19 Nisan 2025 Cumartesi
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-32
İbn-i Tufeyl
(d. 1106- ö. 1186)
Endülüslü hekim, hukukçu ve filozof. Tam adı Ebu Bekir Muhammed bin Abdal Malik bin Muhammed bin Tufail el Kaisi el-Endülüsi. Latin dünyasında Abentofail olarak da bilinir. Tanınmış İslam filozoflarındandır.
Granada yakınlarındaki Guadiks’de doğdu ve İbn-i Bacce tarafından eğitildi. Fas’da vefat etti.
İbn Tufeyl’in epistemolojisinde bilginin imkânı insan ve tabiat ilişkisinden hareketle temellendirilmiştir. Hay b. YoJtzân’daki Hay tipi, esasen fiziki varlığıyla tabiatın bir parçası olmakla birlikte algılama ve bilme İmkânlarıyla tabiatı müşahede eden, tabii varlık alanındaki temel düzen ve işleyiş hakkında düşünen, akıllı bir canlı olarak yeryüzündeki mevcudiyetini anlamlandıran, gözlem alanı ötesindeki metafizik varlık fikrine varan ve nihayet manevi tecrübeler sayesinde birtakım metafizik bilgilere ulaşan ideal özneyi temsil eder. Tabii varlık alanı ise kendisine şuurlu bir bilme etkinliğiyle yönelebilen bu özneye, dayandığı düzen ve sürdürdüğü işleyişin fizik ve metafizik yasaları hakkında bilgi sağlayan ontolojik imkândır. İnsanın bilgi imkânı ve yeteneklerine gelince ondaki idrakin ilkesi nefistir. İbn Tufeyl’in nefis ve onun bilgi yeteneklerine dair fikirleri İbn Sinâ’nın görüşleriyle büyük bir benzerlik taşımaktadır. Filozofun eserindeki kahraman daima kendi varlığı ile tabii çevresi hakkında sorular soran, araştırmacı ruha sahip bir tiptir. Hay, tabiatla münasebetinden dolayı ortaya çıkan teorik ve pratik her problemi tamamen şuurlu bir etkinlikle çözmeye çalışırken gelişme psikolojisi çerçevesinde açıklanabilecek aşamalar kaydeder. Duyular, gözlem ve deneyle akıl, Hayy’in teorik gelişiminde vazgeçilmez rolleri olan bilgi vasıtalarıdır. Duyularla algılanan varlık ve olguların süreklilik arzeden özellikleri gözlem ve deney yoluyla adım adım keşfedilir. Bu arada pratik aklın icapları olan teknik bilgiye ve hatta -Hay’de utanma duygusunun gelişmesi olgusunda olduğu gibi ahlâki bilince ulaşılır. Tabiatın bağrında hayatını devam ettirebilmek için çeşitli aletler yapma çabasının yanında varlığı anlamlandırma gayreti içine giren Hay mantıki çıkarım yoluyla tabiattaki işleyiş, bütünlük, düzen ve gayenin akledilir ve soyut gerçekliğine, bütün bu kozmolojik delillerle de yaratıcı Tanrı fikrine ulaşacaktır.
İbn Tufeyl, sosyokültürel yönden herhangi bir şartlandırmaya mâruz kalmadan tamamıyla el değmemiş tabii çevrede her şeyi kendi kendine öğrenen bir kahramanı kurgulamak suretiyle düşünce sistemini fıtrat kavramına dayandırmak istemiştir. Ancak İbn Tufeyl, insanın bu ortam ve şartlardaki entelektüel gelişimini ele alırken kaçınılmaz olarak insanlığın katettiği antropolojik gelişim evrelerine de atıfta bulunmaktadır. Nitekim İslâm kültüründe zaman zaman derece, aşama ve katmanları ifade etmek üzere kullanılan yedi rakamının sembolizmi İbn Tufeyl tarafından Hayy’in gelişim aşamalarını belirtmek için de kullanılmış, her aşamanın yedi ve katlarıyla ifade edilen yaşlarda kaydedildiği bir gelişim anlayışı ortaya konmuştur. Yedi yaşına kadar süren ilk aşama bedensel ve psikolojik gelişimin başlangıç safhasıdır. Yedi-yirmi bir yaş arası, pratik ihtiyaçların karşılanması için ameli aklın sayesinde araçların imal edildiği çağdır. Merak döneminin başladığı yirmi bir yaşla birlikte insan ruhu varlık ve oluşun sırlarını keşfe yönelir. Fizikten metafiziğe geçiş bu aşamanın belirgin özelliğidir. Daha sonraki safhalarda tam bir aydınlanma ile bilgeliği yakalayabilen insan, en sonunda gerçek mutluluğun hakikatine ereceği manevi tecrübelere ulaşır. İnsanın tabii çevresiyle girdiği etkileşim, fıtratındaki bilme ve yapma kapasitelerini aşama aşama geliştirir. Bu epistemolojide gözlem ve deney, fıtratta var olan akıl yürütme kapasitesini harekete geçirmekte, dolayısıyla bilginin oluşumu için akıl da devreye sokulmaktadır. Çünkü gözlem ve deney verilerini karşılaştırma ve böylece henüz gözlenmeyen hakkında bir teorik sonuca ulaşma, her şeyden önce tümevarım denilen akıl yürütme biçimine ihtiyaç hissettirecektir. Tüme varmak için sonsuz ölçüde deney ve gözlem yapılamayacağına göre olması gereken zihni sıçramada sezgi de kaçınılmaz olarak rol oynayacaktır. Nihayet bir defa tümel kavrama ulaşıldığında bu teorik bilginin tek tek olgulara uygulanması da tümdengelim yöntemini gerektirecektir.
İbn Tufeyl, 1106’da Gırnata yakınlarında Vadiü’l-Aş’ta doğdu, 1186’da Merakeş’te öldü. İşraki felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerinden biridir. Uğraştığı ve önemli eserler verdiği başlıca konular tıp, felsefe ve gökbilimdi. Günümüze ulaşan ve bütün dünyada tanınmasını sağlayan eseri ise Hayy bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikiye’dir. Dünya da felsefi romanın ilk örneği ve ilk “robinsonad” olan Hayy bin Yakzan, 14. yüzyıldan başlayarak dünyanın bütün belli başlı dillerine çevrilmiş, başta Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe olmak üzere birçok Batılı sanatçı ve düşünürü etkilemiştir. İbn Tufeyl’in yaşadığı dönemde (12. yy.) özellikle Endülüs’te pozitif bilimlerin yanında beşeri bilimler oldukça ilerlemişti. Ortaçağ Hıristiyan batı dünyasının aksine İslam-Endülüs toplumunda bilimsel bilgilerin Kur’anla uyuşacağına dair bir inanç vardı. Bu nedenle Endülüs’te gayri müslimlerin bilime olan katkılarına sırt çevrilmemekle birlikte Kur’an da ki hakikatler çerçevesinde bilime katkılar yapılıyordu. Özellikle tasavvuf alanında oldukça ilerlemiş olan Endülüs toplumu İbn Arabi gibi mutasavvıflar yetiştirmiş ve bunların görüşlerinin etkisinde kalmıştır. Filozofların temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e göre Allah’ın ilk yaratığı, yaratığın tohumu olan “akl-ı evvel” veya Tasavvufi ifadesiyle, “Nur-u Muhammedi”; son yaratığı ise bu tohumun sahibi olan “Hazreti İnsan” dır. Yaratığın amacı insandır ve insan da kendisinde olan nefhay-ı İlâhi, ilahi nefes, nedeniyle en şerefli mahlûktur. İnsan, vücuduyla maddi dünyaya, ruhu ile de manevi dünyaya bağlıdır. İnsan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir ve yaratılmış her şey insanın kullanımına tabii kılınmıştır. Bu temsilciliğin sorumluluğu da bütün insanlığa aittir. Bütün insanlık; her insanın kendisinde mevcut potansiyele ve olanakları harekete geçirmek ve onarlı gerçekleştirmek fırsatına sahip olduğunu göstermek gibi bir kolektif sorumluluk altındadır.
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları
Yazar: Hacı Mahmut Hatun
17 Nisan 2025 Perşembe
ESMA-İ HUSNA-11
14-el-HÂLIK
a-Hâlık isminin lügat anlamı:
Hâlık, “halaka” kökünden türetilmiş bir isimdir. Allah‟ın sıfatı olarak Kur‟an‟da 8 kez zikredilmektedir. 4 kez de “Hâlıkun” Şeklinde çoğul olarak zikredilir. “Halk” kelimesi ise 160 defadan fazla geçmektedir.
1-Hâlık; yaratan ve var edendir.
2-Hâlık; bir şeyi ölçüp biçip ayarlamak, bir işi düzgün bir şekilde planlayıp, takdir etmektir.
3-Hâlık; aslı, örneği ve modeli olmadan nesneyi var etmek, bir şeyden başka bir şey icat etmektir.
b-Hâlık isminin Kur‟an içerisinde incelenmesi:
“…Allah‟tan başka bir yaratıcı var mı?.” (Fatır 3)
“...O her şeyin yaratıcısıdır..” (En‟am 102)
“...Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?” (Vakıa 59)
“…Yaratanların en güzeli olan Allah‟ın şanı ne yüce, ne mübarektir.” (Mü‟minun 14)
“...Muhakkak ki senin Rabbin hakkıyla yaratan, pek iyi bilendir.” (Hicr 86)
Yukarıdaki ayette “Hâlık” ismi, mubalağalı olarak “Hallak” şeklinde kullanılmıştır.
Ayrıca “Alîm” ismiyle beraber zikredilmiştir. Yani Allah yaratırken rasgele yaratmamıştır.
Yarattığı her şeyi belli bir amaç için, bir düzen ve intizam içinde yaratmıştır.
“..Her Şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını takdir eden Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan 2)
c-Hâlık isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:
1-Hayat programımızı belirlemeye en layık olan, bizi yaratandır. O yarattığının ihtiyaçlarını en iyi bilen değil mi?
“...Yaratan, yarattığını en iyi bilmez mi?” (Mülk 14)
Bizi yaratan Allah, kullarını en iyi bilendir. Ayetlerini indirirken hükümlerini bildirirken sadece 14 asır öncesini değil, bizim zamanımızı da hesaba katmış, bizim durumumuzu da göz önünde bulundurmuştur. Bizler; “Allah‟ım! Beni ve bütün evreni yaratan sensin. Ancak bugün şartlar, durumlar senin emirlerine uymuyor. Onun için kusura bakma ben seni değil, yaratmaya gücü yetmeyen günümüzün ilahlarını dinleyeceğim. Onların emirlerine boyun eğeceğim” diyorsak veya bunu ortaya koyan bir hayat yaşıyorsak Allah‟ın el-Hâlık ismine iman etmemiş oluruz.
“Dikkat edin! Yaratmak da, emretmek de O‟na aittir.” (A‟raf 54)
Bizler bugün, çağdaş firavunlara, sahte ilahlara, hayatımıza karışan, programımızı belirleyen kimselere sormalıyız, “Bizi yaratan siz misiniz yoksa Allah mı?” Hepsinin verecekleri cevap “Hayır” olacak. Çünkü Firavunlar ve sahte ilahlar kendilerini hiçbir zaman “Yaratıcı” olarak nitelemezler. Bu konuda Allah ile boy ölçüşemeyeceklerini çok iyi bilirler. Onlar sadece “Rabb” olma iddiasındadırlar. Bizi Allah‟ın terbiyesinden çıkarıp kendi terbiyelerine sokma kavgasındadırlar. Bizim de onlara vereceğimiz tek bir cevap var: “Yaratan siz değilseniz emretmek neyinize? Biz sadece bizi yaratana kulluk ederiz. Biz ancak yaratanın emirlerine boyun eğeriz.”
“İşte bu Allah‟ın yaratmasıdır. Şimdi gösterin bana, O‟nun dışındakiler ne yaratmış!” (Lokman 11)
Göstersinler neler yaratmışlar, eğer değere şayansa onlara ibadet edelim. Onların sözünü dinleyelim.
“Hayır, hiçbir Şey gösteremezler. Zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokman 11)
Onların ortaya çıkardıkları şey; anarşidir, terördür, savaştır, zulümdür. Onlar eğitim sistemlerinden ahlaksız, Şahsiyetsiz, kalitesiz bireyler üretir ve dünyayı cehenneme çevirirler. Becerebildikleri tek şey de budur.
2-İnsanlara türlü türlü örneklerle Allah‟ın yaratıcı olduğunu kabul ettirmek yerine, yaratanın hayata hükmetmesi gerektiğini anlatalım.
“Andolsun ki onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan “Allah” derler.” (Lokman 25)
Mekkeli müşrikler Allah‟ın yaratma sıfatını kabul ediyor, yaratma sıfatına iman ediyorlardı. Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insan, Allah‟ın yaratıcı olduğunu kabul eder. Bunda herhangi bir problem, bir itiraz söz konusu değildir. Ancak onlar, Allah‟ın yaratma özelliğinden sonra gelen sıfatlarına iman etmezler. O sıfatlarla problemleri vardır bu insanların, o sıfatlara itirazları vardır.
Bugün pek çok Müslüman, Allah‟ın varlığını ve yaratıcılığını ispatlama gayretindedir. Çiçeklerden arılara, karpuz çekirdeklerinden balıklara varıncaya kadar, araştırmalar yaparak, mucizevi şeyleri insanlara sunarak Allah‟ı tanıtma çabasındadır. Oysa hiçbir kimse; “Arıları falanca, çiçekleri de filanca yarattı” dememiştir, demeyecektir. Bizler Allah‟ın isimlerini bir bütün olarak incelemeliyiz. Kur‟an‟ı bir bütün olarak okumalıyız. Allah‟ın yaratıcı olduğunu anlatırken, hüküm koyucu olduğunu da anlatmalıyız. Allah‟ın sadece bazı isimlerini anlatanlar, bir ömürlerini buna adasalar da, Esma-i Hüsna‟yı tam olarak kavrayamazlar.
3-Rabbimizin yarattığı şeylerden ibret almalıyız. Yarattığı her güzelliği gördükçe O‟na olan yakınlığımız, ibadetimiz ve zikrimiz artmalı.
“Onlar ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah‟ı zikreder, O‟nu hep gündemde tutarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve derler ki: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Ali İmran 191)
Böylece bizler, Rabbimizin yarattığı her nesnede O‟nun gücünü, yüceliğini bir kez daha fark edecek, emretmeye en çok hak sahibi olduğunu yeniden idrak edeceğiz. Bundan sonra imanımız, ibadetimiz, kulluğumuz, samimiyetimiz, yakınlığımız, tesbihimiz ve zikrimiz artacak.. Hayatımızın her alanı O‟na itaat ve teslimiyetle geçecek.
“İşte Rabbiniz Allah O‟dur. O‟ndan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O‟na kulluk edin...” (Enam 102)
Dr. Ramazan SÖNMEZ
8 Nisan 2025 Salı
İLMİHAL-26 / ZEKÂT-1
İLKELER ve AMAÇLAR
İnsanın var olup yaşayabilmesi için toplumsal hayatın gerekliliği öteden beri "İnsan, tabiatı itibariyle medenîdir" sözüyle ifade edilir. Bu bakımdan tek tek kişiler, bireysel varlıklarını devam ettirebilmek için bir topluma, toplumsal organizasyona katılmak durumundadırlar. Bu katılım, kendi varlığını sadece içinde sürdürebildiği topluma karşı fertlere birtakım görevler yükler. Başka bir ifadeyle, tek tek her birinin sosyolojik atmosferi olan "toplum"un sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için fertlerin, kendilerinden oluşan bu topluma karşı sorumlulukları vardır.
Toplum varlığının sağlıklı bir şekilde sürebilmesi için, toplumsal denge ve barışın bir şekilde sağlanması ve fertler arasında duygusal gerilime yol açabilecek etkenlerin giderilmesi şarttır. Bir toplumda zenginlerin ve fakirlerin bulunması doğaldır. Fakat doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını gözetmemesi ve sosyoekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebilecek bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi, yani zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasının engellenmesi hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal gerilimin önlenmesi veya gerilimin alınması gerekir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu yönde yapılan düzenlemeler âdeta böyle bir gerilimin potansiyel varlığını ima edip, bunun engellenme ve giderilme yolları teşhis edilmektedir. Kur'an'da cennet ehli müttakiler tanıtılırken onların dünyada güzel davranan kimseler olduğundan söz edilip "...ve mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardı" (ez-Zâriyât 51/19) buyurulur. Kur'an'ın başka bir yerinde, namaz kılan ve namazlarında daim olanların eline mal geçip, zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumun belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar" (el-Meâric 70/22-25) buyurulmuştur. Bu teşhis ve belirlemenin Medine'de İslâm toplumunun oluşmasından önce daha Mekke döneminde yapılmış olması problemin sadece İslâm toplumu için değil, bütün toplumlar için geçerli olduğunu da ima eder.
Aynı anlamda olmak üzere Kur'an'da "Güzel bir söz ve bağışlama, eziyete dönüşen bir sadakadan daha iyidir; Allah zengindir ve halîmdir. Ey inananlar! Zekât dahil her türlü sadakanızı başa kakmak ve eziyete dönüştürmek sûretiyle boşa çıkarmayınız. Bu, inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kişinin tutumudur..." (el-Bakara 2/263-264) denilmiştir.
Bu düzenleme toplumdaki ekonomik dengesizliğin yol açabileceği muhtemel olumsuz sonuçların azaltılabilmesi için zekâtı önemli bir araç olarak sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. Âyetten anlaşıldığına göre; zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, mahcubiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü; biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor; başa kakma ve mahcubiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme bir anlamda toplumsal gerilim sigortası görevi görüyor.
Allah elçisinin benzetmesinde, müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir. Vücudun bir âzası sızlayınca bu sızıyı öbür organların duymaması, bu sızıyı hafifletmeye çalışmaması mümkün mü, böyle bir şey düşünülebilir mi? Hayır! Çünkü, böyle bir bîgânelik, vücudun doğal yapısına terstir.
Nasıl ki bir bünyede, gerek içeride oluşan gerekse dışarıdan gelen mikroplara karşı kendisini korumak için bir savunma mekanizması varsa ve gerekli hallerde bu mekanizma harekete geçiyorsa, yine dışarıdan gelecek fizikî müdahale ve saldırılara karşı organlar imkân ve kabiliyetleri ölçüsünde birbirlerinin yardımına koşuyorsa, toplum da aynen böyledir ve toplumsal bünye ayakta durabilmek için bu yardımlaşmayı yapmak zorundadır.
Allah elçisi, bir başka bildirimde zekâtı müslüman toplumun beş temel esasından biri olarak ilân ederken, hem bu doğal yapıya atıf yapmış hem de bunu bir sosyal denge ve adalet ideali olarak öngörmüştür.
Bu suretle zikredilen âyet ve hadis bir ekonomik ve doğal gerçeği ifade etmiş oluyor: Toplumda fakirlerin haklarına riayet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı şekilde fakirlerin hakkına riayet edilmemesi sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa bir canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını, belki varlığını yitirmesine yol açacaktır. Bu hal, toplum üzerindeki ilâhî elin, rahmetin çekilmesi demektir. Bütün bunlar zekâtın sosyal bünyenin sağlıklı bir şekilde var olmasını sağlamaya, sosyal dokunun korunmasına yönelik doğal bir çaba olduğunu gösteriyor. "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" ve "Kendinizi öldürmeyin" hitapları, özel bağlamı dışında, bu anlamı da vurgulamış oluyor.
Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe, zekât ise adıyla örtüşecek şekilde, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma yanında toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikro-organizmalardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine hizmet ediyor. Zekâtın bir ibadet oluşunun anlamı burada gerçekleşiyor: Toplumsal iyi olan adaleti sağlamaya yönelik, "toplumsal ibadet". Namazın bireysel ahlâkı, zekâtın ise toplumsal ahlâkı gerçekleştirmeye yönelik oluşu, bu iki ibadetin Kur'an'da çoğu yerde birlikte zikredilmesini daha bir anlamlı kılıyor.
Zekâtın toplumsal temizleme ve arıtma anlamında oluşu -sözcük anlamının tamamlaması mahiyetinde olmak üzere- Kur'an'da "Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş ve arıtıp geliştirmiş olursun" (et-Tevbe 9/103) denilerek belirtilir. Yukarıdan beri zikredilen âyetler ve hadisler zekâtın malı değil, öncelikle toplumu temizleyen ve geliştiren bir mekanizma olduğunu gösterir.
Peygamberimiz zekâtı, yeni toplumsal oluşumun temeline bir ibadet anlamıyla yerleştirmiş ve o dönemin şartlarında en kolay ve pratik şekilde uygulanabilecek bir model öngörmüştür. Buna göre, belli bir zenginlik düzeyine ulaşan kişiler ihtiyacından artakalan malının kırkta birini zekât olarak verecektir. Bunun için de belli mallarda belli zenginlik ölçüleri (nisab) belirlenmiştir.
MAHİYETİ ve ÖNEMİ
Zekâtın kelime anlamı "artma, çoğalma, arıtma ve berekettir". "Doğru söylemek, sözünü tutmak" anlamına gelen sıdk kökünden alınmış olan ve Kur'an ve Sünnet'te zekât anlamında da kullanılmış olan sadaka kelimesi, daha sonraki devirlerde gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır. Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir payın alınması işlemini ifade eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi iki yerde (el-Kehf 18/81; Meryem 19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde nâzil olan sûrelerde olmak üzere otuz âyette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu âyetlerin yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış, daha sonra da, zengin olanların bu imkânını belli oranda fakirlerin ve toplumun ihtiyacı için harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli olduğu hususu vurgulanmıştır.
Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi yılda gerçekleştiği tartışmalıdır. Bir tesbite göre zekât hicretin 2. yılında ramazan orucundan önce, diğer bir tesbite göre ise aynı yıl ramazan orucundan sonra farz kılınmıştır. Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in zekât farz olmadan önce fıtır sadakasını vermeyi emrettiği, zekât farz kılındıktan sonra ise fıtır sadakası konusuna değinmediği, ancak müslümanların her ramazan ayında bayram namazından önce fıtır sadakası vermeye devam ettikleri belirtilmektedir (Buhârî, "Zekât", 76). Bu hadis, fıtır sadakasının zekâtın farz olmasından önce emredildiğini gösterdiğine göre ve orucun farz kılındığını bildiren âyet hicretin 2. yılında indiğine göre, zekâtın ramazan orucundan sonra farz olması gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde zekât daima namazla birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa, kişinin Müslümanlığının ancak bu ikisini eda etmekle olgunluk derecesine ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim olan ruh Allah'a yaklaşmak ve onun rızâsını kazanmaktır.
Kur'an zekât vermeyi, müminlerin, muhsinlerin, iyi ve müttaki kulların vasıflarından saymıştır. O halde müminler, muhsinler, müttakiler zümresinde yerini almak isteyen bir zengin, zekâtını verecek namazını da kılacaktır. Zira Cenâb-ı Allah kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliğinin de zekâtlarını vermeleri veya zengin olup da zekât verebilmek için çalışmaları olduğunu haber vermektedir (el-Mü'minûn 23/1-4). Yine bir hadiste, her insanın sadaka vermesi bir ödev olarak telakki edilmiş ve bu uğurda çalışması teşvik edilmiştir (Buhârî, "Zekât", 30).
Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mâna ve öneminden bahseden birçok âyet vardır:
"Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir" (Lokmân 31/3-4).
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenler... dir" (el-Bakara 2/177).
Kur'ân-ı Kerîm müşrikleri kötülerken onların vasıflarından birinin zekât vermemek olduğunu zikreder:
"Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr ederler" (Fussilet 41/6-7). Burada hem onların toplumdaki ihtiyaç sahibi kimseler için harcama yapmadığı, bencil davrandığı ifade edilmiş hem de zekâtın ve âhirete imanın müminlerin iki temel özelliği olduğu vurgulanmıştır.
Zekât vermeyen bir zengin Allah'ın geniş rahmetine, Allah ve Resulü'nün dostluğuna da hak kazanamaz. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ben onu, sakınan, zekât veren ve âyetlerime iman edenlere has olmak üzere tesbit edeceğim" (el-A`râf 7/156).
"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve boyun bükerek namazı kılan, zekâtı veren müminlerdir" (el-Mâide 5/55).
Bütün bu âyetler zekâtın ne büyük önem taşıdığının açık delilleridir.
Zekât, fıkıh dilinde sadece "farz" diye bilinen hükümlerden biri olmayıp, aynı zamanda İslâm binasının üzerine inşa edildiği beş büyük sütundan biridir; İslâmiyet'i karakterize eden kurumlardandır. İslâm'ın beş şartından biri olan namaz bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri simgeler. Zekât her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah'ın emrine uyarak, O'nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât Allah katında kabul görebilir.
Zekâtını öncelikle zamanı ve mekânı yaratan yüce Allah'ın emri olduğu için ödeyen, bu ve diğer ibadetleri O'na yakın olmak, O'na şükretmek amacıyla yerine getiren müslüman, âhiret hayatının nimetlerine ve cennette Allah'a yakın olmaya ehil olur.
Zekâtın bu ibadet mânası yanında bir de yüce insanî hedefleri, üstün ahlâkî değerleri ve iktisadî gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm zekâtın hedeflerini "tathîr" (temizleme) ve "tezkiye" (arıtma) kelimeleriyle özetler:
"Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun" (et-Tevbe 9/103). Bu iki kelime zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. Bunları şöyle açıklamak mümkündür: Zekât veren, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, vatana ihanete, devlet malını yemeye kadar götürür. İşte zekât -verildiği oranda- ödeyenin duygularını mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır.
İslâm dini insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da zenginin her sene malının zekâtını vererek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
Bencillikten kurtulan, paraya ve mala düşkünlükten temizlenen, darda kalmışların yardımına koşmayı huy edinen kimseler Allah'ın ve elçisinin ahlâkı ile ahlâklanırlar.
Zekât, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Başta zekât olmak üzere yapılan gönüllü malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla zekâtını veren mümin her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
Zekât, zenginin sadece kötü huy ve duygularını gidermekle kalmaz, onun malını da başkalarının haklarından temizler. Zenginin malında fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı bulunduğundan bu hak ayrılıp verilmedikçe mal temizlenmiş sayılmaz.
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekâtın, bir ibadet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem atfettiğini gösterir. Günümüzde insanların devletten vergi kaçırmak için ince muhasebe hesapları yaptırdıkları düşünülürse, modern vergilendirme prensiplerinin hemen hepsini bünyesinde taşıyan zekâtın bu yaklaşımla ele alınmasının sağladığı yararlar daha iyi anlaşılır. Zekât, sosyal güvenliğin finansmanında, herhangi bir zarar ve felâkete uğrayan insanlara yardım elinin uzatılmasında mükemmel bir araçtır.
Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) dikkat çekicidir. Yoksul zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi, talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.
İslâm ekonomisinin ekseni olan zekâtın en dikkate değer özelliği İslâm'ın şartlarından sayılıp tek tek fertlerin vicdanlarına mal edilmiş olmasıdır. Asrımızda devletlerin yükledikleri vergilerden her ülkedeki vatandaşların kaçmaya çabaladıkları ve bu uğurda çeşitli muhasebe oyunları geliştirdikleri göz önünde bulundurulursa zekâtın bu yönü daha iyi anlaşılır.
Zekât, servet biriktirip onu âtıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken servet zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Aşağıdaki âyetleri düşünerek okuyan müslümanların, imkân sahibi olduklarında zekât vermemeleri mümkün değildir.
"Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve (o esnada) işte nefisleriniz için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın! (denilecek)" (et-Tevbe 9/34-35).
Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.
Zekât sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. Zengin zekâtını verirken fakiri incitmemek için âzami titizliği gösterir. Çünkü Kur'an bu şekilde muamele edenleri övmüş, iyilik yapıp da bunu insanların başına kakmanın yapılan iyiliğin, değerlerini düşürdüğünü haber vermiştir.
Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.
6 Nisan 2025 Pazar
Gündelik Hayatımızda –Mahallede - 2
Çöp
1868’de çıkarılan Tanzifat Resmi, belediyeye vergi karşılığı çöp toplama görevi veriyordu. O zamana kadar mahalle halkı kendi örgütlenmesi ile, “çöp çıkaran” diye bağıran küfeli çöpçüler aracılığıyla çöplerini toplatırdı. Evliya Çelebi tahir subaşısının çöpleri denize döktüğünü ve bu arada çöp ayıklama ve değerli eşyayı seçme işinin de adamlarınca yapıldığını bildirir. Acemi oğlanlara şehir temizletilir ve büyük meydanlar angarya olarak gayri Müslimlere yılda bir iki defa yıkatılırdı.
Ahmet Lütfi Efendi’nin yeni çıkan tanzifat vergisinden veya uygulanışından hoşlanmadığı anlaşılmaktadır: “Halkın parasile göz önünde olan sokakların tathirinden ibarettir. Tanzifat kaidesi icra olunalıdan beri kenar yerler pislikten hali değildir. Mukaddema sokağa süprüntü dökmek âdeti yoktu. Şimdi her hane süprüntüsünü sokağa atıyor. (...) Süprüntü arabası hiç geçmiyen yerlerden de para almıyor.” Efendi’ye göre çöp vergisi çıktıktan sonra vergi veren halk temizlik yükümlülüğünden duygusal olarak sıyrılmış, belediye de çoğu sokağı temizleyecek güç ve etkinliğe sahip olmadığından pislik başlamıştır.
Çöp vergisi tekrar 1994’de getirildi. Bu sırada şehir çöplükleri biriken gazlarla patlamaya (Ümraniye, 28 Nisan 1995), gecekondu mahalleleri çöplüklere kadar uzandığından ciddi tehlikeler doğmaya başlamıştı.
Büyük şehirlerde çöp kovaları ve toplama saatleri hep sorun oldu. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’de hanelerin ve apartmanların çöp kutularının ebat ve renkleri tanımlanarak şehirlerin temizliği sağlanmaya çalışılmıştı (TSE 1996’da çöp kapları standartı getirmiş olduğuna göre, bir başka darbede en azından yalnızca standartın uygulanmasını istemek söz konusu olabilir). Sonunda çevresi çöp dolan, kullanıldıkça eğilip bükülen çöp tenekeleri çoğu yerde ortadan kalktı; birçok belediye sokaklar ve direkler için ithal, plastik çöp kutuları getirdi. Çöplerin poşetlere ve piyasada satılan hazır çöp torbalarına konulması istendi. Elbette tüketim alışkanlıklarının değişimi ile çöp biçimi de değişmişti. Özellikle kâğıt, naylon, konserve kutusu eskiden çöplerde görülmez, çoğu sokağa düşmeden evlerde değerlendirilirdi. Şimdi çöp toplama örgütü bulunmayan köylerde de üretilen çöp miktar ve çeşidi çoğaldı, dere boyları çöple dolmaya başladı.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
5 Nisan 2025 Cumartesi
4 Nisan 2025 Cuma
ÛLU'L-AZM OLAN PEYGAMBERLER-1
HZ. NUH (A.S)
"Andolsun ki Biz Nuh'u kavmine (Peygamber olarak) gönderdik (kavmine Peygamber olarak gönderilişinden itibaren onların) aralarında elli yıl müstesna olmak üzere bin yıl kaldı." (Ankebût: 29/14)
Hz. Nûh (a.s)'ın Soyu:
Tarihçilerin belirttiğine göre; Hz. Nûh (a.s)'ın soyu şu şekildedir:
Nûh İbn Lâmek b. Mettuşalah ibn Ahnûh yani İdrîs'dir. Buna göre Hz. İdrîs (a.s), Hz. Nûh (a.s)'ın büyük atası yani dedesinin babası olmaktadır.
Hz. Nûh (a.s)'ın soyu, Şîd ibn -Ebu'l-Beşer olan- Hz. Adem (a.s) ile sona ermektedir.
Hz. Nûh ile Hz. Adem'in arası 1000 seneden fazla bir zaman vardır. Tevrat'ın rivayetine göre ise ikisinin arasında geçen zaman, 1056 yıl olarak belirtilmektedir.
Buhari'nin rivayetine gelince ise; Buhârî, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Hz. Adem ile Hz. Nûh arasında on nesil vardı, (bu on neslin) hepsi de İslam dini üzereydiler." îbn Kesir, "el-Bidâye ve'n-Nihâye" adlı kitabında bu hadis ile ilgili olarak şöyle der:
"Hadisi şerifin metninde geçen "Karn" yani "nesil" kelimesinden maksat, 100 sene ise -nitekim insanların çoğu bu kelimeyi işittiklerinde ilk olarak ona 100 sene anlamını verirler- demek ki Hz. Adem ile Hz. Nûh arasında (100x10=) 1000 sene geçmiştir. Ama bu, İbn Abbas'ın koymuş olduğu "(Bu neslin) hepside İslam dini üzereydiler" kaydına ters düşmemektedir. Çünkü bu durumda ikisinin arasında Müslüman olmayan başka nesiller geçmiş olabilir. Fakat Ebu Ümâme'nin hadisi ise, ikisinin arasında sadece on neslin geçmiş olduğuna delâlet etmektedir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadis ise, ikisi arasında geçen nesillerin Müslüman oldukları kaydını eklemiştir ki bu da, tarihçilerin ve diğer Ehl-i Kitab'ın ortaya attıkları "Kabil ve oğulları ateşe tapmışlardır” iddiasını çürütmektedir.
Ebu Ümâme'nin hadisini ise İbn Hibbân, "Sahili" adlı kitabında ondan şöyle rivayet etmiştir:
"Adamın birisi Resulullah (sav)'e:.
Ey Allah'ın resulü! Adem (a.s) Peygamber miydi?" diye sordu, Resulullah (s.a.v)'de:
Evet! O, Allah ile konuşan (yani Allah'ın kelamına muhatap olan) bir peygamberdi, diye cevap verdi. Bunun üzerine o adam:
Hz. Adem ile Hz. Nûh arasında ne kadar zaman geçti?" Diye tekrar sordu. Resulullah (s.a.v)'de:
On nesil, diye cevap verdi."
Hz. Nûh (a.s)'ın Kur'an'da Zikredilmesi:
Hz. Nûh (a.s)'ın Kur'ân-ı Kerîm'in 43 yerinde zikredilmiştir. Hz. Nûh (a.s)'ın kıssası ise Kur'an'da detaylı bir şekilde birçok surelerde anlatılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: A'raf Sûresi (59 ile 64 arası), Hûd Sûresi (25 ile 48 arası), Müminûn Sûresi (23 ile 30 arası), Şuara Sûresi (105 ile 122 arası), Kamer Sûresi (9 ile 17 arası) vb. sureler.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de "Nûh Sûresi" diye isimlendirilen bir sure ise Hz. Nûh (a.s)'ın ismine mahsus olarak zikredilmiştir.
Kısacası bu surelerin hepsi, Hz. Nûh (a.s)'ın Peygamber olarak gönderilişine, peygamberliğine, davet metodunu kavminin bile bile inkarına ve isyanına, onların eziyetlerine karşı göstermiş olduğu uzun bir müddet sabredişini, yalanlayıcıların üzerine yapmayı gerekli kıldığı azap -ki oda boğulmadır- ve ona iman edenlerin kurtuluşunu anlatmaktadır. Hz. Nûh (a.s)'ın kıssası ise geniş olarak birazdan anlatılacaktır.
Hz.Nûh (a.s)'ın Yeryüzüne Gönderilen Resullerin İlki Oluşu:
Tarihçilerin naklettiğine göre; Hz. Nûh (a.s) Cenab-ı Allah'ın yeryüzü halkına Peygamber olarak gönderdiği resullerin ilkidir. Bundan dolayı da Rabbi ona, kavmini uyarmasını ve onlara Allah'ın azabından sakındırmasını emretmiştir. Buna göre Hz. Nuh (a.s) uyarıcı nebilerin ve resullerin ilki olmaktadır. Bunun delilleri ise şunlardır:
a. Nitekim Yüce Allah da bu konuyu şöyle anlatmaktadır:
"Kavmine elem verici bir azap gelmezden önce onları "uyar" diye Nuh'u, kavmine (Peygamber olarak) gönderdik."
b. Buna başka bir delil ise Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde rivayet edilmiş olan şefaat hadisidir.
Hz. Peygamber(sav) bunu şöyle anlatmaktadır:
"Allah kıyamet günü, öncekileri ve sonrakileri tek bir düzlükte toplar. Bakan onları görür, çağıran onları işitir, güneş onlara yaklaşır. Gam ve sıkıntı insanların tahammül edemeyecekleri ve güç yetiremeyecekleri dereceye ulaşır. Öyle ki insanlar:
Babanız Adem var! Derler. Ona gelerek:
Ey Adem! Sen insanların atasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı. Kendi ruhundan sana üfledi, (bütün isimleri sana öğretti) meleklerini senin önünde secde ettirdi. Seni cennete yerleştirdi. (Bunlardan dolayı Allah katında itibarın ve makamın var) Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim şu halimizi ve başımıza şu geleni görmüyor musun?" derler. Adem:
Bugün Rabbim öfkelidir. Daha önce bu kadar öfkelenmedi ve bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen şefaate benim yüzüm yok. Çünkü cennette iken Allah) beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa karşı geldim. (ben cennette iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıkarıldım. Bugün günahlarım affedilirse bana yeter) Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Nuh'a gidin! diyecek. Bunun üzerine insanlar Nuh'a gelecekler ve ona:
Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resullerin ilkisin. Allah seni çok şükreden bir kul diye isimlendirdi. İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyormusun? Rabbin katında bizim için şefaatte bulunmaz mısın?" diyecekler. Nûh'da:
Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce hiç bu kadar öfkelenmedi ve bundan sonra da böylesine
öfkelenmeyecek! Çünkü benim bir dua hakkım vardı. Bende onu kavmimin aleyhine (beddua olarak) kullandım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin. İbrahim'e gidin! diyecek..." Nakledilen bu hadisi şerife göre; Hz. Nûh (a.s), yeryüzü halkına gönderilen ilk resuldür. Bu görüş birçok alimin ileri sürdüğü Sahîh bir görüştür. Fakat hadisi şerifte geçen bu ifade, Hz. Nûh(a)'dan önce hiçbir Peygamber gönderilmemiştir şeklinde değildir. Çünkü Hz. Nûh'dan önce Hz.Adem, Hz. Şid ve Hz. İdrîs gibi nebiler vardır. Bunların hepsi Hz. Nûh (a.s)'dan "önce Peygamber olarak gönderilmişlerdir. Fakat Hz. Nûh (a.s)'dan önce gönderilen bu nebiler, resul değildirler. Bu münasebetle, Hz. Nûh (a.s) ilk resuldür. Ama ilk nebi değildir. Çünkü nübüvvet (yani nebilik) ile risalet (yani elçilik) arasında bir farkın olduğu herkes tarafından bilinen bir özelliktir. Zira resul; Yüce Allah'ın kendisine bir şeriatla vahyettiği ve insanlara, Allah'ın kendisine vahyettiğini tebliğ etmekle sorumlu tuttuğu kimseye denir.
Nebi ise; Yüce Allah'ın kendisine bir şeriatla vahyettiği, fakat insanlara, Allah'ın kendisine vahyettiğini tebliğ etmekle sorumlu tutmadığı kimseye denir. Yine de doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hz. Nûh (a.s)'ın Yaşadığı Müddet:
Hz. Nûh (a.s) uzun bir müddet yaşamıştır. Bundan dolayı da çok ömürlü olmuştur. Zira Hz. Nûh (a.s) ömür bakımından peygamberlerin en uzun ömürlü olanı ve mücadele bakımından da onlardan en fazla olanı idi. Çünkü Hz. Nûh (a.s), peygamberlerden bir çoğunun tahammül edemeyeceği eziyetlere tahammül etmiş, kavmini, gece-gündüz ve açık-gizli olarak Allah'a davet etmiş ve onların arasında 950 sene kalarak onlara vaaz etmiş, hikmetle ve nasihatle onları putlara tapmaktan men edip bir olan Allah'a ibadet etmeye çağırmıştır. Fakat Hz.Nûh (a.s) bu yaptıklarının karşılığında onlardan, yalanlamanın, zulmün, yüz çevirmenin ve zorbalığın bütün şekliyle karşılaştı. Zira onların kalpleri taştan daha katılaşmış ve akılları demirden daha da sertleşmişti.
Hz. Nûh (a.s) onların arasında uzun bir müddet kaldığı halde onlardan çok azı iman etmişti. Nitekim Yüce Allah, bu durumu şöyle haber vermektedir:
"Çok az kimse onunla (yani Nuh'la) birlikte iman etmişti." (Hûd:lI/40)
Hz. Nûh (a.s) ile birlikte iman edenlerin sayısı hakkında çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
a. Bazı tefsirciler; Hz. Nûh (a.s) ile birlikte iman edenlerin sayısını on kişi olarak bildirmektedir ki bunlar, Hz. Nûh (a.s) ile birlikte tufan esnasında gemiye binen kimselerdir.
b. Diğer bazı tefsirciler de; Hz. Nûh (a.s) ile birlikte iman edenlerin sayısını kırk kişi olarak bildirmektedir.
c. îbn Abbas'tan nakledilen Sahîh rivayete göre, onlar kadınlarıyla birlikte seksen kişi idiler.
İşte bu son görüş, Hz. Nûh (a.s) ile birlikte iman edenler hakkındaki tefsircilerin görüşlerinden en güvenilir olanıdır. Çünkü onlar Allah tarafından boğulmaktan kurtulmuştur. Hz. Nûh (a.s)'ın bu sıkıntılı musibetler ile yaşadığı bu uzun müddet zarfında -ki, bu peygamberlerden sabır sahibi olan ulu'1-azm peygamberlerin tahammül etmeye güç yetirebileceği sıkıntı, kendisini müdafaa, zulüm, bela vb. şeylerle dolu olan zor bir hayat devresi sırasında- nail olduğu zorluğun sınırının ortaya çıkması da bunu göstermektedir.
İşte bütün bunlardan dolayı Hz. Nûh (a.s); Yüce Allah'ın, yaratılmışların efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'e hitaben geçtiği:
"(Ey Muhammed) Peygamberlerden "ulu'l-azm" (yani a-zim sahibi) olanların (eziyetler, sıkıntılar vb. şeyler, karşısında) sabrettiği gibi sen de (onlar gibi) sabret. " (Ahkâf: 46/35) ){ bu sözünde zikredilen “ulu'l-azm" peygamberlerdendir. Zira Yüce Allah, bu sözünde, Hz. Muhammed (s.a.v)'e, ulu'1-azm peygamberlerin metodu ve yolu üzere yürümeyi emretmiştir. Ulu'1-azm peygamberler ise beş kişi olup şunlardır:
1- Hz. Nûh (a.s)
2-Hz. İbrahim (a.s)
3-Hz. Mûsâ (a.s)
4-Hz. İsa (a.s)
5-Bunların en sonuncusu ise Hz. Muhammed (s.a.v)'dir. Allah'ın salât ve selâmı onların hepsinin üzerine olsun.
Bazı tarihçilerin naklettiğine göre; Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'ı kavmine Peygamber olarak gönderdiğinde o, 50 yaşındaymış. Onların arasında 950 sene kalmış ve kavminin helak edilişinden sonra da 350 sene daha yaşamış. Buna göre Hz. Nûh (a.s)'ın ömrü, 1350 sene olmuş olur.
Asıl itibariyle bu görüş, Tevrat'tan nakledilmiştir. -Bu görüşün kendisinde kalbin tam olarak mutmain olmayacağı Tevrat'ın naklettiği diğer rivayetler gibi mübalağa vardır- Halbuki Tevrat'ın naklettiği bu görüşü almakla, Kur'ân-ı Kerîm'in anlattığı
"(Nûh kavmine Peygamber olarak gönderilişinden itibaren onların) aralarında "elliyıl" müstesna olmak üzere bin yıl kaldı. "(Ankebût: 29/14) bu görüşü terk etmekteyiz. İşte bu ayeti kerime, delaleti kati ve yakın bir sabitlikle sabit olmuştur.
Bundan dolayı bizini, Kur'an'ın belirttiği görüşün dışında kalan rivayetlere ve haberlere ihtiyacımız yoktur.
Nûh Kavminin Putlara Tapması:
Ayeti Kerimelerin, Hz. Nûh (a.s)'ın kıssası hakkında işaret ettiği üzere; Hz. Nûh (a.s), Allah'a şirk koşan, taşlardan ve bakırlardan yapılan putlara tapan, Allah'tan başkasını 'ilah" edinen, ve bu taptıkları şeylerin, kendisine veya kendisine tapanlara gelebilecek herhangi bir zararı uzaklaştıracağına, fayda sağlayacağına, gördüğüne, işittiğine, hayrı kendileri için çekip çıkarmaya güç yetireceğine, kendilerinden her türlü kötülüğü uzaklaştıracağına, Allah'ı bırakıp onların sadece kendilerine fayda sağlayacağına ve zenginleştireceğine inanan bir kavme Peygamber olarak gönderilmişti.
İşte Hz. Nûh (a.s)'ın Peygamber olarak gönderildiği bu kavim putlara tapan ve Allah'a şirk koşan kavimlerin ilkidir. Bundan dolayı Cenab- ı Allah, Hz. Nûh (a.s)'ı onlara, putları bırakıp Allah'a ibadet etmedikleri takdirde başlarına gelecek olan Allah'ın azabıyla onları uyarmak ve korkutmak amacıyla Peygamber olarak göndermişti.
Nitekim Yüce Allah bu durumu şöyle haber vermektedir:
"Kavmine elem verici bir azap gelmezden önce onları uyar diye Nuh'u kavmine (Peygamber olarak) gönderdik. O da: "Ey kavmim! Şüphesiz ki ben, (Allah tarafından) size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. (Putları bırakıp yalnızca) Allah 'a ibadet edin. Ondan ittika edin ve (Allah'ın vahyettiği doğrultuda) bana itaat edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın ve ecelinizi belli bir süreye kadar ertelesin... " demişti."
Hz.Nûh'un kavminden önce yaşayan insanlar Allah'a ibadet eden, ona hiçbir şeyi ortak koşmayan, taşlardan ve bakırdan yapılmış putlara tapmayı bilmeyen, Allah'ın vahdaniyetine yani birliğine inanan mümin kimseler olup fıtrat dini olan Tevhid yani İslam dini üzereydiler. İşte bütün bunlardan dolayı Yüce Allah, puta tapanları uyarmak ve Allah'ın yasaklarından sakındırmak için onlara bir resul gönderdi. Uyarmak ve korkutmak için "Rasib oğulları" denilen bir kavme gönderilen ilk resul, Hz. Nûh (a.s)'dır. Bu kavim, sapıklık içerisine dalmış, inat ve sapkınlıklarını artırmış ve büyük bir şekilde haddi aşmışlardı. İşte Hz. Nûh (a.s), bunlara Peygamber olarak gönderilmişti. Hz. Nûh (a.s), onlara apaçık deliller ve kesin kanıtlar getirdiği halde onlardan yüz çevirmenin, zulmün, akılsızlığın, sapıklığın, eğlencenin ve alayın her türlüsüyle karşılaşmıştı. Nitekim Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'ın bu durumunu "Nûh Sûresinde" şöyle anlatmaktadır:
"Nûh: "Ey Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece-gündüz (senin bana vay ettiklerine) çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklaşmalarını artırdı. Doğrusu ben, senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda (çağırışımı işitmemek için) parmaklarını kulaklarına tıkadılar (tanınmamak için) elbiselerine büründüler (davetime karşılık devamlı olarak) direndiler ve büyüklendikçe büyüklendiler. Ayrıca ben onlara (davetime) açıktan açığa gizliden gizliye de söyledim ve: "(İşlemiş olduğumuz günahlardan dolayı) Rabbinizden bağışlamayı dileyin ki-doğrusu O sizi çok bağışlayandır- size gökten bol bol yağmur indirsin, sizi mallar ve oğullarla desteklesin, sizin için bahçeler var etsin ve ırmaklar akıtsın. Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yaklaştıramıyorsunuz. Oysa sizi merhalelerden geçirerek o yaratmıştır. Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında aya aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasının sağlamıştır. Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra da sizi oraya (yani yer altında) geri döndürür ve yine sizi oradan geri çıkarır. Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmemiz için onu (yani yeryüzünü) size yayan O'dur, dedim"
Bu ayeti kerimeler; Hz. Nuh'un kavminden önce yaşayan insanların mümin kimseler olduklarını, putlara tapmayı ve Yüce Allah'a şirk koşmayı bilmediklerini göstermektedir. Nitekim Yüce Allah'ın:
"(İlk Önce) İnsanlar bir tek ümmetti. Allah, insanların ihtilafa düşecekleri konularda aralarında hüküm vermek için peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi ve onlarla birlikte de hak kitaplar indirdi." ayeti kerimesi hakkında İbn Abbas'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Adem ile Hz. Nûh arasında on nesil vardı, (bu on neslin) hepside Hak şeriat (yani İslam şeriatı) üzereydiler. Daha sonra ihtilafa düştüler." Bunun üzerine Allah, peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere göndermiştir. İşte "İnsanlar bir tek ümmetti. Daha sonradan ihtilafa düştüler" ayeti, Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde bu şekildedir.
Katâde'de bununla ilgili olarak şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"İnsanlar (ilk önce) toplu halde hidayet üzereydiler. Daha sonradan ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah, (bu ihtilafa düşenlere) peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere göndermiştir. Bunlara gönderilen peygamberlerin ilki de Hz. Nûh(a)'dır.
Putçuluğun Yayılışı Ve İnsanların Putlara Tapmasının Sebebi:
Daha öncede geçtiği üzere Hz.Nûh'un kavmi, putlara tapan toplulukların ilkidir. Zira onlardan önceki insanlar, tevhid ve iman üzere olup putçuluğu bilmeyen ve putlara tapmayan kimselerdi. Nûh kavminin putlara tapan kimseler olduğuna dair delil; şanı yüce olan Allah'ın, Kur'ân-ı Kerîm'inde Hz. Nûh (a.s)dan haber vererek naklettiği şu ayetlerdir:
"Nûh: "Ey Rabbim! Doğrusu bunlar (yani kendilerine senden aldığım vahiyleri tebliğ ettiğim bu kavmim, senin emirlerini dinlemeyip) bana isyan ettiler ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye (yani halk, malı, çocuğu ahirette kendisine sadece zarar getirecek olan liderlere) uydular. (Bu liderler halka karşı kendilerinin hidayet ve hak üzere olduklarını göstermek için) büyük hileler kurup insanlara: "Sakın ilahlarınızı (yani putlara tapmayı) bırakmayın. Hele hele vedd, Suvâ, yeğus, Yeük ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler. Böylece (O liderler kavmimin) birçoğunu saptırdılar. (Benim söylediklerimi değil de, liderlerinin sözlerini dinleyerek putlara tapan) zalimlerin, sapıklıklarından başka bir şeyini artırma!" dedi."
Ayeti kerimede ismi geçen bu putlar, Hz. Nûh (a.s)'ın Peygamber olarak gönderilişinden önce yaşamış salih kimselerin isimleri ve mukarrabin meleklerin isimleridir.
Nûh kavmi, bu Salih kimselerin yaptıkları güzel işleri devamlı olarak hatırlamak istediklerinden dolayı -bu iddialarına binâen- onlar için heykeller diktiler. Nûh kavmi onların heykellerini yapmakla, onların yaptıkları güzel işleri hatırlayarak unutmayacak ve iyi işlerde onları örnek edinip aynısını yapmaya çalışacaklardı. Nûh kavmi, bu iddialarına binaen uzun zamanlar geçince bu putlara tapar hale geldiler. Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Hz. Aişe(ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Resulullah (s.a.v)'in (ömrünün sonlarına doğru) hastalandığında hanımlarından bazıları "Mariyete" isminde bir kiliseden söz ettiler. Hanımlarından Ümmü Seleme ve Ümmü Habîbe, hicret dolayısıyla Habeşistan'a gitmişler ve kiliseyi orada görmüşlerdi. Kilisenin güzelliğini, içindeki suretleri anlattılar. Bunun üzerine Resulullah (sav) başını kaldırarak:
Onlardan sâlih bir kişi öldüğü zaman onun (öldüğü yerin) yanı başında bir tapınak yaparlar ve içine de ölen kişinin suret ve heykellerini koyarlar. Kıyamet günü onlar, şanı yüce olan Allah katında yarattıklarının en şerlisidirler" buyurdu."
Buharı, Yüce Allah'ın: "(Nûh kavminin liderleri halka:) "Sakın ilahlarınızı (yani putlara tapmayı) bırakmayın. Hele hele Vedd, Suva, Yeğus, Yeük ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler” (Nûh: 71/23) ayeti hakkında İbn Abbas'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Nûh kavminde mevcut olan putlar sonradan Araplara intikal etmiştir. Şöyle ki: "Vedd adlı put,
Dümetü'l-Cendel'deki olup Kelb kabilesine aitti. Süvâ adındaki put, Hüzeyl kabilesine aitti. Yeğus adındaki put, (önce) Murad'ın sonrada Sebe' şehri yanındaki Cevf vadisinde bulunan Gutayfoğullarına ait oldu. Yeük, Hemedân'ın idi. Nesr, Âl-i Zilkelâ'dan Himyer'in putuydu. Buradaki put isimleri, aslında Nûh kavminden Salih kimselerin isimleri idi. Bunlar ölünce şeytan, bu salih kimseler? Kavimlerine; "Salih kimselerin hayattayken oturmuş oldukları yerlere (onların hatırasına) putlar dikin ve onlara bu kimselerin isimlerini verin" diye ilham etti. Halk bu ilhama uyup söyleneni yaptılar. Başlangıçta bu putlara tapınma yoktu. Ancak bu putları yapanlar ölünce ve onlar hakkındaki bilgi de unutulunca bu putlara tapılmaya başlandı."
Bu konuda derim ki: Nûh kavmindeki salih kimselerin, zamanla insanlar onları hatırlamak için elleriyle heykeller yapıp daha sonra da onlara tapmalarından dolayı İslam şeriatı, ruh sahibi herkesin el ile suretlerinin ve heykellerinin tasvir edilmesini yasaklamıştır. Böylece heykeller edinmeyi ve resimlerin yapılmasını İslam şeriatı haram kılmıştır. İşte heykellerin ve resimlerin yapılmasının haram kılınmasının sebebi bundan dolayıdır.
Buharı, Sahîh'inde Hz. Peygamber(sav)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir;
"Kıyamet gününde insanların azap bakımından en şiddetlisi olanlar, Mûsâvvir (yani Allah'ın yarattıklarına benzer şeyler yapan)lerdir. Kıyamet gününde o Mûsâvvirlere; "Haydi bakalım! Yarattıklarınızı diriltin" denilir"
Bu konuda şöyle bir hadis daha rivayet edilmiştir: "Melekler, içerisinde köpek, suret (yani resim), heykel ve cünub bulunan bir eve girmezler."
Yine bu konuda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Her kim bir suret yaparsa, Yüce Allah kıyamet günü onun yapmış olduğu suret ve heykeli karşısına getirecek ve ona, can (yani ruh) verene kadar azap edecektir. Zaten onun, ona can (yani ruh) vermesi de mümkün değildir."
Bu anlatılanların hepsi insanların putlara tapmalarını engellemek suretiyle kötülük yollarını kapatmak (yani seddu'z-zerâi) ve akideyi korumak için yapılmıştır. Nitekim Nûh kavminde meydana gelen bu fesat ve kötülük, daha sonra başkalarıyla ve onlardan da daha sonra gelenlere intikal etmiştir.
Kavminin, Kendisini Yalanlamaları Üzerine Hz.Nûh'un Buna Sabretmesi:
Hz. Nûh (a.s) Allah'dan kendisine indirileni tebliğ etmek suretiyle kavmiyle mücadeleye girişmiş ve hiçbir kimsenin tahammül ve kudret göstermeye gücünün yetmeyeceği kavminin eziyetlerine ve zulümlerine karşı sabretmiştir.
Hz.Nûh'un kavmi ile olan mücadelesi, batıl olan şeylere karşı yapılan mücadeleydi. Sabrı ise kavminin liderlerine, eziyetlerine, zorluklarına ve zulümlerine karşı idi.
Hz. Nûh (a.s) yaklaşık 1000 sene gibi uzun bir müddet zarfında Allah'ın davetine tebliğden vazgeçmemiş, Allah'ın rızasına gerekli olan nasihat ve hatırlatmaya başladığı andan itibaren zaafa düşmemiş, dimdik ayakta kalmış ve onlara karşı mücadelesini en güzel bir şekilde sürdürmüştür. Fakal Hz. Nûh (a.s)'ın bu davranışına karşılık olarak işe Nûh kavmine mensup müşrikler, Hz.Nûh'u davetinden vazgeçirmek ve her türlü sabır ile sebattan onu müstağni kılmak için alay eden ve eğlenceye alan gruplar oluşturmuşlardı. Müşrikler bununla da yetinmeyip Hz. Nuh'u çeşitli ithamlarla suçlamışlardı ve çeşitli iftiralarda bulunmuşlardı. Onların bu davranışları, Hz.Nûh'un Allah'a olan imanını, teslimiyetini, sabrını ve mücadelesini daha da artırıyordu. Bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), Allah'a yakın olan ve sabırlı olan ulu'1-azm peygamberlerdendi.
Hz. Nûh (a.s)'a Yapılan Çeşitli Suçlamalar:
Hz. Nûh (a.s)'ın, kavmine yapmış olduğu tebliğ karşılığında ona yapılan ithamlar şunlardı:
1.Hz. Nûh (a.s)'ın akılsızlıkla ve sapıklık ile suçlanması: Yüce Allah bunu şöyle anlatmaktadır: "(Nûh) kavminin ileri gelenleri (Nuh'a): "Doğrusu biz, senin apaçık sapıklık içerisinde olduğunu görüyoruz" dediler. Nûh'da: "Ey kavmim! Bende bir "sapıklık" yoktur. Ben ancak alemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum, sizin bilmediğiniz şeyleri ben Allah katından (haber ile) biliyorum. Sakınmanızı ve böylece rahmete uğramanızı sağlamak üzere sizi uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşırıyorsunuz?" dedi."
2.Hz, Nûh (a.s)'in delilik ile suçlanması.
a. Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'inde bunu şöyle anlatmaktadır:
"(Ey Muhammedi Senin kavminden olan) bu putperestlerden önce de Nûh kavmi (kendilerine Allah tarafından Peygamber olarak gönderilen Nûh 'u da) yalanmış ve (bununla da yetinmeyip) kulumuzu yalanlayarak ona; "deli"dir dediler ve o, (kavmi tarafından risaletini yerine getirmekten) alıkonulmuştur.
b. Kur'ân-ı Kerîm, onların kendi dillerinden Hz. Nûh (a.s)'i delilikle nasıl suçladıklarını şöyle haber vermektedir:
"Bu adamda (yani Nûh 'da) nedense biraz "delilik" var...
3.Hz. Nûh (a.s)'ın tartışmasının çokluğuyla ve (Allah katından bir azap getireceğini söylemesinden ötürü) Allah'a karşı iftira etmekle suçlanması.
Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda onlardan naklen şöyle buyurmaktadır;
"Ey Nûh! Bizimle gerçekten tartıştın. Hem de (bizimle olan) tartışmanı çoğalttın, eğer sen gerçekten doğru sözlü kimselerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir" dediler."
4. Hz. Nûh (a.s)'ın, taşlama ile tehdit edilmesi: '-"' Yüce Allah, bunu şöyle anlatmaktadır:
"(Nûh kavminin ileri gelenleri) "Ey Nûh! Eğer bu işe (yani tebliğine) sek vermezsen, şüphesiz "taşlanacak" kimselerden olacaksın " dediler."
5.Hz. Nuh (a.s)'ın yaptığı tebliğe, Nuh kavminin olay ve eğlence yoluyla karşılık vermeleri.
Yüce Allah, bunu ise şöyle haber vermektedir:
"(Nuh) gemiyi yaparken kavminin ileri gelenleri (Nuh'un) yanına uğradıkça (yaptığı işten dolayı) onunla "alay ederlerdi" oda: "Bizimle (yaptığımız bu işten dolayı) "alay ediyorsunuz". Ama (siz bizimle) "alay ettiğiniz" gibi (Allah'ın azabı üzerinize geldiğinde o zaman) bizde sizinle "alay edeceğiz" derdi."
Nuh kavminin ileri gelenleri ve alt tabakadakiler, Hz. Nûh (a.s)'ın azmini ve gayretini köreltmek için eziyetlerini ve suçlamalarını işte böyle davetçi, Hz. Nûh (a.s) gibi böyle bir şekil üzere bulunduklarında iftiralar ve suçlamalar, kafirlerin her zaman onlara karşı kullandığı bir silah olmuştur.
Nûh kavmine mensup müşriklerin bu durumu, sadece Nûh kavmine ait bir özellik olmayıp kıyamete kadar gelecek olan bütün müşrikler ile yaratılmışların efendisi olan Hz. Muhammed (sav)'e şöyle demişlerdi:
"(Mekkeli müşrikler) "Ey kendisine kitap indirilen kimse! Sen (böyle şeyleri söylediğinden dolayı) mutlaka "delisin" dediler."
"Zalimler, (müminlere) "Siz sadece "büyülenmiş" bir adama uyuyorsunuz" diyorlar. " (İsrâ: 17/47) Yine Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed (sav) hakkında şöyle diyorlardı. "Kafirler; (kendilerine Peygamber olarak gönderdiğimiz Muhammed'e dair) "bu, çokça yalancı olan bîr 'sihirbazdır' dediler." (Sâd: 38/4)
Din düşmanları ve kafirler, her Peygamber ve davetçi bu şekil üzerine bulunduklarında devamlı olarak onlara karşı suçlama ve iftira silahını işte böyle kullanmaktadırlar. Bundan dolayı da davetçilerin ve ıslahatçıların, bu çeşit silahın bugünkü soğuk savaş çeşidinden olduğunu mutlaka bilmesi gerekmektedir.
Hz. Nûh (a.s)'ın, Kendi Kavmini Allah'a Davet Etmesi:
Hz. Nûh (a.s)'ın hayatı, zorlu ve sıkıntılı bir hayat olup kavmiyle olan mihneti, elem verici, şiddetli bir mihnetti. Çünkü Hz. Nûh (a.s), kavmi arasında uzun nesiller ve zamanlar kaldığı halde onlarda; sağır bir kulak, kapalı bir kalp ve taşlaşmış bir akıldan başka bir şey göremedi. Zira onların nefisleri, büyük bir kaya parçasından daha sert ve kalpleri, demirden daha sert bir hal almıştı.
Hz. Nûh (a.s)'ın uzun müddet devam ettiği nasihat ve öğüdü onlara bir fayda sağlamadı. Ayrıca Allah'ın azabıyla korkutması ile de onları yaptıkları şeylerden alı koyamadı. Zira Hz. Nûh (a.s) onlara, nasihat ve öğüdü artırdıkça, onların daha da inadını ve kibrini artırıyordu. Ne zamanki Hz. Nûh (a.s) onlara Allah'ı hatırlatınca, bu hatırlatması onların sapıklık fesadını daha da artırıyor ve diğer çeşitli sapıklık yollarına yöneliyorlardı. Üstelik Hz. Nûh (a.s)'ın davetine aldırış etmiyorlar ve Hz. Nûh (a.s)'ın onları, Allah'ın azabıyla korkutması ve uyarması da bir fayda vermiyordu.
Hz. Nûh (a.s) kavmi arasında yaklaşık 950 sene davetçi, öğütçü ve nasihatçi olarak kaldı. Bu zaman zarfında Hz. Nûh (a.s) onları sapıklıktan kurtarmak ve onları taşlar ile bakırlardan yapılmış putlara tapmaktan uzaklaştırmak için "hikmetli yolların" hepsini kullandı. Buna rağmen Nûh kavminin ileri gelenleri ile birlikte bulunan diğer kimseler ise hiçbir şekilde kurtuluş yolunu bulamadılar. Fakat Hz. Nûh (a.s), onların bu yaptıklarına rağmen gece-gündüz ve gizli-açık olarak davetine devam etti. Ama bunların hepsine rağmen Nûh kavminin kalpleri yumuşamadığı gibi hakkı da bulamadılar.
Ayrıca ihsanı kötülüğe ve lütfü zorluğa tercih ettiler. Bununla yetinmeyip Hz. Nûh (a.s)'ı dövmeye, eziyet etmeye ve zulmetmeye yeltendiler. Fakat Hz. Nûh (a.s)'ın onların bu yaptıkları karşısında şöyle demeye devam ediyordu: “Ey Allahım! Kavmimi bağışla. Çünkü onlar, hakikati bilmiyorlar." Tefsircilerin naklettiğine göre Hz. Nûh (a.s), kavmine gidiyor ve onları putlara tapmaktan vazgeçip bir olan Allah'a ibadet etmeye davet ediyordu. Bunun üzerine kavmi, Hz. Nûh (a.s)'a karşı bir araya toplanıp memleketten terk ettirecek bir şekilde onu dövüyorlar, bayıltıncaya kadar boğazını sıkıyorlar, sonra da eti kemiğinden soyulmuş bir vaziyette hasırın içerisinde yolun kenarına atıyorlar ve ona:
Bugünden itibaren (almış olduğun bu yaralar ile) yakın bir zamanda ölürsün ve azığın ile Cenab-ı Allah'a dönersin, diyorlardı. Onlar bu sözleri sarf ettikleri halde yine de Hz. Nûh (a.s) onlara -yaralı olduğu halde- geri dönüyor ve onları Allah'a davet ediyor. Fakat onlar, Hz. Nûh (a.s)'ın bu hareketine karşılık yine daha önce yaptıkları hareketlerin benzerlerini yapıyorlardı."
İşte Nûh kavmi, Hz. Nûh (a.s)'a böyle eziyet ediyor ve ona zulmediyorlardı. Buna rağmen Hz. Nûh (a.s), kavminin kendisine bu yaptıklarına karşılık sabrediyor ve onlara azabın gelmesi için duada bulunmuyor, onlar için ve oğulları için hayr ve kurtuluşu umuyor ve:
Belki Allah, onların soylarından davetimi kabul edecek ve kendisine iman edecek kimseleri çıkarır, diyordu. Bununla birlikte uzun bir müddet Hz. Nûh (a.s) ile beraber, onlardan iman edenler çok azdı. Hz. Nûh (a.s)'ın peygamberliği müddetinde ilk nesil yok olup gidince, onların yerine onlardan sonra daha kötüsü ve Allah'ın rahmetinden uzak olan kimseler geldi. Fakat yeni gelen bu nesil, oğullarına, Hz. Nuh'a iman etmemelerine dair tavsiyede bulunuyorlardı. Çocuk ergenlik çağına eriştiğinde babası, oğluna:
Ey oğlum! Bu adamın davetinden sakın ve ona yüz verme. Yoksa seni atalarının dininden ve ilahlarından geri gönderir, diyordu.
Hz. Nûh (a.s), onların iman etmeyeceklerinden ümit kesince, onların azaba uğratılması için Yüce Allah'a şöyle duada bulundu:
"Nûh: "Ey Rabbim! (Gece-gündüz ve gizli-açık olarak kavmime tebliğde bulundum. Fakat bunun karşılığında onlar uzun bir müddet geçtiği halde iman etmediklerinden dolayı) kafirlerden yeryüzünde dolaşan hiçbir kimseyi bırakma! Çünkü sen onları (yeryüzünde dolaşır bir vaziyette) bırakırsan (sana iman etmiş olan) kullarını (senin hak) yolundan çıkarırlar, (sonra onlar) kötüden ve öz kâfirden başkada çocuklar doğurmazlar"
Buna göre tufan, Hz. Nûh (a.s)'ın bu duasından sonra olmuştur. Abdullah ibn Mesud (r.a)'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Sanki ben, Hz. Peygamber(sav)'i, "Kan akıtıncaya kadar kavminin dövdüğü ve yüzündeki kanları silmeye çalışan ve kavmi hakkında:
Ey Allah'ım! Kavmimi bağışla. Çünkü onlar hakikati bilmiyorlar" diyen peygamberlerden bir peygamberi anlattığını görür gibiyim.
Hz. Nûh (a.s)'ın Gemiyi Yapması:
Hz. Nûh (a.s), kavminin iman etmesinden ümit kesince, uzun bir müddet bekledi. Daha sonra Cenab-ı Allah, kendisiyle birlikte iman edenlerden başka kavminden hiçbir kimsenin iman etmeyeceğini ona vahyetti.
Yüce Allah bu olayı Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatmaktadır:
"Nûh'a, kavminden (seninle birlikte) iman edenlerden başkası iman etmeyecektir. Onların yaptıklarına üzülme " diye (Allah tarafından) vahyolundu."
Bunun yanı sıra Hz. Nûh (a.s), kavminin helak edilmesi ve yok edilmesine dair dua etmek suretiyle Allah'a sığındı. Bunun üzerine Allah, Hz. Nûh (a.s)'ın duasını kabul etti ve ona; "kavminin tufan ile helak edileceğini ve onlardan hiç kimsenin kalmayacağını" bildirdi.
Bunun üzerine Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a kendisiyle birlikte iman eden müminler topluluğunun tufan sırasında gerekli olan gemiye binmeleri için bir gemi yapmasını vahyetti. O zamana kadar Hz.Nûh ve kavmi gemi yapmasını bilmiyorlardı. İşte bundan dolayı Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, gemi yapmasını vahyetti ve ayrıca ona, gemiyi nasıl yapması gerektiğini de öğretti, nitekim Yüce Allah bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"(Ey Nûh!) gözetimimiz ve denetimimiz altında gemiyi yap. Zalimler hakkında Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır."
Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a az önce (Yani Hûd: ll/37de) geçen emri vermişti ki, geri çevrilmeyen ilahi azap o kavme geldiğinde kendisi, affedilmeleri için Allah'a müracaatta bulunmasın ve şefaatçi olmasın diye. Çünkü Hz. Nûh (a.s), kavmine gelen azabı gözüyle gördüğü takdirde olabilir ki onlar için yüreği yufkalaşırdı. Çünkü gözle görmek, duymak gibi değildir.
Hz. Nûh (a.s), Allah'ın gözetimi ve denetim altında gemiyi yapmaya başladı. Kavmi ise ona uğradığında, onunla yaptığı iş hususunda olay ediyorlar, eğleniyorlar ve ona:
Ey Nûh! Sen daha düne kadar bir Peygamber olduğunu iddia ediyordun. Bugün ise marangoz olmuşsun, diyorlardı. Ayrıca kavmi bununla da yetirmeyip Hz. Nûh (a.s)'ın başına toplanıyor ve onun yaptığına bakarak hem alay ediyor ve hem de gülüşüyorlardı. Hz. Nûh (a.s) ise işi hususunda iyi olup kendisiyle alay eden ve gülen kimselere karşı şöyle cevap veriyordu:
(Nûh) gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri (Nuh'un) yanına uğradıkça (yaptığı işten dolayı) onunla alay ederlerdi. Oda:
-"Bizimle (yaptığımız bu işten dolayı) alay ediyorsunuz. Ama (siz bizimle) alay ettiğiniz gibi (Allah'ın azabı üzerinize geldiğinde o zaman) bizde sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini pek yakında göreceksiniz, derdi."
Hz. Nûh (a.s), geminin yapımını bitirince Cenab-ı Allah ona, kendisiyle birlikte ailesini ve iman etmiş müminler topluluğunu dişi ve erkek olmak üzere her gruptan hayvanları yenilecek cinsten canlı yani ruhu bulunan ve neslinin devamını sağlamak için yukarıda sayılanların dışında kalan hayvanları gemiye yüklemesini emretti.
Daha sonra Allah, gemi yapımının bittiğini ve tufanın başlayacağına dair bir alameti ona gösterdi ki o alamet, tandırın su ile dolup taşmasaydı. Tefsircilerden çoğunun görüşüne göre bu tandırdan maksat; yeryüzünün şeklidir. Yani yeryüzünün diğer yerlerinden suyun kaynamasıdır. İşte bu, Hz. Nûh (a.s)'ın müminler ile birlikte gemiye binmesinin vaktiydi. Bundan sonra tufan ve bütün yeryüzü halkı için boğulma olacaktı. Tufanın başlamasından itibaren gemideki yolcuların dışında yeryüzünde kalanlardan hiçbiri boğulmaktan kurtulamadı..."
Ne zaman ki Yüce Allah'ın belirttiği alamet görününce Hz. Nûh (a.s), ailesi ve müminler gemiye bindiler. Daha önceden yeryüzü halkının bilmediği ve ondan sonrada yağdırmadığı bir yağmuru Allah, semadan yeryüzüne gönderdi... Yüce Allah yeryüzüne emrederek bütün vadi ve yeryüzünün diğer köşelerinden su çıkarttı. Bunun üzerine yeryüzü geniş yollara ve başka şekillere ayrılarak kaynadı. Nitekim Yüce Allah bu olayı "Kamer Sûresi'nde şöyle anlatmaktadır:
"(Kavminin yalanlaması üzerine Nûh 'da Rabbine) "Ben (onlara karşı) yenildim ve (artık onların iman edeceklerine dair ümidimi kestiğimden dolayı onlara göndereceğin bir azap ile) bana yardım et" diye dua etti. Bunun üzerine Bizde gök kapılarını sağanak sağanak boşanan (yani peş peşe ve oldukça fazla yağan) sularla açtık. Yeryüzünde de (adeta gürül gürül kaynayan) pınarlar fışkırttık, nihayet su, (yani bulutlardan akan sular ile yerden fışkıran pınarlar) Yüce Allah'ın dilediği şekilde Levh-i Mahfuz'da olacağı) takdir edilen bir emre göre birleşti. Nuh'u da tahtadan yapılmış çiviyle çakılmışa (yani gemiye) bindirdik. (Nûh 'a karşı) nankörlük edilmiş olana mükafat olmak üzere (gemi) Bizim gözetimimizle yüzüyordu."
Su, yeryüzünde bulunan dağın en büyüğünün doruk noktasını da aşarak on beş zira daha fazla yükseldi. Tufan, yeryüzünün uzunluğu ve eninde bütün her tarafını kaplamıştı. Tufanın yeryüzünün her yerini kaplaması itibariyle, tufan ile birlikte göz kapakları bulunan canlılardan hiçbirisi dahi yeryüzünde kalmayıp hepsi yok olup gitmiştir. Böylece su, Nûh kavminin üzerini de aşmış ve tufan, onları alıp götürmüştü. İşte tufan ile geminin dışında kalan bütün insanlar yok olup, insanlık tekrar Hz. Nûh (a.s) ile başladığından dolayı Hz. Nûh (a.s)'a "İkinci Ebu'l-beşer" denilmiştir. Çünkü tufandan sonraki yeryüzü halkı, Hz.Nûh ve gemide bulunan müminlerden türemiştir.
Allah'a iman etmeyen Hz.Nûh'un oğlu ise, babasıyla birlikte gemiye binmemiş ve helak olup gidenlerden olmuştur. Nitekim Yüce Allah, Hz.Nûh ile oğlu arasında geçen kıssayı şöyle anlatmaktadır:
"(Nûh müminlere:) "Gemiye binin! (Su üstünde) yürümesi de (rotayı takip edişi sırasında) durması da Allah'ın adıyladır. Doğrusu Rabbim, gafurdur ve rahimdir" dedi. Gemi dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken Nûh, bir kenarda ayrı kalmış oğluna: "Bizimle beraber gel ve gemiye bin! Kafirlerle birlikte olma (yoksa sende onlar gibi suda boğulur ve cehenneme girersin) diye seslendi. O da: ''Bir dağa (gider) sığınırım. (O dağ) beni sudan (yani boğulmaktan) kurtarır" deyince, Nûh: "Bugün Allah'ın rahmet edeceği kimselerden başkası için Allah'ın emrinden (yani tufandan ve suda boğulmaktan) kurtaracak (Hiçbir kimse) yoktur" dedi. Bunun üzerine aralarına dalga girdi. Zaten oğlu da boğulanlardandı. Denildi ki: "Ey yeryüzü! Suyunu yut. Ey gökyüzü! Sende (yağmurunu) tut. Bunun üzerine su çekildi. (Allah'ın Nuh'a kavmini helak edeceğine dair) iş de bitti. Gemide Cûdî (dağına) oturdu ve "zalimler topluluğu yok olsun " denildi.
Hz. Nûh (a.s)'ın Çocukları:
Hz. Nûh (a.s)'ın dört çocuğu vardı. Bunlar Sâm, Hâm, Yâfes ve Ken'an idi. Ken'an'a gelince o, tufan esnasında helak olanlarla birlikte helak olmuştu... Çünkü o, Nûh kavmi gibi kafirlerdendi. O, kâfir olmakla birlikte babasının teklifine rağmen babasıyla gemiye binmekten kaçınmıştı ve daha da ileri giderek:
"Beni sudan koruyacak yüksek bir dağa sığınırım" diyordu. Diğerleri gibi oda boğulmaktan kurtulamadı. O, memleketlerinde bulunan dağların en doruk noktasına kadar çıkmıştı. Fakat babasının davetini kabul etmedikçe Allah, ona bir mutluluk yolu yazmadı. Hz. Nûh (a.s) ise oğlunu şu sözleriyle çağırıyordu:
"- Ey oğlum! Bizimle birlikte gemiye bin. Dağın tepesine çıkmakla kurtulacağını zannetme." Oğlu ise Hz. Nûh (a.s)'ın bu davetine gerekli önemi vermedi. Bunun üzerine Hz.Nûh, arzusuna ulaşamamış ve başarılı olamamış bir vaziyette oğluna konuşmaktan vazgeçip oğlunun kurtulması için Rabbine şöyle dua ediyordu:
"Nûh Rabbine: "Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdir. Senin (ailemi kurtaracağına dair) sözünde
haktır. Üstelik sen, hakimlerin en hakimisin" diye yalvardı." (Hûd: 11/45)
Hz. Nûh (a.s)'ın bu duası üzerine Cenab-ı Allah, Hz. Nûh (a.s)'ı şöyle azarlamaktaydı:
(Bunun üzerine Allah'da:) "Ey Nûh! O katiyyen senin ailenden (yani kendilerini boğulmaktan kurtarmaya dair söz verdiğim aile halkından) değildir. Çünkü o, (nun iman etmemekle yaptığı iş) salih olmayan bir iştir. O halde bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Cahillerden olmaman (ve böylece dilemen caiz olmayan bir şeyi istememen) için sana öğüt veriyorum " dedi."
Hz. Nûh (a.s)'ın diğer üç oğluna gelince ise onlar, gemiye bindiklerinden dolayı boğulmaktan kurtuldular ve onların soylarından yeryüzü halkı meydana gelmiştir. Zira tufandan kıyamete kadar geçen müddet zarfındaki yeryüzü halkı, Hz. Nûh (a.s)'ın üç oğluna nisbet edilirler. Çünkü Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Onun (yani Nûh 'un) "soyunu" (oğulları vasıtasıyla) sürekli kıldık. "(Saffât: 37/77)
Buna göre Sâm, Arapların; Hâm, Habeşlilerin; Yâfes, Rumların atasıdır. Bu konuyla ilgili olarak bazı nebevi hadisler rivayet olunmuştur.
a. Bu hadislerden birisi; Ahmed b. Hanbel'in, Resulullah(sav)'den rivayet ettiği şu hadisi şeriftir:
"Sâm, Arapların; Hâm, Habeşlilerin; Yâfes, Rumların atasıdır."
b. Bezzâr, "Müsned" adlı eserinde Resulullah (s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir:
"Nuh'un Sâm, Hâm, Yâfes adında oğulları vardı. Sam'dan, Araplar, Farslar, Rumlar türemiş olup hayr bunlardır. Yâfes'den, Ye'cüc-Me'cüc, Moğollar ve Slavlar türemiştir ki bunlarda hayr yoktur.
Hâm'dan da, Kiptiler, Berberîler ve Sudanlılar türemiştir."
Kafirlerin Helak Edilişinden Sonra Tufan'ın Sona Ermesi:
Yeryüzü halkı tufan ile boğulduktan sonra kafirlerden hiçbir kimse yeryüzünde kalmadı. Bunun üzerine Allah semaya, yağmurunu tutmasını ve yeryüzüne ise çoğalıp taşan sularını içine çekmesini ve tekrar eski canlılığına dönmesini emretti.
Gemi, "Cûdî" adı verilen bir dağın tepesine ulaştı. Bu dağ, Irak'taki Musul şehrinin yanında akmakta olan Dicle Nehrinin kenarında bulunan büyük bir dağdır.
Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesi de buna işaret etmektedir:
"Denildi ki: "Ey yeryüzü! Suyunu tut. Ey gökyüzü! Sende (yağmuru) tut. Bunun üzerine su çekildi. (Allah'ın Nuh'a kavmini helak edeceğine dair) iş de (böylece) bitti. Gemide "Cûdî" (dağına) oturdu ve zalimler topluluğu yok olsun" denildi."
Gemi Halkının Tufandan Kurtulduktan Sonra Yeryüzüne İnmeleri:
Gemi Cûdî dağının tepesine oturduğunda Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a ve onunla birlikte gemide bulunan müminlere, aziz ve rahman olan Allah'ın selameti, güveni ve bereketiyle ondan inmelerini emretti. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'inde bu kıssayı ise şöyle anlatmaktadır:
"(Allah tarafından Nuh'a: "Ey Nûh! Bizim katımızdan (boğulmaktan kurtulup esenliğe kavuşmuş olarak) selametle (gemiden) inin. Sana ve seninle birlikte olan ümmetlere hayr ve bereketler olsun " denildi."
Hz. Nûh ve onunla birlikte bulunan müminler yüz elli gün gemide kaldıktan sonra Muharrem ayının onuncu günü olan "Aşûrâ" gününde gemiden inmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Nûh (a.s) bu Aşûrâ gününde tufandan kendilerini kurtardığı için Allah'a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu. Allah, Hz. Nûh ile birlikte bulunan müminlere de oruç tutmalarmı emretti. Onlarda, o gün Allah'a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttular. Bu Âşûrâ gününde tutulan bu oruç, İsrail oğullarına tevarüs yoluyla geçti. İslam dini geldiğinde ise bugün Aşûrâ gününde tutulan orucu kabul edip onayladı. Bu günde oruç tutulacağına dair Resulullah (s.a.v)'den çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
a. Resulullah (s.a.v), Medine-i Münevvere'ye geldiğinde Yahudilerin Aşûrâ gününde oruç tuttuklarını gördü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) onlara:
Tuttuğunuz bu oruç ne orucudur? Diye sordu. Onlarda: Bugün Salih bir gündür. Zira bugün Yüce Allah'ın İsrail oğullarını düşmanlarından kurtardığı gündür. (İsrail oğullarını bu düşmanlarından kurtardığı için) Hz. Mûsâ, bugünde Allah'a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
Biz Musa'ya sizden daha layıkız, buyurdu ve o günde oruç tuttu ve ashabına da o günde oruç tutmalarını emretti."
b. Tirmizinin rivayet etliğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Aşûrâ günü orucunun kendinden önceki seneye kefaret olmasını Allah'tan kuvvetle ümit ediyorum."
Hz. Nûh ile Beraberindeki Müminlerin Gemide Kaldıkları Müddet:
Daha önce de belirttiğimiz üzere; Hz.Nûh ile beraberinde bulunan müminlerin gemide kaldıkları müddet, yüz elli gündür. Bu rivayet, İbn Abbas (r,a)'dan nakledilmiştir.
İbn Kesîr, "el-Bidâye ve'n-Nihâye" adlı eserinde de naklettiği üzere İbn Abbas(ra) şöyle demiştir: "Hz.Nûh ile birlikte gemide çoluk çocuklarıyla birlikte seksen kişi vardı. Onlar gemide yüz elli gün kaldılar. Yüce Allah gemiyi Mekke'ye doğru yöneltti. Gemi, Kabe'nin etrafında kırk gün dönüp-dolaştı. Daha sonra gemiyi Cûdî dağına doğru yöneltti ve Cûdî dağının tepesinde karar kıldı."
Hz. Nûh (a.s)'ın Vefatı:
Hz. Nûh (a.s) tufandan önce 950 sene kavmi içerisinde yaşamış ve tufandan sonra da bir müddet -bu müddeti en iyi bilen Allah'tır- daha kaldıktan sonra vefat etmiştir.
İbn Abbas(r.a)'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Nûh (a.s) 1000 seneden fazla yaşamıştır. Onun ömrü, insanoğlu içersinde yaşayanların en uzun Ömürlü olanıydı."
Fakat İbn Abbas (r.a)'dan nakletmiş olduğumuz bu rivayetin sıhhatinde gerçek bir kopukluk vardır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de (yani Ankebut: 29/14'de) anlatıldığı üzere Hz.Nûh, kavmi ile birlikte risâletle görevlendirildiğinden itibaren 950 sene yaşamıştır.
Bu konudaki görüşlerden tercih edilene göre; Hz. Nûh (a.s), Mekke-i Mükerreme'de bulunan Mescid-i Haram'ın yakınına defhedilmiştir. Rahmeti geniş olan Allah, Hz. Nûh (a.s)'a rahmet etsin.
Hz. Nûh (a.s)'ın Kendi Şahsına Ait Bazı Özellikleri:
Hz. Nûh (a.s), bir şeriat ile gelmiş resullerin ilki,
Yaş bakımından peygamberlerin en uzun olanı,
Gönderilmiş peygamberlerin şeyhi,
Peygamberler içerisinde kavmini şirkten sakındıranların ilki,
Halkı Allah'a davet edenlerin de ilki,
Allah, Hz.Nûh'u, "şükredici bir kul" (İsrâ: 17/3) diye isimlendirmiş,
Misâk olma hususunda Yüce Allah, Hz.Muhammed (s.a.v)'den sonra onu zikretmiş, Allah'ın salât ve selamı onların hepsinin üzerine olsun.
PEYGAMBERLER TARİHİ
Muhammed Ali Sabuni
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...