30 Mart 2022 Çarşamba

MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Yeşil


Türk mitolojisine göre hayır İlâhı Ülgen’in, koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine inanılırdı. Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre Ülgen, insan  vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın yüksek ulûhiyetinin huzuruna kuzgun denilen kuşu göndererek yarattığı insan için can ister. Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can, çam ormanına düşerek dağılır. Bundan dolayıdır ki çam ve ardıç gibi ağaçlar kış ve yaz yeşilliklerini muhafaza ederler. Görülüyor ki beyaz ve al ile ilgili olduğu gibi yeşil ile ilgili olarak da Türklerin manevî inanmalarının kökü, onların en eski dinî inanmalarından kaynaklanmaktadır.

Diğer taraftan eski Türkler yılbaşını başlıca iki tabiat olayının görülmesi ile başlatmışlardır. Bunlardan biri otların yeşermesi, diğeri de gök gürlemeleri ile yıldırımların başlaması idi. İşte, en eski dönemlerde büyük çoğunluğu hayvancılıkla geçinen ve dolayısıyla göçebe hayat yaşayan Türklerin doğrudan doğruya ekonomik hayatlarının temelini teşkil eden hayvan sürülerini otlağa çıkarmak ve sürülerin yavrularını elde etmek itibariyle otların yeşerme zamanı Türklerin hayatında çok büyük rol oynamıştır. Aynı şekilde yerleşik Türkler de, toprağın işlenmesine ve tohum ekilmesine müsait hale gelen havaların başlangıcını, yeni bir yılın başlangıcı, hayatın da yeniden başlaması olarak değerlendirmişlerdir. O yüzden de yeşil renge ayrıca büyük bir önem vermişlerdir. Yeşillik için ve özellikle ekilen tohumların yeşermesi için de yağmur gerekliydi. Bu itibarla Çin kaynaklarının bildirdiği gibi, daha M. Ö. 8. yüzyılda 9 ve 21 Mart tarihleri, yani otların yeşermeye başladığı dönem Türkler tarafından yılbaşı ve bahar bayramı olarak kutlanır olmuştur ki, bu bayram bilindiği gibi bugün Farsça adı ile NEVRUZ olarak adlandırdığımız bayramdır. Türklerin, Farslarla (İranlılarla) temasa gelmeden önce, yani NEVRUZ kelimesini Farslardan alıp kullanmadan önce bu yılbaşı günü için yeñi kün, ergen kün (erginlik yani olgunluk günü; ergenekon veya erken kün, ilk gün) vb. adlarla adlandırmış oldukları, bu adların bugün de bazı Türk toplulukları tarafından kullanılmakta oluşundan anlaşılabilir. O halde görülmektedir ki, Nevruz, en az üç bin yıllık bir Türk geleneğidir. Dolayısıyla bu millî bayramı İran ve Kürt bayramı olarak istismar etmek tarihî gerçeklerle asla bağdaşmayan bir husustur.

Tabiatın canlanması ile ilgili olarak, eski Türklerde yağmurun bütün tabiatı yeşerten -yani eski Türklere göre, yaşartan- bir tabiat vergisi olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Bu yüzden “yaş” sözü hem ıslaklık hem de suyun (tabiî yağmurun da) canlandırdığı yeşilliklerin adı oluyordu. Dolayısıyla, yaşarmak (ıslak olmak, ıslanmak) ile yeşermek, yeşillenmek aynı fiil ile ve “yaşarmak” olarak ifade ediliyordu. Yaşıl da yeşil renk demek oluyordu. Bugün yeryüzünde yaşayan Türklerin hemen tamamı yaş sözünü insan ömrü için de kullanmaktadırlar. Ayrıca pek çok Türk topluluğunda yaş, genç insan demektir ve genellikle yaş yiğit (caş cigit veya jas jigit) = delikanlı anlamına kullanılmaktadır. Bunun şuradan ileri geldiği anlaşılıyor: Eski Türkler yaşlarını söylerken, “ben 20 yaşarma (yeşerme) gördüm” derlerdi. Böyle bir söz, “ben 20 yaşındayım” demekti. Herhalde bugün de kullandığımız yaş deyimi bu gelenekle ilgili olarak söylenmiş bir deyim olmalıdır.

Diğer taraftan yaşıl kök yani yeşil gök tabirinin Türklerde gökyüzü anlamında kullanıldığını da görüyoruz ki bugün de Türkçede göğermek sözünün yeşermek anlamında kullanıldığı malûmdur. Bu itibarla Türklerin zaman zaman yaşıl sözü yerine kök (gök) sözünü de kullandıklarını burada hatırlatmakta yarar vardır. Nitekim Yusuf Has Hâcib’in “yağız yer, yaşıl kök” şeklindeki ifadesinden, O’nun yaşadığı çevrenin, kâinatı kara yer ve yeşil gök ile çevrilmiş olarak algıladıkları anlaşılmaktadır. Yine aynı yazar, baharı anlatırken şöyle diyor: “yağız yer, yaşıl torku (ipek) yüze badı 

= yağız yer, yüzüne yeşil ipek tül bağladı. Yazar, çok eski bir inanış ve deyiş olan yağız yer sözünü çok sık kullanmaktadır. Aynı zamanda yağız ile yaşıl renkler arasında da bir kontrast ve eşleme oluşturmaktadır. Aslında yüze bağlanan bu ipekli, muhtemelen duvak anlamını ifade etmektedir. Anlaşıldığına göre al kaftan ve al duvak geleneğinin yanında, al kaftan ve yeşil duvak eşlemesi de Türk gelenekleri arasında en eski zamanlarda yer almış bulunmaktadır. Nitekim yeşil -kızıl eşlemesi, Göktürk yazısı ile yazılmış Turfan el yazmasının, “yaşıl kaya yayladım - kızıl kaya kışladım” sözlerinde de görülmektedir. Aynı şekilde, Kaşgarlı Mahmud’un XI. yüzyıl sonları için kaydettiğine göre “Kızlar kılınu bilseler (ağır başlı zarif olurlarsa) kırmızı (kızıl) giyerler; yaranu (cilvelenmeyi ve sevilmeyi) bilseler yeşil giyerler” şeklindeki sözleri de, kızıl-yeşil ikilisini ve bu renklerin eski Türk yaşayışında ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, yine Kaşgarlı’nın, XI. yüzyılda Türk piyasalarında alınıp-satılan Çin ipeklilerinden söz ederken sık sık, kırmızı, yeşil ve sarı renkli kumaşlardan söz etmesi, söz konusu renklerin Türk günlük hayatındaki yerini ve onların kültüründeki yansımasını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Türklerin eski Şaman törenlerinde, bir ip üzerine asılmış gök (yeşil), kırmızı, sarı ve beyaz bezlerin Şaman’a gök yolunu gösterdiğine inanmaları da, yeşil renk ile, beraberindeki kırmızı, sarı ve beyaz renklerin Türk inanç ve geleneklerinde nasıl yaygın bir şekilde yer tuttuğunu göstermesi bakımından kayda değer. Ayrıca buradaki “gök yolu” tabirinin, kök kuşağını çağrıştırdığına da işaret edelim. Bu münasebetle onların yön belirtmede yeşil rengi doğunun sembolü olarak kullandıklarını hatırladıktan sonra, kendi doğularında kaldığı için Çin’in mavi ırmak olarak adlandırılan ırmağına Yaşıl Öğüz (yeşil öz = yeşil ırmak) dediklerini de kaydedelim.

Diğer taraftan, M. S. 629 yılında Batı Göktürk kağanının hakanlık otağına giden ünlü Çinli seyyah Buda rahibi HüanTsang’ın, “... Kağan yeşil satenden bir kaftan giymişti... Çevresi, brokat (altın işlemeli) kaftan giymişti. Askerler uzun mızraklar, bayraklar ve güçlü yaylar taşıyorlardı” şeklindeki kaydı ise, yeşil rengin Türklerde hâkimiyet sembolü olarak kullanılmaya başlandığını da göstermektedir. Orta Asya’da egemenlik kuran Kırgız Türklerinin de IX. yüzyılda yeşil kumaştan bayrak kullandıklarına dair Arap seyyahı Ebû Dülef’in kaydı, artık Orta Asya Türklerinde yeşilin hâkimiyet sembolü ve bayrak rengi olarak yaygınlık kazandığının bir işareti olmalıdır.

İslâmiyetle birlikte yeşil rengin, Hazret-i Peygamber’in üç sancağından birinin rengi olarak ayrıca manevî bir anlam kazandığı ve Müslüman Türklerin hayatında müstesna bir yer işgal ettiği de bilinmektedir. Bu münasebetle XII. yüzyıl Şiî İslâmın büyük vâiz ve âlimlerinden İranlı Abdülcelil el-Kazvinî’nin 1161-1165 yılları arasında yazdığı Kitabü’n-Nakz adlı eserinde; Hâce Nasibî adlı bir Sünnî yazarın yazdığı Fadâihü’r Ravâfız adlı kitabında Şia’yı beyaz bayrak kullandıkları için mülhidlikle itham etmesi üzerine, bize Hazret-i Peygamber’in bayrakları ile ilgili olarak şu dikkate değer bilgileri vermektedir: “Şia beyaz bayrak sahibidir” şeklindeki sözler doğru değildir. Şia melikleri (hükümdarları) yeşil, beyaz ve her renge sahiptirler. Ancak, Abbas’ın şiarı ve özel rengi olan siyahı kullanmazlar. Siyaha Abbasî halifeleri sahip olunca, diğerlerinin onlara benzememek için zaten siyahı kullanmaları beklenemezdi. Görmüyormusun ki, Selçuklu melikleri ve sultanları eğer 100.000 kişilik bir ordu toplasalar, o orduda siyah bayrak bulunmaz. Bunun yerine yeşil, sarı ve kırmızı bayraklarını kullanırlar. Tabiî bunu, halife ile halife olmayanlar arasındaki fark belli olsun diye yaparlar. Fakat, şüphe yoktur ki Şia mezhebi, Peygamber’in Beyaz, Siyah ve Yeşil bayrakları olduğuna kesin olarak inanır. Peygamber Siyah’ı Abbas’a verdi. Yeşil’i Osman b. Affan’a verdi. Melikler ve sultanlar onu takip ettiler. Beyazı ise Sa’d İbn Abbâde-i Ensârî’ye vermiş iken, Mekke’nin fethedildiği gün geri aldı ve Emîrü’l-Mü’minîn’e (yani Hazret-i Ali’ye) verdi. O halde, Osman’ın ve Abbas’ın yolunu tutanlar ne kadar haklı iseler, Hazret -i Ali’nin beyaz bayraklı yolunu tutanlar da o derece haklıdırlar. Hâce Nasibi bilsin ki, beyaz bayrağa sahip olmak mülhidlik değildir.”


Görülmektedir ki, Abdülcelil el-Kazvinî, dikkate değer bir şekilde Hazret-i Ali’nin ve dolayısıyla Şia’nın neden beyaz bayrak kullandıklarını izah ederken, bize Selçuklu sultanlarının yeşil, sarı, kırmızı bayraklar kullandıklarını da bildirmektedir ki, aşağıda bu husustan ayrıca bahsedilecektir. Ancak tarihî süreç içinde olaylara bakıldığı zaman, başta Osmanlılar olmak üzere yeşil bayrağın yanı sıra beyaz bayrak da Sünnî kesim tarafından çok yaygın bir şekilde kullanıldığı gibi, Seyyidler ve Safevîler de beyazı değil, yeşil rengi ve yeşil bayrağı tercih etmişlerdi. Hattâ, bilhassa Türkiye Alevî-Bektaşîlerinin zaman zaman siyah sarık ve siyah cübbe kullandıklarını da biliyoruz ki, bu husus bize Abdülcelil el-Kazvinî’nin XII. yüzyıl için söylediklerinin daha sonraki yüzyıllar için geçerli kalmadığını göstermektedir. Gerçekten de Safevî Türkmen Devleti’nin kurucusu Şah İsmail Safevî’nin bayrakları yeşil idi. Zira Safevî ailesi kendilerinin Peygamber ailesinden olduğunu iddia ediyorlardı ve o yüzyıllarda yeşil renk bütün yakın doğuda Peygamber ailesinin sembolü sayılıyordu. Bu geleneğe bağlı olarak bütün İslâm dünyasındaki Seyyid’ler yeşil sarık ve cübbeleri ile diğer halktan ayrılıyorlardı. Diğer taraftan, yukarıda işaret edildiği gibi Nadir Şah Afşar, yeşil Safevî bayrağının yerine beyaz bayrak kullanmış idi.

Anadolu tarihine baktığımız zaman ise, öncelikle Aydınoğullarından Gazi Umur Bey’in gemisinde yeşil sancak bulunduğunu Düsturnâme-i Enverî’den öğreniyoruz ki, bu renk belki de kuvvetli bir cihad ruhu ile mücehhez bulunan Anadolu gazilerinin tercih ettikleri bir renkti.

Osmanlılarda da yeşil renkli sancağın eskiden beri kullanıldığı söylenebilir. Gerçi, ilk dönemlerle ilgili yeterli bilgiye şimdilik sahip bulunmuyoruz. Ancak, meselâ İstanbul’un kuşatılmasında Fatih’in gemisinde yeşil sancak olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde Çaldıran Savaşı’nda Bolu ve Kastamonu süvarileri yeşil sancak kullanmışlardı. Kanunî devrinde ise Kapıkulu ocaklarında da yeşil sancak kullanılmıştır. Yukarıda ifade edildiği üzere, yeşil renkli sancakların Anadolu’da gazilere mahsus olduğunu ve bunun daha çok denizciler tarafından kullanıldığını gösteren muhtelif kayıtlar vardır. Şöyle ki:

Barbaros’un bayrağı, üzerinde zülfikar şekli ile fetih ve zafer âyetleri bulunan yeşil kumaştandı. İnebahtı Deniz Savaşı’nda Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali Paşa’nın gemisinde, üzerinde beyaz bir pençe ile fetih ve zafer âyetleri nakşedilmiş yeşil sancak kullanılmıştır. Piyale Paşa’nın gemisindeki kumandan bayrağı da yeşil idi. Evliya Çelebi de XVII. yüzyıl Cezayir Osmanlı denizcilerinin yeşil sancak taşıdıklarını yazmaktadır. Yine Evliya Çelebi, Rumeli serhaddindeki gazilerin akına çıkarken yeşil sancak taşıdıklarını kaydetmektedir. XVIII. yüzyılda da kaptan paşalara mahsus bayraklar yeşil idi. Gerek bu, gerekse daha sonraki yüzyılda gemi sancaklarında en çok kırmızı (al) renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da çoktu. Bundan başka Osmanlılarda Orta Baştarde yahut Hünkâr Gemisi denilen gemi, diğer baştardelerden daha süslü bir şekilde inşa ediliyordu. Vezirlerden biri donanmanın kara askeri komutanlığına tayin edilir de Kapudan Paşa ile birlikte sefere giderlerse, o zaman bu gemiye biniyordu. Bu gemiyi diğer gemilerden ayıran başlıca alâmetler, teknenin dışının, direklerinin ve küreklerinin yeşile boyanmış olması ve yeşil renkli sancak çekilmesi olup, grandi sütununda da paşa sancağı bulunuyordu.

Osmanlılarda yeşil sancak ve bayrak konusu ile ilgili olarak Miralay Ali Bey, bize şu bilgileri vermektedir: “(Osmanlılarda) yeşil rengin pek çok kullanılmış olmasına gelince: Eskiden beri emîr adıyla adlandırılan Sülâle-i Tâhire-i Peygamberî (temiz Peygamber sülâlesi) diğer insanlardan ayırt edilmek üzere başlarına yeşil sarık sararlardı. Bu suretle levn-i hazra (yeşil renk) seyyidlik nişanı addedilip, aile ileri gelenlerinin ve diğer dinî itibar sahiplerinin kabirleri veya türbeleri yeşil renkle boyanır yahut da aynı renkli çuhalarla örtülürdü. Bu anlayış ve uygulama yeşil rengin Osmanlılarca da Levn-i ruhanî (ruhanî renk, kutsal renk) sayılmasına sebep olmuştur. Bugün dilimizde kullanılan emîr-i sarıklı tarifinden, bahsedilenin yeşil sarıklı olduğu anlaşılıyor. (Diğer taraftan) Grandi direğine yeşil üzerine ay-yıldız nakışlı sancak çekerek limana giren bir geminin hacıları taşıyan bir gemi olduğunu herkes anlar”.


Alıntıdır.


27 Mart 2022 Pazar

Kuzey Avrupa Söylenceleri - 4

 Thor'un Çekicinin Çalınışı: Sunuş


Thor'un Çekicinin Çalınışı'nın ilk yazılı kaydı "Thrym'in Şarkısı" olarak anıldığı Eski Edda’dadır. MS 900'lerden kalma en eski Kuzey şiirlerinden biridir. Yazınsal çalışma olarak kısa Kuzey söylencelerinin en iyisidir.

"Thor'un Çekicinin Çalınışı", mizahi yönü nedeniyle olağanüstü çekici bir söylencedir. Kuzey mitolojisinin "Süpermen"i olan Thor'un kadın kılığına girmek zorunda kalması, yüzyıllar boyu dinleyicileri ve okuyucuları gülümsetmiş olmalıdır. Loki’nin rolü de oldukça eğlendiricidir. Çünkü Loki'nin, karşımıza Yunan tanrılarından Hermes gibi iyi yürekli bir komplocu olarak çıkması keyif vericidir. Loki'nin kargaşa çıkarıcılığı genellikle kötücüldür ve bu, kişiliğine kasvetli bir hava verir. Freya, güzel bir bereket tanrıçasıdır. Cinsel çekiciliği, başka Kuzey söylencelerinde de belirgindir.



Thor'un Çekicinin Çalınışı


Çekiç Fırlatan Thor, bir sabah uyandığında çekici Mjollnir'i bulamadı. Kalbini şiddetli bir öfke doldurdu. Sinirli sinirli kırmızı saçlarını sallıyor, parmaklarıyla sakalını sıvazlıyordu. Önce bir yere, sonra bir diğerine bakıyor, ancak bulamıyordu.

Sonra umutsuzluk içinde Loki'yi buldu ve "Birisi çekicimi çalmış. Asgard’daki tanrılar görmemişler. Midgard'da da kimse görmemiş. Suçlu her kimse çok kurnaz biriymiş" dedi.

Loki, "Benimle Freya'nın sarayına gel de ne yapabileceğimize bir bakalım Thor" diye karşılık verdi.

Freya'yı bulur bulmaz "Jotunheim'a uçup Thor'un kutsal çekicini arayabilmem için bana şahin tüylü pelerinini verir misin? Kuşkusuz oralarda bir yerlerdedir, çünkü bir devden başka kimse onu çalmış olamaz" dedi Loki.


"Elbette Loki" diye yanıtladı Freya. "Saf gümüş ya da saf altından da olsa pelerinimi sana veririm. Al onu. Umarım aradığın şeyi bulmana yardımcı olur."

Loki, Jotunheim'a uçarken şahin tüyleri rüzgârda ıslık çalıyordu. Buz devini, devlerin salonunda oturmuş, altın tellerden kafesindeki tazılara tasma yapıp, sevdiği atların yelelerini okşarken buldu.

Birinin içeri girdiğini duyan Thrym, başını işinden kaldırarak, "Merhaba Loki. Tanrılar ve cinler nasıl bakalım? Neden Jotunheim'a geldin?" dedi.


Loki yanıtladı: "Tanrıların ve cinlerin başı büyük belada. Gök gürültüsü çekicini alıp sakladın mı acaba?"


"Neden sordun? Gerçekten de sakladım" diye itiraf etti Thrym. "Toprağın sekiz mil altına gömdüm. Freya benim olmayı kabul etmedikçe de hiçbir tanrıya vermeyeceğim."


Loki Asgard'a uçarken, Freya'nın pelerinindeki şahin tüyleri rüzgârda ıslık çalıyordu. Yere indiğinde Thor onu beklemekteydi.


"Umarım bir haberle dönmüşsündür ve bir dolap çevirmeye kalkışmıyorsundur" dedi, "olduğun yerde kal ve bana getirdiğin haberi söyle."

"Haber getirdim, dolap çevirmeye kalkıştığım yok" diye yanıtladı Loki. "Dev Thrym çekicini çalmış ve saklamış. Freya'yı onunla evlenmeye razı edemezsek de geri vermeyecekmiş."


"Öyleyse hemen Freya'yı bulalım" dedi Thor.


Loki tanrıçaya dedi ki: "Başına bir duvak tak Freya. Benimle Jotunheim'a gelmen gerekiyor."


"Ne demek istiyorsun Loki" dedi Freya kızarak. Öfkesinden sarayı sallandı ve titredi. Ve cüce işi görkemli altın gerdanlığı parçalanarak yere saçıldı. "Eğer Jotunheim'a bir başkasıyla evlenme¬ ye gidersem, tanrılar benim Odr'a sadık bir eş olmadığımı düşünürler; aynca bir buz deviyle asla evlenmem !"dedi.


Thor, Freya'nın tavrında haklı olduğunu anladı ve Odin' den bir sonraki adımlarını tasarlamak üzere tanrıları ve tanrıçaları toplantıya çağırmasını İstedi. Gök gürültüsü çekici çok güçlü bir silahtı ve çalınması hiç de önemsiz bir sorun değildi.


Tanrıların en bilgesi Heimdall, çözümü buldu. "Sorunun yanıtı Thor'un kendisidir" diye bağırdı. "Onu Thrym'in gelini olarak giydirmemiz gerek. Freya’nın altın gerdanlığını onarıp boğazına takarız. Göğsünün üzerine geniş broşlar iğneleriz. Bacaklarını uzun bir elbiseyle saklar, beline bir demet anahtar asar, saçlarının üstüne ufak bir şapka koyarız. Yüzünü de bir duvakla gizleyebiliriz."

"Beni bir gelin gibi giyinmiş görmek sizi çok eğlendirecek galiba" dedi Thor. "Ancak başka bir işe de yarayacağından pek emin değilim” 

"Dilini tut şimşeklerin tanrısı!" dedi Loki. "Eğer Asgard'ı devlere karşı savunacaksak, çekicini ele geçirmemiz gerek. Eminim, saraylarımızı işgal etmek hepsinin çok hoşuna giderdi."

Böylece tanrılar, Freya'nın gerdanlığını Thor'un boynuna taktılar, göğsünün üzerine geniş broşlar taktılar, bacaklarını uzun bir elbiseyle sakladılar, beline bir demet anahtar astılar, kızıl saçlarının üstüne ufak bir şapka koydular ve yüzünü bir duvakla örttüler.


Kılık değiştirme işi tamamlandığında Loki konuştu: "Yolculuğunda sana eşlik edeceğim Thor. Kendimi senin uşağın kılığına sokarım. Beraberce Jotunheim'a gider, devleri aptal durumuna düşürürüz."


Thor, keçilerini çayırdan alarak savaş arabasına koştu. Thor'un ateş arabası gökyüzüne doğru hızla hareket ederken şimşek parıltıları yeryüzünü aydınlattı.


Bu sırada Joturıheim'da Thrym hevesle yeni karısını karşılamaya hazırlanıyordu. "Ayağa kalkın buz devleri ve yatağım için taze saman getirin. Tanrılar her an gelinimle beraber gelebilirler. Otlaklarımda güzel, altın boynuzlu öküzler yetiştiği için mutluyum. Altınlardan ve değerli taşlardan büyük bir hâzinem olduğu için mutluyum. Gözlerime mutluluk vermek için bunca şeye sahip olduğum için mutluyum. Kalbimin hoşnut olması için tek eksiğim Freya."


Thrym'in aşkı akşamla birlikte geldi. Devler gelini bira ve yemek ziyafetiyle karşıladılar. Gelin, kadınlar için ayrılmış olan yemekleri hızla tüketti, üstüne de bir bütün öküz ve sekiz som balığı daha yedi. Üç maşrapadan fazla bal likörü içti.


Thrym gözlerini aşkından alamıyordu ve gördüklerine meraklanmadan edemedi. "Hiç böyle iştahlı gelin görmüş müydünüz" diye sordu. "Hiç, böyle büyük lokmalar yiyip o kadar çok bal likörü içen başka bir gelin olmuş mudur?"


Uşak rolündeki Loki kurnazca yanıt verdi: "Freya düğün gününü öyle heyecanla bekliyordu ki, sekiz uzun gündür ağzına hiçbir şey koymadı." 


Geline olan aşkına yenik düşen Thrym, duvağı kaldırarak onu öpmek için eğildi. Ancak yüzüne bir kez bakması, salonun ta öbür ucuna sıçramasına yetti. "Sevgilimin gözleri ne kadar da vahşi" diye bağırdı. "Kaşlarının altından tehlikeli alevler fışkırıyor."


Loki kurnazca yanıtladı: "Freya düğün gününü öyle heyecanla bekliyordu ki sekiz uzun gecedir gözüne uyku girmedi!"

O sırada talihsiz devin talihsiz kız kardeşi, geline emretme cüretinde bulundu. "Bana altın yüzüklerini ver! Karşılığında ben de sana iyiliklerimi, iyi niyetimi ve hayır duamı vereceğim."


Sonra Thrym dedi ki: "Gelini kutsamak için Thor'un güçlü çekicini getirin. Mjollnir'i eteğine serin. Ve bize ellerimizi birleştirip evlilik törenimizi yaparken mutluluk dileyin."

Muhteşem çekici eteğine yerleştirildiğinde, Thor'un yüreği sevinçten ağzına geldi. Hızla Mjollnir'i kavradı ve Thrym'i yere serdi. Sonra, devin bütün akrabalarını tek tek öldürdü. Gelinden çeyiz istemeye cüret eden kız kardeş de parmaklarına altın yüzükler yerine, kafasına öldürücü bir darbe aldı. Thor, böylece Gök gürültüsü çekicini tekrar ele geçirmiş oldu.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Al (Kızıl) – Beyaz


Ak ve al renklerin, Türklerin en eski inançlarından kaynaklanan anlamlar dolayısıyla manevî ve millî sembol değerleri kazandıkları açıkça görülmektedir. Bu bakımdan her iki rengin çoğu zaman yan yana ve bazen de iç içe olarak birlikte kullanılmalarının da aynı inanışlarla ilgili köklerden kaynaklanan bir geleneğin yansıması olacağı da şüphesizdir. Bu cümleden olarak, meselâ hayır ilâhı Ülgen ile insanlar arasında aracılık yapan ruhların varlığına inanıldığı, bunlardan Yayık adındaki ruhun birinci sırayı aldığı ve Şamanların, Ülgen’in huzuruna çıkabilmek için Yayık adına beyaz kumaştan tasvirler (putlar) yaptıkları ve putun ayaklarına da kırmızı şeritler diktikleri bilinmektedir. Yine, Şaman kıyafetlerinde yer alan Yeyek’in (belki Yayık adı ile ilgili), üzerine beyaz ve kırmızı şeritler (yalama) asılmış bir kendir sicimin adı olduğu görülüyor. Bunun gibi, Şaman külâhının esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan olur ve külâhın tepe kısmı beyaz koyun yününden örülmüş kalın bir kaytan ile dikilirdi. Söz konusu iki rengin Türk manevî hayatında ifade ettiği anlamların bir sonucu olarak, lohusa kadınların başına beyaz yaşmak ile kırmızı tül bağlanmasının da Şamanist inanışın yaygın uygulamalarından birini ortaya çıkardığı anlaşılmaktadır . 

Diğer taraftan biz, XIII. ve XIV. yüzyıllarda Hazar ötesinden Adalar Denizi’ne (Ege) kadar uzanan bölgelerde yaşayan Türkmenlerin (Oğuz Türklerinin) istisnasız başlarına kırmızı (kızıl) keçe külâh giydiklerini de biliyoruz. Buna uygun olarak Osman Gazi’nin de kırmızı çuhadan serpuş giyip, üzerine ak çalmadan ve burma sarık sardığı anlaşıldığı gibi, Orhan Gazi devrinde Türkmenlerin de rengârenk tülbent ile süslü, kırmızı keçeden yapılmış külâhlar giydiklerini tespit ediyoruz.



Bundan başka, her iki rengin hükümranlık sembolü olarak Türk tarihi boyunca nasıl kullanıldıklarına yukarıda işaret edilmiştir. Meselâ, Karahanlılar döneminde Yusuf Has Hâcib, beyleri (hükümdarları) temsil eden rengin beyaz olduğunu kaydederken, Kaşgarlı Mahmud da o hükümdarların bayraklarının al kumaştan yapıldığını bildirmektedir.



Bunun gibi, Osmanlı tarihçilerinden Fatih’in çağdaşı Tursun Bey’in ifadelerinden, bu devirde Osmanlı donanmasında ve azap kıt’alarında kırmızı, yeniçeri kıt’alarında beyaz bayraklar (hükümdarı temsilen) kullanıldığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de Osmanlı hükümdarlarının ak sancaktan başka, bilhassa kızıl sancak da kullandıkları, Mısır’ı fethettiği zaman Yavuz Sultan Selim’in otağının önünde Ak ve Kızıl iki sancak dikilmesinden anlaşılıyor. Yavuz’un Çaldıran seferinde de aynı renkte iki saltanat sancağı kullanmış olması elbette bir rastlantı olmasa gerektir. Yani, Osmanlılarda baş sancaklar veya baş alemler her zaman ak ve al (kızıl-kırmızı) sancaklar olarak kalmıştır. Şüphesiz halkın binlerce yıldan beri sevdiği ve tuttuğu bazı renkler vardır. Bayrak diye ancak onların peşinden giderler ve onların altında ölürler. Anlaşıldığına göre, sadece Osmanlılar döneminde değil çok eski zamanlarda da Türkler kırmızı (al) renge büyük bir değer vermişler ve saygı göstermişlerdir. Bunu bir halk, ordu ve savaş geleneği haline getirmişler ve sembol yapmışlar; ancak belki de devlet sembolü olan ak ile halk ve ordu geleneğinin sembolü olan al’ı çok eski çağlardan başlayarak yan yana muhafaza etmişlerdir. Altın-Orda bayrağının da beyaz zemin üzerinde kırmızı bir hilâl ile yine kırmızı bir damga (al damga) taşıması ise, Osmanlı Oğuz-Türkmen geleneği dışında kalan diğer Türk topluluklarında da bu iki rengin birlikte kullanıldığının bir başka işaretidir.


Yavuz Sultan Selim zamanından sonra da al ve ak sancakların birlikte kullanıldığını görüyoruz. Ancak bu iki millî rengin ne zamandan beri aynı bayrak üzerinde birlikte kullanılmaya başlandığına dair çok açık bilgi yoktur. Kesin olarak bilinen husus, artık III. Selim ve II. Mahmud zamanlarında kalelere çekilen Osmanlı bayrağının beyaz ay-yıldızlı al bayrak olduğudur. Ancak, bu dönemlerde kullanılan yıldız, Osmanlılarca “mühr-ü Süleyman” olarak da adlandırılan altı veya sekiz köşeli yıldız idi. Abdülmecid’in son devirlerinde bu sekiz köşeli yıldız, beş köşeliye çevrilmek suretiyle, bayrağımızdaki yıldız şekli de tespit edilmiş oldu. Ancak, Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine beş köşeli yıldızı ile birlikte intikal eden ay-yıldızlı al bayrağımızın standartlarını da iyice belirlemek gerekiyordu. Bu itibarla 29 Mayıs 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilerek 5 Haziran 1936’da Resmî Gazete’de yayınlanan 2994 sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile, millî gururumuz olan şanlı al bayrağımız bugünkü nihaî şeklini almış bulunmaktadır.


Alıntıdır.


Ulu Camii / Divriği / Sivas

 


Haçlı Seferleri


Papa II. Urban'ın Batı Avrupalı asillere Filistin'i Müslüman Türklerden kurtarma çağrısında bulunması Ortadoğu'da 200 yıl sürecek bir mücadeleye neden oldu. Bu savaşlara Haçlı Seferleri denilmektedir.

Türk mezalimine ilişkin anlatılanlar (Onların Kudüs'teki kutsal kalıntılara saygısızlık yaptığı ve yağmaladıkları söyleniyordu) binlerce Hıristiyan'ın " kafirlere" karşı harekete geçmesine  neden oldu. Ticari kazancın yanında ruhsal kurtuluş sözü  de  verilmişti. Toprak sahipliği, servet ve prestij elde edeceklerdi. Tüm bunlar Haçlılar arasında giderek artan bir motivasyon   kaynağı   haline gelmişti.

ilk Haçlı Seferi' nin başını Normanlar çekti. Fransa, Almanya ve Güney italya da sürece dahil olmuştu. iki yıllık bir seferin ardından Kudüs şehri 1099 yılında ele geçirildi. Kudüs'te yaşayan Müslümanlar katledildiler. Haçlılar Kudüs'ü bir asır  boyunca ellerinde tuttular. Haçlılara ait arazilerin çoğunluğu ile birlikte Kudüs 1187 yılında Mısır, Suriye , Yemen ve Filistin Sultan Selahaddin tarafından ele geçirildi. Selahaddin'in zaferlerinin Avrupa'da yarattığı şok III. Haçlı Seferi'nin hazırlanmasına neden oldu. Bu sefer de başı Fransa Kralı II. Philip, Aslan Yürekli Richard  diye  de  bilinen ingiltere Kralı I. Richard ve Kutsal Roma imparatoru Frederick Barbarossa çekiyordu. Akka'yı ele geçirseler de Kudüs'ü alamadılar. Kudüs Müslüman kontrolünde kalmış olmasına rağmen silahsız hacıların ve tüccarların şehre girişine izin verilecekti.

IV. Haçlı Seferi sırasında, Venediklilerin ticari kaygıları Haçlıların Konstantinopol'ü yağmalamasına neden oldu. VI. Haçlı Seferi sırasında Kudüs kısa bir süre için geri alındı. 1244 yılında yeniden kaybedildi. 1291 yılında IX. Haçlı Seferi sırasında Akka'daki son Hıristiyan kalesinin düşmesi Haçlıların azminin kırılmasına neden oldu.

Aralıklarla devam eden 200 yıllık çatışmalara rağmen Filistin Müslümanların elinde kaldı. Haçlı Seferleri sırasında ticaret gelişti. Egzotik Arap mallarının yanı sıra, Arapların yaptığı yenilikler , yeni fikirler, Arap harfleri, sulama teknikleri, Avrupa'ya taşındı. Bu ekonomik ve kültürel temasın Avrupa medeniyetine çok önemli katkıları oldu. Rönesans'ın başlamasında belli ölçüler içerisinde bu olayın da etkisi oldu. 



Alıntıdır. 


26 Mart 2022 Cumartesi

Ulu Camii / Divriği / Sivas

 


Gündelik Hayatımızda Mutfak Tarihi - 2

 


Gaz Ocağından Akıllı Fırına


Yemek pişirmek için kullanılan aletler, ısınma, enerji kaynağı sorunundan ayrı düşünülemez ve ocak, mangal, sobanın gelişimi pişirme ve ısınmanın ortak çözümü için üretilmiş türevleri gösterir. Örneğin, tandır pişirme tekniği iken, hem de Doğu Anadolu’dan Rusya’ya, Orta Asya’ya kadar tek ısınma aracıdır. Ocak, şömine, mangal için de aynı durum söz konusudur. Isınma çözümlerinin çok daha geç tarihlerde üretildiği görülmektedir. Bu alanda icatların tarihi ile günlük kullanıma girmeleri arasında çok uzun zamanlar geçmiş, elektrikli aletler üretilip elektrik yaygınlaştıktan sonra hızlı bir değişim yaşanmıştır.

Üstü kapalı dökme demir mutfak ocağının patentini  1802 yılında İngiliz George Bodley aldı. Aynı yıl Alman mucit Frederick Albert Winson gazla ısınan ilk mutfak ocağını yaptı. Fakat yemeğin gazla pişirilebileceğini kanıtlayan bu icat, dumanı, patlamaları nedeniyle kullanılabilir durumda değildi. Evlerde kullanılabilen ocaklar 1860’lara kadar üretilemedi. Edison’un icadından sonra

1892’de R . E. Crompton ve J. H. Dowsing elektrikli ocağı yaptılar, fakat ısı ayarlama yeteneğinin düşük oluşu ve pahalılığı oluşu nedeniyle bu icadın yaygınlaşması da ancak 1920’lerden itibaren başladı.

Türkiye’de 1960’lara kadar şehirlerde gaz ocağı kullanılıyordu. Bakkallarda satılan gazla çalışan ve tıkandıkça iğneyle açılan gaz ocakları, elektriğin gelmesi ve aydınlanmada kullanılmaya başlamasından sonra da bir süre varlıklarını devam ettirdiler. Önce LPG, havagazı veya elektrikle çalışan ocaklar sonra ızgara fırınlar (Latince/umus, yani sıcak sözcüğünden) üretildi. 1980’lerin başında Koç Holding’e bağlı Ardem ve Türk Demirdöküm ile Auer başlıca fırın üreticileriydi, fakat fırına talep esas olarak 1980’den sonra arttı. Fırınların zaman ve derece ayarı otomatikleşir, bilgisayarla donanırken, daha küçük aile bütçeleri için ocaklardan ayrı çeşitli boylarda elektrikli fırınlar, silindir biçiminde olanlarına verilen adla davul’lar üretildi. Bir dönem gazete kuponuyla da verilen bu fırınlarla çocuklar evde hazırlanan malzemeyi mahalle fırınına götürüp çeşitli tatlı ve pidelerin pişmesi için beklemek zahmetinden kurtuldular. Ekmek fırınlarının yerini ekmek fabrikaları aldığında pidecilerden başka fırını olan da kalmadı.





Mikrodalga Fırın


Ateş olmadan yemek pişiren mikrodalga fırında kullanılan mikrodalga enerjiyi —magnetron—üreten elektrik tüpleri Ingiltere’de Sir John Randall ve Dr. H. A . Boot tarafından 1940’da icat edilmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin radar savunmasını güçlendirmek için çalışan bilim adamları magnetron kullanıyorlardı.


1946’da magnetron tüpünü test ederken, Dr. Percy Spencer pantolon cebindeki çikolatanın erimiş olduğunu gördü. Tüpün ısı ürettiğini bilmekle birlikte, ne kadar yakınını ne derecede ısıttığını ölçmek için önce mısır aldırtarak tüpün yanına koydu ve patladıklarını gördü. Ertesi gün laboratuvara yumurtayla gelen Spencer, yumurtaların kabuklarını patlatacak biçimde hızla piştiklerini gördü.


Spencer’in şirketi Raytheon mikrodalga fırınlar üretmeye başladı ama, bütün elektrikli aletlerde olduğu gibi, büyüklüğü, kocaman soğutma pervaneleri ve birçok kablosu nedeniyle bazı lokantalarda rağbet görse de, evlere giremedi, ilk gerçek ev modeli 1952’de üretilen mikrodalga fırınlar da yüksek fiyatları nedeniyle fazla yaygınlaşmadı.



Kap Kacak


Kap, Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında kap, tulum, çuval, dağarcık, zarf, anası karnında çocuğun bulunduğu yer anlamlarına gelir. Yemek kabının taşıdığı bu anlam genişliği birçok kültürde, örneğin Sahalin’de yaşayan Gilyaklardan Amerika yerlilerine kadar görülmektedir. Kızılderililerde yemek kazanı rahimden, çadıra, obanın yerleştiği sahaya kadar çevreleyen, içine yerleşilen birçok kutsal değeri ifade eder. Kazan uygarlığın simgesidir, kabileye atalardan mirastır. Yeme içme konusunda görüleceği gibi pişirme ve kazan, beslenme tekniği, sağlık ve ayırt edici kültür öğesi olarak kabile geleneğinde ve değer sisteminde önemli yer tutar. Anadolu’da da ocakla birlikte kazan aynı değerlere sahiptir. Divan’da kazgan sel sularının yardığı yer, kazgan yer içinde yarlar, bataklıklar, çatlaklar bulunan yer anlamına da gelir. Farsça hajgarı’ın sözcüğün kökeni olduğunu ileri sürenler varsa da, konu tartışmalıdır; Çuvaşça huran sözcüğü, ses değişim kurallarına dayanılarak kazan sözcüğünün Türkçedeki eskiliğinin kanıtı olarak gösterilmiştir. Dede Korkut’ta Oğuzların beylerbeyi konumundaki kahramanın adı Salur Kazan’dır. Kaşgarlı Mahmud’un verdiği bilgiye göre, Türklerde ayak kap kacak demektir ve bu sözcüğü Oğuzlar bilmez, çanak derler. Bu ayrımın, beslenme tekniklerinden kültürel ilişkilere kadar ifade ettiği anlamlar konusunda Türkolog ve antropologların -çalışsalardı—söyleyebileceği çok şey olabilirdi. Çanak sözcüğü Çinceyle ilişkili görüldüğü gibi, kap sözcüğünün de çok eski olduğu anlaşılmaktadır. Avrupa dillerine Latinceden geçerek çeşitli türlerde kap kaçağı anlatan cupa sözcüğü tekne, leğen, fıçı anlamlarına gelirken, Sanskritçe kupa çukur, oyuk, boşluk demektir. Avrupa dillerinde bardak ve sürahi konusunda olduğu gibi ‘kap’ sözcüğünde de anlam ayrışmamıştır, örneğin İngilizcede cup kupa, kadeh, fincan anlamlarına gelir.


Pişirme kapları, toprak, ahşap ve metal oluşlarına, işlev ve büyüklüklerine göre çok çeşitli adlar alırlar. Hane halkının sayısı azaldıkça kazanlar tencereye dönüştü; yemek çeşitleri ve öğün sayısı arttıkça çeşitli boyda tencerelere ihtiyaç duyulmaya başlandı. Kazanlar önce yalnızca reçel, pekmez kaynatmak için kullanılır oldu, sonra onlar da yapılmaz olup bakır kıymetlenince satıldı. Bakırın yerini alüminyum, teflon, cam malzeme, düdüklü tencere alırken, ateşte kendi yağıyla pişen et yemeklerini, türlüyü vb. sevenler halen üretimi devam eden güveci evlerinden eksik etmediler.




Porselen


Isıya dayanıklı beyaz porselen Almanya’da Württemberg’deki Konigsbroom şirketi tarafından 1788’de üretildi. Porselen temizleme kolaylığı nedeniyle tutuldu. Külle kazan, tencere dibi ovma dönemi kapandı.


Porselen adını, ortaçağ İtalya’sında domuza benzetilerek porcellarıa veya porcellata adı verilen salyangoz kabuklarından alır. Kabuklar kırılarak kap olarak kullanılırdı. Marko Polo 1298’de hem Çin malı çanaklardan hem kabuklardan söz eder, Barbara 1440’da artık yalnızca Çin işi kaplar için porselen sözcüğünü kullanmaktadır. 15.-16. yüzyıla kadar porselen eşya Çin’den satın alınır. Çin efsanelerine göre üretimi IO 4000 yılına kadar giderse de, bugüne gelen porselenler IS 4- yüzyıldan kalmadır. 13. yüzyıldan itibaren özellikle İtalya’da yapılan üretim denemeleri başarısız olmuş, önce Portekiz, sonra İngiltere ve Hollanda’nın açtığı misyon ve şirketlerle ithalatı devam etmiştir. 17. yüzyıl sonunda Fransa ve İtalya’da üretimi başlamıştır. Sert porseleni ilk kez Saksonyalı Walter von Tschirnhaus’un (1651-1708) ürettiği sanılmaktadır, imalatı sır olarak saklanmaya çalışılsa da Avrupa’ya yayılan imalathanelerle 18. yüzyıl başında porselen üretimi en yüksek seviyeye ulaştı ve Çin porselenlerini taklit dönemi sona erdi.


Türkiye’de Sümerbank’ın Yıldız (1962), İstanbul (1963) ve Yarımca (1968) tesisleriyle porselen sanayiinin gösterdiği gelişmeyle 28 Ağustos 1967’de porselen ve seramik eşya ithali yasak edilmişti.



Alüminyum, Teflon


İlk alüminyum yemek takımlarını Napoleon Bonaparte kullanmıştı. Altından pahalı bu takımın moda olmasıyla 1820’lerde Avrupa zenginleri altın yemek takımlarını bozarak alüminyum takımlar aldılar. 1807 yılında Sir Humprey Davy’nin alüminyumu oksit halindeki bileşiğinden ayırmasından sonra 1886’da elektroliz yönteminin bulunması ile endüstriyel çapta üretim başladı. 1890’lardan itibaren alüminyum üretimi arttı ve ucuzladı. 1886’da Amerika’da alüminyum tencere yapılmıştı. Ancak ev kadınları yeni metale karşı direnç gösterdiler. Alüminyum tencereye yöneliş insanların, 1903’te bir firmanın yaptığı gösteriyle bu tencerenin yapışmadığına ikna olmalarıyla hızlandı.


Dünyada oksijen ve silisyumdan sonra en çok bulunan element olan alüminyum yüz küsur yıllık endüstriyel kullanımı içinde çelikten sonra en çok kullanılan metal haline geldi. Türkiye’de inşaat sektörü dışında sanayide alüminyum kullanımı dünya ölçülerine göre çok geri, fakat mutfaklarda alüminyum tencereler, eski bakırcı çarşılarının alüminyumcu perakende satış yerlerine dönmelerine yol açacak kadar yaygınlaştı. Bakırın fiyatı ve kalaylanmasının gerekmesi, alüminyumun hafifliği ve temizliği, çelik tencerelere yöneliş başlayana kadar bir dönem her mutfakta bu değişimin yaşanmasına yol açtı.


Türkiye’de alüminyum kullanımı 1950’lerde başladı, üretim 1974 yılında Etibank Seydişehir tesislerinin faaliyete geçmesiyle oldu. Taşıt araçları, inşaat sektörü, elektronik, ambalaj ve meşrubat ve bira kutuları için yapılan üretimle karşılaştırıldığında alüminyum mutfak eşyası için alüminyum üretimi içinde çok küçük bir yer tutuyor.


Alüminyum kapların yapışmazlığı iddiasını temel özelliği haline getiren ise teflon oldu. Du Pont şirketinde çalışan Dr. Roy Plunkett buzdolabı ve air condition üretiminde kullanılan gazlar üstünde deney yaparken 6 Nisan 1938’de gaz yerine katılaşmış bir maddeyle karşılaştı. Bu maddenin kayganlığı ve her türlü pas yapıcı maddeye karşı direnci dikkatini çekti ve kimyasal adı olan tetrafloreetilen’den kısaltarak teflon adını verdi. On yıl sonra madde sanayide kaplama malzemesi olarak kullanılır olmuştu. 1950’lerin başlarında Du Pont şirketi sanayide kullanılan teflonla tencerelerini kaplattı ve başarılı olunca piyasa için üretime başlandı. Amerika’da 1960 yılında piyasaya sunulan teflon, kısa sürede benimsendi; Türkiye’de 1970’lerin sonunda orta sınıfın evlerine teflon takımlar girdi. Metalle çizildikten sonra bu kapların aldığı biçim, birçok evi teflondan soğuttu.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak