklinden çıkarılarak, bugünkü şekline kondu. Rusçaya tercüme ettirilen eserlerin, sade bir rusça (konuşulan dile yakın) ile yazılması istendi. 1703 te ilk rusca gazete çıkmağa başladı (Moskova Haberleri). Çar, hayatının sonlarına doğru, Almanya'yı taklitle, Rusya'da bir İlimler Akademisi „ tesisini tasarladı, bunun kadrosunu ve masraflarını tesbit etti, Almanya'dan âlimler çağırttı, fakat bu tasarı gerçekleştirilmeden Petro öldü.

Petro, Rusları "avrupalılaştırmak,, için yalnız mektepler ve yeni müesseseler kurmakla iktifa etmedi, rus ahalisinin yüksek tabakasına avrupavarî yaşamayı da öğretmeğe çalıştı. Millî rus elbiselerini atmak, Avrupalılar gibi giyinmek, sakalı tıraş ettirmek bu sahada ilk adımdı. Ruslara, umumî hayatta, sosyetede nasıl hareket etmek, konuşmak, oturup kalkmak, yemek içmek usullerini öğretmek üzere, bir "adâb-ı muaşeret kitabı,, hazırlandı. Avrupa usulü merasimler, eğlenceler tertibedilmekte, kostüm baloları yapılmakta ve bu eğlenceler bazen pek kaba bir şekil almakta idi. Rus erkekleri ve kadınlarını bir arada bulunmalarını temin ve cemiyet hayatına alıştırmak maksadiyle "toplantılar,, (assamble) yapılmakta, Çar bu toplantılara gelerek, beraber eğlenmekte idi. Zengin ve kibar ailelerin bu gibi "toplantılar,, tertip etmeleri adeta bir mecburiyet halini almıştı. Bunlara davet edilmeden, aile reisleri karılarını, oğullarını ve kızlarını getirirlerdi. Çar, başkalarına nümune olmak üzere, pipo çeker, çok miktarda şarap ve bira içer, dans eder ve cemiyet oyunlarına karışırdı. Çarın zoru ile yapılan bu gibi eğlencelerde Ruslar "avrupavarî,, eğlenmeğe, cemiyet hayatına alıştırılıyorlardı.



Petro'nun aile hayatı 


Petro'nun  ailevî  hayatı hiç te düzgün  değildi, ve     Daha  17  yaşında iken Yevdokiya  Fedorovna (Lopuchina) ile evlendirilmişti.  Petro, karısını hiç sevmiyor ve gayet az görüşüyordu. Bu karısından 1690 da, Aleksey adlı bir oğlu oldu. Petro, 1698 de karısını boşadı ve onu bir manastıra kapattı; oğlu ise teyzelerinin elinde kaldı ve onlar tarafından, eski usulde ve dinî bir ruhta yetiştirildi. Petro'nun, oğlu ile meşgul olmağa vakti olmadığından, Aleksey, Petro'nun yeniliklerini beğenmeyen bir zümrenin tesiri altında kaldı ve babasına karşı düşmanca hisler beslemeğe başladı. Karakteri bakımından sıkılgan ve korkak bir kimse olan Aleksey, babası ile açıkça konuşmağa cesaret edemiyor, tahsile merak etmiyor ve kendisine verilen vazifeleri yapmak istemiyordu. Petro, önceleri oğlunun bu hareketlerini tembelliğine ve beceriksizliğine atfettiyse de, 1715 te, nihayet Aleksey'in kendisine tamamiyle muhalif olduğuna kanaat getirdi. Petro, bunun üzerine, Aleksey'in taht üzerindeki hakkından vazgeçmesini talebetti; çünkü Petro'dan sonra Aleksey çar olunca, Rusya'da başlanan yenilikleri durduracağı muhakkaktı. Aleksey, babasının arzusunu yerine getirdi, fakat gayet basit bir fin kızıyle birlikte, Alman İmparatoru (VI. Karl) yanına kaçtı ve babasına karşı himaye edilmesini istedi; bunun üzerine Petro tarafından Aleksey yanına gönderilen P. A. Tolstoy, çarzadeyi Rusya'ya dönmeğe kandırdı. Aleksey Moskoya'ya gelince, yakalanarak, Çar'a karşı ihanet etmekle mahkemeye verildi. Mahkeme kendisinin ölümüne karar verdi. Aleksey, tahkikat esnasında yapılan işkencelere dayanamayarak, 1718 de Petropavlovsk kalesinde öldü. Petro’nun, oğlu ile bu vak'ası, Korkunç îvan'ınkini kısmen andırmaktadır.

Karısından hoşlanmayan Petro, birçok kız ve kadınla düşer kalkardı. Moskova'daki "Alman Mahallesinde güzel bir alman kıziyle uzun bir zaman münasebette bulundu. Kuzey harbinin başlangıcında, Livonya'ya Ruslar girdikleri zaman, bir papazın yanında hizmetçilik eden bir alman kızı Rusların eline düşmüştü. Bu kız bir müddet rus zabitlerinin elinde dolaştıktan sonra, Petro'nun yükselttiği ve en mühim vazifelerde kullandığı Menşikov'a geçti ve onun metresi oldu. Petro, Menşikov'un evinde bu kızı görünce, çok beğendi ve kendine aldı. Ortodoksluğa geçirilen ve Katerina (Alekseyevna) adını alan bu kadın Petro'nun metresi ve 1712 den sonra da karısı oldu. Prut seferine iştirakle, Petro'ya, Türklerle barış akdetmesini tavsiye eden ve aslı olmadığı halde "Baltacı Mehmet paşayı kandırdığı,, iddia edilen Katerina işte bu kadındır. Petro'nun ölümünden sonra, Rusya'nın imparatoriçesi olacaktır. Petro, ölümünden az önce (1724 te), Katerina'nın "taç giyme,, merasimini yaptırmıştı. Petro'nun Katerina'dan birçok çocuğu oldu ise de bunlar küçükken öldüler, ancak iki kızı, Anna ve Elizaveta büyüdüler. Anna Petrovna, Holstein dükü ile nişanlı idi.

Petro'nun oğlu 1718 de ölünce, kendisinden sonra ancak kızları kalacaktı. Petro, Aleksey'in hareketlerinden şüphelendiği zaman, yeni bir taht-ı veraset kanunu çıkarmıştı. Buna göre Çar, tahtını muhakkak büyük oğluna değil, hükümdar sülâlesinden olmak üzere, dilediği kimseye bırakabilecekti. Mamafih Petro, kendine varis seçmeğe vakit bulamadan öldü.



Petro'nun ölümü ve rus tarihindeki rolü  


Gayet yapılı sağlam bünyeli  ve fevkalâde  enerjik bir kimse olan Petro, hayatını çok suistimal  ettiğinden  (kadınlar,  alkol  ve  gayet çok çalışma) , bünyesi  zayıf  düşmüştü.  1724 sonbaharında,  Petersburg'da, batmak tehlikesine maruz  kalan birkaç bahriyeliyi kurtarmak için kayığa binmiş ve bu münasebetle kendini üşütmüştü; bütün sonbahar ve 1725 kışı başında hasta olan Petro, nihayet 28 ocak (8 şubat) 1725 tarihinde öldü; bu zaman ancak 53 yaşında idi.

I. Petro'nun rus tarihindeki rolü çok büyüktür. O, rus hükümdarlarının en ehemmiyetlisi sayılır. Petro Rusya'yı, eski Moskova zihniyetinden tamamiyle kurtarıp, yeni bir Rusya yarattı: Rusya'yı "avrupalılaştırdı,,; Avrupa tekniğini ve, zahirî olsa dahi, garp yaşayış tarzını Rusya'ya soktu. Onun bu faaliyeti, gerçi " Türklere karşı savaşın icabı „ olarak başlamış, İsveç'ten Baltık eyaletlerini almak için yaptığı yirmi yıllık bir harbin ihtiyacını karşılamak üzere gelişmişse de, netice itibariyle Rusya'nın Avrupa tekniği ve hayatını benimsemesini sağlamıştır. Petro'nun Rusya'yı "avrupalılaştırması,, yukardan zorla, şiddetle ve yalnız küçük bir zümreye tatbik edilmesine rağmen, Rusya'nın, sonraları bu yolda büyük adımlar atmasına yol açmıştı.

Petro'nun eski rus geleneklerini atarak, Moskova Rusyasının tarihî gelişmesini tabii yolundan, büsbütün başka bir istikamete çevirmesi, birçok tenkitlere yol açmışsa da, esas itibariyle Rusya için hayırlı olmuştur. Bunu gerçekleştirmek için, "rus geriliği ve tembelliği,, ne karşı gayet sert ve "barbarca,, usuller kullandı. Haddi zatında çok kaba ve müstebit bir hükümdar olan Petro, enerjisi, ne yapmak istediklerini açıkça görmesi ve kendisi gibi enerjik kimseleri istihdam etmesi sayesinde muvaffak oldu. Rusya'nın hem insanca, hem tabii servet bakımından çok zengin oluşu, Çar'ın şahsına karşı rus ahalisinde mukavemet hassası olmayışı, Petro'nun istediği gibi hareket etmesine imkân verdi. O sıralarda Avrupa'daki umumî durumun icabı ve bilhassa Lehistan'da ve Türkiye'de Petronun şahsiyeti ve Rusya'nın tatbikine giriştiği yeniliklerden doğacak neticeler lâyıkıyle anlaşılamadığından, Rusların faaliyetine geniş ölçüde mani olunamadı; İsveç kralı XII. Karl'ın, Rusya'yı yıkmak, Petro'yu emellerine ulaştırmamak plânları da, kâfi derece yardım görmediği için, neticesiz kaldı. Kuzey Harbinden Petro tam bir zaferle çıkması sayesinde, rus İmparatorluğunun yalnız Doğu Avrupa'nın değil, umumiyetle Avrupa Devletleri arasında da yüksek bir mevkie çıkmasını temin etmiştir.

Sonraki Rusya tarihi Büyük Petro'nun çizdiği yoldan yürüyerek, büsbütün emperyalist bir çehre aldı. Bundan dolayı tarihî literatürde "Büyük Petro'nun siyasî vasiyetnâmesi,, nden bahsetmek adet olmuştur. Bu "vasiyetnâme,, ye göre: Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu zararına genişlemesi, İstanbul'u ele geçirmesi, Lehistan'ı zaptetmesi gibi, sonraki yüzyıllarda Rusların tahakkuk ettirmek istedikleri maddelerin Büyük Petro tarafından, birer birer tesbit edilmiş ve kendisinden sonraki rus çarlarına bunu gerçekleştirmeleri için temennide bulunduğu iddia edilmiştir. Fakat böyle bir "vasiyetnâme,, nin sıhhati tarihen tevsik edilmiş değildir.

Ruslar tarafından "Büyük,, lâkabiyle tanılan I. Petro, Osmanlı tarih literatüründe " Akbıyık „ ve " Deli Petro „ diye geçmektedir; faaliyetinin hakikî mahiyeti Babıâlice anlaşılmamış, ancak "garib„ hareketleri ve hiddetli oluşu, kendisine "Deli,, lâkabını kazandırmış olmalıdır. İşte bu "Deli Petro,, dur, ki Rusya'yı çok kısa bir zamanda kuvvetli bir devlet haline yükselterek, Türkiye'nin en büyük düşmanı yapmıştı. Sonraki nesiller üzerinde Petro'nun şahsı derin tesirler icrasına devam etmiştir. Petro'nun hayatı ve faaliyeti en mümtaz rus ediblerinin eserlerine mevzu teşkil etmiş ve böylelikle hatırası daima yaşatılmıştır. Büyük Petro, az zamanda çok büyük işler yapan, Rusya gibi geri, geniş ve kalabalık bir memlekete yeni hayat aşılamağa muvaffak olan, tarihte nadir yetişen büyük şahsiyetlerden biridir. Cehalet, hunharlık, ahlâksızlık gibi birçok kusurlarına rağmen, Rusya'yı büyültmek, ilerletmek yolundaki faaliyeti, ona rus tarihinde mümtaz bir mevki kazandırmıştır. Büyük Petro'nun muvaffakiyeti sayesinde Rusya Avrupalı büyük devletler sırasına girmiş ve beynelmilel siyasete faal bir şekilde karışmağa başlamıştır. Büyük Petro, gerek karakteri ve gerek faaliyeti bakımından, biraz Korkunç İvan'ı andırmaktadır; hele "fütuhat siyaseti,, her iki çarı birbirine çok yaklaştırdığı gibi, iç idarede alınan cezrî tedbirler de, esas itibariyle çok farklı olmakla beraber, her ikisinin de Rusya'da bir yenilik yapmak arzusundan doğduğu muhakkaktır.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

22 Eylül 2024 Pazar

SURİYE SELÇUKLULARI-5

  



MUSUL ATABEGLİGi (ZENGİLER.) ( 1127-1233)


Zengiler, Büyük Selçuklu ve Irak Selçuklu devletlerine bağlı olarak kurulmuş bir atabeglik olup, Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra bağımsız hale gelmiş, Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu ve Suriye'de hüküm sürmüş, Mısır'a dahi hakim olmuş büyük bir sülaledir.

Kurucusu İmadeddin Zengi'ye nispetle Musul Atabegliği'ne Zengiler de denilmiştir. Zengi'nin babası Kasimüddevle Aksungur, Sultan Alparslan zamanında Selçuklu sarayına alınmış, Sultan Melikşah zamanında da komutanlığa tayin olunmuş bir memluktur. İbnü'l-Adim'e göre, Aksungur'un babasının adı Turgan olup Sabyu oymağındandır. Sultan Melikşah'ın Suriye Seferine bir komutan olarak katılan Kasimüddevle Aksungur 3 Aralık 1086'da Haleb'i teslim alınca Melikşah, veziri Nizamü'l-Mülk'ün tavsiyesi üzerine şehrin valiliğine Aksungur'u, kale komutanlığına da Nuh et-Türki'yi tayin etti. Sultan Melikşah, Aksungur'a Kasimüddevle ünvanı ile emrine dörtbin süvari verdi.

Halebin ilk Türk valisi olan Aksungur, kargaşa içinde bulunan Halep'te intizamı temin ettiği gibi Halep halkına sağladığı ticari imkanlar ile de onların büyük sevgisini kazandı. Melikşah'ın 20 Kasım 1092 tarihinde ölümü üzerine sultanın oğullarından Berkyaruk ve Mahmud ile kardeşi Suriye Meliki Tacüddevle Tutuş arasında saltanat mücadelesi başladı. Berkyaruk tarafını tutan Aksungur üzerine yürüyen Tutuş, Tellu's-Sultan civarında giriştiği muharebede onu yakalatarak öldürttü (26 Mayıs 1094). Bu sıralarda yedi yaşlarında bir çocuk olan Zengi, Kür-Boga, Musa et-Türkmani, Çökürmüş, Çavlı, Mevdud ve Aksungur Porsuki gibi Musul'a tayin edilen emirler tarafından büyütülmüş ve eğitilmiştir.

Emir Çavlı'nın yerine Musul'a tayin edilen Mevdud zamanında genç yaşlarda bulunan Zengi, Mevdud'un Haçlılar üzerine tertip ettiği 1111 ve 1113 yıllarındaki seferlere iştirak etti. Bilhassa Taberiye muhasarasında büyük cesaret göstererek Mevdud'un itimadını kazandı. Ancak Zengi'nin çocukluk yılları gibi ilk gençlik yılları da talihsizliklerle dolu idi. Emir Mevdud, Dımaşk atabegi Tuğtekin ile Haçlılara karşı çıkmış olduğu bir seferden sonra Musul'a dönmektense Dımaşk'da kışlamayı ve baharda yeniden sefere çıkmayı düşünmüş, bu sebeple geldiği Dımaşk'da Batıniler tarafından öldürülmüştü. Yerine Aksungur Porsuki tayin olundu ve onun emriyle Zengi, komutanlardan Altuntaş ile birlikte Aşağı Irak bölgesinde Selçuklu hakimiyetini tesis için Vasıt'a gönderildi. Abbasi halifesi el-Müsterşid Billah'a (1118-1135) karşı savaş halinde olan Hille emiri Dübeys b. Sadaka kuvvetlerine üstünlük sağlayan Zengi'ye Vasıt ıkta olarak verildi. Arkasından da Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un (1118-1131) emriyle Zengi, Basra'nın ıktasını elde etti (1125) .

Abbasi Halifesi el-Müsterşid Billah'ın dünyevi hakimiyet tesis etmek için asker toplaması karşısında halife ile Bağdat'taki Selçuklu şahnesi Barankuş Zekevi arasında anlaşmazlık çıktı. Durumu öğrenen Büyük Sultan Sencer, yeğeni olan Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'a haber göndererek Bağdat'a gitmesini istedi. Sultan Mahmud, halifeye adamlarını yollayarak kışı Bağdat'ta geçireceğini bildirdi. Esasında Selçuklu sultanları, halifelerin uhrevi işlerle uğraşmasını, dünyevi işleri kendilerine bırakmalarını istemekte ve halifelerin asker beslemelerine mani olmak niyetinde idiler. Fakat Halife el-Müsterşid Billah uhrevi hakimiyetle yetinmek istememiş, Afif ve Nazar adlı adamlarını bir ordu tesis etmeye memur kılmıştı. Halife henüz hazır görmediği ordusuna vakit kazandırmak maksadı ile Sultan Mahmud'dan ertesi yıl gelmesini istedi. Halifenin ileri sürdüğü kıtlık mazeretine aldırış etmeyen Sultan Mahmud, Bağdat üzerine yürüdü. Selçuklu ordusu dıştaki mukavemeti kırdıktan sonra şehir içine girdi. Bağdat sokaklarında cereyan eden çarpışmalar, Selçuklu ordusunu epey zayiata uğrattı. Vasıt ve Basra'dan temin ettiği kayıklarla Dicle üzerinden asker getiren Zengi, şehir içindeki mücadelenin de Sultan Mahmud lehine neticelenmesini sağladı. Zengi'nin askeri kabiliyetini takdir eden sultan, onu Bağdat şahneliğine tayin etti (Nisan 1126). Halifeye de iyi muamele eden sultan, şehirde intizamı sağladıktan sonra İsfehan'a çekildi.

Musul'un Selçuklu valisi Aksungur Porsuki'nin 26 Kasım 1126'da Cuma namazı için gittiği camiin avlusunda Batıniler tarafından öldürülmesi üzerine, yerine oğlu İzzeddin Mesud geçti. Fakat Mesud'un kısa bir süre sonra vefatı (Temmuz 1127) ve onun oğlunun çok küçük yaşta olması, Musul valiliğinde bir boşluğa sebep oldu. Emirlerden Çavlı, Bağdat'a bir heyet yollayarak Sultan Mahmud'dan Mesud'un qğlu adına şehrin idaresinin kendisine verilmesini istedi. Giden heyet, Çavlı'nın yerine Zengi'yi tercih ettiklerini sultana arzedince Sultan Mahmud, oğlu Alparslan'ın atabegliği vazifesini de Zengi'ye vererek onu Musul valiliğine tayin etti (1127) . Çavlı, Musul'a gelen Zengi'ye itaat etmek zorunda kaldı. Musul'da iç kaleye yerleşen Zengi, şehrin dizdarlığına Nasıreddin Çakır'ı, hacibliğe Selahaddin Yağıbasan'ı, başkadılığa da Bahaeddin Şehrizori'yi getirdi.

İzzeddin Mesud, ölümünden önce Haleb'e memlüklarından Kutlu Aba'yı tayin etmişti. Fakat Kutlu Aba'nın idaresinden memnun olmayan Halep halkı, şehrin milis kuvvetlerini (el-Ahdas) de yanlarına alarak ayaklandılar ve Kutlu Aba'yı yakalayıp hapsederek yerine Fadaılıb Bedi'i getirdiler. Buna rağmen şehirde sükunet ve nizam sağlanamadı. İmadeddin Zengi, bu huzursuzluğu fırsat bilerek komutanlarından Sungur ed-Diraz ile Hasan Karakuş'u öncü olarak Haleb'e yolladı. Kendisi de Haleb'e doğru yola çıktı. Atabeg Zengi, yolu üzerinde Artukoğullarından Timurtaş'ın tayin ettiği bir valinin idaresi altında bulunan Nusaybin'i kuşattı. Timurtaş, Hısn-ı Keyfa'da hüküm süren amcasının oğlu Davud'dan yardım talep etti. Buna rağmen yardımın gecikebileceğini ve bunun sonucu çok kan döküleceğini düşünen Nusaybinliler, kapılarını açarak Zengi'ye teslim oldular.

Nusaybin'den Haleb'e gelen Atabeg Zengi, Halepliler tarafından törenle karşılandı. Bir zamanlar babası Aksungur'un valiliğini, kendilerine karşı gösterdiği samimiyet ve iyi idareyi unutmayan şehir halkı, onun oğlu Zengi'ye de büyük sevgi gösterilerinde bulundular.

Atabeg Zengi, Haleb'e hakim olduğu sıralarda Haçlılar Akdeniz'in Suriye sahilini tamamen ele geçirmişlerdi. Halep, Hama, Hıms ve Dımaşk gibi iç kısımlarda kalan şehirler müslümanların elinde bulunuyordu. Dımaşk'dan Rakka ve Rahbe'ye uzanan yolun dışındaki bütün ticari yollar kesilmişti. Haçlılar ile uzun yıllar mücadele eden Dımaşk atabegi Tuğtekin'in ölümü ise Haçlılarla mücadele eden müslümanların aleyhine bir boşluk yaratılmış idi. Zengi bütün Suriye'de kendi hakimiyetini tesis etme düşüncesinde idi. 

Atabeg Tuğtekin'in ölümü, Zengi'nin bu düşüncesine iyi bir fırsat teşkil etti ve onu güney komşusu Dımaşk atabegliğinin üzerine harekete teşvik etti. Fakat Büyük Sultan Sencer'in emriyle Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un Zengi'nin yerine Hille emiri Arap asıllı Dübeys b. Sadaka'yı tayin etmek istemesi ve Zengi'nin Sultan Mahmud'un huzuruna büyük hediyelerle gidip sadakatını arzederek bu tayini durdurması, Dımaşk atabegliği üzerine yapacağı sefere mani oldu.

Ancak bir süre sonra Tuğtekin'in yerine geçmiş olan Tacü'l-Mülk Böri'ye (1128-1132) haber göndererek, ondan Haçlılara karşı açılan cihada yardımcı olmasını istedi. Böri, açılan cihada katılmak üzere beşyüz süvarisini Dımaşk'dan Hama'ya yolladı ve oradaki oğlu Sevinç'e kendi askerini de bu kuvvete katarak Haleb'e gitmesini emretti. Haleb'e Sevinç'in komutası altında gelen Dımaşk atabegliği kuvvetleri, evvela iyi karşılandılarsa da üç gün sonra yakalanarak hapsedildiler. Askersiz kalan Hama şehri üzerine yürüyen Zengi, 24 Eylül 1130'da burayı zaptetti. Bunu takiben Hıms şehrini kuşattı. Atabeg Zengi, kış mevsiminin yaklaşması üzerine Haleb'e döndü.

Atabeg Zengi'nin Haleb'e döndüğü ve Haçlılar ile meşgul olduğu bir sırada Tacü'l-Müluk Böri, Batınilerin bir suikastine uğrayıp ağır bir şekilde yaralandı. Bu sırada Abbasi Halifesi el-Müsterşid Billah ile Hille emiri Dübeys b. Sadaka arasında anlaşmazlık devam etmekte idi. Dübeys, ölen Serhad valisi Fahrüddevle Gümüştekin'in dul karısı ile evlenmek üzere Serhad'a giderken yolunu kaybedip Dımaşk atabegliği kuvvetlerine yakalandı (6 Temmuz 1131) . Böri, halifeye haber göndererek düşmanı olan Dübeys b. Sadaka'ya ne yapması gerektiğini sordu. Halife onu iyi muhafaza etmesini ve göndereceği adamlara teslim etmesini bildirdi. Bu durumdan haberdar olan Atabeg Zengi, Böri'ye eğer Dübeys b. Sadaka'yı kendisine teslim ederse, oğlu Böri ile diğer komutan ve askerlerini serbest bırakacağını, ayrıca ellibin dinar ödeyeceğini bildirdi.

Daha önce Halife Müsterşid Billah'a söz vermiş olmasına rağmen, Atabeg Zengi'nin reddedilmeyecek kadar cazip teklifler ile gelmesi, Böri'nin halifeye verdiği sözden caymasına sebep oldu. Dübeys, şartlarını Böri'nin hazırladığı şehir ve yerde, Musul atabegi Zengi'ye 2 Ekim 1131'de teslim edildi. Atabeg Zengi, Sultan Sencer'in emriyle kendisine rakip olmasına rağmen Dübeys'e silah ve para vererek onu serbest bıraktı.

Irak Selçuklu sultanı Mahmud, oldukça genç bir yaşta ölünce, yerine oğlu Davud (1131- 1132) geçti. Davud'un sultanlığını Vezir Ebu'l-Kasım Dergezini ve Meraga Valisi Aksungur Ahmedili desteklemekteydiler. Buna karşılık Mahmud'un kardeşi Mesud ise Tebriz'i ele geçirmiş ve yeğeni Davud'un sultanlığına karşı çıkmıştı. Buna rağmen, Cibal ve Azerbaycan bölgelerinde hutbe, halen Davud adına okunuyordu. Davud, Tebriz'i kuşatıp sultanlığını amcasına geçici bir süre için de olsa kabul ettirdi. Mesud, bir taraftan Atabeg Zengi'nin kendisini desteklemesini beklerken diğer taraftan da Halife Müsterşid Billah'dan adının Bağdat'ta hutbede okunmasını istemekteydi. Ancak halife, Melik Mesud'a kendisini destekleyeceğini, fakat Büyük Sultan Sencer'in izni olmadan adını hutbede okutamayacağını bildirdi.

Sultan Davud'un diğer amcası olan Selçukşah da saltanat müddeisi olup büyük bir ordu ile Bağdat'a geldi. Halife Müsterşid Billah, Melik Selçukşah ile atabegi Karaca es-Saki'yi çok iyi karşıladı ise de Selçukşah'ın adını hutbede okutmadı. Bu sıralarda Atabeg İmadeddin Zengi'nin Musul'dan Melik Mesud'un kuvvetlerine katılmak üzere hareket ettiği öğrenildi. Atabeg Karaca es-Saki, Selçukşah'ı bir kısım kuvvetler ile Bağdat'ta bırakıp kendisi ana kuvvetlerin başında yola çıktı. Maksadı, Atabeg Zengi'nin Melik Mesud ile birleşmesini önlemekti. Karaca es-Saki'nin gelişinden haberi olmayan Atabeg Zengi, Samerra'da uğradığı baskında mağlup oldu ve Tekrit'e çekildi. Melik Mesud ise, Selçukşah'ın kuvvetleri ile küçük çapta çarpışmalara girişti. Atabeg Karaca es -Saki, Samerra'dan Bağdat'a dönerken yeğenlerinin çıkarmış olduğu huzursuzluğa son vermek maksadı ile Büyük Sultan Sencer'in Rey şehrine geldiği haberi ulaştı.

Melik Mesud, Halife Müsterşid Billah ile Selçukşah'a amcası Sultan Sencer'e karşı ittifak teklif etti. Teklifi uygun görülünce aralarında bir andlaşma yaptılar. Buna göre Mesud sultan, Selçukşah da onun halefi olacak, Irak ise halifenin tayin edeceği bir naip tarafından idare edilecekti. Bu antlaşmayı müteakip Melik Mesud Bağdat'taki Darü's-Saltana'ya, Selçukşah ise Selçuklu şahnelerinin kalmış olduğu konağa yerleşti. Sultan Sencer'in adı hutbeden çıkarıldı. Bunu takiben de birleşik kuvvetler, Büyük Sultan'a karşı harekete geçtiler. Sultan Sencer, Zengi'ye haber göndererek askersiz kalacak olan Bağdat'a yürümesini emretti. Bunun üzerine Halife Müsterşid Billah, hilafet merkezinin tehdit altında bulunduğunu bahane ederek Sultan Sencer yerine Atabeg Zengi'nin üzerine yürüdü. Melik Mesud ile Melik Selçukşah, Sultan Sencer karşısında mağlup oldular. Sencer yeğenlerine şefkatli davrandı; Mesud'a Azerbaycan'ı ıkta olarak verdi. Diğer yeğeni Tuğrul b. Mahmud'u da Irak sultanlığına tayin etti. Bütün bu hadiselerden mesul tuttuğu Atabeg Karaca es-Saki'yi ise öldürttü (Mayıs 1132) .

Atabeg Zengi'ye gelince, halife onun Bağdat üzerine yürüyeceğini Hanakin'de iken öğrenince, yanındaki ikibin atlı ile Abbasiyye'ye geldi ve burada karargahını kurdu. Dübeys b. Sadaka da askeriyle Atabeg Zengi'nin yanında bulunmaktaydı. Üstün gücüne rağmen Musul askeri, halifeye karşı kılıç çekmedi. Zengi, yedibin kişiyi bulan ordusunun Musul'a çekilmesini daha uygun buldu. Galip geldiği muharebe meydanında bir gece kalan halife, ertesi gün Bağdat'a döndü.

Irak Selçuklu sultanı olan Tuğrul'a karşı ilk isyan eden yeğeni Davud oldu. Sultanlığını kaybeden Davud, amcası Mesud ile anlaşıp Tuğrul'u 25 Mayıs 1133'de yapılan savaşta yendi. Hemedan, Mesud tarafından işgal edildi. Halifeyi kendi safına çeken Mesud, Bağdat'ta adına hutbe okuttu. Tuğrul ise, amcası Sultan Sencer'in yanına sığındı.

Halife Müsterşid Billah, Atabeg Zengi'ye karşı sert tavrını sürdürmekteydi. Bir süre önce yanında Nazar, İkbal ve Afif gibi bir kaç komutan bulunan halifeye otuza yakın Türk asıllı komutan katılmış ve halifelik ordusunun mevcudu onikibini süvari olmak üzere otuzbine varmıştı. Böylece büyük bir kuvvet, elde eden Müsterşid Billah, 26 Temmuz 1133'de Musul'u kuşattı. Musul'u Atabeg Zengi'nin komutanı olan Nasıreddin Çakır çok iyi müdafaa ettiğinden halife, bir süre sonra muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı. Atabeg Zengi ise, halife ile zahiri de olsa dostça münasebetler kurmanın yolunu aradı ve Bağdat'a kıymetli hediyeler yollayarak diplomatik bağlantıyı yeniden tesis etti. Fakat Zengi, halifeye bu muhasarada yardım eden Artukoğullarından Hısn-ı Keyfa emiri Davud'u affetmeyip 1134 yılının baharında onun üzerine yürüdü.

Artukoğullarından olmasına rağmen Mardin emiri Timurtaş da Atabeg Zengi'yi destekledi. Amid yakınlarında yapılan savaşta  Davud, ağır bir yenilgiye uğradı (26 Nisan 1134) . Kendisi muharebe meydanından kaçtı ise de çocukları ve komutanlarından bir çoğu yakalandı. Zengi, harekatına devamla Amid'i kuşattı. Ancak veziri Ziyaeddin Kefersudi'nin tavsiyesi ile muhasarayı kaldırdı. Zengi, Musul'a dönerken yolu üzerinde bulunan es-Suvar'ı zaptederek burayı yardımlarından dolayı Timurtaş'a verdi.

Selçuklu imparatorluğunun batı kısmında melikler arasında mücadele devam ederken Irak Selçuklu sultanı Tuğrul, 24 Ekim 1134'de aniden öldü. Kardeşi Mesud, hiç vakit geçirmeksizin Hemedan'a girdi. Onun bu pervasızca davranışından endişelenen bir kısım Selçuklu komutanları, Halife Müsterşid Billah çevresinde toplandılar. Bunların arasında halifenin baş düşmanı Dübeys'in de bulunması, halife tarafından şüpheyle karşılandı. Durumu farkeden Dübeys ise, Mesud tarafına geçmek zorunda kaldı. Melik Mesud'un Hemedan'da sultanlığını ilan etmesine rağmen halife, hutbede Sencer ile Davud'un adlarını sultan olarak okuttu. Mesud'u cezalandırmak maksadı ile de halife, yanına topladığı Türk komutanlar ile birlikte onun üzerine bir sefer tertipledi. Bu arada Halife, Dımaşk'ı kuşatmakta olan Atabeg Zengi'ye de haber yollayarak kendisine katılmasını istedi. Halifenin Zağros üzerinden Hemedan'a yürüyüşü çok yavaş oldu. Onun bu ağır hareketinden faydalanan Mesud, halifenin hizmetine girmiş bulunan Türk komutanların gönüllerini kazanarak kendi tarafına almaya çalıştı. Nitekim bu komutanlar arasında Beyaba Mesud tarafına geçen ilk komutan oldu. 24 Haziran 1135'de Meraga civarında yapılan muharebeyi, diğer Türk komutanların da kendi tarafına geçmesi neticesinde Mesud, çok kolay bir şekilde kazandı. Halife Müsterşid Billah ise Mesud'a esir oldu.. Mesud, halifeye çok iyi davranıp onunla bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre: Halife Bağdat'a dönecek, ancak dörtyüzbin dinar harp tazminatı ödeyecek ve asla asker beslemeyecekti.

Sultan Mesud, Meraga'dan Hemedan'a doğru harekete geçtiği sırada Büyük Sultan Sencer'den kalabalık bir elçilik heyeti geldi. Mesud, bu heyeti karşılamak üzere karargahdan ayrıldığında bir grup Batıni halifeyi öldürdü. Kaynaklar, bu konu hakkında pek açık malumat vermemekle beraber, bir rivayete göre; Batıniler, Sultan Sencer'in gönderdiği kalabalık heyet içinde karargaha sızmışlar ve pek de iyi korunmayan halifenin kaldığı çadıra girip onu öldürmüşlerdir. 

Müsterşid'in yerine oğlu Raşid (1135-1136) halife oldu. Fakat Raşid'in halife olması, Selçukluların öteden beri halifelik ile olan siyasetine uygun düşmedi.

Sultan Mesud, yeni halifeye komutanlarından Barankuş Zekevi'yi göndererek, babası Müsterşid'in savaş tazminatı olarak ödemeyi kabul ettiği parayı istedi. Raşid ise, babasının öldürüldüğünü ve halifelik hazinesinin muharebe meydanında yağmalandığını, bu bakımdan herhangi bir ödeme yapamayacağını bildirdi. Bunun üzerine Barankuş Zekevi, halifelik sarayını aramaya kalkışınca Raşid, onu ve Selçuklu şahnesi Beyaba'yı şehirden çıkardı. Yeni halife, bu davranışının Sultan Mesud tarafından karşılıksız bırakılmayacağını bildiğinden civar emirlerden yardım istedi. Musul Atabegi Zengi'ye de haber yollayarak, yardıma geldiği takdirde atabegi bulunduğu Alparslan'ı sultan ilan edeceğini bildirdi.

Halifeye ilk yardıma gelen Melik Davud oldu. Bunu Atabeg Zengi ile Sultan Mesud'a darılmış olan Türk komutanlar takip etti. Gelenlerin arasında sultanlığa iki namzet bulunuyordu. Atabeg Zengi'ye Alparslan'ın adını hutbeye koyacağına söz vermesine rağmen halife, Melik Davud'un adını hutbede okuttu. Olanları yakından takip eden Irak Selçuklu Sultanı Mesud, Hemedan'dan hareket ederek Bağdat'a geldi ve şehri ellibir gün kuşattı. Şehir içinde huzursuzluklar baş gösterince Davud, Bağdat'ı terketti. Bu durum, müdafileri endişeye sevketti ve yardıma gelen emirler Bağdat'tan çekilmeye başladılar. Atabeg Zengi de burada fazla kalmanın tehlikeli olacağını gördüğünden, Halife Raşid'i de yanına alarak Musul'a gitti (14 Ağustos 1136) .

Halkın büyük endişesine rağmen Bağdat'a giren Sultan Mesud, halka çok şefkatli ve temkinli davrandığı gibi Musul'da bulunan Halife Raşid'e de haber göndererek Bağdat'a dönmesini istedi. Ancak halife bu isteği reddetti. Sultan Mesud, bu durumda Sultan Sencer'e müracaat ederek yeni bir halifenin seçilmesi gerektiğini bildirdi. Bu teklifi kabul eden Sultan Sencer, ayrıca ondan eski halifenin yakın adamlarının da yapılacak değişikliği tasdik etmelerini istedi. Sultan Mesud, eski halife Müsterşid ile yapmış olduğu savaşta yakalayıp hapsettiği vezir Şerefeddin Ali b. Durrat ile İbnü'l-Anbari gibi önemli şahısları serbest bırakarak onları kendi tarafına aldı. Daha sonra da civar valileri, kadıları bir kısım emirler ile devlet adamlarını huzurunda toplayan Sultan Mesud, Raşid'in halifelik vazifelerini yerine getiremediğini belirterek değiştirilmesini istedi. Huzurda bulunan şerefeddin Zeynebi, önceden kararlaştırıldığı üzere, Abdullah b. Mustazhir'in halife olmasını teklif etti. Bunun kabulu üzerine Abdullah el-Muktefi ünvaniyle 18 Ağustos 1136'da halife ilan edildi.

Bağdat'ta yapılan bu değişikliğe rağmen Atabeg Zengi, Raşid'i halife olarak tanımaya devam etti. Ancak Sultan Sencer ile Sultan Mesud'a karşı direnmenin yanlış olacağını düşünerek, elçisi Kemaleddin Şehrizori'yi Sultan Mesud'a göndererek yeni halifeyi tanıdı. Atabeglik topraklarında okuttuğu hutbeden Raşid ile Irak Selçuklu Sultanı olarak tanıdığı Davud'un adlarını çıkararak yerine Muktefi'nin ve Mesud'un adlarını koydurdu. Sultan Mesud, Atabeg Zengi'den Raşid'i kendisine teslim etmesini istedi ve bu maksatla da Musul'a ikibin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu birlik, Musul'a gelmeden Raşid, Atabeg Zengi'nin tavsiyesi ile Musul'dan Azerbaycan'a doğru yola çıktı. Fakat kısa bir süre sonra Raşid, İsfehan'da Batıniler'in karıştığı bir suikast sonucu öldürüldü.

İmadeddin Zengi, Mayıs 1137'de Fırat nehrini geçerek Suriye'ye girdi. Niyeti, güney komşusu olan Dımaşk atabegliğinin topraklarını ülkesine katmaktı. Bu maksatla Dımaşk atabegi Şihabeddin Mahmud'un naibi Muineddin Üner'in idaresi altında bulunan Hınıs'ı kuşattı. Fakat müstahkem bir kaleye sahip olan Hınıs şehri önünde fazla vakit kaybetmek istemeyen Zengi, buradan ayrılarak Haçlıların elinde bulunan Barin (Montferrandus) üzerine yürüdü. Burası Halep ile Hınıs arasındaki irtibatı sağlayan bir üs durumundaydı. Atabeg Zengi'nin bu harekatını haber alan Trablus kontu Raymond, Kudüs kralı Fulk'dan yardım istedi. Kudüs kralı, yardıma gelirken ani bir baskına uğrayarak Barin kalesine güçlükle sığınabildi.

Raymond ve diğer bir kısım şövalye, Atabeg Zengi kuvvetlerince esir edildi. Bu durum üzerine Haçlılar yeni yardım kuvvetlerini yola çıkardı. Urfa kontu II. Joscelin de Barin'e yardıma gelenler arasındaydı. Bu sırada Bizans İmparatoru II. Yohannes Komnenos, ülkesindeki asayişi temin etmek, Anadolu'yu yurt tutmuş Türkleri bir kısım topraklarından çıkarabilmek ve verdikleri sözü tutmayan Haçlı liderlerinin elinden Antakya'yı geri almak için Suriye seferine çıkmıştı.

Atabeg Zengi Barin'i kuşattığı sıralarda, Bizans İmparatoru da Antakya önlerine ulaşmış bulunuyordu. Barin kalesine sığınan Haçlılar, müdafaanın güçlüğü karşısında yardıma gelen kuvvetleri bile bekleyemeden ellibin dinar ödeyerek Atabeg Zengi'ye eman ile teslim oldular. Zengi, bir taraftan Barin ile meşgul olurken diğer taraftan bir kısım kuvvetlerini de Hama'nın kuzeyindeki Maarratü'n-Numan ile Kefertab üzerine yollamıştı. Buraya gönderilen atabeglik kuvvetleri, her iki bölgeyi de kolayca ele geçirdiler. Barin'den sonra Atabeg Zengi, Bizans İmparatoru'nun Antakya'ya girmiş olduğunu bilmesine rağmen yeniden Hınıs önüne geldi. Fakat herhangi bir kuşatmaya girişmedi. Atabeg, belki de devamlı bu şehir önünde görünerek şehir halkını ve idarecilerini etki altına almak niyetinde idi.

Antakya'ya girmiş olan Bizans İmparatoru II. Yohannes, kışı geçirmek için Çukurova'ya çekilmeden önce Haçlı liderleriyle bir andlaşma yaptı. Buna göre baharda Halep, Hama, Hınıs ve Şeyzer gibi müslümanların elinde bulunan şehirlere saldırılacak, zaptedildikleri takdirde bu şehirler Raymond'un idaresine bırakılacaktı. Antakya, ise Bizans İmparatorluğu'na iade edilecekti. Bu maksatla kış boyunca hazırlıklarını sürdüren imparator, 1138 yılı sonlarında yeniden Antakya'ya geldi. Bizans-Haçlı kuvvetleri, ilk olarak Haleb'in kuzeydoğusunda bulunan Buzaa'ya hücum ettiler. Altı günlük bir kuşatmadan sonra Buzaa 9 Nisan 1138'de teslim olmak zorunda kaldı. Ahalisinin bir çoğu öldürüldü. Dörtyüz kadar kişi, tehdit ile hristiyan olmaya zorlandı.

Atabeg Zengi, Bizans-Haçlı ortak harekatı karşısında, Irak Selçuklu sultanı Mesud'dan yardım istedi. Ayrıca komutanlarından Zeyneddin Ali Küçük'ü de bir kısım kuvvetle birlikte Haleb'e göndererek bu şehrin müdafaasını kuvvetlendirdi. Nitekim Bizans-Haçlı ordusu, Buzaa'dan sonra Haleb'e geldi. Hazırlıksız yakalayacağını düşündüğü Halep'te bütün müdafaa tedbirlerinin alınmış olduğunu görünce üç gün sürdürdüğü muhasarayı kaldırarak (18 Nisan 1138). Esarib üzerine yürüdü.

Çok zayıf bir garnizona sahip olan Esarib, 21 Nisan'da teslim oldu. Buradan sarp kayalar üzerine inşa edilmiş ve Munkızoğullarının elinde bulunan Şeyzer kalesine taarruz eden Bizans-Haçlı ordusu şehrin varoşlarına girdi. Ancak iç kale direnmeye devam etti. Yirmi günlük bir kuşatmadan sonra, netice alamayacağını anlayan İmparator, Şeyzer hakimi Ebu'l-Asakir tarafından teklif edilen bir miktar parayı alarak kuşatmayı kaldırdı .

Şeyzer'in kuşatıldığı sıralarda Artukoğullarının Hısn-ı Keyfa emiri Davud, Atabeg Zengi ile aralarındaki siyasi gerginliği bir tarafa bırakarak oğlu Kara-Arslan komutasında Türkmenlerden müteşekkil bir orduyu yardıma gönderdi. Açık bir sahada muharebe etmek niyetinde olduğu anlaşılan Bizans İmparatoru'nun üzerine gitmeyen Zengi, Sultan Mesud'un gönderdiği kuvvetler de henüz gelmediğinden onu sarp mevzilerde sıkıştırmaya çalışmaktaydı. İmparator ise tepelerde bekleyen atabegin kuvvetlerine taarruza kalkışmayarak Antakya'ya, oradan da Çukurova'ya çekildi. Bu haber üzerine Sultan Mesud'un yolladığı onbin kişilik Selçuklu süvari birliği, Fırat nehrini geçmeden geri döndü.

Bizans İmparatoru II. Yohannes'in biraz da tam destek görmediği Haçlı liderlerine kızarak Suriye'den çekilmesinden hemen sonra Atabeg Zengi yeniden Dımaşk atabegliği topraklarına girdi. Fakat bu sefer kuvvet yoluyla almanın zor olacağını gördüğü Hınıs'ı daha kolay bir yolla elde edebilmek için Dımaşk atabegi Mahmud'a elçiler yollayarak annesi Safvetü'l Mülk Zümürrüd Hatun ile evlenmek istediğini bildirdi. Dımaşk'da uzun tartışmalardan sonra Zengi'nin bu teklifi kabul edildi. Düğün 31 Mayıs 1138'de yapıldı. Zengi, kendi kızını da Mahmud ile evlendirdi. Yapılan anlaşmaya göre Zümürrüd Hatun'un çeyizi olarak Hınıs şehri verilecekti. Zengi, gelini Hınıs kalesi kapısında bekleyerek karşıladı. Bağdat ve Mısır halifelerinin elçilerinin yanısıra Bizans İmparatoru'nun da bir elçisi, düğün tebriği için Zengi'nin Hınıs önündeki karargahına geldi. Şehir, kapılarını Musul atabegine açtı ve böylece Hınıs'a sahip olan Zengi, kızının çeyizi olarak da Mahmud'a Barin'i verdi.

Hınıs'ı evlilik yoluyla elde eden Atabeg Zengi, Antakya prinkepsliği topraklarına girerek kısa bir süre önce Haçlı - Bizans harekatıyla kaybettiği Buzaa, Kefertab ve Esarib'i Eylül-Ekim 1138'de Haçlıların elinden geri aldı.

Dımaşk hakimi Şihabeddin Mahmud, kendi adamları tarafından 23 Haziran 1139'da öldürüldü. Başkomutan Muineddin Üner, Mahmud'un kardeşlerinden Cemaleddin Muhammed'i destekleyerek atabegliği ele geçirmesini sağladı. Mahmud'un diğer kardeşi Behramşah ise, Zengi'ye sığındı. Ayrıca Zümürrüd Hatun da Zengi'ye haber gönderip onu Dımaşk üzerine yürümeye teşvik etti. Bütün bu hususları iyi bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen Zengi, Dımaşk atabegliği ülkesine bir kere daha girdi. İlk olarak Baalbek'i kuşattı ve çok geçmeden de şehre girmeye muvaffak oldu (10 Ekim 1139) . Ancak iç kaleyi savunan kırk kadar Türk on gün direndi. Sonunda bunlar canlarının bağışlanması şartı ile teslim oldular Zengi, bunlara verdiği sözü tutmadı, kaçabilen bir-iki kişi hariç diğerleri öldürüldü.

Baalbek'i ele geçiren Zengi, Dımaşk'ı da almak maksadı ile Bika bölgesine girdi. Burada Kadı Kemaleddin Şehrizori'yi elçi olarak Cemaleddin Muhammed'e gönderip, Dımaşk'ı kendisine teslim ettiği takdirde, bütün şartlarını kabul edeceğini bildirdi. Teklifi reddedilen Zengi, Dımaşk'ın 7-8 km. güneybatısında bulunan Darayya'ya gelip karargahını kurdu. Dımaşk'ın bütün ikmal ve yardım yolları kesildi. Bu arada elçisi Kemaleddin Şehrizori vasıtası ile şehir içinde bir kısım taraftar buldu. Bunlar, şehir kapılarını kararlaştırılan vakitte açacaklardı. Ancak Atabeg Zengi, Dımaşk halkının müdafaaya kararlı olduğunu anlayıp, şehrin sokaklarında yapılacak çarpışmaların aleyhine olabileceğini düşünerek bu işe kalkışmadığı gibi muhasarayı da kaldırdı.

Fakat kısa bir süre sonra hastalanan Cemaleddin Muhammed 30 Mart 1140'da öldü. Onun ölümü, Dımaşk'da yeni gelişmelere sebep oldu. Vezir Muineddin Üner, Muhammed'in oğlu Abak'ı Dımaşk hakimi olarak ilan etti. Abak'a muhalif olanların kendisini destekleyeceklerini düşünen Zengi, yeniden Dımaşk önlerine geldi. Vezir Üner, Atabeg Zengi'nin bu taarruzunu önleyebilmek için Kudüs Kralı Fulk'dan yardım istemek zorunda kaldı. Kudüs'e elçi olarak gönderilen Üsame b. Munkız, Kral Fulk'a; yardım ettiği takdirde her ay yirmibin dinar ödemeyi ve Musul atabegliği hakimiyeti altına geçmiş olan Banyas'ı ortak bir harekat neticesi ele geçirdikleri takdirde buranın da Kudüs krallığına verileceğini bildirdi.

Kudüs kralı, Atabeg Zengi'nin kendileri için de büyük bir tehlike arzettiğini bildiğinden, Dımaşk ile anlaşmayı uygun buldu. Bir ihanetin önlenmesi maksadı ile karşılıklı rehineler verildi. Dımaşk atabegliği ile Kudüs krallığı arasındaki bu anlaşmayı haber alan Zengi, Havran'a gelerek muhtemel bir Haçlı taarruzunu burada bir ay kadar bekledi. Beklemekten bir netice alamayan Atabeg Zengi, yeniden Dımaşk yakınındaki Guta'ya geldi. Musul kuvvetleri, Guta'da iken Kral Fulk'un isteği üzerine Kudüs'e doğru gelmekte olan Antakya Haçlı kuvvetlerine taarruz düzenleyen Zengi'nin Banyas valisi İbrahim Turgut, hem muharebeyi hem de hayatını kaybetti.

Atabeg Zengi, Dımaşk önlerinde fazla beklemenin aleyhine olacağını düşünerek Hama'ya çekildi. Onun bölgeden uzaklaşmasıyla harekete geçen birleşik kuvvetler, Banyas'ı kuşattılar. Banyaslılar Zengi'nin kendilerine yardıma gelemeyeceğini anlayınca teslim oldular. Daha önce yapılan antlaşma gereğince Banyas, Haçlılara teslim edildi.

Zengi, kendisine karşı yapılan Dımaşk-Kudüs ittifakının Orta Suriye'de aleyhine bir durum geliştirebileceği düşüncesiyle başta Baalbek olmak üzere bazı stratejik mevkilere Türkmenleri yerleştirmeye başladı. Türkmenleri yerleştirdiği Baalbek'in ıktasını da Selahaddin'in babası olan Necmeddin Eyyub'a verdi. Bunu takiben de Dımaşk'a gelip şehri yeniden kuşattı (22 Haziran 1140). Bütün ikmal yollarının kesilmesi karşısında zor duruma düşen Abak Atabeg Zengi'nin hakimiyetini tanımak zorunda kaldı ve onun adını hutbede okutmayı kabul etti.

Bütün çabalarına rağmen Dımaşk'ı ele geçiremeyen Zengi, adının hutbede okunması ile yetinerek dikkatini Haçlılar üzerine çevirdi. Zaten Urfa kontluğuna bağlı süvari birlikleri; Rakka, Nusaybin ve Amid'e kadar sokulmakta, Mardin civarı ile Harran'ı tehdit altında tutmaktaydılar. Irak Selçuklu sultanı Mesud, kendisine bağlı Musul atabegine Urfa'nın fethini emretti. Zengi, sultanın bu emri üzerine civardaki beylerden yardım istedi. Bu sırada Harran emiri Fazlullah b. Cafer, Zengi'ye haber göndererek Kont II. Joscelin'in askeri ile şehirden ayrılmış olduğunu bildirdi. Zengi, vakit kaybetmeden komutanlarından Yağıbasan'ı öncü olarak Urfa'ya gönderdi. Kendisi de yanına aldığı Türkmenler ile birlikte Urfa'ya gelip şehri kuşattı.

Urfa içindeki askeri birlik zayıftı. Şehrin savunması üç piskoposun elinde idi. Latin asıllı Hugue başkan, Ermeni Yuhannes ile Yakubi Basil Bar Şumana ise yardımcıları idi. Aralarındaki anlaşmazlığın yanısıra askerlikten de anlamayan bu kişiler, Musul atabeginin şehri kan dökülmeden teslim etmeleri teklifini her defasında reddettiler. Şehir büyük mancınıklarla dövülürken, lağımcıların surlarda açtıkları gedikler neticesinde Musul atabeginin ordusu şehre girdi. İki. gün yağmalanan şehirde sükunet temin edilince Zengi, komutanlarından Zeyneddin Ali Küçük'ü vali tayin etti ve ondan şehri imar etmesini, fark gözetmeksizin herkese adaletli davranmasını emretti.

Elli yıla yakın bir zaman Haçlı hakimiyetinde kalmış, müslüman Suriye ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki emirlikler arasında bir köprü vazifesi görmüş olan Urfa'nın fethi Avrupa'da endişe ile karşılanırken İslam dünyasında bir gurur havası esmiş, Haçlıların bütün Suriye ve Filistin'den atılabileceği ümidi yaşanmıştır. İbn Kaysarani, İbn Münir, İbn Kasimü'l-Hamavi ve üsame b. Munkız gibi şairler bu fethi şiirleriyle süslemişlerdir. Abbasi halifelerinden el-Muktefi Billah, Atabeg Zengi'ye Zeynü'l-İslam, el-Melikü'l-Mansur ve Nasırud-Emiri'l-Mü'minin gibi ünvanlar vermiştir.

Urfa'nın fethinden sonra şehirde dört gün kalan Zengi, Seruc'a geldi. Buradaki Haçlıların korkularından kaçmaları sebebiyle Seruc, Ocak 1145'de kolayca ele geçti. II. Joscelin'in elinde kalan son yer, Fırat nehrinin doğu kıyısındaki el-Bira kalesi idi. Burayı iki ay kadar kuşatan Zengi, Musul naibi Nasıreddin Çakır'ın öldürüldüğünü ve atabegi olduğu Melik Ferruhşah'ın isyan ettiğini duyunca Haleb'e gitmek zorunda kaldı. İsyanı bastırmak üzere Musul'a gönderilen Ali Küçük, şehirde sükuneti kısa sürede temin etti. Halep'ten Musul'a gelen Atabeg, Ali Küçük'ü Nasıreddin Çakır'ın yerine Musul naipliğine tayin etti.

Zengi, Musul'daki isyanı bastırdıktan sonra Fırat nehrinin kıyısındaki ehemmiyetli bir mevkie sahip olan Caber Kalesi'ni kuşattı. Kale Ukaylilerden İzzeddin Ali b. Salim'in idaresi altında idi. Bu kişi, Zengi'nin hakimiyetini tanımak istemiyordu. Karadan tamamen kuşatılan kalenin nehirden de bütün ikmal yolları kesilmiş bir halde teslimi beklenirken Zengi kendi hizmetkarları tarafından 14 Eylül'ü 15 Eylül'e bağlayan gece uyurken öldürüldü (1146). Katillerin elebaşlarından olan Frank asıllı Yarınkuş adlı köle Caber Kalesi'ne kaçmayı başardı. Fakat burada fazla kalmayıp Dımaşk'a gitti. Burada yakalanan Yarınkuş, Abak tarafından Zengi'nin oğlu Nureddin Mahmud'a gönderildi ve Musul'da öldürüldü.

Melikü'l-Ümera el-Maşrık ve'l-Mağrib, Şehriyarü'ş-Şam ve'l-lrakeyn, Pehlivan-ı Cihan, Hüsrev- i İran gibi otuza yakın Arapça ve Farsça ünvanların yanısıra Alp, Gazi, İnanç Kutluğ, Tuğrul-Tekin, Ak-Arslan gibi Türkçe ünvanlara da sahip olan İmadeddin Zengi, idari işlerde çok titiz, siyasi ve askeri kabiliyeti çok yüksek bir zattı. Onun Haçlılarla mücadelesi, bilhassa Barin ve Urfa'yı fethetmesi, sadece Türk aleminin değil bütün İslam aleminin büyük gururu olmuştu. 

Rakka'da Sıffin şehitleri yanına gömülen Zengi'nin; Seyfeddin Gazi, Nureddin Mahmud, Kutbeddin Mevdud ve Nusreteddin Emir Emirhan adlarında dört oğlu vardı. zengi'nin Caber Kalesi önündeki karargahında öldürülmesiyle vezir Cemaleddin Muhammed, Nureddin Mahmud'un Haleb'e giderek orada babasına halef olmasını uygun gördü. Caber muhasarasına katılan Emir Selahaddin Yağıbasan ve Esedüddin Şirkuh gibi emirler Nureddin'e katıldılar. Vezir Cemaleddin, Zengi'nin en büyük oğlu Seyfeddin'e haber göndererek Şehrizor'darı süratle Musul'a gelmesini bildirdi. Çünkü Melik Alparslan'ın Zengi'nin oğullarına boyun eğeceği şüpheli idi. Nitekim Melik Alparslan ordusunun veziri desteklediğini görünce el-Cezire'ye çekildi. Neticede Musul atabegliği ülkesi, Habur nehri hudut olmak üzere ikiye bölündü. Merkez Halep olmak üzere ülkenin batısına Nureddin Mahmud, merkez Musul olmak üzere ülkenin doğusuna da Seyfeddin Gazi hakim oldu. 







-   SEYFEDDİN GAZİ  (1146-1149)


Musul'a hakim olan Seyfeddin Gazi, Zeyneddin Ali Küçük'ü eskisi gibi Musul valiliğinde; Cemaleddin Muhammed'i de vezirlikte bıraktı. Bu arada Irak Selçuklu sultanı Mesud'a müracaat ederek, ondan hakimiyetini meşrulaştıran menşuru aldı.

Seyfeddin Gazi, devlet işlerinde babasının takip ettiği siyaseti benimsedi. Kardeşi Halep atabegi Nureddin ile daima anlaşma yolunu seçti. Hatta Musul'a bağlı olan Urfa'da çıkan isyanın bastırılmasına müdahale ederek orayı zapteden Nureddin'e ses çıkarmadığı gibi askeri yardımda da bulundu. Onun bu davranışı iki kardeş arasındaki itimadı kuvvetlendirdi.

Atabeg Zengi'nin ölümünü fırsat bilen Artukoğullarından Mardin sahibi Hüsameddin Timurtaş, daha önce kaybettiği Dara kalesi başta olmak üzere bir kısım yerleri geri almıştı. Aynı şekilde Dımaşk atabegi Abak da Baalbek'i ele geçirdi. Siyasi iktidarını sağlamlaştıran Seyfeddin Gazi, 1147 yılında Artuklular üzerine yürüdü. Hatta Mardin'i dahi kuşattı. Bu durumda çaresiz kalan Timurtaş, Seyfeddin Gazi ile anlaştığı gibi onunla sıhri bağlar dahi kurdu.



Haçlı Seferi:


Urfa'nın Atapeg Zengi tarafından fethi, Avrupa'da büyük yankılara sebep olmuştu. Papa III. Eugenius, Fransa Kralı VII. Louis'ye ve şövalyelere haber göndererek onları yeni bir Haçlı seferine teşvik etti. 1146 yılının ilkbaharında Saint Bernad de Clairvaux, Papa tarafından ikinci Haçlı seferi için taraftar toplamakla vazifelendirildi. Kral VII. Louis, mektubu alır almaz Papa'ya hazır olduğunu bildirdi. Daha sonra ise Hohenstaufen hanedanından İmparator III. Conrad da bu fikri kabul etti.

Fransız ve Alman Haçlı orduları Bizans İmparatorluğu topraklarından geçen eski karayolunu tercih ettiler. İlk harekete geçen ve İstanbul'a varan Almanlar oldu. Türkiye Selçuklu topraklarına giren bu Haçlı ordusu çok yıpratıldı. Arkadan gelen Fransız Haçlı ordusu ise daha şanslı idi. Bunlar, Almanların uğradığı felaketi görerek yollarını değiştirdiler ve Bizans topraklarından çıkmadan Antalya'ya kadar geldiler. Buradan kiralanan gemilerle bir miktar kuvvet Antakya'ya ulaştı. Bir kısmı ise yeterince geminin bulunamaması yüzünden, Anadolu'da kendi kaderlerine terkedildiler. 1148 yılının Nisan ayı ortalarında İmparator III. Conrad, Akka limanına vardı. Yine deniz yolu ile gelen diğer Haçlı birlikleri de Kudüs krallığı topraklarından karaya çıktılar. Haçlı liderleri arasında çıkan tartışmalardan sonra yeni gelen Haçlı ordusunun Dımaşk'ı kuşatmasına karar verildi.

Dımaşk atabegi Abak ile Vezir Üner, bir taraftan şehir surlarını tamir ve takviye ederken bir taraftan da komşu ülkelerden yardım istediler. II. Haçlı ordusu, Dımaşk'ı güneybatı istikametinden kuşatmaya başladı ve ilk günler karşılıklı taarruzlar ile geçti. Dımaşk'a yardım için Halep hakimi Nureddin Mahmud ile ağabeyi Musul hakimi Seyfeddin Gazi harekete geçtiler. Ancak bunlar, Üner'den Dımaşk önünde vaki olabilecek bir mağlubiyet karşısında Dımaşk'a çekilmeleri gerekeceğini, bu yüzden de şehrin geçici olarak kendi adamlarına teslim edilmesini istediler. Üner'in bu teklifi kabul etmesi beklenemezdi. Buna rağmen, çok akıllı bir kişi olan Üner, bu hususu Haçlılara karşı bir koz olarak kullandı. Onlara eğer kuşatmayı kaldırmazlarsa şehri Seyfeddin Gazi'ye terkedeceğini, bunun ise kendileri için son derece tehlikeli olacağını bildirdi.

Latin kaynaklarından Villermus Tyrensis, Vezir Üner'in hristiyan liderlere büyük miktarda rüşvet verdiğini, buna karşılık onların da haçlı karargahının yerini değiştirerek kuşatmayı çıkmaza soktuklarını yazmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, Alman İmparatoru III. Conrad, harp meclisini toplayarak kuşatmanın kaldırılmasına karar verdi. Kuşatmanın kaldırılmasından hemen sonra Nureddin Mahmud ile Muineddin Üner, Baalbek'te buluştular ve haçlılara karşı ortak harekata geçmeye karar verdiler. Onların bu ittifakını, Seyfeddin Gazi, Musul'dan bin atlı yollayarak destekledi. Bu sırada Trablus kontu Raimond, Arima kalesini ele geçiren ve Trablus'u tehdit eden Alfonse'un oğlu Bertrand'a karşı Üner'den yardım istedi. Bu fırsatı değerlendiren Nureddin Mahmud ile Üner, Arima üzerine yürüyerek kuvvetli bir taarruz ile kaleyi ele geçirdiler. Kale içinde işe yarayacak bütün malzemeyi aldıktan sonra kaleyi yıktılar, arazisini II. Raimond'a bırakarak üsslerine döndüler.

Dımaşk atabegliğinin dirayetli veziri Muineddin Üner, Ağustos 1149'da öldü. Bunu daha kırküç yaşındaki Seyfeddin Gazi'nin Kasım 1149'daki ölümü takip etti. Seyfeddin Gazi'nin yerine, kardeşi Mevdud hakim oldu. 







-  NUREDDİN MAHMUD (1146-1174)


Melik el-Adil lakabı ile tanınan Nureddin Mahmud, Şubat 1118'de doğdu. Babası İmadeddin Zengi, Caber kalesini muhasara ettiği zaman Nureddin onun yanında idi. Zengi'nin kendi adamları tarafından öldürülmesinden sonra Musul Atabegliği oğullarından Seyfeddin Gazi ile Nureddin Mahmud arasında paylaşıldı. Seyfeddin Gazi, Musul merkez olmak üzere Fırat nehrinin doğusunda kalan yerleri alırken, Nureddin Halep merkez olmak üzere Fırat nehrinin batısında kalan yerleri aldı. Atabeg Zengi'nin ölümünü fırsat bilen ve bir süre önce kontluk merkezi Urfa'yı Zengi'ye kaptıran II. Joscelin, birkısım hristiyan halk ile anlaşarak Urfa'yı ele geçirmeye muvaffak oldu. Ancak şehir içinde bulunan müslüman halk ile muhafızlar iç kaleye çekilip direnmeye devam ettiler. Nureddin Mahmud, bu haberi duyunca sıkı bir yürüyüş ile Urfa'ya geldi. II. Joscelin, Nureddin Mahmud'un gelmesinden kısa bir süre önce şehri terketmişti. Şehir fazla mukavemet gösteremeyip Nureddin'e teslim oldu. İhanet eden hristiyanlar cezalandırıldı.

Urfa şehri ve civarı Seyfeddin Gazi'nin hakimiyet sahası içine girmesine rağmen, Nureddin'in buraya müdahalesini ağabeyi mesele yapmadı. Hatta onunla birlikte Suriye'ye gelen II. Haçlı ordusuyla mücadeleye girişti.

Atabeg Zengi'nin ölümünü fırsat bilen bir diğer kişi de Dımaşk atabegliğinin ünlü veziri Muineddin Üner idi. Üner de Zengi'nin daha önce Dımaşk Atabegliği'nden almış olduğu Baalbek üzerine yürüdü. Necmeddin Eyyub'un muhafazasında bulunan Baalbek, üç günlük bir kuşatmadan sonra, su azlığı bahanesi ile Muineddin Üner'e teslim oldu (Ekim 1146). Bu sıralarda Urfa'yı ele geçirmekle meşgul olan Nureddin, Üner'in Baalbek'e yaptığı müdahaleye ses çıkarmadığı gibi onunla iyi ilişkiler kurma yoluna da gitti. İki taraf arasında gidip gelen elçiler, sonunda Halep ile Dımaşk arasında bir ittifak sağlamayı başardılar. Ayrıca Üner, kızını Nureddin ile evlendirdi (Nisan 1147).

Nureddin Halep'te hakimiyetini kuvvetlendirmeye çalıştığı sırada ikinci bir Haçlı ordusunun Doğu Akdeniz sahillerinde karaya çıktığı haberi geldi. Nureddin, ağabeyi Seyfeddin Gazi ile birlikte kuşatma altında olan Dımaşk atabegi Abak'a yardımcı olacaklarını bildirdi. Ancak, Haçlı liderleri arasındaki anlaşmazlıklar; Dımaşk'ı, hatta Güney Suriye'yi bir felaketten kurtardı. Dımaşk muhasarası kaldırılıp yeni gelen Haçlılar Kudüs'e çekilince Nureddin Mahmud, Dımaşk atabegliği veziri olan Üner ile birlikte karşı harekete geçip Arima'yı muhasara altına aldı ve kısa bir süre içinde ele geçirip bu kaleyi yıktı.




al Devrindeki Olaylar :


1 -  İnnib Zaferi:


Nureddin Mahmud'un Bertrand'ı mağlup edip Arima kalesini yıktırmasına bir misilleme yapmak isteyen Haçlılar, Halep bölgesine taarruza geçtiler. Nureddin; o sıralarda Havran'da bulunan Üner'den yardım istedi. Üner, Nureddin'in Dımaşk atabegliğine daha önce yapmış olduğu yardımı unutmadığından, komutanlarından Mücahideddin Bozan'ı bir miktar kuvvetle Nureddin'e yolladı. Bu sıralarda Nureddin Yağra'yı Haçlıların elinden yeni almıştı. Dımaşk'tan gelen kuvvetlerin kendisine katılması ile güçlenen Nureddin, İnnib kalesini kuşattı. Kaleye yardıma gelen Antakya prinkepsi Raimond, 29 Haziran 1149'da kale önlerinde müthiş bir bozguna uğradı. Haçlı askerlerinin büyük bir kısmı öldürüldü, çok sayıda esir alındı. Raimond ise ölüler arasında bulunuyordu. Bir kayda göre, Raimond'u öldüren, Nureddin'in emirlerinden olan Selahaddin Eyyubi'nin amcası Şirkuh idi.





2 -  Antakya'nın Kuşatılması ve Famiye Kalesi'nin Fethi:


Antakya prinkepsi II. Raimond'un İnnib'de yenilerek öldürülmesi, müslürnanlar arasında Antakya'nın tekrar İslam topraklarına katılabileceği ümidinin doğmasına sebep oldu. Nureddin, İnnib zaferinden hemen sonra yanında Emir Bozan komutasında Dımaşk atabegliği askeri olduğu halde Antakya önlerine gelerek karargahını kurdu. Şehir muhafızlarına haber yollayarak teslim olmaları halinde can ve mallarının emniyette olacağını bildirdi. Henüz bütün ümitlerini kaybetmemiş olan Antakya içindeki söz sahibi kişiler, bu isteği değişik bahaneler ileri sürerek ve Nureddin'e kıymetli hediyeler göndererek reddettiler.

Şehir önünde fazla vakit kaybetmek istemeyen Nureddin, Antakya'nın bütün ikmal ve haberleşme yollarını buraya bıraktığı bir birlik ile keserek Famiye kalesine doğru yola çıktı. Önden emirlerinden Selahaddin Yağısıyan'ı yollayan Nureddin, kale önüne gelince zaptedilmez gibi görünen kalenin muhafızları, canlarının bağışlanması şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler. Nureddin, onların bu teklifini kabul edip 26 Temmuz 1149'da kaleyi teslim aldı. Buradan tekrar Antakya'ya dönen Nureddin, şehrin düşmesinin pek kolay olmayacağını anlayarak muhasarayı kaldırıp Haleb'e döndü.



3 -  Nureddin Mahmud'un Dımaşk'a Müdahalesi:


Dımaşk atabegliğinin idaresini yürüten Vezir Üner, 28 Ağustos 1149'da öldü. Onun ölümünden sonra Nureddin Mahmud, Dımaşk atabegi Abak'ın komutanlarını kendi safına çekmeye çalıştı. Nureddin de babası Zengi gibi Dımaşk'a sahip olmak ihtirasındaydı. Bu maksatlla Havran'da Haçlıların sebebiyet verdiği bir-iki küçük hadiseyi bahane edip Haçlılar üzerine bir sefer tertipleyerek cihat ilan etmişti. Nureddin, Dımaşk atabegi Abak'a da haber yollayarak bin atlı göndermesini istedi. Ancak Abak, Kudüs krallığı ile bir sulh antlaşması yaptığından, Nureddin'e böyle bir kuvveti yollamak istemiyordu. Bu bakımdan Halep atabeginin isteğini yumuşak bir dille reddetti. Halep'ten cihat maksadı ile yola çıkmış olan Nureddin'in Merc Yabus'a kadar yaklaşması üzerine Abak, o sıralarda Gazze'de bulunan Kudüs kralı III. Baudouin'den yardım istedi.

İki Türk emirini karşı karşıya getirmeyi menfaatlerine uygun bulan kral, vakit geçirmeden öncü birliklerini Banyas'a gönderdi. Lakin Nureddin bundan hiç etkilenmeyip Dımaşk'a doğru yürüyüşüne devam ederek 25 Nisan'da Menazilü'l-Asakir'e varıp karargahını kurdu. Buradan Abak'a bir mektup yollayan Nureddin, gayesinin Dımaşk'ı kuşatmak olmadığını, Havran halkının çektiği çilelere son vermek istediğini, açılan cihada katılmanın gerekli olduğunu, birlikte girişecekleri fetihler sonunda ele geçirecekleri Askalan limanı ile diğer bazı yerleri kendisine vereceğini bildirdi. Abak gönderdiği cevapta meseleyi kılıç kuvvetinin çözeceğini, Haçlıların kendisine yardıma gelmekte olduğunu belirtti.

Beklemediği böyle bir cevap üzerine Nureddin, mektubu aldığının ertesi günü (26 Nisan Çarşamba) Dımaşk'a taarruza geçti. Fakat şiddetli yağan yağmur, Halep askerinin belki de gerçekleştirmek üzere olduğu zapta imkan vermedi. Üstelik Haçlıların yardıma gelmesi Nureddin'i endişelendirdi. Böyle bir durumda Abak ile anlaşmayı uygun bulan Nureddin, adının hutbede okunması ve kesilecek paralara adının yazdırılması şartı ile muhasarayı kaldıracağını Abak'a iletti. Dımaşk'ın düşmesinden çekinen Abak, Nureddin'in karargahına kadar gidip şartlarını kabul edeceğini bildirdi.

Bunun üzerine Nureddin Haleb'e dönmek üzere yola çıktı. Yolda eski Urfa kontu II. Joscelin'in yakalanmış olduğu haberini aldı. Joscelin, bir gece hafif bir muhafız kuvveti ile Antakya'ya doğru giderken Nureddin Mahmud'a hizmet eden bir kısım Türkmen tarafından yakalanarak Haleb'e götürüldü. Joscelin hayatının sonuna kadar Halep kalesinde hapsedilmiştir.

Joscelin'in yakalandığı haberi, Türkiye Selçuklu sultanı Mesud'a da ulaşmıştı. Gerek Sultan Mesud, gerekse Nureddin bu fırsatı değerlendirerek harekete geçtiler. Nureddin, II. Joscelin'in oğlunun idaresi altında bulunan Halep yakınlarındaki el-Azaz kalesini kuşatırken, Sultan Mesud, Tell-Başir'i bir süre muhasara altına aldı. El Azaz çok geçmeden teslim oldu ve Nureddin büyük bir karşılama töreni ile Haleb'e döndü.




4 -  II. Dımaşk Kuşatması:


I. Dımaşk kuşatması sonunda hakimiyetini Dımaşk atabegi Abak'a şeklen tanıtmakla iktifa etmeyen Nureddin Mahmud, 1151 yılının Mayıs ayı başında Dımaşk'ı bir kere daha kuşattı. Meydanü'l-Hassa'da karargahını kuran Nureddin, buradan Abak'a yolladığı mektupta: «Tek isteğim müslümanların iyiliğidir; Haçlılara karşı savaşmak ve onların elinde esir olanları kurtarmaktır. Eğer beni Dımaşk askeri ile desteklerseniz, açtığımız cihatta birbirimize yardım edersek bütün meseleler iyilikle halledilmiş olur» diyerek Abak'ı cihada davet etti. Fakat Abak, Nureddin'in isteğini yeniden reddetti.

Şehre iyice yaklaşan Halep askeri ile Dımaşk askeri arasında her gün ufak çapta çarpışmalar olmaktaydı. Ancak bunlar neticeye tesir edebilecek ölçüde değildi. Abak, Kudüs kralı III. Baudouin ile daha önce yapmış olduğu anlaşmaya dayanarak Haçlılardan yardım istedi. Kudüs kralının yardıma geldiğini öğrenen Nureddin, Zebedani'ye çekilerek Haçlı ordusunu beklemeye başladı. Haçlı ordusu doğrudan doğruya Dımaşk'a gelip şehir dışında Avac nehri kıyısında konakladı. Fakat bu ordu, Nureddin'in çekildiği dağlarda onu takip etmeyip Dımaşk'a geldi. Kral III. Baudouin, askerinin yiyeceğini temin maksadıyla şehre girdi.

Dımaşk atabegi Abak ile Müeyyeddin İbn es-Sufi, karşılık olarak kralı şehir surları dışındaki karargahında ziyaret ettiler. Bu ziyaret esnasında Basra kalesi üzerine beraberce bir harekat yapılması planlandı. Bu maksatla da Kudüs birlikleri, Dımaşk'tan ayrılıp Ra'sü'layn'ya yöneldi. Dımaşk atabegliğine ait bir birlik de onlara katıldı. Bunlar beraberce bir süre önce Dımaşk atabegliğine bağlanan ancak Nureddin ile işbirliği yapan Emir Sirhal'ın idaresindeki Basra'yı kuşatmak istedilerse de muvaffak olamayıp üslerine döndüler. Nureddin Mahmud ise Güney Suriye'den ayrılmadı. Haçlı ordusunun çekilmesinden sonra da yeniden Dımaşk'ı kuşattı. Nureddin'in kararlı tavrı üzerine Abak, Nureddin'in adını hutbeye koyduğu gibi ona istediği zaman şehre girebileceğini de bildirdi. Böylece Dımaşk atabegliğini tabi hale getiren Nureddin Haleb'e döndü (Temmuz 1151) .



5 --  Haçlıların Askalan'ı Zaptı:


Nureddin Mahmud, Mısır Fatımi devletinin bir liman şehri de olsa Askalan'ın Haçlılar tarafından kuşatılmasına kayıtsız kalamazdı. Buraya yardım maksadı ile harekete geçen Nureddin, Abak'ın da birlikleriyle kendisine katılmasını istedi. Halep ve Dımaşk askerinden müteşekkil birleşik ordu, Mayıs 1153'te Haçlıların elinde bir sınır kalesi durumunda olan Banyas önlerine geldiler. Abak, Askalan'a gitmektense Banyas'ın ele geçirilmesini daha uygun buluyor ve çekingen davranıyordu.

Bu sıralarda Sur, Akka, Nezaret gibi gibi bölgelerden yeni Haçlı kuvvetleri, sekiz aydır muhasarayı sürdüren Kudüs kralı III. Baudouin'e yardıma geldiler. Gerek Askalan önündeki Haçlı ordusunun sayıca fazlalığı gerekse Abak'ın Nureddin'i de etkilediği anlaşılan kararsızlığı, her iki ordunun da üslerine dönmelerine sebep oldu. Mısır donanmasının, Askalan limanına girip Haçlı donanma komutanı Sidonlu Gerard'ı yenmesi ve şehre yiyecek ikmali yapması da şehrin Haçlılar eline geçmesini engelleyemedi.


6 -  Nureddin'in Dımaşk Atabegliği'ne Son Vermesi:


Askalan'ın Haçlılar tarafından zaptedilmesi, Dımaşk atabegi Abak'ı endişelendirip kuvvetli olarak gördüğü Kudüs krallığı ile iyi ilişkiler kurmaya sevketti. Bu maksatla Abak, Kudüs kralı III. Baudouin'e haber yollayıp aralarında yaptıkları eski anlaşmaya devam edilmesini istedi. Ayrıca yıllık vergisini de ödemeye hazır olduğunu bildirdi. Abak'ın teklifini kabul eden Kudüs kralı, adamlarını Dımaşk'a vergi tahsili için yolladı. Bu durumdan Dımaşklılar son derece müteessir oldular. Şehir içinde fiatlar artarak, bir çuval buğdayın yirmibeş ve daha fazla dinara satılması, halkın bir kısmının şehri terketmesine sebep oldu.

İşte bu sıralarda (Mart 1154) Halep'ten Sipehsalar Esedüddin Şirkuh, bin kişilik bir kuvvetle Nureddin'in elçisi olarak Dımaşk'a geldi. Abak, tabi olduğu Nureddin'in elçisi Şirkuh'u karşılaması icap ederken bunu yapmadığı gibi onunla görüşmeyi de reddetti. Nureddin kısa bir süre sonra Dımaşk'a geldi. Nureddin'in ordusunu yıpratmak amacı ile Dımaşk askeri birtakım vuruşmalara girdi ise de bir netice elde edemedi. 25 Nisan 1154'de Halep ordusu şehrin surlarına kuvvetli bir hücumda bulundu. Yıkılan bazı kısımlardan içeri giren Nureddin'in askerleri, kısa sürede şehre hakim oldu.

İç kaleye çekilen Abak'a haber yollayan Nureddin, hayatının ve şahsi varlığının emniyette olduğunu bildirdi. Yapabilecek bir şeyi kalmayan Abak, kaderine razı olarak iç kaleden çıktı. Nureddin, onun Hınıs'a gitmesine müsaade etti. Fakat Abak Bağdat'a gitmeyi tercih etti ve ömrünün sonuna kadar (1169) orada yaşadı.



7 -  Nureddin Mahmud'un Haçlılar ile Mücadelesi:


Dımaşk'ın Nureddin'in eline geçmesi, Haçlıları endişeye düşürmüştü. Nureddin'in ise Suriye'de ele geçirdiği yerleri tahkim etmesi için zamana ihtiyacı vardı. Ayrıca Harim'in Antakya prinkepsi Bohemond tarafından ele geçirilmesi, Nureddin'in burayı da kuşatmasına sebep olmuştu. Harim kuşatması devam ederken Kudüs kralı III. Baudouin, Nureddin'e elçi gönderip barış teklif etti. Yapılan andlaşma uyarınca Harim'e bağlı bölgelerin yarısı Nureddin'e verildi (1156). Arada bir barış andlaşması olmasına rağmen Kudüs kralı Baudouin, Şubat 1157'de Banyas civarında konaklamış olan bir Türkmen kafilesine tecavüz ederek bir çoğunu esir aldı ve bütün sürülerini ele geçirdi. Bu hadise üzerine yapılan barış bozuldu.

Nureddin'in Dımaşk'a vali tayin etmiş olduğu Esedüddin Şirkuh Aşağı Fırat boyunda, Nureddin'in kardeşi Nasırüddin, Dımaşk yakınlarında Haçlıları bozguna uğratıp çok sayıda esir aldılar. Bunlar Dımaşk'a getirilip Banyas'ta öldürülen müslümanlara karşılık olmak üzere kılıçtan geçirildiler.

Nureddin bununla da iktifa etmeyerek Banyas'a taarruz etti, şehri ele geçirdiyse de iç kaleyi alamadı. Kudüs kralının yaklaşmakta olduğunu duyan Nureddin, daha münasip bir zamanı beklemek üzere geri çekildi. Banyas'a gelen III. Baudouin, yapılan tahribatı tamir edip bölgenin hububat anbarı olan Taberiyye'ye doğru yola çıktı. Henüz bölgeden ayrılmamış olan Nureddin, 1157 yılının Haziran ayı sonlarında ani bir baskınla Kudüs kralını bozguna uğrattı. Bu sırada ağır bir şekilde hastalanan Nureddin'in öldüğü şayiası yayıldı. Bundan faydalanmak isteyen Haçlılar, yeniden harekete geçip bir süre önce Nureddin'in hakimiyetine geçmiş olan Şeyzer'e taarruza geçtiler. Lakin liderlerinin aralarında çıkan anlaşmazlık, askerleri de etkiledi ve Haçlıların Şeyzer'den çekilmelerine sebep oldu.

Nureddin Mahmud, 1164 yılında Haçlılara karşı yeni bir sefer düzenleyip çevredeki emirlerden bu cihada katılmalarını istedi. Musul atabegliğinden Zeyneddin Ali Küçük ve Artukoğullarından Fahreddin Kara Arslan Nureddin'e yardıma geldiler. Nureddin bu beyler ile beraber, bir süre önce iç kalesini alamadığı Harim önüne tekrar geldi. Şehir muhasara edilip mancınıklarla dövülmeye başlandığı sırada Antakya prinkepsi Bohemond, Trablus kontu Raimond ve Hugues de Lusignan idaresindeki Haçlı ordusu yardıma geldi. İki ordu, Ağustos 1164'de Harim önlerinde çok şiddetli bir muharebeye girdi. Türk kuvvetleri, planlı bir şekilde geri çekilerek düşmanı Ali Küçük'ün kurduğu pusuya düşürdüler. Dört bir taraftan sarılan Haçlılar, ağır bir yenilgiye uğrayıp çok zayiat verdiler. Muharebe meydanından kaçan Ermeni Toros ve kardeşi dışında Haçlı liderlerinin hepsi esir edildi..

Haçlı ordusunun imhasından sonra, Reynald Saint Valery'nin idaresi altında bulunan Harim kolayca ele geçirildi.

Nureddin, Haçlılara karşı kazandığı bu zaferden sonra, onların toparlanmasına fırsat vermeden yanında naibi Ali Küçük olduğu halde, Arka, Arima ve Safisa'yı zaptetti. Harekatına devam eden Nureddin, Ekim-Kasım 1164'de Haçlıları bir kere daha mağlup ederek Banyas ve Hunin'i fethetti.

Nureddin bu son seferini Beyrut üzerine kadar genişletmek istiyordu. Ancak üstüste Haçlılar ile çetin muharebelere giren ordusu çok yorulmuştu. Bu yüzden Nureddin askerlerinin isteği üzerine Haleb'e çekildi. Kendisine bu sefer esnasında yardım eden Musul atabegi Mevdud'a hizmetine karşılık olarak bir süre önce ele geçirdiği Rakka'yı, Sincar mukabilinde iade etti.


8 ----  Musul Atabegi Mevdud'un Ölümü:



Kutbeddin Mevdud, 1149 yılında büyük kardeşi Seyfeddin Gazi'nin ölümü üzerine, kendisini Vezir el-Cevad ile başkomutan Zeyneddin Ali Küçük'ün desteklemesi sayesinde, Musul atabegi olarak tanınmıştı. Mevdud'un hakimiyetinin ilk yıllarında ağabeyi Nureddin Mahmud, Sincar'ı almış ve bu yüzden iki kardeş arasında bir gerginlik çıkmışsa da Hınıs ve Rahbe'nin Sincar'a karşılık verilmesi neticesinde bir anlaşmaya varılmıştı. Hatta Mevdud, Nureddin Mahmud'un Haçlılara karşı açtığı cihada da katılmıştı. Mevdud, 6 Eylül 1170 tarihinde kırk yaşlarında öldü. Yerine oğlu II. Seyfedd:in Gazi geçti (1170-1186) . Onun zamanında atabeglik tamamiyle Nureddin'in nüfuzu altına, girdi.

Nureddin, yeğeni Seyfeddin'e naibi Fahreddin Abdülmesih yüzünden kızmaktaydı. Abdülmesih aslen hristiyan olup sonradan kabul ettiği müslümanlığa pek ısınamamış, etrafındaki alim ve din bilginlerini dağıtmış hatta küçük bir kilise de inşa ettirmişti. Ayrıca Mevdud, büyük oğlu İmadeddin'i halef göstermesine rağmen Fahreddin, onun yerine Seyfeddin Gazi'yi getirmişti. İmadeddin, naibin yaptıklarını Haleb'e gelerek amcası Nureddin'e anlatınca, o da Musul üzerine yürüdü. Yolu üzerindeki Nusaybin'i ele geçiren Nureddin'e Artuklu kuvvetleri de katıldı. Ordusu kuvvetlenen Nureddin, Sincar'ı işgal edip surunu yıktırdıktan sonra burayı İmadeddin'e verdi. Sincar'ı takiben 26 Şubat 1170'de Musul'a giren Nureddin, Halep Atabegi naibi Fahreddin Abdülmesih'in adını Abdullah olarak değiştirip onu Şam'a götürdü. Yeğeni Seyfeddin Gazi'ye dokunmayıp yerinde bıraktı. Ayrıca onu kızı ile evlendirdi.

Musul atabegliğinin doğu kısmına da hakim olmaya başlayan Nureddin, Musul kalesine Sadeddin Gümüştegin'i dizdar tayin etti. Musul ve diğer şehirlerden mükils ile bazı vergileri kaldırdı. Kendi adını taşıyan bir camiin inşasına başladı, Sincar'ı Musul'dan ayırarak İmadeddin'e verdi; Nusaybin, Habur ve el-Mecdel'i de kendi idaresindeki Haleb'e bağladı. Ayrıca II. Seyfeddin Gazi'nin bastırdığı paralara da kendi adını koydurdu.




Nureddin Mahmud ile II. Kılıç Arslan'ın Mücadelesi :


Türkiye Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan, Danişmendliler aleyhine genişleme siyasetine devam ederek Anadolu'da milli birliği kurmaya çalışmaktaydı. Bu maksatla da Malatya'da hüküm süren karışıklıklar dolayısıyla 1171'de burayı ilhak için bir sefer düzenledi. Malatya hakimi Danişmendli Feridun, Kılıç Arslan'a karşı koyamayacağını bildiğinden Suriye, Irak ve Güneydoğu Anadolu üzerinde hakimiyet sağlamış olan Nureddin Mahmud'a sığındı. Nureddin, Malatya'nın Kılıç Arslan'ın eline geçmesi halinde ana yolların ve Fırat boylarının kendi menfaati yönünden tehlikeye düşeceğini görerek müdahale etmeye karar verdi. Böyle bir durumda Kılıç Arslan, Malatya muhasarasını kaldırıp Kayseri'ye dönmek zorunda kaldı.

Nureddin, Kılıç Arslan'ın tutumunun ne olacağını bildiğinden, vakit kaybetmeden ona karşı bir cephe kurarak kendisine sığınan emirleri, Mardin ve Harput Artukluları ile Sivas Danişmendli hükümdarını kendi tarafına aldı. Bütün bunlardan teşkil ettiği bir orduyu da Slvas'a, Melik İsmail'e gönderdi. Ayrıca Sultan Kılıç Arslan'dan da ülkesinden atılan Danişmendli Zünnun ile Malatya'dan sürülen on ikibin kişiyi iade etmesini, Şahinşah'ın hapiste bulunan çocuklarının serbest bırakılmasını istedi. Kılıç Arslan, Nureddin'in bazı isteklerini kabul ettiyse de, eline geçirdiği hiçbir mevkii terketmek istemedi. Kayseri'de bulunan Kılıç Arslan, Nureddin'e elçi yollayıp anlaşma teklif ettiyse de isteği reddedildi. Müttefikler, 1172 yılında Sivas'dan Kayseri'ye doğru yürüyüşe geçtiler. Nureddin de harekete geçerek Merziban Maraş, Göksun ve Behisni gibi merkezleri ele geçirdi. Ayrıca, Sivas'da çıkan kıtlık yüzünden ayaklanan halk İsmail'i öldürmüştü. Yerine Nureddin'e sığınan Zünnun geçti. Bu duruma daha da öfkelenen Kılıç Arslan, Nureddin'in üzerine yürüdü (1173). Şiddetli geçen kışın getirdiği kıtlık yüzünden halk perişan bir halde idi. Üstelik iki Türk hükümdarın karşı karşıya gelmesi, Haçlıların işine yaramaktaydı. Bütün bu hususları gören ilim ve din adamları, araya girerek bir barış yapılmasını sağladılar. Yapılan antlaşmaya göre Nureddin ele geçirdiği bütün yerleri Kılıç Arslan'a iade ediyor, Kılıç Arslan da Zünnun'un Sivas ve havalisinde hakimiyetini tanıyordu.


el Nureddin Mahmud'un Ölümü  ve Şahsiyeti:





Nureddin Mahmud'un saltanatı süresince en büyük ideali, Haçlılar ile komşu olan İslam ülkeleri arasında tam bir işbirliğini gerçekleştirmek ve kendi idaresi altında onlara karşı sağlam bir cephe oluşturmaktı. Nitekim Haçlı gücünü Filistin'de kırmak maksadıyla 1171 yılından itibaren atabeglik topraklarının güney kısmı ve Mısır bölgesini idaresine verdiği Selahaddin Eyyubi ile beraber Kudüs üzerine yürümek istemekteydi. Fakat Selahaddin, Nureddin'in elindeki toprakları almasından endişe ediyor ve Haçlılar ile mücadeleyi geciktirmeye uğraşıyordu.

Nureddin, Türkiye Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan ile bir andlaşma yaptıktan sonra, Haçlılar üzerine yeni bir sefer düzenledi. Musul atabegi II. Seyfeddin Gazi'den yardım isteyen Nureddin Mahmud, hem Haçlıları ezmek hem de Mısır'ı itaatsiz davranmaya başlayan Selahaddin'in elinden almak istiyordu. Lakin hastalanan Nureddin Mahmud, 10 Mayıs 1174'de boğaz iltihabından öldü ve Dımaşk'ta yaptırmış olduğu medreseye gömüldü.

Nureddin esmer tenli, uzun boylu, güzel gözlü, çenesi hafif sakallı, yakışıklı bir zattı. Onun zamanında Musul atabegliği sınırları, Fırat'tan Hemedan'a, Diyarbekir'in kuzeyinden Aden'e kadar genişlemişti. Babasının ölümünden sonra ikiye ayrılan atabegliğin Musul kolunu da kendisine tabi kılarak birliği muhafazaya muvaffak olmuştu.

Adaletli ve dindar bir insandı. Halka iyi davranır, onların refah ve huzur içinde yaşamalarına dikkat ederdi. Bu maksatla Mısır, Suriye, el-Cezire ve Musul'da mükils ve öşrü tamamen kaldırdı. İbnü'l Esir onun için, «Ben daha önceki hükümdarların da ahlak ve yaşayışlarını inceledim. Dört halife ve Ömer b. Abdülaziz'den başka ondan daha güzel ahlaklı, adalet için ondan daha fazla araştırıp tetkik eden birini görmedim» demektedir.

Nureddin, hakimiyeti altındaki Suriye, Dımaşk, Hınıs, Hama, Halep, Şeyzer ve Baalbek gibi şehirlerin hepsinin surlarını tamir ettirmiş, camiler, medreseler, hastahaneler ve kervansaraylar yaptırmıştır.

Dımaşk'ta Melik Dukak'dan sonra hala ayakta kalmış olan ikinci hastahaneyi yaptıran Nureddin Mahmud, ayrıca bu şehirde Darü'l-Hadis en-Nuriye, el-İmadiye, el-Kilase en-Nuriyetü'l-Kübra ve en-Nuriyetü,s-Sugul olarak adlandırılan beş medrese, Halep'te el-Halviye, el-Asrıniye, en-Nuriye ve eş-Şuaybiye adlarında dört medrese, ayrıca Hama ve Hınıs'da ikişer, Baalbek'de bir medrese inşa ettirmiş, bunlara zengin vakıflar tahsis etmiştir.

Harp meydanlarında askerinin takdirini kazanan Nureddin, ilim ve din adamlarına da hürmet ederdi. Onun XII. yüzyıl Yakın Doğu siyasi tarihindeki rolü, bir istisna teşkil eder mahiyettedir. Ölümünden sonra Selahaddin Eyyubi, onun mirası üzerine Eyyubi devletinin temellerini atmıştır.







NUREDDİN'İN  ÖLÜMÜNDEN SONRA ZENGİLER



-   el-MELİKÜ'S-SALİH İSMAİL  C 1174- 1180


Nureddin Mahmud, ölmeden önce onbir yaşındaki oğlu el-Melikü's-Salih İsmail'i kendisine varis göstermişti. İsmail babasının ölümü üzerine, yanında Musul'dan kaçıp Dımaşk'a gelen Sadeddin Gümüştegin olduğu halde Haleb'e geldi. Halep naibi Şemseddin İbnü'd Daye'nin hastalığından istifade eden Gümüştegin, onu ve kardeşlerini hapsedip İsmail'i kendi kontrolü altına almaya çalıştı. Gümüştegin'in bu davranışı Dımaşklıları endişeye sevketti. Onlar da amcasının ölümünü fırsat bilip Nusaybin ile Rakka'yı Musul'a katan Il. Seyfeddin Gazi"ye haber gönderip Dımaşk'ı kendisine teslim edeceklerini bildirdiler. Seyfeddin Gazi, bunun bir hile olacağını düşünüp Dımaşk'a gitmediği gibi, fırsat hazırken Halep üzerine yürüyüp atabegliğin bütün idaresini ele geçirmeye de kalkışmadı.

 Seyfeddin Gazi'nin Dımaşk'a gelmemesi üzerine başta İbnü'l-Mukaddem olmak üzere şehrin ileri gelenleri. Selahaddin Eyyubi'ye mektup yazarak şehri ona bırakacaklarını bildirdiler. Oysa ki Selahaddin, Nureddin Mahmud'un ölümünden sonra İsmail 'e biat etmiş, hatta onun adına hutbe okutup para dahi bastırmıştı.

Selahaddin, Dımaşklıların bu davetini alınca hiç vakit kaybetmeden yediyüz atlı ile Basra'ya geldi.. Buranın hakimi de Selahaddin'i davet etmişti. Selahaddin yanındaki askerin sayıca az olmasına rağmen Basra'dan Dımaşk'a geçti.. Dımaşk'da bulunan muhafızlar, onu karşılamaya çıktılar. Böylece Selahaddin, çok kolay bir şekilde Dımaşk'ı ele geçirdi. Buna rağmen, «Ben el-Melikü's-Salih'in bir memluküyüm, ona yardım ve hizmet maksadıyla geldim, ondan alınan yerleri iade edeceğim diyen Selahaddin, İsmail adına hutbe okutup para bastırmaya devam etti.



al Selahaddin 'in Hınıs ve Hama  Şehirlerini Zaptı:


Selahaddin Dımaşk'ı ele geçirdikten ve buraya Seyfü'l-İslam Tuğtekin b. Eyyub'u naip olarak bıraktıktan sonra, 28 Kasım 117'4de Hınıs üzerine yürüdü. Hınıs, Hama, Barin, Tell-Halid ve el-Cezire bölgesinde yer alan Urfa, Emir Fahred,din el-Muzud'un ıktalarındandı. Ancak halka kötü davranan Fahreddin'i hiç kimse sevmemekteydi. Buna rağmen Hınıs, Selahaddin'e karşı bir süre direndi. Selahaddin, kılıç gücü ile Hınıs'a girdiyse de iç kaleyi ele geçiremedi. Hınıs'da bir miktar asker bırakarak, iç kalenin erzak yollarını kestirip kendisi Hama'ya geldi.. 28 Aralık 1174'de Hama'yı, bir süre sonra da iç kalesini ele geçirdi. Buradan Haleb'e geçen Selahaddin, bir süre Halep kalesini kuşattı. Fakat kaledekilerin İsmail'i desteklemeleri karşısında 2 Ocak 1175'de başlattığı kuşatmayı 26 Ocak'da kaldırarak Hınıs'a geldi. Daha önce ele geçiremediği iç kaleye sahip olup Baalbek'e geldi. Baalbek 29 Mart 1175'de eman ile Selahaddin'e teslim oldu.



bl II.  Seyfeddin  Gazi - Selahaddin Münasebetleri :


Selahaddin önce Dımaşk, daha sonra da Hınıs, Hama ve Baalbek gibi yerleri zaptedince el-Melikü's-Salih İsmail amcazadesi Seyfeddin Gazi'ye haber gönderip Selahaddin'e karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine Seyfeddin, Sincar hakimi olan kardeşi İmadeddin Zengi'ye askeri ile birlikte yanına gelmesini, Selahaddin'e karşı yapılacak sefere katılmasını bildirdi. Fakat İmadeddin, Selahaddin'in kendisini hükümdar yapacağını bir mektupla daha önce öğrenmiş olduğu için sefere katılmayacağını bildirdi. Onun bu davranışını cezasız bırakmak istemeyen Seyfeddin, kardeşi Mesud'u büyük bir ordu ile Suriye'ye gönderdi. Mesud, Sincar'ı muhasara altına aldıysa da Selahaddin'e mağlup olup Musul'a döndü.

Ancak Seyfeddin, Selahaddin ile mücadeleyi bırakmadı. Bu sefer yine kardeşinin emrindeki bir orduyu Haleb'e gönderip İsmail ile birleşti. Selahaddin, Seyfeddin'e elçi gönderip Hınıs ve Hama'yı teslim edeceğini, buna karşılık Dımaşk'ın kendisine bırakılmasını istedi. Kendi kuvvetlerinden emin olan Seyfeddin, Selahaddin'in teklifini reddederek; “Suriye"de aldığın bütün bölgeleri bana teslim edip Mısır'a dönmelisin” dedi. Bu durumda savaşa zorlanan Selahaddin, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 13 Nisan 1175'de Hama yakınlarında Kurün-u Hama denilen yerde Musul ve Halep askeri ile muharebeye girdi. Kesin bir zafer kazanan Selahaddin, Haleb'e doğru çekilen mağIupları takip ederek Haleb'e kadar geldi ve kaleyi kuşattı. Bu zamana kadar hutbelerde okuttuğu, paralarda kazıttığı İsmail'in adını her ikisinden de çıkartarak: müstakil bir hükümdar olduğunu ilan etti.

Zor durumda kalan Halepliler, geri çekilmesi şartı ile yapılan bir anlaşmayla onun Mısır ve Güney Suriye'deki hakimiyetini ve hükümdarlığını tanımak zorunda kaldılar. Selahaddin, ancak bundan sonra; 4 Mayıs 1175'de Halep muhasarasını kaldırıp Hama'ya döndü.

İsmail ile Selahaddin arasındaki bu andlaşma uzun ömürlü olmadı. Seyfeddin Gazi'nin teşviki ile Halepliler andlaşmayı bozdular. Seyfeddin Gazi, büyük bir ordu ile gelerek İsmail'i destekledi. 22 Nisan 1176'da Halep'in güneyindeki Cibab et-Türkman'da yapılan muharebeyi Selahaddin kazandı. Muharebeden sonra Halep ile Musul arasındaki irtibatı kesen Selahaddin, 25 Haziran'da Haleb'i yeniden kuşattı. Halepliler, bir süre mukavemet ettikten sonra iki taraf da ellerinde tuttukları yerlerin olduğu gibi kalması şartını kabul edince, bir anlaşma sağlandı.




el II. Seyfeddin Gazi'nin Ölümü :


Seyfeddin verem hastalığından rahatsızdı. Ayrıca menenjite yakalanınca durumu daha da ağırlaştı. Oğullarından, o sıralarda oniki yaşında olan Muizzeddin Sencerşah'ı veliaht tayin etmek isteyen Seyfeddin'e kardeşi İzzeddin Mesud karşı çıktı. Mücahideddin Kaymaz gibi bazı emirler de Mesud'un hükümdar olmasını tavsiye ettiler. Seyfeddin Gazi, emirlerin isteklerine karşı koymayıp kardeşini veliaht tayin etti. Büyük oğlu Sencerşah'a Ceziret İbn Ömer ile kalelerini, küçük oğlu Nasıreddin Kerek'e de Akru'l-Humeydiyye kalesini veren Seyfeddin Gazi, 29 Haziran 1180'de otuz yaşında iken öldü.



2 -   İZZEDDİN MESUD  ( 1180-1193)


Seyfeddin Gazi'nin ölümü üzerine yerine geçen kardeşi İzzeddin Mesud, Selahaddin'e elçi göndererek ağabeyinin zamanında olduğu gibi, el-Cezire üzerindeki Musul atabegliği hakimiyetinin tanınmasını istedi. Selahaddin ise, el-Cezire, Harran, Urfa, Rakka, Habur ve Nusaybin gibi yerlerin, halife tarafından Seyfeddin Gazi'ye yaşadığı sürece verildiğini, onun ölümünden sonra ise halifenin bu bölgeleri kendisine verdiğini belirterek, İzzeddin'in bu isteğini reddetti.

Bu sıralarda Halep hakimi el-Melikü's-Salih öldü (6 Aralık 1181). O, ölürken ülkenin idaresini İzzeddin Mesud'a bırakarak ikiye ayrılmış olan Musul atabegliğinin yeniden birleşmesini sağladı. İzzeddin Mesud, Musul naibi Kaymaz ile birlikte Haleb'e geldi. Şehir ümerası onları çok iyi karşıladı. Selahaddin, bu sıralarda Mısır'da bulunduğundan, Haleb'e müdahale edemedi. İzzeddin Mesud, Haleb'i Sincar karşılığında ağabeyi İmadeddin Zengi ile takas etti.

Suriye'de bu olaylar gelişirken, Selahaddin de Şam'a gelmişti. Harran hakimi olan Muzaffereddin Gökböri, Birecik hakimi Şihabeddin Mahmud, Hısn-ı Keyfa hakimi Nureddin Muhammed gibi emirler, Selahaddin'in yanında yer alıp onu Musul üzerine gitmeye ikna ettiler. Selahaddin, Halep meselesini geçici bir süre için bir kenara bırakıp, el-Cezire bölgesine girerek buradaki bütün merkezleri kendisine bağladı ve 10 Kasım 1182'de de Musul'u kuşattı. Şehir iyi tahkim edilmiş olduğundan burayı alamadı. Fakat 30 Aralık'da Musul için ehemmiyetli bir yer olan Sincar'ı ele geçirdi. Buradan Diyarbekir bölgesine geçen Selahaddin, 29 Nisan 1183'de Amid'i zaptetti. Daha sonra da Halep önlerine geldi. Haleb'in Selahaddin'e karşı koyacak bir gücü yoktu. Halep ordu komutanı Hüsameddin Toman el-Yarüki, Selahaddin ile anlaşma yapılması için çok uğraştı. Neticede İmadeddin Zengi'nin Haleb'i teslimine karşılık Sincar, Habur, Nusaybin ve Seruc'u alması, buna karşılık Selahaddin'e tabi olması kararlaştırıldı. Yapmış olduğu aracılıktan dolayı da Rakka, Toman'a verildi. 13 Haziran 1183 günü Selahaddin, kapıları açılan Halep şehrine girdi.




al Musul Atabegliği'nin Selahaddin'in Hakimiyetini Tanıması:


Haleb'i ele geçiren Selahaddin, Erbil beyi Zeyneddin Yusuf ile Harran hakimi Gökböri'nin de teşvikleriyle ikinci defa Musul'u muhasara etti. Ancak mevsimin çok sıcak ve Musul'un müstahkem bir kaleye sahip olması sebebiyle muhasarayı kaldıran Selahaddin, Ahlat''a doğru hareket etti. Yolu üzerindeki Meyyafarikin kalesini 29 Ağustos 1185'de alan Selahaddin, Begtemür'ün Ahlat'a hakim olması üzerine buraya gitmekten vazgeçip yeniden Musul önlerine geldi. Selahaddin'in kararlılığı karşısında endişeye kapılan İzzeddin Mesud ile Emir Kaymaz, barış istemek zorunda kaldılar. 3 Mart 1186'da imzalanan andlaşma uyarınca, İzzeddin Mesud, Selahaddin'in yüksek hakimiyetini tanıyıp onun adına para kestirecek ve hutbe okutacaktı. Ayrıca sefer zamanlarında asker gönderip Selahaddin'i destekleyecekti.

Bu andlaşmadan sonra Selahaddin ile bir zamanlar emrinde olduğu Musul atabegleri arasındaki münasebetler düzeldi. İzzeddin Mesud, 1187'deki Taberiyye seferinde, meşhur Hıttin muharebesinde ve Kudüs'ün fethinde hep Selahaddin'in yanında yer aldı.



bl İzzeddin Mesud'un Ölümü:


Selahaddin 1193 yılında Dımaşk'da ölünce İzzeddin Mesud, kaybettiği yerleri geri almak için faaliyete geçti. Fakat Nusaybin'den, Ra'sü'l-Ayn ile Seruc arasında küçük bir kasaba olan Tell Mavzen'e geldiği bir sırada hastalanıp Musul'a dönmek zorunda kaldı. Çok geçmeden de 30 Ağustos 1193'de vefat etti. İzzeddin Mesud ölümünden kısa bir süre önce oğlu Nureddin Arslanşah'ın yerine geçmesini vasiyet etmiş ve Mücahideddin Kaymaz'ı da onun işlerini tedvire memur etmişti.





- NUREDDİN ARSLANŞAH  ( 1193-1210)


Babasının yerine Musul atabegliğine hakim olan Nureddin'in, Sincar hakimi olan amcası II. İmadeddin Zengi ile arası açıldı. Buna sebep de İzzeddin Mesud'un ölümünü fırsat bilip amcasının Nusaybin civarındaki Musul'a tabi bazı köyleri işgal etmesiydi. Musul'da durumunu kuvvetlendiren Nureddin Arslanşah, amcasının ele geçirdiği yerleri geri almak için harekete geçtiği sırada amcasının ölüm haberini aldı (1197) .

İmadeddin Zengi'nin yerine Mansur lakaplı Kutbeddin Muhammed adlı oğlu geçti. Kutbeddin, babasının siyasetini devam ettirmekte ve Musul ile siyasi havayı gerginleştirmekteydi. Nureddin Arslanşah, amcazadesi Kutbeddin'i iyilikle yola getiremeyince Nusaybin üzerine yürüdü ve burayı aldı. Lakin askeri arasında salgın bir hastalık peyda oldu. Üstelik Harran hakimi el-Melikü'l-Adil Ebu Bekr b. Eyyub'un Kutbeddin'e yardım etmesi karşısında Nusaybin'i terkeden Nureddin Arslanşah, Musul'a döndü. Böylece Kutbeddin yeniden Nusaybin'e sahip oldu.

Selahaddin Eyyubi, ölümünden önce Suriye, el-Cezire ve Yemen de dahil olmak üzere bütün ülkeyi ailesi mensuplarına ıkta etmişti. Bu sebeple onun ölümünden sonra Mısır, Şam, Halep, Dlyarbekir ve Yemen'de birçok Eyyubi kolları ortaya çıktı. Bunlardan Mısır hakimi el-Aziz'in ölümünden sonra el-Efdal Mısır'a sahip olunca el-Melikü'l Adil ile anlaşmazlığa düştü. el-Melikü'l-Adil bu sıralarda oğlu el-Kamil ile birlikte Mardin'i kuşatmakta idi. Amcası el-Melikü'l-Efdal'ın Dımaşk'ı tehdit ettiğini duyunca onbir aydır sürdürdüğü Mardin kuşatmasını oğlu el-Kamil'i bırakarak Dımaşk'a doğru yola çıktı. el Melikü'l-Efdal, Nureddin Arslanşah'a haber yollayarak kendisine itaat etmesini istedi. Arslanşah'ın içinde bulunduğu şartlar, el-Melikü'l Adil'e karşı el-Efdal'ı desteklemesini gerektiriyordu. Çünkü Mardin gibi bir yerin el-Adil'in eline geçmesi, Musul'u müşkül duruma düşürebilirdi. Bu sebepten el-Efdal'a bağlılığını bildiren Nureddin, el-Adil'in Mardin'den ayrılmasını fırsat bilerek, buranın yardımına koştu. Yanına amcazadeleri Kutbeddin Muhammed ile Sencerşah'ı da alan Nureddin, 3 Eylül 1198'de el- Kamil'i mağlup ederek Mardin'i Artukoğullarından Yavlak Arslan'a iade ettikten sonra Musul'a döndü.

Kutbeddin Muhammed ile Sencerşah'ın, Nureddin Arslanşah ile olan iyi münasebetlerini kendi aleyhinde bir gelişme olarak gören el-Melikü'l-Adil, Kutbeddin'i kendi tarafına çekerek bu birliğin bozulmasını sağladı. Kutbeddin'in, el-Melikü'l-Adil adına hutbe okuttuğunu duyan Nureddin, Nusaybin'e yürüyerek Nisan 1204'de şehri zaptetti. Nureddin, Nusaybin'i kuşattığı sıralarda kardeşinin ölümünden sonra Erbil'e hakim olan Muzaffereddin Gökböri, Musul atabegliği topraklarına girerek tahribatta bulundu; Ninova'yı yağmalayarak mahsulünü yaktı. Durumu haber alan Nureddin, Nusaybin'den süratle Musul'a geldiyse de Gökböri'nin Erbil'e çekilmiş olduğunu görünce yeniden savaş hazırlıklarına başladı.

Nureddin Arslanşah, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, Sincar Beyliğine ait Tell Afer'i ele geçirdi. Sincar atabegi Kutbeddin, Nureddin'in bu tecavüzüne karşı el-Melikü'l-Adil'den yardım istedi. el-Melikü'l-Adil; Gökböri, Hısn-ı Keyfa Artuklu emiri Nasıreddin Mahmud ile Ceziret İbn Ömer hakimi Muizzeddin Sencerşah'ı kendi tarafına çekerek Musul atabegi aleyhine büyük ve kuvvetli bir ittifak kurdu. Müttefikler, Musul ordusunu Kefr Zemmar yakınındaki Curdik denilen yerde yendiler (Eylül-Ekim 1204) . Musul'a çekilen Nureddin, bir süre önce almış olduğu Tell Afer'i Kutbeddin'e iade ederek el-Melikü'l-Adil ile bir anlaşma yapmaya muvaffak oldu.

Selahaddin'in oğlu Halep hakimi el-Melikü'z-Zahir, 1209 yılının sonbaharında Ahlat'ı tahrip eden Gürcülere karşı el-Melikü'l-Adil'den yardım istedi. Ra'sü'l-Ayn'e kadar gelen ve Gürcülerin çekilmiş olduğunu gören el-Melikü'l-Adil, Nureddin'den asker isteyip Sincar'ı kuşattı. Kutbeddin, Muzaffereddin Gökböri vasıtası ile el-Melikü'l- Adil'in kuşatmayı kaldırmasını istemekteydi. Gökböri, Kutbeddin'in ricasını kabul edip el-Melikü'l-Adil'e kuşatmayı kaldırması için ısrar ettiyse de o, kuşatmayı kaldırmadı. Musul atabegi Nureddin Arslanşah ise çok güç bir durumda kalmıştı. Bir yandan Eyyubi gücünün bölgede azalmasını isteyen Nureddin, yapmış olduğu anlaşma uyarınca da asker göndermek mecburiyetindeydi. Böyle bir durumda el-Melikü'l-Adil'e kızan Gökböri, Nureddin Arslanşah ile anlaşıp Eyyubilere karşı bir ittifak oluşturdu. Ayrıca Halife en- Nasır Lidinillah'a mektup yazarak Sincar kuşatmasının kaldırılması için yardım istediler.

el-Melikü'l-Adil, halifenin tavassutu ile muhasarayı kaldırmaya razı oldu. Fakat Sincar hariç aldığı bütün yerlerin kendisinde kalması şartını müttefiklere kabul ettirdi.


Nureddin Arslanşah'ın Ölümü:


Nureddin Arslanşah, uzun müddetten beri çekmekte olduğu bir hastalık sonucu 18 Ocak 1211'de öldü. Kaynaklar onun için, «güçlü, kuvvetli, son derece cesur, halkını çok iyi yöneten ve reayaya karşı sert tavır takınan bir kişiydi. Halle ondan çekinirdi; zira içlerinden herhangi bir kimsenin diğerlerine zulmetrnesini kesinlikle hoş karşılamaz, bunu engeller, haksızlık edilmesine mani olurdu. Ayrıca o mükemmel bir himmete ve saygınlığa sahipti. Bu saygınlığı ve haşmeti ile kaybolmuş olan atabegler ailesinin haşmetini ve şanını iade etmiş, eski itibarına kavuşturmuştur demektedirler.

Nureddin ölümünden önce oğlu el-Melik.ü'l-Kahir İzzeddin Mesud'un kendisinden sonra yerine geçmesine zemin hazırlamış, bu hususta ordu ve devlet ileri gelenlerini toplayarak oğluna itaat arzetmelerini istemişti Diğer oğlu İmadeddin Zengi'ye de Akru'l-Humeydiye ile Şuş kalelerini ve bunlara bağlı bölgeleri vermişti. İzzeddin Mesud bu sıralarda onyedi yaşında olup fevkalade bir zekaya, mükemmel bir yöneticilik kabiliyetine sahipti. Bu bakımdan, zamanın kuvvetli. Komutanlarından Bedreddin İzzeddin'i desteklemekteydi.



- ---   H. İZZEDDİN  MESUD (1211- 1218)


Babasının ölümüyle Musul atabegi olan II. İzzeddin Mesud, el-Melikü'l Kahir olarak da. tanınmaktadır. IL İzzeddin Mesud'un atabeglik devri. oldukça sakin geçmiş ve devlet işleri daha çok Bedreddin Lü'lü tarafından yürütülmüştür. İzzeddin Mesud ile kardeşi İmadeddin Zengi, Erbil hakimi Muzaffereddin Gökböri'nin damatları idiler. Bu bakımdan da Gökböri, Musul atabegliği ile iyi münasebetlerini sürdürdü. II. İzzeddin Mesud, yedi yıl dokuz ay atabeglik yaptıktan sonra hastalandı ve 23-24 Haziran 1218'de öldü. Ölümünü şüphe ile karşılayan, hatta onu Bedreddin Lü'lü'nün zehirlettiğini rivayet eden kayıtlar mevcuttur.

İzzeddin Mesud, ölümünden önce on yaşlarında bulunan büyük oğlu Nureddin Arslanşah'ı veliaht tayin etti ve hükümet işlerinin yürütülmesi vazifesini de Bedreddin Lü'lü'ye verdi.



·   II. NUREDDİN ARSLANŞAH ( 1218-1219)



Bedreddin Lü'lü, II. İzzeddin Mesud'un ölümü ve isteği üzerine  atabeg ilan ettiği II. Nureddin Arslanşah için asker ve halkdan itaat yemini aldıktan sonra, Halife en-Nasır'dan tasdik ve etraftaki hükümdarlardan ahitlerini yenilemelerini istedi. Kendisi ise hükümetin bütün işlerini eline aldı.

Halife, adına hutbe okutup para bastıran II. Nureddin Arslanşah'ın atabegtiğini, Bedreddin Lü'lü'nün de hükümet işlerine bakmasını uygun buldu.

Nureddin Arslanşah'ın Musul atabegi olmasına amcası İmadeddin Zengi itiraz ederek kayınpederi Muzaffereddin Gökböri'den yardım istedi ve İmadiye üzerine yürüyerek kaleyi ele geçirdi. Muzaffereddin Gökböri, Musul atabegliği ile daha önce yapmış olduğu anlaşmaya rağmen, Bedreddin Lü'lü'nün atabeglik üzerindeki nüfuzunu kırmak maksadı ile damadının isteğini müspet karşıladı ve bu sayede İmadeddin Zengi, Hakkari ve Zuzan'ı zaptetti (1218) . Bedreddin Lü'lü, Gökböri ile Zengi'nin kuvvetlerine tek başına karşı koyamayacağını anladığından, el-Melikü'l-Adil'in oğlu el-Melikü'l-Eşref’ten yardım istedi. Eşref'in Gökböri'ye tehditkar bir mektup yazmasına rağmen Gökböri, damadını desteklemeye devam etti. Ancak Zengi, yanındaki takviye kuvvetlerle Musul'a doğru yürürken Lü'lü ile Eşrefin kuvvetlerine mağlup oldu. Halifenin araya girmesiyle de taraflar arasında uzlaşma sağlandı (1219) .

II. Nureddin Arslanşah, bir yıl kadar atabeglik yaptıktan sonra öldü. Yerine Bedreddin Lü'lü tarafından onüç yaşındaki kardeşi Nasıreddin Mahmud getirildi.



·- - ·   NASIREDDİN MAHMUD (1219-1233)


Nasıreddin Mahmud, kardeşinin ölümüyle Musul atabegi olmuşsa da bütün hakimiyet Bedreddin Iü'lü'nün elinde idi. Nasıreddin'in küçük yaşta olmasını fırsat bilen amcası İmadeddin Zengi, Gökböri'nin desteği ile yeniden atabeglik iddiasında bulunup Musul'a bağlı bir kısım toprakları ele geçirmeye başladı. Lü'lü, yeniden el-Melikü'l-Eşref'ten yardım istedi. Nusaybin'de bulunan Eyyubi kuvvetleri, Emir Aybeg komutasında Lü'lü'ye yardıma geldiler. Lakin 12 Ekim 1219'da yapılan muharebeyi kaybedip Musul'a çekildiler. Halife, bu duruma müdahalede bulunarak yeniden bir andlaşma yapılmasını sağladı. Bu andlaşma İmadeddin Zengi'nin Musul'un doğusundaki Gevaşi kalesini ele geçirmesiyle bozuldu. Lü'lü, el-Melikü'l-Eşref'ten bir kere daha yardım istedi. O da Musul atabegliğinin meselelerini tamamen çözmek için ordusuyla Musul'a geldi. Gökböri, el-Melikü'l-Eşref'e karşı Artukoğullarının desteğini sağladı. Ayrıca hep birlikte Türkiye Selçuklu sultanı İzzeddin Keykavus'un hakimiyetini tanıyıp onun hizmetine girmek istediklerini bildirdiler. Hatta İzzeddin Keykavus adına hutbe okutturup para bastırdılar. Ancak Türkiye Selçuklu sultanı, el-Melikü'l-Eşref meselesini halletmek için Musul'a doğru ilerlerken yolda öldü. Sultanın ölümü ile endişeye düşen Artukoğulları ittifaktan ayrıldılar.

el-Melikü'l-Eşref, ordusuyla önce Nusaybin'e, daha sonra da Sincar'a geldi. Sincar hakimi İmadeddin Şahanşah kendi rızasıyla, Rakka karşılığında Sincar'ı el-Melikü'l-Eşref'e teslim etti. Böylece Sincar atabegliği elli yıllık bir hakimiyetten sonra tarihe karıştı (Temmuz 1220) .

Sincar'ı ele geçiren el-Melikü'l-Eşref Musul'a geldi. Burada, halifenin gönderdiği elçiler, İmadeddin Zengi'nin aldığı yerleri iade etmesi kaydıyla bir andlaşma teklif ettiler. Ancak Gökböri'ye iyi bir ders vermek maksadıyla Musul'a kadar gelen el-Melikü'l-Eşref, herhangi bir anlaşma kabul etmediği gibi, Erbil'e doğru da harekete geçti. Zab suyu kenarında beklemekte olan Gökböri, elçiler yollayarak, el-Melikü'l-Eşref ile bir andlaşma imzalama imkanını buldu. Buna göre; İmadeddin Zengi, ele geçirmiş olduğu yerleri MusuI'a iade edecek, ona ait Akru'l-Humeydiye ve Şuş kaleleri Lü'lü'nün idaresine girecek, ayrıca bu teslim işleri bitinceye kadar İmadeddin, el-Melikü'l Eşrefin yanında rehine olarak kalacaktı.

Bu andlaşma uyarınca İmadeddin Sincar'a giderek el-Melikü'l Eşref'e teslim oldu. Ancak kalelerin bazıları Musul'a bağlanmayı kabul etmeyip direnmeye başlayınca iş uzadı ve İmadeddin, rehin tutulmaktan çok şikayetçi olduğundan, el-Eşref'in kardeşi Şihabeddin Gazi'nin aracılığı ile serbest kalmayı başardı. Fakat kendi ülkesindeki bir kısım halk, İmadeddin'den memnun olmayıp Bedreddin Lü'lü'ye itaatlerini arzettiler. Şuş kalesi de Lü'lü tarafından ele geçirilmiş olduğundan, İmadeddin ülkesinde tutunamayıp Azerbaycan atabegi Özbek Cihan b. Pehlivan'ın yanına gitti ve kendisine verilen ıktalar ile hayatını sürdürdü. 

Muzaffereddin Gökböri, Musul atabegliğini Bedreddin Lü'lü'nün pençesinden kurtarmak için iki defa Musul'u muhasara ettiyse de bir netice elde edemedi. Zengilerin son mümessili olan Nasıreddin Mahmud ölünce de atabeglik, Eyyubilerin himayesinde olan Bedreddin Lü'lü'nün eline geçti. Böylece yüz yıldan fazla hüküm süren Musul atabegliği sona ermiş oldu (1233) .







MUSUL ATABEGLİGİ DEVLET TEŞKİLATI



Diğer atabegliklerde olduğu gibi Musul atabegliğinde de devlet teşkilatı, Selçuklu devlet teşkilatının küçük bir numunesiydi. Ülkeyi, yanında bulunan melik adına idare eden atabeg, merkeze bağlı olup sultanın her emrini yerine getirmekle mükellefti. Atabegler, yanlarındaki melikin ve bağlı bulunduğu sultanın adını zikretmek şartı ile adlarına para bastırabilirlerdi. Yine eğitim ve öğretiminden mesul oldukları melik adına üç vakit nevbet (bando) çaldırabilirlerdi. Atabegler kimi zaman, yanındaki meliği kızı ile evlendirir veya meliğin dul kalmış annesi varsa onunla evlenip hanedan ile akrabalık kurarlardı. Bu suretle kuvvetlerini artıran atabegler, yanlarındaki meliklerin, babalarının ölümünden sonra sultan olmaları için uğraşırlar, herhangi bir şekilde merkezi hükümet çöktüğü veya dağıldığı zaman da kendilerinden sonra soylarına intikal eden müstakil devletler kurma yolunu ararlardı.






A -- SARAY TEŞKİLATI


Selçuklu teşkilatından intikal eden saray teşkilatı içinde naipten sonra en yetkili şahıs haciplerdi. Sayıları birden fazla olduğu zaman bunlardan biri başhacipliğe ( Hacibü'l-Hüccab) getirilirdi. Bu kişi, atabeg ile vezir arasında irtibatı sağlar, halkın durumunu, uğradığı haksızlıkları atabege bildirir ve sarayı teftiş ederdi. Musul atabegliğinde ilk hacip olan kişi Selahaddin Muhammed Yağısıyan idi (1123) . Hacipten sonra gelen Ustadüddar saray işlerini idare etmekle sorumlu idi. Bu vazife, Musul atabegliğinin son zamanlarında tahsis edilmiş olmalıdır. Nitekim Bedreddin Lü'lü, Nureddin Arslanşah b. Mesud'un hacibi idi.

Atabeglik saray teşkilatı içinde muhafız kıtası da bulunmaktaydı. Bu kıta içinden, atabeglerin candarları, silahdarları, alemdarları seçilmekteydiler. Saray içerisinde çeşitli işlerden mesul bir çok vazifeli daha vardı. Ayrıca hademeler, vuşaklar ve ferraşlar (süpürgeci) sarayın hizmetliler sınıfını teşkil etmekteydiler.



B -  HÜKÜMET TEŞKİLATI


Bütün atabegliklerde olduğu gibi, Musul atabegliğinde de Divan-ı Atabegi denilen büyük bir divan mevcuttu. Bunun altında atabegliğin değişik bölgeleri arasındaki idari münasebetlerin, şer'i ve örfi vergilerin, hatta yazışmaların denetim vazifelerini yüklenmiş olan Divanü'r-Resail bulunmaktaydı. Ancak divan sayısı atabegliğin büyüklüğü ve neticede işlerin çokluğu ile değişmekteydi. Mesela İmadeddin Zengi zamanında Musul atabegliğinde bir İşraf Divanı'nın varlığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu divan atabegliğin mali işlerini teftiş ile vazifeliydi. Daha sonra atabegliğin genişlemesi ile yeni divanların kurulduğu görülmektedir. İzzeddin Mesud'un hizmetinde bulunan meşhur tarihçi İbnü'l-Esir'in kardeşi Mecdeddin, Divan-ı İnşa veya Divan-ı Resail'in reisliğinde bulunmuştur. Şair Abdu's-Saadet İbrahim el -Musuli ise Bedreddin Lü'lü'nün inşa katibi olarak çalışmıştır. Yine Lü'lü zamanında Ahmed b. Ali, müstevfilik vazifesinde bulunmuştur. Askeri işler ile ilgili müstakil bir divan; Divanü,l-Ceyş olmadığından bu işlere Emir Hacip riyaset ederdi.





C ·····  İDARl VE ASKERi TEŞKİLAT


İmadeddin Zengi., Musul'a tayininden kısa bir süre sonra, Halep'te de hakimiyetini tesis edince atabeglik topraklarını Fırat nehrinin doğusu ve batısı olmak üzere iki büyük naipliğe ayırmıştı. Musul merkez olmak üzere Fırat'ın doğusunda kalan topraklar, Nasıreddin Çakır'ın; Halep merkez olmak üzere batısında kalan topraklar ise Seyfüddevle Savar b. Aytegin'in idaresi altında bulunuyordu. Bu umumi valilerin hizmetinde Kundn tabir edilen Osmanlılarda kapıkuluna benzetilebilecek yerli askerler ile merkezlerin ve onlara bağlı bölgelerin asayişini temin eden şahneler bulunmakta idiler. Kalelerdeki dizdarlar ile kazalardaki kutvaller de yine bu naiplere bağlı idiler.

Selçuklularda olduğu gibi atabegliklerde de idari teşkilat, askeri bir yapı arzetmektedir. Ikta esasına göre kurulmuş orduyu, atabegliklerde yardımcı kuvvetler hariç bırakılırsa iki ana esas içinde mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan birincisi olan gulamlar, atabegin bir nevi muhafız birliği idi. Bunlar, İslamlaştırılmış ve Türkleştirilmiş gayr-ı müslim asıllı da olabilirlerdi. Daha ziyade saray içi hizmetlerde kullanılan bu gulamlar, atabegin yakın emniyetini de sağlarlardı. İkinci kısım ise tımarlı sipahiler olup ana orduyu bunlar teşkil etmekteydiler. Manevra kabiliyeti yüksek, süratli ve vurucu güce sahip bu sipahiler, bilhassa kuşatmalar esnasında mancınıkları kullanan heccarun, burçları ve surları uçuran neffatun (neftçiler) gibi kuvvetler ile desteklenmekteydiler. Orduda ayrıca doktorlar, cerrahlar, imamlar, sunna adı verilen ustalar da bulunmaktaydı.

Yardımcı kuvvetler ise, cihada veya ücret- ganimet karşılığı seferlere katılan gönüllüler (mutavvian), gaziler ( guzat) ve battalin gibi guruplar idi. Bunlar sefere iştirak eder buna karşılık ücret veya ata (pay) alırlardı.

Musul atabegliği ordusunun harp düzeni, eski Türk usulü uyarıncaydı. Buna göre askerin iki kanadı, (meymene-sağ; meysere-sol) merkez (kalp)den biraz daha ön tarafa bırakılır ve askerin vaziyeti hilal şeklini alırdı. Düşman merkeze hücum edince, merkez geriye çekilerek kanatların derinliğinin artması sağlanır ve düşman üç taraftan çember altına alınmaya çalışılırdı. Kanatlar, her zaman en iyi atlılardan ve okçulardan seçilirdi. Nureddin Mahmud zamanında okçu birliklerinin arttırıldığı bilinmektedir.

  Asker arasında cirit, çöğen gibi oyunlar bir nevi askeri talim sayılırdı. Bunun haricinde kabak vurma oyunu da okçular tarafından icra edilirdi. Okçular, yere dikilmiş bir çubuğun tepesinde bulunan tahta daireye nişan alırlardı. Türkler arasında bu oyuna kabak adı verilmişti. Nureddin, Haleb'in el-Meydanü'l-Ahzar meydanında halkın huzurunda bu oyunu bizzat kendisi de oynamıştır.

Atabegler, ekseriyetle keçe giyer ve sarı külah (börk) takarak saçlarını bunun altından sarkıtırlardı. Sefer esnasında kılıç bele bağlanırdı. Nureddin Mahmud ise daima yanında ok ve yay bulundururdu.



D --  POSTA VE İSTİHBARAT TEŞKİLATI



Büyük Selçuklularda olduğu gibi Musul atabegliğinde de posta ve istihbarat işleri ile görevli bir divan bulunmaktaydı. Bu vazifeyi atabegliklerde Divanü'r-Restail yürütmekteydi. Musul atabegi İmadeddin Zengi zamanında el-Cezire, Irak ve Suriye arasında iyi bir haberleşme sisteminin olduğu, mevcut kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu haberleşme sisteminde at ve hızlı koşan develerin yanısıra güvercin de kullanılmıştır.

Zengi, 1127 yılında Artukoğullarının hakimiyeti altında bulunan Nusaybin'i kuşattığı zaman Timurtaş, Mardin'den Nusaybin'e bir posta güvercini ile haber göndermiş ve beş gün içinde yardıma geleceğini yazmıştır. Ancak güvercin Zengi'nin adamlarınca yakalanmış ve beş gün yerine yirmi gün yazılmıştır. Haberi değiştirilmiş şekilde alan Nusaybin muhafızı, yirmi gün kuşatmaya dayanamayacağını bildiğinden Zengi ile anlaşarak şehri ona teslim etmek zorunda kalmıştır.

Atabeg Zengi zamanında, Irak ve Suriye posta sistemi ile ilgili bir diğer haber de anonim Süryani kaynağında mevcuttur. Urfa'nın 1144 yılında fethinden sonra Zengi, el-Bira'yı muhasara etmiş ve muhasara devam ederken atabegin yanındaki meliklerden biri olan Ferruhşah etrafındakilerin tahriklerine kapılarak isyan etmiştir. Bu anonim Süryani kaynağı, ((gecenin karanlığında deve üzerinde fırtına gibi yol alan bir habercinin Naip Çakırın Musul'da öldürüldüğünü ve Mezopotamya'da isyanın başladığı haberini ulaştırdığını» kaydetmektedir. Bu ve benzeri kayıtlar, İmadeddin Zengi zamanında Musul atabegliğinde en azından askeri ve siyasi maksat ile kullanılan iyi bir posta ve istihbarat sisteminin var olduğunu göstermektedir.

İmadeddin Zengi'den sonra Haleb'e hakim olan, kısa bir süre sonra da hakimiyet sahasını Mısır'dan Orta Fırat bölgesine kadar genişleten oğlu Nureddin Mahmud zamanında ise berid sistemi gelişmiş ve güvercinle iyi bir haberleşme teşkilatının kurulması, o devir için büyük bir yenilik olarak görülmüştür. Her ne kadar D. Sourdel, Zengiler ve Eyyubiler zamanında gerçek manada bir berid sisteminin bulunmadığını The Encyclopedia of Islam'ın “Barid” maddesinde zikrediyorsa da Nureddin Mahmud zamanında, 1517'de Dımaşk-Banyas, daha sonra da Dımaşk.-Kahire, Dırnaşk-Baalbek, Dımaşk-Karyateyn, Dımaşk-Kara-Hınıs-Harna-Maarratü'n-Numan-Halep arasında güvercin ile haberleşme sisteminin bulunduğu bilinmektedir.

el-Menasib denilen ve haberleşmede kullanılan bu güvercinler, Defterü'l-Ensab'a kayıtlı idiler. Varalcü't-Tayr adı verilen özel bir kağıda yazılan mesaj, kuşun kanat teleklerine konurdu. Büyük kalelerde burc adı verilen güvercinlikler bulunurdu. Güvercinler kurye olarak kullanılmazdan önce bu iş lçin eğitilirlerdi.


E --   İMAR FAALİYETLERİ


Musul atabegliği devrinde yapılan bir çok mimari eserden ancak bazıları günümüze kadar gelebilmiştir. Bunlar arasında Dımaşk'ta Nureddin Mahmud'un inşa ettirmiş olduğu hastahane ile en-Nuriyetü'l-Kübrd Medresesi en meşhurlarıdır. Bu medreseye Nureddin Mahmud, her zaman olduğu gibi vakıflar tahsis etmiş ve bunu medrese kapısının üst başlığını teşkil eden büyük bir taç üzerine tebcil ettirmiştir. Taşın üzerinde bulunan kitabe metni şöyledir:


“Bismillahirrahmanirrahim”


Bu medresenin inşasını -Allah rahmet eylesin- adaletli ve zahit hükümdar Nureddin Ebu'l-Kasım Mahmud b. Zengi b. Aksungur emretmiştir. O, bunu ümmetin meşalesi İmam Ebu Hanife'nin (Allah ondan razı olsun) yolundan gidenlere (ashabına) vakfetmiştir. Medreseye ve fukahaya ve orada fıkıh tahsili yapanlara (da şu vakıfları tahsis etmiştir):

Sılku'l-Kamh (buğday pazarı)'ndaki yeni hamamın tamamını, Babü's-Seldme dışında bulunan el-Varraka semtindeki iki yeni hamamı, bu iki hamama yakın evi, Uveynetü'l-Hımd'daki el-Varraka'yı, el Vezir bahçesini, el-Erze'deki el-Çevre bahçesinin 3/4'ünü, Bamü'l-Cabiye'nin dış tarafındaki onbir dükkanı, doğu tarafından bunlara bitişik olan arsayı, Daryd'daki dokuz ekin tarlasını (ecir ve sevabını umarak ve hesap günü hediyesi olmak üzere) vakıf sicillerinde tesbit edilen ve şart koşulan esaslara göre vakfetmiştir.

Artık bunu işittikten sonra, kim onu değiştirmeye kalkışırsa, her halde vebali onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve hakkıyla bilendir. Bunun müddeti 567 (1172) yılının Şabdn ayının sonundadır».

Nureddin Mahmud, ayrıca Darü'l-Hadis en--Nuriye, el-lmadiye, ez.. Kilase, en-Nuriyetü's-Sugra, el- Halviye, el-Asraniye gibi medreseler inşa ettirmiş, ülkesinde ilim ve kültürün gelişmesine ve yaygınlaşmasına büyük gayret sarfetmiştir.

Nureddin'den başka Seyfeddin Gazi b. Zengi, el-Medresetü'l-Atabegiye el-Atika'yı; İzzeddin Mesud, el-Medresetü'l-İzziye'yi; I. Arslanşah el-Medresetü'n -Nuriye'yi ve II. İzzeddin Mesud ise el-Kahiriye medreselerini tesis etmişlerdir.

Netice itibariyle Musul atabegliği ülkesinde yirmisekiz medrese, yüzseksen Darü'l-Hadis'in inşa edildiği kayıtlar arasındadır.



.F ·-   TiCARET


Musul atabegliği öteden beri önemli ticaret merkezleri olan Urfa, Musul, Halep ve Dımaşk gibi şehirlere sahipti. Bu bakımdan, atabegler, öteden beri ülkelerinde canlı olan ticareti devleti iyi idare ederek artırmaya çalıştılar. Nitekim Musul'da Mücahideddin Kaymaz tarafından büyük ve çok güzel bir kapalı çarşı inşa edildi.

Nureddin Mahmud zamanında Dımaşk, Suriye'nin en büyük ticaret merkeziydi. Dımaşk'daki Ümeyye Camii'nin doğusunda kumaşçılar, Rahbetü'l-Halid ile Ceyrün arasında ise halıcılar ile kürkçüler yerleşmişlerdi. Bu semtin Suku'l-Lubbadin denilen büyük bir pazarı 1167'de yanmıştır. Murabbaatü'l-Kazz denilen pazarda ise ipek, pamuk ve iplik ticareti yapılırdı. Dımaşk'da tahıl ticareti Suku'l-Kamh denilen ve şehrin ortasında bulunan pazarda yapılırdı.

Ziraat ve hayvancılığa da önem veren Musul atabegleri, ülkelerinde endüstrinin gelişmesi için cam ve demir eritme fırınları yaptırmışlar, ayrıca Madbaga denilen deri işleme atölyeleri açarak, dericiliğin gelişmesini de sağlamışlardır.



Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak